SİMİTÇİ
SİMİTÇİ
Dükkânın kepengini açmak için asma kilide eğildiğimde, bana doğru koşanın durması ile arkama döndüğümde, göz göze gelmiştik onunla.Ben yere eğildiğim için onun seviyesinde idim.Heyecanlıydı, sadece aklındaki konuya odaklanmış bir hali vardı.İri kahverengi gözleri, bu işi ilk defa yapacağının habercisiydi.Üstünde beyaz ütüsüz bir gömlek vardı, kumaş pantolonu kendi bedeninden büyüktü, kemeri ile onu beline sıkıştırmıştı.On üç on dört yaşlarında olsa gerekti.
“Simit tablası için ayak var mı sizde?” diye sormuştu, henüz ne sattığımı bile bilmeden.Hafta sonu idi, dükkâna diğer esnaflardan erken gelmiştim. Tam karşımdaki sepetçi dükkanı açıktı.Ben henüz ayağa bile kalkmamıştım ki, arkamı dönerek karşı dükkanı işaret ettim. “Orada bulurusun” dedim. “Siz de yok mu?” diye sorusunu tekrarladı.”Yok dedim ya evlat, ben o tür şeyler satmıyorum” diye yanıtladım inatçı sorusunu. “Oraya baktım, sadece üst tablası varmış, bende sadece onu aldım,” diyerek kolunun altında tuttuğu tablasını bana çevirerek gösterdi. Biraz beklerse diğer dükkânlardan birinde bulabileceğini söyledim kendisine.
“Ne zaman açarlar”, diye sordu, konuşmamın arasında birazdan demiştim, demek ki dinlememişti.”Bekle gelirler”, diye savuşturdum başımdan.Arkasını dönüp gittiğinde ondan teşekkür beklemek lükse kaçardı.
Ben kepengi açıp, mallarımın daha iyi görülmesi için neredeyse içeriyi dışarıya taşırken, o da karşı kaldırımın kenarında sabahın o ılık güneşinin altında sabırla bekliyordu.Gösterdiğim dükkâna odaklayarak gözlerini.
Sabah çayımı yudumlarken, radyodan haberleri dinlemiş, sıra Türk Halk Müziği programına gelmişti.İsteklerde bulunanların isimleri, bulundukları şehir ve kimin kime istediğini belirtir cümlelerin yanında, ne için istediklerini de belirterek “Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına” ile başlamıştı bile istekler programı. Nerden de bulurlardı bu tür sözleri, nasıl türküye dönüştürürlerdi… Mandanın söğüt dalında ne işi vardı… Gülümsedim!
Dükkânın kapısında beliriverdi, “ne zaman gelir bu dükkanın sahibi?” diye heyecan ve merakla çekinmeden tekrar sordu.Benim onu yanıtlamamdan bir şey anlamadığı belliydi, dert etmeye değmeyeceğinden, oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. Saçlarını elimle karıştırıp, “bekle gelir” dedim. “Çay vereyim mi sana, içer misin?” diye sordum.Kafasını sağa sola çevirerek hayır istemem ifadesini “cık” diyerek pekiştirdi.
Tekrar eski oturduğu yere gitti.Gözlerini hiç ayırmadan benim yanımda bulunan dükkânın açılması için inatla beklemeye başladı.Kendi çocukluğum aklıma gelmişti.Ben de her erkek çocuk gibi, (tabi geçim sıkıntısının içinde bulunan her erkek çocuk gibi), simit satmakla para kazanmanın ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Anlamış mıydım, yoksa bu yaşımda hala anlamaya mı çalışıyordum henüz bilmiş değilim! Anlayamadım desem yerinde olur. Para kazanmamın sadece yaşam mücadelesinin en önemli yerini kapsadığını öğrendim de, ne zamana kadar süreceği, asıl onu aklım almıyordu.
Emekli olmuştum, aldığım emekli maaşı sadece ev kirama yetiyordu, bu para diğer kullandığım hizmetlerin faturalarına bile yeterli gelmiyordu. Ama her ne olursa olsun hayat devam ediyordu, aldığım toplu emekli ikramiyemle, bundan sonra sağlığım ve yaşım el verdiği sürece, Ankara’nın eski turistik mahallesi olan Kale’de kendime bir dükkân açmıştım. Ne mi satıyordum! Simitçi tablasının ayağı yoktu bende…
Yan dükkânın açılan kepenk sesini fark etmemek imkansızdı, her kepenk sesi ile insan bir kez irkiliyordu. Simitçi adayı hızla yerinden fırlayıp, kepengini yukarı doğru kaldıran satıcı beklemesi gerektiğini söylemiş olmalı ki, bir iki adım geriye gidip, ayaklarının üzerinde vücudunun ağırlığını bir o ayağına, bir diğer ayağına yükleyip duruyordu.
