MEKTUPLAR 1

 

MEKTUPLAR 1

İÇİNDEKİLER:

A:

ALEVİLER LAİK Mİ?

ATAKAN MERT

AYDIN İNSAN

AYHAN ÖNAY

B:

BİZLERI NE BEKLİYOR?

BÜLENT ÜNVER,

BYT

C:

  1. Y.

D:

DEMİR

  1. CENGİZ BÜKER

DİYARBAKIRLIOĞLU

E:

ELVİN KARDELEN.

EMRE KONGAR

ENGİN ONUR

ERGUN EŞSİZOĞLU

F:

FEVZİ GÜNENÇ

H:

HÜDAİ YAVALAR

İ:

İLHAN KESKİNÖZ

K:

KABAALİ

KAÇAK SUYA HELAL FORMÜL BULDULAR

KURBAN 

L:

LAİK’İM

M:

MEHMET TECEREN

MUHAMMED’İN MAL VARLIĞI

MUSTAFA ALTINTAŞ

MUSTAFA KEMAL OĞLU

N:

NAZMİ AKKUŞ

Ö:

ÖMER GÜRCAN

R:

RAHMİ YILDIRIM

RECM

S:

SAFA KAÇMAZ

T:

TANSEL SEMİR

TOMER YÖNEY

TURGAY DELİBALTA 

V:

VALLAHİ BÖYLE MEMLEKET AZ BULUNUR

Y:

YAŞAR FATİH ABBAS,

YAVUZ ŞAHİN

YILMAZ

Z:

ZEKİ GAZİ

ZEKİ KENTEL

ZEKİ TOPÇU

X

Sevgili Dostum,

İnşallah sıhhatin düzelmiştir.

Keyfini kaçırmak istemem ama  aşağıda da göreceğin gibi birisi senin adresini kullanmaya devam ediyor maalesef.

Uyarıyı yapan benim adresimin kayıtlı olduğu Superonline kuruluşunun anti virüs yazılımıdır. Hatırlarsın bu modern_turks grubunda eskiden de bizlere saldıran çok kişi vardı…

Sevgiler,

Atakan Mert, 22.5.2007

+

—– Original Message —–

From: <antivirus.dont_reply@superonline.com>

To: <modern_turks@yahoogroups.com>

Sent: Tuesday, May 22, 2007 12:17 PM

Subject: Superonline Virus Uyarisi

 

Değerli Abonemiz ;

Bu mesaj Superonline Anti virus yazılımı tarafından gönderilen otomatik bilgilendirme mesajıdır.

“Hayri” <hayri@bilgebalta.com> adresinden size gönderilen  e-postada Worm.VB-9 isimli virüs tespit edilmiştir.

Superonline Antivirus yazılımı tarafından virüs içeren dosya silinip,  e-posta temizlenerek size gönderilmiştir.

Silinen Mesaja ait detaylı bilgi:

Olası gönderici:  “hayrı” <hayri@bilgebalta.com>  (*Gönderen kısmında  yer alan bilgi mesajın içeriğinden alınmıştır.)

Alici:  <modern_turks@yahoogroups.com>

Tespit edilen virüs:  Worm.VB-9

*Gönderen kısmında yer alan bilgi mesajın içeriğinden alınmıştır. Ancak bir takım virüslerin, bulaştığı bilgisayarlarda yer alan adreslerden rast gele  adresler seçerek  gönderen adresi olarak kullandığı da dikkate alınmalıdır.

Superonline E-Posta Virüs koruma hizmeti ile @superonline.com uzantılı adresinize gelen e-postalarınız bilinen tüm virüslere karsı korunmaktadır. Ancak virüsler sadece e-posta ile bulaşmadığı için bilgisayarınızın  güvenliğini tam anlamıyla garanti etmemiz mümkün değildir.

Virüslere karsı en etkili korunma yöntemi;  bilgisayarınızda muhakkak bir antivirus yazılımı kullanmak ve antivirus programınızın ve işletim sisteminizin güncellemelerini düzenli olarak yapmaktır.

Superonline Virüs koruma hizmeti, virüslerden korunma ve temizleme yöntemleri konusunda

http://satis.superonline.com/yardim/virus.php?id=1   adresinden detaylı bilgi alabilirsiniz.

22.5.2007

Sorularınız ve görüşleriniz için hizmet@superonline.com adresine e-posta

gönderebilirsiniz.

Atakan Mert, 22.1.2007

X

Ayhan Önay

Sevgili Hayri Ağabey,

Anılarınızı büyük bir zevkle okuduğumu bildirmek istedim.

Bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

İyi ki varsınız.

Ayhan Onay, 1.10.2005

X

Bülent Ünver,

Sayın Bülent Ünver,

Önce saygı, sevgi. Mektubun düşündürdü beni. Gördüm ki arayış içindesin.

Arayış içinde olanlara istedikleri verilmeli.

Dünya görüşümüz (felsefemiz gereği) arayış için de olup isteyenlere istedikleri verilir. Verdiklerimizle isteyenler, biz ermişleri, yormadan dinleyenler, istediklerine erdirilir.

Bil ki ermişler:  “Ermişler yoktan var” ederler. İlgi duyup isteyenleri “Tanrı katına” erdirirler. Din öğretisinde, buna “Sırrullah” denir.

Sırrullah sırrına ulaşanlara da olgun insan (İnsan-ı kâmil, ermiş, veli, Tanrı…) denir.

Elbette bunlar simgesel anlatımlardır. Tanrı katına yükselmenin, Tanrı olmanın, ilk koşulu, anahtarı,  alçak gönüllü olup böbürlenmemektir.

Allah’lık sırrına ilişkin kısa bir öykü: “Mevla’nın Ermeni asıllı (Hıristiyan) bir öğrencisi varmış. Adı:  Süryanus’muş. Mevlana Süryanus’u idam sehpasından almış. Bu demek ki Süryanus’un Tanrı bilgisinden yoksun “Ölü” bir insanmış. “Ölü”- “Diri” sözcükleri simgesel bir terimdir. Gerçeğe ermek isteyenler ilkin bu simgelerle ne denmek istediğini bilmelidir. Yoksa “ölü” gelir “ölü” gider. Bunlar fiziken öldükten sonra ki bir cennet için, yaşadığı bu güzelim dünyayı cehenmem eder.

Neyzen Tevfik bu gibilere şöyle der:

“Gözün hala mı cennet bahçesinde; Huri, Gılman da?

Böyle düşündüğün sürece Cennet haram sana.”

Mevlana’nın öğrencisi olmuş bu adam. Gelmiş gitmiş epeyce bir zaman. Tanrı bilgisini aldıkça cezbeye gelmiş. Sağda solda “Mevlan’a Allah!” demiş. Kendisini sapıttı sanmışlar. Kadıya götürmek için yakalamışlar. Çıkarmışlar Kadı’nın karşısına. Kadı çıkışmış: “Mevlana Allah!” dermişsin? dedin mi demedin mi? Şimdi söyle bana!” Süryanus düşünmeden: “Evet, dedim derim, Mevlana Allah’ımdır benim. Mevlana’dır benim, yoktan var edenim…” Kadı bakmış ki Süryanus cezbede. Ne söylediğini bilmemekte. “Bu delirmiş, temyiz kudretini yitirmiş. Delirenlere, temyiz kudretini yitirenlere ceza verilmez!” demiş. “Haydi git, aklını başına topla… Mevlana Allah!tır deme bir daha, sağda solda!”

Mevlana bu olayı duymuş. Süryanus’a sormuş: “Söyle bakalım ne dedin Kadı’ya. Dinliyorum, bir kere de anlat bana!” Süryanus’u dinlemiş, dinlemiş: Süryanus’a şöyle demiş: “Niçin şöyle diyerek çıkışmadın kadıya: ‘Mevlana, Allahları yaratan Allah’tır. Eğer sen de Allah olmak istiyorsan koş Mevlana’ya. Varamazsın hiç bir yere sanal Allah’a inanmakla. Allah olmak istemiyorsan, işte Mevlana. Allah olmak istemiyorsan yazıklar olsun sana…’

Öykü bu kadar. Anlayana çok “sırrullah” var. Bu anlatımlar simgesel anlatımlardır. Ne var ki din edebiyatına ilişkin bir anlatım olan bu anlatımları kadı gibi din ve tanrı bilgisinden yoksun (habersiz) olanlar gerçek anlamda anlarlar… Bu sırra erenleri anlayamadıkları için onlara kızarlar, asarlar, keserler, derisini yüzerler. Üstelik mezarını da derin kazarlar…

Oysa bunlar simgesel anlatımlardır. Bizimle ilgilenenler gerçek anlamda anlaşıldığı gibi Allah olunamayacağını anlamalıdır…

Tanrı (Allah) olmak: Eşittir olgunlaşmak… İlgilendiğiniz her konuda

mükemmelliğe doğru gidiş çabası ile yorulmak. Amaç: Doğruluk, dürüstlük, güzellik iyilik… Bir de erdemli olmak yanında bilgelik… Özellikle: Tutum ve davranışında insanlığa örnek olmalı. Kendini kabul ettirmek için edebe aykırı davranmamalı..

Bizden isteyenler bizlere bir sözü bir kere söylemelidir.

Bizden bir şey almak istiyorlarsa dinlemesini bilmelidir. Bizden almak yerine bize vermek isteyenler, kendilerini bize kabul ettirmek isteyenler, boşa gelirler, boşa giderler…

Bilgeliğin ilk nedeni dinlemesini bilmektir. Az ve öz söylemektir.

Ermişler, bilgeler;  sözleri ağızlarına tıkılınca suyu kesilmiş hamama dönerler. Din edebiyatımızda ve öğretimizde bunlar “edep” konusuna girer. “Edebe uyanlar (riayet edenler) ki ancak gerçeğe (Tanrı’ya) erer.

İşte sana özlü bir anlatım ki  sır dolu. Ancak dini tahkiki içinde olanlar

anlar bunu. Bunları şimdilik bir başlangıç, bir giriş sayalım…Bir şeyler alıp vermek için ilişkiyi koparmayalım.

Saygılar, sevgiler sana… Ayrıca çalışmalarında başarılar sana…

Araştırmalarından bir örnek olsun vermeyi unutma bana…

Saygılar, sevgiler sana. Şimdilik kal sağlıcakla…

Av. Hayri BALTA, 23 Haziran 2001

x

22.6.2001

Sevgili Hayri amca,

Ben Bülent ÜNVER öncelikle saygılarımı sunarım. Siteye baktım çok güzel hazırlanmış.  yapmış olduğunuz özverili çalışmalarını candan kutluyorum.

Hayri Amca

Uzun yıllardır Alevilik-Bektaşilik çalışmalarım var.

bir çok araştırmacı yazar dostlarla çalışmalarımız devam ediyor.

seni çok daha önceden ilişkiye geçmek istedim.fakat zamanım olmadı.

Yol Dergisi Alevlik-Bektaşilik konusunda profesyonel kadrodan oluşmuş bir yapıttır.

Nejat Birdoğan’ı yakından tanırdım bir çok defa İstanbul’da tarihsel

deneyimlerinden yararlanmıştım. Gaziantep’te araştırmalar yapmak istiyorum.  o bölgede yaşayan Çepniler var.

ve yol dergisine yapmış olduğum çalışmaları yayınlamak ve kültür düzeyi bir hayli az insanlarımızı bilgilendirmek görevimiz.

Toplumun kapalı bir yaşam sürmesi sonuçta ilimsiz ve cahilliğin

Körüklendiği  noktaya geliniyor.

Sevgili Hayri amca,

Size Yol ve benim araştırmacı yazar dostlarımla ortak çalışma yapmak beni mutlu eder.

Bir çok Alevilik-Bektaşilik dergilerini sana sağlamak benim görevimdir.

ve bundan mutluluk duyarım.

Saygılarımla

Bülent ÜNVER, 22.6.2001

+

Selen Yılmaz’ın Yazısı.

Hallac-ı Mansur söylediği enel-hak sözünden dolayı sünniler tarafından
asılmış. Ancak bu sözün anlamı “ben Allah’ım” şeklinde çevrilirse zaten
mantık sınırlarına uymaz. Bu üstün akla sahip düşünüre “mesih” sıfatından
bile daha kötü bi yakıştırma. O zaman bu insan kendini Allah sanan Bunun
gerçek ifade ettiği manayı yorumlamak ve çıkarmak öyle kolay değil. Şu
açık ki Hallac-ı Mansur’un şahit olduğu mucizeler ve yaptığı araştırmalarla
zihni ve akıl yapısı çok üst düzeydeymiş ve insanların anlayamayacakları
sözlerle Allah’ı tanımlıyormuş. Aşağıda verdiğim sözlerinden onun Allah’ın
birliğine inandığı ve kendini de onun katında diğer insanlardan daha eşsiz
gördüğü anlaşılır.

Velilerden Hallac-I Mansur, ilâhi aşk ve cezbe halinde söylediği bir sözden
dolayı dinden çıkmakla suçlandı. kendisi: “enel hak (ben Hakk’ım)” demişti.
bu sözden tevbe etmesi istendi. “sözüm haktır, ispatı hak katındadır.” dedi
ve vazgeçmedi. dinden çıktığı düşüncesiyle öldürülmesine karar verildi, idam
sehpası kuruldu. hallac iki rekat namaz kıldı, dua etti. duasının bir
yerinde şöyle diyordu:

“Allah’ım! şu topluluk senin kullarındır. dinlerine olan bağlılıkları
yüzünden ve sana yaklaşmak ümidiyle beni öldürmek için toplanmışlar. onları
affet. iyi biliyorum ki, bana açtığın sırları onlara açsan, yahut onlardan
gizlediğin şeyleri benden de gizleseydin bu hal başıma gelmezdi. yaptığın
şeyler için sana hamd, istediğin şeyler için de yine sana hamd olsun!”

Bunlara bin bir tane yorum eklemek hiç zor değil, bu konuyla ilgili tasavvuf
inancına göre “Ahmet Yesevi, hacı bayram veli, Hacı Bektaşi veli, Mevlana
vb. düşünürleri enel-hakkı Allaha ulaşılan kat anlamında yorumlarlar ve öyle
düşünürler. Sizin ifade ettiğiniz gibi kendilerini Alevi fikirlerini ve
Alevi yazılarını okumak ya da Siyasi Bilim Adamlarının kendi işlerine gelen
şekildeki yorumlamalarını okumak hiç fayda vermez diye düşünüyorum. Aynı
çember içinde dolanıp durursunuz. Ayrıca tasavvuf konusu sadece bilimle
anlaşılacak bi konu değildir. Eğer bilimle ifade etmek isteniyorsa zaten
Allah’tan bahsetmek hatadır.

Ozan Pir Sultan Abdal’ın bir şiirini okursak ” Enelhak bağına girdiğimde
ister assınlar ister kessinler” demiştir. Burada Allah’ın cennetine (Allah’ın
katına girdiğimde) ulaştıktan sonra beni ister assınlar ister kessinler
demek istiyor.

Atatürk’ün İslam tarihi ve din hakkındaki fikirlerini aşağıda verdiğim
adresten okumak bunların hepsinde ne ifade edilmeye çalıştığına en iyi
kaynaktır.

Ben bu konuları materyalist ve Ateist fikri benimseyen biriyle de tartışmayı
çok gereksiz görüyorum.

İyi günler…

Selen Yılmaz, 15.5.2007

+

YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE

HALLAC-I MANSUR ve ENEL – HAK FELSEFESİ

Hallac-ı Mansur ; Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi
Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam
edildi.

Hallac-ı Mansur’u idama götüren düşünceleri nedenlerdi?

Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı-evren” konularını içeren,
Vahdet-i vücut (varlığın birliğini) savunmasıydı. Bu görüşünü Kısaca Enel
Hak (Ben Tanrıyım) olarak özetlemişti.

Hallac’a göre; Gerçek olan, var olan, “Bir”dir. “Çokluk”; ‘Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’ dır. Ancak, Evren ve insan bu “Bir’ in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir.

Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir. İnsan konuşan,
dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı’dır.

Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, Evren’de bir
birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir.

Vahdet-i mevcut ise; Gördüğümüz Evren, Dünya ve maddedir. “Tanrı, varolanlar varolduğu için vardır” diye özetlenir.

Hallac-ı Mansur’dan, “Enel Hak” sözünden dolayı tövbe etmesi istendi, Çünkü sözleri İslam’a aykırıydı. “sözüm haktır, ispatı hak katındadır.” dedi ve vazgeçmedi. Dinden çıktığı düşüncesiyle öldürülmesine karar verildi, idam edildi.

Hallac-ı Mansur ; canını meydana koyduğu ‘Enel Hak’ düşüncesi yüzünden,
Bağdat’ta yargılanıp Dar ağacına çekilmiş, bin kez kırbaçlanmış, el ve
ayakları kesilmiş, başı kesilmiş, yakılmış, külleri Dicle Nehri’ne atılmıştır,

Bugün bile bu düşünceyi içine sindiremeyen Sünni Uleması; Enel hak kavramını
ben yokum, Hak teala vardır diye yorumluyorlar. ‘Hak benim’ diye yanlış
yorumlanmış deyip, yanına da parantez açıp (Haşa) yazıyorlar.

Tüm dünyaya yayılan, Evrensellik kazanmış bu kelimenin anlamı açıktır. Keza Hallac-ı Mansur ‘ Enel Hak’ (Ben tanrıyım) sözünü şöyle açıklar; “Halk’ta yer alan
Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “Ben Hakk’ım; zira ben, hiç bir zaman, Hakk’la hak olmaktan vazgeçmedim”

Peki hala bu felsefeyi sindiremeyen insanların olduğu günümüzde, ‘Enel Hak’
felsefesini, ibadetine katan, uygulayan, hayatının her alanına yayarak, Hallac-ı Mansur’ u ve onun felsefesini bugünlere kadar taşıyan kimlerdir? Bu sorunun cevabı açıktır; Bu felsefe Alevi öğretisinde, ibadetinde ve Alevi dervişlerinin şiirlerinde, nefeslerinde, deyişlerinde yer alarak bu günlere kadar taşınmıştır.

Alevilerin ibadetlerinde; yani Ayin-i Cemlerinde, Dar-ı mansur denilen bir kavram vardır. Nedir Dar-ı Mansur? Dar-ı Mansur; Aleviler için haklıyı, gerçeği ortaya koyan, bir nevi terazi görevi yapan, bir halk mahkemesidir.

Alevi -Bektaşi olan, ayin-i cem de yola giren tüm canlar; boynunda tığbent bağlı, Enel-Hak dediği için asılan; baş eğilmiş eller yanda, Yolundan asla dönmemiş, Halacı Mansur’u tasvir ederek, dâra durur ve özlerini dâra çekerler.

Burada ki amaç: Kendi kendisini sorgulamak ve toplumuyla hesaplaşmak,
toplumuna yararlı olmak, insan-ı kâmil sıfatına erişmektir. Ayrıca Mansur gibi inançları uğruna ölümü göze alarak benlikten sıyrılıp, bu yolda dara çekilmeyi göze almalıdır.

Alevilikte Öteki dünya inancı olmadığından, her talip ayin-i cemde topluma hesabını bu dünya da verir . Pek açıktır ki bu yol Aşık Veysel’ in dediği gibi; Uzun ve ince bir yoldur, bu yola giren nice erenlerin, evliyaların sonu Mansur gibi asılmak, işkence görmek olmuştur.

Hallac-ı Mansur hakkındaki bütün bilgiler sözlü gelenekle yaşatılmıştır. Yazılı kaynaklar tahrip edilmiş, Hallac-ı Mansur gerçeği yok edilmek istenmiştir.

Hallac-ı Mansur’u ve felsefesini şiirlerinde, Nefeslerinde yaşatan, o felsefeyi özünde hissedenlerden biri de, ünlü halk ozanı Yunus Emredir.

Yunus Emre girdiği dervişlik yolunda, Mansur gibi ölümü göze almış, kelle koltukta yine de ”Enel Hak” demekten vazgeçmemiştir. Hallac’ ın ismini sahiplenip, fikirlerini reddeden Sünni uleması, Yunus’ un ismini de sahiplenip, fikirlerini görmezden gelmişlerdir. Bu isim kaçakçıları; bu felsefeyi özünde yaşatan Alevi önderlerinden Yunus’ u madem sahipleniyorlar, Alevi değil Sünnidir diyorlar, O zaman Buyursun ”Enel Hak” desinler!

 

Mansür’um uş dara geldim

Yusuf’um pazara geldim

Arslanım, şakara geldim

Vekalin yatağım orda

Açıklama: Mansur’ um (hallac) işte asılmaya geldim, Yusuf’um satılmaya
geldim, Arslanım yiğitliğe geldim, vekilim, kaynağım orda

Not:

Yusuf peygamber: Yusuf peygamber, kardeşleri tarafından kıskanıldığı için kuyuya atılmış, oradan geçen kervancılar kardeşlerinden Yusuf’ u satın alarak Mısıra götürmüşler. Orada bir terazinin kefesine koyarak ağırlığınca altına Mısırın Hazine bakanı Yusuf’u satmışlardır.

+

Bugün Mansur benem aşkın yolunda

Yürüyüp çarh vuram şol dara karşı

 

Açıklama: Mansur benim aşkın yolunda, Yürüyüp semah dönem (Gökyüzünde uçmak, evrenin dönüşü gibi dönmek, turnalar gibi daire şeklinde uçmak gibi semah
şekli) şu dar ağacına karşı

+

Hüseyin idi, Mansur idi

Nagah gördü o süreti

Kendin hakk’a ısmarladı

Bağdad’a dek kavgada idi

 

Açıklama: Hüseyin’di (Kerbela da başı kesilen Hz. Hüseyin), Mansur’ du.
Hemen gördü o sureti, kendini Hakk’ a ısmarladı. Bağdat’a dek kavga da idi.
(Hallac-ı Mansur Bağdat’ ta asılana kadar inançlarının kavgasını sürmüştür)

+

Mansur idim ol zamanda, onun için geldim bunda

Yak külümü savur göğe, ben Enel-Hak oldum ahi

 

Açıklama: Mansur idim o zamanda, onun için geldim bunda (Mansur olarak
geldim). Yak külümü savur göğe. Ben Tanrı oldum kardeşlerim. (Mansur öldürüldükten sonra yakılmış, külleri Dicle nehrine savrulmuştur).

+

Gevher canın maksududur

Can maksudun Mansur’dur

Maksud için Mansurlayın

Berdar olan gelsin beri

 

Açıklama: Hakikat (Bir şeyin künhü ve esası) canın isteğidir. Can isteğin
Mansur’dur  Tanrı olmak için Mansur olun, Mansur gibi asılan gelsin bu tarafa. (Benim isteğim mansur gibi Enel-Hak olmaktır).

+

Bizim meclis mestlerinin demleri Enel-Hak olur

Bin Hallac-ı Mansur gibi onun kemin divanesi

 

O meclis ki bizde vardır, orda ciğer kebap olur

O şem’a ki bizde yanar, ay-u güneş pervanesi

 

Açıklama: Bizim Cem de (toplantı) Aşıkların nefesleri Enel Hak olur. Bin
Hallac-ı Mansur gibi onun gizli yerde (O dönemlerde gizli toplanarak ayin-i
cem ederlermiş, muhtemelen gizli yer dediği, Cem evi’ dir) divanesiyiz. O
meclis ki bizde vardır (o meclisin içindeymiş Yunus) orda ciğer kebap
olur (ağıt yakar, yüreklerinde o acıyı hissederlermiş). O Mum (Kandil) ki  bizde yanar. Ay ve güneş pervanesi (evrenin dönüsü; Ay’ın güneş etrafında dönmesi gibi pervane olup, o mecliste semah dönüyorlarmış)

+

Sen seni elden bırak

Mansurlayın Enel-Hak

Dost yüzüne sensiz bak

Dahi sebükbar gerek

 

Açıklama: Sen seni elden bırak, Mansur ol, Enel Hak. Dost yüzüne sensiz
bak. Daha dertsiz olmak gerek.

+

Derviş Enel Hak derse nola acep mi

Hep varlık Hakk’ındır ala küll hal

 

Açıklama: Derviş Enel-Hak derse ne olur şaşırırlar mı?, Hep varlık Hakk’ındır. Hal içinde halim.

+

Dar olam girdar olam, Mansur olam, berdar olam

Ten olam, hem can olam hem in olam, hem an olam

 

Açıklama: Dar ağacı olam, meşgale olam, Mansur olam, Mansur gibi dar ağacına asılmış olam. Ten olam, hem can olam, en kısa zamanda olam.

 

Yunus’a kadeh sunan, Enel-Hak demin vuran

Bir cur’a sundu bana, içtim ayrılmazam

 

Açıklama: Yunus’ a kadeh sunan, Enel Hak nefesin söyleyen, İçilecek şeyden
bir yudum sundu bana içtim ayrılmazam. (Burda içilecek şeyden kastı, Aşıkların tanrıya ulaşmak için aldıkları demdir),

+

Bin yıl toprakta yatarsam ben komayam Enel-Hakk’ı.

Ne vakt gerek olur ise aşk nefesin veregelem

 

Açıklama: Bin yıl toprakta yatarsam ben bırakmayayım enel hak demeyi, Ne
vakit gerek olur ise; aşk nefesiyle vereyim.

+

Ol Hallac-ı Mansur ile

Benim gine onun boynuna

Söyler idim Enel-Hakk’ı

Dar urganın takan benem

 

Açıklama: O Hallac-ı Mansur ile yine benim onun boynuna, Söyler idim Enel-Hakk’ı Dar ağacına ipi takan benim. (Yunus burda Hem Mansur olmuş,
darağacında asılmış, Hem de dar ağacında ki ip olmuş, Mansur’u asmıştır.)

+

Abdürrezak ol derviş, yoldaş edindi beni

Hallac-Mansur ile dara asılan benem

Açıklama: Abdülrezak o derviş, yolda tanıdı beni, Hallac-ı Mansur ile dar
ağacına asılan benim.

Not:

Abdürrezak: Ünlü bir şeyh. Rum diyarında Hıristiyan bir kıza aşık olur. Kızın teklifi ile dinini değiştirir, Sonunda Şeyh eskiye döner, kız da Müslüman olur. Tasavvuf ve aşk edebiyatına girmiştir.

+

Ben bu ile garip geldim, ben bu ilden bezerem

Bu tutsaklık demi geldi üzerem

Çünkü ben bunda geldim,

Ben onu bunda buldum

Mansur’am dara geldim, uş kül oldum tozaram

 

Açıklama: Ben bu şehre garip geldim. Ben bu şehirden bıkarım. Bu tutsaklık
saati geldi üzülürüm. Çünkü ben bunda geldim, ben onu bunda buldum, Mansur’
um dar ağacına geldim, şimdi kül oldum tozarım.

+

Tenim dahi, canım dahi hiç bilmedi Enel hakk’ı

Şimdiye dek bilmediyse şimden geri duş eyleyem

 

Açıklama: Tenim daha, canım daha hiç bilmedi enel-hakkı, Şimdiye kadar  bilmediyse, şimdi geri düş (Rüya alemi) kuram. (Yunus Hala Enel hak mertebesine erişemediğini, bunun için tekrar rüya alemine dalması gerektiğini söylüyor)

+

İlm-i hikmet okuyanlar

Aşktan mahrum olur onlar

Mansur oldum, asın beni

Ko dillerde söyleneyim

 

Açıklama: Bu sır olan bilgi felsefesini okuyanlar, aşktan mahrum olurlar.
Mansur oldum asın beni (Yunus Halac-ı Mansur’ un bu felsefesini okumuş, Enel
Hak olmuş), ondan dolayı beni asın ki dillerde söyleneyim (efsane olayım
diyor).

+

Mansur’ layın dara beni

Ayan göster orda seni

Kurban kılayım bu canı

Aşka minkir olmayayım

 

Açıklama: Mansur gibi dar ağacına asın beni, Herkesin görebileceği gibi
göster orda seni. Kurban edeyim bu canı, Aşka inkar eden olmayayım.

+

Mansur eydür Enel-Hak

Der süretin o da yak

Deyin dara gelsinler

Ben darı kurup geldim

Açıklama: Mansur der Enel-Hak . Der süretini o da yak. Deyin ki dar ağacına
gelsin, Ben dar ağacını kurup geldim.

+

Cercis oldum basıldım

Hallac pamuğu gibi

Mansur oldum asıldım

Bunda atılıp geldim

 

Açıklama: Cersis oldum basıldım, hallac pamuğu (Pamuk gibi didik didik
edilmiş, bütün bedeni her yere savrulmuş) gibi, Mansur oldum asıldım, Bunda
atılıp geldim

Not:

Cercis: Bir peygamber. Bu peygamberi kavmi yetmiş kere öldürmüş, o da yetmiş
kere dirilmiştir

+

Mansur kadehin nice kez ma’şuka sundu elime

Dört yanımda od vurdular, kimse halim bilmez benim

 

Açıklama: Mansur kadehini, ne kadar kere sevgili sundu elime, Dört yanıma
ateş vurdular, kimse halimi bilmez benim.

+

Dem vurmaz idi Mansur tevhid-i Enel-Hak’tan

Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan

 

Açıklama: Mansur; Gelişi güzel bahsetmezdi, Tanrıyı bir bilmekten, tanrı
olmaktan. Aşk idamına dost saçı asmıştı beni çıplak.

