TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

Mahalle gibi olan sitede herkes tanırdı onu. Çok bilmiş, tuttuğunu koparan, anaç kadındı Zekiye hanım.
A’dan Z’ye, her harfin oluşturduğu 120 bloktan ve 10’ar daireden oluşan sitede, henüz çevre düzeni yapılmamış, ısınma için kombiler takılmamış, ara sıra taşıma suyuyla idare ettiğimiz binanın üçüncü katında onlar, beşinci katında biz oturuyorduk.
Annem ve Zekiye hanım komşuluktan öte dost, hatta kardeş kadar yakın olmuşlardı. Gündüzleri evde oldukları için birlikte zaman geçiriyor, pişirdiklerinden tabak tabak birbirlerine veriyorlardı.
O zamanlar ben okulu yeni bitirmiş, iş hayatına yeni başlamış, bir dergide çalıştığım için akşamları geç gelip sabahları erken gidiyordum. Sitede neler olup bitiyor, o gün binanın, evin ne gibi sorunu olmuş annemden öğreniyordum.
Zekiye hanım evlerinin direğiydi. Evi her bakımdan çekip çeviren kendisiydi. Çekilmez bir kocası, laf anlamaz iki oğlu vardı. Her iki oğlu da ilkokulu bitirip, ortaokuldan terkti.
Eğitim, hele ki okul eğitimi onlardan çok uzaktı. Baba, bir bakanlıkta çalışmış, şoför emeklisiydi. Emekli parası ile bir taksi plakası satın almış, bir de taksicilikte kullanacakları yeni bir araba almışlardı. Araba onlar için yeni doğmuş bebek gibiydi. Hayatları onun çevresinde geçiyordu. Kova kova sularla yıkıyor, kuruluyor, parlatıyorlardı. Hatta bir gece dergiden geç döndüğümde evin balkonundan kocasının yol kenarında duran arabasını tuttuğu el feneri ile kontrol ettiğini görmüştüm. Onlar için araba umuttu…
İki oğlu ve kocası vardiyalı çalışıp taksiyi hiç boş bırakmıyorlardı. Ya küçük oğlu, ya da büyük oğlu, seyrek de olsa babaları kullanıyordu arabayı. Bir şekilde oğullarının eğitimle kazanamadıkları mesleklerini, babaları bu şekilde sağlayarak iş sahibi, meslek sahibi yapmıştı.
Bir akşam annem hararetli bir şekilde apartmanın merdiveninde, küçük kardeşin abisini elinde bıçakla kovaladığını, ağza alınmayacak küfürleri sarf ettiğini, birinci katın apartman penceresinden boşluğa atlayıp zor kaçtığını anlatmıştı.
Zekiye hanım annemde teselli bulmuş, ayılıp bayılmış, sakinleştirene kadar bayağı uğraştığını anlatmıştı. Birkaç gece eve gelmediğini, aralarında çıkan tartışmanın kaynağını bile bilinmezken büyük oğlunu göremez olmuştu.
Büyük oğlu bir gün çıkagelmiş, yanında da bir kızı getirmiş, biz evleneceğiz demişti. Zekiye hanım yine annemle dertleşmiş; “Bunlar yerine taş doğursaymışım…” deyip, “Allah bana niye kız evlat vermedi” deyip yazıklanmıştı.
Evliliğin ilk zamanları, aynı evde yaşamışlar, yaşanılan sorunlar büyüyünce ayrı eve çıkarmışlardı. Küçük oğlunu kendisine benzetip; “bundan bana bir zarar gelmedi, ama büyük olan tıpkı babası, zarar gelir ondan” deyip uzaklaşmıştı ondan…
Oğlu ve kocası taksiciliğe devam etmiş, sabahı akşamı olmayan bir yaşamın zorluğundan yakınmaya başlamışlardı. Sonunda, oğlu ile nöbetleşe çalışacak bir şoförle anlaşmışlardı ve böylece emekli kocası daha çok yorulmayacaktı.
