ÖMER BEY

Sayın Ömer Rey,

İyi çalışmış,
İyi araştırmış,
Çok emek sarf etmiş…

Doğrudur,
Dünya, hikmet yurdudur;
Ve bu dünyada oluşan her şey,
Kendinden evvelki sebepler etkisiyle yönünü bulur.

Kutlarım kendisini.
Sitemde değerlendireceğim bu ÖZLÜ SÖZLERİ”ni…

Sevgilerimle,
Eren Bilge, 23.1.2010
X
Sayın Ömer Rey,
Önce sevgi sundum.
Tasavvuf konusunu işleyen yazını aldım.
Benim daha önce yazdığım
92 sayfalık yazımın Tasavvuf Konusu başlıklı yazımın başına koydum.

Allah’ı (GERÇEĞİ) arayan bir kişiliğin var.
Gerçeği arayanlar O’na varırlar…

Ancak şunu unutmamakta yarar var.
Geleneksel anlayışla O’nu arayanlar,
Hiçbir zaman O’nu bulamazlar.

O’nu bulmak için O’nun ne olduğunu bilmek gerektir.
0, doğru dürüst yaşamaktır.
Genel doğrulara uymaktır.
Ortak değerlere saygı duymaktır.
Olumlu kavramları yaşamaktır.
Yüksek değerlere inanmak,
Olumlu ilkeler ve kuralları üstün tutmaktır
Hepsinden önemlisi erdemli yaşamaktır.

Bu nedenle Ebu Sait adlı Pirimiz şöyle bir söz etmiştir:
“O’nu kullukta arayan bulamaz.
O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” demiştir:
( TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)

Allah: Aynı zamanda, akıl, sağduyu ve vicdandır.
Aklı olan doğa ve toplum yasalarına uymalıdır.

Yine bu nedenle Hacı Bektaş İle Yunus Emre
Hararet nardadır saçta değildir.
Keramet baştadır taçta değildir
Her ne ararsan kendi ara
Kudüs’te, Mekke’de, Haç’ta değildir.
(Bu kıta, Hem Hacı Bektaş-ı Veliye; hem de Yunus Emre’ye mal edilir.)
X
Bu tılsımı bağlayan
Türlü dilde söyleyen
Yere göğe sığmayan
Sığmış bu can içine

Çok aradım özledim
Yeri göğü gözledim
Çok aradım bulamadım
Buldum insan içinde…

Bunlar da diğer Ermişlerin sözleridir.
Akil olan, dini tahkikide, olan bu sözler üzerinde düşünmelidir.

Son olarak bir de bilimsel söz sana.
Bilmem nasıl gelecek bunlar sana…

“Hiçbir madde yoktan var olamaz.
Var olan da yok olamaz…”
(Maddenin Sakınımı Yasası, Lavezion)

İşte böyle dostum;
Sana gerçekleri sundum…

Sana, www.bilgebalta.com adresli siteme girmeni öneririm,
Çalışmalarında başarılar diler, sevgiler derim…

Eren Bilge, 25.1.2010
X
Sayın Balta,

Sizinle Paylaştığım Yazıların Çoğunluğu Araştırmacı Yazar Ahmed Hulusi Beyin Sitesinden Alıntıydı….Ahmed Hulusinin tüm Eserlerini Okudum ve Aydınlanmama Vesile olan ilk kişidir kendisi…ve O’nun yazılarını direkt olarak Paylaşmayı uygun gördüm, ismini yazmadım çünkü önyargı ile okunmaması gerekli….kendim yazmaya vakit bulamıyorum ve Ahmed Hulusinin yazılarına Olduğu gibi katılıyorum..
Takip ettiğim başka araştırmacı ve yazarlar da mevcut tabi…
Kitap Tavsiyesi
Kitabın Adı : LEVH-i Mahfuz
yazarı : Burak Özdemir…
Bu kitap Çok şey değiştirecek Dünyada…Kuran’a Nasıl Bakılması Gerektiğini öğretecek…
Bu değişimde geri kalanlar ise Gelenekçiler Yani ; Baba Ata dinine Tabi olanlar geride kalacak maalesef. baba ata dini deyince Sadece Müslüman gelenekçileri kastetmiyorum,
Tüm dinlerin Gelenekçileri…ve Gelenekçilik hepimizde var olan bir hastalık…
Arapça Kuran dan Allah’ça olan Kuranı Anlamak için, Şartlanmalar ve değer yargılarını Terketmek gerek…
Bu Kitap Atatürk’ü Tüm insanlığa sevdirecek!…
İslam=Barış…
Yurtta Barış Dünyada Barış…
Bu kitap insana insanın ne olduğunu öğretecek… Bu kitap insanın Değerinin Anlaşılması için Tüm Kutsallıkların, kutsala kutsal yakıştırması yapanlar tarafından zevkle yıkılması gerektiğini öğretecek…
Bu kitap Güdülmemeyi öğretecek…
Bu kitap Sonsuz Mutluluk Boyutuna Nasıl Geçiliri Öğretecek…..
Not= Bunlar benim kişisel çıkarımlarım. Zaten kitabı okuyan elinden Bırakamıyor… Gelenekçiler ise eline alamıyor…
Bu arada ,Gelenekçi yada değil herkesi her şeyi Tüm kalbimle seviyorum. Her şeyi seviyor olmam haksızlık yapanın karşısında hakkıyla durmamı engellemiyor, tıpkı bir babanı haylazlık yapan çocuğunu azarlaması gibi… Baba oğlunu öldüresiye dövse sövse sevgisindendir…
İslam = barış, kendinle barış, doğa ile barış, komşunla barış, hayatla barış…
savaşa karşı olanlardan değilim, barıştan yana olanlardanım… Barışı her dilde anlatırım… Kılıcım kınından savaştan yana olanların kılıcını yere düşürmek için çıkar…
Atatürk’ü yada Muhammedi Kutsallaştıranlardan değilim. Onların Dostuyum, kardeşiyim, yoldaşıyım, sırdaşıyım iş arkadaşıyım, ev arkadaşıyım; eğer bir davaları varsa Dava arkadaşıyım…
Bu arada istisnasız herkes MASUM… Bir Suçlu Varsa O da BENIM…..
Çalışmalarınızda başarı dilerim sonsuz!
Ömer Rey, 25.1.2010
X
Sayın Ömer Rey,
İletini aldım,
İyi niyetli, temizli yürekli olduğunu gördüm,
Memnun oldum.

Bundan böyle yazdıklarımdan göndereceğim sana,
Anlamadığın konularda, çekinmeden, sor bana…
www.bilgebalta.com adresli sitemize de gir bu ara…
Yepyeni görüşlerle karşılaşacaksın orada…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana
Av. Hayri Balta (Eren Bilge), 25.1.2010
X
MESAJLAR

Attığın mermiye dikkat etmezsen, o sekip, düşman bildiğin yerine, bir yakınını yaralayabilirsin!. Daha da beteri, kendi beynine zarar verebilirsin; ki bunun telâfisi de mümkün olmaz!.
Dünyalığını ve çıkarlarını “DİN”e tercih edenin başı “MEKR”den kurtulmaz!
Dilin yaraladığı “dîl”in sahibi vardır!. Pahâsını ağır ödetir!.

Allah, yakîne erdireceklerine yanlışlarını ve perdelerini fark ve idrak ettirir; tövbeyi nasip eder.
Takdirinde gaflet olan ise, ilmine yüz çevirip; duygularıyla yaşamını cehennem etmeye devam eder…
Sonra da a’mâ olarak âhırete intikâl eder!.

Dün yaptıklarınızdan pişmanlık duyuyorsanız; bugün aynı hataları tekrar etmeyiniz.
Yarın pişmanlık duyup üzüleceğiniz ya da yanacağınız şeyleri iyi düşünüp, bugün onları yapmaktan kaçınınız!.
Kaybetmekten korktuğunuz şeylerleri oyuna sokmayınız.
Yarın pişmanlık duymayacağınız şekilde, yaşadığınız günü değerlendirmiyorsanız, yanmanız son bulmayacak demektir.
Yer ehli duygularıyla, semâ ehli aklıyla yaşayandır!.

“Ya olduğun gibi görün; ya da göründüğün gibi ol” diyen Mevlâna Celâleddin, ikiyüzlülüğün ne kadar yanlış olduğunu idrak ettirmek istemiştir.
İnsanlar hakkında başka türlü düşündüğü halde, onların yüzüne başka görünüp davranan, gönlünde nifak taşımaktadır. Nifaksa şirkten bir cüzdür!
Güvenmediğin insanla aynı mekânda bulunmamak, münafıklıktan çok daha evlâdır.

Babası oğluna bir torba çivi verir ve ona kontrolunu, sabrını her kaybettiğinde ceviz sandığının üzerine bir çivi çakmasını söyler. Birinci gün çocuk tam 37 çivi çakar.
Haftalar ilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir ve daha az çivi çakmaya başlar. Nitekim haftalar ilerledikçe, kendini kontrol etmesinin sandığa çivi çakmasından daha kolay oldugunun farkına varır. Her çivi çakılmadığı günün sonunda durumu babasına bildirir.
Bu defa baba oğluna, kendini kontrol ettiği her günün sonunda sandıktan bir çivi sökmesini ister.
Haftalar geçer, çocuk, hem sabır hem de kendini kontrol etmenin idrakiyle, tüm çivileri sökmüş olur ve babasını çağırır.
Babası çocuğun elinden tutar ve sandığın yanına götürüp ona şöyle der:
-Bak oğlum, çok çalıştın ve artık kendini kontrol ederek sandığın üzerinde delik açmamayı öğrendin!…
Ancak, sandığın üzerindeki deliklere bir bak!. Hiç bir zaman o delikler kapanmayacak ve eskisi gibi olmayacaklar.
Her sabırsızlığın, duygusal tepkimen karşındaki kişinin yufka yüreğinde böyle onulmaz yaralar oluşturur. Ne kadar özür dilersen dile, o yara daima orada duracaktır. Sözlü bir saldırı da en az fiziksel bir saldırı kadar yara verir!.
Oysa arkadaşlarımız bizim için mutluluktur, bizi güldürürler, başarı için cesaretlendirirler, bize dikkatli bir kulak sunarlar ve kalplerini bize açmaya her zaman hazırdırlar.SOKRATES

Yüzmilyonlarca yıllık kâbir âleminizde yalnızca sevenlerinizin dalgalarını alacaksınız, dalkavukların değil.
Parayla satın alamayacaklarınızla olmaya bakın!

Şüphecilik ve vehim yaşamınızı cehennem ederken; araştırmacılık, sorgulama, ilim ile cennetinizi genişletir.
Allah`a Yâkin elde etmenin yolu gaflet ehliyle dostluktan geçmez!
Bir gün “TEK”lik kokularıyla sarhoş olup, ertesi gün beşeriyet batağında çırpınmaktan, kurtulup; gönlü “TEK”lik seyrinde dâim kılmak gerek!.

HIRS, kendisine verileni değerlendiremeyenin, “DAHA”sını istemesidir!.ŞÜKÜR, nimeti veren olarak görmektir! Verenin ardında bir veren düşünmek ise ŞİRK!NANKÖR, ilmin gereğini yaşamayandır!.
En kötü AVUNTU, ilmin dedikodusuyla avunup, onu yaşamına geçirmemektir!.Duygularının ördüğü KOZAdan çıkamayana gâfil derler.
KOZANLA gitmeyi göze alacak kadar mı…… ?

Gökte Güneş`in tutulması değil; İlim ve mantık ışığının tutulması insanın geleceğini karartır!.
Güneş tutulmasının da, bu ışık ile bir bağlantısı vardır!
Güneş tutulumunun hemen akabinde gelen bir tür dalgalar, özellikle doğum haritası üzerindeki güneş üstüne rastlıyorsa, beyinde ŞOK etkisi yaparak, daha sonraki süreç içinde yanlış yorumlar ve önemli mantık hatalarına yol açar!.
Güneş tutulumunu gören bölgede yaşıyorsa, herkes, kendi beyin açılımına GÖRE, bu tesirlerden etkilenir.
Muhakkak ki bu durum Allah`ın yaratmış olduğu mekânizmanın işleyişi ve SİSTEMİN (sünnetullah) sonucudur.

Kurân’ı Kerîm, “La ilâhe….” derken; bir takım insanların, kendilerini “İlâh”iyât ÇI” olarak nitelemeleri ne düşündürücüdür!.
“İlâh iyât” fakülteleri mi olmalıdır; “DİNİ BİLGİLER Fakültesi” mi?
Türkiye’de ve Dünya’da “ilâhiyâtÇI” olmayan ne kadar “Dinî Bilgiler uzmanı” var acaba?
Herkes, kendi lâyığını mı seçer dersiniz?

Mukallit, söylenmişleri ve “dün”ü tekrar ederek yaşayıp, kendisi “OKU”yamayandır!.
Muhakkik, “Kitab”ı “OKU”yarak, söylenmemişleri dile getirendir. Biri eskiyle avunur; biri yeniyi keşfeder.
Allah sistem ve düzenini yani “sünnetullah”ı “OKU”yan, sistemin açıklanmamış taraflarını açıklar; mukallit ise dünün mecâzlarıyla ömür tüketir..
Kişinin hâli, ilminin dışa vurmasıdır. Ya, ilmi doğrudur, hâli de yerindedir; ya da hâli yanlıştır, ilim de yanlıştır!.
Kişi idrâkının sonucunu yaşar. Eğilen testiden içindeki dökülür yalnızca!.

İlme göre doğru olan, çok zaman sana göre yanlış olabilir.
Hayâlinde, kendi çevresinin oluşturduğu şartlanmalarına göre yarattığı evliya tasavvurundan arınamayan, pek çok zaman, karşısındaki gerçek “velî”yi inkâr eder!.
Sorun, kendi hayâlinde, veri tabanına göre yarattığın, tanrı, peygamber, velî tanımlarından arınamamanda; “Allah”, “Rasulullah” ve “veli” isimlerinin işaret ettiği anlamları kavramamış olmandadır!.

Yanlışa yola açan bakış açısı korunduğu sürece, yanlışın veya hatanın telâfisi mümkün değildir!
Yitirmekten değil, yitirmekten dolayı karşınıza gelecek faturasından endişelenin!.
Şartlanmanız, duygularınız veya yanlış değer yargılarınız nedeniyle ortaya koyduğunuz fiilin uzanacağı sonuçları düşünemiyorsanız, sıkıntılarınız, yangınlarınız asla son bulmaz.
Sonuçları düşünülmeden ve getirecekleri hesaplanılmadan atılan adımların çoğunlukla telâfisi olmaz!… Çünkü, onlar makas değiştirmeye yol açar!.
Sistemde ise geri dönüş imkânsızdır!.
Yazık o kişiye ki, dünyada bırakıp gidecekleri ve bir daha hiç beraber olmayacakları yüzünden, ebedî hayatın getireceği ebedî nimetleri teper!.
Yavru kuş, timsahın, duyguların olmasın!… Sana zarar verecek olanı dışarıda değil, bilincinde ara!
Kimse, senin kendine verdiğin zararı, sana veremez!.

Kul azmayınca belâ nâzil olmaz… Allah bizlere hidâyet ihsan buyursun… Kurunun yanında nîce yaşlar da yanıyor!
Birkaç kişinin tamah ve hırsızlığı binlerle insanın yaşamına son verir… Yüzbinlerce insan haksız kazanç peşinde hak-hukuk tanımazsa sonuç ne olur?
Buna da göz yumulursa, o zaman, “Allah daha beterinden korusun” diye dua etmekten başka çare kalmaz!.
Tüm dostlarıma Allah`tan selâmet ve sıkıntıyı aşmada kolaylık niyaz ederim…
İbret alalım, ıslâh olalım, selâmet bulalım… Beterinden Allah korusun cümlemizi…

Dünya yaşamı, senaryoyu Yazanın hükmüdür.
Akıllı insan, olmuşun tartışmasını bırakır; içinde bulunduğu sıkıntıdan çıkmanın çarelerini arar.
Karşınızdakinin hükmünü değiştirtmeye kalkmayınız!. Onunla bunu tartışmayınız dahi!.
O öyle istiyorsa; peki, deyip; kendi yolunuzu yeniden düzenleyiniz!.
Akan sudan ibret alınız… Karşısına kaya çıkınca, yolunu değiştirip ilerlemesine devam eder!.
Herkes, takdirindekine ulaşmak için, gerekeni yapmaktadır…
Nasibi olan, nasibini almak için; nasipsiz olan da elindeki nimeti tepmek için, gerekeni yapmaktadır!.
Siz hak bildiğiniz yolda, tek başınıza kalsanız da imanınız istikâmetinde yolunuza devam ediniz!.
İlmi tepen, gafleti seçmiştir!.. Tercihinin sonuçlarını yaşamaya da mahkûmdur!.

Ölümün soğuk nefesini hissettirdi yüz binlerle, milyonlarla insana; bir gece aniden…
Onbinlerle insanı bir anda çekip alıverdi yanına!
Âhiretlerini veripte satın aldıkları dünyalıkları çıkıverdi ellerinden!… Belki imanları kaldı ellerinde, belki o bile değil!.
Aniden geliverdi!. Şimdi çok sevdikleri bile yanlarında değil!
Umutları vardı gece yatarken… Yarınları vardı… Yapacakları; hayalleri vardı… Hepsi tuz buz oldu aniden!.
Evsiz, ailesiz, üstsüz-başsız yüzbinler!.
Hâlâ mı dünyalık için kavga… Hâlâ mı dünyalık için kırgınlık?
KARA BULUTLAR başladı çiselemeye!
İbret almayanların başına gelecek, daha büyük belâlar var herhalde!.

Anlayış özürlüler, kapsamını fark edemedi bu uyarıların:
“Biz hiç bir memleketi uyarıcıları olmadan helâk etmemişizdir… Uyarı=hatırlatma olur; biz zâlimler değiliz…” (Şuara:208-209)
“Biz, Rasul bâ`setmedikçe, azap edici olmadık…” (İsra:15)
Ahmakların, “Nebi” ve “Rasul” kelimelerinin anlamlarını farsça ve mecusi anlayışına dayalı göktanrıya bağlı “peygamber” kelimesiyle örtmelerinden beri; çok önemli bir sır ulaşılmaz derinliklerde kayboldu gitti!.. Bu yüzden de, “uyarılar ve nereden geldikleri” fark edilemez oldu!.
Bâtının, özün, hakikatin, sistemin seslenişi, bir mekân veya kişiyle kayıtlanmaksızın âşikâr olduğunda, “Risâlet” işleviyle karşılaşmıştır o toplum ya da fert!.
“RASÛL”ün uyarıcı; uyarıcının, RASÛL olduğunu; “Allah seslenişine” aracılık ettiğini algılayamamışlardır anlayışı kısıtlılar!.
“Nübüvvet” son bulmuştur; ama “Risâlet” yani “Allah’ın uyarısı” kıyâmete kadar devam eder… Buradaki “Risâletin” anlamı “Nübüvvet” değildir.
Dolayısıyla, Allah uyarısı, o topluma veya ferde, dâima, önceden bir isim veya resim altında ulaşır!.
Bu, dünyadaki her toplum veya fert için dahi böyledir. Bu uyarıyı önemsemeyenler ise, sonuçlarına çok acı şekilde katlanmak zorundadır!.
“Eğer biz onları, ondan (Rasûl uyarısından) önce azâb ile helâk etseydik, elbette şöyle derlerdi:
-Rabbimiz keşke bize bir râsul irsâl etseydin de, biz de bu zillet ve rüsvaylığa düşmeden önce, senin yaratmış olduğun sistem ve düzeni dikkate alarak yaşasaydık!” (Ta-Ha:134)

Dün gitti, asla geri getiremeyeceksin!.
Yarının neler getireceğini ise, hiç bilemezsin!
Yaşadığın an ise, sonraki süreçte ya cennetini, ya da cehennemini oluşturuyor!.
Kavgayı bırak, sevmeyi öğren!… Kayıtlamadan kayıtlanmadan!
Kayıt cehennemdir, anla bunu!
Farz varken, sünnetle kendini aldatma!… Depremzedeler varken, paranı UMRE’ye harcaman vebâldir!.
Karşındakine hizmetin Allah’a kulluk; ona nefretin, Allah’a isyan olduğunu fark etmeye çalış!.
Biz bugün varız, yarın yokuz!… Yarına ne eser bırakıyorsun arkanda, insanların seni anacağı; ve hayır dua edeceği?

“Akıllı odur ki, başa geleceği görür”!… Demişti bir zamanlar biri…
Bilmiyorum hâlâ görebiliyor mu, başına gelecekleri…
“Rüzgâr esmeye başladığı zaman yağmurun geleceğini anlarsınız değil mi?”; diye sormuştu Hz. İsa, 2000 yıl öncesinde insanlara…
Bilmiyorum, acaba fark edebilmiş mi bu gerçeği insanlar!…
Uyarıcılar her kisvede uyarırken insanları; ahmaklar hâlâ, herşeyin eskiden beri gelmekte olduğu gibi, devam edeceği sanısındalar!. Geminin karaya çıktığını fark etmeden danslarına devam ediyorlar!
Gök kararıyor; yer depreniyor; anlayışı kıtlar, saz çalıyor diyorlar!
Kangrenin ilacı olmadığını bile öğrenmemişler; yalnızca cüzdan ya da sex için yaşayanlar!
Toplum tüm kademeleriyle hakketti fırtınayı… Yanlışlarda ısrarla.. Rüşvetle yaşamayı, ehil olmayanları başına seçmeyi sürdürmekle… Elbette kuru da yanacak yaşın yanında!
Şimdi artık, ağlama sızlanma zamanı değil!.
Başını sokacak emin bir delik; kurtaracağın iman peşinde olmaya bak! Zira tüm âkiller seziyor, ya da görüyor başa gelecekleri!.
Bu gerçeği inkâr edenleri de, koy kendi hâline!… Bulsunlar aradıklarını!..
Olmayacak arkalarından, ağlayanları!.

Zordur olan-bitenden razı olmak… İman ister!
Lâfıyla değil, mahiyetinin idrakıyla ve hazmıyla iman!…
Kafanda yarattığın ve “ALLAH” ismiyle etiketlediğin tanrına iman, kolaydır… Senin fikrine uygun gelmeyince de olaylar, onu kolaylıkla yargılayabilirsin!…
Ama mercimek kadar aklınla, evrenin “e”sini dahi kavramamışken…
Evrenin Yaratanını yargılamaya kalkman, senin beyninin ve eserlerinin psikiyatristlerin inceleme alanına girdiğini gösterir…
Eğer birazcık gerçekleri görmek, anlamak ve kendi yaşamını ona göre düzenlemek gibi bir arzun varsa, içinde yaşadığın sistemi fark etmeye çalış… Sistemin gereği olan “tedbir”i terkedip; hayâlindeki tanrına bırakırsan işini, görürsün sonunu!
Yarın bakarsın, deprem olur; öbürgün sel ya da ayaklanma, isyan!.. Dünyada çeşitli ülkelerde bunlar hep olageliyor!… Ve olup bitenler içinde, nîce kurular da yanıyor yaşlar yanında!
Sen bunlarla kafanı yorup, “dünyalığımı nasıl kurtarırımla” gününü tüketirsen; yarın sana da isabet edecek olan ölüm sonrasında, kendine çok yazık edersin… Acıyanın da olmaz!
Gel bu olanlardan ibret al ve biraz kendine dön!
Uyaranı göremiyorsan söyleteni fark et!…
İş işten geçmeden!

Allah “ismi” ile işaret edileni anlamamış olanların, içinde yaşadıkları düzen ve sistemi yani “DİN”i kavramış olmaları kesinlikle mümkün değildir!… Bu durumda, içinde yaşadıkları günleri, olayları değerlendirmeleri de asla mümkün olmaz!.
İnsanlar, içinde yaşadıkları sistem ve düzeni anlamadıkları için de ne eşlerinin hakkını verirler; ne işlerinin hakkını verirler; ne de aşlarının haklarını verirler!.
Hayâlî dünyalarının, evrensel gerçeklerle bütünleşmediğini fark ettikleri zaman da iş işten geçmiş olur!.
Bunlar bir gerçektir ki, ancak huzur ve saadete ermesi dilenilmiş olanlar tarafından idrâk edilebilir.

Şaşkın ördek misâli, doğa mı, kader mi, Allah mı, deyip; labirentte yolculuğa devam ediyoruz…
Genetik ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba hayâl ediyorlar!.
Ezelde takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah indinde yalnızca bir “hiç” ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?
Her birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında yaş da yanar!.
Zeki insanlar, geçici dünya menfaatleri peşinde koşarlar!..
Hırslıdırlar!. Doyumsuzdurlar! Kriterleri, insanların beğenisi ve alkışlarıdır!. Beyinlerinde ördükleri kozanın sonuçta bilinçlerine ne getireceğini idrak edecek akıldan da yoksundurlar!
Akıllı insanlar, ebedî yaşamı esas alarak, içinde bulundukları günleri bu esasa göre değerlendirirler… Siyâset, para vs. gibi geçici dünyalık çıkarlar umurlarında değildir!.
Amaçları günbegün kozalarını kalınlaştırmak değil, Allah’a ermelerine engel olan kozalarından kurtulmaktır!.
Herkes ne için yaratılmışsa, kendisine takdir edilenin, yolu da kolaylaştırılmıştır.

Karşınızdakini suçlamadan önce kendinizi onun yerine koyup; onun penceresinden olaya bakarak değerlendirme yapabiliyor musunuz?
Olgun kişi, kendini, karşısındakinin yerine de koyarak olayı değerlendirebilen insandır.
Bugün, birilerine karşı dün yaptıklarınızdan pişmanlık duymaktaysanız; aynı şekilde, yarın da, bugün yaptıklarınızdan, pişmanlık duyabilirsiniz!.
İlmin ve aklın yolundan ayrılarak; davranışlarını duygusallıkla düzenliyenler, bu tutumlarını değiştirmedikçe sıkıntıdan kurtulamazlar.

Yarınınızı görmek istiyorsanız, yaşadığınız güne bakın!…
Yarın, bugün yaptıklarınızın sonuçlarını yaşayacaksınız!.
“Yarın”lar “dün”lerin getirisidir!ér.
Yaşadığınız “an”ın hesap sonucudur “yarın”lar.
Düşünün ki, bugün, “dün” yaptıklarınızın iyi veya kötü sonuçlarını yaşıyorsunuz.
Bugününüzün de, yarın, “dün” olacağını farkederek; yaşamınıza ona göre yön vermeye; elinizdekileri bu gerçeğe göre değerlendirmeye bakınız.

Bedbaht o kişidir ki, âhırette beraber olmak istediği kişiyle, kafaca dünyada beraber olma imkânı olduğu halde, pahasını ödemekten kaçınarak, bu imkanı teper!
Mutlu odur ki, sevdiğiyle beraber olmak uğruna bedelini öder!.
Bedbaht, ebedi saadeti terkedip birkaç saniyelik dünya nimetiyle iktifa eder!.
Mutlu, ebedi yaşamı düşünerek, sayılı saniyelerin gamıyla, zamanını boşa geçirmekten imtina eder!.Sayılı ve sonluyu, sonsuza değişenlerden olmaktan Rabbime sığınırım!.

Fikrin değil, kişinin dedikodusu olur!.
Akıllı insan, ilmi ve aklı kadarıyla fikrin eleştirisini yapar!.
Kişinin eleştirisi olan gıybet, yalnızca, edenini değil dinleyeni de kozasına hapseder ve dahi kozasını kalınlaştırır!.
Kişiye saygısı olmayanın Allah’a da saygısı olmaz!
“Seyr”i elde edememiş veya elinden kaçırmış olanın, tek meşgalesi dedikodu olur!
Dünyada insanın niye varolmuş olduğunu fark edemeyenler, günlerini Allah’ı tanıma ve erme ilmiyle değil, birbirleriyle çekişmeyle tüketirler!.
Her gününü, sana ebedî hayatında yararlı olacak yeni bir ilim öğrenerek değerlendiremiyorsan, ancak perdeni kalınlaştırmakla meşgulsün, demektir.

Şükür”, sana nimet verene gülücük yapıp, teşekkür ederim, demek; yarın da, hepsini inkâr anlamında defterinden silercesine yüz çevirmek değildir!.
“Küfür” de kızıp karşındakine sövmek değildir!.
Şükür nimeti vereni görüp, ona minnet duymaktır!
Bir gün “küfür”, diğer gün “şükür” ise değer ifade etmez!
Şükredebilenin, küfrü olmaz!…
Küfürden arınmayanın da şükrü olmaz!.
Küfür vereni inkâr etmektir!… Aldığını değerlendirmemektir!… Verilende, vereni görememek yüzünden, verenden perdelenmiş olmaktır!.Ne dildekidir “şükür”; ne de dildekidir “küfür”!

İnsanın inandığı, yaşadıklarıdır… Herkes, inancının sonuçlarını yaşar!…
Aptal, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir; akıllı, karşısındakinin davranışlarıyla onu değerlendirir!.Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayâlindekinin peşinde koşan, hem elindekini yitirir hem de hayâlindekini!.
İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür tüketenlerin değil, onu yaşayanların hâlidir!.Ailesinde huzuru olmayanın Allah’la da huzuru olmaz!.
Karşısındakini veya çevresinde bulunanların hakikatini değerlendiremeyenlerin, gece hayâlleri kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez!.
İbadetleriniz yapınız; ama beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız; gerçeği yaşamak istiyorsanız!… Velev ki henüz Hakikatı kavrayamamış olsanız bile!.

Bal yiyenler var…
Kavanozunu yalayanlar var…
Bal yiyenleri duyup, dedikodusuyla ömürlerini tüketenler var!
Bal yiyenler, yemeye devam ediyorlar…
Kavanoz yalamanın bal yemek olduğunu sanıp; çevrelerindekileri de buna inandırmağa çalışan saf kişiler ile, bunlara inanan anlayışı sınırlılar var!…
Bal yiyenlerin dedikodusunun, kendilerine bir şey kazandıracağını sanan; ya da bu dedikoduyla kendini teselli ve tatmin edenler var…
Dünya dönmeye ve sırası gelen yeni boyutta yerini almaya devam ediyor.
Siz bunlardan hangi sınıftasınız; sorguladınız mı kendinizi?
Kendisini çevresine, keşif veya fetih ehli “velî”, “uyarıcı”, “mehdi” gibi empoze eden körler, acaba yarın öte boyutta ne hâlde olacaklar?
Bu aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl yaşanacaktır?

“İnsan”, bir bilinç varlığın adıdır ki; bugün et-kemik bedeni kullanır; yarın, ruh bedeni; cennete girebilenler ise “nur” olarak yaşarlar!.
Dünya`da yaşarken, kendini bedensiz soyut bilinç varlık olarak hissedemeyenler, daha sonraki boyutlarda bunu hissedip yaşama olanağını elde edemeyeceklerdir.
Dünyada bedenle yaşamanın hakkını vereyim diye yalnızca iş-eş-aş hakkıyla uğraşırken; bilinç varlık olmanın hakkını ihmal ederek bunu hissedemeyenler, ebeden kozmik evrensel bilinç boyutunda kendilerini tanıyamayacaklardır.
Dünyada mertebe ve kerâmet peşinde koşan bedensellikle kayıtlanmış birimler, en büyük kerâmetin “evrensel kozmik bilinç boyutunda” yaşamak olduğunun farkında bile değiller!.

“Allah” adıyla işaret edilene duyulan “haşyet”in ne olduğunu kavrayamayanlar, var sandıkları tanrılarıyla başbaşa kaldılar ve onun sopasından korkarak yaşadılar!.
“Allah korkusu”nu, “tanrı korkusu” olarak anlayıp, öylece kabullenenler; sonra da ötede bir tanrı olmadığını fark edenler, hüsrana uğradı!
“ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar ise, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşıyamama korkusu içinde yaşadı…
Bazıları ise bunun da ötesinde, sonsuz azamet ve ihtişamın getirdiği haşyet hâlinde şaşakaldı!.

“Baş olma” hevesinden geçememiş olanların tasavvuf önderlikleri, tabiatının sigara arzusunu terk edemeyen şeyhlerinki gibidir… Onların alâmeti, kendi müntesibi olmayanları suçlamak ve aşağılamaktır!.Kendine bağlı olmayanlara gayrı gözüyle bakarak; onları, kendine bağlanmadıkça ayrı görüp, onların dedikodularını yapan takım başları, çelik çomak oyunlarına devam etsinler!… Bunun farkına varmayan müntesipleri de, onların âkıbetine mustahak olurlar elbette.
Akıllı olan, ayırımcılığın olduğu hiçbir takım ve grupta yer almaz!
İman ehlinin dedikodusunu yapan bizden değildir!.
Benliğini terk etmiş olan zatta dedikodu ve gıybet kesinlikle olmaz!
Orijin varken kopya çevresinde toplananlar, kopyanın kopyası olmaktan öteye geçemezler!…
Orijin yalnızca “Allah Rasûlü”dür!.

Karşınızdakini suçlamadan ve ona “Niçin bana bunu yaptın” demeden önce durun ve şu soruyu sorun kendinize:
-Acaba ben ne yaptım da karşımdaki bana böyle yaptı? Benim hangi davranışım, onun bana böyle yapmasına sebebiyet verdi?
Bunu sorabiliyorsanız kendinize; bu, pek çok konuda gerçekleri görmenize engel olacak perdelerden kurtulabileceğinizin müjdesi olacaktır.

Sormuşlar:
-Deprem sigortası yaptıralım mı; tevekkül mü edelim?
Cevap vermiş:-Yarına Allah kerîm, hayırlısı olsun; deyip çalışmaktan vazgeçerek; geleceğe dönük bin türlü plan yapıp tedbir almaktan yüz çevirerek; hatta, daha abartılı şekliyle, tevekkül ediyorum deyip, yemek yemeyi terkederek mi yaşıyorsunuz?
Yoksa bütün bunları yapıp; sonra da tevekkül sahibi olduğunuzu; kadere iman sahibi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?.Sistem gerçeğinin Allah yaratısı olduğunu fark etmeyenler pahasını öderler!. Mazeret ve cehalet geçersizdir!.

Soruyorlar:
-Deprem, tanrının cezalandırması mı? Tanrılarından cezalarını bulmuşlar; farkına belki öte boyutta varacaklar!.
Allah sistem ve düzeni ezelde yaratılmış ve dilendiği şekilde uygulanmaya koyulmuştur!. Kimse bu sistem ve düzenin dışına çıkamaz ve bir yaprağı bile oynatamaz o sisteme karşı veya rağmen!.
Herkes eliyle veya diliyle yaptığının sonuçlarını yaşayacaktır!.
Sarımsak yiyenin ağzı gül kokmazmış!
Herkes amellerinin karşılığını alacak; paylaşımı kadarıyla paylaştıklarıyla beraber olacaktır!.
Galaksideki iğne ucu yerini farketmeyen ülke tanrıları kendi kullarıyla birlikte hakkettiklerini alacaklardır… Yaşlar da arada yanacaktır!

Anlayışı sınırlı soruyor:
-Ama niye “kurunun yanında yaş da yansın” ki?
Nasıl anlatabilirim ve fark ettirebilirim…
Yağmur yağdığı zaman su altında kalmaktan hiç hoşlanmayanlar hiç bir şey yapamazlar; sığınacakları bir yer yoksa, ıslanırlar!
Denize düşenlere, deniz, istisna uygulamaz!. Yüzmesini bilen, kendisini istisna kılar!. Deprem geldiğinde her yeri sarsar, istisna bölge tanımaz!.
Sistemde istisnayı, ancak sen yaptığın çalışmayla; kendini o bölgeden uzaklaştırmakla sağlayabilirsin!. Aksi halde bulunduğun ortamdakilerin içinde bulunduğu şartlara sen de tâbi olursun!.
Kaçacak yerin yoksa, bulunduğun ortamın şartlarına katlanırsın!. İyiyse iyi, hoşlanmadığınsa hoşlanmadığın!. Artık anlayın SİSTEM REALİTESİNİ !.
Bu “Allah” adıyla işaret edilenin yaratmış olduğu ‘’DİN’’ adıyla bilinen ve ‘’SÜNNETULLAH’’ olarak işaret edilen SİSTEM ve DÜZENDİR; ki asla kimse için değişmez!.
Hele evrende bir zerre olan Dünya üzerindeki zerrecikler için!.

Ne “Allah”ta tekrar vardır; ne de tarihte tekerrür!.
“Aynı ırmakta iki defa yıkanılmaz”; diyor O zât!.
Şükredenin, elindeki nimet artar; nankörlük eden, zaten elindekini terkeder!.
Hiç bir değer yerde kalmaz; elbet değerlendirecek olanını bulur!.
Aynaya bak ve kendin hakkında gerçeği itiraf et… Sonra da geleceğini gör!Şükredenlerden misin; yoksa nankörlerden mi?

Tanrıya tapanlar bu günlerde çok sıkkın!.
Niye deprem ya da başka yanlış işler yaparak, insanları sıkıntıya sokuyor ki ULU TANRI ?
Tanrıya inanan, tanrısını hesaba çekiyor… Tanrıya inanmayan ise, “Doğa işi bu; tanrıyla ilgisi yok”; diyor…
Ya “Allah”a inananlar nerede? Onlar ne yapıyorlar?

“AY”ın aptalı, “niye Güneş değilim, ışığım kendimden değil; niye beni, ben olarak değil, Güneş’ten yansıyan ışığım için seviyorlar” diye yakınırmış!.
Bilmezmiş ki, gezegenlerin ışığı Güneş’le kaimdir!.Haddini bilen mehtap, hem kendisi mutlu olur; hem de insanları gecenin karanlığında nura kavuşturur.
Keşke(!?), Allah Rasûlü yörüngesinde bir ay olabilseydim.

O kadar bencildi ki…
Kimseyle paylaşmayı sevmezdi!…
Çıkarı olmadıkça kimseye yüz vermezdi!.
Alacağı birşey yoksa, karşılıksız vermeyi hayatta düşünmezdi!.
İnsanlar için çalıştığını söyler; yoksulu sürünür bırakıp; hakkettiğini alıyor, derdi!.
Tanrıya bile cenneti uğruna kulluk ederdi!.
Sanırdı ki, elinde bulunanlar kendi emeğinin karşılığı!
Ve bencil de birgüm ölümü tattı!..Bencil benliğiyle başbaşa kaldı, karanlıklar içinde tek başına!…

Yazılanların dışında bir olay kesinlikle olmayacak!.
Buna iman ediniz…
Huzurlu ve mutlu olmaya çalışınız hâlinize şükrederek. Düşünün ki sizden çok çok daha zor durumda sıkıntıda olanlar var..
Depremin yaydığı manyetik alan sert etkiler ile birleşince insanları çok güçlü etkiledi…Paranoya ve şizofreni yaygın bir biçimde görülür oldu… Yakında belki de bırakın ‘’mehdi’’liği, tanrılığını iddia edenler bile görülebilir…
Sabredin… Allah Rasûlünün izinden yolundan ayrılmayın!. İbadetlerinize devam edin ve Allah’ın yardım ve inâyetini isteyin.
Âhir zamanda depremlerin artacağını bildiriyor Allah Rasulü… Sadece toprakta değil, beyinlerde ve toplumlarda da olacaktır bu depremler.