+

Zehi, Mansur ki maşukun yolunda

Başı berdar oluptur aşk elinden

Açıklama: Bu mansur ki sevgilinin yolunda, başını başını verdi aşk elinden. Yunus Emre artık Hallac-ı Mansur ve onu yaşatan Enel-Hak felsefesiyle  bütünleşmiş, Enel-Hak olmuştur.

+

Kabe vü Put, iman benim

Çarh vuruban dönen benim

Bulut olup havaya ağan

Rahmet olup yağan benim

 

Yaz yaratıp yer donatan

Gönlümüz evi hanedan

Hoşnutum ata anadan

Kulluk kadrin bilen benim

 

Yıldırım olup şakıyan

Kakıyıp nefsin dokuyan

Yer kadasında berkiyen

Şol ağılı yılan benim

 

Hamzayı kaftan aşıran

Elin ayağın şişiren

Gözsüzlerin gözünde ki

Boz pusarık duman benim

 

Et-ü deri, sünük çatan

Hükmeyleyip diri tutan

Kurdet beşiğinde yatan

Hikmet sütün emen benim

 

Yere göğe bünyad vuran

Ayrılmadan kaydim duran

Irmaklara göl çağıran

Adım yunus umman benim.

 

Açıklama: Bu şiirinde Yunus Emre Bulut olup havaya yükselen, rahmet olup yağan, yaz yaratıp yeri donatan, yıldırım olup şakıyan, Eti deriyi, kemiği yaratan,
hükmedip bedeni diri tutan, yeri göğü kuran olmuştur

Evvel kadim önden sona

Zevali yok sultan benim

Yedi ilkime hükmedip

Diri tutan Subhan benim

 

Ben bu yeri yaradıcak

Yer üstünde gök durucak

Ulu deniz mevc vurucak

Nuha tufan veren benim

 

Dur dedim göklere durduw

Gökler dahi karar kıldı

Yüz bin türlü adem geldi

Getirip götüren benim

 

Yusuf ile çaha inen

Teraziye altın vuran

Kefesini basa duran

Mısr’ın ıssı sultan benim

 

Ben abidim, ben mabudum

Kamu yerlerde hazırım

Zalimlerden dad alıcı

Miskinleri tutan benim

 

Kaf’tan Kaf’a hükmeyleyen

Devleri hükmüne koyan

Yele binip seyran kılan

Bu mülke süleyman benim

 

Yunus değil bunu diyen

Kudret dilidir söyleyen

Kafir ola inanmayan

Evvel ahir heman benim

 

Açıklama: Dünya yaratılmadan önce Sultandım, Yedi iklime hükmedip, diri tutan Tanrı benim. Göklere hükmeden, yüz bin türlü ademi bu dünyaya getirip götüren
benim diyor !

Ol kadir-i kün feyekün

Lütfedici Rahman benim

Kesmeden rıskını veren

Cümlelere sultan benim

 

Nutfeden Adem yaratan

Yumurtadan kuş türeten

Kudret dilini söyleten

Zikreyleyen Subhan beni

 

Kimini zahit eden

Kimini fasık eyleyen

Ayıplarını örtücü

Ol delil-ü burhan benim

 

Bir kuluna atlar verip

Avrat-u mal, çiftler verip

Hem yok birinin bir pulu

Ol rahim-ü rahman beni

 

Benim edep, benim baka

Ol kadir-i hay mutlaka

Hızır ola yarın saka

Onu kılan gurfan benim

 

Dört türlü nesneden hasıl

Bilin benim işte delil

Od ile su toprak yel

Bünyad kılan yezdan benim

 

Ete deri, sünük çatan

Ten perdelerini tutan

Kudret işim çoktur benim

Hem zahir-ü ayan benim

 

Hem batınım, hem zahirim

Hem evvellim, hem ahirim

Hem ben oyum, hem o benim

Hem o kerim-ü han benim

 

Yoktur arada terceman

Oradaki iş bana ayan

Odur bana veren lisan

O denize umman benim

 

Bu yeri göğü yaratan

Bu arş-ü kürsü durduran

Bir, bir adı vardır Yunus

Ol sahib-i kur’an benem

Rahman olan, rızıkları veren, ademi yaratan, ateşi, havayı, toprağı, rüzgarı
yaratan, dünyayı kuran, eti, deriyi, kemiği, teni yaratan, Bu dünyayı Kuran
benim diyor ve ekliyor ! Arada tercuman (Peygamber) yoktur yani Hz.
Muhammet’in peygamberliğini tanımıyor. Kur’an da benim diyor !!! Bu durumda
İslam ile Yunus Emre nasıl bağdaştırılabilir? Yunus Enel – Hak olmuştur.
Tanrı’ nın bütün yansımasını evrenle ve kendiyle bütünleştirmiştir. Artık o Tanrıdır, insanı tanrı bilenlerdendir, Yunus ulu bir Alevi Türkmen önderidir.

Saygılarımla,

Bülent Ünver, 17.5.2007

Kaynak: Yunus Emre yaşamı ve bütün şiirleri, Cahit Öztelli

+

Sayın Öğreticim.

ADD yeni üye olmuş bir bayan var. Bu bayan bir şeyler öğrenmek istiyor.
Özellikle tasavvufu. Kafası çok karışık. Bakın size yazısını yolluyorum. Bu
kişi temiz insan ve saf. Bu kişiyi değerli yazılarınızla aydınlatırsanız sevinirim.

En derin saygılarımla

Bülent Ünver, 19.5.2007

X

NOT: Bu sırada kalp krizi geçirdiğim için hasta olduğumdan yazamadım…

26.8.2007

x

BYT

Değerli Üstadım,

Bir kez daha BYT ailesine hoş geldiniz ve varlığınız ile bizleri onurlandırdınız diyorum.

Sizden bir istirhamım olacak.

Değerli yazılarınızı şu adrese : BelcikadayasayanTurkler@yahoogroups.com   yollarsanız kopyalayıp, yapıştırma işleminden ve elbet de posta adresinizi “byt” adresi üzerine eklemekten tabiri caizse “kurtulacağım” :)

Kesinlikle işten kaçtığımı, bana ek bir yük getirdiğinizi lütfen sanmayın ve olumsuz yönde algılamayın !.

Tamamen, BYT’e gerçekten katıldığınızı tüm millete gösterebilmek içindir. Yoksa, üstte isim ve adres aşağıda byt gördüğünüz her kişi BYT üyesi değildir ama yazılarının kullanılmasına da izin vermektedirler veyahut alıntı yapmaktayız.

Eh biraz da biz sizin adınızdan yararlanıp “caka” satalım değil mi ?! :

Para kazanmıyoruz bari itibarımız artsın !

Değerli yazılarınızı dört gözle beklemeye devam ederken, güzel bir hafta sonu ve başarılı çalışmalarınızın esenlik ve güzellik dolu günlerde devamını naçizane diliyorum.

Dileğin adresi her ne kadar meçhul ise de…

Yerine gelip gelmemesi konusunda sorumluluk da üstlenmiyorum

Derin saygılarımla…

Nusret Özgül: BYT’nin tek ve tüm yükü çeken ( ! ) moderatörü, kurucusu, temizlikçisi, kısacası katılımcı dostlarının manevî destekleriyle ayakta duran yegâne çalışanı…,

BYT, 26.8.2006

X

  1. Y.

        Sayın Üstadım Hayri Bey,

Gruplardan gelen bazı yazılarınızı izninizle ben de mütevazı sitemin sayfalarına ekliyorum.

Şimdi “Yazarlar” sıralamasında size de bir köşe açtım ve bundan böyle tüm yazılarınız orada toplanacak.

Acaba istirham etsem yazılarınızı gruplara iletirken bana da gönderebilir misiniz?

Saygılarımla,

  1. Y. 12.9.2006

X

Sayın C. Y.

Olur mu sana yazılarımdan yollamamak…

Siteni inceledim, beğendim. Kendi kendime: “Bu arkadaş bu Site işini tek başına mı yapıyor?” dedim…

Bundan böyle size, yazılarımdan göndereceğim. E-posta adresinizi de bu iletiden sonra adres defterime işleyeceğim.

Anlaşılan benim www.bilgebalta.com adresli sitemden haberiniz yok. Oysa Sitem de beğeneceğiz yazı çok.

ARTIK RAKİPLERİNİZDEN KORKMAYIN/EBYAZ GELİP HEPSİNİ HELÂK EDECEK başlıklı yazımın 1. bölümü yerleştirilmiş sitenize. Oysa bu yazım tamamı aşağıdaki biçimde.

Onun yerine aşağıdaki yazımı  yerleştirmeni rica ediyorum.

Bu arada kendiniz hakkında kısa bir bilgi verirseniz sevinirim…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com – 12.9.2006

+

Muhterem Üstadım,

İlginize, içtenliğinize ve candan yaklaşımınıza sonsuz teşekkürler ediyorum.

Yazınız sanırım gruplara bu kadarı ile gelmişti ve ben de olduğu gibi eklemiştim.

Şimdi gelen yazınızın:

Bak hele sen! Sanki kendisi iyi adammış gibi kötü adamların varlığından da söz edebiliyor…  satırı sonrasını aynı yazınızın altına ekledim.

Umarım bir yanlışlık yapmadım.

Zira; tam beş aydır keşmekeş ve sefillik içinde bir yaşam sürüyorum, yok yok öyle sefillik değil.

Sadece restorasyonuna başladığım evim/kitaplığımın inşaatı yüzünden tüm bunlar.

Aylardır yarım bırakılan inşaat beni adeta perişan etti, toz-toprak içinde geçti aylarım.

Şimdi ise, her karanlığın bir aydınlığı olduğu gibi bende de bir ışık belirdi ve son rötuşlar yapılıyor.

Sanıyor ve umuyorum ki, bir hafta on gün içinde eski huzurumu tekrar bulacağım.

Sayın Üstadım, her ne kadar Sitemin solunda TürkCelil simgesini tıkladığınızda orada hakkımda hemen her şeyi bulacak olsanız bile ben kendimden kısacık bahsedeyim.

Evet, bu Siteyi tek başıma sürdürüyorum, ki bu benim adeta yaşam pınarım oldu.

60 yaş içinde bir SSK işçi emeklisiyim.

1.5 yıl öncesine kadar yaşadığım İstanbul’u terk ettim ve Antalya’nın şirin bir sahil beldesi’nde yaşıyorum.

Bel kemiğim eriyor Osteoporoz hastasıyım, zaten bu yüzden buralara geldim ama, iyi ki de gelmişim.

Burada dünyalar kadar mutluyum.

Bir Kitap Kurduyum deyim yerindeyse.

250 kadarı Almanca +/- 1700 kadar kitabım var.

Burada evimde: “C. Y.” Kitaplığı ve Kitap Kulübü” açmaktı düşüm.

Ama, dost, evlat, kardeş, arkadaş bildiklerimin hışmına uğradım ve… birazcık dolandırıldım!!!

Mayıs ayında başlayan inşaatım bugünlere kadar uzadı.

Eh kitaplığımın açılışı da seneye kaldı sanıyorum, zira; birçok Site sakini evlerine döndü ve dönmekteler.

Kışın buralar alabildiğine sessiz ve sakin.

Tüm bu beş ayın yüreğime kan damlatan acısını, bedenime verdiği acı ve yorgunluğu atmak için önce evime yerleşebilmek sonra da kışı beklemek kalıyor geriye.

Sayın Üstadım, vakti zamanında 1956/57 yılı köyümün İlkokulundan mezun oldum sadece.

Ne yazık ki çok ama çok istediğim halde okutulmadım.

Yazı/imla hatalarım çoktur biliyorum, bu konuda da affınıza sığınıyorum.

Biraz doğru Türkçe yazabilmeyi word sayfasından öğrenmeye 1999 yılında başladım, noktalamalarım ise?..

Belki burada daha iyidir diyerek ekliyorum.

Yani bu konularda çok cahilim ve öğrenmeye çalışıyorum.

Şu anda sizden yeni bir şey öğrendim. “(Site’nin) büyük harfle yazıldığını.:-)”

Zaten, köşemde “Bir Yaşamdan Kesitler” yazım beni olması gerektiği kadar anlatıyor.

Zamanınız olursa lütfen bir göz atınız derim.

Sitenize kısacık bir göz attım ve bu kısa sürede harika yazılarınızı da gördüm.

Ama önce sizden gelecek yanıtı beklemeliydim.

Bundan böyle arada bir o yazılarınızı da eklemeye çalışacağım.

Saygı ve hürmetlerimle…

  1. Y.

x

Sayın Üstadım Hayri Bey,

Gruplardan gelen bazı yazılarınızı izninizle ben de mütevazı sitemin sayfalarına ekliyorum.

Şimdi “Yazarlar” sıralamasında size de bir köşe açtım ve bundan böyle tüm yazılarınız orada toplanacak.

Acaba istirham etsem yazılarınızı gruplara iletirken bana da gönderebilir misiniz?

Saygı ve hürmetle

  1. Y. 2.9.2006

X

Sayın Üstadım,

İtiraf etmeliyim ki, yazınızı ilk okumaya başladığımda bir hayli şaşırdım(!) dersem hiç yalan olmaz.

İçinde Zeki Kentel’in olması konuyu açıklığa kavuşturdu ama ben yine de
defalarca okudum.

Anlaşılan Zeki Bey’le siz de tartışmaya girmişsiniz. Ki Zeki Beyle ben bu konularda az tartışmadım bir ara.

Yazınızı okudukça beni de ilgilendiren taraflarını gördüm yararlandım.
Teşekkürler ediyorum.

Saygı ile

  1. Y. 12.9.2006

X

Sayın Hocam Üstadım,

Sitenizi bir odadan diğerine taşınmaktan fırsat buldukça dolaşıyor yazarlara göz atıyorum. Bu arada “Özgeçmiş”inizi okudum, daha doğrusu defalardır okuyorum. İmrendim, gıpta ettim. Sevindim, mutlu oldum sizi tanıma şansına eriştiğim için.

Muhterem Hocam, şayet izin verirseniz Özgeçmiş’inizi Siteme eklemek isterdim.

Ya da bir yazınızın altın eklemek gibi. Olur mu hocam?

Saygı ve hürmetlerimle.

  1. Y. 13.9.2006

+

Not:

Sitenizi “Dost Öbekler” dizinine ekledim. Ayrıca, Zeki Bey’e yazdığınız yanıttan cesaret alarak bir ricada bulunacağım.

Muhterem hocam, dediğim gibi okumuş biri değilim. Yazım hatalarım oluyor, olacaktır. Lütfen arada bir beni de ikaz ediniz, hatalarımı düzeltmeme yardımcı olunuz. Teşekkürlerimle…

X

Değerli Dostum,

“Dostum!” dedim, boşa demedim. Çünkü seni sevdim.

İletine yanıt vermekte geciktim. Ne var ki bu günlerde yine kalbimden rahatsızlık çekmekteyim. Yazı yazmaya, gelen iletilere yanıt vermekte gecikmekteyim. Bu nedene sizden özür dilerim.

Yazılarında yanlış göremiyorum. Bir ilkokul mezunu ve işçi emeklisi olarak gösterdiğin aşamayı kutluyorum.

Yalnız şu konuda bilgi vermeden geçemeyeceğim. Çünkü sizin gibi “kaybolmuş koyun”un daha da gelişmesini istiyorum.

“Saygı ve hürmetlerimle.” diyorsun iletilerinde. Bu iki sözcük “Eşanlamlı” sözcüklerdendir. Yazılışları ayrı; ama, anlamları birdir. Ayrıca biri Türkçe biri Arapcadır. Bir Türk daima Türkçe olanını yeğlemelidir. Bu nedenle yalnız “Saygılarımla…” demeniz yeterlidir.

“Özgeçmiş”imi ve diğer yazılarımı istediğin gibi değerlendirebilir ve istediğin gibi kullanabilirsin. Bu konuda benden izin istemeye yok gereksinim…

Bundan sonra her yazdığım yazı size gönderilmektir, kaldı ki gönderilmektedir… Bundan böyle Hayri Balta seni sevecektir ve hastalıkların için sık sık peynir ve sıcak süt içmeyi önermektedir…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com – 16.9.2006

x

Muhterem Üstadım,

Küçüklüğümden bu yana belki de en çok hasretini çektiğim bir sözcük kullandınız. (Ailem dahil)

“Çünkü seni sevdim.”

İnsan yaşamında sanırım sevilmek kadar daha muhteşem bir şey olamaz.

Aynı duygular benim için de geçerli Hocam, size tüm yüreğimden teşekkürler ediyorum.

Uyarınız içinse ayrıca teşekkür edeceğim, düşündüğümde gerçekten de her iki sözcüğün aynı anlamı taşıdığını ben de fark ettim.

Bundan böyle sadece Saygılarımla… ile yetineceğim.

Lütfen Sayın Hocam, beni her zaman yönlendiriniz çünkü; yaşamımda hep her şeyin en iyisini en doğrusunu yapmaya çalıştım, çalışıyorum.

Ne kadarını başarabildim? Bilemiyorum ama, çabalıyorum aralıksız.

Bu yoldaki uğraşlarım beni çok mutlu ediyor.

Saygılarımla,

  1. Y. 16.9.2006

X

Sayın Y.

Ben bir adama boşuna sevdim demem. Hele sevmesem, sevdim demem.

Yazılarından gözüme çarpan bir terslik olursa bildirmekle yükümlüyüm. Sizden de aynısını bekliyorum.

Sende melek ruhu var, bunu da bilmelisin. Çünkü sen, doğru görünce; yanlışta  direnmemektesin.

Ricanız yerine getirilecektir. Yapılması gerekenler incitmeden, kırmadan bildirilecektir.

Kimseye kulak asma, doğru bildiğin yoldan şaşma…

Şimdi kal sağlıcakla, yeniden sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com – 16.9.2006

x

Muhterem Hocam,

Önce bir ihmalim için özür dilemeliyim.

Bundan önceki yazınızda kalbinizden rahatsız olduğunuzu yazmıştınız ama ben, şu son haftalarda yaşadığım onca olayın etkisiyle olsa gerek moralim alabildiğine bozuk. Canım çok ama çok sıkkın.

Hemen her şey ters gidiyor, beklentilerim olmuyor, hesaplarım tutmuyor.

Ya ben aptalın tekiyim, ya da karşımdakiler çok uyanık.

Siz hemen unutmadan tüm yüreğimden geçmiş olsun diyorum.

Bana yanıt vermek için lütfen acele etmeyiniz, ben çok farklı bir insanım.

Darılmam, kırılmam ve asla ardında art niyet aramam.

Vardır bir nedeni der, zamana bırakırım.

Dost bildiklerim benim bu tarafımı çok iyi bilirler.

Sayın Hocam, bu inşaat olayı mayıs ayından bu yana beni perişan etti, dost, kardeş, oğul diye gördüğüm biri tarafından dolandırıldım.

Bu yüzden de aylardır kendimde değil, yalnızlıklar dünyasındaydım.

Neyse ki son günlerde biraz olsun toparlamaya çalışıyorum.

Elde avuçta olmayınca da bu işler istendiği gibi gitmiyor ne yazık ki.

Ama tüm bunlarda hep geçecek ve ben, tekrar gülümsemeye başlayacağım.

Sayın Hocam, bana son yılların en güzel ödülünü verdiniz bugün.

Evet, asla yanlışta direnmem, asla ukalâlık etmem ama, ukalâlar karşısında da şayet doğrusunu biliyorsam asla taviz vermem.

İlkelerim oldu hep yaşamımda, bu ilkelerimden bedeli ölüm dahi olsa asla dönmedim.

Olduğum gibiyim Hocam, hem boyumu hem kilomu hep bildim ve asla da unutmadım.

Varsa yok, yoksa da var demedim.

Çünkü ancak ben böyleyken ben’im.

Uyarılarınızı can kulağıyla dinleyeceğimden, bunları mutlaka uygulayacağımdan asla şüpheniz olmasın.

Çünkü, bilinçaltım bana bunun doğru olduğunu söylüyor.

Ve ben bilinçaltıma çok güvenirim, bugüne dek beni hiç yanıltmadı.

Ve son olarak Sayın Hocam, evim ve kitaplığım umar ve dilerim ki yakında bitecek.

Seneye artık huzur içinde olacağım.

Bulunduğum Serik İlçesi Boğazkent Sahil Beldesi harika sessiz bir yer. Ben burada çok mutluyum.

Sizi kısmet olursa seneye tatil için buraya davet ediyorum.

Ben yıllardır yalnız yaşarım, ilk eşimden ayrılmıştım, ikincisi ise ölmüştü.

Buralarda da sevenlerim çok, dostlarım beni hiç yalnız bırakmazlar. Ben de elimden geldiğince onlara yardım ederim.

Evet davetimi lütfen bir yerlere not ediniz.

İkinci katta 3 odam var, ben altta yatabiliyorum.

Planınızı şimdiden yapın derim.

Saygılarımla Hocam

  1. Y. 16.9.2006

X

Sayın Y.

Önce sevgi yumak yumak.

Nazik davetiniz için teşekkür ediyorum. Günü gelince düşüneceğini bildiriyorum. Ancak oturduğunuz evin tam adresini, yani kapı semt, cadde, sokak ve kapı numarasını da istiyorum.

Yazılarını dikkatle okuyorum. Öğrenimi ilkokul olan birinin bu denli güzel ve yanlışsız yazanını ilk defa görüyorum. Hayretlerimi bildiriyorum.

Öğrenimiz ne olursa olsun yanlışımız olur, gözümüzden kaçan olur. Gözümüzden kaçanı, yanlışımızı bildirene teşekkür borcumuzdur.

“Ya ben aptalın tekiyim, ya da karşımdakiler çok uyanık.”  diyorsun iletinde. Kendi kendini suçlamak yoktur bizde.

Yanlışımızı görürüz, bir daha yapmamaya özen gösteririz.

Din ilminde; bir başkasını aldatana, gerek kendisini ve gerekse bir başkasını aşağılayıp suçlayana Şeytan denir. Kendi kendimizi suçlamak kişiliğimizi zedeler ve de bizi aşağılık duygusuna sürükler.

Bilmem Site’mizi izliyor musun? Orada bu konulara genişçe girilmektedir.

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com – 17.9.2006

x

Muhterem Hocam,

Bahsettim mi bilmiyorum daha önce, 1998 yılında yöneticisi olduğum otelde çok eski bir bilgisayar almıştım.

Artık kendime aitti ve istediğim gibi kurcalayabilirdim.

Daktilomda kağıt, yanlışlar için tipeks vb. şeyler kullanmayacak, word sayfasında dilediğim gibi bir şeyler yazacaktım…

Yazmaya başladığımda hemen her sözcüğün altı kırmızı oluyordu, anlam veremiyordum doğal olarak.

İÜ İşletme Fakültesi öğrencisi minik bir yeğenim var, (boyu 1.50 m.) ona sordum.

Amca ya hep yanlış yazmışsın, dedi.

Şaşırdım, bozuldum…

Nasıl yanlış? dedim, eğildi fareyi aldı, her sözcüğün üzerine geldi, birini ayırdı diğerini birleştirdi, birini küçük harf ötekini büyük harf yaptı!…

Aaaa düzeliyorlardı hepsi..

Ve bana anlattı nedenlerini…

O güne dek onlarca yazı yazmıştım ama bunlara asla dikkat etmemiştim.

Etmemiştim çünkü bilmiyordum ki.

Hemen birkaç adet İmlâ Kılavuzu/Türkçe Sözlük aldım.

Her yazımda şüpheye düştüğüm her sözcükte, bu kitaplardan yardım aldım.

Sonre Site kurma işlemi, yazarların yazılarını tek tek satır satır okuyarak Site’ye aktarma…

1994 yılında GSM’de iki yıl Tiyatro Oyunculuk eğitimi, orada diksiyon dersleri vd.

Dünyam değişiyordu Hocam, bambaşka  bir boyuta giriyordum sanki.

Artık başka yazarların yazılarında hatalar bulmaya başlamıştım.

Türkçe’ye olan dikkatim adeta “tutku”ya dönüştü.

20 kadar öykümsü yazı yazmıştım, 10 kadarı bir Edebiyat Sitesi’nde yayımlandı.

Eleştiriler almaya başladım, ama önce yazım üzerinde düzeltmeler yapılıyordu Site editörleri tarafından.

Bu düzeltmeleri dikkatle takip etmeye başladım, her yeni yazım bir öncekinden daha düzenli olmaya başladı.

Mutlu oluyordum.

Öğrenci olmanın özlemini böyle gidermeye başlamıştım.

Artık sanki benim de bir yazı tarzım var gibi.

Kendi tarzımı bulmuş gibi-miyim acaba?

Ama her yazardan biraz etkilendim doğal olarak, şimdi sizin yazı tarzınızdan etkilendiğim gibi.

Muhterem Hocam, ben kendimi çok eleştiririm.

Burada sanırım bir oyun gizli, özeleştiri yaparken başka kişilere bir şeyler anlatıyorum sanki.

Bunu etrafımda olanlara çoklukla yaparım, aslında bir şeyler ima ederim ama kendimi eleştirerek.

Site’nizi gerektiği gibi okuyamadım daha Hocam, çünkü öylesine çalışıyorum ki inşaat işiyle anlatamam.

Yarım yamalak da olsa bitti sayılır.

Şimdi yerlerde kalan beton kalıntılarını kazıyor, pencere-kapı aralıklarını silikonla kapatıyor, tepeden tırnağa elden geçirmeye çalışıyorum yeniden.

Daha yerler laminat parke yapılacak, sonra pencereler kapılar silinecek, kornişler yeniden takılacak perdeler asılacak.

Evin eski eşyaları var, onlar için terasta yer hazırlıyorum, ki tümünü oraya yerleştirmek üzerlerini naylonla kapatmam gerekiyor.

Sonra bir başka inşaatın içinde aylardır duran kendi eşyalarım/kitaplarım taşınacak, yerleştirilecek/düzenlenecek vd.

Yalnız yaşadığım ve belimden de sakat olduğum için, ev düzenlemenin ne kadar ağır/zor olduğunu tahmin edersiniz.

Ama, ıkına sıkına yapıyorum her şeye rağmen.

Bu yüzden gazetemi bile doğru dürüst okuyamıyorum ne yazık ki.

Sitemi güncellemek için fırsat yaratıyor, bu nedenle de biraz nefes alıyorum.

Ve en önemli konu:

Evim tamamlanınca ve ben taşınınca:

Her ne kadar bu yaza yetişmedi ise de, gelecek yaz,

“C. Y.” Kitaplığı ve Kitap Kulübü” olarak çok daha tanınacağımı sanıyorum.

Serik’ten buraya (12 Km.) minibüsler geliyor, “Sera İş Merkezi” yanındayım hemen.

Sayın Hocam, ne yazık ki bu defa burada evladım/kardeşim gibi gördüğüm biri tarafından aldatıldım.

Ama suçu yine kendimde bulacağım. Çünkü onu sevmiş, inanmıştım.

Hoş herkese güvenmemek gerek diyor birçokları ama, artık kime güvenmem gerek bilemez mi oldum ben?

Ya da insanın birilerine mutlaka güvenmesi gerekemiyor mu?

Ona güvenme buna güvenme…

İnsan o zaman yapayalnız kalmaz mı?

Neyse…

Bu çok başka bir konu Hocam..

Gördüğünüz gibi çenem oldukça düşüktür, konuşurken de böyleyim ben.

Ne yapyım ki hâlâ bir çocuk gibiyim, yaşımın o ağırlığını asla bulamadım.

Hoş, bundan asla şikayetçi değilim ya…

İyi pazarlar dileğimle

  1. Y. 17.9.2006

X

Muhterem Hocam,

Bilgisayar ve cep telefonu denen iki harika şey icat olunca tarih ve saat yazım/söylemlerinde bazı değişiklikler oldu.

Ama neden bilmem ben, bu iki yazımı/söylemi asla kabullenemedim.(…)

Sanırım 5-6 yıl önceydi, TRT2 sabah programlarında saat belirtirken “dün gece saat sıfır  üç otuz’da” dediğinde çıldırıyordum.Bu programı sunan arkadaşın başının etini yemiş, hemen her sabah durmadan yazmış ikaz etmiştim.

Ama, elindeki metinde ya da ekranda gördüğü sıfırlı rakamı yine de unutup okuyordu.

Bazı zamanlarsa; her ikisini de söylüyordu.

Örnek: Dün gece saat 6.30’da meydana gelen trafik kazasında derken, ikinci haberinde yine 06.45 diyebiliyordu.

Sayın Hocam, yukarıda değindiğim bilgisayar/cep telefonu icat edilmeden önce, ne tarihler, ne de saat söylemi başa sıfır konarak yazılır söylenirdi.

Şimdi ise, saat 9’a kadar olan zaman için başa hep sıfıır konmakta ve söylenmekte.

“1” zaten tam sayı olduğuna göre, başa neden sıfır yazılır, hadi yazıldı neden söylenir?

“Saat sıfır beş tuz” olabilir mi?

Ne demek “sıfır beş otuz”?

Neden sadece “beş otuz” değil?