Simitçi adayı elinde tablası koşar adımlarla tekrar tablayı aldığı dükkana girdi, kapıda sabah keyfini süren esnafla bir şeyler konuştu, dükkanın içerisine girip, eli boş olarak diğer dükkana koştu. Yeni alışveriş tam istediği gibi olmalı ki, yeni tablasını kolunun altına, simit tablasının ayağını da omzuna çanta gibi geçirmişti.Yüzünde işin en önemli kısmını bitirmiş edası vardı.
Arkasından bakakaldım. Ne heyecanlar yaşıyordu kim bilir, ne kaygılar… Kazandığı üç beş kuruş kendi harçlığı mı olacaktı, yoksa evinde onca boğazın yiyeceği kazan aşına katık mı! Kim bilebilirdi ki bu okul çağında, okulların açık oldu zamanda simitçi olarak çalışacaksa; mutlaka işe, paraya, emeğe, hatta çocuk emeğine ihtiyacı vardı birilerinin.
Bazı sabahlar sokak satıcılarından almaya hep çekindiğim çıtır simitleri, az aşağıdaki simit fırınından alıp, dükkanda demlediğim çayımla yerim. Sanırım bizim ufaklık sermaye olarak tablasına dizeceği simitleri o fırından alacaktır.Az sermaye ile karı belki çok olsa da, toplamda eline geçen para her zaman küçük olacaktı bizim ufaklığın. Herkesin kazancı kendine deyip bu konudan biraz kendimi uzaklaştırmak istedim. Zira kendi çocukluk anlarım aklıma geliyordu, yine de hatırlamaktan kendimi alıkoyamadım.
Belediyenin en iyi hizmet veren birimlerinden biriydi o zamanlar zabıtalar.Seyyar satıcılara göz açtırmazlardı.Simit satmak için belediyenin küçük seyyar arabaları vardı, onlardan kiralamak şartı. O zamanlarda Ulus meydanının arka sokaklarında Ankara’nın en eski yerleşim yerinde oturuyorduk. Çevrem Ulus olduğu için simitlerimi Ulus meydanında satardım.Öyle simit tablası, tabla ayağı yoktu bizim zamanımızda.Belki de vardı da benim haberim yoktu.Anamın bizim için hamur açarak börekler yaptığı tepsiyi alır, üzerine beyaz bir örtü serip başımın üzerinde bir elimle tutardım. Yukarıdaki kolumu hissetmeyene kadar tepsiyi tutar, diğer kolumla değiştirirdim. Annem o zamanlarda beni sıkı sıkı tembihlerdi, “bu örtüyü örtersen simitlerinin üzerine; bak göreceksin, daha çok satarsın diğer çocuklardan” deyip, ara ara sakız beyazlığında eliyle çitileyerek yıkardı.