Karşınızdakini saygıyla dinleyin… İlminize uyanı alın; uymayanı kendisine iade edin.
Kimseyi hor hakîr görmeyin; ayıplamayın ve dil uzatmayın; dedikodusunu yapmayın!. Ondaki de Allah’ın bir tecellisidir; ve hikmeti vardır!. Her şey yerli yerindedir!.
“Görelim mevlâ neyler; neylerse güzel eyler”!.

“Âhir zaman”sa bu yaşadığımız devir; depremler artacak ve sıklaşacak; mehdi(?)ler çoğalacak; cinler(UFO) yeryüzünde görülür hâle gelecek; tanrı olduğunu iddia edecek varlıklar seyredilecektir.
Ne mutlu o iman sahiplerine ki…
Alemlere rahmet olan Allah Rasulünün uyarılarını dikkate alarak aldatıcılara kanmaz; Kur’ân esaslarını “Kur’ânın ruhu”na göre değerlendirerek yaşamına yön verir. Geçici dünya menfaatleri için dünya kavgasına girmez!.
DİN” kelimesiyle anlatılmak istenenleri anlamak için, şu gerçek çok çok iyi kavranmalıdır…
“İSİM”, isimlenen değildir; isimlenene, işaret için kullanılır ve onu târife yarar; ama hiç bir zaman, isimleneni tam olarak anlatmaya kavratmaya yetmez!. İsim, işaret ve kısmen târif kelimesi olarak kalmaya mahkûmdur. İsimlenmiş olan, ismin kaydından ötedir. Kayıtlanmaz isimle!.
Eğer bu anlatılanı idrak ederseniz…
Fark edeceksiniz ki; “DİN” kelimesinin anlamı kapsamında anlatılmakta olan her şey, yaşamda algıladığımız ya da bizim algılayamadığımız bir boyuttaki, bir sistemi, bir mekânizmayı, bir oluşumu bize anlatmakta; bu sisteme göre de yaşamımıza nasıl yön vermememiz gerekliliğine işaret etmektedir.
Eğer anlatılan veya söylenenlerin isminde kalır ve sonra da isimlere dayalı bir dünya veya âlem oluşturursak kafamızda; bunun içinde yaşadığımız dünya ve sistemle hiç bir alâkası olmaz.
Sonuçta kafamızdaki çelişkiler hiç bitmez… Sürekli karşımızdakini suçlarız, anlatamıyorsun; diye.
“İsmi” bırakın; isimleneni fark etmeye çalışın!.

“DİN”i tanrıya tapınma ve onun gönlünü hoş edip cennette yer kapma ya da cehennemden kaytarma, diye anlıyarak; gereklerine çeşitli nedenlerle boş verenler bunun faturasını ebeden ödemeye devam edecekler!.
Allah’ın yaratmış olduğu bu sistem ve düzeni fark ederek, yaşamlarını o sistem ve düzenin kanunlarına göre düzenleyenler ise, yaptıkları çalışmaların sonuçlarına göre yeni bir yaşam biçimine kavuşacaklardır.
Allah Rasulü size, ebediyet yaşamına göre nasıl hazırlanırsanız; ne yaparsanız; onun sonuçlarını yaşayacağınızı bildirmiştir.Ölümötesi boyutu anlatanı önemsemeden; yalnızca, dünyalık geçici çıkarlarını önplana alarak yaşayanlar; sonsuzluk ortamında telâfisi mümkün olmayan pişmanlığı yaşayacaklardır!
Depremlerin getirdiği ders, bir anda herşeyin yitirileceğini öğretmektedir.Ya geçeceğiniz boyuta bir hazırlığınız yoksa?

İnsanlar sevip saydıkları, değer verdikleri kişi her an yanlarındaymış gibi yaşamadıkları sürece, o kişiye karşı olan sevgi ve değer verme sözlerinde samimi olmazlar; ve bu konuda nifaktan arınamazlar!.
Gerçek sevgi, sevdiğin her an yanındaymışçasına, seni seyrediyormuşçasına konuşman, davranman ve yaşamandır.
Gerçek değer verişin, o kişi her an yanındaymış gibi fiilller ortaya koyman ölçüsündedir.
İki yüzlülük kolay affedilir bir suç değildir!.
İki yüzlülükten kurtulmak çok güçtür!.
Yaptıklarınızın ne kadarını çok sevdiğinizi söylediğiniz Allah Rasulü sizi seyrediyormuşçasına ortaya koyuyorsunuz?
Her an Allah Rasulü yanınızda sizi seyrediyormuşçasına hissederek yaşayamıyorsanız, imanınız henüz kemâle ermemiştir!.

İçinde yaşadığımız Sistem ve Düzenin gerçek kanunlarını okuyamıyorsak, daha çok üzülürüz!.
Bir adam çıkıyor, yanına üç-beş kişi toplayıp gücü eline geçiriyor; ve yüzbinleri, milyonları ölüme götürebiliyor!.. Oysa milyonlarla ölenin hepsi mi suçlu?
Tarihe bir bakın… Dün de öyle, bugün de böyle!.Toplumlar, bilinçsizce başa geçirdiğinin pahasını çok ağır ödüyor!
Sistemi böyle kurulmuş bir dünyada, insanlar, kendi ebedi geleceklerini düşünerek ona göre tedbir almıyorlarsa, yaşadıkları süreç büyük ızdıraplarla ve hüsranlarla sona ereceği gibi; sonsuzluk yaşamında da bu azap ve hüsranlar son bulmayacaktır!.
Bugün, “ne yapayım elimde değil ki” diyerek toplumun size çizdiğini yaşıyorsunuz ve kendinizi teselli ediyorsunuz; ama ölümötesi boyutta, yalnızca kendi yaşamınızın getirisi sonuçlarını yaşayacaksınız!.
Bu günkü teselliler de o gün geçerli olmayacak… Yaptıklarınızın karşılığından başka bir şeyin, yaşanmadığı o ortamda!.
Kendinizi aldatmayın… Bildiklerinizin gereğini yaşıyor musunuz?
“Hesap görücü olarak vicdanınız (nefsiniz) yetecektir”!.

“B” sırrıyla, “Besmele”yi tefekkür, insana neler hissettirir?
“B” sırrıyla, “Biiznillah” düşüncesi, insana hangi âlemin seslenişini zâhire çıkartma imkânı verir? Ki, İsa aleyhisselâm bununla ölüyü diriltmişti!.
“Allah” kulunda zâhirdir; cümlesi ne gibi anlamlar ihtivâ eder?
Bunları biraz olsun düşünüp değerlendirebilecek miyiz acaba?

Zekâ fikirlerle uğraşırken, akıl sistemli düşünceye yönelir!
Zekâ fikirler arasında çelişkilerden kurtulamazken; akıl tefekkür okyanusuna açılır kapasitesi ve ilmi nispetinde!.
İnsan, evrenselliğe özünden gelen evrensellik boyutundan açılabilir; dışarıdan bedensellikten değil!.Özündeki sonsuz ve sınırsızlığı hissedemeyen madde batağında boğulur!
Ne bedbahttır ki, parası ya da bedeni yüzünden madde batağında kaybeder sonsuz geleceğini!…
Ne mutludur ki, parası veya bedensel çıkarları onu maddede kayıtlamamıştır; o bütün bunlar yüzünden sınırsızlığa ulaşmaktan geri kalmamıştır.

Yaşamda, tüm varlıkta, her birimde yaygın olan duygu sevgi ve sevdiğine sahip olma ve onunla “bütünleşme” anlamında “BİR”leşmedir!.
“BİR”leşmeninin farkında olmayanların yaptıkları ise “çiftleşme” diye adlandırılır.
Birimler arasındaki manyetik çekim gücü sevginin mekânizmasından başka bir şey değildir; isim, farklı olsa da…Yaşam sevgi üzerine kurulmuşken, bunu yaşayamayanlar, hayâllerindeki bir tanrıyla meşguldürler…
“Zâhir” olanı bırakıp, ötede sevecek aramak ancak gaflettir!
Neyi seversen sev, gerçekte yanlızca “HU”yu sevmektesin ve zaten yalnızca “O”nu sevmek için varsın!..
Sevgi yaşantısı cennettir; sevgisizlik ise cehennemin bir türü!

Nisa Sûresi, 82. âyet:“Kurân’ı derin derin tefekkür etmiyorlar mı?..
Eğer O, Allah`tan gayrının İNDİnden olsaydı, içinde bir çok tutarsızlıklar ve çelişkiler bulunurdu…”
Demek oluyor ki, çelişkiler ve tutarsızlıklar ihtiva eden fikirler, Allah İNDİ’nden değil; çeşitli plan(!)larda yaşayan yaratıklardan kaynaklanmaktadır.
Öyle ise, bu tür çelişkili fikirler buna göre değerlendirilmelidir.
Allah indi’nden gelen ilim ise, bir fikrî bütünlük içinde; bir sistem ve düzeni yansıtan ilimdir.

Her topluluk lâyık olduklarını başa geçirir…
İnsanlar lâyık olduklarıyla beraber olurlar!
Dostunu söyle; kim olduğunu söyleyeyim; mesajı önemlidir!.
Değerlendiremediklerinizi alıp atacaksınız; ve sonra da ondan mahrum kalacaksınız!
Ellerinizle yaptıklarınızın ve seçimlerinizin getirisi sonuçlarını yaşayacaksınız!
İsimlere etiketlere aldananlar, müsemmaların sonuçlarını yaşarlar!. Sistemde mâzerete yer yoktur!.
Anlayışı sınırlı veya kıt olanlar, dünden ibret almazlar; günü yaşarlar; isimle uğraşıp, isimlenen kavram veya kişilikten perdelenirler; sonuçlarından da kaçınamazlar!… Yarın pişman olmak istemiyorsanız, elinizdeki ilmi iyi değerlendirin; Hz. Muhammed aleyhisselamın yolundan ve öğretisinden ayrılmayın; başka cinni veya uzaylı diye tanımlanan planların sesleniş ve saptırmalarından korunun!..
Yanıldığınızı anladığınızda telâfi etme şansınız olmayabilir.

Dini imanı paradır bazılarının!…
Dini imanı sekstir bazılarının!…
Dini imanı şan şöhret, isimdir bazılarının!
Tüm inançları, laftadır, göstermeliktir!
Tanrıya tapınırlar; peygambere inandıklarını söylerler; Kurânı yataklarının tepesine asarlar; ölülere okurlar!.
Yaşayan ölülerdir artık onlar; zombi olmuşlardır; farkında değillerdir!…
Tıpkı, ölümü tadanların, ilk aşamada öldüklerini farkedememeleri gibi; onlar da yaşayan ölü olduklarının farkında değillerdir!…
Kiminin şeyhi vardır, kiminin hocası efendisi!…
Sanırlar ki, onlara verdikleri rüşvetlerle ölüm ötesinde kendilerini kurtaracaklar!. Zavallılar, parayla seksle, isim yapmakla öylesine hücrelerine kadar konsantre olmuşlardır ki, “Allah” adıyla işaret edilenin ne olduğunu düşünmeye dakika ayıramazlar!. Hiç farkında değillerdir “Allah Rasullüğünün””ne olduğunun!.
Göya müslüman ülkede, müslümanlar arasındaki, müslüman etiketli, yaşayan ölülere acıyın ve saygı duyun!…
Kurtlara böceklere yem olmak üzere mezara yalnız başlarına atılacakları güne kadar!
Ne mutlu, iman sahibi olarak, imanı doğrultusunda, her türlü cefa ve sıkıntıya katlanabilenlere…Ne yazık, para seks isim uğruna âhıretini satanlara!.

Dünyada yaşarken, bu güne kadar bildiğiniz kişiliğinizden arınıp, “evrensel kişilik” edinemediyseniz; hâlâ da, bu yolda bilgi ve enerjinizi kullanamıyorsanız, bu hâl üzere ölümü tadacaksınız, demektir.
“Evrensel kişilik” nedir bunu kavrayabildiniz mi?
“Allah” adıyla işaret edilenin ne olduğunu kavramamış olanların, “evrensel kişiliğini” fark etmesi de mümkün değildir.
“Evrensel kişiliğini” fark edemeyenler, geçmişte “bühl” olarak tanımlanmışlardır…Onların tüm beyinsel faaliyetleri, dünyada bırakıp gidecekleri şeyler üzerine hasrolmuştur…
Onlar için önemli değildir “evrensellik”!… “Evrensellik” kavramının yanına bile yaklaşamazlar.Daha iyi nasıl yerler, daha çok nasıl ve kiminle seks yaparlar, daha çok nasıl kazanırlar, isimlerini daha çok nasıl duyururlar! Tüm yaşamlarını buna ayırmışlardır…. Belki bazen de vicdanlarının sesini bastırmak için bir umre ya da hac yapar, sadaka, zekat dağıtırlar.
Tüm varlıkları bir çukurluk bedenleridir oysa; farkında bile değillerdir bunun!.
“Evrensellik nedir”; “evrensel kişilik nasıl oluşur”, bunlara ancak o istidat ve kâbiliyetle yaratılmış olanlar önem verirler; ve ona göre yönlenirler…
Gerisi içinse, “biri daha gitti sürüden!” derler…. Hepsi o kadar.

Onlar, bıktılar yobaz din adamlarının mukalliti olmaktan!…
İsyan ettiler!
Artık, aydın(!) din adamı(?) MUKALLİTİ olmak istiyorlardı!
Onların, “düşünen insan” olmak, gibi bir sorunları yoktu ki!.

Dünün gelişmemiş beyinlerine, dar kafalılarına, şeklin ötesini düşünemeyen mukallitlerine, bugün ne gözle bakıyorsunuz?
Meselâ, “dünya tepsi gibi düzdür, kenarına gidersen boşluğa düşersin”, diyenlere; “Kurânda yazıyor, Allahın eli vardır” diyerek gökte büyük bir pençe el arayanlara… Kurân’ın temelinin benzetme ve işaretler üzerine kurulduğunu fark edemeyen gelişmemiş beyinlere…
Acaba, yarın da, nasıl bakılacak bugünün dar kafalılarına, gelişmemiş beyinlerine!…
Evrenin boyutsallığını ve algılama araçlarına göre farklı katmanlar ihtiva ettiğini fark edemeyenlere!
Farklı yaratık türlerinin algılama sistemlerine göre farklı evrenlerin söz konusu olduğunu; evrenin başı sonu olmadığını; yalnızca sürekli dönüşümlerin süregittiğini her an yeni bir şanda olarak; gerçekte baş-son kavramlarının göresel olduğunu anlamayanlara!
İnsanın dünyasının, kendisiyle beraber sonsuza dek süreceğini; cehennem ve cennetini bu dünyasıyla yaşayacağını kavrayamayan beyinlere!
Lûtfen bakmayın bize sakın, gökteki göksüzler, yerdeki yersizler! Değerlendirme yapmayın bizler hakkında!… Değmeyiz!.Biz, kendi minik dünyamızda, küçük mutluluklarla ya da üzüntülerle yaşamımızı kâh cennet kâh da cehennem eden; evrendeki yerinden ruhunun bile haberi olmayan kozalarımızın imparatorlarıyız!!!.
Tek yaptığımız, kendi cehâlet karamızla önümüze gelene kara sürerek, onun seviyemize düştüğünü sanmaktır!.
Kafamızda yarattığımız tanrımızla çok mutluyuz biz, zaman zaman onu beğenmesek, eleştirsek de!.
Çöle sosyal düzen kuralları getirdiğini sandığımız peygamber(?), ona gökten inen bir melek ve nihâyet gökteki tanrımız ile geçinip gidiyoruz işte!
Ne genetiğin evrensel duygusuz hükümranlığından haberimiz var; ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan evrensel tek şuurdan!.
Kozamdaki ben, gökteki dev pençe eli olan tanrım; sahip olduklarım(!?), ve onları yitirmekten dolayı yangınlarım, cehennemim!.. Ha, bir de, tabiatıma uygun ele geçirdiklerimden dolayı hayâlimde yaşadığım cennetim!.
Sakın arkanıza dönüp bize bakmayın yarınlardakiler; gökteki göksüzler; yerdeki yersizler!… Zamansız ve Mekânsızın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak varlığı devam edenler!

Sevmek ve ne pahasına olursa olsun sevdiğini elde etmek!
İşte sorun burada!.
Sana tasavvuf “elde etmeye çalış ne pahasına olursa olsun” demiyor!.
Karşılık bekleyerek yaptığın işin veya verdiğin her şeyin, senin “ego”nu, varlığını besleyen en kuvvetli gıdadır!.
Olmak için ölmek gerek!.
Nefsini öldürmenin anlamı, nefsini kurban etmek, yani, “ben”inden geçmektir!.
“Ben”le yaşamak en büyük yüktür!… Neyini verirsen ver, “ben”ini vermedikçe eremezsin!.
“Ben”ini yakıp, benliğini yok edecek tek şey de aşktır!.
Aşk, hiç bir karşılık beklemeksizin karşındakini sevmektir; sevdiğine kendini kayıtsız şartsız karşılık düşünmeksizin teslim etmektir!.
Bilgi ile yola çıkar, sever aşık olursan, erirsin, yok olur, erersin!. Eridiğinde ne sen kalırsın ne aşk!
Fâni fenâ bulmuştur; Bâki Bekâsındadır!.
Kesret karşılığı kullanılan vahdet kavramı da bir sembolden başka bir şey değildir!
Hay, Bâki, “Yefâlu mâ yürîd”, Mürîd Allah’tır!.
AHMED HULUSİ(MESAJLAR KİTABI)
X
Mevlâna Celâleddin`in çok sevdiğim şu beyti, önemli bir gerçeği vurgular…
“Dünle beraber gitti ne kadar söz varsa düne ait, cancağızım;
Bugün artık yeni şeyler söylemek lâzım!..”
Bu ifade, “müslümanlık” anlayışı ile ilgilidir; “İslam Dini” ile değil!.
Daha önce de çok açık bir şekilde vurguladığım gibi, “İslâm Dini” zamanüstü evrensel sistem ve düzendir Allah indindeki. Bütün Nebiler bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, kendi toplumlarına, anlıyabilecekleri değişik şekillerde açıklamışlar; bundan da çeşitli kavim veya Nebiler adına göre değişik dinler varmış zannı doğmuştur!..
“Sünnetullah” denilen, zamanüstü evrensel sistem ve düzen asla yenilenmez ve değişmez!. Dünya varolmadan ne ise, bugün de odur; kıyâmetten sonra da aynıdır!. Biz bunun, algılayabildiğimiz kadarına “doğa kanunu” da deriz!..
Yenilenme, anlayışta, yorumda olur!.. Yani, müslümanlık anlayışında, “Din”i değerlendirmede olur!.. Sistemde değil!. Zira, zaman değiştikçe insanların kavrayışları geliştikçe; ilim, irfan, teknoloji, fen ilerledikçe “İslam Dini”ni değerlendirme de o nispette değişir!.. Dün, sebebi anlaşılamadığı için inkâr edilen pek çok şeyin, bugün sistem ve düzen sonucu önerilmiş çok önemli ve zorunlu bir şart olduğu farkedilir!..işte bu, insanların “İslam Din”ini anlayışlarının, yani “müslümanlığın” yenilenmesidir; “DİN”in değil!.
Mevlâna Celâleddin`in söylediği de “Din”in, günün getirdikleri ışığında yeniden değerlendirilmesi; ve geçmişte kıymeti anlaşılmayan bir çok hususun değerinin farkedilmesidir! Bu yapılmadığı takdirde, Din anlayışımızı asırlarca önceki insanların şartlarının getirdiği kozayla kayıtlamış; pek çok konuda ilerlememize rağmen, “DİN”i anlamada ve değerlendirmede kendimizi geri kalmaya mahkûm etmiş oluruz!. “Dün” kozasından çıkıp, öze eremeyiz!.
Oysa olayın ilerleme doğrultusunda olması gerektiğine dair Allah Rasûlü’nün bir işareti de vardır… Bu konuda şöyle buyurur:
“Allah her yüzyılın başında bir müceddid gönderir; dini anlayışı yeniler!”
Bu işaret dahi, görüldüğü üzere, belli aralıklarla, o günün şartları içinde “Din”de yeniden değerlendirme yapmanın gereklilğini göstermektedir!.
Şimdi burada anlaşılması ve yapılması gereken şey şudur.. “DİN”de reform, olmaz, çünkü “Din”e form veren Allah`tır! Ancak “Din”i anlama ve değerlendirmede yeni bir çalışma; diyebiliriz!.
Endonezya ve Malezya`dan, tâ Fas, Tunus, Cezayir`e kadar uzanan Müslüman toplulukları içinde, geçtiğimiz yüzyılın başında bir müceddid çıkmış mı, çıkacak mı; ne zaman çıkar ya da her cemaâtin bir müceddid mi var; bunlara bizim pek aklımız ermez!.. Bu ilgilileri ilgilendiren bir konu!. Ama bizde yaş elliyi geçtiği için de, son çok yakın görünüyor!.
Öyle ise kendi şahsıma konuşuyorum; öncelikle yapmam gereken şey; tek başıma gideceğime ve kâbirde tek başıma meleklere cevap vereceğime göre… Kâbirde bana, mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca “Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın ne” şeklinde sigaya tutulacağıma göre…
“Rabbim Allah” diyebilmem için, öncelikle “Kur`ân-ı Kerim’in açıkladığı Allah” kavramını çok iyi idrak edip bunun sonuçlarını hissedebilmem!. “Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa” diyebilmem için, “Allah Rasûllüğünün” nasıl bir şey olduğunu, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek istediğini iyi anlamam ve O`nu tasdik etmem!. “Kitabım Kitabullah`tır” diyebilmem için, “Kitabullah`ı OKU`yabilmem”; ya da “Kitabım Kur`ân-ı Kerîm” diyebilmem için Kur`ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.
Dünyada bırakıp gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!. Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları “İslâm Dini” sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan yorumları, “İslam Dini” ve bizi bağlamaz!.
* * *
Günümüzde aydınlar var dünyada; aydınsılar var!.
Entellektüeller var dünyada; entelsiler var!..
Güdenler var; güdülmeyi isteyenler var!…
Ve…
“İSLÂM” var; “Müslümanlık” var!.
Aydın, objektif bir biçimde kaynaklara dayanan araştırmalar sonucu gerçeği bulan, bilendir!. Aydınsı ise, aydınlardan anlayabildiği kadarıyla yararlanıp; bunu çevresine satarak parsayı toplamaya çalışandır!..
Entellektüeller vardır dünyada… Belli katmanda kozasından çıkmış, akılcı bir biçimde bilimsel düşünce ile yaşamına yön vermeye çalışan!. Entelsiler var; entellektüellerin bakış açılarından ve yaşam biçimlerinden hoşlanıp, onları taklit eden; onlar gibi giyinmeye, oturup kalkmaya, yiyip içmeye, onlar gibi konuşmaya özenen!..
Aydınsılar ve entelsiler, varoş toplumlarına pırlanta gibi parlayan zirkonlardır!. Işıltıları cezbeder o varoşlardakileri!.. Ama onlar görmemişlerdir; bilmezler ki zirkonların pırlantadan farkını!. Dolayısıyla ancak zirkonlar hedefleridir onların! Ve onlar gibi olmak için, çok şeylerini vermeye hazırdırlar; ama “…si” bile olamazlar!
Fitrî istidat ve kâbiliyetleri gereği, gütmeyi sevenler vardır..idare etmeye, hükmetmeye çalışırlar insanlara; maddî ya da mânevî çıkarları doğrultusunda!. Topluluklar oluşturup onlara hükmetmek, buyruklar çıkartmak, yasaklamalar getirmek; gerçekleşmemiş bilinçaltı militarist yaşam arzularını tatmin etmek için! Ve için için, güdülmekten, kapıkulu olmaktan hoşlanan; güveni emniyeti bunda bulup; acziyetini böylece gidermeyi tercih edenler, huzur duyanlar vardır!.
Dünyada da, Türkiye`de de bu böyle!
Oysa Allah, insanı “en şerefli mahlûk” olarak yaratmış, yeryüzünde kendisine “halife” olarak meydana getirmiştir; kimin umurunda!.
Evet, aydınsılar ve entelsiler, elbirliğiyle, güdülenlerin dilinde dolaşan ve pek çok yönüyle akla-mantığa, bilime aykırı olan, kişilerin “müslüman”lığını tartışıp; “müslümanlık” dinine tâbi olan insanların, dünya toplumları içindeki geri kalmışlıklarını vurgulayıp, böylece “İSLÂM DİNİ”ni eleştirdiklerini sanmaktadırlar!.
AydınSI veya entelSİ olduklarının farkında ve bilincinde olmadıkları için de, “İSLÂM DİNİ” ile “MÜSLÜMANLIĞIN” birbirinden çok farklı iki kavram olduğunu; aradaki farkın farkedilmeden, Din konusunun ele bile alınamıyacağını bilmezler!.
Gütme hevesi ve güdülme arzusu içinde olanların zirkon değerindeki fikir ve bakış açılarını, “İslâm Dini”nin temelindeki düşünce sistemi diye değerlendirme yaparak; pırlantayı, hiç bilmediklerinden, bir kenara bırakırlar..
Bilgisizlik bîçareleri ne yapsınlar ki; ellerindeki tek kaynak gütme heveslileri ile güdülme arzusu içindekilerin dilinde dolaşan nağmelerdir!..
Mevlîd okumayı ibadet sanıp, “kandil”(!) gecelerini kutlayan; müslüman olmanın ilk şartı olarak kadının başını örtmesini bilen; namaz ya da orucun göktürklerin gökteki tanrısını hoşnud etmek için teklif edildiğini sanan dar anlayışılı kişilerin “müslüman”lığına, “İslâm Dini” diye bakar ve değerlendirirler!.
Mevlid`in Süleyman çelebi`nin şiiri olup, Kur`ân-ı Kerîm’in teklif ettiği ibadetlerle hiç bir ilgisi olmadığını anlamazlar!.. Ölülere mum dikip kandil yakmanın “Din”le hiç bir ilgisi olmadığını; yalnızca, Mi`râc, Berâat, Kadir gibi gecelerin değerli saatler ihtiva ettiğini farketmezler.. Şeker ve Kurban bayramlarının olmadığını, FITR ve Hac bayramlarının yaşandığını duymamışlardır bile!. Kur`ân-ı Kerîmde teklif edilen namaz, oruç, hac gibi çalışmaların, gökteki tanrının hoşnutluğu için değil; kendi geleceklerini kurtarmaları için önerildiği hiç anlamamışlardır!
“İSLÂM DİNİ”, Allah indindeki, zamanüstü evrensel sistem ve düzendir!. Orijindir; asıldır, zamanla değişmeyendir.. Kur`ân, bunu anlatır!.
“MÜSLÜMANLIK”, insanların kendi kapasiteleri, şartlanmaları, çevrelerinin örf ve âdetleri, güdenlerinin sınırlamaları içinde “İslâm Dini”ni yorumlamalarıdır.
Artık anlayın ki yorumlar “İslâm Dini”ni bağlamaz!.. Orijini farketmeye çalışın!.
“Müslümanlığı” bırakın “İslâm Dini”ne bakın!..
* * *
Günümüzde ya iyi Türkçe bilmemekten ya da hiç düşünmeden şartlanma yollu bir takım verileri kabullenme; ve bunların aslını araştırmama yüzünden “müslümanlık” ile “İslâm Dini” arasındaki çok önemli farkı hiç farketmiyor; bu yüzden de çok büyük yanılgılara düşüyoruz!.. Oysa bu ikisi çok ayrı kavramlardır!..
Bu “Ramazan Bereketi” sayfasındaki yazılarımda öncelikle amacım, iki çok önemli gerçeği farkettirmek..
1. “Tanrı” kavramı ile “ALLAH” ismi arasındaki çok önemli anlam farkı..
2. “Müslümanlık” ile “İslâm Dini” sözcükleri arasındaki çok önemli anlam farkı..
Bunlardan birincisini daha önceki yazılarımda anlatmıştım.. Bu konuyu detaylı öğrenmek isteyenler “Hz. Muhammed`in açıkladığı ALLAH” isimli ve 13. baskısı şu anda kitapçılarda olan eserimizi okuyabilirler… Bu kitabın ayrıca İngilizce, Fransızca, Rusça ve Almancası da vardır yurtdışına yollamak isteyenler için… Gene bu konuyu özet olarak anlatan “Farkın farkında mısınız” isimli kitapçığı ücretsiz olarak Kitsan yayınevinden temin edebilirsiniz; telefonu 212-513 67 69 ve 212-511 31 44`tür..
“Müslümanlık” ile “İslâm Dini” arasındaki çok önemli farka gelince…
“İslâm Dini”, Allah indindeki zamanüstü evrensel SİSTEM ve DÜZEN`dir!.. Allah, yaratmış olduğu bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, Rasûlü diliyle insanlığa açıklamıştır.. Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından öte, ebedî ve ezelî gerçekleri farkederek; hem hakikatları olan Allah`ı tanımaları; hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan Allah`a ait özelliklerle geleceklerini, ebedî hayatlarını inşâ etmeleridir..
“Müslüman”, Allah Rasûlü’nün bildirdiklerine anladığı kadarıyla uyandır!
“Müslümanlık”, Allah Rasûlü`nün bildirdiklerini kendi kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür!. Buna, bütün müslümanlar dahildir. Her birimiz, görgümüz, kültürümüz, yetişme ortamımız, kabiliyet ve istidadımız; bizim yetişmemizde rol oynayan insanların kapasiteleri ve nihayet yetiştiğimiz ortamın toplumsal şartlanmaları ile değer yargıları sonucunda kişisel yorumlarda bulunuruz “DİN” hakkında; ki bu da, Müslümanlığı oluşturur..
“İslâm Dini” göresel, yani izafî, relâtif yani algılayana göre değişken değildir!.. Mutlaktır, kesindir, değişmezdir!. “Sünnetullah” da denir bu “SİSTEM ve DÜZEN”e Kur`ân-ı Kerîm’de..
Hangi mertebedeki kim olursa olsun herkes, bu “Sistem”den algılayabildiği kadarını kavrar!.. Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veri tabanlarındaki bilince kadar, her şey bu “sistem” içinde yer alır ve görev yapar!. Genden galaksiye ulaşan bir zincir içinde insan kopuk tek başına bir halka değildir elbette akıl sahiplerince!. Basireti açıklarca!.. Materyalist zihniyetten kurtulmuş bilimsel altyapılı kişilerce…
Ne çare ki “müslümanlık dini” içinde doğup büyümekte; ve bu kozanın dışında bir de “İSLÂM DİNİ” olduğunu farketmemektedir müslümanların çok büyük çoğunluğu!.. Sonra da sorulmaktadır…
-Kur`ân bu kadar yüce bir kitapsa, niçin müslümanlar dünyada geri kalmış toplumları oluşturmaktadır?
“İslâm Dini” yerine; kapsamı fevkâlâde daraltılmış ve bir kozaya dönüşmüş, yalnızca şekil ve tapınma dini diye anlaşılmış, göktanrıdan umut beklenen “müslümanlık dini” ile daha nereye varılabilirdi ki?..
ALLAH Kitabını okumak yerine, tavuğun suyun suyunun suyunun suyu mâhiyetinde bile olmayan; sayısız hurafe, safsata ve mantıksızlıkları din niyetine kabul anlamına gelen hikayeleri, din esasları sanarak nereye ulaşılabilir ki?
Bir yol önderinin kitaplarını, belki de hiç anlamadan okuyup, tekrar etmekle “müslümanlık dini” kozasını delip asla “İslâm Dini”ne ulaşamazsınız!.
Herkesten fikir alıp, kendi anlayışınızı kendiniz oluşturmak zorundasınız; çünkü tek başınıza ve kendi hesabınızı sadece kendiniz vermek suretiyle âhırete geçeceksiniz!
Sadece kendi yolunun kitaplarını okutup; başkalarınınkini yasaklayanlar, “İslâm Dini”nin yol kesicileridir; “müslümanlık dinin”in efendileri gibi gözükse de!
İmam-ı Gazalî`den Şahı Nakşıbend`e, Abdulkadir Geylanî`den Hacı Bektaşı Velî`ye, Mevlana`dan Saidi Nursi`ye kadar önde gelen ne kadar düşünür ve hâl ehli varsa hepsini okuyup; onların teker teker “İslâm Dini”ni nasıl anladıklarını görüp, bundan sonra da kendi anlayışınızı kendiniz bina etmek zorundasınız; taklitçilikten, güdülen olmaktan kurtulmak, “İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”a ermek için!.
İnsanların ve müslümanların, “İslâm Dini”ni maddeci bakış açısından arınmış olarak yeniden değerlendirmekten başka kurtuluş yolu yoktur!.
* * *
Bir kısım müslümanlar, materyalist düşüncenin tesirlerinden kendilerini kurtarabildikleri zaman, İslâm Dini`ni çok daha iyi anlıyacak; İslâm Dini`nin açıkladığı muhteşem boyutsallığı ve “DİN”in işaret ettiği SİSTEMİ farkedeceklerdir!..
Ne demek, müslümanların materyalist düşüncenin tesirlerinden kendilerini kurtarmaları?.
“İslâm Dini” başlıca iki yorumla günümüze uzanmıştır;
1. Tasavvuf yolundan yetişip hakikata erenlerin, bunu çeşitli şekillerde açıklayan düşünceleri…
2. Tasavvuf ilminden ve irfânından yoksun; gözü ve kulağı kadar düşünüp, ardına geçemeyen; madde boyutunun ötesini değerlendiremeyip, insanı kuru beden ve bir de onun içine gönderilmiş(?) ruhtan ibaret sayarak, ötedeki bir tanrıya tapınmak ve insanları da buna zorlamakla gününü geçiren hocaların fikirleri!…
Birinciler, Allah Rasûlü`nün “bedenleriniz ruhlarınızdır; ruhlarınız bedenleriniz” işaretindeki sırrı da anlamış olarak; önce, insanı beden ve ruh ötesi bir bilinç varlık olarak farketmişler; daha sonra, mutlak varlığın yalnızca Allah`a ait olduğunu hissedip, bunun getirisini yaşamışlar; ve dahi bunun ötesinde, algılanan tüm âlemlerin bir hayâl olduğunu, algılanan birimselliğin algılayanın özelliğinden ileri geldiğini saptayarak, “âlemlerin aslı hayâldir”, demişlerdir yüzlerce yıl önce!.. Hatta bunların da ötesine geçerek, tüm varlıkların özelliklerinin her bir zerrede mevcut olduğuna şehadet etmişlerdir; Rasûlullah Aleyhisselam’ın 1400 küsur yıl önceki “zerre küllün aynasıdır” açıklamasında olduğu gibi!.
1400 yıl sonra batı bilimi nereye ulaşıyor?..
Daha 1900`lerin başında maddenin özüne inerek onun atomlardan oluştuğunu keşfediyorlar!. Günümüzde ise, madde diye bir şeyin varolmadığını; atom boyutundaki bileşik dünyanın, göz algılama kapasitesi sebebiyle ayrı ayrı birimler ve madde yapılar olarak kabul edildiğini, farkediyorlar..
Hatta çok yakın bir tarihte, Amerika`nın en önemli beyin araştırmaları merkezinin direktörü olan Stanford Üniversitesi nörofizyologlarından Prof. Karl Pribram tarafından, beyin hücrelerinin çeşitli frekansları değerlendiren bir merkez olduğu; beynin, “holografik” esasa göre çalıştığı açıklanıyor!.
Gene aynı tarihlerde, Einstein`ın talebesi ünlü fizikçi David Bohm tarafından da, algıladığımız dış âlemin Quantum fiziğine dayalı olan “holografik” sisteme göre varolduğu anlaşılıyor; ve bu gerçekler Michael Talbot tarafından derlenerek yayınlanıyor!..
Bütün bunlar neyi açıklıyor?… Şunu…
“Beynimiz, zaman ve mekân kavramlarının ötesinde, derindeki bir varlığın hükmünün, başka bir boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarının, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürücüsü”.. Ve bu sonuç Pribram için “dünyanın gerçekte mevcut olmadığını” idraka yeterli!.. En azından kabul ettiğimiz gibi varolmadığına..
Dışımızda(!?) bir dalgalar(wawe) ve frekanslar okyanusu mevcut; ve beynimiz, bu dalgalar okyanusundan derlediklerini şu anda algıladığımız şekle dönüştürüyor!.. Biz bu konuyu, çok detaylı bir şekilde “TEK`İN SEYRİ” isimli son çıkan kitabımızda açıklamaya çalıştık..
Çok asırlar önce, keşif ya da fetih yollu “hakikat”a eren Allah velileri ise bu gerçeğe şöyle değinmiş: “Âlemlerin aslı hayâldir”!… “Sadece Allah vardır; bunun dışında algılanan her şey O`nun gölgesidir”!…
İşte, madde kavramının esâmesinin geçmediği günümüz bilim dünyasının tesbitleri… Ve bundan asırlar önce, bu gerçekleri benzetme yollu dile getirmeye çalışan İslam sûfilerinin dedikleri !…
Diğer yandan, bütün bunları hiç duymamış; yaşamı yalnızca madde boyutunda maddeye dönük bir biçimde değerlendirmeye çalışan müslüman din(!) bilginleri(!).
Yedi kat semâ dendiğinde, boyutsal derinlik ve katmandan habersiz, gökte yedi tabaka bulmaya çalışan; Rasûlullah yedi göğü aştı mi`râc ‘ta, dendiğinde, gök tabakalarının yedisini aşıp, göktanrının huzuruna gittiğini sanan; atomaltı boyutun değerlerinin “semâ” kelimesi ile anlatılmaya çalışıldığını hiç farketmeyen; “İslâm Dini”ni beş duyuya dayalı zaman-mekân kavramları içinde anlamaya çalışan materyalist müslümanlar!.
Mecâzı, “Hakikat” sanıp; “Hakikat”ı, mecâzda arayan saf müslüman kardeşlerim!
Artık, materyalist felsefenin de tesiriyle gelişmiş ötendeki tanrı anlayışına dayalı “müslümanlık”tan, Allah`ın evrensel sistem ve düzeni olan “İslâm Dini”ni farketme ve bunun gereklerini yaşama noktasına gelmeliyiz!. Bunun için de, bizi bu koza içine hapseden yanlış bilgilerden arınmalıyız!..

