BİLİNMEYENDEN BİLİNENE
BİLİNMEYENDEN BİLİNENE
SUNUŞ 1
Toplumu değiştirmek isteyen herkes, ilk önce yaşadığı toplumun eskiyen, çürüyen hakim kültürü ve ideolojisiyle karşı karşıya gelir. Bu, bir anlamda yaşadığı toplumla karşı karşıya gelmektir. Tarihteki bütün büyük dönüşümlerin hepsi, son tahlilde, toplumun kendisinin değişmesidir.
1920’lerden sonra materyalist felsefeye doğru atılımın başını Türk devrimi çekiyordu. İdeolojik alanda…
Ortaçağ’dan çıkışta Kemalist devrimin önemli bir etkisi oldu. Osmanlı ile siyasal düzlemde hesaplaşan Kemalistler, daha sonra felsefi alanda idealizmle hesaplaşmayı yaşadılar. Atatürk ve arkadaşları, 1930’ların eşiğinde, “Allah mı insanı yarattı, yoksa insan mı Allah’ı” sorusunu kendilerine sormuşlar ve net bir yanıt vermişlerdir.
Bu tür yanıtları, gizli toplantılarda, sofralarda değil, okul kitaplarının sayfalarına yazarak yapmışlardır. Din konusundaki tavırlarını meclis kürsüsünden de ilan etmekten çekinmemişlerdir.
1960’lardan sonra Türkiye’yi yönetenler, askeri yetkililer de içinde olmak üzere, dini ideolojiyi yükselen demokrasi hareketine karşı bir dalgakıran olarak benimsediler. 1980’lere gelindiğinde Türkiye’de ‘din birleştirici bir rol oynar, din lazımdır’ biçiminde bir saptama yaptılar. Büyük burjuvazinin ve devletin merkezi güçlerinin ideolojisi İslam olmamasına rağmen, bin yıllık kökleri olan İslami ideolojiyi geniş halk kitlelerinin önüne bir barikat olarak yerleştirdiler ve ideolojik hegemonya aracı olarak kullandılar.
Burjuvazi, ümmetten millete geçişin mücadelesini veren Türk devrimini önce yan yolda bırakmış, daha sonra da bu tavrıyla Türk devriminin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ortaçağ ideolojisinin büyük darbeler yemesi sonucu laik ve modern kuşakların yetiştiği, farklı din ve mezheplerden insanların yaşadığı bir ülkede
din nasıl birleştirici olabilir?
1950’lerden sonra Türk devriminin sönüşe geçmesiyle birlikte toplumun materyalist eğitimi de aşınmaya uğradı. 1960 sonrasında ise devlet dışında materyalizmi kitlelere yayan odaklar oluşmaya başladı.
Bilimsel sosyalizmden esinlenen bu ideolojik-kültürel çaba, burjuva materyalizmini kitlesel olarak aşma yönünde bir başlangıcı da ifade ediyordu. Arlık genç kuşaklar materyalizmi Marks, Engels, Lenin ve Mao’dan öğreniyorlardı.
Batı, burjuva demokratik devrimler öncesinde büyük bir aydınlanma çağı yaşadı. Bizim tarihimizde ise, Beşir Fuat gibi bir kaç düşünür dışında böyle bir çaba yok. Burjuvazinin demokratik atılımı, ülkemizde her alanda olduğu gibi, kültürel alanda da cılız kaldı. Türkiye’nin demokratik devrimini tamamlaması ve insan zihninin zincirlerinden kurtularak özgürleşmesi ve aydınlanmasına önderlik, daha modern ve siyasal akım olan sosyalizmi omuzlarına kalmıştır. 1960 sonrası Marksistlerimizin materyalizmin tutarlı ve çağdaş temsilcileri olması gerekirken, materyalizmin ulusal plandaki köklerini ortaya çıkaramamışlardır.
Diyalektik materyalizm, ulusal planda burjuvazinin materyalizmini incelemediği için onunla hesaplaşmadılar ve tarihi yerine oturtamadılar.
1980 sonrası Saçak ve 2000′ e Doğru dergileri dini ideolojiye karşı net itirazlar yöneltti. Dinin bir ortaçağ ideolojisi olarak bilimle ve modern toplumun ihtiyaçlarıyla bağdaşmadığını ortaya koydu. Bunu yaparken, burjuva materyalizmin ulusal plandaki köklerini ortaya çıkarmakla yetinmeyip, bizzat İslam’ın temel kaynaklarını ele alarak bir ideolojik mücadele yürüttü. Sorunu kültürel ve ideolojik düzlemde ele aldı.
Turan Dursun, din âlemine, safsataya, hurafeye karşı bu dergilerde kalemiyle savaştı. Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara götürmedi. Bir aydınlanmacı olarak Marksistlerle birleşti.
Bugün, ideolojik olarak dine sarılanlar, İslam’a dayanarak yenileşmeye karşı barikat inşa edenler, ideolojinin siyaset alanına yayılmasını şiddet yoluyla ezmeye yönelmektedirler. Diğer taraftan, İslami ideolojinin gerçek sahipleri ideolojinin siyaset alanına yayılmasını isleyen dini çevreler de sorunu şiddet yoluyla çözmeye yöneldiler. Önce radyolarında, dergilerinde tehdit ettiler. Daha sonra öldürme eylemlerine başladılar.
Bu kitabın yazan öldürüldü. Öldürülünce din kurtuldu mu? İdeolojik sorunlar, ideoloji dışı araçlarla, şiddet ve cezayla değil, demokratik bir ortamda ve ideolojik mücadeleyle çözülmelidir.
Modern-demokratik toplumun kurulmasının ve demokratik devrimin tamamlanmasının taşıyıcıları düşünce ve vicdan özgürlüğünden yanadırlar. Hiç kimseye düşüncesi, dini inancı, ibadeti yüzünden baskı yapılamaz.
Yapılması gereken, katılmadığımız düşüncelere karşı ideolojik mücadele yürütmek ve toplumu aydınlatmaktır. Biz biliyoruz ki, metafizik iman, hayatın kendisine, bilimsel düşünceye karşı koyamaz.
İdeolojik mücadeleden korkan ve kaçanlar ise kendilerine hizmet edecek caniler arayacaklardır. Bunlara da toplum hak ettikleri yanıtı verecektir.
Elinizdeki kitap, Turan Dursun’un uzun yıllar üzerinde çalıştığı 14 ciltlik Kuran Ansiklopedisi’nin “ALLAH” maddesidir. İslam öncesi ve sonrası kaynakların taranmasıyla hazırlanan bu madde dini ideolojiye karşı yürütülen ideolojik mücadelede temel bir kaynak olması düşüncesiyle Ansiklopedinin yayınını beklemeden ve metnin orijinalinde hiç bir değişiklik yapmadan okuyucularımıza sunuyoruz.