Paramı diğer çocuklar zorla benden almasın diye, annem bana boynuma asılan, küçük siyah bir kese dikmişti.Giysimin altında kaldığı için onu kimse fark edemezdi.Param biriktiğinde hemen oraya aktarırdım.Kendimi daha güvende hissediyordum o zamanlar. Bir gün, bir sabah vakti, sıcak simitlerimi almış, Ulus meydanında bulunan Atam’ın heykelinin altındaki taşta oturmuş, buradan geçen insanlar çok olduğundan, simitlerimi satmak için en uygun yer olarak düşünmüştüm ki, gelen zabıta memurlarını fark edememiştim. Fark etmemle her şey çok geçti. Bir sağımdan, biri solumdan, biri tepsimi, biri beni kavramış, yol kenarında bulunan kamyonete doğru sürüklüyorlardı. İtiraz edemedim, hiçbir şey diyemedim.Benim gibi bir iki kişi daha kamyonetin üzerinde tezgâhlarıyla kaderlerine razı olmuşlardı. Hem tepsimden, hem simitlerimden olmuştum. Sonrasını hatırlamıyorum bile, izi kalmıştı bende bu yaşanmışlığın…
Bizim simitçi, tablasını başının üzerinde taşımayı becerebiliyordu. Her sabah sıcak simit diye bağırarak bizim dükkânların önünden geçiyordu. Gün boyu yıkamadığı elleri ile simitlerin üzerini hiç bir şekilde örtmeyip, sokakların tozu içerisinde satıyordu yine de.Sağına soluna seslenen var mı diye bakınırken, başının üzerinde taşıdığı tablası, karşıdan gelen çocuğa çarpmasıyla, tüm simitler yere yuvarlanmıştı.Bir hışımla çocuğa bir şeyler söyledi, ardından hızla tüm çevreye dağılan simitlerini kendi üzerine silerek, üfleyerek alel acele tablasına koydu.Kaldırıma oturdu, biraz soluklandı, olimpiyat halkaları gibi simitleri tablasına dizdi.Simitler tekrar satılmak için hazırdı. Ne yapacaktı ki, zaten bir kez simit alacak kadar sermayesi vardı, yere düştü diye onları çöpe atacak hali yoktu. Bu sokakta satamasa da, bir alt sokakta nasılsa satabilirdi.Zaten çevredekilerde onun simitleri yerden alıp tablasına koymasıyla ilgilenmedi bile.
Bugün de akşam olmuştu, hayatımdan bir günüm daha geçmişti.Sabah çıkardığım bütün ürünleri akşam sırası ile içeri aldım.Kasaya giren çıkan pek olmadığı için çıkış hazırlıklarım kısa sürdü.Kilitleri elime alarak kepengi aşağı indirdim, kilitledim.Bir sigara yaktım, her yakışımda seni bir gün bırakacağım desem de başaramadığım, esiri olduğum zehirden derin bir nefesi içime çektim.Ciğerlerime ulaşan zehiri karşılaştığım bir esnaf tanıdığa hayırlı akşamlar dileyerek dışarı saldım. Minibüs durağına kadar bir hayli yol alacaktım. Kalenin yol kenarları hep küçük esnafla doluydu.Bir bir baktım tüm dükkânların kapanma hazırlıklarına.Ne kazanmışlardı, nereye yetecekti kazançları, hiçbir şey yapmamaktansa günü kurtarmak en iyisi diye hareket ettiklerini düşündüm. Tıpkı benim gibi!
Durağın sol tarafında büyük belediye binasının bahçesinde hepsi bir anda konan güvercinler dikkatimi çekti.Yemyeşil çimlerin arasında doğada kaybolan grilikleri batan güneşin ışıkları ile yeşile, maviye, kırmızıya dönüşüyordu belli belirsiz. Bir anda ortalığı sessizlik kapladığından sadece güvercinlerin o içlerinden gelen boğuk guguk seslerini net bir şekilde duyabiliyordum. Yerde çömelmiş, güvercinleri ürkütmemek için hareketini ağırdan alan bizim simitçi idi. Tüm simitlerini satmış olmalıydı ki, tablasında kalan susam tanecikleri ile güvercinlerle keyif yapıyordu.Sabah ki heyecanı hala yüzünde beliriyordu.Belki de tablasındaki tüm simitlerini satmanın verdiği heyecan olsa gerekti.
YENER BALTA,
3 Haziran 2009
+
Sevgili Yener,
Öyküyü dün yazmışsın, bugün yayına sokmuşsun.Güzel olmuş ama ilk bakışta yazarının bile fark edemeyeceği kusurlar olur her yeni yazıda.Bu nedenle yazdıklarımızı bir kaç günlüğüne de olsa dinlenmeye yatırmalıyız.Yeni öykülerini gözlüyorum. Sevgi…
FE
+
Sevgili Ustam Av. Hayri Bilge Balta,
Yener’in öyküsü senin de belirttiğin gibi gerçekten tam usta işi bir öykü olmuş. Yayınlansın diye GASED’in Merdiven Dergisine verdim.Umarım bu sayıda kullanılır.Yazı çok ise öbür sayıya da sarkabilir. Onu kutluyorum. Böyle güzel çocuklar yetiştirirdiğin için seni de kutluyorum. Sevgi, saygı…
FEV
+
Sevgili Yener,
Önce sevgiler…
Büyük bir gelişme var.
Ancak usta bir yazar,
Böyle güzel öykü yazar.
Kutluyorum,
Sevgiler sunuyorum.
Hayri Balta, 4.6.2009