“İslâm Dini”ni deşifre eden tasavvuf erenlerinin eserlerinde açıklanan düşünce sistemi ve bakış açısıyla, son yıllar bilim dünyasının verilerini bir araya getirerek “Allah indindeki Dinin” ne olduğunu anlamaya çalışmalı; ve bunun gereklerini de elden geldiğince yaşamalıyız.
Rasûlullah`a gelen ilk âyet “OKU”dur!. Rasûlullah`ın ve Kur`ân’ın müslümanlara tavsiyesi “ilim öğrenin”dir!..
“Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır”
uyarısı, ilmin hangi kaynaktan gelirse gelsin değerlendirilmesi yolundadır..
Soru sormayı yasaklayanlardan kaçın ve uzak durun!..
İlmi yasaklayan ve kendini tabu kabul ettirenlerden kaçın ve uzak durun!..
Dünyaya bir daha kesinlikle geri gelmeyecek ve bu defa edinemediğiniz ilmi bir daha asla elde edemeyeceksiniz..
“İslam Dini”ni maddeci, şekilci; şartlanma yollu taklitçi bir zihniyetle değerlendimek, bize, öğrenmiş olduklarımıza göre, kesinlikle mümkün değildir..
İlim her müslümana farzdır!.. Ezberleyerek değil; idrak ederek!.
Bunun için de tek yol vardır, “kökten dinci” olmak!
BEN “KÖKTEN DİNCİ”YİM !..
* * *
Dostlarım… Lûtfen bugüne kadar “şartlanmaya dayalı din kabulü” dolayısıyla farkedemediğiniz şu kesin gerçeği farketmeye başlayınız…
“İslâm Dini” orijini itibariyle, bize içinde yaşadığımız “YAŞAM SİSTEM ve DÜZENİ”ni açıklamak; hangi tür davranışların hangi tür sonuçlar oluşturduğunu ve dahi oluşturacağını bildirmek, amacıyla gelmiştir.. Hangi birimden ne tür bir davranış çıkarsa; o birim, bulunduğu hâlin, ya da üzerinde olduğu fiîlin sonuçlarına katlanmak zorundadır, bu sisteme göre!..
Doğa kanunları denilen farkettiğimiz; ya da farkedemediğimiz tüm kanunlar ve prensipler, gerçekte Allah düzeni ve sistemidir; kim bunları değerlendirmezse veya dikkate almazsa sonuçta pişmanlık içinde bu davranışının neticesine katlanır!
Kur`ân-ı Kerîm’deki şu âyet bu gerçeğe işaret eder:
“…yetefekkerûne fiy halkıssemavati vel ard = Yeryüzünün ve gök boyutlarının oluşumunu tefekkür ederler…”
Kapsamlı akıl sahibi insanların, evrendeki oluşumu değerlendirmek sûretiyle “Allah sistemi ve düzeni”nini tanımaları gereğine işaret eder bu âyet.. Bunun gibi daha pekçok âyet vardır ki onlar da, insanların, mevcut yaşam sistemini değerlendirerek, bu yoldan “Allah Sistemi ve düzeni”ni anlamalarını teşvik eder.
“Ne ekersen onu biçersin” sözü bu sistem gerçeğinin eski bilgeler tarafından özetleniş biçimidir!. “Rüzgâr eken fırtına biçer” sözü de!…
Yani daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi, ne çalışma yaparsanız, onun karşılığını alacaksınız; yarın da, ölümötesinde de!.
“İnsan için yaptığı çalışmalardan başka bir şey oluşamaz”(53-39)
Âyeti de bu kesin gerçeğe işaret eder..iş bu sebepledir ki, yukarıda, ötenizde varsaydığınız bir tanrının, inkâr veya ihmal ettiğiniz çalışmaların karşılığı olarak vereceği bir şey yoktur!.
Allah Rasûlü’nün size ölümötesi yaşam şartları gereği olarak, yapmanızı önerdiği çalışmaları yaparsanız, Allah SİSTEMİ sonucu onların getirisini elde edersiniz.
Kur`ân ve Allah Rasûlü önerilerini dikkate almaz; yapmanız zorunlu olan bu çalışmaları ihmal ederseniz; gene ALLAH SİSTEMİ ve DÜZENİ sonucu, çok büyük pişmanlıklar içinde yaptıklarınızın neticesine katlanmak mecburiyetinde kalırsınız!.
“Biz, sizi yakın olan sıkıntı ve azaplara karşı uyardık!.. O gün kişi yaptıklarının sonuçları ile karşılaşacaktır!… Bu anlatılan gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyecektir:
-Keşke toprak olsaydım -yok olsaydım-!.” (78-40)
“Yaptıklarınızın karşılığına ereceksiniz..” (36-54)
“Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık görmezsiniz”… (37-39)
Örnek olarak verdiğimiz bu bir kısım âyetler olarak şu kesin gerçeği vurgulamaktadır:
Şu anda seni yukarıdan seyredip yaptıklarını yargılayan; yarın senin hakkında karara varacak olan bir tanrı inancı ve bu inanca dayalı din anlayışı bâtıldır, geçersizdir!..
Her şeyi ilminde, ezelde, bir amaçla, bir SİSTEM ve DÜZEN şeklinde yaratmış olan “ALLAH”, Rasûlü aracılığıyla insana bu SİSTEM ve DÜZENİ bildirmekte; ve yürürlükte olan o sisteme, yani Allah yasalarına göre, yaşamına yön vererek, kendini gelecekte karşılaşacağı çok tehlikeli olaylardan koruması teklif edilmektedir..
Ya bu SİSTEMİ anlayıp idrak edecek; ve yaşamımıza ona göre yön vereceğiz; geleceğimiz cennet olacak!..
Ya da dedi-kodularla, masallarla, boş hayallerle; safsata ve hurafeleri “Din” sanarak, kesinlikle yapılması gerekli çalışmalara -ibadetlere- boşverip; çok acı sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde olacağız!..
İsterseniz bundan sonra, bu SİSTEM gereği düzenlemeyi farkedip, “İslam Dini” kapsamında insana teklife edilen zikir, namaz, oruç, hac gibi çalışmaların anlıyabildiğimiz kadarıyla gerekçelerinden, hikmetlerinden sözetmeye çalışalım…
* * *
Bildiğimiz kadarıyla…
Adama para çıkmış piyangodan; aldığını yolda çaldırmış!.. Ne olacak?…
Haydan gelen huya gider!.. Emek, alınteri olmayan hayreder mi insana!..
“İslam Dini”ni anlamışlar ise, bu güzel sözü şöyle kullanmışlar:
“Hay”dan gelen “HÛ”ya gider!..
Yani, “Hay” ismiyle bildiğimiz Allah`tan gelen, gene “HÛ”ya, yani O”na gider!.. Demek isterler ki, “her şey O`ndan gelir ve gene O`na döner”!.
Orijinal söylenişindeki anlam ile günümüzde dönüştüğü mana ne kadar farklı değil mi?.. Tıpkı “İslam Dini” ile “Müslümanlık” arasındaki fark gibi!
Ya diğer bildiklerimiz?…
Niye “abdest” alınır?… De ki, temizlik olsun, diye!.
“Abdest” temizlik olsun amacıyla önerilmiş olsa; su bulamadığın zaman “teyemmüm” et, denerek adama yüzüne toprak sürdürülür mü?..
-Yavrum yüzün kirlenmiş, sular akmıyor, git yüzüne toprak sür de temizlen; mi dersiniz?…
Ciltteki hücrelerin, ozmoz yoluyla üstlerindeki suyu içine çektiğini çoğumuz ortaokuldan biliriz!.. Suyun, H2O olduğunu, bu yapısıyla da elektrik ihtiva ettiğini de!. Vücut denen organik fabrikanın, dışardan aldığı katı ve sıvı gıdaları analiz ederek bioelektrik enerjiye dönüştürdüğünü de biliriz belki!.
Ama, gene de “abdest”in vücudun bioelektrik enerjisini kısa yoldan arttırma amacıyla da önerilmiş olacağını hiç aklımıza getirmeyiz!. Ya teyemmüm?. Bunları olabildiğince “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitapta açmaya çalıştık; umarım başarılı olmuşuzdur!.. Elbette elimizden geldiği kadarıyla..
Ya bir bardak suyla, hattâ toprakla “abdest” alarak temizlenilir mi?..
“Abdest” temizlik için değilse… Allah Rasûlü pek çok zaman bir bardak kadar suyla “abdest” almışsa… Bu durumda “abdest” olayını nasıl değerlendirecek ve “Tâhir olmayanlar Kur`âna el sürmesinler” hükmünü nasıl anlayacağız!.
“Tâhir” kelimesinin zıddı Kur`ânı Kerimde “necis” kelimesidir.. “Necis” kelimesi de, “ŞİRK” kavramı için kullanılarak; “müşrikler necistir” hükmü verilmektedir!.
Demek ki, “ŞİRK”, “necis” ise; bunun zıddı olan “tâhir”lik de “TEVHİD” ehlinin hâli ile alâkalıdır.. Bu durumda, Kur`ân-ı Kerîmdeki, “tâhir olmayan el sürmesin” uyarısının anlamı; abdestsiz olan mushafa yani Kur`an muhtevalı cilt ve sayfalara el sürmesin, anlamına değil…
“Tevhid” anlayışına ulaşmamış, şirkten arınmamış olanlar, Kur`anı anlamaya uğraşmasınlar; ondaki incelikleri kavrayamazlar; anlamınadır!..
Arınılması zorunlu kir, bedensel olan değil, düşünsel olandır!.
Düalizmle, “bir ben, bir de ötemde tanrı” anlayışıyla Kur`ân-ı Kerîmin sırrının anlaşılabilmesi asla mümkün olmaz! Çünkü bu da, “şirki hafî”dir!. Önce “tevhid”in ne olduğunu anlıyarak, “şirki hafî”den arınmak suretiyle “tevhid ehli” olmak gerekrir.. Ancak böylece “tâhir” olunup, Kur`ân anlaşılmaya başlanır… Kur`ân `ın anlaşılamamasının; ötedeki bir tanrının yanından elçiyle gönderdiği buyruklar kitabı gibi değerlendirilmesinin sebebi “düşünce boyutunda şirkten” yani “necislik”ten kurtulup, “tâhir” olamayışımızdır!. Aksi takdirde, gün boyu duş altında dursak, gene de “düşünsel tâhirliğe-arınmışlığa” kavuşamayız!… Secde edemeyiz!..
Secde mi..? Elbette secde!.. Çünkü tâhir olmayan, secde edemez elbette!.
Secde denince, bir sultanın önünde secde eder gibi; görünmeyen bir sultan olan tanrının huzurunda; ona saygı ifadesi olarak mı secde ediliyor sanıyoruz?.. Oysa bu “şirki hafi-gizli şirk”tir; ve de bunu yapan düşünsel taharete ermemiştir!
Acaba secdeyi, ötenizdeki bir tanrı için mi yapıyorsunuz; yoksa her an, her yerde ve dolayısıyla da varlığınızın her zerresindeki Allah`ın farkında olarak; O`nun özelliklerinin sizden açığa çıkışına “kulluk” etmek amacıyla mı?
Secdeyi, varlığını oluşturan Allah`ın güzel isimlerinin oluşturduğu mânâların; tesbih, tefekkür veya dua ederken, beyne giden çok yüksek kan dolayısıyla daha güçlü bir şekilde gelişmesini ve açığa çıkmasını temin etmek amacıyla mı!..
“Secdem yokluğumdur, ete kemiğe bürünmüş olarak görünen sensin… Ben, kelimesi ardında açığa çıkmaktasın sen”!… anlayışı mı secdeyle dile gelmekte; ve o anda beyne gelen kanla da, beyin bu konuda daha güçlü ilham alıp, bu manayı daha güçlü beyin dalgalarıyla sisteme yaymakta? Biz ya kendimizi iyi tanıyacak, kuvvetlerimizi bileceğiz; ya da hükmedenlerce güdüleceğiz!..
Hükmedenler hükmedecek; güdülenler de güdülecek!..
* * *
“İslâm” nedir?
Neden “İslâm”?
“İslâm” kelimesi kullanım alanı olarak iki mânâdan kaynaklanıyor;
Selâmete çıkma, selâmete erme anlamına.
Teslim olmak anlamına…
İslâm’ı anlamak için, öncelikle “Hz. Muhammed Neyi OKUDU” isimli kitabımızda anlattığımız bir biçimde “İkra”-“Oku” diye başlayan, ilk âyetlerin mânâsını anlamak gerek. Bundan sonradır ki, İslâm`ın ne olduğunu anlamak daha kolay olur.
Niçin İslâm?
“İslâm”, selâmet bulma, selâmete erme, “selâm” isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.
“Allah”ın “selâm” isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, “Cennet yaşamı” dediğimiz yaşama geçer.
İşte bunun içindir ki İslâm, bunun için teslim olmak!
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN islâm`dır”;
diyor Kur`ân!…
Din, “ALLAH HÜKÜMLERİ bütünüdür; “ALLAH DÜZENİ”dir; “ALLAH SİSTEMİ’dir!.
Buradaki ilâhi sistem ve ilâhi düzen kavramlarını yanlış anlamayalım!… Beşeri düzenlerle, sosyal-siyasi düzenlerle, siyasi rejimlerle buradaki düzen kelimesini karıştırmayalım.
“ALLAH SİSTEMİ” dediğimiz zaman, olayı kelime şekliyle, şeriat yönüyle de ele almayalım!.
Bu öyle bir düzendir ki, Kur`ân bize bu sistemin HER AN , her zerrede yürürlükte olduğunu bir çok yerinde vurguluyor.
“VE LEN TECİDE Lİ SÜNNETİLLAHİ TEBDİL” (48-23)
“ALLAH`IN YARATIŞ SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞME-YENİLENME OLMAZ”
âyeti, bu genel düzeni ve sistemi anlatıyor.
Yani ister nebat, ister hayvan, ister insan, ister melek, ister cin olsun, tüm varlıklar bu genel sistem içinde kendi varoluş gayelerine uygun olarak görevlerini meydana getirmektedirler!..
“KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLÂM’DIR”
âyetinde de işaret edilen mana, tüm varlıkların bu “doğal ve zorunlu teslimiyeti”dir..
Yani bir diğer ifadesiyle;
“Evren tüm içindekileriyle “ALLAH”a teslim hâldedir”!..
KESİNLİKLE TÜM VARLIKLAR ALLAH`A TESLİMDİR Kİ BU GERÇEK DİNDİR!..
Varolan hiç bir varlık, hakikatı itibariyle, esası itibarıyla “ALLAH”a isyan edemez, âsi olamaz.
İblis`in “Allah”a isyanı dahi, ezeli görevi ve var oluş programının sonucudu!r… Çünkü varoluş mertebelerinde, bir çok varlıkların, kendi görevlerini yapmaları, veya imtihana tabi tutulmaları, cinler aracılığıyla olacaktır.
Eğer İblis`in o isyan dediğimiz hâli olmasa, ne Adem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet halinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilahi gücü ortaya çıkarma, çalışmaları var olurdu!…
Çünkü, zaten Adem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti… Yani, o bir kısım ilahi güçlerle tahakkuk ediyordu!.
Cennette herkesin her istediği olacaktır!.
Adem`in de cennette hemen her istediği oluyordu!.
Ancak şu farkla ki…
Adem Aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!…
“YERYÜZÜNDE BİR HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM”…
âyeti de, O`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!..
Bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu!… Bu sebeple de bulunduğu yere “yeryüzü cenneti” denmekteydi!.
Ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu…
Çünkü kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen “VEHİM” duygusu oluşmamıştı!..
“VEHİM” duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.
Varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde “vehim” yatar!..
“Negatif varsayım” diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür!.
Eğer kişi “VEHİM” duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdetâ cennet yaşamına döner… Buna karşılık insan “vehminin” esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!.
Varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir “VEHİM”!..
İnsan, “VEHİM” hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkânsız olan o şeyi mümkün hâle getirebilir!..
Ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir… Sanki cennetteymişçesine!…
İşte yeryüzünde yaratılmış olan Adem Aleyhisselâm da, “VEHİM” duygusunu tatmadan yaşadığı için bulunduğu ortam “yeryüzü cenneti” olarak tanımlanıyordu..
Şu gördüğümüz, içinde yaşadığımız nizam, gerçeği itibarıyla, ilâhi hükmün âşikâre çıktığı bir nizam ve düzendir.
Kâinatın ve evren içindeki her birim…
Dikkat edin, burada “birim” kelimesi özellikle üzerinde durulması gereken bir kelimedir; zira insan, melek, cin, hayvan, nebat hep birim kelimesinin içine girer…
Evet, her birim, gerçek mânâsıyla “Allah”a kulluk hâlindedir. İnsanlar ve cinler için zaten bu, Kur’ân `da çok açık ve seçik vurgulanmıştır.
“BEN İNSİ VE CİNNİ YALNIZCA KULLUK ETMELERİ iÇİN YARATTIM”!.
Allah`ın bir gaye için yarattığının, o gayeye hizmet vermemesi mümkün değildir!… Muhaldir!.
Dikkat ediniz, buradaki âyette hiç bir sınırlama yoktur!…
“Müminleri kulluk etsinler diye yarattım”, demiyor!… “Sadece insanları…. “da demiyor!…
“Cinleri de… ” diyor. ” diyor.
“Cinleri de…” dediği zaman, “şeytan ve iblis” tavsifleriyle anlatılan tüm cinler dahi bunun içine giriyor!..
Melekler, zaten mutlak kulluk halinde!… Bütün melekler doğal olarak ALLAH hükümlerinin gereğini uyguluyor, yerine getiriyor.. Onlar için zaten tartışma yok.
“İnsanlar ve cinler” için, acaba kulluğu yerine getiriyor mu getirmiyor mu tartışması var!. Halbuki bu tartışma da abes!.
Âyet var Kur’ân-ı Kerim ‘de!.
Âyete göre “İNS” ve “CİN” türleri istisnasız ve sınırlamasız hepsi de “Allah”a kulluk etmeleri için yaratılmıştır.
“Allah” bir nesneyi, bir birimi ne iş için yaratmışsa, o birim yaratılış gayesinin gereğini mutlaka, olduğu gibi yerine getirecektir!. Bunda hiç bir tereddüt yoktur!.
İşte bu yüzdendir ki, ALLAH muradına uygun olarak yaratılmış olan bütün varlıklar, “Allah”ın dileğine uygun olarak, gereken fiilleri ortaya koymaktadırlar.
Bu “Din”dir ve bu “İslâm”dır.
Onun içindir ki âyette:
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İSLÂM`DIR”. (3-19)
denmiştir.
Ve ayrıca vurgulanmıştır ki:
“İSLÂM`IN GAYRINI DİN SEÇENDEN BU KABUL EDİLMEZ”!.. (3-85)
“KİMİN ANLAYIŞINI İSLÂM’I KAVRAMAK ÜZERE AÇARSA ALLAH, BU ONA RABBİNDEN BİR NURDUR” (39-22)
Evet, “İslâm”ı gerçek anlamıyla kavrayabilmek son derece büyük ve önemli bir iştir; ki, Rabbinden kendisinde açığa çıkan bu “NUR”, yani gerçeği farketme-kavrama gücü, kişiyi evrensel sistemi tanıma noktasına ulaştırır!..
Şimdi biz âyetleri anlamak için incelerken, öncelikle şunun üzerinde çok duracağız… Âyetin başında ve sonunda herhangi bir sınırlama, bir istisna var mı, yok mu?… Önce buna bakacağız!.
Meselâ:
“BİZ YERYÜZÜNDE İNSANI HALİFE OLARAK MEYDANA GETİRDİK.”
derken insanın halifeliğini “yeryüzü” ile sınırlıyor!. Yeryüzünde halife!.. Burada bir sınırlama var!.
Fakat, “Kesinlikle Allah indinde Din İslâm”dır derken, orada bir sınırlama bir kayıt yok… Yani, dünyada veya falanca galakside demiyor!..
Nerede?…
Dünyada da!. Dünyanın içinde bulunduğu güneş sisteminde de!. Diğer galaksilerde de!.
Kâinatın tamamında yani bütün bu evrenin tüm yapısında, her zerrede, her noktada bütün varlıklar Allah`a teslimdirler!. Burada kesin olarak işte bunu vurguluyor!.
Yalnız burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur:
“Bütün varlıklar Allah`a teslim olmuş vaziyettedirler” derken, birimler kendi özgür iradeleriyle “Allah”a teslim olmuş, değil!..
Birim, “FITRATIYLA” yani var oluş şekli ve programıyla Allah`a teslim olarak yaratılmıştır, zaten!…
Birim, Allah`ın indinde, dilemesine uygun olarak meydana getirilmiştir Allah tarafından…
“FITRATIYLA” meydana getirildiği için de, teslim olmuş durumdadır!. Yani, birimin teslimiyeti dediğimiz, “Allah`a teslim olma hâli” dediğimiz, içinde bulunduğu hal, var oluşundan yani “fıtrat”ından meydana geliyor otomatikman!…
Yapısından, nüvesinden, özünden meydana geliyor!..
İşte bunu izah içindir ki Hz. Rasûlullah:
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar”
demiştir. (1)
(1)”FITRAT” konusunun içyüzü geniş bir şekilde “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda açıklanmıştır. Arzu edenler bu konuyu detaylarıyla oradan inceleyebilirler!. A. HULUSİ
Olaya yüzeysel bakanlar diyor ki; “müslümanlığı kabule istidatlı olarak doğar her doğan çocuk”!.
Hayır! Olayı yalnızca “müslümanlık”la kısıtlayarak dar anlamda almayalım!.
Her doğan çocuk; ki bunu bebek diye de; veya geniş kapsamlı olarak kâinatta var olan her varlık diye de anlamak mümkündür… İslâm fıtratı üzere doğar, yani İslâm kelimesinin açıkladığı mânâda, programlanmış olarak meydana gelir.
Nitekim başka bir âyet:
“DE Kİ: HEPSİ DE (Şâkıleleri) VAROLUŞ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR!.” (17-84)
Âyette geçen “ŞÂKİLE”, daha önce izah ettiğimiz, “FITRAT`ın oluşturduğu programın doğrultusu”, anlamındadır..
İşte bu husus, “İslâm”ı açıklar.
Yani, var olan bütün birimler;
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İSLÂM`DIR”
hükmünce meydana gelmiştir.
Bu yüzdendir ki “İslâm”, dünyada sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhi düzendir!.
Şayet bunu anlıyabildiysek, artık “İslâm”ı dar mânâda sadece belli ölçülerle, şekillerle kayıt altına almayalım!.
“İslâm”, “Allah”ın, dilediği mânâları ortaya koymak üzere, kâinatta mevcut tüm birimleri kendi ilmiyle, ilminden, dilediği yapı ve özelliklerle; dolayısıyla da kendine “TESLİM” bir hâlde halketmesi; ve birimlerin de bu gayeye yönelik davranışları doğal olarak ortaya koymalarıdır.
Bu durumda bir kişinin “İslâm”ı fark ve kabul etmesinin doğal sonucu olarak ne yapması gerekir?
Burada şu gerçeğe işaret edelim;
İslâm inancına göre kişinin muhatabı Allah`tır; Rasûlullah`tır!.. Bunların dışında inancını kimseye ispatlama mecburiyeti yoktur!.
Kişi inanır veya inanmaz, bunun sonuçlarını da ölüm ötesi yaşamda görür!.. Çünkü bu dünya zorlama değil, “TEKLİF” dünyasıdır!..
Kimsenin başkalarını herhangi bir konuda inanmaya zorlama hakkı yoktur!..
Nitekim aşağıdaki âyette bu konuya açıklık getirilmiştir:
“DİN iÇİNDE ZORLAMA YOKTUR!.” (2-256)
Ne var ki KUR`ÂN-I KERİM’İN bu açık hükmünü ifade eden âyet birçok müslüman olduğunu ifade eden kişi tarafından benimsenmemekte; çeşitli mantık oyunlarıyla insanlara zorla-baskıyla İslâm önerileri uygulattırılmak istenmektedir..
Yani, insanlar, inanmadıkları şeyi yapmağa zorlanarak, “münâfık-ikiyüzlü” hâle getirilmektedirler!.
Oysa, yaşadığımız dünya “TEKLİF-ÖNERİ” dünyasıdır; “İMAN EDEN” imanının gereğini “iman”ı kadarıyla yapar; “iman”ı olmayan da dilediği gibi yaşar ve ölüm ötesinde de bunun sonuçlarına katlanır!.
“CEZA”, yani yapılan veya yapılmayanın karşılığı ölüm ötesinde ALLAH sistemi içinde alınacaktır!.
Burada bir nebze değinmek istediğim bir husus da şu;
İnsanların önemli bir kısmında “NEFS”inden ileri gelen bir biçimde, çevresindekilere hükmetme; önde olma; baş olma; insanları gütme duyguları vardır!.. Oysa bu kişilerin çoğu, yaptıkları çalışmalarla kendilerini çevrelerine kabul ettirebilecekleri bir mevkiye gelememişlerdir!..
İşte bu durumda, kendi yetersizliklerini kapatmak için, dini kullanıp; “Allah adına”, “Peygamber adına”, “Kur`ân adına” diyerek; bir kisveye, etikete bürünüp, insanlara zorla yön vermeye çalışırlar!..
Eğer, bu kişiler psikoanalitik incelemeye tabi tutulursa; görülecektir ki, çoğunlukla bu kavramları kendi psikosomatik hallerini tatmin için ortaya koymakta; böylece de kendilerindeki küçüklük, geri kalmışlık duygusunu tatmin etmektedirler!.
Orta çağın engizisyonlarını kuranlar; ve o engizisyonları günümüze taşımaya çalışanlar, herkesi cehenneme postalayanlar hep bu tür kişilikler ile onlara körü körüne, düşünmeden tabi olanlardır!.
Oysa, KUR`ÂN hükmüne göre,”DİN İÇİNDE iKRAH YOKTUR!”.
“İKRAH”ın anlamı “ZORLAMA”dır!..
İkrah yani zorlamanın dinde olmayışını; insanları bu konuda zorlamanın tamamiyle din dışı bir davranış olduğunu bakın değerli müfessir Hamdi Yazır ünlü tafsirinde nasıl açıklıyor:
-“Dinin mevzûu ef`ali ıztırariye (zorlama) değil; ef`ali ihtiyariyedir (kişinin kendi dileğiyle).. Bunun için ef`ali ihtiyâriden birisi olan ikrah, dinde menhidir.
Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdıdır. Dinin şanı ikrah etmek değil, belki ikrahtan korumaktır.
Binaenaleyh dini İslâm’ın bihakkın hakim olduğu yerde ikrah (zorlama) bulunmaz ve bulunmamalıdır.. Şu halde Din, ikrah ediniz demez, ikrah meşru ve muteber olmaz.
İkrah ile vaki olan amelde dinin va`dettiği sevap bulunmaz; rıza ve hüsni niyyet bulunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz!.
Ameller niyete göre değerlenir!.. Metalibi diniyyenin hepsi ikrahsız, hüsni niyyet ve rıza ile yapılmalıdır..
İkrah (zorlama) ile itikat mümkün değil; ikrah ile kılınan namaz, namaz değil; oruç keza; hacc keza ilah…
Bundan başka, bir kimsenin diğerine tecavüz edip de herhangi bir işi ikrah ile yaptırması da câiz değildir; hasılı, hükmi İslâm altında herkes vazifesini bilihtiyar yapmalı,iKRAHSIZ YAŞAMALIDIR!.” (c:1;s:860-861)
Esasen bu konu başlı başına bir kitapta ele alınabilecek bir değerlendirme olduğu için, daha fazla bu özellik üzerine gitmeyip, kaldığımız yerden devam edelim..
Evet, kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu kişi, “İslâm”ı tasdik etmesi için, şu anlattığımız sistemi kavradıktan sonra, diyebilmesi gerekir ki;
-Yeryüzünde veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren; istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan sadece “Allah” vardır.
İşte bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı kabul ve tasdikin ilk şartı olan “kelime-i şehâdet”e gelir…
Dersin ki:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ”
“Eşhedü” yani, “Şehâdet ederim”…
Nasıl “şehâdet” edersin?…
Gözle, değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim” ki; ve…
Görmekteyim, müşahede ve tespit etmekteyim, idrak etmekteyim, tasdik etmekteyim ki…
Varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla söz konusu olmayan tek mevcut sadece “Allah”tır!. Ki gayrı asla mevcut değildir!.
“Ve eşhedü enne Muhammed`en abduhu ve rasûluh ”
Ve gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu ve Rasûlü`dür.
“Kulu”dur, Allah`ın kendisinde izhar etmek istediği manaları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” ifa etmekte…
Burada ayrıca Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın;
-“FAKR”ımla iftihar ederim”!.
dıyerek işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret de mevcuttur!…
Bahsi geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın, işaret edilen husus ile!..
Mutlak bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.
Bu konuda detaylı bilgiyi “GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli kitabımızda bulabilirsiniz..
Ve “Rasûlü”dür; “ALLAH HÜKÜMLERİ”Nİ, SİSTEMİ’ni; “Allah’ın dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ eden elçisidir!.İşte buna da şehâdet ederim!.
“İslâm”ın ilk ana şartı budur.
“İslâm”ın ilk şartı “kelime-i şehâdettir” de diğer DÖRT şartı nedir?..
İşte çok önemli bir husus daha!..
Farkında olamadığımız ve yanlışa şartlandığımız bir husus daha;
İSLÂM’IN ŞARTI 5 DEĞİLDİR!..İSLÂM’IN, KELİME-İ ŞEHÂDETTEN SONRA 54 FARZI VARDIR…
KUR`ÂN-ı KERİM, “İSLÂM’IN ŞARTININ BEŞ OLDUĞUNU” SÖYLEMEZ!.
Kur`an-ı Kerim, insanların üzerine farz kılınan; yani onların uymak zorunda oldukları; uymamaları halinde büyük zarar görecekleri 54 çok önemli kuraldan sözeder ki, bunların ilk dördü “namaz, oruç, hac ve zekât”tır!…
Bunların ötesinde gıybet etmemek, dedikodu yapmamak, içki içmemek, kumar oynamamak, zina yapmamak, hırsızlık yapmamak, yetim hakkı yememek ve bu gibi bir çok uygulamakla zorunlu olduğumuz öneri mevcuttur.. Toplam 54 olan bu önerilerin tümü de islâm`ın şartları arasındadır..
Bunu, böylece bildikten sonra, şimdi diğer kurallara geçelim.
* * *
İslam dinini bildiren Hazreti Muhammed kudsal kitap Kur`an-ı Kerim ile “TANRI” kavramını reddeder; “tanrı” nın varolmayıp “sadece ALLAH`ın mevcud” olduğunu vurgular!. Bu gerçeğin farkında mıyız?
Bu bölümde, Kur`an-ı Kerim`in bildirdiği “ALLAH” kavramının bütün inançlardaki “TANRI” kavramından niçin son derece farklı olduğunu açık seçik göreceksiniz…
* * *
En ilkelinden gelişmişine kadar, hemen herkesin, düşüncesinde bir “TANRI” kavramı vardır… O`na kızar, O`nu sever, O`nu yargılar, Zaman zaman yaptığı yanlış (!) işleri yüzünden O`nu itham eder; adeta O`nu yukarıda bir yıldızda ya da galaksinin herhangi bir yerinde boşlukta oturmakta olan tonton bir dede, ya da celalli bir sultan gibi hayal ederiz!..
Biraz daha geniş düşünenler ise, bu hayalimizde var kabul ettiğimiz “TANRI”nın gerçekte varolmasının mümkün olmadığını belirterek; “biz tanrıya inanmıyoruz” derler ve bu yüzden de “ateist-tanrı tanımaz” olarak adlandırılırlar…
Oysa gerçekte, ne tanrı tanımazların (ateistlerin), ne de duyduklarına göre hiç düşünmeden şatlanma yollu bir tanrı var sananların; Hz. Muhammed`in açıkladığı “ALLAH”tan haberleri yoktur!
Bu yüzdende “Tanrı” ile “ALLAH” kavramlarını aynı zannedip hatta sanki iyi bir iş yapıyor sanısı ile “ALLAH” yerine dillerine “TANRI” kavramını dolarlar… Aslında yaptıkları doğrudur; zira onlar gerçekten “ALLAH”tan ve “ALLAH” kavramından sözetmeyip, hayallerinde varsaydıkları “TANRILARINDAN” bahsetmektedirler…
Şunu kesinlikle bilelim ki…
Resulullah Muhammed Mustafa aleyhisselam ve Kur`an-ı Kerim şu çok önemli gerçeği vurgulamaktadır;ÖTEDE ya da ÖTENDE bir TANRI yoktur; SADECE “ALLAH” vardır!..
“ALLAH”ı hakkıyla idraka çalışmadılar…(22-74)
Ayeti bizim bu konudaki ihmalimize işaret eder…
Biline ki…
Dilimizdeki “TANRI”, “İLAH”, “MABUD” kelimeleri ile bunların İngilizce`deki karşılığı olan “GOD”, Fransızca`da karşılığı olan “DİYÖ”, Almanca`da karşılığı olan “GOT” kelimeleri hep “TAPINILACAK bir varlık” kavramını ifade eden kelimelerdir…
Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mabuda, ilaha, tanrıya işaret ederler!..
“ALLAH” kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir!..Ki biz,O varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla tarif ederiz; ya da bu vasıflarını çeşitli isimlerle işaret ederiz…Ancak, bütün bu isimler, hep, O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden O`nu tarif eder…
Mesela, bu fakire “HULUSİ” derler…Bu isim, O`nun özel ismidir…Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz…İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene “HULUSİ” denmek zorunluluğu vardır…
İşte bunun gibi, “ALLAH” isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi, veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir…
Esasen, yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler “tanrısallık kavramına” işaret ederken; “ALLAH” kelimesi ise tamamiyle ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir…
Bu sebebledir ki, tanrısallık ifade eden hiç bir kelime, asla “ALLAH” kelimesinin yerini tutamaz!..
“ALLAH” yerine “TANRI” kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavranış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendirmedikleri için yapmaktadırlar…
İşte, böyle özel bir ismi olan ve “CÜZ” kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi “ALLAH” dediği zaman, bu kavram yanısıra bir de “CÜZ” tasavvur ederse; ya da bir “CÜZ” kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi “ALLAH”a şirk koşmuş olur; yani “ALLAH” gerçeğini örtmüş ve bir “TANRI” kabullenmiş olur!..
Ki bu durumda da şu ayetle uyarılır:
— ALLAH YANISIRA TANRI OLUŞTURMA!..
Sonra aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış olursun… (17-22)
İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:— “ALLAH” YANISIRA TANRI EDİNME!. (28-88)
Yani varolan gerçek mutlak varlık “ALLAH” iken; sen “ALLAH” kavramından gaflete düşüp, “ALLAH” ismiyle işaret edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!..
Ötede, ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan “ALLAH” kavramı ve anlamı dışına çıkarak “tanrı” kavramı içine girersin…
Böylece de Kur`an-ı Kerim`in açıklamış olduğu “vahdet” idrakından kendini mahrum etmiş olursun…
Ve böylece de “nefsine en büyük zulmü yapmış olursun”
Hazreti Muhammed aleyhisselam, “ALLAH RESULU” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp, artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı…
“TANRI YOKTUR, SADECE ALLAH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhmmed`in vurguladığı bu gerçek, KELİME`İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti…
İslam Dininin temelini, “LA İLAHE İLLALLAH” sözünün manası oluşturur.”La İlahe İllallah” ne demektir?
Bu söz basit olarak ele alınırsa;”TANRI yoktur sadece ALLAH vardır” anlamında değerlendirilir…
Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak…”La İlahe”; ” La” yoktur; “İlahe”, TANRI demektir, yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim…Kelime-i Tevhid, “La ilahe” ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. “Yoktur tapınalacak varlık!”;”la ilahe”!..
Akabinde, bir açıklama geliyor… “İlla” “sadece”, “ALLAH” vardır!..”İLLA ALLAH” yani “sadece ALLAH”!..
Birinci mana olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur…”Tapınalacak TANRI yoktur”… Evet, burada, kesin olarak, tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLA ALLAH” diyor…
“İLLA”, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, “ancak” manasına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere “SADECE” anlamında dahi kullanılır…
Evet, “İLLA”, “ALLAH” kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle “SADECE” anlamında algılamak zorundadır; zira “ALLAH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLAH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde Hz. “MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda açıkladık.
İşte bu sebebten dolayıdır ki, “İLLA” kelimesi “ALLAH” ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız…
Nitekim bu mana İngilizceye tercüme edilirken:
“There is no god BUT ALLAH”
şeklinde değil;
“There is no god ONLY ALLAH”
şeklinde tercüme edilmelidir…
Ki böylece, İslam Dini`nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin.
Evet, sadece “ALLAH” vardır ki, “O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir”, anlamı mevcuttur bu açıklamada…Çünkü başta, kesin olarak “LA İLAHE” yani “tapılacak TANRI yoktur”; hükmü veriliyor!..
Öyle ise “ALLAH”, İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..
“ALLAH”ın “AHAD” olşunu şayed iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-, bir ALLAH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani bir “ALLAH” var, bir de alemler mevcut, değil!..
Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız alemler, kainat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle batıldır!..
Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH” bir TANRI değildir !..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, AHAD`dır!..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz manalara sahip olup, her an bunları seyir halindedir!..İSLAM`ın “Tevhid” inancı, yani, Hazreti Muhammed`in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLAH`ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI`nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..
Nitekim Kur`an-ı Kerim`in çeşitli ayetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:”İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!..” (53-39)
“Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz.” (37-39)
“Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz.” (36-54)
“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir.” (46-19)”Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!..” (37-39)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “ALLAH”ın ne olduğunu idrak etmektir…
Hazreti Muhammed aleyhisselama “ALLAH nedir” diye soranlara cevab, “ALLAH” tarafından bizzat veriliyor Kur`an-ı Kerim`de, “İHLAS” Suresinde:
“De ki, O ALLAH AHAD`dır;
ALLAH SAMED`dir;
LEM YELİD ve LEM YULED`dir;
ve LEM YEKUN LEHU KÜFUVEN AHAD`dır!..”
“Hz. MUHAMMED`İN açıkladığı ALLAH”ın ne olduğunu açıklayan bu surede öncelikle, kelimelerin geniş manası üzerinde duralım… Ve sonra da bu manaların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım…
“ALLAH AHAD”dır…Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK`dir…
Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!..
Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan “AHAD”, ya sonlu sınırlı bir tektir, ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız cüzlere ayrılmaz TEK`tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece “KENDİSİ” mevcuttur!..”AHAD” olan “ALLAH”ın dışında herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz`an ve insafa sığmaz!..
Düşünelim…
Şayed “ALLAH”tan ayrı, “ALLAH”ın dışında bir varlık var ise… Bu varlık ile “ALLAH” arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?..
Ya varlık, mevcud, sınırsız sonsuz TEK`tir, ikinci bir varlık yoktur!..
Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKANI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..?
Burada idrak edilmesi en önemli olan şey “SINIRSIZLIK-SONSUZLUK” kavramıdır…
Şimdi bu “sınırsızlık-sonsuzluk” kavramını en – boy – derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım…
GERÇEKTE, mevcud olan TEK, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK`tir!.. AHAD`dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiç birşey olmayan “ALLAH AHAD”dır!..
Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!.. Çünki, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..
Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesi ile kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…
Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden; daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel ÖZ ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “ÖZ” içinde “yok” oluşunu farkedebilse…
İşte bu işin çok önemli bir yanı…
* * *
Konunun ikinci önemli yanı da şurası…
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şamil bulunduğuna göre; bu takdirde O`nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O`nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!..
“AHAD ALLAH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI`nın yeri neresidir?..
“ALLAH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!..”ALLAH”, sonsuz-sınırsızdır, dedik…
“ALLAH”ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!..
Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanında merkez kabul edilmesi gerekir…
Halbuki, “ALLAH”ın sınırı yoktur…
Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!.. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..
Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!.. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından sözedilemez!..
Nitekim bu mana Kur`an-ı Kerim`de bir ayette şöyle vurgulanmaktadır:
“HU ve`l evvelü vel ahirü ve zahiru vel batın”
“O, evvel, ahir, zahir, batın`dır”
Yani, Zahir, Batın, Evvel ve Ahir diye bildiğin hep “O”dur!.. Bunlar, gerçekte TEK bir şeydir!.. Yani, zahir ve batın diye iki ayrı şey yoktur!.
“Evvel, Ahir, Zahir, Batın” kelimeleri ile işaret ettiğin şey hep “O”dur!..
Sen, “O”na, ister “Zahir” de, ister de, “Batın” de, ister “Ahir” de, ister “Evvel” de; dediğin, işaret ettiğin, tarif ettiğin hep “O”dur!..
Zira, “zahir-batın” ayırımı senin beş duyundan doğmaktadır!.. Beş duyu ile algılayabildiğine “zahir” diyorsun, algılayamadığına “batın”!..
Oysa altı, yedi, oniki duyu ile algılama durumundan olsaydın, senin için zahirler de değişecekti, batınlar da!.. Ve sen, bugün zahir dediğine batın, batın dediğine zahir demek durumunda olacaktın.
“ALLAH” ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, “ZAHİR” VE “BATIN” kavramlarından beridir, münezzehtir!..Evet, merkezi, içi-dışı, zahiri-batını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan beri olan varlığın, bir yerde son bulup; o noktadan sonra, ikinci bir ayrı varlığın başlamasından sözedebilir misiniz?..
Elbette hayır!..
İşte, bu yüzden farkederiz ki, düşünebilen, hayal edebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve “ZAT”ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ yani, “AHAD” olan “ALLAH” mevcuttur!..
“O”nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu durumun dindeki adı da “ŞİRK”tir!..
“ALLAH”, “AHAD” olduğuna göre… Kendi varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemez!..
Ve gene, “O”nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de sözkonusu değildir…
“ALLAH SAMED`dir”…
“SAMED” kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştrma yaparsak, şu manalar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:”Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen… Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!.. Som…” Hani som altın deriz ya; işte öyle… Yani bir diğer ifade ile “sırf”!..
Görüldüğü gibi bütün bu manalar esas itibariyle “AHAD” isminin manasını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir.
Öyle ise “ALLAH DOĞURMAMIŞTIR” uyarısı hangi manalarda anlaşılacaktır?
İlk anlıyacağınız mana şudur:
“ALLAH” kendisinden ikinci bir varlık meydana getirmemiştir!..
Ya da başka bir ifade şekliyle; “ALLAH”ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir!..
Çünki O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK`tir, yani “AHAD”tır!..
1- Sınırsız sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi sözkonusu olamaz.
2- “AHAD” oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz ki, O`ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!..
İşte bu yüzden, “ALLAH”tan meydana gelmiş, O`nun doğurduğu, O`nun özellikleri ile de olsa, ikinci bir varlığın mevcudiyetinden asla sözedilemez!
Netice…
“ALLAH” ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O`nun doğurduğu, yani O`nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!..
Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var…
Onu da görelim…
Şimdi de “LEM YULED”i anlayalım…”Doğmamıştır” dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir.”ALLAH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!..”
“ALLAH”ın başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, “AHAD”dır!..
Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK`tir!..
“ALLAH”ı, meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, “ALLAH”ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir SINIRI olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O`nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!!.. Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden “ALLAH”ı meydana getirsin!!!..”ALLAH”, “AHAD”dır!..
“AHAD” olan “ALLAH” ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir…
Bu sebeble de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedilemez!..
Bu yüzden de “ALLAH”ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez, böyle bir şey düşünülemez!..
İşte, “LEM YULED” uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur…
* * *
Geldik bu tarif metnindeki son uyarıya…
“LEM YEKUN LEHU KÜFÜVEN AHAD”
“O`nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD`tır.”
Burada şu ayeti de hatırlayalım:”…LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY`A…” (42-11)
“İster mikro, ister makro planda O`nun misli olabilecek hiç bir şey mevcut değildir.”
Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim…Kur`an-ı Kerim`de çeşitli yerlerde “İlahımız”, “İlahınız” gibi ifadeler geçmekte; ancak akabindede “İLAH”ın, “ALLAH” olduğu vurgulanmaktadır…
Peki bu duruma göre, “ALLAH”ın, bir “İlah” yani “tanrı” olduğu ileri sürülemez mi?
Sürülemez!..
Bu gibi tanımlamalar, “İlah”a yani “tanrı”ya tapanlara yapılan açıklamalardır.
Yani onlara denilmektedir ki;
“Sizin, İLAH sandığınız, TANRI dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE “ALLAH”tır!.. Sizin ve bizim “İlah”ımız hep aynı ve tektir…Ve dahi, O da “ALLAH”tır..”
Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir “tanrı” varsayımından kurtulup, “ALLAH”ı idrak etmeye çalışmalarıdır…
Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim…
Varlığına iman ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki halde de “ALLAH” adını verdiğimiz TANRI ile; burada tarif edilen Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” aynı mıdır?..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” için “TANRI” kelimesi kullanılabilir mi, ya da “TANRILIK” mefhumu kabul edilebilir mi?..Düşünülebilir mi?!..
Yani, gerçekte, dün – bugün – yarın varolan ve sonsuza dek varolmakta devam edecek olan, “BAKİ” “VECH”tir.
“VECH”in perdesi olan yegane şey ise, o şeye ait olan “İSİM”dir…Ki o isim, sonradan “VECH”in bir manası üzerine konmuş bir perdedir… Perdedin ardındaki varlık ve onu meydana getiren manalar ise “ALLAH” isimlerinden varlıklarını alırlar…
Sonuç olarak şunu kesinlikle bilelim ki…
Kur`an-ı Kerim`de ve Hz. Muhammed`in açıkladığı “ALLAH” kavramında ötede ya da ötende, yani senin dışında bir tanrı kavramından sözedilmeyip; sadece kendisi var olan sonsuz-SINIRSIZ “TEK” farkettirilmeye çalışılmaktadır…
* * *