Kaynak Yayınları…
“ALLAH” 2
(Tefsirlerden:) “Gerçek Ma’bûd”, “En Yüce ve Mukaddes varlığın, başkasının ortak olamayacağı özel adı.”
“Tanrısal niteliklerin, tümünü kendinde bulunduran, varlığı kendinden olan, Tek Gerçek varlığın, Tek Tanrı’nın adı.”
Anlamı: Göklerin, yerin ve bu ikisinin arasında bulunanların Tanrısı’dır. (Rabb). Öyleyse O’na kulluk et. Ve O’na olan ibadette kesinti yapma, O’na bir “adaş” (“semiyy”) bilir misin? (Meryem Suresi, ayet: 65.)
Açıklama: “Allah” adının özel ad olduğuna ve bu adda başkalarının ortak olamayacağına kanıt olarak gösterilenler arasında bu ayet de bulunmakta.
+
BİLİNMEYEN TANRI’DAN BİLİNEN TANRI’YA
GÖRÜNMEYEN TANRI’DAN GÖRÜNEN TANRI’YA
Bana göre: Allah (Tanrı): Evren ve yüce kavramlardır… Bu kavramlar aşağıda açıklanacaktır…
Bütün İslâm İlmihâl’lerinde, Laik Cumhuriyet Türkiye’sinin okullarında ders kitabı olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarında, Kuran Kurslarında, İmam Hatip Okullarında, Televizyonlarda ve diğer tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağıdaki şekilde yapılır.
“Allah’a İman Ne demektir: Allah’a iman, Allah’ın varlığına, birliğine, ezeli ve ebedi olduğuna; yani, varlığının bir başlangıcı ve sonunun bulunmadığını, eşinin benzerinin, ortağının, oğlunun, kızının olmadığına varlığı kendinden olup varlığı için bir başka şeye muhtaç olmadığına, yaratılmış olan şeylerden hiç birine benzemediğine dolayısıyla düşündüklerimizden ve hayalimize gelen şeylerin hepsinden başka olduğuna, her şeyi bildiğine her şeyi gördüğüne, her şeyi işittiğine, duyduğuna, her şeye gücünün yettiğine, her şeyi yaratanın O olduğuna… Kısacası, her türlü eksiklikten uzak olduğuna yürekten, tereddütsüz bir şekilde inanmaktadır. Ergenlik çağına ulaşmış her akıl sahibinin, Allah’a bu şekilde inanması farzdır.” (Bk. Vatan, 1.11.2003 tarihli Ramazan Eki.)
Görüldüğü gibi soyut bir Tanrı tanımı yapılmakta ve insanın tereddüt etmeden buna inanması istenmektedir.
Bektaşi bu anlatıma “Yok diyecek ama dili varmıyor.” demektedir.
Öyle ya, adı var ama cismi yok.
Yeri yok, yurdu yok.
Eni yok, boyu yok.
Ne zamana sığıyor,
Ne mekana sığıyor.
Ne akla, ne de mantığa sığıyor.
İnsan aklına kısa devre yaptırıyor.
Allah anlayışının doğuşuna bakarsak: Evren’e, Doğa’ya bakmışız,
Önce Yıldızlara Tanrı demişiz.
Sonra Aya, sonra Güneşe…
Sonra da bunları yönlendiren bir Tanrı var demişiz.
Asırlar sonra bunların dönüp durduğunun ayrımına varmışız…
Öyle ise bunlarında üstünde ve ötesinde bir güç var demişiz.
İbrahim Peygamber’den beri bunu böyle bilmişiz:
“Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi.
Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu.
Ay’ı doğar halde görünce, “Rabbim bu!” dedi.
O batınca da şöyle konuştu: “Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum.”
Nihayet Güneş’in doğmakta olduğunu gördüğünde, “Benim Rabbim bu, bu daha büyük!” dedi.
O da batıp gidince şöyle seslendi: “Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben.”
“Ben bir Hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm.
Müşriklerden değilim ben.” (K. 6/76-79)
Görüldüğü gibi bir kıyas var burada,
Doğa’dan başka görünen bir varlık yok ortada.
Ondan sonra O’na en güzel sıfatları (Esma-i Hüsna) yakıştırmışız.
Bütün Doğa olaylarını da O’ndan bilmişiz.
Bu yargımızı da insanlığa dayatmaya kalkmışız…
“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 8/39) demişiz…
Bu ise insanın doğasına aykırıdır.
Çünkü tahmine, kıyaslamaya dayanarak bir yargıya varılmıştır.
Böyle bir yargı; insanın aklına da, mantığına da, doğasına da aykırıdır.
Ortada; Doğa’dan, Evren’den başka görünen bir varlık var mıdır?
Asıl önemlisi bu dayatmada insan aklına ve iradesine hiç yer verilmemiştir…
Yalnızca inanacaksın akıl yürütmeye kalkışma denmiştir.
Bu şekildeki bir inanç aklı dışlamaktadır.
Aklı başında bir insan inandığının ne olduğunu bilmek zorundadır.
Bir kere şu bilinmelidir ki insanın dışında insanı yönlendiren bir varlık yoktur.
Bütün bunlar dinsel görüşe göre mecaz anlatımlardır.
Kuran’ı anlamak isteyenler bunun ayrımına varmalıdır.
Eğer biz biz olursak,
Kendimizi bilirsek,
Farık ve mümeyyiz olursak
Tanrı’yı bilebiliriz
Ama göremeyiz;
Ancak tekamülümüz oranında hissederiz ..
Din kitaplarını anlayarak okumak bizim ufkumuzu açacaktır.
Marifet Tanrı ile güreştiğini söyleyenlere aldanmamaktır.
“Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi,”Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.”
“İsrail”: “Tanrı’yla güreşir” anlamına gelir.
(Bakınız: Tevrat, Yaratılış. 32/28. Hoşea 12/3-4. Yaratılış, 32/30-32. Çıkış 24/90-11 Hakimler 13/22. Yeşeya. 6/1-3, 5)
Asıl önemli olan Kuran da Tevrat; Tanrı sözü olarak tasdik edilir.
Allah (Tanrı); Evren artı yüce kavramlardır… Evren’i tanımlamaya gerek yoktur. Çünkü o görünendir. Maddedir, Güneştir, Aydır, Yıldızlardır. Daha ötekilerdeki gök cisimleridir ve bunlar Evren’i oluşturur. Yüce kavramlara gevlince: Genel doğrular, evrensel değerler, olumlu duygular, güzel nitelikler, insanlıkça kabul edilmiş genel ahlâk ve yüksek düşünce ve duygulardır. Doğruluk, dürüstlük ve Salih amellerdir…
Saydığım bu kavramları biraz daha açarsak şöyle sıralanır:
Yüce kavramlar: Üstün olan, değerli olan, iyi olan, doğru olan, güzel olan duygu, düşünce ve davranışlardır.
Nefret değil sevgidir. Savaş değil barıştır.