Bir başka örnekse: yarım kilo et alınırken neden “sıfır beş kilo” denmiyor?

Örnekleri uzatabilirim…

Sıfır sadece gece yarısı saat tam “0” olduğunda 59 dakikalık bu süre için yazılır ve söylenir.

Yani; 23.59’dan bir dakika sonra saat “0” olmuştur ve saat 1’e kadar olan bu 59 dakika başa *0* konarak söylenmeli bence.

Eğer saat gece yarısını 15 dakika geçiyorsa; saat 0.15 diyebilir ve yazabiliriz.

Bazı TV kanallarında sayısal olarak tüm sıfırları söylüyor sunucular.

Saat gece yarısını 5 dakika geçmişse; saat 00.05 diyebiliyor???

Biri bize saati sorduğunda; saat sıfır beş kırk beş” gibi bir saçmalığın söylendiğini asla düşünemiyorum ben.

İşte ben bu yüzden Siteme eklediğim hemen tüm yazılarda, şayet gözümden kaçmazsa sıfırları hep kaldırıyorum.(!)

Çünkü, bu bilgisayar denen aletin beni yönlendiriyor olmasına tahammül edemiyorum.

“Bu kadarcık şey dert edilir mi”? diyemiyorum…

Bazıları bilgisayarların tarih ve saatleri otomatik olarak böyle yazdığını savunuyor.

Ama bu benim elimdeyse şayet düzeltmek bu kadar mı zor?

Saçmalıyor muyum acaba?

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz Hocam?

Saygı ile

  1. Y., 23.9.2006

X

Sayın Y.,

17.9.2006 ve 23.9.2006 tarihli iletilerini aldım, memnun oldum.

Adres ve telefonlarımı defterime yazdım. Benim de telefonum: 0 312 255 92 21’dir.

Nazik davetiniz için teşekkür ettim. Sağlığım el verirse giderim.

Saat rakamları konusunda düşündüklerin doğrudur. Neden böyle yazarlar bilgim yoktur. Bu durumda yapılacak iş sözlüğe bakmaktır.

Ben sözlüğe baktım. “Birinci derse 8.00’de giriliyor” diyor. Görülüyor ki “08.00’de” demiyor.

İletilerinde gözüme çarpan bir çeşitlilik var.   Örnek: Kimi yerde “Muhterem” kimi yerde “Sayın” diyorsun. Bu iki sözcük de eş anlamlı sözcüklerdir. Söylenişleri ve yazılışları ayrıdır; ama, anlamı aynıdır.  İkisi de aynı anlama gelir. Muhterem Arapça, Sayın Türkçe’sidir. Eş anlamlı sözcüklerden Türkçe olanı yeğlenmelidir.

Yaşam savaşın takdire değer. Benim de yaşamım seninki gibidir “Site’mdeki “Özgeçmişim”i okumuşsan eğer.

Şimdi kal sağlıcakla. Sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com – 24.9.2006

x

Sayın Hocam,

Tüm kalbimle söylemek istiyorum ki, bana yapmış olduğunuz tavsiyelere tahminlerin dışında mutlu oluyorum.

Size gönüller dolusu teşekkür ediyorum.

İletilerimde olan çeşitlilik yine kendimce ama bilmeden yaptığım bir eylemdir.

“Muhterem” sanki bana çok daha anlamlı, çok daha nazikmiş gibi geldiği için kullanıyorum.

Sayın sözcüğünü ise yine sanki “çok resmi” bir hava veriyor diye düşündüm hep.

Ama bundan böyle sadece “Sayın” yazacağım…

Sayın Hocam, tabii “Özgeçmişiniz”i okudum, bu yüzden değil midir ki size olan hayranlığım bir o kadar daha arttı.

Bu yüzden değil midir ki, sizi tanıdığım için şimdi çok daha mutluyum.

Sayın Hocam, dün gece burada çok şiddetli yağmur vardı, şu anda dahi devam ediyor ve yeni tamir olan evimin birçok yerinden su alıyor.

Özellikle de balkon üstlerini kapatan pergola dedikleri şeylerin kenarlarından.

Yapan ve usta geçinenlerin ne kadar şişirme iş yaptıklarını üzüntüyle yine gördüm.

Davetim hep geçerli kalacaktır Hocam, biliyorum sağlık sorunları bazen seyahati engeller ama umarım ki buna olanak versin sağlığınız.

Zira, evimde artık açılışı gelecek yaz sezonuna kalan kitaplığım olacak.

Sağlıklı bir hafta sonu dilerim Hocam.

  1. Y. 24.9.2006

X

Saygıdeğer Hocam, :-))

Evet, bu söylemi çok sevdim ve bundan böyle yazılarım böyle başlayacak…

Saplantı ne kelime Hocam, ben öğrenmek ama doğrusunu öğrenmek için çırpındım tüm yaşamım boyunca.

Sorulduğunda/ikaz edildiğimde, önce kendimce nedenini açıklıyorum, sonra gelen yanıta bakıyorum.

Ama bunu mutlaka bilinç altıma soruyorum, “O” itiraz etmiyor ve içtenlikle kabulleniyorsa asla bir sorun yaşamıyorum.

Şimdi olduğu gibi.

Çalışmalarımı içimden geldiğince sürdürüyorum, en iyisini en doğrusunu yapabilmek tek emelim.

Bunun için de sizlerin desteğinizi her zaman bekliyorum.

Hocam, ben öyle pimpirik/kendini beğenmiş biri asla olmadım.

Özenmedim de…

Öğrenmeye yaşamım boyunca hep aç’tım, durmadan öğrendim / öğreniyorum.

Bu beni mutlu ediyor.

Burada, bu yaşadığım yerde yeniden kendim oldum, önce ise kardeşlerime çok yakındım ve onlardan çok korkuyordum.

Zira yaşamım boyunca beni hep aşağıladılar, baskı yaptılar, beni yaraladılar.

60 yaşımda bir adam ve hâlâ onlardan korkarım, işte burada bunu yaşamıyorum artık.

Hep aşağılanmış birinin şimdi “çalışmaları beğeniyorum” diye övgü dolu sözler duyması ne demek tahmin edebilirsiniz…

Teşekkürler Hocam.

Ben de size sağlıcakla kalın diyor saygılar sunuyorum.

  1. Y. 25.9.2006

X

Günaydın Saygıdeğer Hocam,

Bu ilettiğiniz yazı 13.9.2006 tarihinde “Ulusal Güvenlik” köşemizde “91 Yıllık Öykü” başlığı ile yayımlanmıştı.

Bilginize saygı ile

  1. Y. 26.9.2006.

X

Saygıdeğer Üstadım,

Bu utanç verici tiksindirirci bir durum.

Bunlar hep böyle ne yazık ki, başka türlü yanıt verene bugüne dek rastlamadım.
Tek silahları var, saldırmak, sürekli saldırmak.

Önce de böyleydiler, bugün de böyleler ve hep böyle kalacaklar.

Ben eski kayıtlarımdan bir adres buldum ama, umarım hâlâ geçerlidir. gnkur@tsk.mil.tr

Saygı ile

  1. Y. 2.10.2006

X

Günaydın Saygıdeğer Hocam,

Hatırlarsanız ilk tanıştığımız günlerde sizin sitenizi de ziyaret etmiş ve “özellikle” “Özgeçmiş”iniz üzerinde durmuştum.

Hem çok ilgimi çekmiş hem de orada ben de bir yanlışınızı bulmuştum.

Bunu bir kenara yazmış, ev-kitaplık inşaatım bitince size bildirecektim.

Geç kaldım, Yener Hanım benden önce davrandılar.:-))

 

Sayın Hocam, Özgeçmişinizde de bir kızınız için; “bir tanesi de” demişsiniz.

Orada ki “tane” sözcüğünden ben de rahatsız olmuştum ama, dedim ya bildirip sormayı ertelemiştim.

Eh bugün kü yazınızda böyle hataları bildirin demişsiniz ya, artık yazmak şart oldu deyip oturdum klavyenin başına.

 

Tabii bir de başka bir sorun var benim açımdan.

Ben okumamış biri olduğum için çoğu zaman ikilemde kalıyorum.

Öyle ya, bu yazıyı yazan yazardan daha mı iyi bileceğim ki, belki bu da doğrudur diyerek birazcık çekiniyorum da.

 

Bir ikinci sorun da; altı aydır Sayın Hocam inanınız ki nefes almadan çalışıyorum evimde.

Bu kadar uzun süren bir inşaat beni bitirdi, yalnız olmak ayrı bir dert.

Koca koca dolapları tek başıma sürükleyerek çekiyor, yerlere laminat döşüyorum, silip süpürüyorum vd.

Bir düşününüz, merdivene çıkmış korniş takıyorsunuz. Pat elinizden vida düşüyor, haydi in aşağıya al tekrar çık.

Bu defa tornavidayı unuttunuz!!!

Hay bin kunduz..

Neyse Sayın Hocam, ben biraz gevezelik edeyim istedim.

Size sağlık ve huzur dolu günler dileğiyle hoşça kalınız.

  1. Y. 13.10.2006

X

Saygıdeğer Hocam,

Yazı hemen değiştirilmiştir.

Saygı ile

  1. Y. 16.10.2006

X

Sayın CY.

Sen büyük bir adamsın da senin kendinden haberin yok.

Seni aşağılayanlar var ya; onların yanında senin değerin çok.

Çok da, açıklamak işlerine gelmiyor.

Seni aşağılamakla rahatlıyorlar daha çok.

 

Bil ki aşağılayan aşağılıktır, suçlayan suçlu.

Ah bu şeytana hizmet edenler yok mu?

 

İletilerine yanıt vereceğim daha sonra…

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler sana…

avukat@bilgebalta.com – 16.10.2006

x

Sayın Üstadım Hocam,

Konunun ne olduğunu tam anlayamamış olsam da, değerlendirmenize teşekkürler ederim.

Ben olduğum gibiyim Hocam, ne bir eksik ne de fazla.

Hep böyleydim ve böyle de devam edecek yaşamım.

 

Dün başka, bugün başka ve yarın başka olmadım, olamadım.

Çünkü nasıl yapıldığını hiç ama hiç bilemedim.

Yaşamımda boynumu kimselerin karşısında eğmedim, ne holding başkanı ne de bilmem ne de eğemedi.

Doğru bildiğimi söylemekten, asla ve asla kaçınmadım.

 

Bilmediğim konuda ise ahkâm kesmedim.

Doğru bildiğimde de santim geri dönmedim.

 

Mafya bozuntuları tarafından vakt-i zamanında dövüldüm,

sırtıma bıçak dayandı öldürülmek istendim.

Ama sözümden yine de asla geri dönmedim.

 

Şimdi merak ettim, size bunları söyleten nedir.

Beni aşağılayanlar kimdir?

 

Neyse Hocam…

Bekleyelim ve görelim

Saygı ile

  1. Y. 16.10.2006

X

Saygıdeğer C. Y.

Önce sevgi sana yumak yumak.

 

Ben size “Büyük adamsın” derken gerçek dışı bir şey söylemedim.

Çok kısa sürede yazışmamız sonunda bu kanaati edindim.

 

Ve ben bu güne değin de kimseye “Sen büyük bir adamsın!” demedim.

 

 Diyorsunuz ki: “Şimdi merak ettim, size bunları söyleten nedir. Beni aşağılayanlar kimdir?”

 

Ben bu sözleri kendiliğimden söylemedim.

25.9.2006 tarihli iletini okuduğumdan bu yana aklımdan gidermedim.

Çünkü ben de küçüklüğümde aşağılanmakla ezildim.

 

Site’mizin “GÜNLÜK” bölümündeki ilk iki yazı; Babamla, Babaannemin 17-18 yaşlarında beni aşağılaması ile ilgilidir.

Aşağıdaki satırlarınızı okuyunca o günkü yaşantım gözlerimin önüne gelmiştir.

 

İşte beni söyleten tümcelerin.

Bir dayanağım olmasa ben bu sözleri nasıl söylerim?

 

“Burada, bu yaşadığım yerde yeniden kendim oldum, önce ise kardeşlerime çok yakındım ve onlardan çok korkuyordum.

Zira yaşamım boyunca beni hep aşağıladılar, baskı yaptılar, beni yaraladılar.

60 yaşımda bir adam ve hâlâ onlardan korkarım, işte burada bunu yaşamıyorum artık.

Hep aşağılanmış birinin şimdi “çalışmaları beğeniyorum” diye övgü dolu sözler duyması ne demek tahmin edebilirsiniz…”

25.9.2006

x

Sayın Yamak, Amacım sizi üzmek değildi.

Amacım üzüntünü gidermekti.

 

Öyle anlaşılıyor ki o korktukların, sizden korkmuştur.

Kendi korkularından kurtulmak için sizi korkutma yoluna gitmişler.

Dediğim gibi senin üstünlüğünü kabul etmektense

Aşağılamakla, sizi de kendi seviyelerine çekmişler.

 

Hakkımdaki olumlu düşüncelerin için teşekkür.

Kendisi yüce olan sevdiklerini yüceltir.

İnsan, başkalarına değer verdikçe yücelir.

Asıl önemlisi insanlar yücelterek yücelmelidir.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler yeniden sana

avukat@bilgebalta.com – 17.10.2006

x

Sayın Üstadım Hocam,

Konunun ne olduğunu tam anlayamamış olsam da, değerlendirmenize teşekkürler ederim.

Ben olduğum gibiyim Hocam, ne bir eksik ne de fazla.

Hep böyleydim ve böyle de devam edecek yaşamım.

 

Dün başka, bugün başka ve yarın başka olmadım, olamadım.

Çünkü nasıl yapıldığını hiç ama hiç bilemedim.

Yaşamımda boynumu kimselerin karşısında eğmedim, ne holding başkanı ne de bilmem ne de eğemedi.

Doğru bildiğimi söylemekten, asla ve asla kaçınmadım.

 

Bilmediğim konuda ise ahkâm kesmedim.

Doğru bildiğimde de santim geri dönmedim.

 

Mafya bozuntuları tarafından vakt-i zamanında dövüldüm,

sırtıma bıçak dayandı öldürülmek istendim.

Ama sözümden yine de asla geri dönmedim.

 

Şimdi merak ettim, size bunları söyleten nedir.

Beni aşağılayanlar kimdir?

 

Neyse Hocam…

Bekleyelim ve görelim

Saygı ile

  1. Y. 16.10. 2006-11-06 x

x

Günaydın Sayın Üstadım,

Uzun yıllardır kafama takılan bir söylem var, bugün bir yazıda tekrar yazılınca bunu size sormak şart oldu.

“Irzına geçildi”?

Bunun yerine;

“Tecavüz edildi” olamaz mı?

Aralarında ki fark nedir?

Neden bilmiyorum ama bu, ırzına geçildi söylemi beni hep bir şekilde rahatsız etti.

Ya da  her iki söylem aynı konu içinde söylenebiliyor?

Nedir aralarında ki anlam farkı, ya da var mı?

Saygı ile

  1. Y. 17.10.2006

X

Saygıdeğer Hocam,

Lütfen beni yanlış anlamayınız.

Size asla darılmadım, üzülmedim, kırılmadım.

Ben öyle pimpirik, en ufak bir şeyden nem kapanlardan asla değilim ve de hiç olmadım.

Yazdığınız her sözcük benim için dünyalar kadar değerlidir.

 

Sadece sizden örnek alarak, sizden daha doğrusu kopya çekerek, sizin gibi yazmaya başladım.:-)))

Bana verdiğiniz değerin de bilincindeyim.

Sevginin ne demek olduğunu da derinlerden hissediyorum böylece.

 

Ben yürekten sevip saygı duyduğum insanlara asla darılmam, kırılmam.

Olaylara çok, ama çok geniş bakmaya alıştım, ardında bilmem neler aramam.

Vay, acaba bana ne demek istemiş demem.

 

Çünkü bunları hiç bilmedim, öğrenmedim.

Bunun için de; bana yüreğinizden ne geçiyorsa hiç çekinmeden yazabilir söyleyebilirsiniz.

Bu eleştiri de olabilir, yönlendirme de.

Bunla asla gocunmam asla darılmam.

 

Çünkü; yaşamımda ilk defa sizden duyuyorum böylesi güzel sözleri.

Ve şu anda Saygıdeğer Hocam, damlacıklar süzülüyor yanaklarımdan.

Adeta hıçkırarak ağlıyorum tüm bu güzellikler için.

Benim adıma hiç sakınmayın Hocam, beni evladınız görün, kardeşiniz görün.

Ve sözlerinizi benden esirgemeyin.

 

Bu kardeşiniz sizin gibi çok derin acılarla yuğuruldu tüm yaşamı boyunca.

Hangi sözün îmalı, hangisinin yürekten geldiğini az-çok ayırabiliyor artık.

 

Hayır, Sevgili Hocam, size darılmak ne demek, kırılmak ne demek?

Siz yazdıklarınızla bana, adeta yaşama gücü veriyorsunuz.

 

Sayın Hocam, sizin de vurgu yaptığınız gibi ben, “sevdim mi yüreğimle severim”.

Asla yapmacık, göstermelik hareket etmem edemem.

Yüreğiniz lütfen rahat olsun.

 

Öyle anlaşılıyor ki o korktukların, sizden korkmuştur.

Bu tespitinize yürekten katılıyorum çünkü, doğru.

Benden 2 yaş büyük ağabeyim İnş. Müh.’dir.

Ama, benim gözümde bir hiçtir, o ise kendisini dünyanın merkezi sanır.

Her şeyin en doğrusunu “O” bilir, ne derse doğrudur.(!)

Ben O’nun gözünde tüm yaşamım boyunca bir hiçtim ama, evet benden çok korkuyordu, fark etmiştim.

 

Ondan daima onlarca adım öndeydim ve hâlâ da öyleyim.

Son söz:

Hayır Sevgili Hocam, yazdıklarınıza ne üzüldüm ne de başka bir şey düşündüm.

Sadece sizin yazım tarzınızı uygulamaya çalışıyorum, hepsi bu.

 

Yüreğimden dolu dolu sevgiler iletiyorum.

 

Sağlıcakla kalın.

  1. Y. 17.10.2006

X

Sayın Y. Dostum,

Okudum iletilerini memnun oldum.

 

Söyleyecek söz bulamıyorum,

Sizi takdir ediyorum.

 

Gelelim şu sorunuza.

Bir fark yok namus ile ırz arasında.

Irz da, namus da , iffet de aynı anlama gelir.

Ancak iffetime geçti denmez de ırzıma geçti denir.

 

Bu arada şu da var.

Irz’ın kapsamı dar;

Ama tecavüz edildi’nin bir çok kullanılış yolu var.

Örneğin mala mülke  tecavüz de denir.

Hane’ye tecavüz de denir..

Irz konusunda yalnızca ırzına geçilmiş kullanılır.

Görüldüğü gibi tecavüz edildi’nin daha geniş kapsamı vardır.

 

Benim bildiklerim şimdilik budur.

İlerde belki yeni bulgularımız olur.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Yeniden sevgiler sana.

Av. Bilge Balta, 17.10.2006

X

Günaydın Saygıdeğer Hocam,

Bu ilettiğiniz yazı 13.9.2006 tarihinde “Ulusal Güvenlik” köşemizde “91 Yıllık Öykü” başlığı ile yayımlanmıştı.

Bilginize saygı ile

  1. Y. 26.10.2006

X

Saygıdeğer Üstadım,

Sizden bir şey daha rica edeceğim.

Yazılarınızı defalarca okuyunuz, düzeltmeleri yapınız ve bana öyle gönderiniz.
Ve lütfen yazı eklendikten sonra başka düzeltmeler ya da eklentileri bana göndermeyiniz.

Benim internet başında tüm gün oturduğumu da lütfen düşünmeyiniz.
Benim kocaman bir evin düzenlemesi, bahçe bakımı ve daha onlarca işim var.
Sabahları yeni yazıları ekledikten sonra bilgisayarı çok az açıyorum.
Ve inanınız artık yoruldum ve bırakmayı bile düşünüyorum.

Lütfen siz de bana anlayış gösteriniz ve yazılarınızı düzeltmeden göndermeyiniz.

Yazı ekle sonra yenisi gelsin eskiyi kaldır yeniyi ekle….

Bunu çok saçma buluyorum kusura bakmayınız….

Saygı ile

  1. Y. 5.4.2007

X

Sayın C. Y.

Borcumuzdur önce saygı, sevgi sunmak.

İlkemizdir; kimseye yük olmamak

Ve de yormamak…

 

Durumuzu bilmiyordum.

Size zahmet verdiğim için özür diliyorum.

Size yeniden saygı, sevgi diyorum…

HB, 5.4.2007

X

Dr. Cengiz Büker

Sayın Doktorum,

İletini aldım, sevindim, mutlu oldum.

Şimdi bak dinsiz olmadığım halde salt “tabuları kırma ve insanlara dinsizim denebileceğini de göstermek amacıyla” “dinsizlik sözünü bile etmemden rahatsız olan” kırk yıllık Emin Kılıç öğrencisi bir kişinin bana bilgisizce sataşmasını gönderiyorum. Böylece bizim karanlığa ışık yakma işinin ne denli güç olduğunu göstermek istiyorum.

Şimdi kal sağlıcakla, saygı, sevgi Hayriye hanıma…

  1. 22.3.2005

X

Sayın Buker,

İletini aldım. Kısaca yanıtlamak zorunda kaldım:

Yalçın Yusufoğlu, recm cezasına karşı olduğunu ve bunun laik bir devlete yakışmayacağını açıklamaya çalışmış ise de Recm ayıbından İslam’ı kurtarmaya çalışmak amacı ile şöyle demiştir.

İşte Yusufoğlunun yazdıkları: “Kur’an’da recm cezası geçmez, İslam toplumunda zinaya ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir, daha sonraları fıkıh oluşurken recmi savunanlar Peygamber’e ve sahabeye atfedilen rivayetlere dayanmışlardır. Muhammed zamanında Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezasının verildiği, ama zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Görülüyor ki Yalçın Yusufoğlu da bizim şeratçı profesörlerimiz gibi gibi İslam’ı yüceltme amacıyla gerçekleri örtbas etmeye çalışıyor. Örneğin şu cümleye dikkat: “Muhammed zamanında Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezasının verildiği, ama zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Burada iki yanlış var. Bir: “Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezası verilmez onlar boynu vurularak öldürülür. Recm cezası zina yapanlara verilir ve ceza da Allah’ın emri olarak kabul edilir.

Şimdi gelelim bu konudaki gerçeklere:

Birinci yanlış için açıklama: Yusuf adındaki kişi “Kur’an’da recm cezası geçmez.” diyor.  “Evet, Kuran’da “recm” cezası diye bir sözcük geçmez. Ancak Kuran’ın Maide suresinin 44 ve 45. ayetinin söyleniş nedenlerine (Nüzul Sebeplerine) bakılırsa İslam Peygamberi’nin rec cezasını allah’ın emri olarak kabul ettiğini görürüz. Örneğin: Zina yapanın elini yüzünü boyayıp gezdiren Yahudilere, İslam Peygamberi: “Niçin bunu recmetmiyorsunuz. Kitabınızda zina yapanın cezası recm değil midir. Allah’ın emri ile hareket etmeyen kimseler, zalimdirler, kafirdirler.” demiştir. Bu konuda bilgi sahibi olmak isteniyorsa Kuranın 5/44 ve 45 ayetlerinin söyleniş nedenlerine (nüzul sebeplerine) bakmalıdır. Bu demektir ki Kuran’a göre İslam Peygamberi “Recm  cezasını” Allah’ın emri olarak görüyor. Şeriatla yönetilen ülkelerde de  recm cezası bu ayetlere dayanılarak uygulanıyor; elbette bir de hadislere dayanılarak…

İkinci yanlış için açıklama:  Yalçın Yusufoğlu: şöyle diyor “İslam toplumunda zinaya ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir… Zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Dikkat ediyorsunuz değil mi, İslam’da recm cezası olmadığını göstermek için ne akrobatlıklar yapılıyor. “İslam toplumunda zinaya (zinanın olacak HB) ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir… Zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Uygulandığı söyleniyor ama recmedilen kadın veya erkeğe rastlanmıyor… Görüldüğü gibi, bütün İslam alimleri gibi, gerçekleri söylemeye yazarımızın dili varmıyor…

Bütün İslam Allameleri İslam’a toz kondurmamak için böylesine akrobatlıklar yapar. Ama kafası çalışan biri de bu söylenenlere güler geçer… Güler geçer ama  kafasını çalıştırdığı için de dinsiz etiketini yer.

Hayır, recm cezası bizzat İslam Peygamberi tarafından uygulanmıştır. Bu konuda da yurdumuzda bulunan ilahiyatçı profesörler, ki bunların başında Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve diğerleri gelir, ağız birliği ederek “İslam’da recm yoktur”diye yaygara koparırlar. Koparırlar ama, koskoca İKÖ kendilerini yalanlar.

Bu yaygaralar gösteriyor ki bizimkiler kendi dinlerinin emirlerinden utanmaya başlamışlardır. Bunlar bu utançlarını “Dikbaşlılık etmesinden kuşkulandığınız kadınlarını dövün!” (K. 4/34) ayetini; kadına dayak atmanın günümüz anlayışı ile bağdaşmadığını anlamış olduklarından, “hafifçe dövün”e çevirmişlerdir. Sanki kadını hafifçe dövmek onur kırıcı değilmiş gibi… Görüyorsunuz değil mi iİslam’ı şirin göstermek için nasıl kıvırıyorlar… Kıvırıyorlar ama Güneş balçıkla sıvanmaz ki…

“Biz şeriatı tanırız, zina yapan kadını taşlayarak öldürürüz, bu  bizim hukukumuzdur, ülkelerimizin iç meselesidir, işimize karışmayın” diyen İslam Konferansı Örgütü’nün bu açıklamasına itiraz etmeye korkan AKP iktidarı bir de AB’ye girmeye kalkıyor. Zina yapan kadını taşlayarak öldüreni almazlar arkadaş. Önce ortaçağ anlayışından kurtulmak gerek.

Ne var ki bunlara ne desek boşuna. İnanmışlar bir kere.

İşte şu hadis de İslam Peygamberi’nin zinaya recm cezasını uyguladığını göstermektedir:: “Cüheyna kabilesine mensup bir kadın Nebi salla’llahu aleyhi ve selemle geldi. Zinadan gebe kalmıştı. Rasullüllah’a: Ya rasulüllah, haddi (cezayı) gerektiren bir iş yaptım, bana haddi icra et (zinanın cezası neyse ver) dedi. Resulullah kadının velisini çağırdı ve ona “Buna iyi davran, hamilini vaz edince (doğurunca) de bana getir. “ dedi. Kadının velisi de emredileni yaptı. Nihayet kadın doğurup da huzura getirilince; Rasulüllah “Müşarün ileyhanın recme müheyya bir hale getirilmesini.” (cezaya hazır bir hale getirilmesini) buyurdu. Kadının elbisesi sıkı sıkıya bağlandı. Sonra Rasulüllah emir verdi, kadın taşlandı. Daha sonra da namazını kıldı. (Bak. 22 nolu hadis). (Müslim rivayet etmiştir.) (Bak. Riyâz’üs sâlihin Tercümesi. İmam Nevevi. Vakit Yayını. İstanbul 2003. 2. cilt. s. 633)

Bu olay diğer hadis kitaplarında da dile getirilir. Ne var ki bu kadın zina suçunu kiminle işlemiştir, bu gizlenir… Denmez ki:  “Bir kadın kendi kendisi ile zina yapamaz, erkek nerdedir?” Bu kadınla zina yapar erkek kimdir, nerdedir?

Gerçek bir krem kutusuna sığdırılır da; yalan dünyaya bile sığdırılamaz…

Gönder Yalçın Yusufoğlu’na. Bakalım ne yanıt verecek sana?

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta,  5.4.2005

X

Çok teşekkürler sevgili Hayri beyciğim…ellerinize sağlık…

AKP nine ne mal olduğunu biliyorduk da bilmeyenler ye da saf toriklik edip değiştik. iddialarına inananlar da pek çoktu.

Ha simdi anladılar onlar da ne olduklarını.

İslerine gelen durakta terk ederek demokrasi tramvayını.

Zaten öyle dememsimiydi bu günkü başkanları.

Saygılar sunuyorum efendim.

Cetiner Çalış, 5.4.2005

x

Sayın Doktorum,

Önce sevg sunuyorum.

Gönderdiğin e-postanın okunmadığını bildiriyorum.

Gelen mesa aşağıdaki gibi. Gönder okunan yenisini.

Her ikinize de sevgiler,

  1. 23.5.2005

x

Sn.H.B.

Benim yorumum: örümceği anlamaya kafamız yetmiyorsa, Allah’ı nasıl anlayacağız ki?

Bilimciler her şeyi bilmez, ama arar bulur; dincilerse her şeyi Allah’a havale eder.. Allah bize aklı niye vermiş?