Genel anlamda, duyduğumuz kadarıyla zikir, o ötedeki tanrının isimlerini anarak onun gözüne girmek içindir!..
Acaba gerçekten öyle mi?..
Bu konunun gerçeğini anlıyabilmek için, önce zikredilen varlığın kim ve ne olduğunu iyi anlamalıyız…
“TANRI”yı mı zİkretmeliyiz, “ALLAH”ı mı?… Çoğunluk, burada doğal olarak şu soruyu soracaktır:
-Ne farkı var ki?.. Ha tanrı ha Allah!.. Hepsi de bir!. Biz Türkler Allah’a Tanrı ismini vermişiz!. Tanrı uludur!..
Hayır!.. Tanrı ulu değildir!.. Tanrı yoktur!. Tanrılık kavramı geçersizdir!.
Kime göre bu böyledir?.. “İslâm Dini”ne ve bu “Dini” anlatan Kudsal Kitap Kur’ân-ı Kerîme göre!.. Allah Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâma göre!.
12. baskısı yayınlanan “İNSAN ve SIRLARI” ile gene 13. baskısı yayınlanan “Hz. MUHAMMEDİN açıkladığı ALLAH” isimli kitaplarımızda öncelikle “Tanrı” kavramı ile “ALLAH” kavramı arasındaki son derece önemli fark üzerinde detayları ile durup; “ALLAH” kavramına dayalı olarak mevcud olan “İSLÂM Dini”ni açıklamağa çalıştık!.
“Tanrı” kavramı ile “ALLAH” isminin işaret ettiği mana arasındaki anlam farkını anlamadığı sürece, hiç kimse “İslam Dini”nin ne olduğunu ve niye gelmiş olduğunu anlıyamaz!.. Bu yüzden de “DİN” olayını yanlış değerlendirir!. Ayrıca “İslâm Dini”nde teklif edilen çalışmaların -ibadetlerin- hangi gerekçeyle insanlara önerildiğini de kavrayamaz!.
Öyle ise öncelikle “Tanrı” sözcüğünden anlaşılan kavram ile, “ALLAH” ismiyle işaret edilen anlam arasındaki farkı çok iyi idrak etmek zorundayız!.
“TANRI” ismi bize neyi anlatır?..
Benim, senin, yaşadığımız bu varlığın ötesinde; bu varlığı dıştan gelen bir biçimde yaratan; öteden bizi seyredip, hakkımızda hüküm verecek olan; sonra da bizi cehennemine atacak ya da cennetine sokacak bir varlık!?..
İnsanların çoğu ile; “Din”in kelimelerinde, dış anlamlarında, mecâzında kalmış din adamlarının hepsi “tanrı”ya inanır, onu savunur ve onun adına insanları yönetmeye kalkar!.. Akıl-izan sahipleri de böyle bir şeyin olamıyacağını idrak ettikleri için tanrıya inanmazlar ve din adamlarına da kulaklarını tıkarlar!.
“ALLAH” kavramına dayalı “Din” anlayışı ise, bütün tasavvuf ehli ve evliyâ tarafından paylaşılan bir gerçektir!. Ne yazık ki, insanların pek azı bu gerçeği farketmiştir!.
Bu gerçeği açıklayan Kur’ân-ı Kerîme göre, “Allah”, evreni ve varolarak algılanan her şeyi, kendi ilminde, kendi kudretiyle ve kendi güzel isimlerinin özellikleriyle yaratmıştır.. Bu sebebledir ki, doğa kanunları ve evrensel düzen dediğimiz şey, gerçekte Allah düzen ve SİSTEMİ’nden başka birşey değildir!. Bu gerçek nedeniyle de, insan, ötesinde bir tanrıya tapınmak yerine; ÖZÜNDEKİ “ALLAH”ı farketmek ve ötesindekine değil, özündekine yönelmek zorundadır!.
Gelmiş geçmiş bütün evliyâ, insanları, “ALLAH” kavramına dayalı din anlayışına ve bunun sonucunda oluşacak “haşyet” hâline yönlendirmek isterken; işin şeklinde kalan din adamları da ötedeki bir tanrı kavramıyla olayı anlatıp, insanları ondan “korkutarak” hükümranlık tesis etmeye çalışmışlardır!..
Şu anda bizim ÖTEMİZDE, bizi seyredip, yaptıklarımıza göre hakkımızda bir karara varacak; buna göre de bizi cehennemine atacak ya da cennetine sokacak bir “tanrı”dan sözetmemektedir Kur’ân ve Hz. Muhammmed aleyhisselâm!.
Aksine, Hepimizin ÖZÜNDE olan ve “Hakikat”ını oluşturan bir “ALLAH”tan bahsetmektedir Kudsal Kitabımız ve Allah Rasûlü!.
İşte bu yüzdendir ki birinin gıybetini yapan, onu aldatan, ya da ona kötülük yapan, hakkını gasbeden; gerçekte onun “hakikat”ı olan “ALLAH”a yapmıştır bu davranışı!…
Ve bu yüzden demiştir ki Allah Rasûlü:
-İnsanlara şükretmeyen Allah’a şükretmiş olmaz!..
Yani muhatabın, hayâlinde yarattığın ötendeki “tanrı” değil; algıladığın her şeyin özü olan “ALLAH”tır!. Bunu farketmedikçe, “İSLAM DİNİ”nin yüceliğini anlayamayız!.. Öyle ise “Allah”a “ erkek tanrı” denir mi hiç?…
* * *
Bu konuda ilmi olmayıp, kulaktan dolma asılsız verilerle “Din” hakkında hüküm veren bilgisizler topluluğu, her iki sözcüğün de aynı anlama geldiğini sanıp, akılları sıra biraz da sanki milliyetçilikle ilgili sanarak, “Allah” ismi yerine “Tanrı” sözcüğünü kullanmaktadırlar..
Oysa, önceki yazımızda “Tanrı” sözcüğünün işaret ettiği kavram ile “Allah” isminin işaret ettiği anlamın, birbirinden tamamiyle ayrı manâlara işaret ettiğini anlatmaya çalışmıştım. Manaları birbirinden tamamiyle ayrı iki sözcük!..
Bu konuya Türkiye`de yaşamış çok değerli bir Kur`ân tefsircisinin satırlarıyla açıklık getirelim.. 1940`larda yazılmış en kapsamlı ve detaylı Kur`ân tefsiri olan Elmalılı Hamdi Yazır`ın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bastırılmış “Hak Dini Kur`ân Dili” isimli eserinde bakın bu konuda ne deniyor:
“Gerek ismi özel olsun gerek ismi genel, “ALLAH” ismi celâli ile, yine “ALLAH” tan maâda hiçbir mâbud anılmamıştır…
Mesela “TANRI”, “HUDA” isimleri, “ALLAH” gibi özel isim değidir!. “İLÂH”, “RAB”, “MÂBUD” gibi genel mana ifade eden kelimelerdir…
Arapça`da “İLÂH”ın çoğuluna “ÂLİHE”; “RAB”bın çoğuluna “ERBÂB” denildiği gibi; Farsça`da da “HUD”nın çoğuluna “HUDÂYAN” ve lisanımızda dahi TANRILAR, MÂBUDLAR, İLÂHLAR, RABLAR denmiştir; çünkü bunlar haklıya ve haksıza ıtlak edilmiştir…
Halbuki hiç “ALLAH”LAR denilmemiştir ve denemez!.
Böyle bir tabir işitirsek, söyleyenin cehline veya gafletine hamlederiz!..
“TANRI” adı böyle değildir; mâbud, ilâh gibidir… Bâtıl mâbudlara dahi “TANRI” ismi verilir… Müşrikler birçok tanrılara taparlardı. Filanların tanrıları şöyle, falanların tanrıları şöyledir denilir…
Demek ki, “TANRI” genel ismi, “ALLAH” ismi özelinin eş anlamlısı değildir, en genel bir tâbirdir…
Binâenaleyh, “ALLAH” ismi, “TANRI” adı ile tercüme olunamaz!” (c:1/24-25)
* * *
Türkiye’deki en değerli Kur’ân tefsirini yazan kişiye göre, yukarıda okuduğunuz üzere, “ALLAH”a kesinlikle “tanrı” denemez!..
Burada ayrıca şu çok önemli farklara dikkat etmeliyiz..
“Tanrı” kelimesi, sıfatları anlatan genel bir kelimedir; “Allah” ise kendisinden gayrı hiç bir şeyin mutlak vücudu olmayan Tek Zât’ın ismidir!.
Yani olay, yalnızca kelime, telaffuz olayı değildir!. Kelimeler, isimler arasındaki son derece büyük anlam farkıdır!.
“Tanrı” ve “tanrılık” kavramına dayalı din anlayışı bâtıldır!.
“Allah” isminin işaret ettiği anlama dayalı, yürürlükte olan “İSLÂM Dini”dir !.
“La ilahe illallah” cümlesinin anlamı “tanrı yoktur sadece ALLAH vardır” şeklindedir. Ve iyi bir müslüman olmak için, önce bu farkı çok iyi anlamalıyız!.
Zirâ, “tanrı” kelimesinin anlamı ile sınırlarsak anlayışımızı, “Allah” isminin işaret ettiği manadan mahrum kalırız; bu da sonunda, bizi “hilâfet” sırrından mahrum bırakır!..
“Tanrı”, tapınılacak ötendeki bir varlıktır…
“Allah” kulluk edilegelmekte olan özündeki Hakikat`tır!..
“Tanrı”, korkulası umacıdır!.
“Allah” ise, ilim sahiplerinde, sonsuz-sınırsızlığın yanındaki hiçliklerini kavrayış nedeniyle oluşan “haşyet”in kaynağıdır!..
“Tanrı”, yeterli olmayanların kendi kafalarında hayâl edip varsandıkları ötelerindeki yönetici ve yargılayıcıdır !.
“Allah”, âlemleri kendi varlığından meydana getirmiş ve her zerresinde esmâsıyla algılanır olmuş “TEK mutlak varlık”tır; hiç bir şekilde ortağı yoktur!
“Tanrı”, her devirde ve toplumda anlayış seviyesine göre sayısız özelliklerle bezenip süslenen; hayallerin karşılığının kendisinde olduğu varsayılan, beşer anlayışına göre şekillenen bir balondur!
“Allah” ise “Ahad”, “Samed”, “Lemyelid ve lem yûled”dir!..
“İlâhlar öldü artık!..
Tanrıysa can çekişmede…
HAYY ALLAH!..”
Diyor değerli Hâkim şâir Halûk Mahmutoğulları, bu gerçeğe işaretle..
Öyle ise, “ALLAH ve DİN ADINA hükmetmek” kimin yetkisindedir?..
* * *
Günümüz insanına anlatmaya çalıştığım çok önemli bir gerçeği, idrak ettirmede niçin fevkalade zorlandığımı şöyle farkettirdi Allah…
İnsanların çok büyük bir kısmı, bu algılanan boyuttaki her şeyin bir Yaratıcı tarafından meydana getirilmiş olduğunu kabul ediyor; ve de bu yaratıcıya “TANRI” adını veriyor..
Kendisinin ve varlığın ötesinde olarak nitelediği bu yaratıcının niteliği ve niceliği hakkında da, çevresinden -sorgulayarak ve düşünerek değil- şartlandırılma yollu edindiği bilgiler kadarıyla da bu “tanrı” kafasında şekilleniyor..
Daha sonra, bulunduğu toplumun kullandığı tâbir eğer “Allah” ise, kafasındaki bu “tanrı” imajına “Allah” adını vererek konuşma ortamına dalıyor..
İşte bütün problem burada başlıyor!.
“Tanrı” kavramının hiç bir aslı, gerçeği olmadığını anlamayan bu kişiye, siz “Allah” ismiyle işaret edilen mutlak varlığın özelliklerini anlatmaya başladığınız zaman; bu defa o kişi, bu bilgileri kafasındaki “tanrısına” enjekte ederek, aşılayarak; “tanrısını Allah’laştırıyor”!. Oysa yapılması gereken işlem, “tanrı” kavramından kurtularak “Allah ismiyle işaret edilen mutlak gerçeği farketmek”!..
İşte, “Allah” isminin işaret ettiği anlamların, kafamızdaki “tanrı” kavramına enjekte edilmesi, beynimizdeki “tanrı” kavramının ve düşüncesinin sanki kanserleşmesi gibi olay meydana getiriyor; “Allah”a ait özelliklerle bezenen “tanrı” kavramı günden güne gelişip büyüyor, yayılıyor;!.. Zira düşüncedeki “Tanrımız” gittikçe “Allah’laşıyor”! Beden hücrelerinin kanserleşmesi dünya yaşantısını kaybettirirken; “tanrı” bilincinin kanserleşmesi ve kişinin “Allah” ismiyle işaret edilen manayı idrak edememesi ebedi hayatını değerlendirememesi sonucunu getirir!
“TANRI” ve “tanrılık” kavramının ne olduğunu acilen çok iyi öğrenmek ve çevremizdeki düşünme kabiliyeti olanlara da farkettirmek mecburiyetindeyiz!. (1)
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın, Kur’ân-ı Kerîme dayalı bir yolla açıkladığı “ALLAH” ismiyle işaret edilen varlığı gerçekten anlamak, idrak etmek istiyorsak, öncelikle, ötede, yukarıda, dışımızda bir “Tanrı” varsayma düşüncesinden arınmak zorundayız!..
Bu arınmayı nasıl gerçekleştireceğiz?…
Allah’ın yaratmış olduğu içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemi ve onda geçerli olan sistemi okumaya çalışarak!.
Öncelikle farkedecek ve idrak edeceğiz ki…
Algılamakta olduğumuz her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi ve kudretiyle meydana gelmektedir!.O’nun dilemesi dışında hiç bir birim hiç bir şey dileyemez!. Hakîm olan olan Allah, her olayı bir hikmetle ve yerli yerinde olarak oluşturmaktadır; biz onu yersiz veya yanlış olarak nitelendirsek dahi!.
Allah’ın muradı ne?… İkinci olarak bunu çok iyi anlamak zorundayız!..
Allah ismiyle işaret edilen ve Âlemlerde tasarruf sahibi olan Zât, her an dilediğini tüm varlıklar adı altında ortaya koymaktadır; ve kendisine soru sorabilecek, kendi dışında ikinci bir varlık da mevcut değildir!.
Yaratmış olduğu sistemde geçerli anayasadaki en başta gelen kanunlardan biri, “güçlü olan kazanır”dır. Güçlü kıldığı, daha güçlü ile karşılaşıncaya kadar kazanmaya devam eder!.. Çünkü “Kudret” sıfatı vardır, “acz” sıfatı yoktur!.
Her varlığın gücü ilminden kaynaklanır.. Her varlık, aklı kadar ilim sahibidir.. Her türün kendine özgü akıl düzeyi olduğu içindir ki, türler birbirlerini akılsız sanırlar!. Her akıl, kendi kapsamı içindekini de, dışındakini de “akılsız” nitelendirir!.
Oysa Allah, dilediklerinin oluşması için, her bir birimi, hangi amacını gerçekleştirsin diye yaratmışsa, ona, bu amaca göre hakkettiklerini verir; ve bu da “Allah’ın adaleti” denen şeyin ta kendisidir! Bu yüzdendir ki, evrende, ne geçmişte ne de gelecekte gerçek anlamda zulüm kesinlikle mevcut değildir!. Herkes ve her birim yaratılış amacına göre hakkettiğini, her an almaktadır!.
Öyle ise, eğer biz, hayalimizde yarattığımız “Tanrı” kavramından arınıp, “Allah” ismiyle işaret edilen Zât’ı tanımak istiyorsak, O’nun kendi varlığıyla var kıldığı bu âlemleri ve sistemini “OKUMAYA” çalışmak zorundayız!.. Yani eserlerinden, o eserleri meydana getireni tanıma yoluyla!.
Ki böylece “Allah”ı tanımanın yolu bize açılsın!.
Aksi halde, “Kendi hevâsını tanrı edinini gördün mü?” âyetinin kapsamı içinde yaşamak üzere ebedî yolculuğa çıkarız!
_____________
(1) Bu konuda geniş bilgi “Hz. Muhammed’in açıkladığı ALLAH” kitabımızdadır.
* * *
Ahmed Hulusi
X
ÖLÜM VE ÖTESİ

Ne yazık ki günümüzde “ÖLÜM” olayı gerçeğine uygun bir biçimde bilinmemekte, genelde ÖLÜM’ün bir “son” olduğu zannedilmektedir!..
Oysa, “ÖLÜM, bir son” olmayıp; madde âlemden, maddeötesi âleme geçişten başka bir şey değildir!.. Yani bir dönüşümdür!..
İnsan, ÖLÜM denen olayla, madde bedeni terkederek, “RUH” denilen “halogramik dalga” yapılı bedeniyle ya mezarda, ya da mezar dışında yaşamına devam eder!
Yani ÖLÜM, Madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam etmesidir.
İslâm Dininin esaslarını bildiren KUR’AN-I KERİM, ölüm olayına şöyle açıklama getirir:
“Her NEFS ölümü TADACAKTIR!..”
ÖLÜM denen olay, biyolojik madde bedenin terkedilerek, RUH bedenle dalga alem yaşamına geçilmesidir…
Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan bioelektrik enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromağnetizmasını yitirir ve böylece, RUH, bedende bağımsız yaşam biçimine geçer. İşte bu olay ÖLÜM kelimesiyle anlatılır.
Yaşam boyunca kişinin beyninden geçen tüm faâliyetler, ses ve görüntü dalgalarıyla yüklenmiş televizyon dalgaları gibi, RUH’a, yani halogramik dalga bedene yüklenmiş olduğu için, kendisinde hiç bir değişiklik hissetmeden, ruh boyutunda yaşama geçiliverir… Ve kişi, RUH olarak, aynen bedende olduğu gibi yaşamına devam eder!..
Ancak bir farkla… O bedende, tamamiyle canlı ve şuurlu olmasına karşın, madde bedenini kullanamaz!. Sanki bitkisel hayata girmiş, canlı, şuurlu bir kişi gibi!..
Dışarıda olup- biten herşeyi görür, duyar, algılar fakat kendisinden dışarıdakilere hiç bir mesaj ulaştıramaz!.
Nitekim büyük İslâm Âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Marifetnâme” isimli eserinde, Hazreti Muhammedin ağzından ölüm olayını şöyle nakleder:
“Meyyit (ölümü tadmış kişi), bedenini kimin yıkadığını, kimin kefenlediğini, namazını kimlerin kıldığını, ardından kimlerin geldiğini, lahde kimlerin indirdiğini ve kimlerin telkin verdiğini bilir.”
* * *
“Meyyitin yanında haykırıp, saçınızı başınızı yolmayın, ona eziyet edersiniz” uyarısı da, gene meyyitin sizi görüp hâlinizden üzüntü duymasından ileri gelir.
Ölüm denen madde bedeni kullanamama hâlini tadmış kişinin mezarda “ruh olarak” diri, aklı şuuru yerinde ve dışardan gelen hitapları algılar bir halde olduğunu bize en iyi idrak ettirecek olan BUHARİ isimli hadis kitabında mevcut olan şu hadisi Rasûlullaha dikkat edelim:
“Talha radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:
Bedir savaşı günü Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesedlerinin biraraya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.
Rasûlullah düşman bir kavme galip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.
Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullah devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.
Sonra Rasûlullah yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler…
Bu arada birbirlerine, herhalde Rasûlullah bir hâcet için gidiyor, diye konuştular.
Nihayet, Rasûlullah Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:
-Ya filân ibn-i filân, Ya Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Ya Utbe İbn-i Rebîâ… Siz ALLAH’a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb’imizin vaad etmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de rabbinizin vaad ettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..
Bu hitap üzere Ömer r.a. sordu:
-Ya Rasûlullah… Hayatı olmayan cesedlere ne diye konuşursun?.
Rasûlullah aleyhisselâm şöyle cevab verdi:
-Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!..”
Görüldüğü gibi, Buharî’de nakledilen bu olayda, Hz. Rasulullah aleyhisselâm büyük bir yanlış anlamayı tashih etmekte..
“İnsanlar, mezara ölmüş olarak konur ve sonra da onlar kıyâmette dirilirler” şeklindeki gerçek dışı inanışı, bundan daha iyi düzeltecek bir hadis olamaz.
İnsanlar, aynen şu andaki kadar aklı şuuru yerinde olarak mezarlara konurlar ve dışarıdan kendilerine yapılan hitapları dışardaymışçasına rahatça işitirler.
Üçüncü halife Osman bin Affan r.a. bir mezar başında durduğu zaman, sakalını ıslatıncaya kadar ağlardı. Bu sebeple kendisine;
-Sen cenneti ve cehennemi anıyorsun, ağlamıyorsun da; bundan, yani kâbir korkusundan dolayı ağlıyorsun, denildi..
Osman cevab verdi:
– Resûlullah’dan duydum ki..:
“Muhakkak mezar, âhıret konaklarının ilkidir!.. Eğer kişi ondan kurtulursa, ondan sonrakilerden de kolay kurtulur. Şayet kişi ondan kurtulamazsa, ondan sonrakiler ondan şiddetli olur!..”
Sonra Osman r.a. şöyle devam etti: Resûlullah şöyle buyurdu:
“Mezar kadar KORKUNÇ hiç bir fecî manzara görmedim!!..”
İslâmın en önde gelen şehîdlerinden olup, Hz. Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) tarafından cesedi toprağa verilen Sa’d bin Muâz’ın kabri başında ise Peygamberimiz şöyle buyuruyordu:
-Şu seçkin kul ki, arş O’nun için titremiş, gök kapıları açılmış ve binlerce melek yeryüzüne inmiştir. O bile mezarında öylesine sıkıldı ki, az kaldı kemikleri çatırdıyacaktı!!.. Eğer kâbir azabından ve ölüm sonrası sıkıntılarından kurtuluş olsaydı, bu önce Sa’de nasib olurdu!.. O, ulaştığı mertebe itibariyle bu sıkıntılardan hemen çıkartıldı; hepsi o kadar!..”
Şimdi düşünelim… Kişi, mezârda “diri” yani “şuuru yerinde” olarak mevcut olmasa, böyle bir azab söz konusu olur mu hiç?..
Soruluyor Hz. Peygamber’e…
“Ya Rasûlullah, müminlerin hangisi daha akıllı, şuurludur?..
-Ölümle başına geleceği en çok hatırlayan ve ölümötesi hayatı için en güzel şekilde hazırlananı… İşte onlar en akıllı- şuurlu olandır…”
Gene bir başka ifadesinde şöyle buyuruyor:
“-En şuurlu, ileri görüşlü insan odur ki, nefsini ilâhî hükümlere tâbi kılar ölümden sonra yararını göreceği fiîlleri yapar… Aciz de nefsinin arzularına tâbi olur, sonra da bir şeyler umar, ALLAH’dan!..”
Gene Rasulullah’ın ashabından ibni Mes’ud, kâbirde görülen azab hakkında:
-Mutlaka günahkâr olanlar, kâbirlerinde azab olunurlar. Hatta hayvanlar onların seslerini işitir… dediğini Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’den işittim.
Ebu Said el Hudrî anlatıyor: Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu:
“İnkârcıya mezarında kendisini kıyamet gününe kadar sokup ısıran 99 ejderha musallat edilir. Eğer bunlardan bir tanesi yeryüzüne üflemiş olsa, hiç bir yeşil ot yeşermez!..”
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh anlatıyor… Rasûlullah buyurdu:
“Sizden birisi ölünce, cennetlik olsun, cehennemlik olsun akşam sabah kendisine makamı gösterilir. Burası yerindir. Kıyâmetteki ba’sıne kadar buradasın.”
Burada bir de şu hususa dikkat çekelim. Amentü’de okunan şu cümleye bir bakın…
“Vel ba’sü ba’del M E V T”…
Dikkat ediniz!..
“Vel ba’sü ba’del KIYÂMET” denmiyor!..
Yani, “bâ’s” kelimesiyle anlatılan olay, KIYAMET’ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonrakidir!..
Dünyada, bildiğimiz madde bedenle ve bu arada bu madde beynin ürettiği ruh bedenle yaşarız.
Nitekim büyük İslam Âlimi ve mutasavvıfı İMAM GAZALİ, “Esmâ’ül hüsna şerhi” isimli eserinde “El BÂİS” ismini açıklarken bakın ne diyor:
“İnsanlardan birçokları bu hususta yanlış vehimlere kapılırlar.. Bunu da çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki; ölüm yokluktur, baas yok olduktan sonra yeniden dirilmektir, aynen birinci dirilme ve canlandırma gibi…
Bir kere onların ölümün yokluk olduğunu zan etmeleri yanlıştır!. İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları dahi yanlıştır.
Ölümün yokluk olduğunu sanmak bâtıldır!.. Çünkü, kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe..
İşin içyüzüne vâkıf olan Erbab-ı Basiret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlar.. ona yokluk arız olmaz..
Evet, bazen cesedle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler.. Bazen cesede iade edilir de hakkında diriltildi derler..
Dirilmenin ilk yaradılış gibi ikinci bir yaratılış olduğunu sananlar da bu zanlarında yanılmışlardır!.. Çünki diriltmek ilk canlandırılışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir..
Aslında insanoğlunun bir çok dirilmesi vardır; onun dirilmesi iki defadan ibaret değildir…”
* * *
Ölümü tadınca, Madde beden çözülür; ve RUH bedenle ba’s olmuş olarak kâbirde kıyâmete kadar yaşamımız devam eder.
Sonra “Kıyâmet” denen, dünyanın Güneş ısısında bozunumu devresinde, bugünkü karakteristiği istikâmetinde yeniden bâ’s olur!..
Ve nihayet, son defa bu bedenler de gittiği ortama göre yeniden bir bâ’s ile oluşurlar…
Kâbirde, şu andaki mevcut aklımızla, algılama- değerlendirme mekanizmamızla mı olacağız?..
Bu konuda Abdullah bin Ömer anlatıyor…
Hz. Ömer münkir ve Nekir adlı iki meleğin kâbirde gelip sual sorması hususunu Hz. Peygamber ile konuşurken sordu:
– (Kabirde) aklımız başımızda olacak mı Ya Rasûlullah?..
– Evet!.. Aynen bugünkü gibi!..
Evet, ölümü tatmış, aklı şuuru yerinde, fakat bedeni kullanım dışı kalmış diri kişi mezara konulunca ne olur.
Bunu da Enes Radıyallahu anh’ın ağzından dinliyelim:
Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
-Kul kabre konulduğunda, kabirden uzaklaşanların ayak seslerini işitir… Onlar uzaklaşırken iki melek gelir ve onu oturtup şöyle sorarlar:
-Muhammed denen adam hakkında ne dersin?..
Eğer mü’minse…
-Şehadet ederim Muhammed ALLAH’ın kulu ve resûlüdür… Bunun üzerine.
-Şu cehennemdeki yerine bak!.. ALLAH onu cennettekine tebdil etti…
O, artık hem cehennemdeki yerini, hem de cennette gideceği yeri görür…
İnkârcı veya gösterişte müslüman ise şöyle der:
– Bu konuda kesin bir düşüncem yok. İnsanların konuştuklarından başka!..
Ve ona şöyle denilir:
– Onu tanıyamadın ve bilemedin!..
Sonra ona öyle bir tokmakla vurulur ki, feryadını insanlar ve cinler dışındaki her şey işitir!.. Nihayet şu hadîs ile konuya son verelim…
“Ölümü tadmış kişi, yakınlarının ağlaması sebebiyle azab görür.”
Bu konuda daha pek çok Rasûlullah uyarısı vardır, ilgili hadis kitaplarında okunabilir.
Netice şudur ki:
KİŞİ ÖLMEZ, “ÖLÜM”Ü TADAR!.. Yaşam boyutunu değiştirir!…
Ölümü tatmak, denilen olay, kişinin madde bedenin kumandasını yitirip, “ruh” adı verilen halogramik dalga bedenle yaşamına kaldığı yerden devam etmesidir.
Bu hâl dolayısıyla, kabre konan her kişinin şuûru yerinde aklı başındadır!.
Kıyâmete kadar da şuurlu olarak yaşamına devam eder.
Kıyâmette de o günün şartlarına göre, yeni bedene kavuşur.
* * *
ÖLÜM tadıldıktan sonra neler olup bitiyor?…
Şimdi de kısaca bunu anlatalım…
ÖLÜM tadıldıgı anda kişi bir süre çevresindeki dünyayı algılamaya devam eder… Çevresinde olup bitenleri, yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar…
Bu devrede adeta bitkisel hayattaki bir insan gibidir.. Dışarıda tüm olup bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiç bir mesaj veremiyor..
İşte bu anda sıra cenazenin yıkanmasına gelir…
Cenaze niçin yıkanıyor?…
Cenazenin yıkanmasının bilebildigimiz kadarıyla hikmeti, henüz hücresel canlılığı devam eden biyolojik bedenin sudan ozmos yoluyla biyoelektriksel takviye almasıdır… Böylece kişi, kısa bir süre daha beden aracılığıyla yaşamış olduğu dünya ile iletişimini tek yanlı da olsa sürdürebilecektir.
ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH alemi denilir…
Ölümle başlayan hayat üçe ayrılır;
A- KÂBİR yaşamı..
B- KÂBİR âlemi yaşamı…
C- BERZAH âlemi yaşamı…
* * *
A- KÂBİR yaşamı… Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle bâ’s olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde yaşamı devam ettikçe sürer…
Gerek kabire konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi bu süre içinde algılamaya devam eder…
Bu hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer …
Yatağa yatan kişi nasıl henüz uyanıktır ve çevresinde olup bitenleri farketmektedir; yatağın sert veya yumuşaklığını hissetmektedir; işte aynı şekilde mezara konan kişi de ilk aşamada çevresinde ve mezar icinde olup biten her şeyi seyretmektedir…
Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri farkeder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışınde ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR ALEMİNE girmeye hazırlanmaktadır…
İşte bu süreç içinde, İslâm Dininde bahsedilen iki sorgu meleği gelir ve RABBIN KİM, NEBİN KİM, KİTABIN NE diye sorarlar…
DİKKAT!…
KÂBİRDE asla, kişiye, sen hangi mezheptensin ya da hangi tarikattansın diye sorulmaz!.. Burada, asla, kişinin mezheb veya tarikat imamından sözedilmez!..
BUNLARIN kabirde SORULACAĞINDAN SÖZEDENLER, DİNİ BİLMEYENLERDİR!. Ne KUR’ÂN’da ne de PEYGAMBERİMİZİN açıklamalarında, mezheb ya da tarikatın ne, diye sual SORULACAĞINA DAİR hüküm vardır!.
MEZHEB ve TARİKATLAR Hz.Muhammed aleyhisselamın berzaha intikâlinden sonra oluşturulmuş kurumlardır; ki, berzah âleminde bunların yeri yoktur!..
Evet, bu sorgulamanın ertesinde kişi ya KÂBİR ÂLEMİNE intikal eder, ya da BERZAH ÂLEMİNE..
“KABİR ALEMİ” ile “BERZAH ALEMİ” arasındaki fark nedir? …
B- “KABİR Alemi yaşamı” … Bu âlem, aynen rüya âlemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına değerlendirir..
Nasıl dünya yaşamını gerçek yaşammış gibi algılarsa kişi dünyada yaşarken; aynı şekilde, kendi kabir alemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder… Bu ya “kabir cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “kabir cehennemi” denilen biçimde kabus türünden son derece korkunç, ızdırap verici görüntüler içinde sürer..
Bu devre kıyâmete kadar böylece devam eder…
Bu, kabir içindeki kişinin, kabir âleminin yaşantısıdır..
“Kişinin kabri ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” hadisi şerifiyle Peygamberimiz bu duruma işaret eder…
Bununla beraber bir de “BERZAH âlemi yaşamı” vardır…
C- “BERZAH âlemi yaşamı”, “FİYSEBİLİLLAH” ALLAH yolunda ŞEHİD olmuş kimseler ile, “ölmeden ölmüş” diye tarif edilen evliyaullah ve nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE” serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir..
BERZAH YAŞAMINDA…
ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER Berzah alemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar…
Ayrıca, berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin idaresi sözkonusudur…
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızın “RİCALİ GAYB-GAYB ERLERİ” bahsinde bu konuda geniş bilgi vardır…
BERZAH alemindeki velilerden dünyada iken “FETİH” sahibi olmuş olanlar, dünyadakilerle iletişim kurabilirler.. Buna karşın, dünyada “KEŞİF” sahibi olmuş fakat “FETİH” elde edememiş evliyaullah ise, o alemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler ile direkt iletişim kuramazlar..
“FETİH” ve “KEŞİF” konularında daha geniş bilgiyi “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda yazdık… Arzu edenler oradan daha geniş bilgiyi elde edebilirler..
Kişi, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonra ya kendi kabir aleminde ya da mertebesine göre berzah aleminde yaşamına devam eder.
İşte, herkesi, böyle bir yaşam bekliyor!..
Dileyen, bu konuyu, ilgili yerlerden araştırarak söylediklerimizin doğruluğunu teyid edebilir.
Ahmed Hulusi
X
Sayın Bilge Balta,
Son yazımda Sayın ibaresini yoğunluğumdan dolayı yazamadım aceleye geldi…hoş görünüz lütfen…
Yine size Ahmed Hulusi Beyden alıntı yapacam Fatiha tercümesi ile..ve müsait bir zamanınızda kısa da olsa yorumlarsanız memnun olurum..
Saygılarımla başarılar..
“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”(insanın vehim kuvvesini Tahrik ederek’’yok’’ u ‘’Var’’ ,’’var ‘’ ı yok olarak düşündürten;böylece insana kendini Allah Esması dışında bağimsiz bir varlık v beden kabul ettiren;sonucu olarak ta gökte bir tanrı kabulune yönlendiren taşlanmış şeytanın vereceği vesveselerden ,Hakikatim olan Allah Esmasının Koruyucu kuvvelerine sığınırım
Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahîm
1-) Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahîm;
(“B” işareti kapsamı itibarıyla) Esmâ’sıyla varlığımı yaratan ismi Allah olanın Rahmaniyeti ve Rahîmiyeti ile…(B işareti kapsamı =Hakikatim olan Allah ismiyle işaret edilenin Esmasının Kuvveleri ile) (Rahmaniyeti v Rahimiyeti=Rahmaniyeti Tüm isimlerin özelliğini içinde barındırır.Rahimiyetiyle bu isimlerin özelliklerini acığa cıkarır,kendi ilmi ile)
2-) ElHamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn;
“Hamd” (Esmâ’sıyla yarattığı âlemleri her an dilediğince değerlendirmek), âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir…
(Hamd=Vahidül-Ehadüs-Samed dir,Kendisinin Gayrı olarak Kendisini Anlayacak,idrak edecek,Değerlenedirecek ve de övebilecek varlık,vücud v özellikler sahibi ikinci bir bilinç mevcut değildir.Allah ı Ancak Allah bilir..Allah ı Ancak Allah Değerlendirir..Allahı Ancak Allah över yani metheden…Allah a ancak ve sadece Allah sena eder…Allaha ancak Allah HAMD eder….
(Alemlerin Rabbi=Her birimin Algılamakta oldugu kendi boyutu,onun Alemidir..En gercekci anlamıyla ;her bilinçli’’birimin’’ kendisi başlıbaşına bir alemdir….’’RAB’’;heran her şeyi her alemi varoluş gayesine uygun bir biçimde ;hazırlayan geliştiren olgunlaştıran ,varoluş gayesinin gereğini ortaya koyduran ve bunun için gerekli her şeyi sağlayan ;kısacası nesneyi mevcut hali ile ortaya çıkartma özelliğine sahip olan demektir..Rabbülalemin..Alemlerinrabbı,,yani alemler kelimesi ile işaret edilen sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirdikleri Rububiyet mertebesidir…)
3-) Er Rahmânir Rahiym;
Rahman ve Rahîm’dir. (Rahmaniyetiyle Esmâ âlemini meydana getiren ve Rahîmiyetiyle Esmâ âlemindeki mânâlar ile her an âlemleri yaratandır.)((–‘’Rahman’’dır ‘’DATA’’;Esmayı (isimlerin işaret etiği tüm özellikleri)cem etmiştir kendinde.’’Er-Rahman’’ Tek’teki sayısız özellikler mevcudiyetine işaret eder.’’RAHİM’’dir data;her an açığa çıkartır ‘’Rahminden’’,’’Kalemle’’ yazılmış ‘’Çok boyutlu tek kare resimi’’Tek bir sistem (sünnetullah),Tümü Kavrar,Makrodan, mikroya))
(Buradaki Rahmaniyet v Rahimiyet ,halife olarak yaratılmış bulunan insanın varoluş kaynağına da ayrıca işaret eder…
4-) Maliki Yevmid Diyn;
Din hükümlerinin (Sünnetullah) yaşanmakta olduğu sonsuz sürecin Mâlik – Melîk’idir.
(Din hükümlerinin=Allah indindeki anlardan bir an vardır ki,o an ‘’Tek gün’’dür,Cok boyutlu tek kare resim dir.O’na göre yalnızca ‘’anlarından bir an olan o bildigimiz ‘’gün’’=’’an’’ içinde bize ,bize göre ezelden –ebede ,herdem O na boyun eğilmekte ve O nun hükmü gecmektedir .Yani Malikiyeti v Melikiyeti Sonsuzdur..
(Sünnetullah=Esma alemindeki manaların açığa çıkış sitsem ve düzenidir)
Malik=Şayet’’Maliki’ diye anlarsak ,Sahip oldugu üzerinde ,özgürce ve tasarrufundan dolayı kimseye hesap vermeksizin dilediğini yapan anlamıyla karşılasırız..
Meliki=olarak okursak,Yönetim kullandırma,fiilleri değerlendirme yetki güç sahibi Olan zat olarak anlarız..
5-) İyyaKE na’budu VE iyyaKE nesta’iyn;
Sadece sana kulluk ederiz ve bunun farkındalığı için yardımını niyaz ederiz. (El Esmâ-ül Hüsnâ anlamlarını açığa çıkarmak suretiyle tüm yaratılmışlar olarak sana kulluk etmekteyiz ve bunun farkındalığına ermemiz için yardımını isteriz.)
((Senin isimlerinin manalarının Açığa çıkması için yaratılmış bizler ,her an bunu yerine getirerek mutlak kulluğumuza şükrederiz .Ayrıca bu kulluğumuzun devamınında yalnızca senin tecellilerinin devamıyla olduğunun bilincini her an yaşamak için yardımını dileriz ))
6-) İhdinasSıratal müstakiym;
Bizi sırat-ı müstakime (Hakikate erdiren yola) hidâyet et.
((Bizi hakikate erdiren doğru anlayışa yönlendir.Yoldan murat Anlayıştır.Sıratı müstakim Doğru anlayıştır.)
7-) Sıratalleziyne en’amte aleyhim;
Ki o yol in’amda bulunduklarının (nefslerinin hakikati olan Allah Esmâ’sına iman edip, onlardaki kuvveleri şuurlu olarak açığa çıkarma) yoluna…
(özel anlamıyla,’’İHDA’’yı ,kişinin ‘’en’am’’yolundan ebedi huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir ‘’sırat’’ı istemesi gerektiğini,;’’Hz.Muhammed Aleyhisselamın bildirdiği gerceklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır’’anlamında değerlendirmemiz gerekir .Allah ın bu Genel ‘’ in’am’’ ı dışında bir de özel bir de özel ‘’in am ‘’ vardır ki ,bu na erenler;Salihler ,şehidler,veliler,nebiler dir…Bu nimetler ile derece derece Allah ‘ a Yakin v kurbet eylemişlerdir ‘’İHDA’’yı bu ‘’Yakine ve Kurbete götüren yola’’anlamındada anlayabiliriz…Gayril mağdubi aleyhim;
Gazabına uğrayanların (âlemlerin ve nefsinin hakikatini göremeyip benlikleriyle kayıtlananların) (hakikatinden kozalı olarak ,kendini beden sanan yada dış tanrı anlayışı ile hakikatinden kozali olanın yaşayacağı sonuçtur,gazaba ugramak)
Ve laddaaalliyn; Ve (Hakikatten-Vâhid-ül AHAD-üs Samed olan Allah ismiyle işaret edilen anlayışından) saparak şirk koşanların yoluna değil. (daalliiyn=Hakikatten saparak herhangi bir birimde tanrılık vehmederek yaşamak) (Vahidül-Ahadüs-Samed=Vahid Ahad Samed isimlerinin işaret ettiği manaları aslında ‘’TEK ‘’ bir yapının özelliği olarak düşünmek gerekir ,Allah ın iç dış v gayrılık kavramlarından beri oldugunu anlatmaktadır ;bunun anlamı olarak El-Esma mertebesinden meydana gelmiş her şey ‘’ilmiyle ilmini seyr den’’ ibarettir .,diye anlaşılmalıdır.)
(şirk=özellikleri v sıfatları ile SONSUZ SINIRSIZ Ve Vahidül Ahadüssamned olup Allah ismi ile işaret edilenin yanı sıra bir varlık kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde ,gerceği örten fikir ve kabulleniştir..))
X
MESAJLAR