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)
Çünkü sevgi; nefret oranla daha yüce kavramdı..
Eğer Tanrı’da olmak istiyorsak, Her zaman yüce kavramlara uyulmalıdır..
Yüce olan kavramlar:
Düşmanlık değil dostluktur.
Yalancılık değil doğruluktur.
Çirkinlik değil güzelliktir.
Kötülük değil iyiliktir.
Cimrilik değil cömertliktir.
Acelecilik değil sabırdır.
Öfke değil sevgidir.
Kendini beğenmek değil
Kendini bilmektir.
Bencillik değil paylaşmaktır.
Tembellik değil çalışmaktır..
Ahlaktır, ahlaksızlık değildir.
Aşırılık değil itidaldir.
Aşağılamak değil yüceltmektir.
Suçlamak değil suçun nedenini bilmektir…
Aşağılayan aşağılıktır.
Suçlayan suçludır.
Çünkü: İslam’da:
“Kendini bilen Rabbini bilir!” denmiştir.
Bütün bu olumlu ve olumsuz kavramları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz.
Bu kavramlardan olumlu olanlara uyarsak Rahmani yolda sayılırız.
Olumsuz kavramlara uyarsak şeytani yolda sayılırız.
Olumsuz bir davranışta bulunursak; Tanrı’ya hesap vermek zorunda kalırız.
Olumlu kavramları yaşamımıza uygularsak bilinmeyen Tanrı’dan bilinen Tanrı’ya ulaşmış oluruz.
Aklımızın, sağduyumuzun, vicdanımızın gösterdiği; doğru olan, güzel olan, iyi olan yoldan gitmekle Tanrı’ya yakınlaşmış oluruz.
Tanrı’ya yakın olursak kimseden korkmayız.
Yargılanırsak alnımızın akı ile çıkarız…
“Tanrı ile insan arasına kimse giremez” denir.
Bunu yalnız din ilminde olgunlaşmış olanlar bilir…
Ne var ki Tanrı (Yukarıda saydığım olumlu kavramlar toplamı) ile aramıza ilahiyatçılar yanında şeyhler, cemaat liderleri, hacılar, hocalar, hahamlar, papazlar girmekte ve bunlar hurafeler anlatarak insanı Tanrı’dan (Bütün Doğruluklardan, güzelliklerden, iyiliklerden…) koparmaktadır.
Kanıt mı istersiniz. Kutsal kitaplara bakınız.
Tevrat, Filistinli Müslümanları,
İncil, Mesih’e inanmayanları (Haçlı Savaşları, Avrupa’daki din savaşları ve katliamlar…),
Kuran, Hak din dediği Müslümanlığı kabul etmeyenleri
Öldürmeye motive ettiğini anlayınız…
Bütün bunlara itiraz ediyorsanız şayet…
İşte Kuran’dan bu konuda bir ayet:
“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 8/39)
Bu gerçekler Sitemizin (www.tabularatalanayalanabalta.com) adresinde, Tevrat’tan, İncil’den, Kuran’dan bölümleri ve başka bölümlerinde de açıklanmaktadır.
Bunun yanında Kutsal kitaplarda günümüz ahlakına, anlayışına ve hukukuna uymayan yüzlerce âyet bulunmaktadır.
Bütün bunların nedeni bilinmeyen bir Tanrı’nın ardına düşülmesindendir.
Tanrı ile aramıza girenlerin kışkırtmaları yüzündendir.
Bilinmeyen bir Tanrı’nın arkasına düştüğümüz sürece bu öldürme (kâtliam) sürüp gidecektir.
Bu nedenle diyorum ki: Bilinmeyen Tanrı’ ardından gidileceğine; bilinen Tanrı’nın ardından gidilmelidir.
Gelelim Yaratan kavramına…
Yaratanın bütün kanıtları görülmektedir doğa’da…
Topraktan geldik toprağa gidiyoruz…
Bunu Kutsal Kitaplarda da görüyoruz:
“19. Çünkü âdemoğullarının başına gelen, hayvanların başına da geliyor ve başlarına gelen şey birdir. İnsan nasıl ölüyorsa, hayvan da öyle ölüyor. Hepsinin bir soluğu var ve adamın hay¬vana üstünlüğü yoktur; çünkü hepsi boş.
20. Hepsi bir yere gidiyorlar; hepsi top¬raktandır ve hepsi yine toprağa dönü-yorlar.
21. Âdemoğullarının ruhu yukarı¬ya çıktığını ve hayvanın ruhu aşağıya yere indiğini kim biliyor?
22. Ve gördüm ki; adamın kendiişlerinde sevinçli ol¬masından daha iyi bir şey yoktur; çün¬kü onun payı budur, çünkü kendisinden sonra olacak şeyi görmek için onu kim geri getirecek? (Tevrat. Vaiz. 3/19-22)
Bu konuya Kuran, aşağıdaki ayetlerde değinir.
Topraktan gelip toprağa gittiğimiz söylenir…
“İnsanın hali topraktan yarattığı âdem gibidir.” (K. 3/59)
“Seni topraktan yaratıp…” (K.18/37)
“Muhakkak bizi topraktan… (K. 22/5)
“Sizi topraktan yaratması…” (K. 30/20)
“Allah sizi topraktan…” (K.35/11)
“Sizi topraktan…” (K. 40/67)
Bu konuda Âşık Veysel’den de bir şiir…
Her doğru söze Hak kelamı denir…
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle mi emretmiş yaratan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel aşık
Topraktan olduk, kardaşık
Aynı yolcuyuz, yoldaşık
Sen yolcusun, ben hancı mıyım?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen kömürsün, ben taş mıyım?..
TASAVVUF. KISA BİR GİRİŞ adlı kitaptan bir alıntı yapıyorum. Dikkatle okumanızı öneriyorum: (İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
“Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkânsızdır.
Senin görülmeni inkâr edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir!” (Hadîd. 57: 4)’in “tanıklığıdır.”
Ey organlar( İnsanlar – HB), gör¬me olmaksızın tanıklık imkânsızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”
Yukarıdaki alıntının her satırı üzerinde düşünmeye değer niteliktedir ve insanı düşündürmeye yöneltmektedir.
Neymiş? İslam’da asıl olan Tanrı’yı bilmekmiş… Tanrı’yı bilmemek küfürmüş…
Ne var ki asırlar boyu bütün insanları düşünmeden inanmaya zorlanmıştır… Bir örnek veriyorum ki sözlerimin dayanaksız olmadığını göresiniz…
Şu ayete dikkatinizi çekerim:
“Ve her kim Allah’ın Rabbe hizmet etmek üzere orada duran kahini, yahut hakimi dinlemeyerek küstahça davranırsa, o adam ölecektir.” (Tevrat, Tesniye. 17/123)
Bu nedenle olsa gerek; rahibin sözlerini eleştirmek, aklına yatmayan konularda sorular sormak din adamına saygısızlık, küstahlık sayılmıştır.
“Nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir” (Hadîd. 57: 4) ayetini nasıl yorumlayacağız. Bu ayet nedeniyledir ki Yunus Emre: “Bir ben vardır benden içeri…” demiştir…
İçimizdeki bu ben; bizi yargılayan iç benimizdir. Özeleştiri duygumuzdur. Kimde bu duygu yoksa o boşa yaşamaktadır …
Burada Hz. Ali’nin “Ben görmediğim Rab’be ibadet edemem…” (Aynı kitap. s. 60) hatırlamakta yarar var.
İncil’deki şu ayet de dikkat çekici:
“Siz bilmediğinize tapıyorsunuz, biz bildiğimize tapıyoruz.” (İncil. Yuhanna. 4: 22)
Demek ki asıl olan Tanrı’yı bilmektir.
Anlamadığın, bilmediğin, kavramadığın bir Allah’ın yolundan nasıl gidilir?
Allah’ı bilmelisin ki; O, seni doğruya yönlendire; kötülüklerden, bencillikten alıkoya…
Seni, sana bekçi olarak koya…
Sonradan pişmanlık duyacağın, vicdan azabı çekeceğin eylemlerden koruya…
Biz, Allah denince ne anlamamız gerektiğini kültürümüzün elverdiğince anlatmaya çalıştık.
Ayetler göstererek kanıtlamaya çalıştık.
Öyle Allah birdir, Tanrı insanı kendi suretinde yarattı demekle işin için içinden çıkılmaz.
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Tevrat. Yaratılış –Tekvin- 1/27)
Bu ayetle, denmek isteniyor ki, Tanrı ile insan arasında benzerlik var.
İnsan yer, içer, büyür ve ölür.
Pek Tanrı da; ye, içer, büyür ölür mü?
Peki bu benzerlik nasıl olur?
Bizlere düşen Allah denince ne anlamamız gerektiğini araştırıp bulmaktır…
Asıl önemlisi zanna dayanan Allah anlayışından kurtulmaktır.
Zan konusunda Kuran şöyle demektedir:
“Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.” (K. 2/78. 6/116,148. 10/36,66. 53/28)
Caro adındaki düşünür böyle demiş:
“Bir irade sahibi ilah vardır; kâinatı yaratmış ve ona itina etmiştir. Cenab-ı Allah tabii âlemlerden ve insandan ayrıdır.” (Caro, İSLAM DİNİ ve TABİİ DİN. İzmirli İsmail Hakkı. Takdim ve Notlarla Sadeleştiren Doç. Dr. Osman Karadeniz. İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını. 10. s. 42)
Caro adındaki düşünür böyle demiş ama bu görüşünü nasıl kanıtlayacak?
Kanıtlayabilir mi bu görüşünü…
Tahmine ve zanna dayanan bu nasıl kanıtlanacak?..
Ne var ki semavi din mensuplarının yüzde 99’u bu görüşü paylaşır.
Ancak bu görüşe İslam Peygamberi karşı gelir…
Şimdi İslam peygamberinin görüşünü İzmirli İsmail Hakkı’nın çevirisinden okuyalım.
“Yeryüzünde olanların çoğuna itaat edersen onlar seni Allah yolundan saptırırlar.
Bunlar ancak zandan başka bir şeye uymazlar.
Onlar kuru kuru tahminde bulunurlar. ” (İzmirli İsmail Hakkı. K. 6/116. Ayrıca bu konuyu işleyen şu ayetlere de bakabilirsiniz: “K. 2/78. 6/148. 10/36,64. 53/28)
Allah konusunda tahminde bulunanlar, tahminlerinde daha da ileri giderler:
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Tevrat. Tekvin. 1:27) derler…
Böyle bir görüşün de kanıtlanması olanaksızdır.
Bunu söyleyen Allah’ı görmüş mü ki, görmüş gibi anlatmıştır.
Allah insanı kendi suretinde yaratmışsa; demek ki Allah ile insan arasında bir benzerlik var.
İnsan yemezse, içmezse ölür…
İnsana benziyorsa bu Allah, ne yer ne içer?
“Allah tabii âlemlerden ve insandan ayrıdır.” İse;
O Allah yaşlıyı döndürebilir mi gençe…
Şimdi gelelim Allah’ın varlığının kanıtlanmasına: Bu konuda bulabildiğim 10’a yakın ayetten biri:
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
Bu ayette iki kavram göze çarpıyor:
Bir: Nice göstergeler
İki: Kendi içinizde…
Göstergeleri başımızı kaldırıp çevremize baktığımızda gördüğümüzdür
Baharın gelip gidişi, ayın, güneşin, yıldızların hayret verici süzülüşüdür.
Bizde Allah’ın varlığı kanaatini oluşturan da Doğa’daki hayret verici oluşumlardır.
Bu nedenledir ki Doğa’daki hayretler uyandıran estetiksel güzellikleri yansıtan oluşumlara Allah denir.
İşte bütün bu gördüklerimiz Yaratan’dır…Doğa’dan, Evren’den, maddeden başka ne vardır?..
Gelelim “kendi içinizde de” kavramının açıklanmasına…
“Bir ben vardır bende, benden içeri!” demiştir Yunus Emre bu konuda
İçimizdeki ben; bizim aklımız, ahlakımız, öngörümüz, sağduyumuz, vicdanî duygumuzdur.
Bu duygu; bizi, genel ve evrensel değerlere. Olumluluğa, doğruluğa, güzelliğe, sevgiye şefkate yönlendirip durur.
Kavramları yaşamımıza uygularsak Tanrı’ya yakınlık olur.
Öyle Caro’nun ileri sürdüğü gibi bizim dışımızda bir varlık yoktur bize benzer
Hele ileri sürdüğü gibi tabii âlemlerden ve insandan ayrı bir Allah yalnız başına ne eder?..
Bu yüzden diyorum ki “Yaratan, (evren, doğa, madde) insan olmasa da vardır;
Ancak insanın olmadığı yerde Tanrı yoktur; Tanrı insanın olduğu yerde vardır!..”
Elbette bu gizli bilgileri mana âlemindekiler bilir.
Sıradan insan mana alemini ne bilir?..
Bizim ileri sürdüğümüz görüşleri, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled şöyle dile getirmektedir.
“Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkânsızdır.
Senin görülmeni inkâr edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu, “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir (K. Hadîd. 57: 4)’ün “tanıklığıdır.”
Ey organlar (insanlar HB), gör¬me olmaksızın tanıklık imkansızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”
(Tasavvuf. Kısa Bir Giriş.İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
Sultan Veled ne demektedir?
Demek ki neymiş?