Sorunlar, tartışmalar hiç bitmiyordu. Koca ile anlaşamıyor, sık sık kavga ediyor, tartışmalar bizim kattan duyuluyordu.
Zekiye Hanımı, bizim evde salonda iken, ara sıra saçlarını örttüğü tülbenti ile başını sımsıkı sarmış, tek gözü morarmış, eli başında koltuğa yaslanmış bir şekilde oturur görmüştüm.
Zekiye hanımın her halinden evde sorunlarının büyüdüğü, hatta şiddete dönüştüğü anlaşılıyordu. O gece salonda misafirimiz olmuştu. Kocası değil aşağı inmesine üçüncü katın kapısından geçmesine bile izin vermeyip, hırsından ateş püskürüyordu.
Büyük oğlunun bir bebeği olmuş, ardından yeni bir kadını sevdiğini, diğeri ile boşanacağını söylemiş, sorunları yetmezmiş gibi sorunlara sorun eklenmişti. Küçük oğul abisi eve geldiğinden evi terk etmiş, karı koca onca sorunun içerisinde kendi sorunlarını bir kenara bırakmış, ne yapacaklarına çare ararlarken işin içinden çıkamaz olmuşlardı.
Küçük oğlu da sanki abisine nispet edercesine, yanına bir kız almış, anne bu senin gelinin olacak, deyip kaçırdığı, sevdiği kızı ana evine getirmişti. Zekiye Hanım, nikahsız olmaz deyip alelacele küçük oğlunu da evlendirmişti.
Yaşanılan olaylar gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini aratmıyordu.
Gelin iyiydi, uysaldı, Zekiye hanım’ı anne bilmişti, aynı evde yaşayacaklardı. Gelin kaynanadan çok, ana kız gibi iyi anlaşıyorlardı. Oğlu tekrar takside çalışmaya başlamıştı. Gelinin ikiz bebeğe hamile olduğu anlaşılınca ev bayram havasına dönmüştü.
Kız evlat isterken ikiz kız torunu olmuştu. Günler bebeklerle, yaşam kaygısıyla, ara sıra dışarıya pek taşmadan tartışmalarla yaşayıp gidiyorlardı.
Çocuklar büyümüş, ev kalabalıklaşmış, evdeki sorunlar evin ekonomisi de büyüyünce katlanamaz hale gelmişti.
Yine bir gün Zekiye Hanım üstü başı yırtık, saçı başı dağınık kendisini apartmandan dışarı atıp, canını zor kurtarmıştı. Zekiye hanım kocası ile kavga etmiş, uzun bir süre eve de almamıştı.
O kavga ailenin de sonu olmuştu. İçerde neler olmuş biz de bilmiyorduk. Zekiye Hanım bir daha o eve girmedi. Gelin iki çocukla bir başına kalmıştı. Küçük oğlu kuaförde çalışan bir kadına aşık olmuş, tüm sorumluluklarını unutup uzun bir süre ortalıktan kaybolmuştu. Çocuklar baba diye ağlamış, gelin de kayınbabanın evine sığamaz olmuştu.
Tam bir yaprak dökümü idi. Gelin kaynana aynı evde, bir göz odada birlikte yaşamaya karar verseler de yürütememişlerdi. Gelin markette çalışmayı sürdürmüş, aldığı asgari ücret neredeyse kirayı karşılıyordu. Ana da, baba da yoktu. İki elti anlaşmış aynı evde yaşamaya karar verseler de kısa sürede evlerini ayırmışlardı.
Batıkent’in sitelerinin birinde depodan bozma, siteye gelir olsun diye kiraya verilen, bir yerde kiraya çıkmışlardı.
Uzun bir süre haber alamamıştık. Bir bayram sabahı gelin hanım ve kız torunlar babamın bayramını kutlamak için ziyarete gelmişlerdi.