Dünyada bu kadar inanmış gafil varken, insanları bu hurafecilik felaketinden kurtarmak ne kadar zor. Belki de hiç mümkün olmayacak? Cehennem azabı dedikleri herhalde bu inatçı kafaların verdiği ıstırap olsa gerek

Dr. Cengiz Büker

+

Osmanlı tuzağı

Bugünlerde mutlaka okunması gereken kitaplardan biri, Cengiz Özakıncı’nın son kitabı: “Türkiye’nin Siyasi İntiharı ‘Yeni Osmanlı’ Tuzağı”…

ABD’nin Türkiye’yi İslam devleti yapma çabaları aslında yeni değil…
Atatürk devrimi, sadece 15 yıl sürmüş, Ata’nın öldüğü 1938 yılı 10 Kasım’ından itibaren geriye dönüş süreci başlamıştır.

1946’dan itibaren ABD ile geniş tavizler içeren ikili anlaşmalar imzalanmış, 1949 yılına gelindiğinde Amerika Türkiye’yi çoktan fethetmiştir.

1949’da, İsmet İnönü’nün Başbakan’ı Şemsettin Günaltay, bakınız nelerle övünüyor:

“…İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan hükümetin başbakanıyım. Bu ülkede Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkatmak için imam hatip kursları açan bir hükümetin başbakanıyım. Bu ülkede Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için ilahiyat fakültesi açan bir hükümetin başbakanıyım…”

Ve kitaptan bir başka çarpıcı bölüm:

“1949’da Türk Milli Eğitimi Amerikalı uzmanların denetimine geçtikten sonra Atatürk’ün yazdığı tarih kitapları okutulmaz olmuş, Osmanlı tarihi bir savaşlar ve meydan muharebeleri tarihine indirgenmiş, bilimsel buluşlarda geri kalındığı için Avrupa’nın gerisine düşüldüğü gözlerden kaçırılmıştır.”

Bugünkü kaçıncı cumhuriyet bilinmez ama ikinci cumhuriyet İsmet İnönü döneminde başlatılmış, Atatürk’ün kurduğu onurlu cumhuriyete daha o zaman veda edilmiştir.

Melih Aşık – Açık Pencere – Milliyet – 05.06.2005

+

Sayın Hayri Balta,

Kitabınızı okudum. Çok beğendim. Bu güzel düşünceleri yaşadığınız ve yazıp yaşattığınız için çok teşekkürler.

Bana göre siz yitik bir insan değilsiniz. Tersine sizi anlamayanlar yitik yaratıklardır. Hak ve haklılık yolunda size sonsuz başarılar diler, sevgi ve saygılarımı sunarım.

CB

+

Sayın Hayri Balta:

Siz de apaçık gördünüz ki, sizi dinleyenler sizi anlamıyorlar. Tam tersine, sizi dinlemekle içlerindeki din ve kin bilenmektedir.

Sizi dinleyenler için Allah, (1)içlerindeki ölüm korkusunun, (2)cinsel komplekslerin ve (3)ilkel bencilliğin sembolüdür; sevginin değil…; çünkü sevgiyi hiç tadamamışlar.

Onların gönlünde yatan devlet özgür ve insancıl bir devlet değildir; onların gönlünde yatan devlet Padişahlıktır.

Neden kendilerine kemalist diyorlar anlamıyorum, aslında onlar, ruhlarında, bal gibi tayyipçidirler…

Sizin cesaretinizi, medeniyetinizi ve sabrınızı kutluyorum. Bu tür insanların karşısında yılmadan konuşuyor, gerçekleri anlatıyorsunuz. Ben sizin gibi olamam. Kimse sizin gibi olamaz.

Size hayranım. Fakat lütfen kendinize iyi bakmanızı ve sağlığınıza dikkat etmenizi rica ediyorum.

Saygılarımla

Büker, 9.6.2005

X

Sayın Balta,

Size bir kitaptan söz etmiştim… İçinde sizin konularınıza çok yakın ve son derece ilginç fikirler var…  Tamamına katılmasak da, çoğu fikirleri bize uyuyor… Hoşunuza gideceğine ve size yararlı olacağına inanıyorum…

OSHO

Bhagwan Shree Rajneesh

“Ben Dini Degil Dindarlığı Öğretiyorum”

Türkçesi:Nur Yener

OKYANUS YAYINLARI

Selam ve saygılarımızla

Dr. Cengiz Büker, 9.6.2005

X

Değerli Doktorum,

Gönderdiğin bütün iletileri alıyorum, okuyorum ve değerlendiriyorum.

Aşağıda adı geçen kitabı bana önerdiğiniz için teşekkür ederim. Yazar, benim söylemek isteyip de söyleyemediğim dinsel düşünceleri dile getiriyor.

Aydınlanmak isteyen bütün arkadaşların adı geçen kitabı alıp okumalarında var.dır yarar. Yalnız kitabın adı üstüne söyleyeceğim var:

Kitabın adının  “Ben Dini Degil Dindarlığı Öğretiyorum” değil de “Ben Dini Degil İnsanlığı Öğretiyorum” veya “Ben Dini Degil Erdemi Öğretiyorum” denseydi daha iyi olurdu sanıyorum.

Çünkü bütün dinler insanın kişiliğini sıfırlar. Bir kişi herhangi bir dine inanıyorsa; kendisi yoktur; dinin emirleri vardır. Kendisine gelmişse, kendisini bulmuşsa, erdemli kişi olmuşsa din yoktur; gelişmiş erdemli insan vardır.Bunun için de insan öncelikle bu din tabusundan kurtulmalıdır.

Yazarla aramızda çok az bir görüş ayrılığı var ki temel de biriz…Biz meditasyonu dinlenip düşünmekle yerine getiririz.

Saygılarımla,

Hayri Balta, 24.6.2005

X

Sevgili Hayri bey,

Ben de sizin gibi kesinlikle hiç kimseye ve hiçbir habere inanmıyorum zaten… Kendinden başka hiçbir kimseye güvenemeden yaşamak ne kadar zor ve ne kadar acı bir tecrübe…! İnsani ruhen çok yoruyor, hayat dayanılmaz bir işkenceye dönüşüyor.

Kendilerine Atatürkçü diyen bazılarının nasıl da riyakar olduklarını o günkü olayda siz de apaçık gördünüz.

Birini birine çoktan satmışlar da, herkesi enayi zannedip sizi dinler gibi yaparak nasıl da sahte sahte kafa sallıyorlar! Ama bam tellerine dokunan iki satir okuyuverince dayanamayıp, nasıl da gösteriveriyorlar gerçek yüzlerini, değil mi?

Internetten gelen haberlerin de çoğuna inanmıyorum elbette. Ama sana gönderiyorum. Çünkü sen materyalist ve rasyonalist bir insansın. Senin için, bence, tehlike yoktur. Çünkü akil süzgecinden geçirmeden kabul etmezsin hiç bir şeyi… En azından ben öyle biliyorum???

Olay budur…

Sevgi ve saygılarımla

Cengiz, 24.6.2005

X

Sayın Doktorum,

18.6.2005 tarihinde göndermiş olduğunuz iletinin yalan olduğunu bu günkü Hürriyet gazetesinde, Hadi Uluengin köşesinde açıklıyor.

Sizden ricam; bu iletiyi gönderen Uğur Yıldız’a bildirerek bu haberin gerçek olup olmadığını araştıralım. Bir daha her yazılana, her söylenene inanmayalım.

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta, 24.6.2005

X

Sevgili Hayri bey,

Sen uğraşıyorsun, ama olan budur. Ülkemiz dinciliğe teslim olmaktadır. Ordu içinde bile ihanet vardır. Bu çok korkunçtur. Ama asıl korkunç olan bu değildir…

Dünya dinciliğe teslim olmaktadır. Saldırı bütün dünyayadır. Kökü az çok bellidir. Ama dincilik bütün insanlığa saldırmaktadır…

Dincilik diyince yalnız islamı anlama. Asıl dincilik yanında islam bir hiçtir. Hıristiyanlık can çekişmektedir. İsa haça gerilmekte, kanı içilmektedir. İsa kurban ediliyor, korkunç bir hurafe ilâha kurban ediliyor…

Bunları senden başka kimseye anlatamam. Çünkü anlamazlar. Onlar din deyince sadece ölü yıkamak zannediyorlar. Bu derece gaflet içindeler…

Atatürk’ün büyüklüğünü her an daha çok anlıyor, onu özlüyorum…

Sevgilerimle

Büker, 26.11.2005

X

Sevgili Hayri bey,

Ben de sizin gibi kesinlikle hiç kimseye ve hiç bir habere inanmıyorum zaten… Kendinden başka hiçbir kimseye güvenemeden yasamak ne kadar zor ve ne kadar acı bir tecrübe…! İnsani ruhen çok yoruyor, hayat dayanılmaz bir işkenceye dönüşüyor.

Kendilerine Atatürkçü diyen bazılarının nasıl da riyakar olduklarını o günkü olayda siz de apaçık gördünüz.

Birini birine çoktan satmışlar da, herkesi enayi zannedip sizi dinler gibi yaparak nasıl da sahte kafa sallıyorlar! Ama baç tellerine dokunan iki satir okuyuverince dayanamayıp, nasıl da gösteriveriyorlar gerçek yüzlerini, değil mi?

Internetken gelen haberlerin de çoğuna inanmıyorum elbette. Ama sana gönderiyorum. Çünkü sen materyalist ve rasyonalist bir insansın. Senin için, bence, tehlike yoktur. Çünkü akil süzgecinden geçirmeden kabul etmezsin hiç birşeyi… En azından ben öyle biliyorum???

Olay budur…

Sevgi ve saygılarımla

Cengiz, 24.6.2005

X

Anadolu’nun Özgür Kadını..

Aslında “türbanı” tartışmıyoruz. Kadının başını örtüp örtmemesi, örtecekse nasıl örteceği de değil konumuz.

Türban işin bahanesi. Cumhurbaşkanı Sezer’in sözleriyle “yapay” bir gündem. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, laik ve demokratik özü tartışmaya açılıyor. “Laiklikte fazla ileri gitti” denilen Türkiye’de daha İslami bir yapı kurmak isteyenler bu amaçla türbanı özellikle kullanıyor. Bir siyasal simge, bir üniforma olarak yaşamın her alanında türbanı sürekli gündeme taşıyor.

Sadece üniversite kapıları, devlet kadroları zorlanmıyor. Türbanlıların televizyonlarda yarışma programlarında, hatta mayo defileleri ve rock konserlerinde dahi boy göstermesine dikkat ediliyor. Başında türban olduğu sürece, buralarda ve sokaklarda giyilen ne kolsuz bluzlara, ne de alabildiğine dar pantolonlara karışılmıyor. Kullanılan simgeye, sadece ve sadece türban olarak bakılıyor.

Bu koşullarda türban olayı kendi içinde çözülemez. ANAP’ı ve DYP’siyle merkez sağ partilerin marjinal türban oylarının peşine düşmesi de kimseye yarar sağlamaz. Bu konuda MHP ve AKP denemelerinden herkesin payına düşen dersi alması gerekir.

*

Türbanın altında var olan “diktacı bir din devleti özlemi” inkar edilemez. Türbanlıların tek tek ortaya çıkıp, “bu benim inancım” demeleri, bu konudaki kaygıları gidermez.

Türbanlıların bir kısmı bunu iyi niyetle takıyor olabilirler. Ancak olay bütünü itibariyle siyasi güdümlü bir dava uğrunadır.

Bu konuda kaygılı olan sadece Türkiye de değildir. Financial Times gazetesinin Türkiye temsilcisi David Gardner, önceki gün katıldığı bir toplantıda, benzer kaygıların Avrupa ülkelerinde de gözlendiğine dikkat çekmiştir.

Türbanın kadın için haksız ve bir yanı olduğu ortadadır. Kadını eşitlikten uzaklaştırmakta, erkeğin karşısında “ikinci sınıf insan” kalıbına sokmaktadır.

İslamiyet’in insan eşitsizliğine dayalı bir varsayımla kabulü, Kuran’ın böylesi bir anlayışla yorumlanması akıl işi değildir.

Bu noktada türbanın, türban takmayanların yaşam biçimlerine karşı bir tehdit oluşturması da özellikle önemlidir. Çünkü türban, yaşam biçimi olarak Tanrı buyruğuna koşutlanmakta, dolayısıyla türban takmayanlar “inançsız” sayılmaktadır. “İnanç ancak benim dediğim biçimde yaşanır” denilmekte, bunun tartışılmasına dahi izin verilmemektedir.

Afganistan’da, İran’da, Suudi Arabistan’da ve daha pek çok ülkede, türban ve kara çarşaf dışındaki giyim tarzına müdahalenin gerekçesi işte bu dayatmacı diktadır. Kamu alanlarının başkaları üzerinde baskı oluşturabilecek türban ve benzeri dini simgelere kapatılması, çağdaş demokrasilerin buna karşı aldığı demokratik bir önlemdir.

*

Tekrar da olsa üzerinde durulması gereken bir konu da, türbanın geleneksel başörtüsü olmadığıdır. Türkiye’nin İslam kültüründe türban benzeri bir örtünme biçimi ve anlayışı yoktur.

Kitaplığımda bununla ilgili çok sayıda ciddi çalışma var. Prof. Önder Küçükerman’ın  “Türk Giyim Sanayinin Tarihi Kaynakları”, Dr. Attila Erden’in “Anadolu Giysileri”,  “Folklorik Türk Kıyafetleri” ve “Türk Kadınlarının Tarihi Giysileri” adlı çalışmaları hemen gözüme çarpıyor. Türkiye’nin her yöresinden yüzlerce giysinin resimlerine bakıyorum. Türbana benzer, kadının saçını bütünüyle saklayan tek bir örnek yok.

Evimizin salonunda, geçenlerde yitirdiğimiz büyük ressam Nuri İyem’in tablosundaki Anadolu kadınına bakıyorum. Başındaki beyaz yazma, bana bu toprakların yüzlerce yıllık geleneğini türküleştiren dizeleri anımsatıyor.

Bu dizelerde Türk kadını, başı açık değilse ya yazmalıdır, ya da yemenilidir. Örtüsünü zarifçe “telli başına” takar, “zülüflerini” de “hilal kaşına” döker. Kimse de, ne iffetine, ne de Müslümanlığına tek bir söz edemez..

Çözüm bu geleneğe uymayı ve türbanı “dayatmacı bir dini simge” olmaktan çıkarmayı gerektirir. Türbanın başkaları için bir tehdit olarak görülmediği, yakın çevremizdeki diktacı dini rejimlerin kör karanlığına düşme korkusunun yaşanmadığı bir Türkiye’de, kimse kimsenin ne giydiğine bakmaz. Türban konusunda kalıcı bir toplumsal uzlaşma, ancak bu ortam gerçekleştiğinde sağlanır.

Önceki yazılar için; www.ulucgurkan.net

Uluç Gürkan

+

Sayın Gürken,

Turban, dediğiniz gibi, bir simge ve bir bahanedir. Gerçek anlamı apaçık bir meydan okumadır. *Biz Alla hin emrine uyacağız ve sizi de zorla uyduracağız* anlamını taşır. *Alla hin emri ise tektir, doğrudur, tartışılmaz; kesinlikle bizim dediğimiz gibidir; başka turlu anlayan veya yorumlayan kafirdir; kafirlere ise söz hakki yoktur* denmektedir.

Ve de ne yazık ki, bu anlayışa itiraz edilememektedir. Yapılan tek savunma *biz de Müslüman’ız, amma…* seklinde olmaktadır…

Israrla ve inatla sürdürülen bu savunma ise, dincilere büyük cesaret veren altın bir armağan olageldi bugüne kadar… Çünkü içinde zımnen tasdik etme ve özür dileme anlayışını taşımaktadır… *Biz başka turlu anlamak istiyoruz, lütfen kabul edin müsaade edin hoşgörün* der gibi bir şey…

Uzun açıklamalar sonuna kadar dinlenmemekte, dinlense de anlaşılamamaktadır.

Oysa onların dediği apaçık, kısa ve net: *Alla hin emridir! Tartışılmaz!*

Doğru değil mi???

Saygılarımla

Buker, 24.5.2006

X

Sayın Büker,

“Çünkü yöneticilerimiz hâlâ dincidir, milliyetçidir, fetihçidir. Bu nedenle bizdeki demokrasi göstermeliktir.  Şunu da iyi bil ki laiklerimiz bile laik değildir…

Sakın aldanmayalım bunlara. Karanlık işlemiş bunların ruhlarına…”

H.B. 24.5.2006

X

Sevgili Balta,

İste bu lafını çok beğendim… Tümüyle katılıyorum fikrine..

“…Çünkü yöneticilerimiz hâlâ dincidir, milliyetçidir, fetihçidir. Bu nedenle bizdeki demokrasi göstermeliktir.  Şunu da iyi bil ki laiklerimiz bile laik değildir…

Sakın aldanmayalım bunlara. Karanlık işlemiş bunların ruhlarına…”

Lafınla bin yasa!

 

Cengiz Buker, 25.6.2005

X

Sayın Gürkan,

İlginize teşekkür ederim…

Konu çok önemli. Samimi vatanseverlerin bu konuya dikkat etmesi lazım. Savunma tiraj pesindeki omurgasız basın-yayıncılara bırakılmamalı. Türk “laiklik” kavramı, net ve kesin bir tanıma kavuşturulmalıdır. Bunun için, samimi aydınlar arasında “söz birliği”, “ağız birliği” sağlanmalıdır.

Aydınlar birbirleriyle “çene yarısı”, “sidik yarısı”, “reyting yarısı” yapmamalıdırlar…

Hep bir ağızdan, “laiklik bir yasam tarzı, bir dünya görüsü, bir düşünüş biçimi, bir hak ve bir görevdir”, denmelidir. “Türk varlığının vazgeçilemez koşulu budur” denmelidir. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” denmelidir. “Din ve inanç hakki kişisel ve özel haklardandır; buna kimse karışamaz” denmelidir…

“Biz de Müslüman’ız, ama…” denmemelidir.

“Başörtüsü Alla hin emri midir, değil midir” konusunun tartışması reddedilmelidir… “İnanç ya da inançsızlık tartışılamaz” denmelidir. “İnanç ya da inançsızlık, doğru ya da yanlış olamaz” denmelidir. Bu konu gençlere doğru olarak anlatılmalıdır.

Bu konuda ilginizi rica ediyorum.

Buker, 26.6.2005

X

LAİK’İM  

Radikal gazetesi Genel Yayın Müdürü İsmet Berkan’ı kutluyorum. Kutlamamın nedeni “Evrim kuramını savunmakta gösterdiği direnç…”

“İsmet Berkan diyor ki: ‘Yaradılış Masalları Radikal’e de Sızmaya’ Başladı” başlıklı köşe yazısıyla kendi görüşünü ve gazetesinin görüşünü açıkça ortaya koydu. Semavi dinleri kabul etmediğini, hem kendi köşesinde hem de aynı hem de aynı gün yayınladığı makale ile gösteren  Berkan, bir gün sonra yazdığı yazı ile gelen tepkileri hafifletmeye çalıştı. Ama inancının “Evrim Teorisi’nden yana olduğunu yine ısrarla sürdürdü. İşte İsmet Berkan’ın semavi dinlere bakışını ortaya koyan yazısından bazı satırbaşları: ‘Burada tekrar etmeme gerek var mı bilmiyorum ama bütün semavi dinlerin fanatiklerini bir araya getiren yegane ortak nokta bu: İnsanlar ve evrendeki diğer canlılar evrim yoluyla bu gün oldukları hale gelmediler, onlar Tanrı tarafından bu gün oldukları gibi yaratıldılar! Bendeniz, çoğu kişi öyle olmadığını düşünse bile, aslında laiklik konusunda çok ama çok hassas bir kişiyim. Başkalarından ve Türkiye’deki laikçilerden farkım, dinsel doğmaların bilimin yerine geçirilmesiyle tehlikeye düşeceğini biliyorum.

O görüşlerin Radikal’e sızmaması için de elimden geleni yaparım. Yaradılışı savunan makalelerin gazetemde yayınlanmasına izin vermem; o makaleleri başka gazeteler isterlerse yayınlayabilirler.” (Yeniçağ, Medya köşesi. 27.6.2005).

Yazıda altı çizili olanları ben çizdim. Çünkü İsmet Berkan’ın dediği gibi bu gün Türkiye’deki laiklerimizin bir bölümü; din ile bilimin çelişmediği konusunda korkunç bir yanılgı içindedirler. Bunlar, Evrim kuramını ile birlikte yaratılış kuramının okullarımızda okutulmasından zerre kadar rahatsız olmamaktadırlar. Bu öğreti ise öğrencilerimizi çatışma  içinde bırakmaktadır. Bir yanda bilim, bir yanda din… Bu iki dünya görüşü, yapısı gereği, tarih boyunca birbirine terstir.

Bilim; kuşkucudur, araştırıcıdır, bir tezin doğruluğunu araştırır. Deneyler sonunda onun yanlışlığını kanıtlayabilir. Yani bilim doğru diye bilineni yalanlayabilir. Ne var ki inançta yalanlama yoktur. Söyleneni doğru olarak kabul edeceksin, araştırmayacaksın, soruşturmayacaksın, inanacaksın… Bu nedenledir ki asırlarca dünyanın evrenin merkezi olduğunu, diğer gezegenlerin dünyanın çevresinde döndüğünü kabul edip durdular. İnanmayanları da diri diri yaktılar. Ama gerçek sonunda kendini kabul ettirdi. Yani islamî deyimle “Hak geldi, batıl yok oldu.”

Bu konuda ODTÜ Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aykut Kence aynen şöyle diyor: “Bu gün Kopernik; Kepler ve Galieo’nun Dünya’nın Güneş sistemi hakkındaki savları nasıl gerçeklik taşıyorsa, canlıların bir evrim geçirdiği de o denli gerçeklik taşıyor.  Kopernik’in kuramı ilk kez oraya atıldığında kutsal kitaplarda anlatılanlara uymadığı için din adamları tarafından yasaklanmıştı. Oysa bu gün ne Dünya’nın Güneş‘in etrafında dönen bir gezegen olduğundan ne de Dünya’nın yuvarlık olduğundan aklı başında hiç kimse kuşku duyamaz.

Bu gün evrimsel biyolojinin tarımda, tıpta, antropolojide, hatta ekonomide sayısız uygulamaları vardır. ” (Radikal, Yorum sayfası.  29.6.2005 Okuyucularıma bu yazıyı okumalarını öneririm.)

Dinciler,  dünya çapında, evrim teorisine karşı cephe almışlardır. Yaratılışçılar evrim kuramını çürütmek için trilyonlara varan fonlar ayırtmışlardır. Yaradılışçıların sözcülüğünü ise yurdumuzda Harun Yahya takma adı ile Adnan Oktar yapmaktadır. Amaç insanların bilimsel düşünmesini önlemek, hakkını aramaktan aciz, miskin, pasif bir yurttaş yetiştirmek.

Ama boşuna. Az zaman sonra bütün dünya evrim kuramının gerçekliğini ve doğruluğunu kabul edecektir. Şu veri savımın doğruluğunu kanıtlayacaktır. Bu gün dünya akademileri her geçen yıl evrim teorisini işleyen derslerini müfredatlarına almaktadırlar. Örneğin: “1980 yılında, dünyada, 46 tane akademik birim adında evrim sözcüğünü taşırken; 1999 yılında bu rakam 233’e yükselmiştir.” (Aynı gazete, aynı yazı…)

Şu gerçeği önemle vurgulamak istiyorum ki Evrimci olmayan laik olamaz. Çünkü evrimci olmayan yaratılışçılığı kabul ediyor demektir. Yaratılışçılığı kabul eden ise dininin emirlerinden dışarı çıkamaz ve bu nedenle de laikliği benimseyip uygulayamaz.

Ne var ki yaratılışçılığın bayraktarlığını yapan dinciler, halkı kendi yanlarına çekerek oy kazanmak için, sanki dinli dinsiz olup olmamak çok önemli imiş gibi, “Laiklik dinsizliktir” diye halkı laiklikten soğutuyor. Oysa laiklik dinsizlik değildir; Laiklik de başlı başına bir dünya görüşünü  içerir.

Din de bir dünya görüşü değil midir?.. Ancak laiklik akılcı ve bilimsel olduğu için dünya görüşü, dinsel terimle ifade edilemez. Eğer dinsel terimle ifade edilecekse; benim dinim Laikliktir. Yaratanım maddedir.. Allah’ım (Tanrım) ise; aklım, sağduyum, vicdanım ve insanî erdemleri oluşturan genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler ve yüce duyguları yansıtan ilke ve kurallardır. Önderlerim ise başta evrimci materyalist düşünürler olmak üzere Atatürk’tür. Kutsal kitabım ise gerçekleri açıklayan bilimsel kitaplardır.

Hayri Balta, 1.7.2005

X

Değerli yitmeyen adam Balta:

Mantık ve akıl yolundan hiç sapmadığınız için sizi kutlar, saygı ve sevgilerimizi sunarız.

Akıllı olan insanlar her zaman dostturlar…

Büker, 1.7.2005

X

Sayın Doktorum,

Anlaşılan YUKARIDAKİ yazım gözünüzden kaçtı. Tam sizin laiklik tanımına uyar bir yazı değil mi?

Saygılarımla,

H.B. 2.7.2005

x

  1. VALLAHİ BÖYLE MEMLEKET AZ BULUNUR

 

Ünlü zatin oğlu kırmızı ışıkta durmadan gediyor, pesine takılan ekipten kurtulmak için hızlanırken ilerde ünlü bir sanatçıya çarpıyor… Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan sanatçı 6 gün sona ölüyor. Karakola götürülen delikanlıya polislerin ehliyet sormaması sanatçının esinin dikkatini çekiyor.

Polislere hatırlattığında: Siz ukalalık etmeyin biz ne yapacağımızı biliriz, gibi bir cevap alıyor.

Kazadan sonra belediye arozözleri kazanın olduğu mahalle gelip caddeyi bastan aşağı yıkıyor ve 35 metrelik fren izini tamamen siliyorlar.

delikanlıya kazadan sonra, üç ay önce verilmiş gibi ehliyet düzenleniyor. sanatçının kocası hakime çocuğun ehliyeti olmadığını, düzmece ehliyet verildiğini söylediğinde adam: Ne siz koskoca belediye başkanını sahtecilikle mi suçluyorsunuz, diye azar işitiyor…

Olayı gören tanıkların hepsi tehdit edilip korkutuluyor.

sanatçının kocası aile meclisini topluyor. Bakıyorlar ki polis, adalet, belediye hep birlikte olmuş üzerlerine geliyor. Mecburen olayın pesini bırakıyorlar. Sonuçta mahkeme genci 3 ay hapse mahkum ediyor… O da 1998′ in fiyatıyla 540 bin lira cezaya çevriliyor. Sen sağ, ben selamet; güzide sanatçı Sevim Tanürek gitti gider.

Bu olayı Sevim Tanürek’in esi, Emin Çölaşan’a  yukarıdaki satırlarla anlatmış Sözü geçen katil delikanlı İstanbul’un o zamanki belediye başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın oğlu…

Not: İnsanlar birbirlerine “bu maili tüm tanıdıklarınıza gönderin” başlıklı mailler atar ve ben buna çok kızarım. Ama bu maili herkes görmeli bence. Siz de bu maili tüm tanıdıklarınıza atın.

X

  1. KAÇAK SUYA HELAL FORMÜL BULDULAR

 

Kocaeli’nin Dilovası Beldesi’nde kaçak su kullandığı belirlenen abonelerin, ‘boğazlarından haram geçmesin’ diye sadece mutfaktaki muslukları sayaca bağladığı belirlendi.

(Dr. A, Cengiz Buker göndermiştir. Kendisine teşekkür…)

x

Demir,

Sayın Demir,

 

Yazdığın güzel ve bilimsel içerikli yazılar için size saygı gösterilir.

Sorunlar büyük; ne var ki sorunu çözeceklerin aklına şiddetten başka bir şey gelmiyor Şiddet şiddeti yaratıyor; Türk milliyetçisi Kürt milliyetçiliğini, Kürt milliyetçisi Türk milliyetçiliğini yaratıyor. Bunlar ateşi halka sıçratmak için kıyasıya birbirine giriyor. Güçlü olan da güçsüz olanı ezdikçe eziyor. Onları isyana sürüklemek için elinden ne gelirse yapıyor…

Bu yargısız infazlar, bu kim vurduya gitmeler, daha neler de neler… Anlayış, sevgi, sağduyu, vicdan olmadan bir kıyıma doğru hızla gider de gider… Bu anlayışsızlığın kurbanı yalnız Kürtler değil aynı zamanda Türkler…

Ne var ki yazdıklarımızı okuyan, anlayan, konu üzerine cesaretle giden yok. Buna karşı gittiği felaket uçurumdan habersiz ateşin üstüne ateşle giden çok…

Bu işin çözümü için tek yol sosyalizm anlayışının hakim olması ve uygulamaya geçilmesidir… Sosyalizme de, Türkiye’de kapitalist sistem olduğu sürece nasıl geçilebilir?.. Yoksa; nasıl Balkanlar gittiyse, Yunanistan gittiyse, Araplar gittiyse, öyle sanıyorum ki bu işin sonunda biraz daha küçülme var… Bunu ancak yurtseverlikten nasibi olmayanlar yapar…

Sonuç olarak biz yazıp biz okuyoruz. Sanki havanda su dövüyoruz…

Saygılar, sevgiler sana ve senin gibi yürekli aydınlara…

Şimdi kal sağlıcakla,

Hayri Balta, 23.7.2005

G.T. 16.12.2006

X

 

Recm

Sayın Buker,

İletini aldım. Kısaca yanıtlamak zorundayım:

Yalçın Yusufoğlu, recm cezasına karşı olduğunu ve bunun laik bir devlete yakışmayacağını açıklamaya çalışmış ise de Recm ayıbından İslam’ı kurtarmaya çalışmak amacı ile şöyle demiştir.