“Öyle ki küfür Seni (Allah’ı) gör¬memek, İslam Seni (Allah’ı) görmekmiş…”
GÖRÜNEN ve GÖRÜNMEYEN TANRI
“ALLAH, GÖRÜNEN ve GÖRÜNMEYENDİR…” (K. 57/3)
“O ilk ve sondur. Zahir ve Bâtın’dır. O her şeyi hakkıyla bilendir.” (K. 57/3)
Zahir: Görünendir.
Batın: Görünmeyendir.
+
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah AZİZ KUR’AN adlı çevirisinde bu ayeti şöyle çevirmiştir:
“57/3: O ilk ve sondur, açık ve gizlidir. O, her şeyi bilendir.”
Dipnotunda da şu açıklamayı yapmıştır: “Bu ayet İslam teolojisinin (İlâhiyat, tanrı bilimi) temelidir.”
Elmalılı Hamdi Yazır ise bu ayeti şöyle çevirmiştir:
“K. 57/3: O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. O, her şeyi bilendir.”
Mevlana ise bu ayeti aşağıdaki gibi yorumlamıştır:
“Aşk gibi hem apaçık ortadasın; hem gizlisin; senin gibi ortada olan, görünüp duran bir gizli görmedim gitti.” (Mesnevi Şerhi. Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılâp ve Aka Yayınevi ıı. Basım. s. 19)
+
Mevlana bu sözleri Allah’a hitabeden söylüyor.
Allah’a hitaben diyor ki: Hem apaçıksın, hem gizlisin. Hem görünür niteliğin var; hem, görünmez niteliğin var.
Mevlana ne demek ister?
Allah’ın görünen niteliği nedir? Görünmeyen niteliği nedir?
Bu görünüp duran nedir?..
Bu görünmeyen nedir?..
Sözü daha çok sündürmeyelim. Doğrudan konuya girelim.
Bilindiği gibi hiçbir yasa Doğa Yasalarından daha geçerli ve güçlü değildir. Hükmeden, hükmünü sürdüren Doğa Yasalarıdır.
İnsan, Doğa’nın bu muazzam görünüşüne ve akıl sır ermez oluşumuna bakarak ne yapması gerektiğini düşünmektedir…
Zannında yaratığı bir sanal varlığın peşine takılmak mı; yoksa Allah’ın görünen ve görünmeyen niteliğini bilmek mi?
Allah’ın görünen niteliği:
Mevlana’ya göre Allah’ın görünen niteliği içinde yaşadığımız Doğa’dır, Evren’dir…
Peki, görünmeyen niteliği nedir?
Allah’ın görünmeyen niteliği yüce kavramlardır: Bunhar da, genel değerler, ortak doğrular, makbul beklentiler ve erdemlerdir. Yaşamda karşılaştığımız ve bizi bağlayan olumlu kurallardır. Uymamız gereken kurallardır. Bu kuralların başında da; doğruluk, dürüstlük, iyilik gelir ki bütün dinler de bunu emreder ve İslam’da bu “Salih amel!” diye geçer…
Bütün bunlar Allah kapsamı içine girer. İslam’da Hak kavramı da Allah olarak belirtilir… Hiçbir kutsal kitap Hakk’kı Allah olarak belirlemekte Kuran kadar açıklayıcı olmamıştır. Okuyalım:
“… Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir.” (K. 22/6, 62. 24/25. 31/30)
Aşağıya aldığım şu söz, hadis ve ayetler de buna örnek kanıtlardır:
Şeyh Ebu Said adlı ermişimiz de bu konuya şu sözleri ile açıklık getirir::
“O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)
İslam Peygamberi de bu konuda şöyle demiştir: “Rabbımı Rabbımla anladım.” (Sırr’ül Esrar. Abdülkadir Geylani, Rahmet Yayınları. s. 50)
Bütün bu sıraladıklarım Allah’ın görünmeyen niteliğidir. Görünmez ama hissedilir, yaşamda karşılaşılır ve bizi bağlar…
İnsanın yapması gereken dinlerin de emrettiği gibi yüce kavramları, olumlu kuralları yaşamına uygulamaktır. Bunlar; doğruluk, dürüstlük, iyiliktir. İslamî deyimle Salih ameldir. Bu anlayış İbrahim, İshak, Yakup Peygamberlerle başlamıştır. (Bkz. İncil, Matta. 22/32 ve devamı ayetler…)
Allah’ın görünmeyen niteliğine ilişkin İncil’de şöyle bir ayet vardır.
“Rabbi bulunabilirken arayın; yakınken ona seslenin…” (İşaya. 55/6-7)
Bu konuya Kuran da şu ayetle değinmiştir:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.” (K. 5/35)
“O’na yaklaşmaya vesile arayın…” dan amaçlanan doğru-dürüst davranma, iyilik yapma, yardım etme olasılığı doğmuşken bundan kaçınmayın. Böylesine örnekleri çoğaltabiliriz…
“Cihat’tan amaçlanan ise elbette kâfirdir, münkirdir diye cana kıymak değildir; bundan amaç: Doğruluk, dürüstlük, erdem üzerine yaşamakta çaba göstermektir…
Yaşamda bu olumlu kuralları uygulamak insanın kendi yararınadır; çünkü insan; doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi olumlu kurallara ters düşen işler yaptığı zaman başı ağrır. Kendisinden devlet ve toplum hesap sorar…
İşte bu hesap sorma (ahret) konusu ile karşılaşmamak için insanın olumlu kuralları yaşamına uygulaması kendi yararınadır…
Mevlana, insanın bilmesi gereken bu gerçek yerine “Heva ve hevesini Tanrı edinenleri”,(K. 45/23) “Zannına uyarak Allah yaratanları…” (K. 6/116, 10/36,66, 53/28) kamışlıktan kesildiği için feryat eden Nay (Ney’e) benzetir.
Mevlana Mesnevisi’nde bu gerçeği anlatmaya çalışır; basireti bağlanmamış olanlar bu gerçeği anlayarak gerçeğe ve huzura erişir.
Ne mutlu gerçeğe ve huzura erişenlere…
Av. Eren Bilge, 1.7.2014
DÜNYA ve ÂHİRET İKİ AYRI VARLIK DEĞİLDİR.
“Şeyh Bedreddin’e göre Tanrı’nın zatıyla (özüyle yaratılanlar (mahlukat) birdir, arada varlık ve oluş bakımından bir ayrılık yoktur.
Evren (âlem) yaratılmamıştır (kadimdir), yok da olmayacaktır.
İlâhî irade (Tanrı iradesi) yanlış yorumlanan bir kavramdır; çünkü gerçek Tanrı iradesi bir varlığın özünde olanı, gerçekleşebilecek güç ve nitelik taşıyanı, Tanrı’nın istemesinden başka bir şey değildir.
Tanrı iradesi varlığın özünde “oluş gücüyle” sınırlıdır. Bir varlığın özünde bulunmayanı Tanrı da isteyemez, istese de yaratamaz.
Varlık (vücud) âlemi birdir.