Attığın mermiye dikkat etmezsen, o sekip, düşman bildiğin yerine, bir yakınını yaralayabilirsin!. Daha da beteri, kendi beynine zarar verebilirsin; ki bunun telâfisi de mümkün olmaz!.
Dünyalığını ve çıkarlarını “DİN”e tercih edenin başı “MEKR”den kurtulmaz!
Dilin yaraladığı “dîl”in sahibi vardır!. Pahâsını ağır ödetir!.

Allah, yakîne erdireceklerine yanlışlarını ve perdelerini fark ve idrak ettirir; tövbeyi nasip eder.
Takdirinde gaflet olan ise, ilmine yüz çevirip; duygularıyla yaşamını cehennem etmeye devam eder…
Sonra da a’mâ olarak âhırete intikâl eder!.

Dün yaptıklarınızdan pişmanlık duyuyorsanız; bugün aynı hataları tekrar etmeyiniz.
Yarın pişmanlık duyup üzüleceğiniz ya da yanacağınız şeyleri iyi düşünüp, bugün onları yapmaktan kaçınınız!.
Kaybetmekten korktuğunuz şeylerleri oyuna sokmayınız.
Yarın pişmanlık duymayacağınız şekilde, yaşadığınız günü değerlendirmiyorsanız, yanmanız son bulmayacak demektir.
Yer ehli duygularıyla, semâ ehli aklıyla yaşayandır!.

“Ya olduğun gibi görün; ya da göründüğün gibi ol” diyen Mevlâna Celâleddin, ikiyüzlülüğün ne kadar yanlış olduğunu idrak ettirmek istemiştir.
İnsanlar hakkında başka türlü düşündüğü halde, onların yüzüne başka görünüp davranan, gönlünde nifak taşımaktadır. Nifaksa şirkten bir cüzdür!
Güvenmediğin insanla aynı mekânda bulunmamak, münafıklıktan çok daha evlâdır.

Babası oğluna bir torba çivi verir ve ona kontrolunu, sabrını her kaybettiğinde ceviz sandığının üzerine bir çivi çakmasını söyler. Birinci gün çocuk tam 37 çivi çakar.
Haftalar ilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir ve daha az çivi çakmaya başlar. Nitekim haftalar ilerledikçe, kendini kontrol etmesinin sandığa çivi çakmasından daha kolay oldugunun farkına varır. Her çivi çakılmadığı günün sonunda durumu babasına bildirir.
Bu defa baba oğluna, kendini kontrol ettiği her günün sonunda sandıktan bir çivi sökmesini ister.
Haftalar geçer, çocuk, hem sabır hem de kendini kontrol etmenin idrakiyle, tüm çivileri sökmüş olur ve babasını çağırır.
Babası çocuğun elinden tutar ve sandığın yanına götürüp ona şöyle der:
-Bak oğlum, çok çalıştın ve artık kendini kontrol ederek sandığın üzerinde delik açmamayı öğrendin!…
Ancak, sandığın üzerindeki deliklere bir bak!. Hiç bir zaman o delikler kapanmayacak ve eskisi gibi olmayacaklar.
Her sabırsızlığın, duygusal tepkimen karşındaki kişinin yufka yüreğinde böyle onulmaz yaralar oluşturur. Ne kadar özür dilersen dile, o yara daima orada duracaktır. Sözlü bir saldırı da en az fiziksel bir saldırı kadar yara verir!.
Oysa arkadaşlarımız bizim için mutluluktur, bizi güldürürler, başarı için cesaretlendirirler, bize dikkatli bir kulak sunarlar ve kalplerini bize açmaya her zaman hazırdırlar.SOKRATES

Yüzmilyonlarca yıllık kâbir âleminizde yalnızca sevenlerinizin dalgalarını alacaksınız, dalkavukların değil.
Parayla satın alamayacaklarınızla olmaya bakın!

Şüphecilik ve vehim yaşamınızı cehennem ederken; araştırmacılık, sorgulama, ilim ile cennetinizi genişletir.
Allah`a Yâkin elde etmenin yolu gaflet ehliyle dostluktan geçmez!
Bir gün “TEK”lik kokularıyla sarhoş olup, ertesi gün beşeriyet batağında çırpınmaktan, kurtulup; gönlü “TEK”lik seyrinde dâim kılmak gerek!.

HIRS, kendisine verileni değerlendiremeyenin, “DAHA”sını istemesidir!.ŞÜKÜR, nimeti veren olarak görmektir! Verenin ardında bir veren düşünmek ise ŞİRK!NANKÖR, ilmin gereğini yaşamayandır!.
En kötü AVUNTU, ilmin dedikodusuyla avunup, onu yaşamına geçirmemektir!.Duygularının ördüğü KOZAdan çıkamayana gâfil derler.
KOZANLA gitmeyi göze alacak kadar mı…… ?

Gökte Güneş`in tutulması değil; İlim ve mantık ışığının tutulması insanın geleceğini karartır!.
Güneş tutulmasının da, bu ışık ile bir bağlantısı vardır!
Güneş tutulumunun hemen akabinde gelen bir tür dalgalar, özellikle doğum haritası üzerindeki güneş üstüne rastlıyorsa, beyinde ŞOK etkisi yaparak, daha sonraki süreç içinde yanlış yorumlar ve önemli mantık hatalarına yol açar!.
Güneş tutulumunu gören bölgede yaşıyorsa, herkes, kendi beyin açılımına GÖRE, bu tesirlerden etkilenir.
Muhakkak ki bu durum Allah`ın yaratmış olduğu mekânizmanın işleyişi ve SİSTEMİN (sünnetullah) sonucudur.

Kurân’ı Kerîm, “La ilâhe….” derken; bir takım insanların, kendilerini “İlâh”iyât ÇI” olarak nitelemeleri ne düşündürücüdür!.
“İlâh iyât” fakülteleri mi olmalıdır; “DİNİ BİLGİLER Fakültesi” mi?
Türkiye’de ve Dünya’da “ilâhiyâtÇI” olmayan ne kadar “Dinî Bilgiler uzmanı” var acaba?
Herkes, kendi lâyığını mı seçer dersiniz?

Mukallit, söylenmişleri ve “dün”ü tekrar ederek yaşayıp, kendisi “OKU”yamayandır!.
Muhakkik, “Kitab”ı “OKU”yarak, söylenmemişleri dile getirendir. Biri eskiyle avunur; biri yeniyi keşfeder.
Allah sistem ve düzenini yani “sünnetullah”ı “OKU”yan, sistemin açıklanmamış taraflarını açıklar; mukallit ise dünün mecâzlarıyla ömür tüketir..
Kişinin hâli, ilminin dışa vurmasıdır. Ya, ilmi doğrudur, hâli de yerindedir; ya da hâli yanlıştır, ilim de yanlıştır!.
Kişi idrâkının sonucunu yaşar. Eğilen testiden içindeki dökülür yalnızca!.

İlme göre doğru olan, çok zaman sana göre yanlış olabilir.
Hayâlinde, kendi çevresinin oluşturduğu şartlanmalarına göre yarattığı evliya tasavvurundan arınamayan, pek çok zaman, karşısındaki gerçek “velî”yi inkâr eder!.
Sorun, kendi hayâlinde, veri tabanına göre yarattığın, tanrı, peygamber, velî tanımlarından arınamamanda; “Allah”, “Rasulullah” ve “veli” isimlerinin işaret ettiği anlamları kavramamış olmandadır!.

Yanlışa yola açan bakış açısı korunduğu sürece, yanlışın veya hatanın telâfisi mümkün değildir!
Yitirmekten değil, yitirmekten dolayı karşınıza gelecek faturasından endişelenin!.
Şartlanmanız, duygularınız veya yanlış değer yargılarınız nedeniyle ortaya koyduğunuz fiilin uzanacağı sonuçları düşünemiyorsanız, sıkıntılarınız, yangınlarınız asla son bulmaz.
Sonuçları düşünülmeden ve getirecekleri hesaplanılmadan atılan adımların çoğunlukla telâfisi olmaz!… Çünkü, onlar makas değiştirmeye yol açar!.
Sistemde ise geri dönüş imkânsızdır!.
Yazık o kişiye ki, dünyada bırakıp gidecekleri ve bir daha hiç beraber olmayacakları yüzünden, ebedî hayatın getireceği ebedî nimetleri teper!.
Yavru kuş, timsahın, duyguların olmasın!… Sana zarar verecek olanı dışarıda değil, bilincinde ara!
Kimse, senin kendine verdiğin zararı, sana veremez!.

Kul azmayınca belâ nâzil olmaz… Allah bizlere hidâyet ihsan buyursun… Kurunun yanında nîce yaşlar da yanıyor!
Birkaç kişinin tamah ve hırsızlığı binlerle insanın yaşamına son verir… Yüzbinlerce insan haksız kazanç peşinde hak-hukuk tanımazsa sonuç ne olur?
Buna da göz yumulursa, o zaman, “Allah daha beterinden korusun” diye dua etmekten başka çare kalmaz!.
Tüm dostlarıma Allah`tan selâmet ve sıkıntıyı aşmada kolaylık niyaz ederim…
İbret alalım, ıslâh olalım, selâmet bulalım… Beterinden Allah korusun cümlemizi…

Dünya yaşamı, senaryoyu Yazanın hükmüdür.
Akıllı insan, olmuşun tartışmasını bırakır; içinde bulunduğu sıkıntıdan çıkmanın çarelerini arar.
Karşınızdakinin hükmünü değiştirtmeye kalkmayınız!. Onunla bunu tartışmayınız dahi!.
O öyle istiyorsa; peki, deyip; kendi yolunuzu yeniden düzenleyiniz!.
Akan sudan ibret alınız… Karşısına kaya çıkınca, yolunu değiştirip ilerlemesine devam eder!.
Herkes, takdirindekine ulaşmak için, gerekeni yapmaktadır…
Nasibi olan, nasibini almak için; nasipsiz olan da elindeki nimeti tepmek için, gerekeni yapmaktadır!.
Siz hak bildiğiniz yolda, tek başınıza kalsanız da imanınız istikâmetinde yolunuza devam ediniz!.
İlmi tepen, gafleti seçmiştir!.. Tercihinin sonuçlarını yaşamaya da mahkûmdur!.

Ölümün soğuk nefesini hissettirdi yüz binlerle, milyonlarla insana; bir gece aniden…
Onbinlerle insanı bir anda çekip alıverdi yanına!
Âhiretlerini veripte satın aldıkları dünyalıkları çıkıverdi ellerinden!… Belki imanları kaldı ellerinde, belki o bile değil!.
Aniden geliverdi!. Şimdi çok sevdikleri bile yanlarında değil!
Umutları vardı gece yatarken… Yarınları vardı… Yapacakları; hayalleri vardı… Hepsi tuz buz oldu aniden!.
Evsiz, ailesiz, üstsüz-başsız yüzbinler!.
Hâlâ mı dünyalık için kavga… Hâlâ mı dünyalık için kırgınlık?
KARA BULUTLAR başladı çiselemeye!
İbret almayanların başına gelecek, daha büyük belâlar var herhalde!.

Anlayış özürlüler, kapsamını fark edemedi bu uyarıların:
“Biz hiç bir memleketi uyarıcıları olmadan helâk etmemişizdir… Uyarı=hatırlatma olur; biz zâlimler değiliz…” (Şuara:208-209)
“Biz, Rasul bâ`setmedikçe, azap edici olmadık…” (İsra:15)
Ahmakların, “Nebi” ve “Rasul” kelimelerinin anlamlarını farsça ve mecusi anlayışına dayalı göktanrıya bağlı “peygamber” kelimesiyle örtmelerinden beri; çok önemli bir sır ulaşılmaz derinliklerde kayboldu gitti!.. Bu yüzden de, “uyarılar ve nereden geldikleri” fark edilemez oldu!.
Bâtının, özün, hakikatin, sistemin seslenişi, bir mekân veya kişiyle kayıtlanmaksızın âşikâr olduğunda, “Risâlet” işleviyle karşılaşmıştır o toplum ya da fert!.
“RASÛL”ün uyarıcı; uyarıcının, RASÛL olduğunu; “Allah seslenişine” aracılık ettiğini algılayamamışlardır anlayışı kısıtlılar!.
“Nübüvvet” son bulmuştur; ama “Risâlet” yani “Allah’ın uyarısı” kıyâmete kadar devam eder… Buradaki “Risâletin” anlamı “Nübüvvet” değildir.
Dolayısıyla, Allah uyarısı, o topluma veya ferde, dâima, önceden bir isim veya resim altında ulaşır!.
Bu, dünyadaki her toplum veya fert için dahi böyledir. Bu uyarıyı önemsemeyenler ise, sonuçlarına çok acı şekilde katlanmak zorundadır!.
“Eğer biz onları, ondan (Rasûl uyarısından) önce azâb ile helâk etseydik, elbette şöyle derlerdi:
-Rabbimiz keşke bize bir râsul irsâl etseydin de, biz de bu zillet ve rüsvaylığa düşmeden önce, senin yaratmış olduğun sistem ve düzeni dikkate alarak yaşasaydık!” (Ta-Ha:134)

Dün gitti, asla geri getiremeyeceksin!.
Yarının neler getireceğini ise, hiç bilemezsin!
Yaşadığın an ise, sonraki süreçte ya cennetini, ya da cehennemini oluşturuyor!.
Kavgayı bırak, sevmeyi öğren!… Kayıtlamadan kayıtlanmadan!
Kayıt cehennemdir, anla bunu!
Farz varken, sünnetle kendini aldatma!… Depremzedeler varken, paranı UMRE’ye harcaman vebâldir!.
Karşındakine hizmetin Allah’a kulluk; ona nefretin, Allah’a isyan olduğunu fark etmeye çalış!.
Biz bugün varız, yarın yokuz!… Yarına ne eser bırakıyorsun arkanda, insanların seni anacağı; ve hayır dua edeceği?

“Akıllı odur ki, başa geleceği görür”!… Demişti bir zamanlar biri…
Bilmiyorum hâlâ görebiliyor mu, başına gelecekleri…
“Rüzgâr esmeye başladığı zaman yağmurun geleceğini anlarsınız değil mi?”; diye sormuştu Hz. İsa, 2000 yıl öncesinde insanlara…
Bilmiyorum, acaba fark edebilmiş mi bu gerçeği insanlar!…
Uyarıcılar her kisvede uyarırken insanları; ahmaklar hâlâ, herşeyin eskiden beri gelmekte olduğu gibi, devam edeceği sanısındalar!. Geminin karaya çıktığını fark etmeden danslarına devam ediyorlar!
Gök kararıyor; yer depreniyor; anlayışı kıtlar, saz çalıyor diyorlar!
Kangrenin ilacı olmadığını bile öğrenmemişler; yalnızca cüzdan ya da sex için yaşayanlar!
Toplum tüm kademeleriyle hakketti fırtınayı… Yanlışlarda ısrarla.. Rüşvetle yaşamayı, ehil olmayanları başına seçmeyi sürdürmekle… Elbette kuru da yanacak yaşın yanında!
Şimdi artık, ağlama sızlanma zamanı değil!.
Başını sokacak emin bir delik; kurtaracağın iman peşinde olmaya bak! Zira tüm âkiller seziyor, ya da görüyor başa gelecekleri!.
Bu gerçeği inkâr edenleri de, koy kendi hâline!… Bulsunlar aradıklarını!..
Olmayacak arkalarından, ağlayanları!.

Zordur olan-bitenden razı olmak… İman ister!
Lâfıyla değil, mahiyetinin idrakıyla ve hazmıyla iman!…
Kafanda yarattığın ve “ALLAH” ismiyle etiketlediğin tanrına iman, kolaydır… Senin fikrine uygun gelmeyince de olaylar, onu kolaylıkla yargılayabilirsin!…
Ama mercimek kadar aklınla, evrenin “e”sini dahi kavramamışken…
Evrenin Yaratanını yargılamaya kalkman, senin beyninin ve eserlerinin psikiyatristlerin inceleme alanına girdiğini gösterir…
Eğer birazcık gerçekleri görmek, anlamak ve kendi yaşamını ona göre düzenlemek gibi bir arzun varsa, içinde yaşadığın sistemi fark etmeye çalış… Sistemin gereği olan “tedbir”i terkedip; hayâlindeki tanrına bırakırsan işini, görürsün sonunu!
Yarın bakarsın, deprem olur; öbürgün sel ya da ayaklanma, isyan!.. Dünyada çeşitli ülkelerde bunlar hep olageliyor!… Ve olup bitenler içinde, nîce kurular da yanıyor yaşlar yanında!
Sen bunlarla kafanı yorup, “dünyalığımı nasıl kurtarırımla” gününü tüketirsen; yarın sana da isabet edecek olan ölüm sonrasında, kendine çok yazık edersin… Acıyanın da olmaz!
Gel bu olanlardan ibret al ve biraz kendine dön!
Uyaranı göremiyorsan söyleteni fark et!…
İş işten geçmeden!

Allah “ismi” ile işaret edileni anlamamış olanların, içinde yaşadıkları düzen ve sistemi yani “DİN”i kavramış olmaları kesinlikle mümkün değildir!… Bu durumda, içinde yaşadıkları günleri, olayları değerlendirmeleri de asla mümkün olmaz!.
İnsanlar, içinde yaşadıkları sistem ve düzeni anlamadıkları için de ne eşlerinin hakkını verirler; ne işlerinin hakkını verirler; ne de aşlarının haklarını verirler!.
Hayâlî dünyalarının, evrensel gerçeklerle bütünleşmediğini fark ettikleri zaman da iş işten geçmiş olur!.
Bunlar bir gerçektir ki, ancak huzur ve saadete ermesi dilenilmiş olanlar tarafından idrâk edilebilir.

Şaşkın ördek misâli, doğa mı, kader mi, Allah mı, deyip; labirentte yolculuğa devam ediyoruz…
Genetik ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba hayâl ediyorlar!.
Ezelde takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah indinde yalnızca bir “hiç” ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?
Her birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında yaş da yanar!.
Zeki insanlar, geçici dünya menfaatleri peşinde koşarlar!..
Hırslıdırlar!. Doyumsuzdurlar! Kriterleri, insanların beğenisi ve alkışlarıdır!. Beyinlerinde ördükleri kozanın sonuçta bilinçlerine ne getireceğini idrak edecek akıldan da yoksundurlar!
Akıllı insanlar, ebedî yaşamı esas alarak, içinde bulundukları günleri bu esasa göre değerlendirirler… Siyâset, para vs. gibi geçici dünyalık çıkarlar umurlarında değildir!.
Amaçları günbegün kozalarını kalınlaştırmak değil, Allah’a ermelerine engel olan kozalarından kurtulmaktır!.
Herkes ne için yaratılmışsa, kendisine takdir edilenin, yolu da kolaylaştırılmıştır.

Karşınızdakini suçlamadan önce kendinizi onun yerine koyup; onun penceresinden olaya bakarak değerlendirme yapabiliyor musunuz?
Olgun kişi, kendini, karşısındakinin yerine de koyarak olayı değerlendirebilen insandır.
Bugün, birilerine karşı dün yaptıklarınızdan pişmanlık duymaktaysanız; aynı şekilde, yarın da, bugün yaptıklarınızdan, pişmanlık duyabilirsiniz!.
İlmin ve aklın yolundan ayrılarak; davranışlarını duygusallıkla düzenliyenler, bu tutumlarını değiştirmedikçe sıkıntıdan kurtulamazlar.

Yarınınızı görmek istiyorsanız, yaşadığınız güne bakın!…
Yarın, bugün yaptıklarınızın sonuçlarını yaşayacaksınız!.
“Yarın”lar “dün”lerin getirisidir!ér.
Yaşadığınız “an”ın hesap sonucudur “yarın”lar.
Düşünün ki, bugün, “dün” yaptıklarınızın iyi veya kötü sonuçlarını yaşıyorsunuz.
Bugününüzün de, yarın, “dün” olacağını farkederek; yaşamınıza ona göre yön vermeye; elinizdekileri bu gerçeğe göre değerlendirmeye bakınız.

Bedbaht o kişidir ki, âhırette beraber olmak istediği kişiyle, kafaca dünyada beraber olma imkânı olduğu halde, pahasını ödemekten kaçınarak, bu imkanı teper!
Mutlu odur ki, sevdiğiyle beraber olmak uğruna bedelini öder!.
Bedbaht, ebedi saadeti terkedip birkaç saniyelik dünya nimetiyle iktifa eder!.
Mutlu, ebedi yaşamı düşünerek, sayılı saniyelerin gamıyla, zamanını boşa geçirmekten imtina eder!.Sayılı ve sonluyu, sonsuza değişenlerden olmaktan Rabbime sığınırım!.

Fikrin değil, kişinin dedikodusu olur!.
Akıllı insan, ilmi ve aklı kadarıyla fikrin eleştirisini yapar!.
Kişinin eleştirisi olan gıybet, yalnızca, edenini değil dinleyeni de kozasına hapseder ve dahi kozasını kalınlaştırır!.
Kişiye saygısı olmayanın Allah’a da saygısı olmaz!
“Seyr”i elde edememiş veya elinden kaçırmış olanın, tek meşgalesi dedikodu olur!
Dünyada insanın niye varolmuş olduğunu fark edemeyenler, günlerini Allah’ı tanıma ve erme ilmiyle değil, birbirleriyle çekişmeyle tüketirler!.
Her gününü, sana ebedî hayatında yararlı olacak yeni bir ilim öğrenerek değerlendiremiyorsan, ancak perdeni kalınlaştırmakla meşgulsün, demektir.

Şükür”, sana nimet verene gülücük yapıp, teşekkür ederim, demek; yarın da, hepsini inkâr anlamında defterinden silercesine yüz çevirmek değildir!.
“Küfür” de kızıp karşındakine sövmek değildir!.
Şükür nimeti vereni görüp, ona minnet duymaktır!
Bir gün “küfür”, diğer gün “şükür” ise değer ifade etmez!
Şükredebilenin, küfrü olmaz!…
Küfürden arınmayanın da şükrü olmaz!.
Küfür vereni inkâr etmektir!… Aldığını değerlendirmemektir!… Verilende, vereni görememek yüzünden, verenden perdelenmiş olmaktır!.Ne dildekidir “şükür”; ne de dildekidir “küfür”!

İnsanın inandığı, yaşadıklarıdır… Herkes, inancının sonuçlarını yaşar!…
Aptal, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir; akıllı, karşısındakinin davranışlarıyla onu değerlendirir!.Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayâlindekinin peşinde koşan, hem elindekini yitirir hem de hayâlindekini!.
İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür tüketenlerin değil, onu yaşayanların hâlidir!.Ailesinde huzuru olmayanın Allah’la da huzuru olmaz!.
Karşısındakini veya çevresinde bulunanların hakikatini değerlendiremeyenlerin, gece hayâlleri kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez!.
İbadetleriniz yapınız; ama beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız; gerçeği yaşamak istiyorsanız!… Velev ki henüz Hakikatı kavrayamamış olsanız bile!.

Bal yiyenler var…
Kavanozunu yalayanlar var…
Bal yiyenleri duyup, dedikodusuyla ömürlerini tüketenler var!
Bal yiyenler, yemeye devam ediyorlar…
Kavanoz yalamanın bal yemek olduğunu sanıp; çevrelerindekileri de buna inandırmağa çalışan saf kişiler ile, bunlara inanan anlayışı sınırlılar var!…
Bal yiyenlerin dedikodusunun, kendilerine bir şey kazandıracağını sanan; ya da bu dedikoduyla kendini teselli ve tatmin edenler var…
Dünya dönmeye ve sırası gelen yeni boyutta yerini almaya devam ediyor.
Siz bunlardan hangi sınıftasınız; sorguladınız mı kendinizi?
Kendisini çevresine, keşif veya fetih ehli “velî”, “uyarıcı”, “mehdi” gibi empoze eden körler, acaba yarın öte boyutta ne hâlde olacaklar?
Bu aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl yaşanacaktır?

“İnsan”, bir bilinç varlığın adıdır ki; bugün et-kemik bedeni kullanır; yarın, ruh bedeni; cennete girebilenler ise “nur” olarak yaşarlar!.
Dünya`da yaşarken, kendini bedensiz soyut bilinç varlık olarak hissedemeyenler, daha sonraki boyutlarda bunu hissedip yaşama olanağını elde edemeyeceklerdir.
Dünyada bedenle yaşamanın hakkını vereyim diye yalnızca iş-eş-aş hakkıyla uğraşırken; bilinç varlık olmanın hakkını ihmal ederek bunu hissedemeyenler, ebeden kozmik evrensel bilinç boyutunda kendilerini tanıyamayacaklardır.
Dünyada mertebe ve kerâmet peşinde koşan bedensellikle kayıtlanmış birimler, en büyük kerâmetin “evrensel kozmik bilinç boyutunda” yaşamak olduğunun farkında bile değiller!.

“Allah” adıyla işaret edilene duyulan “haşyet”in ne olduğunu kavrayamayanlar, var sandıkları tanrılarıyla başbaşa kaldılar ve onun sopasından korkarak yaşadılar!.
“Allah korkusu”nu, “tanrı korkusu” olarak anlayıp, öylece kabullenenler; sonra da ötede bir tanrı olmadığını fark edenler, hüsrana uğradı!
“ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar ise, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşıyamama korkusu içinde yaşadı…
Bazıları ise bunun da ötesinde, sonsuz azamet ve ihtişamın getirdiği haşyet hâlinde şaşakaldı!.

“Baş olma” hevesinden geçememiş olanların tasavvuf önderlikleri, tabiatının sigara arzusunu terk edemeyen şeyhlerinki gibidir… Onların alâmeti, kendi müntesibi olmayanları suçlamak ve aşağılamaktır!.Kendine bağlı olmayanlara gayrı gözüyle bakarak; onları, kendine bağlanmadıkça ayrı görüp, onların dedikodularını yapan takım başları, çelik çomak oyunlarına devam etsinler!… Bunun farkına varmayan müntesipleri de, onların âkıbetine mustahak olurlar elbette.
Akıllı olan, ayırımcılığın olduğu hiçbir takım ve grupta yer almaz!
İman ehlinin dedikodusunu yapan bizden değildir!.
Benliğini terk etmiş olan zatta dedikodu ve gıybet kesinlikle olmaz!
Orijin varken kopya çevresinde toplananlar, kopyanın kopyası olmaktan öteye geçemezler!…
Orijin yalnızca “Allah Rasûlü”dür!.

Karşınızdakini suçlamadan ve ona “Niçin bana bunu yaptın” demeden önce durun ve şu soruyu sorun kendinize:
-Acaba ben ne yaptım da karşımdaki bana böyle yaptı? Benim hangi davranışım, onun bana böyle yapmasına sebebiyet verdi?
Bunu sorabiliyorsanız kendinize; bu, pek çok konuda gerçekleri görmenize engel olacak perdelerden kurtulabileceğinizin müjdesi olacaktır.

Sormuşlar:
-Deprem sigortası yaptıralım mı; tevekkül mü edelim?
Cevap vermiş:-Yarına Allah kerîm, hayırlısı olsun; deyip çalışmaktan vazgeçerek; geleceğe dönük bin türlü plan yapıp tedbir almaktan yüz çevirerek; hatta, daha abartılı şekliyle, tevekkül ediyorum deyip, yemek yemeyi terkederek mi yaşıyorsunuz?
Yoksa bütün bunları yapıp; sonra da tevekkül sahibi olduğunuzu; kadere iman sahibi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?.Sistem gerçeğinin Allah yaratısı olduğunu fark etmeyenler pahasını öderler!. Mazeret ve cehalet geçersizdir!.

Soruyorlar:
-Deprem, tanrının cezalandırması mı? Tanrılarından cezalarını bulmuşlar; farkına belki öte boyutta varacaklar!.
Allah sistem ve düzeni ezelde yaratılmış ve dilendiği şekilde uygulanmaya koyulmuştur!. Kimse bu sistem ve düzenin dışına çıkamaz ve bir yaprağı bile oynatamaz o sisteme karşı veya rağmen!.
Herkes eliyle veya diliyle yaptığının sonuçlarını yaşayacaktır!.
Sarımsak yiyenin ağzı gül kokmazmış!
Herkes amellerinin karşılığını alacak; paylaşımı kadarıyla paylaştıklarıyla beraber olacaktır!.
Galaksideki iğne ucu yerini farketmeyen ülke tanrıları kendi kullarıyla birlikte hakkettiklerini alacaklardır… Yaşlar da arada yanacaktır!

Anlayışı sınırlı soruyor:
-Ama niye “kurunun yanında yaş da yansın” ki?
Nasıl anlatabilirim ve fark ettirebilirim…
Yağmur yağdığı zaman su altında kalmaktan hiç hoşlanmayanlar hiç bir şey yapamazlar; sığınacakları bir yer yoksa, ıslanırlar!
Denize düşenlere, deniz, istisna uygulamaz!. Yüzmesini bilen, kendisini istisna kılar!. Deprem geldiğinde her yeri sarsar, istisna bölge tanımaz!.
Sistemde istisnayı, ancak sen yaptığın çalışmayla; kendini o bölgeden uzaklaştırmakla sağlayabilirsin!. Aksi halde bulunduğun ortamdakilerin içinde bulunduğu şartlara sen de tâbi olursun!.
Kaçacak yerin yoksa, bulunduğun ortamın şartlarına katlanırsın!. İyiyse iyi, hoşlanmadığınsa hoşlanmadığın!. Artık anlayın SİSTEM REALİTESİNİ !.
Bu “Allah” adıyla işaret edilenin yaratmış olduğu ‘’DİN’’ adıyla bilinen ve ‘’SÜNNETULLAH’’ olarak işaret edilen SİSTEM ve DÜZENDİR; ki asla kimse için değişmez!.
Hele evrende bir zerre olan Dünya üzerindeki zerrecikler için!.

Ne “Allah”ta tekrar vardır; ne de tarihte tekerrür!.
“Aynı ırmakta iki defa yıkanılmaz”; diyor O zât!.
Şükredenin, elindeki nimet artar; nankörlük eden, zaten elindekini terkeder!.
Hiç bir değer yerde kalmaz; elbet değerlendirecek olanını bulur!.
Aynaya bak ve kendin hakkında gerçeği itiraf et… Sonra da geleceğini gör!Şükredenlerden misin; yoksa nankörlerden mi?

Tanrıya tapanlar bu günlerde çok sıkkın!.
Niye deprem ya da başka yanlış işler yaparak, insanları sıkıntıya sokuyor ki ULU TANRI ?
Tanrıya inanan, tanrısını hesaba çekiyor… Tanrıya inanmayan ise, “Doğa işi bu; tanrıyla ilgisi yok”; diyor…
Ya “Allah”a inananlar nerede? Onlar ne yapıyorlar?

“AY”ın aptalı, “niye Güneş değilim, ışığım kendimden değil; niye beni, ben olarak değil, Güneş’ten yansıyan ışığım için seviyorlar” diye yakınırmış!.
Bilmezmiş ki, gezegenlerin ışığı Güneş’le kaimdir!.Haddini bilen mehtap, hem kendisi mutlu olur; hem de insanları gecenin karanlığında nura kavuşturur.
Keşke(!?), Allah Rasûlü yörüngesinde bir ay olabilseydim.