İşte Yusufoğlunun yazdıkları: “Kur’an’da recm cezası geçmez, İslam toplumunda zinaya ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir, daha sonraları fıkıh oluşurken recmi savunanlar Peygamber’e ve sahabeye atfedilen rivayetlere dayanmışlardır. Muhammed zamanında Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezasının verildiği, ama zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Görülüyor ki Yalçın Yusufoğlu da bizim şeratçı profesörlerimiz gibi gibi İslam’ı yüceltme amacıyla gerçekleri örtbas etmeye çalışıyor. Örneğin şu cümleye dikkat: “Muhammed zamanında Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezasının verildiği, ama zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Burada iki yanlış var. Bir: “Müslüman topluluğuna ihanet edenlere recm cezası verilmez onlar boynu vurularak öldürülür. Recm cezası zina yapanlara verilir ve ceza da Allah’ın emri olarak kabul edilir.

Şimdi gelelim bu konudaki gerçeklere:

Birinci yanlış için açıklama: Yusuf adındaki kişi “Kur’an’da recm cezası geçmez.” diyor.  “Evet, Kuran’da “recm” cezası diye bir sözcük geçmez. Ancak Kuran’ın Maide suresinin 44 ve 45. ayetinin söyleniş nedenlerine (Nüzul Sebeplerine) bakılırsa İslam Peygamberi’nin rec cezasını allah’ın emri olarak kabul ettiğini görürüz. Örneğin: Zina yapanın elini yüzünü boyayıp gezdiren Yahudilere, İslam Peygamberi: “Niçin bunu recmetmiyorsunuz. Kitabınızda zina yapanın cezası recm değil midir. Allah’ın emri ile hareket etmeyen kimseler, zalimdirler, kafirdirler.” demiştir. Bu konuda bilgi sahibi olmak isteniyorsa Kuranın 5/44 ve 45 ayetlerinin söyleniş nedenlerine (nüzul sebeplerine) bakmalıdır. Bu demektir ki Kuran’a göre İslam Peygamberi “Recm  cezasını” Allah’ın emri olarak görüyor. Şeriatla yönetilen ülkelerde de  recm cezası bu ayetlere dayanılarak uygulanıyor; elbette bir de hadislere dayanılarak…

İkinci yanlış için açıklama:  Yalçın Yusufoğlu: şöyle diyor “İslam toplumunda zinaya ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir… Zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Dikkat ediyorsunuz değil mi, İslam’da recm cezası olmadığını göstermek için ne akrobatlıklar yapılıyor. “İslam toplumunda zinaya (zinanın olacak HB) ilk kez Ömer zamanında uygulandığı söylenir… Zinadan recmedilen kadın veya erkeğin bulunmadığı belirtilir.”

Uygulandığı söyleniyor ama recmedilen kadın veya erkeğe rastlanmıyor… Görüldüğü gibi, bütün İslam alimleri gibi, gerçekleri söylemeye yazarımızın dili varmıyor…

Bütün İslam Allameleri İslam’a toz kondurmamak için böylesine akrobatlıklar yapar. Ama kafası çalışan biri de bu söylenenlere güler geçer… Güler geçer ama  kafasını çalıştırdığı için de dinsiz etiketini yer.

Hayır, recm cezası bizzat İslam Peygamberi tarafından uygulanmıştır. Bu konuda da yurdumuzda bulunan ilahiyatçı profesörler, ki bunların başında Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve diğerleri gelir, ağız birliği ederek “İslam’da recm yoktur”diye yaygara koparırlar. Koparırlar ama, koskoca İKÖ kendilerini yalanlar.

Bu yaygaralar gösteriyor ki bizimkiler kendi dinlerinin emirlerinden utanmaya başlamışlardır. Bunlar bu utançlarını “Dikbaşlılık etmesinden kuşkulandığınız kadınlarını dövün!” (K. 4/34) ayetini; kadına dayak atmanın günümüz anlayışı ile bağdaşmadığını anlamış olduklarından, “hafifçe dövün”e çevirmişlerdir. Sanki kadını hafifçe dövmek onur kırıcı değilmiş gibi… Görüyorsunuz değil mi iİslam’ı şirin göstermek için nasıl kıvırıyorlar… Kıvırıyorlar ama Güneş balçıkla sıvanmaz ki…

“Biz şeriatı tanırız, zina yapan kadını taşlayarak öldürürüz, bu  bizim hukukumuzdur, ülkelerimizin iç meselesidir, işimize karışmayın” diyen İslam Konferansı Örgütü’nün bu açıklamasına itiraz etmeye korkan AKP iktidarı bir de AB’ye girmeye kalkıyor. Zina yapan kadını taşlayarak öldüreni almazlar arkadaş. Önce ortaçağ anlayışından kurtulmak gerek.

Ne var ki bunlara ne desek boşuna. İnanmışlar bir kere.

İşte şu hadis de İslam Peygamberi’nin zinaya recm cezasını uyguladığını göstermektedir:: “Cüheyna kabilesine mensup bir kadın Nebi salla’llahu aleyhi ve selemle geldi. Zinadan gebe kalmıştı. Rasullüllah’a: Ya rasulüllah, haddi (cezayı) gerektiren bir iş yaptım, bana haddi icra et (zinanın cezası neyse ver) dedi. Resulullah kadının velisini çağırdı ve ona “Buna iyi davran, hamilini vaz edince (doğurunca) de bana getir. “ dedi. Kadının velisi de emredileni yaptı. Nihayet kadın doğurup da huzura getirilince; Rasulüllah “Müşarün ileyhanın recme müheyya bir hale getirilmesini.” (cezaya hazır bir hale getirilmesini) buyurdu. Kadının elbisesi sıkı sıkıya bağlandı. Sonra Rasulüllah emir verdi, kadın taşlandı. Daha sonra da namazını kıldı. (Bak. 22 nolu hadis). (Müslim rivayet etmiştir.) (Bak. Riyâz’üs sâlihin Tercümesi. İmam Nevevi. Vakit Yayını. İstanbul 2003. 2. cilt. s. 633)

Bu olay diğer hadis kitaplarında da dile getirilir. Ne var ki bu kadın zina suçunu kiminle işlemiştir, bu gizlenir… Denmez ki:  “Bir kadın kendi kendisi ile zina yapamaz, erkek nerdedir?” Bu kadınla zina yapar erkek kimdir, nerdedir?

Gerçek bir krem kutusuna sığdırılır da; yalan dünyaya bile sığdırılamaz…

Gönder Yalçın Yusufoğlu’na. Bakalım ne yanıt verecek sana?

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta,  5.4.2005

X

Sayın Balta,

Çok teşekkürler sevgili Hayri beyciğim…ellerinize sağlık…

AKP nine ne mal olduğunu biliyorduk da bilmeyenler ye da saf toriklik edip değiştik. iddialarına inananlar da pek çoktu.

Ha simdi anladılar onlar da ne olduklarını.

İslerine gelen durakta terk ederek demokrasi tramvayını.

Zaten öyle dememsimiydi bu günkü başkanları.

Saygılar sunuyorum efendim.

Cetiner Çalış, 5.4.2005

X

Sayın Doktorum,

Önce sevgi sunuyorum.

Gönderdiğin e-postanın okunmadığını bildiriyorum.

Gelen mesaj aşağıdaki gibi. Gönder okunan yenisini.

Her ikinize de sevgiler,

  1. 23.5.2005

x

**************************************

Subject: benim yorumum en sonda

Sn. H.B.

Benim yorumum: örümceği anlamaya kafamız yetmiyorsa, Allah’ı nasıl anlayacağız ki?

Bilimciler her şeyi bilmez, ama arar bulur; dincilerse her şeyi Allah’a havale eder.. Allah bize aklı niye vermiş?

Dünyada bu kadar inanmış gafil varken, insanları bu hurafecilik felaketinden kurtarmak ne kadar zor. Belki de hiç mümkün olmayacak? Cehennem azabı dedikleri herhalde bu inatçı kafaların verdiği ıstırap olsa gerek

Büker

Osmanlı tuzağı

Bugünlerde mutlaka okunması gereken kitaplardan biri, Cengiz Özakıncı’nın son kitabı: “Türkiye’nin Siyasi İntiharı ‘Yeni Osmanlı’ Tuzağı”…

ABD’nin Türkiye’yi İslam devleti yapma çabaları aslında yeni değil…
Atatürk devrimi, sadece 15 yıl sürmüş, Ata’nın öldüğü 1938 yılı 10 Kasım’ından itibaren geriye dönüş süreci başlamıştır.

1946’dan itibaren ABD ile geniş tavizler içeren ikili anlaşmalar imzalanmış, 1949 yılına gelindiğinde Amerika Türkiye’yi çoktan fethetmiştir.

1949’da, İsmet İnönü’nün Başbakan’ı Şemsettin Günaltay, bakınız nelerle övünüyor:
“…İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan hükümetin başbakanıyım. Bu ülkede Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkatmak için imam hatip kursları açan bir hükümetin başbakanıyım. Bu ülkede Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için ilahiyat fakültesi açan bir hükümetin başbakanıyım…”

Ve kitaptan bir başka çarpıcı bölüm:

“1949’da Türk Milli Eğitimi Amerikalı uzmanların denetimine geçtikten sonra Atatürk’ün yazdığı tarih kitapları okutulmaz olmuş, Osmanlı tarihi bir savaşlar ve meydan muharebeleri tarihine indirgenmiş, bilimsel buluşlarda geri kalındığı için Avrupa’nın gerisine düşüldüğü gözlerden kaçırılmıştır.”

Bugünkü kaçıncı cumhuriyet bilinmez ama ikinci cumhuriyet İsmet İnönü döneminde başlatılmış, Atatürk’ün kurduğu onurlu cumhuriyete daha o zaman veda edilmiştir.

Melih Aşık – Açık Pencere – Milliyet – 05.06.2005

+

Çetiner Dostum,

Önce sevgi sundum. Yazılarıma gösterdiğiniz ilgiden memnun oldum.

Değil mi ki tartıştığın inanç grubu var. Bu durumda gözden geçirerek yeniden yazdığım “aydınlanmaya katkı” adli kitabimin Tanrı bölümü ile ilgili olan yazımı kullanmanda yarar var.

Sitem için yazdığım yazlar dipsiz kuyuya atılan taslar gibi.

Gönderdiklerimin;

“… aldım, teşekkür ederim”

ya da

“… benim için zaman harcama!” demeye değmiyor eli

Düşünüyorum, sessiz kalan bu dostlara göndermeli mi göndermemeli mi?

Yavaş yavaş sileceğim ilgisiz kalan dostların mektup dosyamdaki  adreslerini…

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler sana…

H.B. 11.10.2005

X

D – TANRI:

  1. İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığı günden bu yana Tanrı düşüncesi insanları meşgul etmiştir. Başlangıçta Tanrı düşüncesi insanların doğa karşısında, bilgisizliğinden, korkusundan, yetersizliğinden doğmuştur. Bir sel baskını, bir yıldırım düşüp yangın çıkması, bir deprem olup onlarca kişinin ölmesi veya kaybolması üzerine ilkel insanlar bu olayların kendi günahları yüzünden Tanrılarının kendilerine verdiği ceza olarak kabul etmişlerdir.
  2. Zamanla tek Tanrı düşüncesine indirgenen bu düşünce giderek gelişime uğramış ve günümüzde kimi aydınlarımız tarafından en sağlıklı bir zemine oturtturulmuştur. Artık Doğa’nın, Evren’in, insanın dışında bir Tanrı aramanın bilimsel düşünceye aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Tanrı sözcüğü, çeşitli kavramları simgeleyen dinsel bir terime dönüşmüştür. Bu gelişmeyi Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemiştir: “İnsan bilgi sahibi oldukça, korkudan kurtuldukça, imgesel varlık gider  yerine bilge insan gelir.”
  3. Bütün dinler kölelik dönemi ile egemenlerin toplumu yönetme ve tepkisizleştirme (miskinleştirme) aracı olarak kullanılmıştır. Her ne kadar solcular dinlerin oluşmasını sınıfların ortaya çıkmasına bağlamışlarsa da; dinler, sınıflar olmadan ortaya çıkmıştır. Çünkü dinlerin nedeni toplumsaldır, kültüreldir, ruhsaldır. İlkel toplum aşamasında bile Allah, din inancı toplumu etkilemiştir. Sınıflar ortaya çıkmadan önce de insanlar din kurumunu oluşturmuştur.
  4. Sınıflı toplumlarda dinler ezilen sınıfları durağan, tepkisiz, miskin bir insan olarak eğitmiştir. Toplumun bireyleri hak aramaktan yoksun olarak haksızlıklara direnmeyi akıl bile edememiş, bu dünyayı cennete çevirmek dururken şu dinli şu dinsiz diye ortalığı kan gölüne çevirerek güzelim dünyayı cehennem etmiştir. Bu dünyayı cehenneme çevirirken de öldükten sonra cennette yaşamayı ummuştur. Bunun sonucunda insan kendisine yabancılaşmıştır. İnsan kendisine yabancılaşınca bilgisizliğe, yoksunluğa, yoksulluğa, bağışıklık kazanmıştır.
  5. Şaşırtıcı olanı insanların bu durumda olması bir beceriymiş (meziyetmiş) gibi gösterilmiş; öyle ki insanlar pasifliğe, tepkisizliğe, miskinliğe özendirilmiştir. Bunların başında egemenlere şirin görünmek isteyen din adamları gelmektedir. Kaldı ki din adamları tarih boyunca egemenler tarafından kullanıla gelmiştir ve halen de bu durum sürüp gitmektedir. Egemenler de din adamlarının halkı uyutması karşılığında onları görüp gözetmiştir. Din adamlarının kendilerine sadakatlerini ödüllendirmiştir. Din adamları da bu görevi başarı ile yerine getirdikleri için her dönemde devletin, egemenleri tarafından korunmuş ve el üstünde tutulmuştur.
  6. Din adamlarının asıl görevi din düşüncesinin insana, aslından gerçeğinden, saptırılarak yanlış öğretmektir. Şunu önemle belirtmek gereğini duyuyorum ki insanları Tanrı’dan uzaklaştıran din adamlarıdır. Böylece insan başına geleni Tanrı’dan sanarak bütün haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara sabırla katlanmayı bir sınav sanmaktadır. Oysa bütün bu haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara katlanmamayı bir insansal görev bilen toplumlar sefil ve perişan yaşamaktan kurtulmayı başarabilmişlerdir.
  7. Tanrı kavramı ile din duygusu hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Tanrı kavramı, dinsel bir terimdir. Erdem’in içeriğinde bulunan bütün olumlu kavramları kapsayan simgesel bir demettir. Tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağı yukarı şöyle yapılır: “Eşi ve benzeri olmayan; bütün eksikliklerden uzak, her şeyi yoktan var eden, insanı ve diğer canlı cansız her şeyi yaratan, koruyan, rızkını veren, gücüne ve büyüklüğüne denk olmayan, her şeye gücü yeten (kadir olan), yazgımızı (kaderimizi) belirleyen, sonra da dilediğini kafir, dilediğini Müslüman eden, sonra da kafir ettiklerini cehenneme sokan, yaptıklarına akıl-sır ermeyen dokunulmaz (la yüssel) bir somut (maddî ) olarak var olmayan soyut bir kavramdır. ”
  8. Görüldüğü gibi ne kadar olumlu nitelikleri kapsayan kavramlar varsa; onlarla, imgesel (hayali) bir varlık yaratılmaktadır. Sonra bu var sandıkları bu kavrama birbirleriyle yarışırcasına yağ çekerek yalakalık yapmaktadırlar. Uydurmada uyuşmakta, yalanda yarışmaktadırlar. Bu yalanlar, uydurmalar öylesine sık yinelenmektedir ki; herkes kendi yalanını gerçek sanmakta, hayalinde yarattığı bir kavrama gerçekten varmış gibi tapmakta ve ondan dualarla dilekte ve istekte bulunmaktadırlar.  Oysa bu tanım bilime aykırıdır. Determinizmim kuralı gereğince her sonucun bir nedeni vardır. Sebep sonuç kavramına takınırsak başlangıcı bulamıyoruz. Oysa başlangıç diye bir şey oktur. Var olan ne varsa vardan vardır ve vardan zuhura çıkmaktadır. Lavasion yasasına göre “Hiçbir şey yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz.” (Maddenin sakınımı yasası…) Bilimsel gerçeğe aykırı olan bu dünya görüşü; akla da, mantığa da aykırıdır. Akıldan ve muhakeme yürütmekten korkan insan bilgisizliğe, yoksunluğa ve geri kalmaya mahkum olmaktan kurtulamamaktadır. Aklını kullanma tapınmaya ve dualara sarılmaktadır.
  9. Hele Kuran’da bulunan şu ayet “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü maddesindeki” “Herkes düşünme, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” (Mad. 9) ilkesine aykırı olduğu gibi Anaasamızın10. maddesinde geçen “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Kuralına da aykırıdır.

İşte ayet: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29)

Ne demek “hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşmak?” ( K.Tevbe. 9/29)

Böyle bir düşünceyi insanlığa kabul ettirmeye çalışanın kafasına çökerler terörist diye… Böyle bir anlayış günümüzün ahlak, akıl ve hukukuna aykırıdır.

  1. Oysa dinin temeli akıldır. Barış sevgi, hoşgörü ve inançlara saygıdır.

“Aklı olmayanın dini de yoktur” denir. Bütün dinlerin asıl amacı insanın kendi iradesini kullanarak kendini olgunlaştırıp mükemmelleştirerek insanların barış ve sevgi içinde yaşamasını sağlamakken günümüz tek Tanrılı din anlayışı bu kuralı bozmuştur.

Din insanlar için olacağına; insanlar din için olmuştur ve böylece  insanları yalnızca tapınmaya yöneltmiştir. “Yat, kalk! Kabul eden Hak!” denilmiştir. Hatta öyle ki “Her türlü günahı ölünceye kadar işle; ancak ölürken tövbe et, bir salavat getir doğru cennetliksin!” denmiştir.

Ne tehlikeli bir anlayış. Böyle bir anlayış bütün kötülüklerin kaynağı olmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü yapılan kötülük (günah) af dilediğinde, Müslüman olunduğunda nasıl olsa bağışlanacak inancı vardır.

  1. Aklı kullanmadan, düşünmeden; yatıp kalkmak, oruç tutmak, hac’ca gitmek, kurban kesmek insanı olgunlaştıracağına hamlaştırır. Müslüman olmayanları karşı kin ve düşmanlığa motive eder.

Açık kanıtı yüzlerce cihat ve şiddet ayeti yanında K. 9/29 ayetidir. Yeniden okuyalım: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29)

Oysa dindar olmak demek; ahlak, edep, marifet, hikmet ve her bakımdan bilgili, hikmetli bir bilge olmayı öğrenmek ve insana, aklını insanlık yararına kullanmayı ve dini, ırkı, inancı ne olursa olsun insanları sevmeyi öğretmektir…

  1. Bu durumda Tanrı’nın akla, bilime ve mantığa uygun bir tanımı yapmak gerekmektedir. Böyle bir tanım ancak şu biçimde yapılabilir:

“Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır. (Esmaül hüsna dedikleri…)”

Bu tanım; akla, mantığa, bilime ve gerçeğe uygundur. Bu tanıma göre insanın kendisi dışında bir varlık aramaması; her ne ararsa kendinde araması gerekmektedir.

Bu gerçeği Hacı Bektaş-i Veli şu mısralarla dile getirmektedir.

“Hararet nardadır, saç’ta değildir.

Dervişlik baştadır taç’ta değildir

Hakkı arar isen gönlünde ara

Mekke’de, Kudüs’te, Haç’ta değildir.

(BÜTÜN YÖNLERİ İLE BEKTAŞİ Fıkra ve Nükteleri. Kaynak Kitapları 5. Ayyıldız Yayınları. s.16)

Gökte bulunduğu sanılan bir Tanrı’dan haber ve bilgi geldiğine inanmak insanın kendi aklına vurduğu en büyük kettir (engel). Tanrı kavramı, bütün olumlu kavramları, yüce değerleri, genel doğruları gibi kavramları içerir. İnsan, bu kavramları yaşamına uygularsa huzur içinde (Cennet’te); uygulamazsa huzursuzluk içinde (Cehennem) olur.

  1. Peygamberler; eski çağlarda toplumun din konusunda en bilgili ve bilge kişileri olup günümüzde bunlara aydın denir. Bunların toplum yararına olduğu sanılan bütün sözleri yüceltilerek Tanrı kelamı olarak nitelendirilir.

Bütün kutsal kitaplar; peygamberlerin, din adamı bilgin ve bilge kişilerin sözleridir… Bu nedenle Peygamberleri görüşlerine göre değerlendirmek gerekir.

Peygamberler; görüşlerine inandırıcılık sağlayabilmek ve kendilerini topluma kabul ettirmek için Allah’ın sevgili kulu ve peygamberi olduklarını ileri sürerler…

Oysa Tanrı rabbil alemindir. Yalnız peygamberlerini değil; doğru, dürüst, erdemli yaşayan herkesi sever ve bunlara seslenir.

Yeter ki insan, insanlığına yakışır bir erdemli yaşamı ilke olarak benimsesin ve yaşamına  uygulasın. Peygamberlerini seven Tanrı, doğru dürüst yaşayan, kişiliğine leke sürmeyen insanları niçin sevmesin.

Kaldı ki Tanrı’nın peygamberlerini sevdiği de kuşku götürür. Eğer dedikleri gibi Peygamberlerini sevmiş olsaydı onları, çocuklarını ve torunlarını ölümden kurtarırdı.

Çünkü peygamberlerden çoğu öldürüldüğü gibi İslam Peygamberinin de Ehl-i Beyti (Aile bireyleri…) kılıçtan geçirilmiş, yakalanmayanlar ise yaşamını sürgünlerde sürdürmek zorunda kalmıştır.

En sevgili peygamberi olduğu ileri sürülen peygamberin Hüseyin adlı torunu ile ailesi Kerbela’da susuz bırakılarak öldürülmüş; büyük torunu Hasan ise zehirlenmiştir.

Bütün bunlar olurken Allah kılını bile kımıldatmamıştır. Tanrı, peygamberlerini bu kadar severmiş de peygamberleri ve torunları öldürürken neredeydi?

Bu tür Tanrı’yı bilmemekten ileri gelir. Bu tür insanları gördükçe; bunların, Tanrı kavramından habersiz olduklarını görürüm.

Hiç Tanrı; kâfir, mümin ayrımı yapar mı? İnsanları kafir-mümin diyerek birbirine düşürür mü?

Gelin şu Tanrı kavramını anlamaya çalışalım ve “Bütün yaratılmışları yaratandan ötürü sevelim…”

Bu önerim rahmanî mi, şeytani mi?

Av. Bilge Balta, 25.8.2007

X

Diyarbakırlıoğlu

Sevgili güzel  bilge insan Hayri Balta

Soyadınız  gibi  kesen  parçalayan  değil  de  birileştiren  ışık  saçan  en  eski  kandil gibisiniz. Sizi  anlayan  anlıyor da anlamayana  nasıl  anlatırsınız sayın  bilge?

08.07.2006  tarihli  Alevilik  ile  ilgili  yazınızı  zevkle  okudum. Tamamına katılıyorum.Çocukluğumuzda çıra söndürmelerden ve karanlıkta kadın  erkek  birbirleriyle bu  gününün  deyimiyle  toplu  seks  yaptıklarını  anlatırlardı. Çocuk  olduğumuz  için  bir şey  anlamazdık. Bir şeyler  öğrendikçe  Alevilerin  Cumhuriyete  Atatürk’e  nasıl  da sahip  çıktıklarını  gördükçe , ne  büyük  haksızlığa  uğradıklarını  daha  iyi  anladım.

Sayın  Bilge  kişi  Size  sık  olarak  yazamıyorum. Beni  bağışlayın. Yazılarınızın  tümünü okuyorum .  Benim  işim  yazmak  değil  çizmek. S.S.S. kitabınızı  bitirmek  üzereyim. Çizerek  okuduğum  için  ağır  gitti.

Sevgiyle  kalınız.

Diyarbakırlıoğlu, 11.7.2006

X

 

Elvin Kardelen.

Sayın Hayri Bilge Balta,

Ben Elvin Kardelen. Geçen dönem size ödevimle ilgili sorular sormuştum. Ilginize çok teşekkür ederim. Bu yıl 3. sınıfa geçtim. Medeni Usul Hukuku hocamız, bayramdan sonra Salı günü teslim edilmek üzere bize ödev verdi. Yargıcın Yasin’e Ettiği başlıklı haberi sınıfa dağıttı ve sorular yazdırdı altına. Kitaplardan okumaya araştırmaya devam ediyorum. Sizin de görüşünüzü öğrenmek isterim. Haberi ve soruları aşağıya yazdım.

+

“Yargıcın Yasin’e Ettiği

Trafik kazası sonucu felç olan 10 yaşındaki Yasin Keser, dört yıldır süren davanın duruşması için sağlık durumu tespiti için ambulansla adliyeye getirildi.

Antalya’da dört yıl önce evlerinin önünde oyun oynarken bir otomobilin çarpması sonucu omuriliği zedelenerek felç olan, sekiz ay yoğun bakımda kaldıktan sonra artık solunum makinesine bağlı yaşayan Yasin’in çilesi bitmek bilmiyor.

Anne Fatma Keser ve baba Selami Keser’in, 22 yaşındaki sürücü Haluk Yılmaz aleyhine Antalya 7’nci Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açtığı tazminat davasına dün devam edildi.

Hakimin son sağlık durumunun tespiti için çağırdığı Yasin adliyeye ambulansla getirildi, ancak duruşma salonuna çıkarılmasına gerek görülmedi. Aşağıya inen mübaşir, adliye önünde ambulansla bekletilen ve sağlık raporu için hastaneye götürülmesi gereken çocuğun koluna mahkeme mührünü bastı. Kolu mühürlenen Yasin aynı ambulansla hastaneye götürüldü ve son durumuyla ilgili rapor alındıktan sonra evine döndü.

Anne Fatma Keser, “Yıllardır duruşmaya gidip geliyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de çocuğu istediler, ambulansla getirdik. Yasin’i dördüncü kattan aşağı indirip çıkarmak riskli. Apartmandan indirirken sedyeden düşme tehlikesi atlattı. Beş kişi indirip çıkarıyoruz. Çocuk nefes almıyor. Resimlerini, raporlarını götürdüm. Kendisini görmek istediler. Omurilik zedelenmesi nedeniyle boyundan aşağısı tutmuyor. Nefes almakta zorlanıyor, solunum cihazına bağlı yaşıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de hasta haliyle adliyeye çağırılıyor” diye konuştu.

Tutuksuz yargılanan sürücü aleyhindeki ceza davası da dört yıldır devam ediyor.”

Yargılama kuralları çerçevesinde hakim böyle davranmayıp ne yapabilirdi?

  1. Teknik olarak ne yapabilir?
  2. Etik olarak hakimin yaptığı şey niye yanlış?
  3. Hakimi böyle davranmaya iten şey nedir?

İlginize teşekkür ederim. Yanıt verirseniz sevinirim.

Elvin Kardelen, 22.10.2006

X

Sayın Elvin,

Önce sevgiler der, başarılar dilerim

İlgine teşekkür ederim.

Ne var ki ben 15 yıldır avukatlık yapamıyorum.

Hastalık nedeniyle bildiklerimi bile unutuyorum.

 

Bu nedenle seni yanlış yönlendiririm korkusu içindeyim.

Yine de bildiklerimi söyleyeyim.

Sorulara sırasıyla yanıt vereyim:

  1. Hastanın konumu ile ilgili konuda uzman olan doktorlardan bir kurul oluşturularak Yargıç da dahil olmak üzere hastayı evinde ziyaret ederek bir bilirkişi incelemesi yapılabilirdi.
  2. Yargıç, davacı hastaya eziyet etmiştir.
  3. Yargıç ne görmüşse onu yapıyor, olaya yeni bir bakış açısı ile bakamıyor.

 

Beni size söyleyeceklerim bu kadar.

Çalışmalarında başarılar…

Sevgiler sana,

Av. Bilge Balta, 29.10.2006

X

Emre Kongar

AYDIN, GERÇEKLERİ SÖYLER

Sayın Emre Kongar,

Sevgiler, saygılar; bilimsel niteliğinizden ötürü size derin saygım var. Ancak İslam söz konusu olunca, gerçekleri söylemekten çekinmeniz nedeniyle size olan saygım, sevgim bocalar…

Aşağıda genç bir arkadaşın sizinle ilgili bir yazısı var. Bu yazınızda kullandığınız şu cümleler gerçek saygısı içinde olanları yaralar. İki satır yazınız içinde düzeltilmesi gereken çok konular var:

Örneğin şöyle demektesiniz: “İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)

Bir kere İslam dini; son din değildir, İbrahim dinine bir dönüştür.