Dünya ve âhiret iki ayrı varlık değildir.
Ölümden sonra dirilme (haşr) olmadığı gibi, dünyanın dışında başka bir âlem de yoktur.
Cennet, cehennem birer kavram olmaktan öteye geçemez. Her ikisi de, insanın dünyadaki mutluluğu ve mutsuzluğuyla ilgili birer kavramdır.
Dünyada mutlu olan cennette, mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir.
Kuran’da geçen bütün kavramlar, buyruklar birer örnektir. Gerçek amaç insanlara doğruyu, ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır.
Bütün dünya malları, insanların ortaklaşa yararlanması içindir.
Yeryüzünde gerçekten bölünmüş toprak parçaları yoktur.
İnsan yaşar ölür. Doğumla başlayan hayat ölümle biter.
Ruh, bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir.
Bedenle ruh da göçer gider.
Beden dışında ruhun özel bir hayatı yoktur.
Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur.
Gerçek olan insandır.
NOT: Şeyh Bedrettin; Osmanlı’nın hem Adalet Bakanı hem de Diyanet İşleri Başkanıdır.
X
ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKMETMEYENLER 1
Bizim tanınmış ilâhiyatçılar; başta Süleyman ateş, Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri İslam’da Recm yok diyorlar. Hadislerde yazılı olanları kabul etmiyorlar. Kuran’da Recm diye bir kelime yok diyorlar. Evet Kuran’da Recm adlı bir kelime yok ama Recm’e gönderme var.
Örneğin Kurandaki Maide süresinin 44 ve 45. tümceleri ile Tevrat’a gönderme yapılarak zina yapanları taşlayarak öldürün (Recm) deniyor. Öyle ki bu şekilde davranmayanlar “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir, zalimlerdir…” denerek suçlanıyor… (K. 5/45,45)
Anlaşılan Müslümanlar zina edenleri taşlayarak öldürme cezasını bu tümcelere dayanarak veriyorlar. İslam İnançları Ansiklopedisi’nin (Meydan gazetesinin okurlarına armağanı) Recm bölümünde şöyle deniyor: “Sözlükte taşlamak anlamına gelen recm, İslamiyet’te zina suçu işleyen erkek ve kadınlara İslam Şeriatınca verilen taşlanarak öldürme…
Bu sözcük bütün taşlamalar için kullanılır. Şeytan taşlamaya da şeytanül recm denir. Zina suçunu işleyenlerin taşlanarak öldürülmesini Allah emretmemiştir. Kuran’da yoktur. Kuran’da buyrulan ceza sadece zina edenlerin her ikisine de yüzer değnek vurmaktan ibarettir.”
Anlaşılan Ansiklopedi yazanlar Kuran’daki Maide 5/44 ve 45. sürelerini dikkatle incelememişlerdir. “Eğer islamiyette zina yapanlara taşlanarak öldürme cezası veriliyorsa” bunun bir dayanağı ve kaynağı olmalı değil midir?
Bunun için de tümcelerin söyleniş nedenleri yazan kitaplara bakmak zorunluluğu vardır. Bu kaynaklarda tümcelerin iniş nedeni şöyle gösteriliyor: “ Ömer’in bir hutbesinde şöyle dediği rivayet olunmuştur. Ömer’den rivayet edilen hadis şudur: “Bir hakikattir ki, Allah Muhammed Salla’llahu Aleyhi ve Sellem’i Hak Peygamber gönderdi ve ona kitap indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde Recm ayeti de vardı.” (Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Sahih-Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, C. 12, s. 409. Hadis No. 2176)
Bu Hadisin hemen altında şöyle bir açıklama var: “Recm ayeti şudur: Evli bir erkek ve kadın zina ederlerse (zina da; beyine ile veya gebelik veya ikrar ile) sabit olursa (aile namusunu kirleten) bunları ‘taşlayınız’ Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır).
Diyanetin yayınladığı bu Hadis kitabında Recm ayetinin varlığı açıklanıyor ve hemen altında da dipnot olarak: “Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır). deniyor.
Yine bu Hadis’in devamında yapılan açıklamada (izahatta) Ömer şöyle diyor: “O’na indirdiği Kitabın içinde Recm ayeti de vardır. Bu ayeti okuduğumuz ve hükmünü tatbik ettiğimiz halde bir takım müfsidler çıkıp; bu ayet Kuran’da yoktur!” diyeceklerdir…
Bilindiği gibi Ömer, Ebubekir’den sonraki halifedir. Bu halife Recm ayeti Kuran’da vardır diyerek hükmünü uyguladığı halde kimi fesatçıların gelecekte “Kuran’da böyle bir ayet yoktur!” diyerek ortalığı karıştıracaklarından korkuyor… Dediği gibi de oluyor. Demek ki bu karışıklıklar üzerine bir tek Kuran tertipleniyor. Sonra da bir harfi bile değiştirilmemiştir deniyor ve tersini söyleyenlerin de kafası uçuruluyor…
Biz yine Kuran’a dönelim. Nur suresinin 2. ayetini okuyalım. Bu ayette: “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.” deniyor. Ama meraklı bir insan olarak üç peygamberin kitaplarına baktığımızda değişik hükümler görüyoruz.
Dört kitabın dördü de Allah’tan geldiğine göre(!) bu insanlar hangisine inansınlar? “Taşlayarak öldürün diyenlere mi?” (Tevrat. Levililer. 20/10; Tesniye.22/22); yoksa, “Yüz değnek vurarak dövünüz..” (K. 24/2) diyene mi inansınlar. Yoksa, yine Kuran’da yazıldığına göre zina suçunu işleyenleri “Eziyet etmeden evlerinde mi tutsunlar..” (K. 4/15) ya da “eve kapatıp tevbe edinceye kadar eziyet mi etsinler…” Ya da Hıristiyanların yaptığı gibi “Zina edenleri kendi eylemleri ile baş başa mı bıraksınlar?” (İn. Yuh. 8/7).
Kuran’da En’am suresinin 34. ayetinde: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diye yazmaktadır. Bizimkiler ise, Tevrat, Zebur İncil için tahrif edilmiştir diyor? Peki, Allah’ın, “sözlerimi değiştirebilecek kimse yoktur” sözlerini nasıl görmezden geleceğiz? Dördü de Hak denilen bu kutsal kitaplar niçin birbirleri ile çelişiyor? Neden Kuran’da bile zina edenler için üç-dört türlü ceza şekli var?
Efendim, son ayetle (K. 24/2) ilk iki ayet nesholunmuştur. Nasıl olur? Geçmişi ve geleceği bilen Tanrı, sonradan kaldıracağı sözleri söyler mi? Sonra, Tevrat’taki hüküm için; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirdir, zalimdir!” dememiş mi idi?