O kadar bencildi ki…
Kimseyle paylaşmayı sevmezdi!…
Çıkarı olmadıkça kimseye yüz vermezdi!.
Alacağı birşey yoksa, karşılıksız vermeyi hayatta düşünmezdi!.
İnsanlar için çalıştığını söyler; yoksulu sürünür bırakıp; hakkettiğini alıyor, derdi!.
Tanrıya bile cenneti uğruna kulluk ederdi!.
Sanırdı ki, elinde bulunanlar kendi emeğinin karşılığı!
Ve bencil de birgüm ölümü tattı!..Bencil benliğiyle başbaşa kaldı, karanlıklar içinde tek başına!…

Yazılanların dışında bir olay kesinlikle olmayacak!.
Buna iman ediniz…
Huzurlu ve mutlu olmaya çalışınız hâlinize şükrederek. Düşünün ki sizden çok çok daha zor durumda sıkıntıda olanlar var..
Depremin yaydığı manyetik alan sert etkiler ile birleşince insanları çok güçlü etkiledi…Paranoya ve şizofreni yaygın bir biçimde görülür oldu… Yakında belki de bırakın ‘’mehdi’’liği, tanrılığını iddia edenler bile görülebilir…
Sabredin… Allah Rasûlünün izinden yolundan ayrılmayın!. İbadetlerinize devam edin ve Allah’ın yardım ve inâyetini isteyin.
Âhir zamanda depremlerin artacağını bildiriyor Allah Rasulü… Sadece toprakta değil, beyinlerde ve toplumlarda da olacaktır bu depremler.

Karşınızdakini saygıyla dinleyin… İlminize uyanı alın; uymayanı kendisine iade edin.
Kimseyi hor hakîr görmeyin; ayıplamayın ve dil uzatmayın; dedikodusunu yapmayın!. Ondaki de Allah’ın bir tecellisidir; ve hikmeti vardır!. Her şey yerli yerindedir!.
“Görelim mevlâ neyler; neylerse güzel eyler”!.

“Âhir zaman”sa bu yaşadığımız devir; depremler artacak ve sıklaşacak; mehdi(?)ler çoğalacak; cinler(UFO) yeryüzünde görülür hâle gelecek; tanrı olduğunu iddia edecek varlıklar seyredilecektir.
Ne mutlu o iman sahiplerine ki…
Alemlere rahmet olan Allah Rasulünün uyarılarını dikkate alarak aldatıcılara kanmaz; Kur’ân esaslarını “Kur’ânın ruhu”na göre değerlendirerek yaşamına yön verir. Geçici dünya menfaatleri için dünya kavgasına girmez!.

DİN” kelimesiyle anlatılmak istenenleri anlamak için, şu gerçek çok çok iyi kavranmalıdır…
“İSİM”, isimlenen değildir; isimlenene, işaret için kullanılır ve onu târife yarar; ama hiç bir zaman, isimleneni tam olarak anlatmaya kavratmaya yetmez!. İsim, işaret ve kısmen târif kelimesi olarak kalmaya mahkûmdur. İsimlenmiş olan, ismin kaydından ötedir. Kayıtlanmaz isimle!.
Eğer bu anlatılanı idrak ederseniz…
Fark edeceksiniz ki; “DİN” kelimesinin anlamı kapsamında anlatılmakta olan her şey, yaşamda algıladığımız ya da bizim algılayamadığımız bir boyuttaki, bir sistemi, bir mekânizmayı, bir oluşumu bize anlatmakta; bu sisteme göre de yaşamımıza nasıl yön vermememiz gerekliliğine işaret etmektedir.
Eğer anlatılan veya söylenenlerin isminde kalır ve sonra da isimlere dayalı bir dünya veya âlem oluşturursak kafamızda; bunun içinde yaşadığımız dünya ve sistemle hiç bir alâkası olmaz.
Sonuçta kafamızdaki çelişkiler hiç bitmez… Sürekli karşımızdakini suçlarız, anlatamıyorsun; diye.
“İsmi” bırakın; isimleneni fark etmeye çalışın!.

“DİN”i tanrıya tapınma ve onun gönlünü hoş edip cennette yer kapma ya da cehennemden kaytarma, diye anlıyarak; gereklerine çeşitli nedenlerle boş verenler bunun faturasını ebeden ödemeye devam edecekler!.
Allah’ın yaratmış olduğu bu sistem ve düzeni fark ederek, yaşamlarını o sistem ve düzenin kanunlarına göre düzenleyenler ise, yaptıkları çalışmaların sonuçlarına göre yeni bir yaşam biçimine kavuşacaklardır.
Allah Rasulü size, ebediyet yaşamına göre nasıl hazırlanırsanız; ne yaparsanız; onun sonuçlarını yaşayacağınızı bildirmiştir.Ölümötesi boyutu anlatanı önemsemeden; yalnızca, dünyalık geçici çıkarlarını önplana alarak yaşayanlar; sonsuzluk ortamında telâfisi mümkün olmayan pişmanlığı yaşayacaklardır!
Depremlerin getirdiği ders, bir anda herşeyin yitirileceğini öğretmektedir.Ya geçeceğiniz boyuta bir hazırlığınız yoksa?

İnsanlar sevip saydıkları, değer verdikleri kişi her an yanlarındaymış gibi yaşamadıkları sürece, o kişiye karşı olan sevgi ve değer verme sözlerinde samimi olmazlar; ve bu konuda nifaktan arınamazlar!.
Gerçek sevgi, sevdiğin her an yanındaymışçasına, seni seyrediyormuşçasına konuşman, davranman ve yaşamandır.
Gerçek değer verişin, o kişi her an yanındaymış gibi fiilller ortaya koyman ölçüsündedir.
İki yüzlülük kolay affedilir bir suç değildir!.
İki yüzlülükten kurtulmak çok güçtür!.
Yaptıklarınızın ne kadarını çok sevdiğinizi söylediğiniz Allah Rasulü sizi seyrediyormuşçasına ortaya koyuyorsunuz?
Her an Allah Rasulü yanınızda sizi seyrediyormuşçasına hissederek yaşayamıyorsanız, imanınız henüz kemâle ermemiştir!.

İçinde yaşadığımız Sistem ve Düzenin gerçek kanunlarını okuyamıyorsak, daha çok üzülürüz!.
Bir adam çıkıyor, yanına üç-beş kişi toplayıp gücü eline geçiriyor; ve yüzbinleri, milyonları ölüme götürebiliyor!.. Oysa milyonlarla ölenin hepsi mi suçlu?
Tarihe bir bakın… Dün de öyle, bugün de böyle!.Toplumlar, bilinçsizce başa geçirdiğinin pahasını çok ağır ödüyor!
Sistemi böyle kurulmuş bir dünyada, insanlar, kendi ebedi geleceklerini düşünerek ona göre tedbir almıyorlarsa, yaşadıkları süreç büyük ızdıraplarla ve hüsranlarla sona ereceği gibi; sonsuzluk yaşamında da bu azap ve hüsranlar son bulmayacaktır!.
Bugün, “ne yapayım elimde değil ki” diyerek toplumun size çizdiğini yaşıyorsunuz ve kendinizi teselli ediyorsunuz; ama ölümötesi boyutta, yalnızca kendi yaşamınızın getirisi sonuçlarını yaşayacaksınız!.
Bu günkü teselliler de o gün geçerli olmayacak… Yaptıklarınızın karşılığından başka bir şeyin, yaşanmadığı o ortamda!.
Kendinizi aldatmayın… Bildiklerinizin gereğini yaşıyor musunuz?
“Hesap görücü olarak vicdanınız (nefsiniz) yetecektir”!.

“B” sırrıyla, “Besmele”yi tefekkür, insana neler hissettirir?
“B” sırrıyla, “Biiznillah” düşüncesi, insana hangi âlemin seslenişini zâhire çıkartma imkânı verir? Ki, İsa aleyhisselâm bununla ölüyü diriltmişti!.
“Allah” kulunda zâhirdir; cümlesi ne gibi anlamlar ihtivâ eder?
Bunları biraz olsun düşünüp değerlendirebilecek miyiz acaba?

Zekâ fikirlerle uğraşırken, akıl sistemli düşünceye yönelir!
Zekâ fikirler arasında çelişkilerden kurtulamazken; akıl tefekkür okyanusuna açılır kapasitesi ve ilmi nispetinde!.
İnsan, evrenselliğe özünden gelen evrensellik boyutundan açılabilir; dışarıdan bedensellikten değil!.Özündeki sonsuz ve sınırsızlığı hissedemeyen madde batağında boğulur!
Ne bedbahttır ki, parası ya da bedeni yüzünden madde batağında kaybeder sonsuz geleceğini!…
Ne mutludur ki, parası veya bedensel çıkarları onu maddede kayıtlamamıştır; o bütün bunlar yüzünden sınırsızlığa ulaşmaktan geri kalmamıştır.

Yaşamda, tüm varlıkta, her birimde yaygın olan duygu sevgi ve sevdiğine sahip olma ve onunla “bütünleşme” anlamında “BİR”leşmedir!.
“BİR”leşmeninin farkında olmayanların yaptıkları ise “çiftleşme” diye adlandırılır.
Birimler arasındaki manyetik çekim gücü sevginin mekânizmasından başka bir şey değildir; isim, farklı olsa da…Yaşam sevgi üzerine kurulmuşken, bunu yaşayamayanlar, hayâllerindeki bir tanrıyla meşguldürler…
“Zâhir” olanı bırakıp, ötede sevecek aramak ancak gaflettir!
Neyi seversen sev, gerçekte yanlızca “HU”yu sevmektesin ve zaten yalnızca “O”nu sevmek için varsın!..
Sevgi yaşantısı cennettir; sevgisizlik ise cehennemin bir türü!

Nisa Sûresi, 82. âyet:“Kurân’ı derin derin tefekkür etmiyorlar mı?..
Eğer O, Allah`tan gayrının İNDİnden olsaydı, içinde bir çok tutarsızlıklar ve çelişkiler bulunurdu…”
Demek oluyor ki, çelişkiler ve tutarsızlıklar ihtiva eden fikirler, Allah İNDİ’nden değil; çeşitli plan(!)larda yaşayan yaratıklardan kaynaklanmaktadır.
Öyle ise, bu tür çelişkili fikirler buna göre değerlendirilmelidir.
Allah indi’nden gelen ilim ise, bir fikrî bütünlük içinde; bir sistem ve düzeni yansıtan ilimdir.

Her topluluk lâyık olduklarını başa geçirir…
İnsanlar lâyık olduklarıyla beraber olurlar!
Dostunu söyle; kim olduğunu söyleyeyim; mesajı önemlidir!.
Değerlendiremediklerinizi alıp atacaksınız; ve sonra da ondan mahrum kalacaksınız!
Ellerinizle yaptıklarınızın ve seçimlerinizin getirisi sonuçlarını yaşayacaksınız!
İsimlere etiketlere aldananlar, müsemmaların sonuçlarını yaşarlar!. Sistemde mâzerete yer yoktur!.
Anlayışı sınırlı veya kıt olanlar, dünden ibret almazlar; günü yaşarlar; isimle uğraşıp, isimlenen kavram veya kişilikten perdelenirler; sonuçlarından da kaçınamazlar!… Yarın pişman olmak istemiyorsanız, elinizdeki ilmi iyi değerlendirin; Hz. Muhammed aleyhisselamın yolundan ve öğretisinden ayrılmayın; başka cinni veya uzaylı diye tanımlanan planların sesleniş ve saptırmalarından korunun!..
Yanıldığınızı anladığınızda telâfi etme şansınız olmayabilir.
Dini imanı paradır bazılarının!…
Dini imanı sekstir bazılarının!…
Dini imanı şan şöhret, isimdir bazılarının!
Tüm inançları, laftadır, göstermeliktir!
Tanrıya tapınırlar; peygambere inandıklarını söylerler; Kurânı yataklarının tepesine asarlar; ölülere okurlar!.
Yaşayan ölülerdir artık onlar; zombi olmuşlardır; farkında değillerdir!…
Tıpkı, ölümü tadanların, ilk aşamada öldüklerini farkedememeleri gibi; onlar da yaşayan ölü olduklarının farkında değillerdir!…
Kiminin şeyhi vardır, kiminin hocası efendisi!…
Sanırlar ki, onlara verdikleri rüşvetlerle ölüm ötesinde kendilerini kurtaracaklar!. Zavallılar, parayla seksle, isim yapmakla öylesine hücrelerine kadar konsantre olmuşlardır ki, “Allah” adıyla işaret edilenin ne olduğunu düşünmeye dakika ayıramazlar!. Hiç farkında değillerdir “Allah Rasullüğünün””ne olduğunun!.
Göya müslüman ülkede, müslümanlar arasındaki, müslüman etiketli, yaşayan ölülere acıyın ve saygı duyun!…
Kurtlara böceklere yem olmak üzere mezara yalnız başlarına atılacakları güne kadar!
Ne mutlu, iman sahibi olarak, imanı doğrultusunda, her türlü cefa ve sıkıntıya katlanabilenlere…Ne yazık, para seks isim uğruna âhıretini satanlara!.

Dünyada yaşarken, bu güne kadar bildiğiniz kişiliğinizden arınıp, “evrensel kişilik” edinemediyseniz; hâlâ da, bu yolda bilgi ve enerjinizi kullanamıyorsanız, bu hâl üzere ölümü tadacaksınız, demektir.
“Evrensel kişilik” nedir bunu kavrayabildiniz mi?
“Allah” adıyla işaret edilenin ne olduğunu kavramamış olanların, “evrensel kişiliğini” fark etmesi de mümkün değildir.
“Evrensel kişiliğini” fark edemeyenler, geçmişte “bühl” olarak tanımlanmışlardır…Onların tüm beyinsel faaliyetleri, dünyada bırakıp gidecekleri şeyler üzerine hasrolmuştur…
Onlar için önemli değildir “evrensellik”!… “Evrensellik” kavramının yanına bile yaklaşamazlar.Daha iyi nasıl yerler, daha çok nasıl ve kiminle seks yaparlar, daha çok nasıl kazanırlar, isimlerini daha çok nasıl duyururlar! Tüm yaşamlarını buna ayırmışlardır…. Belki bazen de vicdanlarının sesini bastırmak için bir umre ya da hac yapar, sadaka, zekat dağıtırlar.
Tüm varlıkları bir çukurluk bedenleridir oysa; farkında bile değillerdir bunun!.
“Evrensellik nedir”; “evrensel kişilik nasıl oluşur”, bunlara ancak o istidat ve kâbiliyetle yaratılmış olanlar önem verirler; ve ona göre yönlenirler…
Gerisi içinse, “biri daha gitti sürüden!” derler…. Hepsi o kadar.

Onlar, bıktılar yobaz din adamlarının mukalliti olmaktan!…
İsyan ettiler!
Artık, aydın(!) din adamı(?) MUKALLİTİ olmak istiyorlardı!
Onların, “düşünen insan” olmak, gibi bir sorunları yoktu ki!.

Dünün gelişmemiş beyinlerine, dar kafalılarına, şeklin ötesini düşünemeyen mukallitlerine, bugün ne gözle bakıyorsunuz?
Meselâ, “dünya tepsi gibi düzdür, kenarına gidersen boşluğa düşersin”, diyenlere; “Kurânda yazıyor, Allahın eli vardır” diyerek gökte büyük bir pençe el arayanlara… Kurân’ın temelinin benzetme ve işaretler üzerine kurulduğunu fark edemeyen gelişmemiş beyinlere…
Acaba, yarın da, nasıl bakılacak bugünün dar kafalılarına, gelişmemiş beyinlerine!…
Evrenin boyutsallığını ve algılama araçlarına göre farklı katmanlar ihtiva ettiğini fark edemeyenlere!
Farklı yaratık türlerinin algılama sistemlerine göre farklı evrenlerin söz konusu olduğunu; evrenin başı sonu olmadığını; yalnızca sürekli dönüşümlerin süregittiğini her an yeni bir şanda olarak; gerçekte baş-son kavramlarının göresel olduğunu anlamayanlara!
İnsanın dünyasının, kendisiyle beraber sonsuza dek süreceğini; cehennem ve cennetini bu dünyasıyla yaşayacağını kavrayamayan beyinlere!
Lûtfen bakmayın bize sakın, gökteki göksüzler, yerdeki yersizler! Değerlendirme yapmayın bizler hakkında!… Değmeyiz!.Biz, kendi minik dünyamızda, küçük mutluluklarla ya da üzüntülerle yaşamımızı kâh cennet kâh da cehennem eden; evrendeki yerinden ruhunun bile haberi olmayan kozalarımızın imparatorlarıyız!!!.
Tek yaptığımız, kendi cehâlet karamızla önümüze gelene kara sürerek, onun seviyemize düştüğünü sanmaktır!.
Kafamızda yarattığımız tanrımızla çok mutluyuz biz, zaman zaman onu beğenmesek, eleştirsek de!.
Çöle sosyal düzen kuralları getirdiğini sandığımız peygamber(?), ona gökten inen bir melek ve nihâyet gökteki tanrımız ile geçinip gidiyoruz işte!
Ne genetiğin evrensel duygusuz hükümranlığından haberimiz var; ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan evrensel tek şuurdan!.
Kozamdaki ben, gökteki dev pençe eli olan tanrım; sahip olduklarım(!?), ve onları yitirmekten dolayı yangınlarım, cehennemim!.. Ha, bir de, tabiatıma uygun ele geçirdiklerimden dolayı hayâlimde yaşadığım cennetim!.
Sakın arkanıza dönüp bize bakmayın yarınlardakiler; gökteki göksüzler; yerdeki yersizler!… Zamansız ve Mekânsızın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak varlığı devam edenler!

Sevmek ve ne pahasına olursa olsun sevdiğini elde etmek!
İşte sorun burada!.
Sana tasavvuf “elde etmeye çalış ne pahasına olursa olsun” demiyor!.
Karşılık bekleyerek yaptığın işin veya verdiğin her şeyin, senin “ego”nu, varlığını besleyen en kuvvetli gıdadır!.
Olmak için ölmek gerek!.
Nefsini öldürmenin anlamı, nefsini kurban etmek, yani, “ben”inden geçmektir!.
“Ben”le yaşamak en büyük yüktür!… Neyini verirsen ver, “ben”ini vermedikçe eremezsin!.
“Ben”ini yakıp, benliğini yok edecek tek şey de aşktır!.
Aşk, hiç bir karşılık beklemeksizin karşındakini sevmektir; sevdiğine kendini kayıtsız şartsız karşılık düşünmeksizin teslim etmektir!.
Bilgi ile yola çıkar, sever aşık olursan, erirsin, yok olur, erersin!. Eridiğinde ne sen kalırsın ne aşk!
Fâni fenâ bulmuştur; Bâki Bekâsındadır!.
Kesret karşılığı kullanılan vahdet kavramı da bir sembolden başka bir şey değildir!
Hay, Bâki, “Yefâlu mâ yürîd”, Mürîd Allah’tır!.
AHMED HULUSİ(MESAJLAR KİTABI)
X

Mevlâna Celâleddin`in çok sevdiğim şu beyti, önemli bir gerçeği vurgular…
“Dünle beraber gitti ne kadar söz varsa düne ait, cancağızım;
Bugün artık yeni şeyler söylemek lâzım!..”
Bu ifade, “müslümanlık” anlayışı ile ilgilidir; “İslam Dini” ile değil!.
Daha önce de çok açık bir şekilde vurguladığım gibi, “İslâm Dini” zamanüstü evrensel sistem ve düzendir Allah indindeki. Bütün Nebiler bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, kendi toplumlarına, anlıyabilecekleri değişik şekillerde açıklamışlar; bundan da çeşitli kavim veya Nebiler adına göre değişik dinler varmış zannı doğmuştur!..
“Sünnetullah” denilen, zamanüstü evrensel sistem ve düzen asla yenilenmez ve değişmez!. Dünya varolmadan ne ise, bugün de odur; kıyâmetten sonra da aynıdır!. Biz bunun, algılayabildiğimiz kadarına “doğa kanunu” da deriz!..
Yenilenme, anlayışta, yorumda olur!.. Yani, müslümanlık anlayışında, “Din”i değerlendirmede olur!.. Sistemde değil!. Zira, zaman değiştikçe insanların kavrayışları geliştikçe; ilim, irfan, teknoloji, fen ilerledikçe “İslam Dini”ni değerlendirme de o nispette değişir!.. Dün, sebebi anlaşılamadığı için inkâr edilen pek çok şeyin, bugün sistem ve düzen sonucu önerilmiş çok önemli ve zorunlu bir şart olduğu farkedilir!..işte bu, insanların “İslam Din”ini anlayışlarının, yani “müslümanlığın” yenilenmesidir; “DİN”in değil!.
Mevlâna Celâleddin`in söylediği de “Din”in, günün getirdikleri ışığında yeniden değerlendirilmesi; ve geçmişte kıymeti anlaşılmayan bir çok hususun değerinin farkedilmesidir! Bu yapılmadığı takdirde, Din anlayışımızı asırlarca önceki insanların şartlarının getirdiği kozayla kayıtlamış; pek çok konuda ilerlememize rağmen, “DİN”i anlamada ve değerlendirmede kendimizi geri kalmaya mahkûm etmiş oluruz!. “Dün” kozasından çıkıp, öze eremeyiz!.
Oysa olayın ilerleme doğrultusunda olması gerektiğine dair Allah Rasûlü’nün bir işareti de vardır… Bu konuda şöyle buyurur:
“Allah her yüzyılın başında bir müceddid gönderir; dini anlayışı yeniler!”
Bu işaret dahi, görüldüğü üzere, belli aralıklarla, o günün şartları içinde “Din”de yeniden değerlendirme yapmanın gereklilğini göstermektedir!.
Şimdi burada anlaşılması ve yapılması gereken şey şudur.. “DİN”de reform, olmaz, çünkü “Din”e form veren Allah`tır! Ancak “Din”i anlama ve değerlendirmede yeni bir çalışma; diyebiliriz!.
Endonezya ve Malezya`dan, tâ Fas, Tunus, Cezayir`e kadar uzanan Müslüman toplulukları içinde, geçtiğimiz yüzyılın başında bir müceddid çıkmış mı, çıkacak mı; ne zaman çıkar ya da her cemaâtin bir müceddid mi var; bunlara bizim pek aklımız ermez!.. Bu ilgilileri ilgilendiren bir konu!. Ama bizde yaş elliyi geçtiği için de, son çok yakın görünüyor!.
Öyle ise kendi şahsıma konuşuyorum; öncelikle yapmam gereken şey; tek başıma gideceğime ve kâbirde tek başıma meleklere cevap vereceğime göre… Kâbirde bana, mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca “Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın ne” şeklinde sigaya tutulacağıma göre…
“Rabbim Allah” diyebilmem için, öncelikle “Kur`ân-ı Kerim’in açıkladığı Allah” kavramını çok iyi idrak edip bunun sonuçlarını hissedebilmem!. “Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa” diyebilmem için, “Allah Rasûllüğünün” nasıl bir şey olduğunu, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek istediğini iyi anlamam ve O`nu tasdik etmem!. “Kitabım Kitabullah`tır” diyebilmem için, “Kitabullah`ı OKU`yabilmem”; ya da “Kitabım Kur`ân-ı Kerîm” diyebilmem için Kur`ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.
Dünyada bırakıp gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!. Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları “İslâm Dini” sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan yorumları, “İslam Dini” ve bizi bağlamaz!.
* * *

Günümüzde aydınlar var dünyada; aydınsılar var!.
Entellektüeller var dünyada; entelsiler var!..
Güdenler var; güdülmeyi isteyenler var!…
Ve…
“İSLÂM” var; “Müslümanlık” var!.
Aydın, objektif bir biçimde kaynaklara dayanan araştırmalar sonucu gerçeği bulan, bilendir!. Aydınsı ise, aydınlardan anlayabildiği kadarıyla yararlanıp; bunu çevresine satarak parsayı toplamaya çalışandır!..
Entellektüeller vardır dünyada… Belli katmanda kozasından çıkmış, akılcı bir biçimde bilimsel düşünce ile yaşamına yön vermeye çalışan!. Entelsiler var; entellektüellerin bakış açılarından ve yaşam biçimlerinden hoşlanıp, onları taklit eden; onlar gibi giyinmeye, oturup kalkmaya, yiyip içmeye, onlar gibi konuşmaya özenen!..
Aydınsılar ve entelsiler, varoş toplumlarına pırlanta gibi parlayan zirkonlardır!. Işıltıları cezbeder o varoşlardakileri!.. Ama onlar görmemişlerdir; bilmezler ki zirkonların pırlantadan farkını!. Dolayısıyla ancak zirkonlar hedefleridir onların! Ve onlar gibi olmak için, çok şeylerini vermeye hazırdırlar; ama “…si” bile olamazlar!
Fitrî istidat ve kâbiliyetleri gereği, gütmeyi sevenler vardır..idare etmeye, hükmetmeye çalışırlar insanlara; maddî ya da mânevî çıkarları doğrultusunda!. Topluluklar oluşturup onlara hükmetmek, buyruklar çıkartmak, yasaklamalar getirmek; gerçekleşmemiş bilinçaltı militarist yaşam arzularını tatmin etmek için! Ve için için, güdülmekten, kapıkulu olmaktan hoşlanan; güveni emniyeti bunda bulup; acziyetini böylece gidermeyi tercih edenler, huzur duyanlar vardır!.
Dünyada da, Türkiye`de de bu böyle!
Oysa Allah, insanı “en şerefli mahlûk” olarak yaratmış, yeryüzünde kendisine “halife” olarak meydana getirmiştir; kimin umurunda!.
Evet, aydınsılar ve entelsiler, elbirliğiyle, güdülenlerin dilinde dolaşan ve pek çok yönüyle akla-mantığa, bilime aykırı olan, kişilerin “müslüman”lığını tartışıp; “müslümanlık” dinine tâbi olan insanların, dünya toplumları içindeki geri kalmışlıklarını vurgulayıp, böylece “İSLÂM DİNİ”ni eleştirdiklerini sanmaktadırlar!.
AydınSI veya entelSİ olduklarının farkında ve bilincinde olmadıkları için de, “İSLÂM DİNİ” ile “MÜSLÜMANLIĞIN” birbirinden çok farklı iki kavram olduğunu; aradaki farkın farkedilmeden, Din konusunun ele bile alınamıyacağını bilmezler!.
Gütme hevesi ve güdülme arzusu içinde olanların zirkon değerindeki fikir ve bakış açılarını, “İslâm Dini”nin temelindeki düşünce sistemi diye değerlendirme yaparak; pırlantayı, hiç bilmediklerinden, bir kenara bırakırlar..
Bilgisizlik bîçareleri ne yapsınlar ki; ellerindeki tek kaynak gütme heveslileri ile güdülme arzusu içindekilerin dilinde dolaşan nağmelerdir!..
Mevlîd okumayı ibadet sanıp, “kandil”(!) gecelerini kutlayan; müslüman olmanın ilk şartı olarak kadının başını örtmesini bilen; namaz ya da orucun göktürklerin gökteki tanrısını hoşnud etmek için teklif edildiğini sanan dar anlayışılı kişilerin “müslüman”lığına, “İslâm Dini” diye bakar ve değerlendirirler!.
Mevlid`in Süleyman çelebi`nin şiiri olup, Kur`ân-ı Kerîm’in teklif ettiği ibadetlerle hiç bir ilgisi olmadığını anlamazlar!.. Ölülere mum dikip kandil yakmanın “Din”le hiç bir ilgisi olmadığını; yalnızca, Mi`râc, Berâat, Kadir gibi gecelerin değerli saatler ihtiva ettiğini farketmezler.. Şeker ve Kurban bayramlarının olmadığını, FITR ve Hac bayramlarının yaşandığını duymamışlardır bile!. Kur`ân-ı Kerîmde teklif edilen namaz, oruç, hac gibi çalışmaların, gökteki tanrının hoşnutluğu için değil; kendi geleceklerini kurtarmaları için önerildiği hiç anlamamışlardır!
“İSLÂM DİNİ”, Allah indindeki, zamanüstü evrensel sistem ve düzendir!. Orijindir; asıldır, zamanla değişmeyendir.. Kur`ân, bunu anlatır!.
“MÜSLÜMANLIK”, insanların kendi kapasiteleri, şartlanmaları, çevrelerinin örf ve âdetleri, güdenlerinin sınırlamaları içinde “İslâm Dini”ni yorumlamalarıdır.
Artık anlayın ki yorumlar “İslâm Dini”ni bağlamaz!.. Orijini farketmeye çalışın!.
“Müslümanlığı” bırakın “İslâm Dini”ne bakın!..
* * *
Günümüzde ya iyi Türkçe bilmemekten ya da hiç düşünmeden şartlanma yollu bir takım verileri kabullenme; ve bunların aslını araştırmama yüzünden “müslümanlık” ile “İslâm Dini” arasındaki çok önemli farkı hiç farketmiyor; bu yüzden de çok büyük yanılgılara düşüyoruz!.. Oysa bu ikisi çok ayrı kavramlardır!..
Bu “Ramazan Bereketi” sayfasındaki yazılarımda öncelikle amacım, iki çok önemli gerçeği farkettirmek..
1. “Tanrı” kavramı ile “ALLAH” ismi arasındaki çok önemli anlam farkı..
2. “Müslümanlık” ile “İslâm Dini” sözcükleri arasındaki çok önemli anlam farkı..
Bunlardan birincisini daha önceki yazılarımda anlatmıştım.. Bu konuyu detaylı öğrenmek isteyenler “Hz. Muhammed`in açıkladığı ALLAH” isimli ve 13. baskısı şu anda kitapçılarda olan eserimizi okuyabilirler… Bu kitabın ayrıca İngilizce, Fransızca, Rusça ve Almancası da vardır yurtdışına yollamak isteyenler için… Gene bu konuyu özet olarak anlatan “Farkın farkında mısınız” isimli kitapçığı ücretsiz olarak Kitsan yayınevinden temin edebilirsiniz; telefonu 212-513 67 69 ve 212-511 31 44`tür..
“Müslümanlık” ile “İslâm Dini” arasındaki çok önemli farka gelince…
“İslâm Dini”, Allah indindeki zamanüstü evrensel SİSTEM ve DÜZEN`dir!.. Allah, yaratmış olduğu bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, Rasûlü diliyle insanlığa açıklamıştır.. Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından öte, ebedî ve ezelî gerçekleri farkederek; hem hakikatları olan Allah`ı tanımaları; hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan Allah`a ait özelliklerle geleceklerini, ebedî hayatlarını inşâ etmeleridir..
“Müslüman”, Allah Rasûlü’nün bildirdiklerine anladığı kadarıyla uyandır!
“Müslümanlık”, Allah Rasûlü`nün bildirdiklerini kendi kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür!. Buna, bütün müslümanlar dahildir. Her birimiz, görgümüz, kültürümüz, yetişme ortamımız, kabiliyet ve istidadımız; bizim yetişmemizde rol oynayan insanların kapasiteleri ve nihayet yetiştiğimiz ortamın toplumsal şartlanmaları ile değer yargıları sonucunda kişisel yorumlarda bulunuruz “DİN” hakkında; ki bu da, Müslümanlığı oluşturur..
“İslâm Dini” göresel, yani izafî, relâtif yani algılayana göre değişken değildir!.. Mutlaktır, kesindir, değişmezdir!. “Sünnetullah” da denir bu “SİSTEM ve DÜZEN”e Kur`ân-ı Kerîm’de..
Hangi mertebedeki kim olursa olsun herkes, bu “Sistem”den algılayabildiği kadarını kavrar!.. Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veri tabanlarındaki bilince kadar, her şey bu “sistem” içinde yer alır ve görev yapar!. Genden galaksiye ulaşan bir zincir içinde insan kopuk tek başına bir halka değildir elbette akıl sahiplerince!. Basireti açıklarca!.. Materyalist zihniyetten kurtulmuş bilimsel altyapılı kişilerce…
Ne çare ki “müslümanlık dini” içinde doğup büyümekte; ve bu kozanın dışında bir de “İSLÂM DİNİ” olduğunu farketmemektedir müslümanların çok büyük çoğunluğu!.. Sonra da sorulmaktadır…
-Kur`ân bu kadar yüce bir kitapsa, niçin müslümanlar dünyada geri kalmış toplumları oluşturmaktadır?
“İslâm Dini” yerine; kapsamı fevkâlâde daraltılmış ve bir kozaya dönüşmüş, yalnızca şekil ve tapınma dini diye anlaşılmış, göktanrıdan umut beklenen “müslümanlık dini” ile daha nereye varılabilirdi ki?..
ALLAH Kitabını okumak yerine, tavuğun suyun suyunun suyunun suyu mâhiyetinde bile olmayan; sayısız hurafe, safsata ve mantıksızlıkları din niyetine kabul anlamına gelen hikayeleri, din esasları sanarak nereye ulaşılabilir ki?
Bir yol önderinin kitaplarını, belki de hiç anlamadan okuyup, tekrar etmekle “müslümanlık dini” kozasını delip asla “İslâm Dini”ne ulaşamazsınız!.
Herkesten fikir alıp, kendi anlayışınızı kendiniz oluşturmak zorundasınız; çünkü tek başınıza ve kendi hesabınızı sadece kendiniz vermek suretiyle âhırete geçeceksiniz!
Sadece kendi yolunun kitaplarını okutup; başkalarınınkini yasaklayanlar, “İslâm Dini”nin yol kesicileridir; “müslümanlık dinin”in efendileri gibi gözükse de!
İmam-ı Gazalî`den Şahı Nakşıbend`e, Abdulkadir Geylanî`den Hacı Bektaşı Velî`ye, Mevlana`dan Saidi Nursi`ye kadar önde gelen ne kadar düşünür ve hâl ehli varsa hepsini okuyup; onların teker teker “İslâm Dini”ni nasıl anladıklarını görüp, bundan sonra da kendi anlayışınızı kendiniz bina etmek zorundasınız; taklitçilikten, güdülen olmaktan kurtulmak, “İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”a ermek için!.
İnsanların ve müslümanların, “İslâm Dini”ni maddeci bakış açısından arınmış olarak yeniden değerlendirmekten başka kurtuluş yolu yoktur!.
* * *

Bir kısım müslümanlar, materyalist düşüncenin tesirlerinden kendilerini kurtarabildikleri zaman, İslâm Dini`ni çok daha iyi anlıyacak; İslâm Dini`nin açıkladığı muhteşem boyutsallığı ve “DİN”in işaret ettiği SİSTEMİ farkedeceklerdir!..
Ne demek, müslümanların materyalist düşüncenin tesirlerinden kendilerini kurtarmaları?.
“İslâm Dini” başlıca iki yorumla günümüze uzanmıştır;
1. Tasavvuf yolundan yetişip hakikata erenlerin, bunu çeşitli şekillerde açıklayan düşünceleri…
2. Tasavvuf ilminden ve irfânından yoksun; gözü ve kulağı kadar düşünüp, ardına geçemeyen; madde boyutunun ötesini değerlendiremeyip, insanı kuru beden ve bir de onun içine gönderilmiş(?) ruhtan ibaret sayarak, ötedeki bir tanrıya tapınmak ve insanları da buna zorlamakla gününü geçiren hocaların fikirleri!…
Birinciler, Allah Rasûlü`nün “bedenleriniz ruhlarınızdır; ruhlarınız bedenleriniz” işaretindeki sırrı da anlamış olarak; önce, insanı beden ve ruh ötesi bir bilinç varlık olarak farketmişler; daha sonra, mutlak varlığın yalnızca Allah`a ait olduğunu hissedip, bunun getirisini yaşamışlar; ve dahi bunun ötesinde, algılanan tüm âlemlerin bir hayâl olduğunu, algılanan birimselliğin algılayanın özelliğinden ileri geldiğini saptayarak, “âlemlerin aslı hayâldir”, demişlerdir yüzlerce yıl önce!.. Hatta bunların da ötesine geçerek, tüm varlıkların özelliklerinin her bir zerrede mevcut olduğuna şehadet etmişlerdir; Rasûlullah Aleyhisselam’ın 1400 küsur yıl önceki “zerre küllün aynasıdır” açıklamasında olduğu gibi!.
1400 yıl sonra batı bilimi nereye ulaşıyor?..
Daha 1900`lerin başında maddenin özüne inerek onun atomlardan oluştuğunu keşfediyorlar!. Günümüzde ise, madde diye bir şeyin varolmadığını; atom boyutundaki bileşik dünyanın, göz algılama kapasitesi sebebiyle ayrı ayrı birimler ve madde yapılar olarak kabul edildiğini, farkediyorlar..
Hatta çok yakın bir tarihte, Amerika`nın en önemli beyin araştırmaları merkezinin direktörü olan Stanford Üniversitesi nörofizyologlarından Prof. Karl Pribram tarafından, beyin hücrelerinin çeşitli frekansları değerlendiren bir merkez olduğu; beynin, “holografik” esasa göre çalıştığı açıklanıyor!.
Gene aynı tarihlerde, Einstein`ın talebesi ünlü fizikçi David Bohm tarafından da, algıladığımız dış âlemin Quantum fiziğine dayalı olan “holografik” sisteme göre varolduğu anlaşılıyor; ve bu gerçekler Michael Talbot tarafından derlenerek yayınlanıyor!..
Bütün bunlar neyi açıklıyor?… Şunu…
“Beynimiz, zaman ve mekân kavramlarının ötesinde, derindeki bir varlığın hükmünün, başka bir boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarının, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürücüsü”.. Ve bu sonuç Pribram için “dünyanın gerçekte mevcut olmadığını” idraka yeterli!.. En azından kabul ettiğimiz gibi varolmadığına..
Dışımızda(!?) bir dalgalar(wawe) ve frekanslar okyanusu mevcut; ve beynimiz, bu dalgalar okyanusundan derlediklerini şu anda algıladığımız şekle dönüştürüyor!.. Biz bu konuyu, çok detaylı bir şekilde “TEK`İN SEYRİ” isimli son çıkan kitabımızda açıklamaya çalıştık..
Çok asırlar önce, keşif ya da fetih yollu “hakikat”a eren Allah velileri ise bu gerçeğe şöyle değinmiş: “Âlemlerin aslı hayâldir”!… “Sadece Allah vardır; bunun dışında algılanan her şey O`nun gölgesidir”!…
İşte, madde kavramının esâmesinin geçmediği günümüz bilim dünyasının tesbitleri… Ve bundan asırlar önce, bu gerçekleri benzetme yollu dile getirmeye çalışan İslam sûfilerinin dedikleri !…
Diğer yandan, bütün bunları hiç duymamış; yaşamı yalnızca madde boyutunda maddeye dönük bir biçimde değerlendirmeye çalışan müslüman din(!) bilginleri(!).
Yedi kat semâ dendiğinde, boyutsal derinlik ve katmandan habersiz, gökte yedi tabaka bulmaya çalışan; Rasûlullah yedi göğü aştı mi`râc ‘ta, dendiğinde, gök tabakalarının yedisini aşıp, göktanrının huzuruna gittiğini sanan; atomaltı boyutun değerlerinin “semâ” kelimesi ile anlatılmaya çalışıldığını hiç farketmeyen; “İslâm Dini”ni beş duyuya dayalı zaman-mekân kavramları içinde anlamaya çalışan materyalist müslümanlar!.
Mecâzı, “Hakikat” sanıp; “Hakikat”ı, mecâzda arayan saf müslüman kardeşlerim!
Artık, materyalist felsefenin de tesiriyle gelişmiş ötendeki tanrı anlayışına dayalı “müslümanlık”tan, Allah`ın evrensel sistem ve düzeni olan “İslâm Dini”ni farketme ve bunun gereklerini yaşama noktasına gelmeliyiz!. Bunun için de, bizi bu koza içine hapseden yanlış bilgilerden arınmalıyız!..