Kaldı ki  İslamiyet’ten sonra da  yüzlerce din gelmiştir; ne var ki bunlar, mevcut dinlerin etkisi ile ve bir de “Ya imana geleceksin, ya öleceksin!” demedikleri için  güçlenememiştir.

Aşağıdaki kurallarını sıraladığım bir inanç sistemine nasıl olur da “… çağdaş bir inanç sistemi…” diyebiliriz?

Köleliği-cariyeliği olumlayan, kadına dayak atılmasını hoş gören, dörde kadar almaya cevaz veren, koşullar oluştuğunda Hulle yapılır deyen, hırsızın elini kesen, ağır suç işleyenin elini ayağını çapraz kesen, zina yapan evlileri taşlayarak öldüren (Recm), bekarlara ise yüz kırbaç vuran, dininden dönenin katlini vacip gören, İslam  olmayan ülkeleri darül harp gören ve bunlarla dost olmayı yasaklayan” ki bu çağımızın; ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı kurallar saymakla bitmez.

Genç yazarımız; aşağıda yazısında, ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı  ayetlerden birkaç örnek vermiştir. Bakalım Sayın Hocamız bunlara ne deyecektir?

Hele son tümceniz düşünmeye değer. Merak ediyorum bu İslam dininin ürünleri neler? İlimde mi, fende mi, sinemada mı, sporda mı, teknikte mi, buluşta mı… Bunlar da saymakla bitmez ve kaldı ki yazının ikinci bölümünde “niçin geri kaldık?” sorusu ile siz de bu gerçeklere yüzeysel de olsa değinmektesiniz…

Ülkemiz; bu gün laiklik ile irtica arasında çıkmaza düşmüşse, bunun sorumlusu,  sizler gibi gerçekleri ters yüz eden Kemalist aydınlardır. Sizlere Kemalist Müslümanlar da diyebiliriz ki; başat özelliğiniz İslam dini ile laikliği bağdaştırmaya çalışmanızdır…

Kemalist Müslümanlar; Ne Türklerin önderi Atatürk’ü, ne de Arapların önderi Muhammet’i anlamışlardır. Bu ikisi arasında yüz seksen derecelik uzlaşmaz bir zıtlık vardır. Bilimsel niteliği olan bir aydın bu ikiliyi bir arada kabul edemez.

Bu iki önder arasındaki zıtlığı anlamadıkları içindir ki demokrasi adı altında iktidarı, altın tepsi içinde, şeriat özlemi ile yanıp tutuşanlara sunmuşlardır ve şimdi de işin içinden nasıl çıkacaklarını araştırmaktadırlar.

Zaman aydınlık düşüncelilerle ülkemiz aleyhine işlemektedir.  Genel Kurmayımız bu gerçeği şu yargısı ile dile getirmiştir. “Bölücülük ve İrtica en büyük ve en yakın tehlikedir!” Yaklaşmakta olan tehlikeyi önlemek için hiç olmazsa aydınların doğru olanı ve gerçekleri söylemesi gerektir.

Tarih, gerçekleri doğruları ve gerçekleri söyleyenlere yer verecektir; söylemeyenleri ise, silecektir.

Sizin toplumumuz üzerinde büyük bir etkinliğiniz var. Gerçek dışı en küçük bir açıklamanız sizin bilimsel niteliğinizi ve bizi yaralar.

Siz bilimsel kişiliğinize sahip çıkmazsanız, kim sahip çıkar?..

Bizler de gerçekleri söylemezsek kim söyler?…

Saygılarımla,

hayri@bilgebalta.com – 11.9.2006

+

İNSAN; DEĞİŞİME İNANANDIR

 

Emre KONGAR “Kültür Üzerine” adlı eserinde İslam dini üzerine şunları söylemektedir:

“İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)

 Herhalde şu ayetler Sayın Kongar’a göre saygıdeğer ve çağdaş görünüyor;

Nisa 89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.

Nisa 91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine baş aşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.

Bakara 191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.

Tevbe 5- Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.

Maide 38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.

Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihat, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.

Nahl 75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel bir rızık verilen ve o rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah’a mahsustur. Doğrusu insanların çoğu bilmezler.

Sayın Kongar’ın bu ayetlerden habersiz olması olası değildir. Kendisi Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük sosyologlarından biridir. Çok güzel tespitleri bulunmaktadır.

Bakın Sayın Kongar aynı eserinde bu sefer de şu tespitlerde bulunmaktadır:

 “…işaret etmek istediğim nokta , Türkiye’nin kurtuluşunu İslam’da görenlerin önce, niçin İslam topluluklarının geri kalmış olduklarına ilişkin akılcı ve bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olduklarıdır. Hem en ileri, hem en güzel, en geliştirici dine sahip olacaksın, hem din toplumsal ilerlemenin bir nedeni olacak, hem de geri kalacaksın. Bakın bu durumu açıklamak insanı nerelere götürüyor:

Din elden gittiği için geri kaldık savı. Bu savı ileri sürenler, (dikkat edin!) dinin elden gitmesinin nedenlerini açıklamak zorundadırlar: En güzel, en ileri olan din, yani Müslümanlık hangi nedenlerle güzsüzleşmiştir? Güçsüzleşmeye neden karşı koyamamıştır? Elden giden dinin yerine ne gelmiştir? Yerine gelen şey, neden gerileme nedeni olmuştur? Müslümanlığın yerine gelen şey, ahlaksızlık ve zındıklık ise, kendisini ahlaksızlık ve zındıklığa karşı koruyamayan bir din, ne denli geçerlidir? Dinin asıl görevi ahlakı ve Allah korkusunu yerleştirmek değil midir?” (2)

Biz sadece Müslümanları değil tüm dünyanın düzen içinde barışçıl bir ortamda kardeşçe yaşamasından yanayız. Yalnız bu barış için savaşım gerekmektedir. Barış için savaşa evet dememiz, geleceği böylece güvence altına almamız gerekmektedir. Oysa İslam dünyasının böyle bir kaygısı yoktur. İslam dünyası değişime şiddetle karşı çıktığı için her zaman bir anarşi ortamında birbirlerini yok etmektedirler. Yalana hayır demeyen hiç kimse bu anarşiden kendini ve toplumu kurtaramaz.

Din olgusu soyut bir kavramdır. Din insanımsının düşüncesizliğidir. Bu düşüncesizliği, dini yok etmekle değil, bilimle-düşünceyle-düşünmeyle çözebiliriz. (Toplumsal gelişmenin evrimsel sürece bağlı oluşu, düşünsel gelişimi de bir sürece tabi kılmaktadır. )

Sayın Kongar biraz daha öz verili ve tutarlı olsaydı  (arada kalmasaydı) aydınlığa daha büyük katkılarda bulunabilirdi.

Ahmet Taner KIŞLALI ve Bahriye ÜÇOK gibi “dini çağdaşlaştırma” veya “birilerine yaranma” politikası içerisinde olanlar ne aydınlığa bir fayda sağlayabilir ne de aydın sıfatı kazanabilirler.

Din değişimi kapısından içeri sokmaz. Değişim her zaman dinsizlik olarak görülmüştür. Değişim sömürünün, yalanın zehiridir. İnsanımsı dine inanırken, insan değişime inanmalıdır. Değişim yoksa evren de yoktur.

Değişim devletleri de kapsamalıdır. Değişim geçirmeyen bir devlet devletsizleşmiş demektir. Örneğin Osmanlı bir din devletsizliğiydi. Devlet asla din ile bir araya getirilemez. Din içeren bütün devletler, devletsizliği yani eşitsizliği-düzensizliği-karmaşayı-anarşiyi beraberinde taşır.

Bir toprak parçası üzerinde hüküm kurmakla devlet olunmaz. Devlet birey için vardır, toplum için vardır. Devlet toplumdaki tüm bireylere eşit haklar tanımalıdır. Bunu tanıması için bireycilerin oluşturduğu topluluklar, bireylerin oluşturduğu topluma dönüşmelidir. Bu toplum-bireyler değişimi her zaman içerisinde taşımalı ve yaşatmalıdır.

Osmanlı devletsizliği milyonlarca bireycinin-sürünün emeğiyle parazitleşmiş, değişimi içinde barındıramadığı için de yok olmuştur. Din’in yaşam alanı da bu devletsizliklerin yıkılması-kurulması aşamalarındaki karmaşa ortamıdır. Devletsizlikle din iç içedir. Devletsizlik dini, din devletsizliği yaşatmaktadır.

Değişim insanoğlunun inanacağı tek şeydir. Değişimler her zaman belirli kuralarla gerçekleşir. İnsan da bu kuralları bilim ile açığa çıkarmalıdır. Doğru değişmekle birlikte tektir. Zaman-mekan içerisinde bu değişim gerçekleşir. İnsan değişimi iyi kavramalı ve kurallarını belirleyerek devletleşmelidir-düzenleşmelidir.

1- Emre KONGAR “Kültür Üzerine” Çağdaş Yayınları, 2.B s.152 1984

2- Aynı eser. s.154

http://tanselsemir.blogspot.com/

Güncelleme: 12.9.2006

X

Engin Onur

Sayın Hayri Balta,

Sizinle yıllar öncesinden, ateist, agnostik, şeriat karşıtı ve aydınlanma yanlısı we sitelerinin haberleşme grubu olan Talkan zincirinden tanışıyoruz. Ben Deicide takma adı ile katılıyordum. Daha sonra yine o gruptan tanıştığımız arkadaşlarla, http://www.ateizm.org adında bir web sitesi ve bu siteye bağlı http://forum.ateizm.org adresinde bir forum kurduk.

Site bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla Internet’te Türkçe dilindeki konusunda en büyük kaynak ve yüzü aşkın katılımcısı, binleri bulan ziyaretçisiyle en büyük tartışma platformu.

Bildiğiniz gibi son zamanlarda Adnan Hoca adıyla faaliyet gösteren Adnan Oktar, kendi hakkında eleştiri yapan web sitelerine karşı bir kampanya başlattı. Avukatları aracılığıyla kimsenin ayrıntılarına ulaşamadığı mahkeme kararları aldığı savıyla, herhangi bir duyuruda bulunmadan, savunma hakkı tanımaksızın bu gibi sitelere erişimi, Türkiye’nin Internet erişimi tekeli olan Türk Telekom üzerinden engelletiyor.

Kimsenin ilgili mahkeme kararını gördüğü yok hatta hangi mahkemenin bu konuda karar verdiğini, kararda ne yazdığını, bunun bir tedbir kararı mı yoksa kesin bir karar mı olduğunu da bilen yok. Hatta bu fiili durumu Türk Telekom’da yetkili tanıdıkları aracılığıyla ortaya çıkardığı konusunda ciddi kuşkular var. Türk Telekom, ilgili uygulamanın dayanakları sorulduğunda yanıt vermiyor ve site kurucuları, sahipleri genellikle şeriat militanlarına karşı kimliklerini gizleme yoluna gittikleri için herhangi bir şekilde itiraz edemiyorlar. Sonuçta fiilen bir sansür uygulanıyor, anayasal hak ve özgürlükler olan kişilerin düşünce ve kanaat açıklama ve toplumun haber alma özgürlükleri ayaklar altına alınmış oluyor. Bu uygulamalar zaman zaman basına yansımasına karşın, somut bir ilerleme henüz kaydedilebilmiş değil.

Yakın dayanışma içinde olduğumuz sitelerin ardından, aynı durum, bizim de başımıza geldi. Sitemize ancak anonim DNS hizmeti veren kurumlar üzerinden dolaylı olarak erişilebiliyor ve bunu da ancak teknik bilgiye sahip az sayıdaki Internet kullanıcı yapabiliyor.

Sizden bize hukuksal olarak yol göstermenizi rica ediyoruz. Nereye, nasıl başvurulabilir, söz konusu mahkeme kararı eğer varsa nasıl öğrenilebilir? Nereye ve nasıl itiraz edilebilir. Tabi bir çok şeriatçı örgüt ve bireysel teröristin namlu hedefi olduğumuz için, kimliklerimizi açığa çıkarmaksızın bunu nasıl sağlayabiliriz?

Yardımlarınız için şimdiden teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Saygı ve sevgilerimizle,

Ateizm.org yönetimi adına,

Engin Onur, 5.6.2007

X

Değerli Dostlar,

İletinizi aldım, beni hatırladığınız için memnun oldum.

Yapılacak ilk iş Telekom idaresinden Sitemizin hangi gerekçe ile ve hangi mahkeme kararı ile kapatılmış. Bu konuda bilgi verilmesi; aksi takdirde hakkınızda tazminat davası açacağımızın bilinmesi gerek. Bu ihtarname Noterden çekilirse daha iyi…

İkinci olarak bir tespit davası açmanızdır. Mahkemeye vereceğiniz dilekçede. Sitemiz Telekom tarafından hiçbir hukuki gerekçe ve mahkeme kararı gösterilmeden kapatılmıştır. Açacağımız tazminat davasına esas olmak üzere Telekom’un hangi hukuksal gerekçe veya hangi mahkeme kararına göre Sitemizin kapatıldığının tesbiti (saptanması) isteğimizdir… diye dava açılabilir.

Üçüncü olarak İstanbul Basın Savcığına sahte mahkeme kararları düzenlenerek sitemizin kapatıldığı kanaatindeyiz. Bu konuda soruşturma açarak Sitemizin kapatılma gerekçesi ve nedenlerinin tarafımıza bildirilmesi, diye dilekçe verebilirsiniz…

Dördüncü olarak Adalet Bakanlığına, BİLGİ EDİNME YASASI gereğince Sitemizin hangi mahkeme kararına veya hangi gerekçe ile kapatıldığının tarafımıza bildirilmesini rica ederiz diyebilirsiniz…

Beşinci olarak İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un kitaplarını yayınlayan KAYNAK yayınevinde İsmet Öğütçü’den bilgi alabilirsiniz.

Adresi: Meşrutiyet Cad. Kardeşler Han No.12/3Galatasaray?İstanbul.

Tel. 0212 252 21 56 – 99

E-posta: iletisim@kaynakyayinlari.com

Bütün bunlara ek olarak telefon numaramı veriyorum. 0212 255 92 21

Bu konuları telefonla konuşursak daha iyi olur diyorum.

Bir de topluğunuz adresine beni de alınız. Yazışmalarınızdan beni de haberdar etmenizi rica ediyorum.

Şimdi kalınız sağlıcakla…

Sevgiler hepinize…

Av. Hayri Balta, 6.6.2007

X

Değerli Hayri Bey,

Yanıtınız için çok teşekkür ederiz. Durumu kendi aramızda değerlendiriyoruz. Sizi de arayıp yüz yüze konuşmak isteriz.

Topluluğumuz haberleşmeyi mail listesi aracılığıyla değil, web sitemizdeki forumumuz aracılığıyla yapıyor. Sizi de aramızda görmekten onur duyarız. Tabi mevcut fiili durumdan ötürü forumumuza ulaşım Türkiye’den anka bir takım ayarlarla yapılıyor. Az bir teknik işlem gerekiyor ama kolayca yapabilirsiniz. Bunu aşağıya çıkarıyorum:

Başlat menüsünden çalıştır a girin

Windows XP kullanıyorsanız ====> c:\windows\system32\drivers\etc\hosts

Windows 2000 kullanıyorsanız ====> c:\winnnt\system32\drivers\etc\hosts

Windows 98 kullanıyorsanız ====> c:\windows\hosts

yazıp enter yaptıktan sonra çıkan pencereden notepad (not defteri)’ i seçerek açın

127.0.0.1 localhostun altına

208.131.134.76 www.forum.ateizm.org

208.131.134.76 http://forum.ateizm.org

208.131.134.76 forum.ateizm.org

208.131.134.76 http://portal.ateizm.org

208.131.134.76 www.ateizm.org

208.131.134.76 portal.ateizm.org

208.131.134.76 www.portal.ateizm.org

bunları yapıştırıp kaydedin.Artık Siteye Girebilirsiniz…

Foruma erişim için bu işlemlerden sonra http://forum.ateizm.org linkini kullanabilirsiniz. Bu haliyle forumda yazanları okuyabilirsiniz. Ancak tartışmalara katılmanız için kaydolmanız gerekiyor. Arkadaşlarım bu konuda yardımcı olacaklar.
Tekrar saygı ve sevgilerimizle esenlikler dileriz.

Engin Onur, 6.6.2007

X

Sayın Engin Onur,

Önce sevgi sunulur…

Sizden bir isteğim var: Sitenizde yayınlanmakta olan “MUHAMMED’İN MAL VARLIĞI” DİYE BİR YAZI VAR… BU YAZIYI SİTENİZDEN İNDİREMEDİM.

Bu yazıyı bana gönderebilirseniz sevinirim.

Hepinize sevgiler derim.

Av. Hayri Balta, 6.6.2007

X

Değerli Hayri Bey,

Mutezile takma adlı üyemizin yazdığı yazıyı aşağıya kopyalıyorum.

Esenlikle kalın

Engin

+

MUHAMMED’İN MAL VARLIĞI

Evinde 2-3 ay aş için ateş yanmadığı; bu evde su ve hurmadan başka yiyecek bulunmadığı yolunda patetik hadisler nakledilmiştir. Bu hadislerin Buhari’de yer alma konusu başka bir tartışma konusudur, çok da uzun sürer.

Başka hakikatlere bakalım-bırakalım tenakuz olarak kalsın-:

*Çok zengin bir kadın olan Hatice’den miras kalanlar

*Ebubekir’in sağladığı mallar

*Medinelilerin sağladığı mallar

*Düşünülemeyecek kadar çok ganimetler: Medine yakınlarındaki Hurmalıklar; Hayber Hurmalıkları; Fedek Hurmalıkları bkz:( Sahih-i Buhari tecrid: 1288 nolu hadis ve Kamil Mirasın açıklamaları)

*Humus (savaş ganimetinin beşte bir payı)

*Ayetnip (Bazı savaş ganimetlerin tümü. Örnek: Nadiroğullarından Fedek Halkından elde edilen ganimet böyle olmuştur. F.Razi: 29/284; Kurtubi 18/19 )

*Ayetnip hakkında nüzul olan HAŞR SURESİ 6.AYET:6 – Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir.

Haşr Suresi 6. ayetin Tefsiri: Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey’ adı verilmiştir. Şer’an da fey’, kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi’nde geçen “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne…” (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey’ ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir.” âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir’dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)’a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah’ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir.

SÜNNETE BAKALIM: Nadir Oğulları’nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey’ olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir’de olduğu gibi Enfâl Sûresi’de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah’a aid bir fey’ olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah’ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey’ olarak Resulü’ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve.

HADİSE BAKALIM TEKRAR: Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti. Nadir Oğulları’na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir.” (sÜNNET VE hADİS DIŞINDA yukarıdaki Ayet tefsiri Elmalılı Hamdi Yazırdan alıntılandı)

* “De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1),

*Muhammedin şahsi zengiliğinin DİĞER işaretleri: 60’tan fazla kölesi, 20 cariyesi; Karılarından Ayşe’nin bir andını bozması üzerine KENDİSİNE AİT OLANLARDAN 40 köle birden AZAD etmesi (Buhari; tecrid hadis no: 699 ve devamına dair kamil Miras’ın İzahı)

*Veda Haccı öncesinde kendi hazinesinden 100 deve kuban kestiren, hatta bir kısmını da kendi kesen; bir kısmını da damadı Ali’ye kestirEBİLECEK bir dünyalığa
sahip olması (Buhari ve Müslim’de Kitabu’l-hac’ca bkz).

*Rukye: Nefes etme ve okuma sonucu Teda vi ettiği-yani E’t-Tıbbün-nebevi’yi uyguladığı vakalarla doludur Kütub-u Sitte. Her defasında Rukye adı altında ücret aldığın: koyun sürüleri, kurutulmuş, yoğurt, et artık ‘Şifa bulan’ın gönlünden ne koparsa, gücü ne kadarsa ÜCRET almıştır Muhammed (s.a.v). Uhruc duası ile (”Uhruc adevullah, ene resullullah!”) diyerek Cin çıkaran da bu Muhammed Mustafa’dır

*

El-Müellefetül Kulüb ve ganimetlerin büyüklüğüne örnek:

Hevazin-Huneyn savaşında ganimet olarak elde edilenler Buhari’nin e’s-Sahih’inde sayılıp dökülür: 6 bin kadın; 24 bin deve; 40 bin davar; 4 bin okiyye gümüş. Taberi ve Ceziri’ye göre düpedüz RÜŞVET VEREREK kabilenin ileri gelenlerinin Kalplerine İslama Isındıran (Yaşar Nuri terminolojisi ile) da bu Zat. EbuSüfyan’dan-Hars oğlu Ala’ya kadar 15 kişilik putataparlara İslama gelsinler diye 100’ER (YÜZ’ER) deve verende O. Kurana El-Müellefetül Kulüb diye de girmiş bu olay.

Sahihi Buhari’de ve İbni İshak’da Cabir b. Abdullah rivayetine göre şunları okuyoruz:

”Benden evvel hiç kimseye (diğer nebilere) verilmedik beş şey, hep birden bana verilmiştir:

1-) Düşmanın kalbine korku salmak

2-) Yeryüzü bana namazgah kılındı

3-) Cihad yolu ile bana ganimet helal edildi (”Ganaim bana helal edildi” Halbuki benden evvelki Nebilere helal değildi)

4-) Bana Şafaahat verildi

5-) Bütün kavimlerin peygamberi sayılmak (”Benden evvel her nebi hassaten kendi kavmine ba’s olunurken; ben umum-ı nasa ba’s olundum”) Buhari c.II s. 223

* Enfal suresi: 1 – Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, ganimetlerin taksimi Allah’a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçekten mümin kimseler iseniz Allah’tan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin. Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. (Elmalılı Meali)

* De ki; enfâl (ganimet), Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah’a ve Resul’e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder (Elmalılı Tefsiri)

* Enfal suresi: 41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, herşeye kâdirdir. (Elmalılı Meali)

Kendi payından 1/5’den fakir fukara & garip gurebayı doyurmakla mükellef iken Seyyid-i Kainat genellikle bunları kendisine ve aile efradına sarfederdi:

Örnek 1-) Hayber fetinden sonra hayber arazisinden çıkan bütün meyve, hububat cinsi ürünlerin önemli bir kısmını (Öksüz, yoksul, fakir ve gariplere d e ğ i l) Hane-i saadetine -kadınlarına kullanımlık- için göndertmiştir. Buhari: e’s-Sahihlerden Abdullah İbn Ömer rivayetidir C VII Hadis no: 1052

Örnek 2-) Beni Nazır yahudilerindenele geçirdiği malları kendi ailesinin geçimine ayırmıştır. Sahih-i Buhari Cilt VII. S 332.

* Cihad etmeden (at sürmeden) ele geçirilen ganimetleri HİÇ PAYLAŞMAZ
DI:

Haşr suresi: 6 – Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir. (Meali)

Haşr 6:. Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin b i r s e n e l i k nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti.” (Alusi Tefsiri)

* Savaşa katılmış olan k a d ı n l a r a ganimetten (Ganaim) pay ayrılmaz (!). Bu konuda kadınlara hak tanınmamıştır. Buna karşılık savaşa katılan a t l a r a hak tanınmıştır.

Örnek: Abdullah İbn-i Ömerden rivayetine göre Muhammed ganimet alınan mallardan her bir süvariye bir ”sehm” (pay); ve süvarinin sahip bulunduğu ”AT” için ise 2 ”sehm” (pay) ayrılmasını öngörmüştür; böylece süvarilere 3 pay üzere ”nasib” kılınmalarını sağlamıştır. Sahih-i Buhari Hadis no: 1635. C: X.

* Bu ganimet konusu çok hassas bir mevzuudur: Bu ”Ganimet Siyaseti” İslama taraftar ve saha kazandırmak açısından son derece yararlı olmuştur. Muhammed taraftarları Çete saldırıları, baskın, Mukatele ve Kıyımda meşruiyet ve ç ı k a r görerek kılıç sallamışlardır.

* Ganimet derken tam olarak ne kastediliyor ve bu savaş ve Kıyımlar sonunda üleştirilen nedir. Bakalım neymiş:

_Köle (Kadın ve çocuklar)

_Cariye

_Hurmalıklar, verimli-verimsiz bütün topraklar

_ deve, at, koyun, kuzu ve her türlü davar

_ gümüş – altın – gibi tüm mücevheratlar

_Ele geçirilen silahlar

* ”Hicri 3. yılda Muhayrık adındaki Sahabisi Muhammede vasiyet yoluyla 7 (y e d i ) Hurma bahçesi bağışlar” (Muhammed Hamidullah; İslam peyga
mberi) Bunları beyt-ül Mal’e (devlet bütçesine katıp fakir fukara-garip gurebayı doyuracak yerde, Kullanımı hane-i saadetine devretmiştir. Kadınları ve ev ahalisi ve kendisi bundan sebeplenmiştir.

* Mealen bu yazılanlara Hilafen rivayet edilmiş Hadislerden Örnekler:

1-) ”Peygamber öldüğünde, zırhı, bir yahudi’de 30 dirhem karşılığında rehin imiş” Sahih-i Buhari

2-) ”Biz peygamber karılarının evinde 2-3 ay bazen geçerdi de evde ateş yanmaz, sıcak aş pişmez idi. ” E’s-Sahihlerde Hz Ayşe’den rivayet edeilir.

3-) ”İki kara nesne ile yaşıyorduk: Hurma ve su. Peygamberin Medineli komşuları vardı bunların sağılan koyunları vardı. Sağdıkları koyun sütünden Nebiiye armağan gönderirlerdi. Peygamber bize de içirirdi. (Buhariden yine Hz Aişe rivayet eder).

Bunları okuyan, işitenler ağlarlar camilerde. Veda Haccında 100 deve kişisel servetinden kestiren; Bayramlarda 2şer koç kestiren bir Nebii nerede ise yarı aç-yarı tok yaşar ve karnına ”açlıktan taş basarmış”…

* E’s-Sahihlerden (Buhari hadislerinden) son çarpıcı bir örnek:

”Adamın biri peygambere gelip isstekte, yardım talebinde bulunuyor. Peygamberde o kişiye ” i k i d a ğ ı n” arasını dolduracak kadar çok koyun verdi”

Bu bonkörlüğün sebebi: ‘ganaim’. Haydan gelen (mal-mülk); Huy’a gider.

X

 

Değerli Hayri Bey,

Sizin için “Bilge” rumuzu ile, forumumuzda bir üyelik tanımladık. Forumumuzdaki tartışmalara bekliyoruz. Sizden öğreneceğimiz çok şey var. Giriş için, http://forum.ateizm.org linkini kullanabilirsiniz. Kullanıcı adı Bilge, password: yalana balta

Yalnız bir şeyi özellikle rica ediyoruz. Gözüpek ve yiğit birisi olduğunuzu biliyoruz. Ancak forumumuz, bir çok şeriatçı sapık ve teröristin izlemesi altında. Lütfen kimliğinizi açık şekilde bildirmekten kaçınınız, kötü rüya görmek istemiyoruz.

Saygı ve sevgilerimizle esenlikler dileriz,

Engin, 6.7.2007

X

Ergun Eşsizoğlu

Sayın Ergun,

Hoşgeldin. Çoktandır nerelerdeydin?

“Dikkat çektiğin noktayı anlıyorum. Bu halk yine azgın ırkçıların oyununa gelecek!” diye korkuyorum…

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta, 7.4.2005

x

Sevgili Hayri Abi,

Ben hep buralardayım.Amansız virüs saldırısı sonucunda PC im bir kaç defa çözkünce bir çok tanıdığımın adresleri de kayboldu haliylen.

Adresinizi geçenlerde bulunca adres defterime ekledim.Sürekli olarak beynimin beni kışkırttığı konularda ,yazdığım yazıları sizinlede paylaşayım istedim.

Evet bende sizin gibi aynı kaygıları taşıyorum.Milliyetçi akımlar(Her türlü) gene piyasada cirit atmaya başladılar.Berbaerinde provakasyonlarla tabi.Umarım bir çok acı ve göz yaşına sebebiyet veren oyunlar gene halkımız üzerinde tezgahlanmaz.

Sizi sever ve sayarım.Siz her zaman değerli bir büyüğümsünüz.Ancak darılmassanız size biraz kırgın (Dostluğumu bozmayacak etkide) olduğumuda belirtebilirim.

Neyse umarım sağlığınız yerindedir.Sizi uzun yıllar yazılarınızla aramızda görmek arzusundayım.

Güzel yazılarınızı özelime göndererek paylaşabilirsiniz arzu ederseniz.

Kendinize iyi bakın.Siz bize lazımsınız.

sevgiyle kalın

Ergün Eşsizoğlu, 7.4.2005

X

Ergun Dostum,

Önce sevgimi sundum. Bu gün gönderdiğin dört iletiyi de okudum. Hayran kaldım. Memnun oldum.