Eğer Tevrat ve İncil İslam peygamberinden önce değiştirilmiş olsa idi Allah’tan geldiği ve uyulması gerektiği söylenmezdi. Hem Tevrat-İncil elde bir tane değil ki… Din adamları tarafından çoğaltılıp çoğaltılıp; değil ülkelere, illere ve illerdeki topluluklara (Havra-Kilise) bile dağıtılıyor. Bunların hangi birini bir araya getirip de değiştireceksiniz. Eğer İslam Peygamberinden sonra değiştirildi ise Allah bilmiyor mu idi sonradan bu sözlerini değiştireceğini. Haydi çık çıkabilirsen işin içinden… Bu nedenledir ki; bizimkiler, dinde akıl ile mesafe alınmaz. Dinde esas olan inanmaktır. Ancak inananlar huzura ererler; yani, kelleyi kurtarır, derler.
Eğer Allah’ın indirdiği ile hükmetmek gerekiyorsa neden Tevrat’ın yukarda açıkladığımız hükmünde ısrar edilmemiştir ve “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” kâfir ve zalim olacağına göre kimlerdir bu “Allah’ın hükmettiği ile hükmetmeyenler?”
Yukarıda Kuran’daki Maide (5) 44 ve 45. tümcelerinden söz etmiştik; ancak, tümceleri yazımıza aktarmamıştık. Bu yazımızda her iki tümceyi de aktararak üzerinde düşüneceğiz… Önce K. 5/44. tümceyi alıp inceleyelim:
“Doğrusu Biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Yahûdi olanlara onunla ve Rabb’e kul olanlar, bilginler da Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrât’a şâhittiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.”
Bu tümcede üzerinde durmamız gereken hükümler vardır. Önce birincisi üzerinde duralım. Ancak burada bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Bu tümce Allah’ın ağzından söyleniyor. Bu tümcede Allah; önce, “Biz” diyor, sonra da “Ben” diyor…
Bize öğretilen, kitaplarda yazılan, Allah’ın tek olduğudur. Tek olan Allah, niçin “Biz” diye çoğul kullanıyor? Çoğul kullandıktan sonra da niçin “Ben” diye tekil kullanıyor? Bu zamir farklılıkları düşünerek okuyan bir kişinin dikkatini çekmez mi, çekmemeli mi? Bilmem bu konuda açıklama getiren oluyor mu?
Şimdi gelelim.birinci hükme ki şudur: “Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.” Demek ki Allah da biliyor Tevrat’ın kimi bölümleri kaybolmuş.. Öyleyse: “Siz elde kalanları ile hükmedin!” diyor…
Buradan anlıyoruz ki; Allah, kendi kitabının değil değiştirildiğini, bazı bölümlerinin kaybolduğunu biliyor ve söylüyor… Bu durumda nasıl olur da: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diyebiliyor.
Değil değiştirmek, ortadan kaldırıldığını bile söylüyor… Allah kendi kitabının kaybolmasına, kimi tümcelerinin ortadan kaldırılmasına kayıtsız kalabilir? Bir köy muhtarı bile köy meydanına astığı duyuruları uygulamayanlar hakkında işlem yapmaktan kendini alamaz…
Elbette bu görülere karşı bizimkiler de yanıt hazır: “Allah çok sabırlıdır, hesabını ahrette görür!” Eh, ne diyelim, artık böyle denince söylenecek söz bitmiyor ki: “Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur!” (K. 3/29), “O hesap görenlerin en süratlisidir.” (K. 6/62), “…O hesabı çabuk görür!” ‘6/62), “… Doğrusu Allah hesâbı çabuk görendir. (K. 40/17).
Bizimkilerin buna da yanıtı hazırdır: “Allah dokunulmazdır. Kendisine sorulmaz… Oysa benim amacım, bu tür sorularla insanın düşünmesini sağlamaktır. Unutmayalım ki bir toplum, tabuları eleştirmediği sürece kendisi için kurtuluş yoktur…
Şimdi de gelelim hemen devamı olan K. 5/45’ e: “Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarına kefâret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.”
Yine: “Ey akıl sahipleri sâhipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Artık Artık Allah’a karşı kalmaktan sakınırsınız.” (K. 2/179) denerek kısas emri vurgulanmaktadır… Kuran’a da geçen “kısasa kısas” cezasının dayanağı: Tevrat’ta ki şu tümce olup hemen hemen olduğu gibi aktarılmıştır.
Bakalım:“Göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yarık, yara yerine yara, bere yerine bere bere vereceksin.”(Tevrat, Çıkış, 21/24, aynı konu; Çıkış, 21/25, Levililer, 24/20Tesniye, 19/21’de de işlenmektedir.)
Burada akla bir soru gelmektedir. Tevrat’taki “Kısasa kısas” emrini olduğu gibi Kuran’da gördüğümüze göre “Benim indirdiğim ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (K. 5/44) dediği Tevrat’taki emri Recm cezasını Kuran’da niçin görememekteyiz?
Taliban ve diğer şeriatçılar böyle dediği halde bizdeki “Elhamdülillah bizde Müslüman’ız!” diyerek şeriata sahip çıkan kimi Atatürkçüler, kimi liberaller, kimi aydınlar “Dinde böyle şey olmaz!” diyerek kendi kafalarındaki din anlayışına sarılmışlardır.
Oysa özlenen din değil de, uygulanan dinde bu vardır. Öyle ki Taliban’ı ayıplayan Amerikalı ve Avrupalı Yahudilerle Hıristiyanların kitaplarında da var. Ama onlar put yasağı olduğu halde tapınaklarını resimlerle donatıyorlar, sokaklarını, caddelerini, meydanlarını heykellerle donatıyorlar.
Bizimkiler ise, Kutsal kitapların yasakladığını yakıp-yıkarak ortadan kaldırıyor ve Allah’a hizmet ettiklerini sanıyorlar. Kimileri de: “Bütün kutsal kitaplar, Peygamber sözleridir!” demekle kutsal kitapları önemsemediklerini göstererek yıkımı ayıplıyorlar.
Burada şöyle bir soruyu akla geliyor: Şimdi kutsal kitaplar Peygamberlerin değil de gerçekten Tanrının sözleri olsaydı bu yıkımı hoş mu görecektik?..
Hayır, Allah da olsa; akla, ahlaka, bilime, güzel sanatlara, kültürel varlıklara aykırı buyruklar veremez. Bir an için somut bir Allah var da böyle bir emir verdi diyelim; yine de yerine getirilemez.
Öyle ki Allah karşıma çıksa: “Bu benim buyruğumdur, yerine getirmelisin!” dese kendisine: “Akla, ahlâka, bilime, güzel sanatlara aykırı ve de kültürel varlıklara düşman eden bu buyruklarınızı kabul edip uygulama gibi bir haksızlığa, bilgisizliğe, anlayışsızlığa, hoşgörüsüzlüğe neden olamam! Ve bu sorumluluğun altına giremem!” demekten zerrece çekinmem…
Yine kendisine: “Hem bana yaratma yeteneği veriyorsun. Hem de bu yeteneğimi yerine getirerek: Heykel, resim yapmama, çalıp, söyleyip oynamama izin vermiyorsun. Bu nasıl çelişki.