“İslâm Dini”ni deşifre eden tasavvuf erenlerinin eserlerinde açıklanan düşünce sistemi ve bakış açısıyla, son yıllar bilim dünyasının verilerini bir araya getirerek “Allah indindeki Dinin” ne olduğunu anlamaya çalışmalı; ve bunun gereklerini de elden geldiğince yaşamalıyız.
Rasûlullah`a gelen ilk âyet “OKU”dur!. Rasûlullah`ın ve Kur`ân’ın müslümanlara tavsiyesi “ilim öğrenin”dir!..
“Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır”
uyarısı, ilmin hangi kaynaktan gelirse gelsin değerlendirilmesi yolundadır..
Soru sormayı yasaklayanlardan kaçın ve uzak durun!..
İlmi yasaklayan ve kendini tabu kabul ettirenlerden kaçın ve uzak durun!..
Dünyaya bir daha kesinlikle geri gelmeyecek ve bu defa edinemediğiniz ilmi bir daha asla elde edemeyeceksiniz..
“İslam Dini”ni maddeci, şekilci; şartlanma yollu taklitçi bir zihniyetle değerlendimek, bize, öğrenmiş olduklarımıza göre, kesinlikle mümkün değildir..
İlim her müslümana farzdır!.. Ezberleyerek değil; idrak ederek!.
Bunun için de tek yol vardır, “kökten dinci” olmak!
BEN “KÖKTEN DİNCİ”YİM !..
* * *

Dostlarım… Lûtfen bugüne kadar “şartlanmaya dayalı din kabulü” dolayısıyla farkedemediğiniz şu kesin gerçeği farketmeye başlayınız…
“İslâm Dini” orijini itibariyle, bize içinde yaşadığımız “YAŞAM SİSTEM ve DÜZENİ”ni açıklamak; hangi tür davranışların hangi tür sonuçlar oluşturduğunu ve dahi oluşturacağını bildirmek, amacıyla gelmiştir.. Hangi birimden ne tür bir davranış çıkarsa; o birim, bulunduğu hâlin, ya da üzerinde olduğu fiîlin sonuçlarına katlanmak zorundadır, bu sisteme göre!..
Doğa kanunları denilen farkettiğimiz; ya da farkedemediğimiz tüm kanunlar ve prensipler, gerçekte Allah düzeni ve sistemidir; kim bunları değerlendirmezse veya dikkate almazsa sonuçta pişmanlık içinde bu davranışının neticesine katlanır!
Kur`ân-ı Kerîm’deki şu âyet bu gerçeğe işaret eder:
“…yetefekkerûne fiy halkıssemavati vel ard = Yeryüzünün ve gök boyutlarının oluşumunu tefekkür ederler…”
Kapsamlı akıl sahibi insanların, evrendeki oluşumu değerlendirmek sûretiyle “Allah sistemi ve düzeni”nini tanımaları gereğine işaret eder bu âyet.. Bunun gibi daha pekçok âyet vardır ki onlar da, insanların, mevcut yaşam sistemini değerlendirerek, bu yoldan “Allah Sistemi ve düzeni”ni anlamalarını teşvik eder.
“Ne ekersen onu biçersin” sözü bu sistem gerçeğinin eski bilgeler tarafından özetleniş biçimidir!. “Rüzgâr eken fırtına biçer” sözü de!…
Yani daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi, ne çalışma yaparsanız, onun karşılığını alacaksınız; yarın da, ölümötesinde de!.
“İnsan için yaptığı çalışmalardan başka bir şey oluşamaz”(53-39)
Âyeti de bu kesin gerçeğe işaret eder..iş bu sebepledir ki, yukarıda, ötenizde varsaydığınız bir tanrının, inkâr veya ihmal ettiğiniz çalışmaların karşılığı olarak vereceği bir şey yoktur!.
Allah Rasûlü’nün size ölümötesi yaşam şartları gereği olarak, yapmanızı önerdiği çalışmaları yaparsanız, Allah SİSTEMİ sonucu onların getirisini elde edersiniz.
Kur`ân ve Allah Rasûlü önerilerini dikkate almaz; yapmanız zorunlu olan bu çalışmaları ihmal ederseniz; gene ALLAH SİSTEMİ ve DÜZENİ sonucu, çok büyük pişmanlıklar içinde yaptıklarınızın neticesine katlanmak mecburiyetinde kalırsınız!.
“Biz, sizi yakın olan sıkıntı ve azaplara karşı uyardık!.. O gün kişi yaptıklarının sonuçları ile karşılaşacaktır!… Bu anlatılan gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyecektir:
-Keşke toprak olsaydım -yok olsaydım-!.” (78-40)
“Yaptıklarınızın karşılığına ereceksiniz..” (36-54)
“Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık görmezsiniz”… (37-39)
Örnek olarak verdiğimiz bu bir kısım âyetler olarak şu kesin gerçeği vurgulamaktadır:
Şu anda seni yukarıdan seyredip yaptıklarını yargılayan; yarın senin hakkında karara varacak olan bir tanrı inancı ve bu inanca dayalı din anlayışı bâtıldır, geçersizdir!..
Her şeyi ilminde, ezelde, bir amaçla, bir SİSTEM ve DÜZEN şeklinde yaratmış olan “ALLAH”, Rasûlü aracılığıyla insana bu SİSTEM ve DÜZENİ bildirmekte; ve yürürlükte olan o sisteme, yani Allah yasalarına göre, yaşamına yön vererek, kendini gelecekte karşılaşacağı çok tehlikeli olaylardan koruması teklif edilmektedir..
Ya bu SİSTEMİ anlayıp idrak edecek; ve yaşamımıza ona göre yön vereceğiz; geleceğimiz cennet olacak!..
Ya da dedi-kodularla, masallarla, boş hayallerle; safsata ve hurafeleri “Din” sanarak, kesinlikle yapılması gerekli çalışmalara -ibadetlere- boşverip; çok acı sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde olacağız!..
İsterseniz bundan sonra, bu SİSTEM gereği düzenlemeyi farkedip, “İslam Dini” kapsamında insana teklife edilen zikir, namaz, oruç, hac gibi çalışmaların anlıyabildiğimiz kadarıyla gerekçelerinden, hikmetlerinden sözetmeye çalışalım…
* * *

Bildiğimiz kadarıyla…
Adama para çıkmış piyangodan; aldığını yolda çaldırmış!.. Ne olacak?…
Haydan gelen huya gider!.. Emek, alınteri olmayan hayreder mi insana!..
“İslam Dini”ni anlamışlar ise, bu güzel sözü şöyle kullanmışlar:
“Hay”dan gelen “HÛ”ya gider!..
Yani, “Hay” ismiyle bildiğimiz Allah`tan gelen, gene “HÛ”ya, yani O”na gider!.. Demek isterler ki, “her şey O`ndan gelir ve gene O`na döner”!.
Orijinal söylenişindeki anlam ile günümüzde dönüştüğü mana ne kadar farklı değil mi?.. Tıpkı “İslam Dini” ile “Müslümanlık” arasındaki fark gibi!
Ya diğer bildiklerimiz?…
Niye “abdest” alınır?… De ki, temizlik olsun, diye!.
“Abdest” temizlik olsun amacıyla önerilmiş olsa; su bulamadığın zaman “teyemmüm” et, denerek adama yüzüne toprak sürdürülür mü?..
-Yavrum yüzün kirlenmiş, sular akmıyor, git yüzüne toprak sür de temizlen; mi dersiniz?…
Ciltteki hücrelerin, ozmoz yoluyla üstlerindeki suyu içine çektiğini çoğumuz ortaokuldan biliriz!.. Suyun, H2O olduğunu, bu yapısıyla da elektrik ihtiva ettiğini de!. Vücut denen organik fabrikanın, dışardan aldığı katı ve sıvı gıdaları analiz ederek bioelektrik enerjiye dönüştürdüğünü de biliriz belki!.
Ama, gene de “abdest”in vücudun bioelektrik enerjisini kısa yoldan arttırma amacıyla da önerilmiş olacağını hiç aklımıza getirmeyiz!. Ya teyemmüm?. Bunları olabildiğince “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitapta açmaya çalıştık; umarım başarılı olmuşuzdur!.. Elbette elimizden geldiği kadarıyla..
Ya bir bardak suyla, hattâ toprakla “abdest” alarak temizlenilir mi?..
“Abdest” temizlik için değilse… Allah Rasûlü pek çok zaman bir bardak kadar suyla “abdest” almışsa… Bu durumda “abdest” olayını nasıl değerlendirecek ve “Tâhir olmayanlar Kur`âna el sürmesinler” hükmünü nasıl anlayacağız!.
“Tâhir” kelimesinin zıddı Kur`ânı Kerimde “necis” kelimesidir.. “Necis” kelimesi de, “ŞİRK” kavramı için kullanılarak; “müşrikler necistir” hükmü verilmektedir!.
Demek ki, “ŞİRK”, “necis” ise; bunun zıddı olan “tâhir”lik de “TEVHİD” ehlinin hâli ile alâkalıdır.. Bu durumda, Kur`ân-ı Kerîmdeki, “tâhir olmayan el sürmesin” uyarısının anlamı; abdestsiz olan mushafa yani Kur`an muhtevalı cilt ve sayfalara el sürmesin, anlamına değil…
“Tevhid” anlayışına ulaşmamış, şirkten arınmamış olanlar, Kur`anı anlamaya uğraşmasınlar; ondaki incelikleri kavrayamazlar; anlamınadır!..
Arınılması zorunlu kir, bedensel olan değil, düşünsel olandır!.
Düalizmle, “bir ben, bir de ötemde tanrı” anlayışıyla Kur`ân-ı Kerîmin sırrının anlaşılabilmesi asla mümkün olmaz! Çünkü bu da, “şirki hafî”dir!. Önce “tevhid”in ne olduğunu anlıyarak, “şirki hafî”den arınmak suretiyle “tevhid ehli” olmak gerekrir.. Ancak böylece “tâhir” olunup, Kur`ân anlaşılmaya başlanır… Kur`ân `ın anlaşılamamasının; ötedeki bir tanrının yanından elçiyle gönderdiği buyruklar kitabı gibi değerlendirilmesinin sebebi “düşünce boyutunda şirkten” yani “necislik”ten kurtulup, “tâhir” olamayışımızdır!. Aksi takdirde, gün boyu duş altında dursak, gene de “düşünsel tâhirliğe-arınmışlığa” kavuşamayız!… Secde edemeyiz!..
Secde mi..? Elbette secde!.. Çünkü tâhir olmayan, secde edemez elbette!.
Secde denince, bir sultanın önünde secde eder gibi; görünmeyen bir sultan olan tanrının huzurunda; ona saygı ifadesi olarak mı secde ediliyor sanıyoruz?.. Oysa bu “şirki hafi-gizli şirk”tir; ve de bunu yapan düşünsel taharete ermemiştir!
Acaba secdeyi, ötenizdeki bir tanrı için mi yapıyorsunuz; yoksa her an, her yerde ve dolayısıyla da varlığınızın her zerresindeki Allah`ın farkında olarak; O`nun özelliklerinin sizden açığa çıkışına “kulluk” etmek amacıyla mı?
Secdeyi, varlığını oluşturan Allah`ın güzel isimlerinin oluşturduğu mânâların; tesbih, tefekkür veya dua ederken, beyne giden çok yüksek kan dolayısıyla daha güçlü bir şekilde gelişmesini ve açığa çıkmasını temin etmek amacıyla mı!..
“Secdem yokluğumdur, ete kemiğe bürünmüş olarak görünen sensin… Ben, kelimesi ardında açığa çıkmaktasın sen”!… anlayışı mı secdeyle dile gelmekte; ve o anda beyne gelen kanla da, beyin bu konuda daha güçlü ilham alıp, bu manayı daha güçlü beyin dalgalarıyla sisteme yaymakta? Biz ya kendimizi iyi tanıyacak, kuvvetlerimizi bileceğiz; ya da hükmedenlerce güdüleceğiz!..
Hükmedenler hükmedecek; güdülenler de güdülecek!..
* * *

“İslâm” nedir?
Neden “İslâm”?
“İslâm” kelimesi kullanım alanı olarak iki mânâdan kaynaklanıyor;
Selâmete çıkma, selâmete erme anlamına.
Teslim olmak anlamına…
İslâm’ı anlamak için, öncelikle “Hz. Muhammed Neyi OKUDU” isimli kitabımızda anlattığımız bir biçimde “İkra”-“Oku” diye başlayan, ilk âyetlerin mânâsını anlamak gerek. Bundan sonradır ki, İslâm`ın ne olduğunu anlamak daha kolay olur.
Niçin İslâm?
“İslâm”, selâmet bulma, selâmete erme, “selâm” isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.
“Allah”ın “selâm” isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, “Cennet yaşamı” dediğimiz yaşama geçer.
İşte bunun içindir ki İslâm, bunun için teslim olmak!
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN islâm`dır”;
diyor Kur`ân!…
Din, “ALLAH HÜKÜMLERİ bütünüdür; “ALLAH DÜZENİ”dir; “ALLAH SİSTEMİ’dir!.
Buradaki ilâhi sistem ve ilâhi düzen kavramlarını yanlış anlamayalım!… Beşeri düzenlerle, sosyal-siyasi düzenlerle, siyasi rejimlerle buradaki düzen kelimesini karıştırmayalım.
“ALLAH SİSTEMİ” dediğimiz zaman, olayı kelime şekliyle, şeriat yönüyle de ele almayalım!.
Bu öyle bir düzendir ki, Kur`ân bize bu sistemin HER AN , her zerrede yürürlükte olduğunu bir çok yerinde vurguluyor.
“VE LEN TECİDE Lİ SÜNNETİLLAHİ TEBDİL” (48-23)
“ALLAH`IN YARATIŞ SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞME-YENİLENME OLMAZ”
âyeti, bu genel düzeni ve sistemi anlatıyor.
Yani ister nebat, ister hayvan, ister insan, ister melek, ister cin olsun, tüm varlıklar bu genel sistem içinde kendi varoluş gayelerine uygun olarak görevlerini meydana getirmektedirler!..
“KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLÂM’DIR”
âyetinde de işaret edilen mana, tüm varlıkların bu “doğal ve zorunlu teslimiyeti”dir..
Yani bir diğer ifadesiyle;
“Evren tüm içindekileriyle “ALLAH”a teslim hâldedir”!..
KESİNLİKLE TÜM VARLIKLAR ALLAH`A TESLİMDİR Kİ BU GERÇEK DİNDİR!..
Varolan hiç bir varlık, hakikatı itibariyle, esası itibarıyla “ALLAH”a isyan edemez, âsi olamaz.
İblis`in “Allah”a isyanı dahi, ezeli görevi ve var oluş programının sonucudu!r… Çünkü varoluş mertebelerinde, bir çok varlıkların, kendi görevlerini yapmaları, veya imtihana tabi tutulmaları, cinler aracılığıyla olacaktır.
Eğer İblis`in o isyan dediğimiz hâli olmasa, ne Adem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet halinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilahi gücü ortaya çıkarma, çalışmaları var olurdu!…
Çünkü, zaten Adem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti… Yani, o bir kısım ilahi güçlerle tahakkuk ediyordu!.
Cennette herkesin her istediği olacaktır!.
Adem`in de cennette hemen her istediği oluyordu!.
Ancak şu farkla ki…
Adem Aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!…
“YERYÜZÜNDE BİR HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM”…
âyeti de, O`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!..
Bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu!… Bu sebeple de bulunduğu yere “yeryüzü cenneti” denmekteydi!.
Ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu…
Çünkü kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen “VEHİM” duygusu oluşmamıştı!..
“VEHİM” duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.
Varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde “vehim” yatar!..
“Negatif varsayım” diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür!.
Eğer kişi “VEHİM” duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdetâ cennet yaşamına döner… Buna karşılık insan “vehminin” esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!.
Varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir “VEHİM”!..
İnsan, “VEHİM” hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkânsız olan o şeyi mümkün hâle getirebilir!..
Ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir… Sanki cennetteymişçesine!…
İşte yeryüzünde yaratılmış olan Adem Aleyhisselâm da, “VEHİM” duygusunu tatmadan yaşadığı için bulunduğu ortam “yeryüzü cenneti” olarak tanımlanıyordu..
Şu gördüğümüz, içinde yaşadığımız nizam, gerçeği itibarıyla, ilâhi hükmün âşikâre çıktığı bir nizam ve düzendir.
Kâinatın ve evren içindeki her birim…
Dikkat edin, burada “birim” kelimesi özellikle üzerinde durulması gereken bir kelimedir; zira insan, melek, cin, hayvan, nebat hep birim kelimesinin içine girer…
Evet, her birim, gerçek mânâsıyla “Allah”a kulluk hâlindedir. İnsanlar ve cinler için zaten bu, Kur’ân `da çok açık ve seçik vurgulanmıştır.
“BEN İNSİ VE CİNNİ YALNIZCA KULLUK ETMELERİ iÇİN YARATTIM”!.
Allah`ın bir gaye için yarattığının, o gayeye hizmet vermemesi mümkün değildir!… Muhaldir!.
Dikkat ediniz, buradaki âyette hiç bir sınırlama yoktur!…
“Müminleri kulluk etsinler diye yarattım”, demiyor!… “Sadece insanları…. “da demiyor!…
“Cinleri de… ” diyor. ” diyor.
“Cinleri de…” dediği zaman, “şeytan ve iblis” tavsifleriyle anlatılan tüm cinler dahi bunun içine giriyor!..
Melekler, zaten mutlak kulluk halinde!… Bütün melekler doğal olarak ALLAH hükümlerinin gereğini uyguluyor, yerine getiriyor.. Onlar için zaten tartışma yok.
“İnsanlar ve cinler” için, acaba kulluğu yerine getiriyor mu getirmiyor mu tartışması var!. Halbuki bu tartışma da abes!.
Âyet var Kur’ân-ı Kerim ‘de!.
Âyete göre “İNS” ve “CİN” türleri istisnasız ve sınırlamasız hepsi de “Allah”a kulluk etmeleri için yaratılmıştır.
“Allah” bir nesneyi, bir birimi ne iş için yaratmışsa, o birim yaratılış gayesinin gereğini mutlaka, olduğu gibi yerine getirecektir!. Bunda hiç bir tereddüt yoktur!.
İşte bu yüzdendir ki, ALLAH muradına uygun olarak yaratılmış olan bütün varlıklar, “Allah”ın dileğine uygun olarak, gereken fiilleri ortaya koymaktadırlar.
Bu “Din”dir ve bu “İslâm”dır.
Onun içindir ki âyette:
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İSLÂM`DIR”. (3-19)
denmiştir.
Ve ayrıca vurgulanmıştır ki:
“İSLÂM`IN GAYRINI DİN SEÇENDEN BU KABUL EDİLMEZ”!.. (3-85)
“KİMİN ANLAYIŞINI İSLÂM’I KAVRAMAK ÜZERE AÇARSA ALLAH, BU ONA RABBİNDEN BİR NURDUR” (39-22)
Evet, “İslâm”ı gerçek anlamıyla kavrayabilmek son derece büyük ve önemli bir iştir; ki, Rabbinden kendisinde açığa çıkan bu “NUR”, yani gerçeği farketme-kavrama gücü, kişiyi evrensel sistemi tanıma noktasına ulaştırır!..
Şimdi biz âyetleri anlamak için incelerken, öncelikle şunun üzerinde çok duracağız… Âyetin başında ve sonunda herhangi bir sınırlama, bir istisna var mı, yok mu?… Önce buna bakacağız!.
Meselâ:
“BİZ YERYÜZÜNDE İNSANI HALİFE OLARAK MEYDANA GETİRDİK.”
derken insanın halifeliğini “yeryüzü” ile sınırlıyor!. Yeryüzünde halife!.. Burada bir sınırlama var!.
Fakat, “Kesinlikle Allah indinde Din İslâm”dır derken, orada bir sınırlama bir kayıt yok… Yani, dünyada veya falanca galakside demiyor!..
Nerede?…
Dünyada da!. Dünyanın içinde bulunduğu güneş sisteminde de!. Diğer galaksilerde de!.
Kâinatın tamamında yani bütün bu evrenin tüm yapısında, her zerrede, her noktada bütün varlıklar Allah`a teslimdirler!. Burada kesin olarak işte bunu vurguluyor!.
Yalnız burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur:
“Bütün varlıklar Allah`a teslim olmuş vaziyettedirler” derken, birimler kendi özgür iradeleriyle “Allah”a teslim olmuş, değil!..
Birim, “FITRATIYLA” yani var oluş şekli ve programıyla Allah`a teslim olarak yaratılmıştır, zaten!…
Birim, Allah`ın indinde, dilemesine uygun olarak meydana getirilmiştir Allah tarafından…
“FITRATIYLA” meydana getirildiği için de, teslim olmuş durumdadır!. Yani, birimin teslimiyeti dediğimiz, “Allah`a teslim olma hâli” dediğimiz, içinde bulunduğu hal, var oluşundan yani “fıtrat”ından meydana geliyor otomatikman!…
Yapısından, nüvesinden, özünden meydana geliyor!..
İşte bunu izah içindir ki Hz. Rasûlullah:
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar”
demiştir. (1)
(1)”FITRAT” konusunun içyüzü geniş bir şekilde “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda açıklanmıştır. Arzu edenler bu konuyu detaylarıyla oradan inceleyebilirler!. A. HULUSİ
Olaya yüzeysel bakanlar diyor ki; “müslümanlığı kabule istidatlı olarak doğar her doğan çocuk”!.
Hayır! Olayı yalnızca “müslümanlık”la kısıtlayarak dar anlamda almayalım!.
Her doğan çocuk; ki bunu bebek diye de; veya geniş kapsamlı olarak kâinatta var olan her varlık diye de anlamak mümkündür… İslâm fıtratı üzere doğar, yani İslâm kelimesinin açıkladığı mânâda, programlanmış olarak meydana gelir.
Nitekim başka bir âyet:
“DE Kİ: HEPSİ DE (Şâkıleleri) VAROLUŞ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR!.” (17-84)
Âyette geçen “ŞÂKİLE”, daha önce izah ettiğimiz, “FITRAT`ın oluşturduğu programın doğrultusu”, anlamındadır..
İşte bu husus, “İslâm”ı açıklar.
Yani, var olan bütün birimler;
“KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İSLÂM`DIR”
hükmünce meydana gelmiştir.
Bu yüzdendir ki “İslâm”, dünyada sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhi düzendir!.
Şayet bunu anlıyabildiysek, artık “İslâm”ı dar mânâda sadece belli ölçülerle, şekillerle kayıt altına almayalım!.
“İslâm”, “Allah”ın, dilediği mânâları ortaya koymak üzere, kâinatta mevcut tüm birimleri kendi ilmiyle, ilminden, dilediği yapı ve özelliklerle; dolayısıyla da kendine “TESLİM” bir hâlde halketmesi; ve birimlerin de bu gayeye yönelik davranışları doğal olarak ortaya koymalarıdır.
Bu durumda bir kişinin “İslâm”ı fark ve kabul etmesinin doğal sonucu olarak ne yapması gerekir?
Burada şu gerçeğe işaret edelim;
İslâm inancına göre kişinin muhatabı Allah`tır; Rasûlullah`tır!.. Bunların dışında inancını kimseye ispatlama mecburiyeti yoktur!.
Kişi inanır veya inanmaz, bunun sonuçlarını da ölüm ötesi yaşamda görür!.. Çünkü bu dünya zorlama değil, “TEKLİF” dünyasıdır!..
Kimsenin başkalarını herhangi bir konuda inanmaya zorlama hakkı yoktur!..
Nitekim aşağıdaki âyette bu konuya açıklık getirilmiştir:
“DİN iÇİNDE ZORLAMA YOKTUR!.” (2-256)
Ne var ki KUR`ÂN-I KERİM’İN bu açık hükmünü ifade eden âyet birçok müslüman olduğunu ifade eden kişi tarafından benimsenmemekte; çeşitli mantık oyunlarıyla insanlara zorla-baskıyla İslâm önerileri uygulattırılmak istenmektedir..
Yani, insanlar, inanmadıkları şeyi yapmağa zorlanarak, “münâfık-ikiyüzlü” hâle getirilmektedirler!.
Oysa, yaşadığımız dünya “TEKLİF-ÖNERİ” dünyasıdır; “İMAN EDEN” imanının gereğini “iman”ı kadarıyla yapar; “iman”ı olmayan da dilediği gibi yaşar ve ölüm ötesinde de bunun sonuçlarına katlanır!.
“CEZA”, yani yapılan veya yapılmayanın karşılığı ölüm ötesinde ALLAH sistemi içinde alınacaktır!.
Burada bir nebze değinmek istediğim bir husus da şu;
İnsanların önemli bir kısmında “NEFS”inden ileri gelen bir biçimde, çevresindekilere hükmetme; önde olma; baş olma; insanları gütme duyguları vardır!.. Oysa bu kişilerin çoğu, yaptıkları çalışmalarla kendilerini çevrelerine kabul ettirebilecekleri bir mevkiye gelememişlerdir!..
İşte bu durumda, kendi yetersizliklerini kapatmak için, dini kullanıp; “Allah adına”, “Peygamber adına”, “Kur`ân adına” diyerek; bir kisveye, etikete bürünüp, insanlara zorla yön vermeye çalışırlar!..
Eğer, bu kişiler psikoanalitik incelemeye tabi tutulursa; görülecektir ki, çoğunlukla bu kavramları kendi psikosomatik hallerini tatmin için ortaya koymakta; böylece de kendilerindeki küçüklük, geri kalmışlık duygusunu tatmin etmektedirler!.
Orta çağın engizisyonlarını kuranlar; ve o engizisyonları günümüze taşımaya çalışanlar, herkesi cehenneme postalayanlar hep bu tür kişilikler ile onlara körü körüne, düşünmeden tabi olanlardır!.
Oysa, KUR`ÂN hükmüne göre,”DİN İÇİNDE iKRAH YOKTUR!”.
“İKRAH”ın anlamı “ZORLAMA”dır!..
İkrah yani zorlamanın dinde olmayışını; insanları bu konuda zorlamanın tamamiyle din dışı bir davranış olduğunu bakın değerli müfessir Hamdi Yazır ünlü tafsirinde nasıl açıklıyor:
-“Dinin mevzûu ef`ali ıztırariye (zorlama) değil; ef`ali ihtiyariyedir (kişinin kendi dileğiyle).. Bunun için ef`ali ihtiyâriden birisi olan ikrah, dinde menhidir.
Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdıdır. Dinin şanı ikrah etmek değil, belki ikrahtan korumaktır.
Binaenaleyh dini İslâm’ın bihakkın hakim olduğu yerde ikrah (zorlama) bulunmaz ve bulunmamalıdır.. Şu halde Din, ikrah ediniz demez, ikrah meşru ve muteber olmaz.
İkrah ile vaki olan amelde dinin va`dettiği sevap bulunmaz; rıza ve hüsni niyyet bulunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz!.
Ameller niyete göre değerlenir!.. Metalibi diniyyenin hepsi ikrahsız, hüsni niyyet ve rıza ile yapılmalıdır..
İkrah (zorlama) ile itikat mümkün değil; ikrah ile kılınan namaz, namaz değil; oruç keza; hacc keza ilah…
Bundan başka, bir kimsenin diğerine tecavüz edip de herhangi bir işi ikrah ile yaptırması da câiz değildir; hasılı, hükmi İslâm altında herkes vazifesini bilihtiyar yapmalı,iKRAHSIZ YAŞAMALIDIR!.” (c:1;s:860-861)
Esasen bu konu başlı başına bir kitapta ele alınabilecek bir değerlendirme olduğu için, daha fazla bu özellik üzerine gitmeyip, kaldığımız yerden devam edelim..
Evet, kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu kişi, “İslâm”ı tasdik etmesi için, şu anlattığımız sistemi kavradıktan sonra, diyebilmesi gerekir ki;
-Yeryüzünde veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren; istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan sadece “Allah” vardır.
İşte bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı kabul ve tasdikin ilk şartı olan “kelime-i şehâdet”e gelir…
Dersin ki:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ”
“Eşhedü” yani, “Şehâdet ederim”…
Nasıl “şehâdet” edersin?…
Gözle, değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim” ki; ve…
Görmekteyim, müşahede ve tespit etmekteyim, idrak etmekteyim, tasdik etmekteyim ki…
Varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla söz konusu olmayan tek mevcut sadece “Allah”tır!. Ki gayrı asla mevcut değildir!.
“Ve eşhedü enne Muhammed`en abduhu ve rasûluh ”
Ve gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu ve Rasûlü`dür.
“Kulu”dur, Allah`ın kendisinde izhar etmek istediği manaları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” ifa etmekte…
Burada ayrıca Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın;
-“FAKR”ımla iftihar ederim”!.
dıyerek işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret de mevcuttur!…
Bahsi geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın, işaret edilen husus ile!..
Mutlak bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.
Bu konuda detaylı bilgiyi “GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli kitabımızda bulabilirsiniz..
Ve “Rasûlü”dür; “ALLAH HÜKÜMLERİ”Nİ, SİSTEMİ’ni; “Allah’ın dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ eden elçisidir!.İşte buna da şehâdet ederim!.
“İslâm”ın ilk ana şartı budur.
“İslâm”ın ilk şartı “kelime-i şehâdettir” de diğer DÖRT şartı nedir?..
İşte çok önemli bir husus daha!..
Farkında olamadığımız ve yanlışa şartlandığımız bir husus daha;
İSLÂM’IN ŞARTI 5 DEĞİLDİR!..İSLÂM’IN, KELİME-İ ŞEHÂDETTEN SONRA 54 FARZI VARDIR…
KUR`ÂN-ı KERİM, “İSLÂM’IN ŞARTININ BEŞ OLDUĞUNU” SÖYLEMEZ!.
Kur`an-ı Kerim, insanların üzerine farz kılınan; yani onların uymak zorunda oldukları; uymamaları halinde büyük zarar görecekleri 54 çok önemli kuraldan sözeder ki, bunların ilk dördü “namaz, oruç, hac ve zekât”tır!…
Bunların ötesinde gıybet etmemek, dedikodu yapmamak, içki içmemek, kumar oynamamak, zina yapmamak, hırsızlık yapmamak, yetim hakkı yememek ve bu gibi bir çok uygulamakla zorunlu olduğumuz öneri mevcuttur.. Toplam 54 olan bu önerilerin tümü de islâm`ın şartları arasındadır..
Bunu, böylece bildikten sonra, şimdi diğer kurallara geçelim.
* * *

İslam dinini bildiren Hazreti Muhammed kudsal kitap Kur`an-ı Kerim ile “TANRI” kavramını reddeder; “tanrı” nın varolmayıp “sadece ALLAH`ın mevcud” olduğunu vurgular!. Bu gerçeğin farkında mıyız?
Bu bölümde, Kur`an-ı Kerim`in bildirdiği “ALLAH” kavramının bütün inançlardaki “TANRI” kavramından niçin son derece farklı olduğunu açık seçik göreceksiniz…
* * *
En ilkelinden gelişmişine kadar, hemen herkesin, düşüncesinde bir “TANRI” kavramı vardır… O`na kızar, O`nu sever, O`nu yargılar, Zaman zaman yaptığı yanlış (!) işleri yüzünden O`nu itham eder; adeta O`nu yukarıda bir yıldızda ya da galaksinin herhangi bir yerinde boşlukta oturmakta olan tonton bir dede, ya da celalli bir sultan gibi hayal ederiz!..
Biraz daha geniş düşünenler ise, bu hayalimizde var kabul ettiğimiz “TANRI”nın gerçekte varolmasının mümkün olmadığını belirterek; “biz tanrıya inanmıyoruz” derler ve bu yüzden de “ateist-tanrı tanımaz” olarak adlandırılırlar…
Oysa gerçekte, ne tanrı tanımazların (ateistlerin), ne de duyduklarına göre hiç düşünmeden şatlanma yollu bir tanrı var sananların; Hz. Muhammed`in açıkladığı “ALLAH”tan haberleri yoktur!
Bu yüzdende “Tanrı” ile “ALLAH” kavramlarını aynı zannedip hatta sanki iyi bir iş yapıyor sanısı ile “ALLAH” yerine dillerine “TANRI” kavramını dolarlar… Aslında yaptıkları doğrudur; zira onlar gerçekten “ALLAH”tan ve “ALLAH” kavramından sözetmeyip, hayallerinde varsaydıkları “TANRILARINDAN” bahsetmektedirler…
Şunu kesinlikle bilelim ki…
Resulullah Muhammed Mustafa aleyhisselam ve Kur`an-ı Kerim şu çok önemli gerçeği vurgulamaktadır;ÖTEDE ya da ÖTENDE bir TANRI yoktur; SADECE “ALLAH” vardır!..
“ALLAH”ı hakkıyla idraka çalışmadılar…(22-74)
Ayeti bizim bu konudaki ihmalimize işaret eder…
Biline ki…
Dilimizdeki “TANRI”, “İLAH”, “MABUD” kelimeleri ile bunların İngilizce`deki karşılığı olan “GOD”, Fransızca`da karşılığı olan “DİYÖ”, Almanca`da karşılığı olan “GOT” kelimeleri hep “TAPINILACAK bir varlık” kavramını ifade eden kelimelerdir…
Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mabuda, ilaha, tanrıya işaret ederler!..
“ALLAH” kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir!..Ki biz,O varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla tarif ederiz; ya da bu vasıflarını çeşitli isimlerle işaret ederiz…Ancak, bütün bu isimler, hep, O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden O`nu tarif eder…
Mesela, bu fakire “HULUSİ” derler…Bu isim, O`nun özel ismidir…Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz…İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene “HULUSİ” denmek zorunluluğu vardır…
İşte bunun gibi, “ALLAH” isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi, veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir…
Esasen, yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler “tanrısallık kavramına” işaret ederken; “ALLAH” kelimesi ise tamamiyle ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir…
Bu sebebledir ki, tanrısallık ifade eden hiç bir kelime, asla “ALLAH” kelimesinin yerini tutamaz!..
“ALLAH” yerine “TANRI” kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavranış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendirmedikleri için yapmaktadırlar…
İşte, böyle özel bir ismi olan ve “CÜZ” kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi “ALLAH” dediği zaman, bu kavram yanısıra bir de “CÜZ” tasavvur ederse; ya da bir “CÜZ” kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi “ALLAH”a şirk koşmuş olur; yani “ALLAH” gerçeğini örtmüş ve bir “TANRI” kabullenmiş olur!..
Ki bu durumda da şu ayetle uyarılır:
— ALLAH YANISIRA TANRI OLUŞTURMA!..
Sonra aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış olursun… (17-22)
İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:— “ALLAH” YANISIRA TANRI EDİNME!. (28-88)
Yani varolan gerçek mutlak varlık “ALLAH” iken; sen “ALLAH” kavramından gaflete düşüp, “ALLAH” ismiyle işaret edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!..
Ötede, ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan “ALLAH” kavramı ve anlamı dışına çıkarak “tanrı” kavramı içine girersin…
Böylece de Kur`an-ı Kerim`in açıklamış olduğu “vahdet” idrakından kendini mahrum etmiş olursun…
Ve böylece de “nefsine en büyük zulmü yapmış olursun”
Hazreti Muhammed aleyhisselam, “ALLAH RESULU” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp, artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı…
“TANRI YOKTUR, SADECE ALLAH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhmmed`in vurguladığı bu gerçek, KELİME`İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti…
İslam Dininin temelini, “LA İLAHE İLLALLAH” sözünün manası oluşturur.”La İlahe İllallah” ne demektir?
Bu söz basit olarak ele alınırsa;”TANRI yoktur sadece ALLAH vardır” anlamında değerlendirilir…
Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak…”La İlahe”; ” La” yoktur; “İlahe”, TANRI demektir, yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim…Kelime-i Tevhid, “La ilahe” ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. “Yoktur tapınalacak varlık!”;”la ilahe”!..
Akabinde, bir açıklama geliyor… “İlla” “sadece”, “ALLAH” vardır!..”İLLA ALLAH” yani “sadece ALLAH”!..
Birinci mana olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur…”Tapınalacak TANRI yoktur”… Evet, burada, kesin olarak, tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLA ALLAH” diyor…
“İLLA”, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, “ancak” manasına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere “SADECE” anlamında dahi kullanılır…
Evet, “İLLA”, “ALLAH” kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle “SADECE” anlamında algılamak zorundadır; zira “ALLAH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLAH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde Hz. “MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda açıkladık.
İşte bu sebebten dolayıdır ki, “İLLA” kelimesi “ALLAH” ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız…
Nitekim bu mana İngilizceye tercüme edilirken:
“There is no god BUT ALLAH”
şeklinde değil;
“There is no god ONLY ALLAH”
şeklinde tercüme edilmelidir…
Ki böylece, İslam Dini`nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin.
Evet, sadece “ALLAH” vardır ki, “O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir”, anlamı mevcuttur bu açıklamada…Çünkü başta, kesin olarak “LA İLAHE” yani “tapılacak TANRI yoktur”; hükmü veriliyor!..
Öyle ise “ALLAH”, İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..
“ALLAH”ın “AHAD” olşunu şayed iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-, bir ALLAH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani bir “ALLAH” var, bir de alemler mevcut, değil!..
Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız alemler, kainat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle batıldır!..
Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH” bir TANRI değildir !..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, AHAD`dır!..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz manalara sahip olup, her an bunları seyir halindedir!..İSLAM`ın “Tevhid” inancı, yani, Hazreti Muhammed`in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLAH`ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI`nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..
Nitekim Kur`an-ı Kerim`in çeşitli ayetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:”İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!..” (53-39)
“Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz.” (37-39)
“Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz.” (36-54)
“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir.” (46-19)”Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!..” (37-39)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “ALLAH”ın ne olduğunu idrak etmektir…
Hazreti Muhammed aleyhisselama “ALLAH nedir” diye soranlara cevab, “ALLAH” tarafından bizzat veriliyor Kur`an-ı Kerim`de, “İHLAS” Suresinde:
“De ki, O ALLAH AHAD`dır;
ALLAH SAMED`dir;
LEM YELİD ve LEM YULED`dir;
ve LEM YEKUN LEHU KÜFUVEN AHAD`dır!..”
“Hz. MUHAMMED`İN açıkladığı ALLAH”ın ne olduğunu açıklayan bu surede öncelikle, kelimelerin geniş manası üzerinde duralım… Ve sonra da bu manaların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım…
“ALLAH AHAD”dır…Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK`dir…
Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!..
Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan “AHAD”, ya sonlu sınırlı bir tektir, ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız cüzlere ayrılmaz TEK`tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece “KENDİSİ” mevcuttur!..”AHAD” olan “ALLAH”ın dışında herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz`an ve insafa sığmaz!..
Düşünelim…
Şayed “ALLAH”tan ayrı, “ALLAH”ın dışında bir varlık var ise… Bu varlık ile “ALLAH” arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?..
Ya varlık, mevcud, sınırsız sonsuz TEK`tir, ikinci bir varlık yoktur!..
Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKANI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..?
Burada idrak edilmesi en önemli olan şey “SINIRSIZLIK-SONSUZLUK” kavramıdır…
Şimdi bu “sınırsızlık-sonsuzluk” kavramını en – boy – derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım…
GERÇEKTE, mevcud olan TEK, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK`tir!.. AHAD`dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiç birşey olmayan “ALLAH AHAD”dır!..
Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!.. Çünki, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..
Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesi ile kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…
Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden; daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel ÖZ ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “ÖZ” içinde “yok” oluşunu farkedebilse…
İşte bu işin çok önemli bir yanı…
* * *
Konunun ikinci önemli yanı da şurası…
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şamil bulunduğuna göre; bu takdirde O`nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O`nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!..
“AHAD ALLAH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI`nın yeri neresidir?..
“ALLAH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!..”ALLAH”, sonsuz-sınırsızdır, dedik…
“ALLAH”ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!..
Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanında merkez kabul edilmesi gerekir…
Halbuki, “ALLAH”ın sınırı yoktur…
Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!.. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..
Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!.. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından sözedilemez!..
Nitekim bu mana Kur`an-ı Kerim`de bir ayette şöyle vurgulanmaktadır:
“HU ve`l evvelü vel ahirü ve zahiru vel batın”
“O, evvel, ahir, zahir, batın`dır”
Yani, Zahir, Batın, Evvel ve Ahir diye bildiğin hep “O”dur!.. Bunlar, gerçekte TEK bir şeydir!.. Yani, zahir ve batın diye iki ayrı şey yoktur!.
“Evvel, Ahir, Zahir, Batın” kelimeleri ile işaret ettiğin şey hep “O”dur!..
Sen, “O”na, ister “Zahir” de, ister de, “Batın” de, ister “Ahir” de, ister “Evvel” de; dediğin, işaret ettiğin, tarif ettiğin hep “O”dur!..
Zira, “zahir-batın” ayırımı senin beş duyundan doğmaktadır!.. Beş duyu ile algılayabildiğine “zahir” diyorsun, algılayamadığına “batın”!..
Oysa altı, yedi, oniki duyu ile algılama durumundan olsaydın, senin için zahirler de değişecekti, batınlar da!.. Ve sen, bugün zahir dediğine batın, batın dediğine zahir demek durumunda olacaktın.
“ALLAH” ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, “ZAHİR” VE “BATIN” kavramlarından beridir, münezzehtir!..Evet, merkezi, içi-dışı, zahiri-batını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan beri olan varlığın, bir yerde son bulup; o noktadan sonra, ikinci bir ayrı varlığın başlamasından sözedebilir misiniz?..
Elbette hayır!..
İşte, bu yüzden farkederiz ki, düşünebilen, hayal edebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve “ZAT”ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ yani, “AHAD” olan “ALLAH” mevcuttur!..
“O”nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu durumun dindeki adı da “ŞİRK”tir!..
“ALLAH”, “AHAD” olduğuna göre… Kendi varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemez!..
Ve gene, “O”nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de sözkonusu değildir…
“ALLAH SAMED`dir”…
“SAMED” kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştrma yaparsak, şu manalar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:”Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen… Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!.. Som…” Hani som altın deriz ya; işte öyle… Yani bir diğer ifade ile “sırf”!..
Görüldüğü gibi bütün bu manalar esas itibariyle “AHAD” isminin manasını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir.
Öyle ise “ALLAH DOĞURMAMIŞTIR” uyarısı hangi manalarda anlaşılacaktır?
İlk anlıyacağınız mana şudur:
“ALLAH” kendisinden ikinci bir varlık meydana getirmemiştir!..
Ya da başka bir ifade şekliyle; “ALLAH”ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir!..
Çünki O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK`tir, yani “AHAD”tır!..
1- Sınırsız sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi sözkonusu olamaz.
2- “AHAD” oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz ki, O`ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!..
İşte bu yüzden, “ALLAH”tan meydana gelmiş, O`nun doğurduğu, O`nun özellikleri ile de olsa, ikinci bir varlığın mevcudiyetinden asla sözedilemez!
Netice…
“ALLAH” ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O`nun doğurduğu, yani O`nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!..
Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var…
Onu da görelim…
Şimdi de “LEM YULED”i anlayalım…”Doğmamıştır” dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir.”ALLAH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!..”
“ALLAH”ın başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, “AHAD”dır!..
Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK`tir!..
“ALLAH”ı, meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, “ALLAH”ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir SINIRI olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O`nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!!.. Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden “ALLAH”ı meydana getirsin!!!..”ALLAH”, “AHAD”dır!..
“AHAD” olan “ALLAH” ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir…
Bu sebeble de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedilemez!..
Bu yüzden de “ALLAH”ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez, böyle bir şey düşünülemez!..
İşte, “LEM YULED” uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur…
* * *
Geldik bu tarif metnindeki son uyarıya…
“LEM YEKUN LEHU KÜFÜVEN AHAD”
“O`nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD`tır.”
Burada şu ayeti de hatırlayalım:”…LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY`A…” (42-11)
“İster mikro, ister makro planda O`nun misli olabilecek hiç bir şey mevcut değildir.”
Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim…Kur`an-ı Kerim`de çeşitli yerlerde “İlahımız”, “İlahınız” gibi ifadeler geçmekte; ancak akabindede “İLAH”ın, “ALLAH” olduğu vurgulanmaktadır…
Peki bu duruma göre, “ALLAH”ın, bir “İlah” yani “tanrı” olduğu ileri sürülemez mi?
Sürülemez!..
Bu gibi tanımlamalar, “İlah”a yani “tanrı”ya tapanlara yapılan açıklamalardır.
Yani onlara denilmektedir ki;
“Sizin, İLAH sandığınız, TANRI dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE “ALLAH”tır!.. Sizin ve bizim “İlah”ımız hep aynı ve tektir…Ve dahi, O da “ALLAH”tır..”
Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir “tanrı” varsayımından kurtulup, “ALLAH”ı idrak etmeye çalışmalarıdır…
Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim…
Varlığına iman ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki halde de “ALLAH” adını verdiğimiz TANRI ile; burada tarif edilen Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” aynı mıdır?..
Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” için “TANRI” kelimesi kullanılabilir mi, ya da “TANRILIK” mefhumu kabul edilebilir mi?..Düşünülebilir mi?!..
Yani, gerçekte, dün – bugün – yarın varolan ve sonsuza dek varolmakta devam edecek olan, “BAKİ” “VECH”tir.
“VECH”in perdesi olan yegane şey ise, o şeye ait olan “İSİM”dir…Ki o isim, sonradan “VECH”in bir manası üzerine konmuş bir perdedir… Perdedin ardındaki varlık ve onu meydana getiren manalar ise “ALLAH” isimlerinden varlıklarını alırlar…
Sonuç olarak şunu kesinlikle bilelim ki…
Kur`an-ı Kerim`de ve Hz. Muhammed`in açıkladığı “ALLAH” kavramında ötede ya da ötende, yani senin dışında bir tanrı kavramından sözedilmeyip; sadece kendisi var olan sonsuz-SINIRSIZ “TEK” farkettirilmeye çalışılmaktadır…
* * *