Zekiye Hanım geceli gündüzlü, meslekleri doktorluk olan bir ailenin yanında bebeklerine bakıyor, sadece pazar günleri izin kullanıyor, o zamanda da torunlarını görmek isterse dışarıda bir yerde görüşüyorlardı.
“Zira annemle de aramız açıldı. Şu an en kötü insan benim onun için” demişti gelin hanım. Kızlar büyümüş, genç kızlığa adım atmışlardı. Liseye başlamış, çocuk gelişimi bölümünü tercih ederek meslek sahibi olmaya çalışıyorlardı.
Babam, “En kötü koca bile, kocasızlıktan iyidir…” sözüne dayanarak, “babaları ile görüşüyorlar mı çocuklar?” deyip, tekrar birleşme ihtimalinin olup olmadığını soruyordu.
“Asla, bunca yaşadığım zorluklarla buralara kadar geldikten sonra, asla!..” deyip kararının kesin olduğunu net bir şekilde belirtmişti gelin hanım… “Çocuklar babasız kalmasın diyorsanız eğer, istedikleri zaman görüşüyorlar. Zaten hayırsız bir babadan ne yarar gelir ki çocuklara…” deyip başını öne eğmişti.
“Şu an çalışmıyorum, sağlığımdan dolayı, ama iyileştim, tekrar işime döneceğim. Kimselerin bir faydasını görmedim ben.”
Babam: “Peki, çocukların babası ne yapıyormuş, bir haber var mı, gelip gidiyor mu? diye sormuştu gelin hanıma…
Babamın bu sorusuna ikizlerden biri yanıt verdi: “Babam üç aydır bizi aramıyor”, Annesi duruma açıklık getirmek için söze devam etmişti. “Babaları bir kavgaya karışmış. Kavgada yaralama varmış, sonunda yakalanmış. Ceza olarak da okuma cezası verilmiş, bu tür bir kavgaya, ancak eğitimsiz insanlar karışır, demiş Yargıç….”
İkizlerden diğeri de söze girmişti, “Hem de 12 kitap okuyacak, bir de 200 adet fidan dikecekmiş babam!..” deyip verilen cezaya şaştıklarını belirtmişlerdi.
Şaşkınlık bizi de almıştı. Ne güzel bir cezaydı. Cezanın da güzeli oluyormuş demek ki… Arkası arkasına soruları sormuştuk. Ne kadar sürede, hangi kitapları okuyacaktı, okuduğunu nasıl anlayacaklardı. Fidanları nereden alıp, nereye dikecekti…
“Zaman olarak kısıtlamamışlar babamı, okuyacağı kitabı kendi seçecekmiş, kalınlığı da, 100 sayfanın altında olmayacakmış, okuduğu kitabın özetini yazılı sunacakmış,” deyip sevimli, çok bilmiş bir şekilde babasının cezasını bize anlatıyordu.
Gelinin, bunca yaşadığı olumsuzluğa rağmen kocasını hala kabul etmemesindeki kararlılığını takdir etmiştim doğrusu… Her iki genç kızın annelerinin bu kararında yanında olması ayrı bir güven kaynağıydı.
Babamın oturduğu koltuğun çevresinde duran sağlı sollu kitaplar, her odada bulunan kitaplıklarda ayrı ayrı konuları içeren kitaplar; nasıl olurda birilerinin okuması için ceza niteliği taşıyacaktı, şaşa kalıştım…
Kitap okuma ceza olarak verildiğine göre, okumanın bedeli büyük olsa gerekti…
Okumayan biri için, okumak ne büyük bir cezaydı…
Yener Balta, 16.12.2010
tebrikler yener,devam…
Orhan Okuducu

gercekten cok guzel olmus, ellerine saglik teyzecim.
Gizem Zencirci

Yener Hanım,
Kutlarım.

Çok güzel olmuş.
Kutlarım.Çok küçük ayrıtılar bile gözünden kaçmamış…
Aferin demekten başka sözüm yok sana…

Av. Eren Bilge, 16.12.2010
x