Bu nasıl olur? Bu yaptığın senin Allahlığına yakışır mı? Bu yaptığın şuna benzer: Hem güzel yaratıyorsun; hem de bana, güzele bakmakla göz zinası yapacağımı söylüyorsun. Olur mu bu!” demekten de çekinmem…
Ömer Hayyam bu çelişkiyi binlerce yıl önce şöyle dile getirmekten çekinmemiştir.
“Yapma diyorsun; yapmamak elimde mi?
Sen al demişsin, nasıl çekerim elimi?
Hem yap, hem yapma demek senin ki bana
İnsaf: Kadeh devrilir de dolu kalır mı?”
Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” diyen Atatürkçüler ve solcularla birlikte şeriatı şirin göstermeye çalışan yeni yetme profesörler de “Dinde böyle bir şey yok!” demekten çekinmiyorlar. Allahlarının böyle bir buyruk vereceğini bir türlü kabullenemiyorlar… Var mı, yok mu? Gösterdiğim kaynaklara bakıp da öyle çıksınlar halkın karşısına…
Bir de put ve heykelle ilgi tümcelerin (ayetlerin) hangi kutsal kitaplarda dile getirildiğini öğrenmek isteyen arayış içindekiler var. Hem: “Elhamdülillahçı Müslümancılara”, hem “Dinde böyle bir şey yok!” diyenlerle arayış içindeki gençlere din kitaplarında yerlerini göstermek için aşağıdaki bilgileri veriyorum.
Put ve Heykel düşmanlığı Yahudilikten: Hıristiyanlığa da geçmiş Müslümanlığı da. Kutsal kitaplarında yazılmasına karşın; heykele, resme, müziğe yer verenler yalnızca Hıristiyanlar olmuştur. Çünkü yalnızca bunlar güzel sanatların insan ruhunu ve yaratıcılık yeteneğini geliştirdiğinin ayrımına varmışlardır.
Müslümanlıkta ise güzel sanatlar mimarlıkta, hat ve minyatür sanatında kendini göstermiştir. Yahudiler de bu bile yoktur… Varsa bile çok azdır…
Eğer güzel sanatların yasaklanmasına tümce (ayet) ve hadislere ilişkin kaynaklara ulaşmak isteyen varsa ve gerçekleri öğrenmek isteyenler İlhan Arsel’in “Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları DİN ADAMLARI İstanbul 1995 baskısının 111-132 sayfalarında” geniş bilgiler bulabilirler. Bu sayfalardaki: Heykelle, müzikle, resimle ile ilgili ilginç yasakları görebilirler.
Aşağıda, yalnızca kutsal kitaplarda, put ve heykel konusunda, yazılanlara birer örnek vererek yerlerini göstereceğim:
TEVRAT’TAN:
“Fakat onlara şöyle yapacaksınız; mezbahalarını yıkacaksınız, ve dikili taşlarını parçalayacaksınız, ve onların sunularını balta ile keseceksiniz, ve onların oyma putlarını ateşte yakacaksınız.”(Levililer, 7/5 ve diğerleri: Levililer, 19/4; Tesniye: 29/17, 34/51. Tevrat ve İncil’le ilgili geniş kaynaklara ulaşmak isteyenler, “The New Combined Bible Dictionary and Condance” adlı kitaba bakabilirler. Bu kitap Beyoğlu’ndaki Hıristiyanlıkla ilgi kitaplar satan kitapçıda bulunmaktadır )
İNCİL’DEN:
“İmdi putlara kurban edilen şeylerin yenmesine gelince, biliriz ki put dünyada bir şey değildir… Lâkin bazıları şimdiye kadar puta alışkanlıkla; puta kurban edilmiş bir şey diye yiyorlar, ve onların vicdanı zayıf olduğu için lekeleniyor… Fakat yiyecek bizi Allah’a makbul kılmaz; yemezsek, eksikliğimiz olmaz; yersek de, fazlalığımız olmaz.” (Korintoslulara 1.Mektup: 8/4 ve diğerleri: Resullerin Diğerleri: 10/14, 15/29, 17/29; Yuhanna’nın 1.Mektubu: 5/21. Bu konuda yazılmış diğerlerini öğrenmek isteyenler YENİ YAŞAM YAYINLARI’ ndan ABC DİZİNİ ALI KİTABA BAKABİLİRLER. Kitap, “Pavlonya Sokak. Kanberoğlu İş hanı, No. 2/24, Kadıköy?İst. adresinden alınabilir. )
KURAN’DAN: “Allah’tan başka; sana ne fayda ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o taktirde sen muhakkak zalimlerden olursun.” (10/106. Kurdan-da bun anlamda daha yüzlerce tümce (ayet) vardır. Bu tümcelerin (ayetlerin) yerlerini kolayca bulmak isteyenler Recep Aykan’ın Kelime ve Konulara Göre Alfabetik KUR’AN FİHRİSTİ’ne bakabilirler.)
Görüldüğü gibi: Putları: “Kesin, parçalayın, yakın, yıkın” buyruğu yalnızca Tevrat’ta var. İslam Peygamberi Mekke’yi ele geçirdiğinde, Tevrat’taki bu buyruğa dayanarak, Kabe’deki putları eliyle kırmıştır…
İşte İslam dünyasında: Put ve heykel düşmanlığının dayanağı ve kaynağı budur… Talibanlar da Peygamberlerinin yolundan giderek Buda heykellerini topa tutup; yakıp yıkıp yerle bir etti. Bu yaptığı ile de övündü ve “Allah’ın emri, Peygamberin eylemi ve kavli (sözü)” diyerek işin içinden çıktı.
Ama Afganistan’da milyonlarca kişi açlık sınırının altında yaşıyormuş ne gam… Bu Allah’ın takdiridir. Allah onların dirençlerini sınıyor (imtihan ediyor). Bu dünyada çektikleri açlığın karşılığını (mükâfatını) öbür dünyada göreceklerdir… Ama kutsal kitapları, insanı mest ederek kendinden geçiren içecekleri, uyuşturucuları yasaklamış…
Peygamberleri de yasaklamış. Örneğin şöyle demiş: “Resullah, müskir ve müftir her şeyi yasaklamıştır.” (Hadis). Bu yasaklamayı görmezden gelirler… Batı dünyasına uyuşturucu sevkıyatında başı çekerler…
Bütün bu çelişkilerden kurtulmanın yolu: Aklı, etik ahlakı, bilimsel verileri kendimize yol gösterici olarak almaktır.
Atatürk bu yolu şöyle göstermiştir: “Yaşamda gerçek yol gösterici (mürşit) müspet bilimdir.”
Av. Hayri BALTA
X