Tam benim söylemek isteyip de söyleyemediklerim. Ben senin gibi bir aydını nasıl olur da üzmüşüm, üzerim. Söyle seni. neden, nasıl  kırdım; elbirliği ile düzeltelim. 

“Ancak darılmazsanız size biraz kırgın (Dostluğumu bozmayacak etkide) olduğumu da belirtebilirim.” diyorsun ya; gerekirse özür diler, düzeltirim.

Sevgili dostum dost kalalım. Birbirimize küsmeyelim. Varsa bir kusurumuz, sen de ben de düzeltelim.

Bizim Bağımsızlıkçılar, ulusalcılar, bir kısım aydınlar “Ya Allah bismillah! Allah’ü Ekberciler”in peşine düştüklerinin ayrımında değiller. İnisiyatifi kaptıracaklar, bilmiyorlar. Bizim Bağımsızlıkçılar, ulusalcılar, bir kısım aydınlar bunların rüzgarına kapıldıkça ülkeyi bölük pörçük edecekler.  Halkımızı Türk Kürt diye birbirine düşürecekler…

Neyse, gönderdiğin iletileri Sitem’de kullanmaya çalışacağım. Bakalım, başarabilecek miyim…

Bu arada sizi niçin kırdığıma ilişkin açıklamanı bekleyeceğim.

Sevgilerimle,

HB, 7.4.2005

X

Sevgili Hayri abi,

Zor bir dönemden geçiyoruz.Bence artık  geçmişe takılmayıp saflarımızı sıklaştırmamız gerekiyor.

Siz zaten benim her zaman büyüğümsünüz. Değer verdiğim bir abimizsiniz.Umarım bir gün yüz yüze geldiğimizde daha detaylı konuşuruz.

Bence siz sitenizi daha aktif ve canlı hale getirmelisiniz.

Eğer yükselen Milliyetçilik dalgasının önü kesilmezse,Türkiye’de çok kötü günlerin yaşanacağı bir iç savaş günleri gelebilir.

Buna karşı hepimizin çok uyanık olup dayanışma içinde olması gerektiği inancındayım.

Sevgiyle kalın

Ergün, 8.4.2005

x

6-7 eylül 1955 olayları:

Başlangıç sebebi:” Atatürkün evini Rumlar Bombaladı” İddiası.

İstanbul’u utanca boyayan bu iki gün içinde olup bitenler;  “3 ölü, 30 yaralı, 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 1 fabrika, 3.584’ü Rumlara ait olmak üzere, 5.538 ev ve dükkan” olarak zabıtlara  geçti.

24 Aralık 1978 Maraş Olayları:

Başlangıç sebebi:”Güneş sinemasına Sol  görüşlülerce Bomba konuldu” iddası.

Maraşı kana bulayan olaylar sonucu olanlar;”111 ölü, 198 yaralı ,binlerce ev ve iş yeri yakılıp yıkıldı.” olarak kayıtlara geçti.

Olayların sonucunda 25 Aralık’ta Başbakan Bülent Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i, Hariciye Köşkü’ne çağırıp Maraş olaylarından dolayı, bazı illerde sıkıyönetim ilan edeceğini bildirir. Kenan Evren ise, bu görüşe içten katılarak kabul eder. Buna göre 26 Aralık Salı günü saat 07.00 den sonra İstanbul, Ankara, K.Maraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Anten, Kars, Malatya, Sivas ve Urfa olmak üzere, toplam 13 ilde Sıkıyönetim ilan edilir.

5 Temmuz 1980 Çorum olayları:

Başlangıç sebebi:”Alaattin camisine aleviler Bomba attı” iddiası

Çorumu kana bulayan olaylar neticesinde;” 20 ölü yüzlerce yaralı ve yüzlerce iş ve iş yeri yakılıp yıkıldı” diye kayıtlara geçti.

Çorum olaylarından iki yıl öncesinden başlayan  karşılıklı çatışmalar sonucunda 5000 inin üzerinde Türkiye  vatandaşı  canını kaybetti.Bunların içinde en dikkat çekenleri  Gün sezak ve Kemal Türklerin Ölümleriydi.Hala bunların failleri bulunamadı,bir çoğu gibi.

Ve bu yaşanan cinayet ve katliamlar sonucunda 12 eylül 1980 de Askeri darbe oldu.Demokrasiye son veridi.Bir ay sonrada bütün olaylar bıçakla kesilmiş gibi bitti.

Şu anda arşivime baktığımda, elimde yüzlerce bu türden bir dolu olay olduğunu görüyorum.16 mart Beyazıt Katliamı,1 Mayıs 1977 katliamı,Sıvas katliamı,vs vs vs vs say say bitmiyor.

Bütün bu olaylar çok basit duygusal sebeblerle başlatılmış, ancak hepsinin hedefleri her zaman olduğu gibi, sonradan anlaşıldığı üzere farklı amaçlara hizmet etmiştir.

“GEÇMİŞİ OLMAYANIN GELECEĞİ OLMAZ”

Geçmişteki provakasyonlar göstermişki hiç bir olayın gerçek çıkış sebebi başlangıçtaki sebebler olmamıştır.Çıkaranlar sadece bu araçları kullanarak insanları galeyana getirmiştir.

Duyguları Aklının önüne geçen ortalama insanımız hep bu kışkırtıcıların oyununa gelmiştir.

Ülkemizin zor dönemeçlerden geçeceği belli olan içinde bulunulan süreçte hepimizin:

Yüreğimizden sevgi,Beynimizden barış ve kardeşlik düşünceleri eksik olmasın.

Paylaşıldıkça azalmayan,çoğalan şeylerin başında Sevgi ve Barış gelir.Verdikçe verene geri gelir.

sevgi ile kalın, 7.4.2005

x

Zülküf ile Süheyl

Günlerden 16 Mart’tı.

Zülküf İsot Kars’tan gelmişti İstanbul’a…

Ülkücü arkadaşları “Önemli bir iş var” demişti, ne olduğunu bilmiyordu.

“Gitme” diyen ablasına “Gitmezsem vururlar beni” dedi.

Sabah, Beyazıt meydanına, içinde polislerin de olduğu bir minibüsle getirildi.
Minibüste gözüne bir bomba ilişmişti.

*

Aynı sabah Süheyl Atay, 5.57 trenindeydi.

Her gün o trene binmezse 7.45’te Süleymaniye’de devrimci grubu yakalayamıyor, okula onlarla gitmezse derslere giremiyordu. Ülkücü işgalindeki okula yalnız giden bir devrimcinin can güvenliği yok demekti.

Dersten sonra gördüğü hocası Server Tanilli’yi tedirgin bulmuştu:

“Bugün bir olağanüstülük var. Dikkatli olun” demişti Server hoca…

O gün, onun da “son dersi”ydi.

* * *

Minibüste Zülküf’ün yanında kan kardeşi gibi sevdiği Latif Aktı vardı.

Her eylemde birlikteydiler. En son birine işkence yapmışlardı. Zülküf, cop sokmuş; ama sonra, yaptığından çok rahatsız olmuştu.

Bu kez minibüstekiler “Merak etme, sana iş düşmeyecek” diyordu.
Zülküf bekliyordu.

* * *

Dersten sonra Süheyl, 150 kişilik grupla okul çıkışına geldi. Ancak bir tuhaflık vardı. Kendilerini hep arka kapıdan çıkaran polis, bu kez telaşla ön kapıya yönlendiriyordu.

Üstelik her zaman çıkışta çevrelerine bir güvenlik kordonu kurarken, bu kez üniversite kapısında geri çekilivermişlerdi.

Korktu Süheyl… Arkadaşı Ahmet Turan’ın önüne geçti. Yiğitliğe toz kondurmamak için adımlarını hızlandırmadılarsa da bir an önce uzaklaşabilmek için sabırsızdılar.

* * *

Süheyl ve arkadaşları uzaklaşırken Zülküf ve arkadaşları yaklaştı.

Son anda bombayı Zülküf’ün eline verdiler: “Sen atacaksın” dediler.

Görevinin bu olduğunu bilmiyordu Zülküf… “Allahsızlar” diye geçirdi içinden… Koşarak gruba yaklaştı, bombayı savurdu ve kaçtı.

* * *

Süheyl 5 saniye önce köşeyi dönmüştü. Bombayla 1,5 metre ötedeki duvara savruldu. Ardından kurşun yağmuru başladı. Ortalık bir anda savaş alanına dönmüştü.

Koşarak kaçtı Süheyl…

Az önce önüne geçtiği arkadaşı Ahmet Turan meydanda yatıyordu. Ölmüştü.

* * *

Ertesi günkü cenazede hem Süheyl, hem Zülküf vardı.

Süheyl, arkadaşlarını son yolculuğa uğurlama amacıyla gelmişti; Zülküf, katillerin mutlaka cinayet mahalline döndüğünü kanıtlayan bir içgüdüyle…

Süheyl, eve dönüp 48 saatlik bir uykuya gömüldü. Aylarca her gece bağırıp ağlayarak uyandı.

Zülküf, ablasının yanına döndü. Dizine yatıp “Çığlıklar hala kulağımda çınlıyor” diye ağladı.

Sabaha kadar “Olmamalıydı… günah… yazık …çok pişmanım” diye sayıkladı.

* * “

Davadan döneceği” anlaşılan Zülküf, 3,5 ay sonra kan kardeşi saydığı Latif tarafından şakağından kurşunlanarak öldürüldü.

Süheyl, okulu bitirip avukat oldu ve katledilen arkadaşlarının davasında cübbe giydi.

Zülküf’ün ablası o davada bildiklerini anlatarak “devlet sırrı”nı ele verdi. “Türkiye’nin ilk toplu öğrenci katliamı” sayılan 16 Mart 1978’deki o bombayla açılan kanlı dönemde 6 bin kişi teröre kurban gitti.

16 Mart katliamının 27. yıldönümünde Süheyl, asıl suçlunun Zülküf’ler olmadığını, işin ardında daha büyük bir örgütlü güç olduğunu söylüyor.

O “örgütlü güç” ise, aradan geçen 27 yıla rağmen hala ortaya çıkarılamamış olmanın keyfini sürüyor.

CAN DÜNDAR

X

1 Mayıs 1977 Katliamının yaşandığı gün,kazancı yokuşunun başında canını zor kurtaran grubun içindeydim. En çok ölümün yaşandığı bu yerde ayağımda ki ayakkabılar gitmiş,ezilmekten her tarafı çürükler içinde kalmış bir durumdaydım.Yanımdaki arkadaşımın kafasını omzuma koyarak kaldırdığımda öldüğünü  anlamıştım.:((((((

Halbuki biraz önce ne kadar coşkuluyduk.Hepimiz hayat doluyduk.Hepimiz yasal bir gösteri için halaylar çekerek gelmiştik bu alana.

Ölen arkadaşım daha yeni nişanlanmış yaşama ne kadar da dolu dolu bakan bir insandı.Göz yaşlarım akarken bir şeyler boğazımda düğümlenip kaldı :NEDEN?NEDEN?NEDEN?

O yıllar benim 21 yaşında olduğum günlere tekabül ediyor.Okuduğum okulda ki arkadaşlarla birlikte tuttuğumuz otobüsle İstanbul’a gelmiş, büyük bir coşku vede neşe içinde bu anlamlı günü Türkiye’nin dört bir yanından gelenlerle birlikte omuz omuza gelerek ,halaylar çekerek kutlayacaktık.

Biz otobüsle yola çıkıp İstanbul’a doğru gelirken,isterseniz Türkiye 1 Mayıs 1977 e nasıl geldi ona bakalım.Ve nasıl sonuçlandı onu inceleyelim.Hep birlikte dersler çıkaralım mı ne dersiniz?.

 

1 Mayıs 1977 e doğru gelinirken,ülkede ki müthiş Sağ-Sol  kutuplaşmalarıyla birlikte,sol içi Revizyonist-Maocu kutuplaşmaları da dolu dizgin artarak 1 Mayıs 1977 e geliyordu.

O günlere gelirken,basın aynen bu günlerdeki gibi sorumsuzca manşetler atıyor,ateşin üzerine benzin dökmekten çekinmiyordu.

DİSK, 22 Nisan günü yaptığı açıklamada 1 Mayıs’a katılacak örgütleri ve atılacak sloganları ilan ediyor ve 20 bin DİSK  (DİSK Yönetimi TKP li kesimden oluşuyordu) görevlisinin güvenlik için hazır olduğunu duyuruyordu

Buna karşılık  Maocu kesim (Bu kesimin başında Aydınlık grubu çekiyordu) kendi sloganlarını her türlü engellemeye karşın atacağını ve de hangi sonuç doğarsa doğsun  geri adım atmayacaklarını ilan ediyordu kendi yayın organlarından.

20 Nisan gününün Ortadoğu gazetesi “Sol 1 Mayıs’ta Halkı Galeyana Getirmek İstiyor” şeklinde manşet atmıştı.

1 Mayıs gününün Tercüman’ında ise Rauf Tamer, ”Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama, kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu” diye yazıyordu.

30 Nisan tarihli Bayrak gazetesinin manşeti de, “DİSK ve Maocu Gruplar arasında çatışma bekleniyor!” şeklindeydi.

Yani özetle 1 Mayıs 1977 öncesinde olayın bütün tarafları 1 Mayıs 1977 ye doğru  üstlendikleri görevlerini yerine getirmek için büyük bir efor sarf ediyordu.

Üstlendikleri görev: o gün gerekli kıvılcımı çakmak ,kıvılcımı çaktıktan sonrada planlananların  layıkıyla yapılması için, gerekli olan gerilimi  el birliği ile başarıyla yaratmaktı.

Miting başladıktan sonra  Tarla başı istikametinden gelen Maocu kesim ısrarla ve kararlılıkla kendi sloganlarını atarak miting alanına doğru gelince  vede Disk görevlileri de ısrarla ve kararlılıkla bu kesime engel olmaya başlayınca orada kaçınılmaz olan gerginliğin alk adımı başladı.

Bu yaratılan gerilimin üzerine günlerdir orayı Kanlı bir güne çevirmek için fırsat kollayanlar düğmeye bastılar ve de tezgah tıkır tıkır işledi.

Pamuk eczanesinin üstünde,Sular idaresinde, İnter continant otelinde  mevzilenen silahlı provakatif güçler,oralardan miting alanına toplanan 500 binin üzerindeki insana neresine geleceği ayrımını yapmadan ateş açmaya başlar.

Artık bundan sonrası tam bir kaos ve keşmekeştir.Kalabalık panik içinde birbirini çiğneyerek hem paniğin artmasını hem de katliamın artmasını sağlıyordu.

Olay Solun kendi iç çelişkilerinin kullanılması ile başlamış,birbirleriyle  Tarlabaşında kavga ederek hala görevini yerine getirmeye çalışırlarken,Taksim meydanında birileri  oyunu başarıyla tamamlıyordu.

Sonuç 37  ölü.140  yaralı.ölenlerin 25 tanesi kazancı yokuşunda ölmüştü

Gazeteler ve siyasiler ilk açıklamalarında : olayların Miting alanına girmek isteyen kesimce başlatıldığı ve onların saldırmasından sonra yaratılan panikle insanlar ezilerek öldü biçimindeydi ağırlıklı olarak.Bu açıklamalara günlerdir hazırlanan kamuoyu da ilk başta hemen inanmış.Her kes bir grubu suçlu ilan etmeye çalışmıştı.

Suçlu hazırdı:Olayı yapan bir grup tur.(Sol içi bir grup)

En çok ta ortalıkta dolaşan keskin tavırlı, slogan atar gibi yazan ve konuşanlar, 1 mayıs öncesinde toplumu gerdikleri gibi, olaydan sonra da , başarıyla olayların gerçek yaratıcılarını gözlerden ve de kamu oyundan saklama tavrına girmişti olayın bütün kesimleri.

Çünkü bu provokatörlerin gerçek amacı olayın gerçek faillerini bulmaktan ziyade siyasi parsa toplamaya çalışmaktı.Onların amacı halka gerçeklerin açıklaması değil, demagojik söylemlerle hayali düşmanlar göstererek hedef saptırması yapmaktı.

Bütün bunlar Psikolojik savaşın başarılı adımlarıydı. Olayın öncesi de, sonrası da özetle böyleydi.

Ama  zaman geçtikçe,güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi,artık olayın gerçek yönleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Herkes yaratılan şoku atlatmış kendine gelmeye başladığında parçalar bütünleştirildiğinde ortaya başka birileri çıkmaya başladı.Başka birilerinin silütleri belirginleşmeye başladı.

İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın toplum polisinin amirine sorduğu  “Bu duvarın üzerinden ateş edildi bize. Bunlar polis midir, görevli midir?” sorusu  yanıtsız kalır ve İsvan coplanır. Daha sonraki soruşturmalarda ise bu kişiler tamamen reddedilir; zaten boş kovanlar da anında toplanmıştır.

Ateş açılan noktalardan bir diğeri olan Pamuk Eczanesi’nin üst katında ise tabancalar ve mermi kovanları bulunacaktı.

Kazancı’ya iniş ve çıkışı engelliyorlardı. Sel halinde akan insanlar kamyonetin iki yanından ve el arabalarının üzerinden geçerek Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya doğru kaçmaya çalışıyorlardı. Tam bu sırada yokuşun biraz aşağısındaki garajdan çıkan beyaz renkli bir Renault uzun menzilli silahlarla kitleyi tarayacaktı.
Beyaz Renault’da bulunan polis memuru Necati Tınaz, daha sonra bu durumu ”üstümüze geldiler havaya ateş ettik” diye açıklayacaktır.

Alanın tarandığı bir başka merkez de Inter Continental Oteli’ydi. Daha sonra otelin beşinci ile altıncı katının camlarında içeriden atılmış kurşunların delikleri görülecekti.

Günaydın gazetesinden Necati Doğru, ”5.katta bir odanın kapısı açıktı. Odanın pencerelerinden alanı seyreden kişiler ve masa üzerinde teleobjektifli makineler gördüğüm için gazetecilerin bu odada olduğunu sanarak içeri girdim. Adımımı atar atmaz oldukça mütecaviz bir biçimde itilerek durduruldum. Garsona bu odadakilerin kim olduklarını sordum, ‘polisler’ yanıtını aldım” diyordu. 510 numaralı odada ise MİT yuvalanmıştı

Tüm bunların yanı sıra, dikkat çeken bir başka grup ise, ellerindeki çantaları bir an bile yere bırakmayan ve o gece uçakla ülkeyi terk eden 8-10 kişilik Amerikalıydı.

İşte böylece gerçekler gün yüzüne çıktıkça, birilerinin maskeleri düştükçe 12 eylüle doğru yolculuk başlamıştı bu sefer de. Olaylar yeni şekillere ve biçimlere dönüşerek Ülkeyi 12 eylül askeri darbesinin yapılacağı koşulların olgunlaştırılması sürecine dönüşüverdi.

Tarihimizden ders çıkaralım.İnsanlık Tarihimiz bize ,bu günlerimize ışık tutacak derslerle dolu.

O günlerde keskin hamasi nutuk atanların yarattıkları kanlı olayları hatırladıkça, bu günlerde aynı keskinlikleri yapanların bende çağrıştırdığı şeyler nedense hep kan, gözyaşı ve katliam olmuştu.

Halbuki ne kadar da güzel başlamıştık 1 Mayıs 1977 ye.

Böyle de bitemez miydi?

İnsanlık güzel yarınlara ulaşmak için hep çok ağır bedeller ödemek zorunda mıdır.?

Bizler barış içinde bir arada yaşamasını ne zaman öğreneceğiz.?

O gün, 1 Mayısa katılanların, yaratılan olaylardan dolayı  ne kadar suçu olabilirdi?

Birilerinin onların üzerinde oyunlar oynayarak onların canı ve kanı pahasına siyaset yapmaya ne kadar hakları vardı?

Farklılıklarımızı olduğu gibi kabul ederek ,Demokrasinin bizler için  vazgeçilmez bir yaşam biçimi olduğunu ne zaman öğreneceğiz.?

Doğadaki bütün canlıların yaşamaya hakkı olduğunu ne zaman öğreneceğiz.

Sevgiyle kalın

Ergün Eşsizoğlu, 7.4.2005

X

HAYRETTİN BEKTAŞIN  GEÇTİĞİ HABERİN TAM METNİ:

7 Nisan 2005 Kuzey Ekspres Gazetesi -TRABZON (Başyazı)

Yazık ki Trabzon sokakları dün üzücü, üzücü olduğu kadar düşündürücü
olaylara tanık oldu.

Olayın ayrıntıları sütunlarımızda var, bunları yinelemeyeceğim.
Ama sonuçta, düşüncelerini beğenelim-beğenmeyelim, yasal bir derneğin
bildirisini dağıtmak isteyen bir grup gence, terör örgütü PKK üyesi sanarak
ya da özellikle öyle göstererek bir grup insan müdahale etmek istiyor.
Aralarında arbede çıkıyor. Sonra bildiri dağıtanlar buradan kaçıp EBA
çarşısına sığınıyor. Bir anda ağızdan ağıza yayılan “PKK bayrağı açtılar,
Apo’nun posterini gösterdiler” söylenti üzerine yüzlerce insan  linç için
çarşı önünde toplanıyor.

Oysa, bildiri dağıtanların üzerinde giydikleri yelekte, kırmızı zemin
üzerine sarı yazılarla F Tipi cezaevlerini protesto eden bir yazı bulunuyor.
Yani PKK bayrağı değil. Kaldı ki yasadışı bir durum söz konusu ise emniyet
güçleri gerekeni yapacaktır. Burada vatandaşın bir müdahalesinin söz konusu
olması düşünülemez.

Olay bir anda  “Türk bayrağı yakıldı-PKK bayrağı açıldı”ya dönüşünce kentin
her yanından insanlar Meydan’a akmaya başladı.

Olaylar iki saati aşkın bir süre devam etti. Ve her şeye karşın Emniyet
güçlerini kutlamak istiyorum. Öfkeli kalabalığın içerisinden, geç de olsa
bildiri dağıtanları çıkarıp emniyette güvenlik altına aldı.

Ancak, üzülerek söylemeliyim ki, yerel televizyonlarımızın yanlış-kulaktan
dolma-söylentiye dayanan-gerçekle ilgisi olmayan haberlere dayanarak, alt
yazılarla ve görüntülerle olayı ekranlara yansıtması, tepkinin bu kadar
büyümesi ve yaygınlaşmazsında rol oynadı.

Gerçi arkadaşlarımız, olayın anlaşılmasından sonra bu yayınları durdurdular
ama, iş işten geçmiş oldu. Sokaklar göstericilerle doldu.

Aslında bu konuda  geçen günlerde uyarılarda bulunmuştuk. Mersin’de Nevruz
gösterileri sırasında nasıl olduğu tam olarak kesinleşmeyen bir biçimde
bayrağımızın yakılmaya çalışılması olayıyla başlayan  süreç, bizleri yanlış
noktalara götürebilirdi. Nitekim bu tepkiler öylesine aşırı ölçülere
vardırıldı ki,  Türkiye neredeyse bir barut fıçısına çevrildi.

İşte Trabzon’da dün yaşanan örnek bu barutun patlamasından başka bir şey
değildi.

Maraş, Çorum, Sıvas katliamları da böyle olmuştu. Gerçeğe uygun olmayan,
halkın duygularıyla oynayan söylenti ve yalanlarla vatandaşı galyana getirip linç ettirme, katlettirme.

Gerçekten böyle bir olay var mı? Nasıl olmuş? Neden olmuş? Kim görmüş?
Haberin kaynağı ve doğruluğu ne? Hiçbir araştırma yok. “Bayrak yaktılar”, ”

PKK bayrağı açtılar” dedin mi saldır gitsin.!

Ama sizlerle bu yazıda asıl paylaşmak istediğim çok daha vahim iki örnek
vereceğim:

Olaylar sakinleştikten sonra  bir iki açıklama geldi haber merkezine. Bir
tanesinin altında Trabzon Tabipler Odası  Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ahmet
Ömeroğlu’nun imzası vardı.

Ömeroğlu, “bölücü terör örgütünün  Trabzon sokaklarında açmaya çalıştığı
kirli bayrağı esnafın ve değerli gençlerin gösterdiği doğal  tepki için
teşekkür ediyor” ve şöyle diyor: “Ülkemizin her köşesinde bu tip hain
eylemlere karşı doğal tepkinin gelişmesi  terörü kaynağında kurutacaktır.

Sağolun gençler. Sağolun Trabzonlular.”

Böyle devam ediyor.

Ve arkasından  iktidar partisi AKP İl Başkanı, hukukçu, avukat Ahmet Metin
Genç’in açıklaması. “Bir grup bölücü grup örgüt üyesinin, yasadışı eylem
girişimi.” diye başlayıp devam ediyor.

Sokaktaki vatandaşa, oraya koşup olayın daha ne olduğunu anlamadan linç
girişiminde bulunanlara ne diyeceksin ki?

Bir doktor ve bir hukukçu böyle bir tutum alırsa bu toplumun hali nicedir!

EY TRABZON, TİTRE VE KENDİNE DÖN!

8 Nisan 2005- Kuzey Ekspres Gazetesi -TRABZON (Başyazı)

Bugün yazacak o kadar çok şey var ki; hangisini ön plana çıkarayım diye
düşündüm. Doğrusu işin içinden çıkamadım.

Çünkü üzerinde tartışmamız ve düşünmemiz gereken olay, sıradan, günlük,
geçiştirilebilecek bir olay değil.

Önceki gün Trabzon’da yaşanan olaylar çok daha acı sonuçlara sahne
olabilirdi. Orada  linç edilmek istenenler öldürülebilirdi. Bu linç girişimi, bazı tahrikçilerle, yine “PKK ve bayrak” temalarını kullanılarak kendisi gibi düşünmeyen, farklı insanlara, mekanlara, çevrelere yönlendirilebilirdi. Üstelik Trabzon, etnik ve dinsel farklılığın en az olduğu yerlerden biri olmasına karşın!

Konu derin, konu ağır, konu asla ve asla üzerinden politika yapılmaması
gereken, herkesin ve her kesimin kendisine de eleştirel bakması gereken  bir
fenomen.

Önceki gün dikkatimizden kaçan birşey daha vardı; karşısındakini “düşman”
yerine koyan inanılmaz  kinle dolu insanlar, devlet otoritesini de
dinlemeyebiliyordu. Polisle itiş kakış, arbede yaşıyor, polis aracının
üzerine çıkıp onu tahrip etmeye de yönelebiliyordu. Bunlar hakkında yasal
işlem var mı bilmiyorum. Bunu hangi bayrak sevgisi ile açıklamak gerektiğini
doğrusu anlayamıyorum.

Polisin artık denetim altına aldığı bir olayda vatandaşların daha sakin bir
tutum alması gerekmez miydi? Burası hukuk devleti değil mi? Biz aşiret
devleti ya da ilkel bir kavim miyiz?

Türkiye duyarlı bir dönemden geçiyor. Böylesine duyarlı bir dönemde, bu
ülkenin farklı renklerini oluşturan kesimleri birbirine boğazlatabilecek,
çatışma ortamı yaratabilecek, ayrışmayı hızlandıracak tavırlar, hareketler
-vatanı, bayrağı korumak adına da olsa- kimin işine yarayacaktır?
Herkes akılla, bilgiyle, sükunetle, çok hesaplı hareket etmek zorundadır. Ne
yapacağı ve  nerede sonuçlanacağı belli olmayan “kalabalık psikoloji” ile
varılacak yer karmaşa ve acıdır.

Türkiye bunca duyarlı bir noktadan geçerken, bu ülkede karmaşa yaratacak, bu
ülkeyi güvenlik zafiyetine sokacak, iç barışı tehlikeye düşürebilecek
tavırlar hangi milliyetçilikle, hangi bayrak sevgisiyle açıklanabilir?

Trabzon, bir kez daha ülke gündemine bir şiddet olayı ile çıkmıştır.
Hepimizin oturup bu olay üzerinde ciddi ciddi kafa yormasının zamanı geldi
de geçiyor bile.

Önceki gün yapılan alelacele açıklamalar, bu olayı sadece bir “kalabalık
psikolojisi”, sıradan bir galeyana gelme olayı olmadığını göstermiştir.
İktidar partisinin bir  milletvekilinden, iktidar partisi il başkanına, bu
tür olaylara en sakin bakması gereken Tabipler Odası Başkanı’ndan birçok
meslek örgütü başkanına, bazı siyasi parti başkanlarına kadar  birçok kişi
“dolduruşa” gelmiştir. Birçoğu, olayı anlamadan birbiri ile milliyetçilik
yarışına girip oradan siyasal çıkar elde etmeye yönelmiştir.
Ve ne yazık ki meslektaşlarım, bu konuda en kötü sınavı verenlerin başında
gelmektedir. Yazık ki olaylar belli olduktan bir gün sonra bile aynı
“saptırıcı ya da olaya haklılık kazandırıcı” yayıncılık ve değerlendirmeler
sürdürülmüştür…

Bayrağımızı, yurdumuzu çok seviyoruz. Ülkemize yönelik tehdit ve tehlikelere
karşı duyarlılığımızı göstermek istiyoruz. Bunun yolu-yöntemi bu değildir.
Kontrolsüz öfke her türlü amaç için kolayca kullanılabilir ve hedefi her
zaman sapabilir!