Genel anlamda, duyduğumuz kadarıyla zikir, o ötedeki tanrının isimlerini anarak onun gözüne girmek içindir!..
Acaba gerçekten öyle mi?..
Bu konunun gerçeğini anlıyabilmek için, önce zikredilen varlığın kim ve ne olduğunu iyi anlamalıyız…
“TANRI”yı mı zİkretmeliyiz, “ALLAH”ı mı?… Çoğunluk, burada doğal olarak şu soruyu soracaktır:
-Ne farkı var ki?.. Ha tanrı ha Allah!.. Hepsi de bir!. Biz Türkler Allah’a Tanrı ismini vermişiz!. Tanrı uludur!..
Hayır!.. Tanrı ulu değildir!.. Tanrı yoktur!. Tanrılık kavramı geçersizdir!.
Kime göre bu böyledir?.. “İslâm Dini”ne ve bu “Dini” anlatan Kudsal Kitap Kur’ân-ı Kerîme göre!.. Allah Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâma göre!.
12. baskısı yayınlanan “İNSAN ve SIRLARI” ile gene 13. baskısı yayınlanan “Hz. MUHAMMEDİN açıkladığı ALLAH” isimli kitaplarımızda öncelikle “Tanrı” kavramı ile “ALLAH” kavramı arasındaki son derece önemli fark üzerinde detayları ile durup; “ALLAH” kavramına dayalı olarak mevcud olan “İSLÂM Dini”ni açıklamağa çalıştık!.
“Tanrı” kavramı ile “ALLAH” isminin işaret ettiği mana arasındaki anlam farkını anlamadığı sürece, hiç kimse “İslam Dini”nin ne olduğunu ve niye gelmiş olduğunu anlıyamaz!.. Bu yüzden de “DİN” olayını yanlış değerlendirir!. Ayrıca “İslâm Dini”nde teklif edilen çalışmaların -ibadetlerin- hangi gerekçeyle insanlara önerildiğini de kavrayamaz!.
Öyle ise öncelikle “Tanrı” sözcüğünden anlaşılan kavram ile, “ALLAH” ismiyle işaret edilen anlam arasındaki farkı çok iyi idrak etmek zorundayız!.
“TANRI” ismi bize neyi anlatır?..
Benim, senin, yaşadığımız bu varlığın ötesinde; bu varlığı dıştan gelen bir biçimde yaratan; öteden bizi seyredip, hakkımızda hüküm verecek olan; sonra da bizi cehennemine atacak ya da cennetine sokacak bir varlık!?..
İnsanların çoğu ile; “Din”in kelimelerinde, dış anlamlarında, mecâzında kalmış din adamlarının hepsi “tanrı”ya inanır, onu savunur ve onun adına insanları yönetmeye kalkar!.. Akıl-izan sahipleri de böyle bir şeyin olamıyacağını idrak ettikleri için tanrıya inanmazlar ve din adamlarına da kulaklarını tıkarlar!.
“ALLAH” kavramına dayalı “Din” anlayışı ise, bütün tasavvuf ehli ve evliyâ tarafından paylaşılan bir gerçektir!. Ne yazık ki, insanların pek azı bu gerçeği farketmiştir!.
Bu gerçeği açıklayan Kur’ân-ı Kerîme göre, “Allah”, evreni ve varolarak algılanan her şeyi, kendi ilminde, kendi kudretiyle ve kendi güzel isimlerinin özellikleriyle yaratmıştır.. Bu sebebledir ki, doğa kanunları ve evrensel düzen dediğimiz şey, gerçekte Allah düzen ve SİSTEMİ’nden başka birşey değildir!. Bu gerçek nedeniyle de, insan, ötesinde bir tanrıya tapınmak yerine; ÖZÜNDEKİ “ALLAH”ı farketmek ve ötesindekine değil, özündekine yönelmek zorundadır!.
Gelmiş geçmiş bütün evliyâ, insanları, “ALLAH” kavramına dayalı din anlayışına ve bunun sonucunda oluşacak “haşyet” hâline yönlendirmek isterken; işin şeklinde kalan din adamları da ötedeki bir tanrı kavramıyla olayı anlatıp, insanları ondan “korkutarak” hükümranlık tesis etmeye çalışmışlardır!..
Şu anda bizim ÖTEMİZDE, bizi seyredip, yaptıklarımıza göre hakkımızda bir karara varacak; buna göre de bizi cehennemine atacak ya da cennetine sokacak bir “tanrı”dan sözetmemektedir Kur’ân ve Hz. Muhammmed aleyhisselâm!.
Aksine, Hepimizin ÖZÜNDE olan ve “Hakikat”ını oluşturan bir “ALLAH”tan bahsetmektedir Kudsal Kitabımız ve Allah Rasûlü!.
İşte bu yüzdendir ki birinin gıybetini yapan, onu aldatan, ya da ona kötülük yapan, hakkını gasbeden; gerçekte onun “hakikat”ı olan “ALLAH”a yapmıştır bu davranışı!…
Ve bu yüzden demiştir ki Allah Rasûlü:
-İnsanlara şükretmeyen Allah’a şükretmiş olmaz!..
Yani muhatabın, hayâlinde yarattığın ötendeki “tanrı” değil; algıladığın her şeyin özü olan “ALLAH”tır!. Bunu farketmedikçe, “İSLAM DİNİ”nin yüceliğini anlayamayız!.. Öyle ise “Allah”a “ erkek tanrı” denir mi hiç?…
* * *

Bu konuda ilmi olmayıp, kulaktan dolma asılsız verilerle “Din” hakkında hüküm veren bilgisizler topluluğu, her iki sözcüğün de aynı anlama geldiğini sanıp, akılları sıra biraz da sanki milliyetçilikle ilgili sanarak, “Allah” ismi yerine “Tanrı” sözcüğünü kullanmaktadırlar..
Oysa, önceki yazımızda “Tanrı” sözcüğünün işaret ettiği kavram ile “Allah” isminin işaret ettiği anlamın, birbirinden tamamiyle ayrı manâlara işaret ettiğini anlatmaya çalışmıştım. Manaları birbirinden tamamiyle ayrı iki sözcük!..
Bu konuya Türkiye`de yaşamış çok değerli bir Kur`ân tefsircisinin satırlarıyla açıklık getirelim.. 1940`larda yazılmış en kapsamlı ve detaylı Kur`ân tefsiri olan Elmalılı Hamdi Yazır`ın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bastırılmış “Hak Dini Kur`ân Dili” isimli eserinde bakın bu konuda ne deniyor:
“Gerek ismi özel olsun gerek ismi genel, “ALLAH” ismi celâli ile, yine “ALLAH” tan maâda hiçbir mâbud anılmamıştır…
Mesela “TANRI”, “HUDA” isimleri, “ALLAH” gibi özel isim değidir!. “İLÂH”, “RAB”, “MÂBUD” gibi genel mana ifade eden kelimelerdir…
Arapça`da “İLÂH”ın çoğuluna “ÂLİHE”; “RAB”bın çoğuluna “ERBÂB” denildiği gibi; Farsça`da da “HUD”nın çoğuluna “HUDÂYAN” ve lisanımızda dahi TANRILAR, MÂBUDLAR, İLÂHLAR, RABLAR denmiştir; çünkü bunlar haklıya ve haksıza ıtlak edilmiştir…
Halbuki hiç “ALLAH”LAR denilmemiştir ve denemez!.
Böyle bir tabir işitirsek, söyleyenin cehline veya gafletine hamlederiz!..
“TANRI” adı böyle değildir; mâbud, ilâh gibidir… Bâtıl mâbudlara dahi “TANRI” ismi verilir… Müşrikler birçok tanrılara taparlardı. Filanların tanrıları şöyle, falanların tanrıları şöyledir denilir…
Demek ki, “TANRI” genel ismi, “ALLAH” ismi özelinin eş anlamlısı değildir, en genel bir tâbirdir…
Binâenaleyh, “ALLAH” ismi, “TANRI” adı ile tercüme olunamaz!” (c:1/24-25)
* * *
Türkiye’deki en değerli Kur’ân tefsirini yazan kişiye göre, yukarıda okuduğunuz üzere, “ALLAH”a kesinlikle “tanrı” denemez!..
Burada ayrıca şu çok önemli farklara dikkat etmeliyiz..
“Tanrı” kelimesi, sıfatları anlatan genel bir kelimedir; “Allah” ise kendisinden gayrı hiç bir şeyin mutlak vücudu olmayan Tek Zât’ın ismidir!.
Yani olay, yalnızca kelime, telaffuz olayı değildir!. Kelimeler, isimler arasındaki son derece büyük anlam farkıdır!.
“Tanrı” ve “tanrılık” kavramına dayalı din anlayışı bâtıldır!.
“Allah” isminin işaret ettiği anlama dayalı, yürürlükte olan “İSLÂM Dini”dir !.
“La ilahe illallah” cümlesinin anlamı “tanrı yoktur sadece ALLAH vardır” şeklindedir. Ve iyi bir müslüman olmak için, önce bu farkı çok iyi anlamalıyız!.
Zirâ, “tanrı” kelimesinin anlamı ile sınırlarsak anlayışımızı, “Allah” isminin işaret ettiği manadan mahrum kalırız; bu da sonunda, bizi “hilâfet” sırrından mahrum bırakır!..
“Tanrı”, tapınılacak ötendeki bir varlıktır…
“Allah” kulluk edilegelmekte olan özündeki Hakikat`tır!..
“Tanrı”, korkulası umacıdır!.
“Allah” ise, ilim sahiplerinde, sonsuz-sınırsızlığın yanındaki hiçliklerini kavrayış nedeniyle oluşan “haşyet”in kaynağıdır!..
“Tanrı”, yeterli olmayanların kendi kafalarında hayâl edip varsandıkları ötelerindeki yönetici ve yargılayıcıdır !.
“Allah”, âlemleri kendi varlığından meydana getirmiş ve her zerresinde esmâsıyla algılanır olmuş “TEK mutlak varlık”tır; hiç bir şekilde ortağı yoktur!
“Tanrı”, her devirde ve toplumda anlayış seviyesine göre sayısız özelliklerle bezenip süslenen; hayallerin karşılığının kendisinde olduğu varsayılan, beşer anlayışına göre şekillenen bir balondur!
“Allah” ise “Ahad”, “Samed”, “Lemyelid ve lem yûled”dir!..
“İlâhlar öldü artık!..
Tanrıysa can çekişmede…
HAYY ALLAH!..”
Diyor değerli Hâkim şâir Halûk Mahmutoğulları, bu gerçeğe işaretle..
Öyle ise, “ALLAH ve DİN ADINA hükmetmek” kimin yetkisindedir?..
* * *
Günümüz insanına anlatmaya çalıştığım çok önemli bir gerçeği, idrak ettirmede niçin fevkalade zorlandığımı şöyle farkettirdi Allah…
İnsanların çok büyük bir kısmı, bu algılanan boyuttaki her şeyin bir Yaratıcı tarafından meydana getirilmiş olduğunu kabul ediyor; ve de bu yaratıcıya “TANRI” adını veriyor..
Kendisinin ve varlığın ötesinde olarak nitelediği bu yaratıcının niteliği ve niceliği hakkında da, çevresinden -sorgulayarak ve düşünerek değil- şartlandırılma yollu edindiği bilgiler kadarıyla da bu “tanrı” kafasında şekilleniyor..
Daha sonra, bulunduğu toplumun kullandığı tâbir eğer “Allah” ise, kafasındaki bu “tanrı” imajına “Allah” adını vererek konuşma ortamına dalıyor..
İşte bütün problem burada başlıyor!.
“Tanrı” kavramının hiç bir aslı, gerçeği olmadığını anlamayan bu kişiye, siz “Allah” ismiyle işaret edilen mutlak varlığın özelliklerini anlatmaya başladığınız zaman; bu defa o kişi, bu bilgileri kafasındaki “tanrısına” enjekte ederek, aşılayarak; “tanrısını Allah’laştırıyor”!. Oysa yapılması gereken işlem, “tanrı” kavramından kurtularak “Allah ismiyle işaret edilen mutlak gerçeği farketmek”!..
İşte, “Allah” isminin işaret ettiği anlamların, kafamızdaki “tanrı” kavramına enjekte edilmesi, beynimizdeki “tanrı” kavramının ve düşüncesinin sanki kanserleşmesi gibi olay meydana getiriyor; “Allah”a ait özelliklerle bezenen “tanrı” kavramı günden güne gelişip büyüyor, yayılıyor;!.. Zira düşüncedeki “Tanrımız” gittikçe “Allah’laşıyor”! Beden hücrelerinin kanserleşmesi dünya yaşantısını kaybettirirken; “tanrı” bilincinin kanserleşmesi ve kişinin “Allah” ismiyle işaret edilen manayı idrak edememesi ebedi hayatını değerlendirememesi sonucunu getirir!
“TANRI” ve “tanrılık” kavramının ne olduğunu acilen çok iyi öğrenmek ve çevremizdeki düşünme kabiliyeti olanlara da farkettirmek mecburiyetindeyiz!. (1)
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın, Kur’ân-ı Kerîme dayalı bir yolla açıkladığı “ALLAH” ismiyle işaret edilen varlığı gerçekten anlamak, idrak etmek istiyorsak, öncelikle, ötede, yukarıda, dışımızda bir “Tanrı” varsayma düşüncesinden arınmak zorundayız!..
Bu arınmayı nasıl gerçekleştireceğiz?…
Allah’ın yaratmış olduğu içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemi ve onda geçerli olan sistemi okumaya çalışarak!.
Öncelikle farkedecek ve idrak edeceğiz ki…
Algılamakta olduğumuz her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi ve kudretiyle meydana gelmektedir!.O’nun dilemesi dışında hiç bir birim hiç bir şey dileyemez!. Hakîm olan olan Allah, her olayı bir hikmetle ve yerli yerinde olarak oluşturmaktadır; biz onu yersiz veya yanlış olarak nitelendirsek dahi!.
Allah’ın muradı ne?… İkinci olarak bunu çok iyi anlamak zorundayız!..
Allah ismiyle işaret edilen ve Âlemlerde tasarruf sahibi olan Zât, her an dilediğini tüm varlıklar adı altında ortaya koymaktadır; ve kendisine soru sorabilecek, kendi dışında ikinci bir varlık da mevcut değildir!.
Yaratmış olduğu sistemde geçerli anayasadaki en başta gelen kanunlardan biri, “güçlü olan kazanır”dır. Güçlü kıldığı, daha güçlü ile karşılaşıncaya kadar kazanmaya devam eder!.. Çünkü “Kudret” sıfatı vardır, “acz” sıfatı yoktur!.
Her varlığın gücü ilminden kaynaklanır.. Her varlık, aklı kadar ilim sahibidir.. Her türün kendine özgü akıl düzeyi olduğu içindir ki, türler birbirlerini akılsız sanırlar!. Her akıl, kendi kapsamı içindekini de, dışındakini de “akılsız” nitelendirir!.
Oysa Allah, dilediklerinin oluşması için, her bir birimi, hangi amacını gerçekleştirsin diye yaratmışsa, ona, bu amaca göre hakkettiklerini verir; ve bu da “Allah’ın adaleti” denen şeyin ta kendisidir! Bu yüzdendir ki, evrende, ne geçmişte ne de gelecekte gerçek anlamda zulüm kesinlikle mevcut değildir!. Herkes ve her birim yaratılış amacına göre hakkettiğini, her an almaktadır!.
Öyle ise, eğer biz, hayalimizde yarattığımız “Tanrı” kavramından arınıp, “Allah” ismiyle işaret edilen Zât’ı tanımak istiyorsak, O’nun kendi varlığıyla var kıldığı bu âlemleri ve sistemini “OKUMAYA” çalışmak zorundayız!.. Yani eserlerinden, o eserleri meydana getireni tanıma yoluyla!.
Ki böylece “Allah”ı tanımanın yolu bize açılsın!.
Aksi halde, “Kendi hevâsını tanrı edinini gördün mü?” âyetinin kapsamı içinde yaşamak üzere ebedî yolculuğa çıkarız!
X
ÖLÜM VE ÖTESİ

Ne yazık ki günümüzde “ÖLÜM” olayı gerçeğine uygun bir biçimde bilinmemekte, genelde ÖLÜM’ün bir “son” olduğu zannedilmektedir!..
Oysa, “ÖLÜM, bir son” olmayıp; madde âlemden, maddeötesi âleme geçişten başka bir şey değildir!.. Yani bir dönüşümdür!..
İnsan, ÖLÜM denen olayla, madde bedeni terkederek, “RUH” denilen “halogramik dalga” yapılı bedeniyle ya mezarda, ya da mezar dışında yaşamına devam eder!
Yani ÖLÜM, Madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam etmesidir.
İslâm Dininin esaslarını bildiren KUR’AN-I KERİM, ölüm olayına şöyle açıklama getirir:
“Her NEFS ölümü TADACAKTIR!..”
ÖLÜM denen olay, biyolojik madde bedenin terkedilerek, RUH bedenle dalga alem yaşamına geçilmesidir…
Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan bioelektrik enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromağnetizmasını yitirir ve böylece, RUH, bedende bağımsız yaşam biçimine geçer. İşte bu olay ÖLÜM kelimesiyle anlatılır.
Yaşam boyunca kişinin beyninden geçen tüm faâliyetler, ses ve görüntü dalgalarıyla yüklenmiş televizyon dalgaları gibi, RUH’a, yani halogramik dalga bedene yüklenmiş olduğu için, kendisinde hiç bir değişiklik hissetmeden, ruh boyutunda yaşama geçiliverir… Ve kişi, RUH olarak, aynen bedende olduğu gibi yaşamına devam eder!..
Ancak bir farkla… O bedende, tamamiyle canlı ve şuurlu olmasına karşın, madde bedenini kullanamaz!. Sanki bitkisel hayata girmiş, canlı, şuurlu bir kişi gibi!..
Dışarıda olup- biten herşeyi görür, duyar, algılar fakat kendisinden dışarıdakilere hiç bir mesaj ulaştıramaz!.
Nitekim büyük İslâm Âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Marifetnâme” isimli eserinde, Hazreti Muhammedin ağzından ölüm olayını şöyle nakleder:
“Meyyit (ölümü tadmış kişi), bedenini kimin yıkadığını, kimin kefenlediğini, namazını kimlerin kıldığını, ardından kimlerin geldiğini, lahde kimlerin indirdiğini ve kimlerin telkin verdiğini bilir.”
* * *
“Meyyitin yanında haykırıp, saçınızı başınızı yolmayın, ona eziyet edersiniz” uyarısı da, gene meyyitin sizi görüp hâlinizden üzüntü duymasından ileri gelir.
Ölüm denen madde bedeni kullanamama hâlini tadmış kişinin mezarda “ruh olarak” diri, aklı şuuru yerinde ve dışardan gelen hitapları algılar bir halde olduğunu bize en iyi idrak ettirecek olan BUHARİ isimli hadis kitabında mevcut olan şu hadisi Rasûlullaha dikkat edelim:
“Talha radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:
Bedir savaşı günü Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesedlerinin biraraya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.
Rasûlullah düşman bir kavme galip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.
Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullah devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.
Sonra Rasûlullah yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler…
Bu arada birbirlerine, herhalde Rasûlullah bir hâcet için gidiyor, diye konuştular.
Nihayet, Rasûlullah Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:
-Ya filân ibn-i filân, Ya Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Ya Utbe İbn-i Rebîâ… Siz ALLAH’a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb’imizin vaad etmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de rabbinizin vaad ettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..
Bu hitap üzere Ömer r.a. sordu:
-Ya Rasûlullah… Hayatı olmayan cesedlere ne diye konuşursun?.
Rasûlullah aleyhisselâm şöyle cevab verdi:
-Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!..”
Görüldüğü gibi, Buharî’de nakledilen bu olayda, Hz. Rasulullah aleyhisselâm büyük bir yanlış anlamayı tashih etmekte..
“İnsanlar, mezara ölmüş olarak konur ve sonra da onlar kıyâmette dirilirler” şeklindeki gerçek dışı inanışı, bundan daha iyi düzeltecek bir hadis olamaz.
İnsanlar, aynen şu andaki kadar aklı şuuru yerinde olarak mezarlara konurlar ve dışarıdan kendilerine yapılan hitapları dışardaymışçasına rahatça işitirler.
Üçüncü halife Osman bin Affan r.a. bir mezar başında durduğu zaman, sakalını ıslatıncaya kadar ağlardı. Bu sebeple kendisine;
-Sen cenneti ve cehennemi anıyorsun, ağlamıyorsun da; bundan, yani kâbir korkusundan dolayı ağlıyorsun, denildi..
Osman cevab verdi:
– Resûlullah’dan duydum ki..:
“Muhakkak mezar, âhıret konaklarının ilkidir!.. Eğer kişi ondan kurtulursa, ondan sonrakilerden de kolay kurtulur. Şayet kişi ondan kurtulamazsa, ondan sonrakiler ondan şiddetli olur!..”
Sonra Osman r.a. şöyle devam etti: Resûlullah şöyle buyurdu:
“Mezar kadar KORKUNÇ hiç bir fecî manzara görmedim!!..”
İslâmın en önde gelen şehîdlerinden olup, Hz. Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) tarafından cesedi toprağa verilen Sa’d bin Muâz’ın kabri başında ise Peygamberimiz şöyle buyuruyordu:
-Şu seçkin kul ki, arş O’nun için titremiş, gök kapıları açılmış ve binlerce melek yeryüzüne inmiştir. O bile mezarında öylesine sıkıldı ki, az kaldı kemikleri çatırdıyacaktı!!.. Eğer kâbir azabından ve ölüm sonrası sıkıntılarından kurtuluş olsaydı, bu önce Sa’de nasib olurdu!.. O, ulaştığı mertebe itibariyle bu sıkıntılardan hemen çıkartıldı; hepsi o kadar!..”
Şimdi düşünelim… Kişi, mezârda “diri” yani “şuuru yerinde” olarak mevcut olmasa, böyle bir azab söz konusu olur mu hiç?..
Soruluyor Hz. Peygamber’e…
“Ya Rasûlullah, müminlerin hangisi daha akıllı, şuurludur?..
-Ölümle başına geleceği en çok hatırlayan ve ölümötesi hayatı için en güzel şekilde hazırlananı… İşte onlar en akıllı- şuurlu olandır…”
Gene bir başka ifadesinde şöyle buyuruyor:
“-En şuurlu, ileri görüşlü insan odur ki, nefsini ilâhî hükümlere tâbi kılar ölümden sonra yararını göreceği fiîlleri yapar… Aciz de nefsinin arzularına tâbi olur, sonra da bir şeyler umar, ALLAH’dan!..”
Gene Rasulullah’ın ashabından ibni Mes’ud, kâbirde görülen azab hakkında:
-Mutlaka günahkâr olanlar, kâbirlerinde azab olunurlar. Hatta hayvanlar onların seslerini işitir… dediğini Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’den işittim.
Ebu Said el Hudrî anlatıyor: Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu:
“İnkârcıya mezarında kendisini kıyamet gününe kadar sokup ısıran 99 ejderha musallat edilir. Eğer bunlardan bir tanesi yeryüzüne üflemiş olsa, hiç bir yeşil ot yeşermez!..”
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh anlatıyor… Rasûlullah buyurdu:
“Sizden birisi ölünce, cennetlik olsun, cehennemlik olsun akşam sabah kendisine makamı gösterilir. Burası yerindir. Kıyâmetteki ba’sıne kadar buradasın.”
Burada bir de şu hususa dikkat çekelim. Amentü’de okunan şu cümleye bir bakın…
“Vel ba’sü ba’del M E V T”…
Dikkat ediniz!..
“Vel ba’sü ba’del KIYÂMET” denmiyor!..
Yani, “bâ’s” kelimesiyle anlatılan olay, KIYAMET’ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonrakidir!..
Dünyada, bildiğimiz madde bedenle ve bu arada bu madde beynin ürettiği ruh bedenle yaşarız.
Nitekim büyük İslam Âlimi ve mutasavvıfı İMAM GAZALİ, “Esmâ’ül hüsna şerhi” isimli eserinde “El BÂİS” ismini açıklarken bakın ne diyor:
“İnsanlardan birçokları bu hususta yanlış vehimlere kapılırlar.. Bunu da çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki; ölüm yokluktur, baas yok olduktan sonra yeniden dirilmektir, aynen birinci dirilme ve canlandırma gibi…
Bir kere onların ölümün yokluk olduğunu zan etmeleri yanlıştır!. İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları dahi yanlıştır.
Ölümün yokluk olduğunu sanmak bâtıldır!.. Çünkü, kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe..
İşin içyüzüne vâkıf olan Erbab-ı Basiret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlar.. ona yokluk arız olmaz..
Evet, bazen cesedle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler.. Bazen cesede iade edilir de hakkında diriltildi derler..
Dirilmenin ilk yaradılış gibi ikinci bir yaratılış olduğunu sananlar da bu zanlarında yanılmışlardır!.. Çünki diriltmek ilk canlandırılışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir..
Aslında insanoğlunun bir çok dirilmesi vardır; onun dirilmesi iki defadan ibaret değildir…”
* * *
Ölümü tadınca, Madde beden çözülür; ve RUH bedenle ba’s olmuş olarak kâbirde kıyâmete kadar yaşamımız devam eder.
Sonra “Kıyâmet” denen, dünyanın Güneş ısısında bozunumu devresinde, bugünkü karakteristiği istikâmetinde yeniden bâ’s olur!..
Ve nihayet, son defa bu bedenler de gittiği ortama göre yeniden bir bâ’s ile oluşurlar…
Kâbirde, şu andaki mevcut aklımızla, algılama- değerlendirme mekanizmamızla mı olacağız?..
Bu konuda Abdullah bin Ömer anlatıyor…
Hz. Ömer münkir ve Nekir adlı iki meleğin kâbirde gelip sual sorması hususunu Hz. Peygamber ile konuşurken sordu:
– (Kabirde) aklımız başımızda olacak mı Ya Rasûlullah?..
– Evet!.. Aynen bugünkü gibi!..
Evet, ölümü tatmış, aklı şuuru yerinde, fakat bedeni kullanım dışı kalmış diri kişi mezara konulunca ne olur.
Bunu da Enes Radıyallahu anh’ın ağzından dinliyelim:
Rasûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
-Kul kabre konulduğunda, kabirden uzaklaşanların ayak seslerini işitir… Onlar uzaklaşırken iki melek gelir ve onu oturtup şöyle sorarlar:
-Muhammed denen adam hakkında ne dersin?..
Eğer mü’minse…
-Şehadet ederim Muhammed ALLAH’ın kulu ve resûlüdür… Bunun üzerine.
-Şu cehennemdeki yerine bak!.. ALLAH onu cennettekine tebdil etti…
O, artık hem cehennemdeki yerini, hem de cennette gideceği yeri görür…
İnkârcı veya gösterişte müslüman ise şöyle der:
– Bu konuda kesin bir düşüncem yok. İnsanların konuştuklarından başka!..
Ve ona şöyle denilir:
– Onu tanıyamadın ve bilemedin!..
Sonra ona öyle bir tokmakla vurulur ki, feryadını insanlar ve cinler dışındaki her şey işitir!.. Nihayet şu hadîs ile konuya son verelim…
“Ölümü tadmış kişi, yakınlarının ağlaması sebebiyle azab görür.”
Bu konuda daha pek çok Rasûlullah uyarısı vardır, ilgili hadis kitaplarında okunabilir.
Netice şudur ki:
KİŞİ ÖLMEZ, “ÖLÜM”Ü TADAR!.. Yaşam boyutunu değiştirir!…
Ölümü tatmak, denilen olay, kişinin madde bedenin kumandasını yitirip, “ruh” adı verilen halogramik dalga bedenle yaşamına kaldığı yerden devam etmesidir.
Bu hâl dolayısıyla, kabre konan her kişinin şuûru yerinde aklı başındadır!.
Kıyâmete kadar da şuurlu olarak yaşamına devam eder.
Kıyâmette de o günün şartlarına göre, yeni bedene kavuşur.
* * *
ÖLÜM tadıldıktan sonra neler olup bitiyor?…
Şimdi de kısaca bunu anlatalım…
ÖLÜM tadıldıgı anda kişi bir süre çevresindeki dünyayı algılamaya devam eder… Çevresinde olup bitenleri, yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar…
Bu devrede adeta bitkisel hayattaki bir insan gibidir.. Dışarıda tüm olup bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiç bir mesaj veremiyor..
İşte bu anda sıra cenazenin yıkanmasına gelir…
Cenaze niçin yıkanıyor?…
Cenazenin yıkanmasının bilebildigimiz kadarıyla hikmeti, henüz hücresel canlılığı devam eden biyolojik bedenin sudan ozmos yoluyla biyoelektriksel takviye almasıdır… Böylece kişi, kısa bir süre daha beden aracılığıyla yaşamış olduğu dünya ile iletişimini tek yanlı da olsa sürdürebilecektir.
ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH alemi denilir…
Ölümle başlayan hayat üçe ayrılır;
A- KÂBİR yaşamı..
B- KÂBİR âlemi yaşamı…
C- BERZAH âlemi yaşamı…
* * *
A- KÂBİR yaşamı… Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle bâ’s olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde yaşamı devam ettikçe sürer…
Gerek kabire konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi bu süre içinde algılamaya devam eder…
Bu hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer …
Yatağa yatan kişi nasıl henüz uyanıktır ve çevresinde olup bitenleri farketmektedir; yatağın sert veya yumuşaklığını hissetmektedir; işte aynı şekilde mezara konan kişi de ilk aşamada çevresinde ve mezar icinde olup biten her şeyi seyretmektedir…
Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri farkeder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışınde ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR ALEMİNE girmeye hazırlanmaktadır…
İşte bu süreç içinde, İslâm Dininde bahsedilen iki sorgu meleği gelir ve RABBIN KİM, NEBİN KİM, KİTABIN NE diye sorarlar…
DİKKAT!…
KÂBİRDE asla, kişiye, sen hangi mezheptensin ya da hangi tarikattansın diye sorulmaz!.. Burada, asla, kişinin mezheb veya tarikat imamından sözedilmez!..
BUNLARIN kabirde SORULACAĞINDAN SÖZEDENLER, DİNİ BİLMEYENLERDİR!. Ne KUR’ÂN’da ne de PEYGAMBERİMİZİN açıklamalarında, mezheb ya da tarikatın ne, diye sual SORULACAĞINA DAİR hüküm vardır!.
MEZHEB ve TARİKATLAR Hz.Muhammed aleyhisselamın berzaha intikâlinden sonra oluşturulmuş kurumlardır; ki, berzah âleminde bunların yeri yoktur!..
Evet, bu sorgulamanın ertesinde kişi ya KÂBİR ÂLEMİNE intikal eder, ya da BERZAH ÂLEMİNE..
“KABİR ALEMİ” ile “BERZAH ALEMİ” arasındaki fark nedir? …
B- “KABİR Alemi yaşamı” … Bu âlem, aynen rüya âlemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına değerlendirir..
Nasıl dünya yaşamını gerçek yaşammış gibi algılarsa kişi dünyada yaşarken; aynı şekilde, kendi kabir alemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder… Bu ya “kabir cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “kabir cehennemi” denilen biçimde kabus türünden son derece korkunç, ızdırap verici görüntüler içinde sürer..
Bu devre kıyâmete kadar böylece devam eder…
Bu, kabir içindeki kişinin, kabir âleminin yaşantısıdır..
“Kişinin kabri ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” hadisi şerifiyle Peygamberimiz bu duruma işaret eder…
Bununla beraber bir de “BERZAH âlemi yaşamı” vardır…
C- “BERZAH âlemi yaşamı”, “FİYSEBİLİLLAH” ALLAH yolunda ŞEHİD olmuş kimseler ile, “ölmeden ölmüş” diye tarif edilen evliyaullah ve nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE” serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir..
BERZAH YAŞAMINDA…
ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER Berzah alemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar…
Ayrıca, berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin idaresi sözkonusudur…
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızın “RİCALİ GAYB-GAYB ERLERİ” bahsinde bu konuda geniş bilgi vardır…
BERZAH alemindeki velilerden dünyada iken “FETİH” sahibi olmuş olanlar, dünyadakilerle iletişim kurabilirler.. Buna karşın, dünyada “KEŞİF” sahibi olmuş fakat “FETİH” elde edememiş evliyaullah ise, o alemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler ile direkt iletişim kuramazlar..
“FETİH” ve “KEŞİF” konularında daha geniş bilgiyi “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda yazdık… Arzu edenler oradan daha geniş bilgiyi elde edebilirler..
Kişi, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonra ya kendi kabir aleminde ya da mertebesine göre berzah aleminde yaşamına devam eder.
İşte, herkesi, böyle bir yaşam bekliyor!..
Dileyen, bu konuyu, ilgili yerlerden araştırarak söylediklerimizin doğruluğunu teyid edebilir.
Ahmed Hulusi