Vatan, bayrak; bilinçle, sevgiyle, bilgiyle, coşkuyla, bilimle,  teknolojiyle, yardımlaşma, dayanışma ile, demokrasi ve hukuk devleti ile
savunulur. Vatanımızı, yurdumuzu ve bayrağımızı korumak için, ötede beride
düşman aramak yerine, dost aramalı, ayrılıkları gidermeli ve safları daha
sıklaştırmalıyız.

X

Sevgili Hayri abi,

gönderdiğiniz mailleri ben aldığım anda size alındı belgesini hemen gönderiyorum.Bilmiyorum elinize geçiyor mu?

Gönderdiğiniz öykülerinizi en kısa zamanda okuyup size de duygularımı ileteceğim.

sevgiyle kalın,

ergün eşsizoğlu, 19.4.2005

x

Geçtiğimiz pazar günü (17 Nisan 2005), Tarihe geçen bir derby maçı oynandı.Maç 4-3 Beşiktaş’ın galibiyeti ile biterken,maçta yıllarca hafızalarımıza yerleşen görüntülerden bir tanesi de Beşiktaş’ın Başarılı Teknik Direktörü için asılan çirkin pankarttı.

“RIZA EFENDİ İKİ EKMEK,BİR SÜT”

İşte bizim, inkar etsek de , toplumsal kötü yanlarımızdan birisi bu pankartta kendini ifade ediyordu.

Karşısındakini aşağılayan.Aşağılayamıyorsan iftira atarak yıprat . Yıpratamıyorsan yok etmeye çalış anlayışı.

O kadar çok olumsuz olay yaşanmaya başladı ki,Gönende barlar arasındaki kavga da bar sahipleri bile gönen halkını kışkırtmak için son dönemin retingi yüksek suçlamalarının bir değişik versiyonunu uygulayarak halk galeyana getiriliyordu.

Evi yıkılan vatandaş evinin duvarına T.C. bayrağı resmini çiziyor ve de yıkım ekiplerini “sizler bayrak düşmanısınız” diye yırtınarak suçluyordu.

Erzurum’da yakalanan yankesici,kendini yırtarak, elini ,kurt işareti yaparak,”Bu bayrak inmez,ezan susmaz” diye bir yerlere mesaj vermeye çalışıyordu.Tribüne oynayarak slogan atıyordu.Belki  halk galeyana gelirde kendisini polisin elinden kurtarır hayalindeydi.

Evleri yıkılmasın diye gecekondu ahalisi yıkılacak evlerin önüne Atatürk heykeli yapıyordu.

Eskişehir’den çıkmaya çalışan,aranan kanun kaçakları arabalarına büyük bir Türkiye bayrağı asıyor ve de sloganlar atarak şehir dışına çıkarken yakalanıyorlardı.

Yani tam anlamıyla “Cambaza bak” durumu yaşanıyordu.Herkes gerçek durumunu saklamak için ya Bir Bayrak senaryosu yaratıyordu yada Atatürk Heykeli vs gibi değerler üzerinden kendine pay çıkarmaya çalışıyordu.

Aynı cambaza bak oyununu , siyasetçiler, siyaset sahnesinde tezgahlayınca, kışkırttıkları (Yalan söyleyerek kışkırttıkları) kitleleri göstererek bakın işte insanlar AB yi istemiyor.AKP yi istemiyor, Demokratik açılımları istemiyor gibisinden, fıkradaki “Cambaza Bak” oyununu oynuyordu.

E tabi doğal olarak siyasiler bu oyunu oynarsa, sokaktaki insanda bu oyundan payına düşeni elde etmeye çalışacaktır.

Diyelim Türban sıkıntısı yaşayan bir Birey olarak eğitim hakkımı istiyorsunuz. Hemen cevap ve suçlama hazır:”Bu yapılanlar ve de istenenler tamamen art niyetin ürünüdür.Bu yapılan siyasi takıyadır.Gerçek amaç bu değildir,türban bahane”.Yani sizden daha eminler ne istediğiniz için.

Diyelim Demokratik açılımlar konusunda yeni taleplerde mi bulundunuz.Hemen suçlarlar:”Sen bunları kendin için istemiyorsun.Sana ezberletildiği için istiyorsun “Yani senin  haklarını isteyecek kadar bilinçli olmanı hazmedemiyor,kendisi köle ve piyon olduğu için senide öyle görmesi doğal değil mi?

Cinsel kimlikler veya Militarizme karşı  tavır alışta mı bulundunuz.Hemen bu durumun  Tıbbi bir vaka olduğunu ve de sizin tedavi edilmeniz gerektiğinden  dem vururlar.Çünkü onların kitabında değişik cinsiyet ve de militarizme karşı olmak normal bir insanın davranışı olamaz.

Bunları yazarken aklıma 12 eylül döneminde bir arkadaşımın yaşadığı durum geldi.

12 eylülün en civcivli dönemleriydi.”Netekim paşanın” dediği dedik,çaldığı düdüktü.Osmanlı padişahlarının bile sahip olamadıkları bir yetkiye sahip olduğu dönemlerdi.

O dönemin çok ilginç ve abuksubuk kanunlarından bir tanesi çıkarıldı.

“Kenan Evrene ve Atatürke hakaret etmeye 6  aydan üç yıla kadar ceza verilebileceği ve de bu cezaları alanlar bir üst mahkemeye bile gidemeden bu cezaları çekmeleri sağlanacaktır” fermanı varidi.

Tiz elden bu fermana aykırı davrananlar hakkında da gerekli işlemler yapıla diyerek işlemlere başlandı.:)))

Öyle bir ispiyon mekanizması çalışmaya başladık,artık kim kimden hoşlanmıyorsa yada sevmiyorsa hemen dilekçeyi döşeniyordu ve de altına da 5 liralık pulu yapıştırarak sıkıyönetime veriliyordu.Gerisi kendiliğinden geliyordu zaten.

Bu yasa ile 3000 in üzerinde insan ceza aldı.İş artık öyle bir çığrından çıkmaya başladı nerdeyse yüz bin civarında dosya açılmaya başlanmıştı Kenan paşaya hakaret edilmeler var diye.İşin cılkının çıkması üzerine de bu kanun iptal edildi.

İşte bu dönemde Sendikacı olan bir arkadaşım için Gölcük sıkıyönetim komutanlığına bir ihbar dilekçesi verilmişti.Atatürk’e hakaret ettiği iddia ediliyordu,bir fıkra anlatılarak.

Anlattığı iddia edilen fıkrada şuydu.:

Bir  ringo ,bir ringoya barda rastlar.Sen ringo, ben ringo bu böyle olmaz der. Bundan sonra senin adın Mustafa Ringo olsun.

İşte böylece Mustafa Suphi Baltacının  3 yıl ceza alması sağlandı.İtirazı da kabil olmadığı içinde cezayı yatarak çekti.

Toplumların da , Bireyler gibi iki yanı hep bir arada yaşar.Olumlu yanımızla, olumsuz yanlarımız arasındaki çelişmelerde,olumlu yanımızı geliştirdiğimiz ölçüde toplumsal gelişmeye hizmet ederiz.

Umarım toplum olarak,olumsuz yanlarımızı bir an önce diskalifiye ederek , toplumsal gelişmelerimiz sekteye uğramaz.

Eğer birileri tribüne:

“RIZA EFENDİ İKİ EKMEK,BİR SÜT”  yazarsa.Ötekilerde:  4-3 yenerek Tarih yazar.

sevgiyle kalın

ergün, 20.4.2005

x

“Eğlenin Yavrularım”

“Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının yıldönümü. Bugün Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.

 

O kadar özgür ve mutlusunuz ki, kazara aklınıza vatanımızda dalgalanan çok yıldızlı bir yabancı bayrağına bakarak kuşku girerse, savcı yapışabilir yakanıza,

‘Niye düştünüz bu kuşkuya?’ diye. Ve şayet küçücük çıplak ayaklarınızla, koskoca İstanbul şehrinde yatacak bir yer bulamıyor da, kapı diplerinde kıvrılıyorsanız, yüreğiniz hiç kararmasın, 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı sizler içindir.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz. On yaşına kadar bin tanenizden 450’nizi mezarlıklara mı götürüyorlar? Büyük kentlerin gecelerinde, dar ve karanlık sokaklarda sizi on liraya satanlar mı var? Köylerde okulsuz, bakımsız ve pabuçsuz; inekleri mi biliyorsunuz? Aman sakın, savcı çok kızar bu sözlere. Egemen ve özgür olduğunuzu inkâr sayılır bu, sınıfı sınıfa düşürmek, hükümetin manevi kişiliği, milletin bütünlüğü, demokrasiye karşı çıkmak, milli çıkarlara aykırı hareket ve daha türlü türlü maddelerle bir gece yarısı alınıp cellatlara verilirsiniz.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz. Savcılar, polisler, zindancılar, jandarmalar ‘Egemen ve özgür değiliz’ demeye çok kızarlar.

Hele küçücük boyunuz, daracık göğsünüz, sıska vücudunuz ve yırtık pantolonunuzla araba vapuru iskelelerinde otomobil camı silerken, gözünüz arabanın içindeki temiz giyimli, şık ayakkabılı, taranmış saçlı çocuklara kayarsa, içinizi çekmeyin.

Bir iç çekiş sosyalistlik, iki iç çekiş komünistlik, üç iç çekiş anarşistlik, dört iç çekiş ihtilal, özgürlüğe ve egemenliğe karşı çıkmak, Rus casusu olmak, Pekin’e satılmaktır. Sonra sizlere, fakirlikte eşitlik arıyor derler, demokrasi düşmanı derler, milli değilsiniz derler. İçinizi çekmeden silin arabaların camlarını.

Ellerinin tersiyle, sinek kovar gibi sizleri kovanlara, özgürlük ve egemenlik aşkına, neşeli gülücükler yapınız. Ezilip, horlanıp, sürünmek şanıdır demokrasimizde yaşayan fukara çocuklarının. Bu şandan sizleri tutamaksız bırakanları yoksun etmeyiniz…. Özgürlük ve egemenlikte eşitsiniz onlarla, hele şehitlik payesi en çok sizler içindir….” (Aşkın Plak: İB-117, İS-234)

Yukarıda ki yazıyı, sevgili üstat Çetin Altan’ın yıllar Önce yazdığı ,ama her okuyuşumda heyecanla okuduğum  yazısını sizlerle paylaşayım istedim.

Yazıyı okurken Aklıma her nedense o günlerde Anti-Amerikancı olduğu için sürekli taciz edilen hatta  öldüresiye dövülen üstadın yazısını bugünün her ne hikmetse Anti-Amerikancı olan kesime (Hani go home diyenleri asanlar ve onlara hücum edenler,saldıranlar, var ya…..) en derin saygı ve sevgilerimle ithaf olunur.

SEVGİYLE  KALIN….

Ergün., 212.4.2005

X

Sayın Ergün,

Önce sevgi sundum. Beşiktaş Teknik Direktörü Rıza Çalımbay ve Çetin Altan’la ilgili yazınızı okudum. Çok yararlandım, memnun oldum.

Ne var ki ülkemizde cehalet diz boyu. Vatan, millet, Sakarya, Ezan susmayacak, bayrak inmeyecek diyenler doldurdu depoyu.

Ne var ki bizim gerçeğimiz bu. Yaşamımız boyunca haykırdık, haykıracağız bunu.

Eğer okuyacağım dediğiniz “Yitmiş Bir Adam” başlıklı kitabımızı okursanız; orada, kapıcılarla ilgili üç öyküm var: Kapıcı Merdo, Kapıcının Derdi, Şakir Efendi… Ben bu yazıları yazdığım için komünist sayıldım, yazılarıma yer verilmedi yazdığım gazetelerin çoğundan kovuldum.

Bizim yazgımız bu. Sineye çekmeliyiz bunu.

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler sana.

H.B. 24.4.2005

X

 

BİZLERI NE BEKLİYOR?

(Türkiye ve Fas)

 

Siz, sizi ellerinde sopalarla döve döve mi turbana sokacaklar sanıyordunuz!

Hala daha, gerçekleri göremeyen safdil garibanlar, “Amma da büyüttünüz bu
turban konusunu! Bırakın insanlar istedikleri gibi giyinsinler. Bu bir inanç
özgürlüğü meselesidir”
deyip duruyorlar.

Ben de turban sorununun aslında bir kadın hakları konusu olduğunu söyleyip duruyorum ama onların düşündüklerinin tam tersi yönden. Ismet Berkan`ın kelimeleri ile, `muhtemel bir cumhurbaşkanının eşinin başının açık veya kapalı olmasının Türkiye`de ciddi siyasi gerilime neden olması` o kadar şaşılacak bir şey mi acaba?

Berkan`ın Amerikalı arkadaşının söylediği gibi: `Bir de tersinden bakın, türban
Çankaya`ya girdikten sonra acaba türbansızlar Çankaya`ya girebilecek mi?`

Böyle tersinden bakamayacak kadar yeteneksiz veya zaten önyargılı olanlara
sormak gerek: Türkiye`de türbanın `kazanmasının` türbansızların sıfırlanması anlamına geleceğini göremiyor musunuz? Hayır, Türkiye hiçbir zaman Iran
olmaz!` demeyin bana.

Türbansızların sıfırlanmasında hiç de öyle (Iran`da olduğu gibi) sopaya
filan gerek olmayacağını hala algılayamıyorsanız, buyurun size (Sabah`tan Erdal Şafak`in köşesinden `Bir Fas öyküsü`. Bu öykü de sizi ürpertmiyorsa (uyandırmıyorsa), artık söylenecek bir şey kalmadı.

Fransa`nin en önemli gazetesi `Le Monde`, 18 Mayıs`ta uzun bir röportajı yayınladı. Başlığı: `Hicab Fas`ın üstünü örtüyor`.

Hicab, başörtüsünün ya da turbanın bir başka versiyonu. Türk basınında
birkaç gazete o röportajdan yapılmış haberlere yer vermekle yetindi. Oysa `Le Monde`un Fas`tan aktardıkları daha fazla ilgiyi hak ediyor. Buyurun size genişçe bir alıntı:

“Bir sessiz devrim bu. İslam`ın rengi olan bir yeşil devrim. Bir orta öğrenim kurumunda Fransızca öğretmeni olan Sukayna `Ülkemi artık tanıyamıyorum` diyor.

Sukayna 20 yıl önce okulunda göreve başladığında, sadece bir öğretmenin başını örttüğünü hatırlıyor.

Bu gün ise tam tersi: Onun dışında tüm kadın öğretmenler ve tüm kız öğrenciler kapalı. Sonunda Sukayna`nin sinirleri boşaldı, depresyona girdi, görevi bıraktı.

Hiçbir zaman dincilerin doğrudan saldırısına hedef olmadığını söylüyor. Sadece küçük damlaların gün gectikce birikmesi. Kısa kollu, dudakları rujlu ve sadece ayak bileklerini gösteren etekle okula gittiğinde örtülü meslektaşlarının dokundurmaları: `Güne haram şeylerle başlanması ne kadar kötü…` gibi.

Ya da dolabına 3 kez pembe türban bırakılması gibi. `Cebinize bir çakıl taşı konuyor. Çakıl taşının ağırlığı nedir ki. Sonra bir gün öyle ağırlaşıyor ki o çakıl taşı, taşıyamıyorsunuz` diyor.

Fas`in Fransızca yayınlanan dergisi `Tel Quel` 11 Mart`ta Kazablanka Üniversitesi güzel sanatlar fakültesindeki bir olayı aktardı.

Okulun başı açık son 5 kadın öğretmeninin posta kutularına örtünmeleri uyarısı yapılan mesajlar bırakılmıştı. Derginin yazı isleri müdürü `Fas`ta ilk kez böyle şeyler oluyor` diye konuşuyor.

Dahası artık sadece kadınlar değil, erkekler de hedef alınıyor. Örneğin düzenlediği kültürel faaliyetler Islami bulunmadığı için duvarlara karalanan yazılarda kafirlikle, dinsizlikle suçlanan El-Cedidi lisesi öğretmeni gibi. ‘Çok acı çekiyor` diyorlar yakınları, `Öğrencileri artık ona kuşkuyla bakıyor, eskisi gibi saygı göstermiyorlar.`

Her şey sessiz oldu. Düşünceler de, elbiseler de usul usul değişti. Hiçbir tartışma, miting ya da çatışma yaşanmadan.

Sukayna`nin albümündeki okul fotoğrafları sanki bir başka yüzyıldan kalma gibi: `Şuna bakın. 1992`de çekildi. Kadın ve erkek öğretmenler birlikte poz veriyorlar. Bugün böyle bir şeyi düşünmek bile imkansız.`

Hüzünle `İslamcılar`ın iktidarı da ele geçirmeleri artık an meselesi` diye iç çekiyor.`

Fas`taki gelişmeleri yakından izlediğimiz için bu `değişim` bizi şaşırtmadı. Örneğin, gecen yıl önce Rabat Üniversitesi`nde son sınıfta okumakta olan bir kız öğrenci şöyle diyordu: `Ben fakülteye girdiğimde sadece 2 türbanlı vardı. Bir ay sonra 4`e çıktı. Onu izleyen ay 8`e… Herkes birine cengel atmakla görevliydi. Sonra cengel atan da başka birine. Bugün görüyorsunuz; okulun dörtte üçü kapalı.` İslamcılık derin ve kalıcı olarak Fas`a el koyuyor.’

İşte bu yüzden `semboller` çok önemli Türkiye`de.

Saygılar,

Prof Dr. Nuri Akkaş, 6.9.2006

(Gönderin: Yaşar Fatih Abbas…)

+

Yaşar Fatih Abbas alı bir okurum göndermiş Profesörün yazısını. Ekleyecek, yorumlayacak bir yan var mı göremiyorum.

Genel Kurmay’ının “En yakın ve en büyük tehlike!” dediği irtica olayına dikkatinizi çekeyim de “Ey Bilge, zamanında bizi niçin uyarmadın!” demeyin…

hayri@bilgebalta.com – 8.9.2006

x

Yaşar Fatih Abbas,

Çok gariptir, İngiltere’de de, Hindu’lar ve Sih’ler, resmi is kıyafetleri, üniformalar giyinseler bile, sarık ve türbanlarını çıkarmıyorlar. Hiç bir otorite buna dur diyemiyor, müdahale edemiyor.??

Bence de, turban bir simgedir.

Yaşar Fatih Abbas, 10.9.2006

X

Sayın Yaşar Fatih Abbas,

Önce sevgi.

Evet türban bir simgedir. Simge olmanın yanında bir meydan okumadır. Amaçları laikliğe dayanan Cumhuriyeti yıkmaktır.

Bu mücadeleyi erkekler yapsa ne ise ne dersin. Çünkü bütün dinler erkekler lehinedir.

Ama bu mücadelede erkekler kadınları öne sürüyor. Kadınlar ise şeriatın kendilerine ne getireceğini bilmiyor…

Kocalarının kendilerini dövme hakkı var, isterlerse üstlerine üç tane daha almak hakları var. Boş ol demekle boşama hakları var. Var oğlu var…

Kadınlar aleyhine olan kuralları okumak istiyorsan www.bilgebalta.com adresli sitemin Din bölümündeki “Kaygılarım” ve “Iranlı Fatma’yı Dinlemezseniz” ve  “Tehlikenin Farkında mısınız?” bölümüne bakınız…

Sevgilerimle…

hayri@bilgebalta.com – 11.9.2006

x

Hayri bey:

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yasayan, kendilerini alenen Ermeni olarak adlandıran yada endişe duyarak saklı tutan  Ermeni ve Ermeni kokanlı  vatandaşların, en fazla şikayetçi oldukları mevzuların  basında aslında, kendi dini cemaat önderlerinin, hemen hiç çalışmadan yasamalarına rağmen,  cemaat üyelerinden sürekli para altın vb ilave vergiler toplayıp,  oldukça lüks, çok rahat  ve konforlu hayatlar yasaması.

Bu altınları, külliyetli miktarda altın vb zenginlikleri şahsi olarak  tasarruf etmelerine, hemen hiç çalışmadan yasamalarına rağmen, Ermenilerin çok sıkıntılı ve zorluklarla dolu hayatlar yasaması. Hatta, ermeni erkek ve kadınların,  para kazanmak ve papazlarına rutin ödemeler yapmak için,  hemen her turlu yola başvurmak zorunda bırakılmaları.

Papazların bu altın rezervlerinin kilise bahçelerinde veya duvarları içinde gizlendiği kazıcıların da bildiği bir olgu.

Ama papazlar ve kilise üyeleri,  ülke dışına kaçma durumunda kalınca, bu altınları tasıma zorluğu varsa,  bazen yerinde bırakıp,  daha sonra başkalarını yollayıp, gizlice aldırdıkları ve cemaatlerinden gizlice başka yerlere transfer ettikleri söylenmektedir.

Tarihi Rum ve Ermeni kiliselerinin ve evlerinin çeşitli yerlerinde,  böyle hayli yüklü miktarlarda altınlar vardır.

Bu konuyu daha sık gündeme getirmeye niyetim var.

Saygılarımla

Yaşar Fatih Abbas, 11.9.2006

X

Hüdai Yavalar,

Sayın hayrı bey ,

(Ali’nin Kılıcı Çatal Çataldır.Her Çatalından Kan Damlamaktadır yazısı için…)

Hakikat ve bilgi dolu her güzel yazınızı zevkle okuyorum, mutlu oluyorum ve çok şeyler öğreniyorum.

Sızın gibi düşünmek çok güzel bir şey. Kalbiniz heyecan ve insanlık dolu. Ne mutlu size.

Tabiata inanmak ve sevmek, en güzel inanç…

Organize edilmiş ve edilen tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile insanların birbirlerini  nasıl öldürdüklerini her gün okuyoruz. Ne acı bir şey ki,  küçük yaştan beri  beyinleri yıkanmış bu insanlar hakikati göremiyorlar.

Saygılar

Hüdai Yavalar, usa, 2.9.2006

X

X

Sayın hayrı bey,

(Emre Kongar’a yazılan yazı için…)

Çok güzel yazmışsınız , bu kimseler , gölgelerinden korkan insanlardır. Değer varmayın. Kendilerini bende tanıyorum . Şutu ne ki kaymağı ne olsun. Beyinler , İslam emperyalizmi ile yıkanmış kimseler.

Size ve ailenize sağlıklı günler ,

Bir şeye ihtiyacınız varsa lütfen yazınız.

Hudai Yavalar, 13.9.2006

X

Sayın hayrı balta ,

(Ağıt Töreni başlıklı yazım için…)

Yazınızda ” emperyalist’lere kabahat bularak” Türkiye’nin bu hale geldiğinden bahsediyorsunuz. Her memleketin menfaatleri olabilir. Fakat  kabahatli arıyorsak ,azız nesın’ın söylediği gibi : ” aynaya bak ,aynan yoksa durgun suya bak “. Zayıf toplumlar, her şeyde kabahat ararlar, daima ağlarlar.

Sıhhatli günlere

Hudaı ,169.2006

X

Hayrı bey,

(Atatürk’e Teşekkürler/Recep Tayyip’e de Teşekkürler yazım için…)

Niye ” Başbakanımız” diye el Tayyıp’e hitap adıyorsunuz ?
Aydınlık günlere

Hudaı, 21.2006:

X

Sayın hayrı bey,

(bütün okuyucularıma duyuru/göstersin yanlışı alsın ödülü yazım için…)

Biz sızı olduğunuz gibi savıyoruz ve taktır adıyoruz.

Ufak hatalara dikkat bile edemiyoruz.

Ailenize,sevdiklerinize ve size mutlu günler.

Hudaı,13.12.2006

X

Sayın hayrı bey,

Gönülden çok geçmiş olsun , yazılarınızı ınternette görmeyince, içime bir üzüntü düşmüştü . Duymak istemiyordum . Bu güzel insanı hasta görmek istemiyordum. Çünkü  bizler artık miladımızı dolduruyorduk. Nüfus kağıdımızın yaprakları sararmıştı. Bu tabiat kanunu . . Sizlere bir yardımım olabilirse lütfen yazınız. Her zaman sızı taktır eden ve seven bir kışı olarak, geçmiş olsun

hudaı yavalar, 8.12.2006

X

Zeki Kentel

SEVGILI BILGE

Rıza Karaca kardeşimizin yanlış anlama veya yanlış yorumlama tespitlerine katılıyorum.

Yalnız bu tespitler her gün birlikte olduğumuz ve kendilerini Hazreti Ali,  Hacı Bektaş (Kur’an, Peygamber, Hac, Kabe) kısacası İslam ile özdeşleştiren, İslam’ı inkar etmeyen Alevi kardeşlerimizle görüşürken de yanlış olduğunu kabul ediyoruz.

Mezheplerin içinde tarikatlarda nasıl DERGAH’LAR varsa burada ibadet olarak kendilerine göre her ne yapılıyor ise İslam’a uygun veya değil CEM EVLERI de benzer bir konumdadır.

Mevlana, Taptuk Emre, Nakşibendi, Özbekler Tekkesi ve yüzlercesi Cem evleri örneği olarak görülebilir.

Camilerin tüm İslam toplumunun kabul ettiği bir standardı, belli kuralları vardır.

İslam’da tüm İslam toplumu için mabet / ibadet yeri Camidir (mescit secde edilen yerdir)

Hiç bir mezhep, 4 mezhebin dışında olan Şiilik’te de ibadet yeri camidir.

Elbette Müslüman için ibadet her yerde yerine getirilebilir bir disiplindir.

Nasıl tüm Hıristiyanlar için KILISE bir mabet ise kendini İslam dini ile özdeşleştirenler için de Cami ayni şeydir.

Cem evinde ilkeli, disiplinli topluluğun camideki gibi tümünü kapsayan (kilisedeki gibi) geleneksel olmuş bir ibadet şekli yoktur.

Birileri törene katılır, çoğunluk seyreder

Kabe’de birlikte olduğum Alevi kardeşler benimle ayni şekilde ibadetlerini yaptılar.  Aramızda hiçbir ayrı gayrilik yoktu

Sizin sözünü ettiğiniz Alevilik üzerine dernek temsilcileri ile de görüştüm

İslam’ın dışında gösterilmelerini kabul edeni bulamadım

SAYGILARIMLA

ZEKI  KENTEL, 2.9.2006

X

Tansel Semir

Sayın Hayri Balta.

Yazınızı okudum. Geneline de katılıyorum.

Ancak söylediklerinizin hiç birini aleviler kabul etmez.

Aleviler gözlerini Arapların Ali’siyle kör etmişlerdir.

Ne aydınlık ne alev ne de güneş onları ilgilendirmiyor.

İlgilendikleri tek şey Arapların hayalleri.

Aleve tapanlar 1000 yıl önceydi.

Şimdi Aleviler “aydınlığın önderleri” olan Ilhan Arsel ve Turan Dursun’u her andıkları zaman kötülemeleriyle kalıyorlar.

Ayrıca insan olanın Mezhebi, dini, ırkı olmaz.

Sevgilerimle…

Tansel Semir, 11.7.2006

+

Sayın Tansel,

İletini aldım, memnun oldum, sevgiler sundum.

Söylediklerinin geneline değil hepsine katılıyorum. Alevilerin onulmaz Ali’ci olduklarını ben de biliyorum.

Ne var ki biz Aliciler beğensin, kabul etsin, diye yazmıyoruz. Biz; gerçek saygımız gereği (Buna din ilminde Allah için denir…) yazıyoruz.

Ayrıca biz balımızı yesinler diye de yapmıyoruz. Biz balı arı olduğumuz için yapıyoruz…

Şimdi kal sağlıcakla, yeniden sevgiler sana…

Hayri@bilgebalta.com – G. T. 12.7.2006

x

ALEVİLER LAİK Mİ?

 

Yıllardır Alevilerin hep laik olduğu söylenir. Oysa Alevîler daha laikliğin ne olduğunu bile bilmiyor.

Laik denildiği gibi ne devleti ne de milleti kapsar. Laiklik ancak bireyi kapsar. Bir devlet kendi başına laik olamaz. Ancak bireyler laik olabilir. Laik olmayan bireylerin oluşturduğu devlet adı ne olursa olsun laik olamaz.

Laiklik ne millet ne din ne de mezhep tanır. Laiklik bu sürü topluluklarını yok edip yerlerine düşünen bireyleri koyar. Laiklik bireyin aklını kullandığı sürece vardır. Aklını kullanmayanlar sürü (mezhep, din, vb.) oluşturarak laik olamazlar. Laiklik sürüye düşmandır. Sürü demek düşünmeyenlerin birkaç açıkgözün peşinden koşmasıdır. Bu yüzden laiklik Aleviliği yok saydığı gibi Alevi gibi mezheplerin de düşmanıdır. Birey olamayan, düşünemeyen, bilgilenmeyen, kendi çıkarları peşinde koşanlar laikliğin dışında kalmaktadırlar. Laikliğin amacı bireylerden bir toplum yaratmaktadır. Oysa Alevilik sürülerin oluşturduğu bir çıkar pazarıdır. Alevilerin laiklikle yakından uzaktan alakası yoktur. Alevilikle laiklik zıt şeylerdir. Biri inançtır yalanlara (hayallere, uydurmalara, kandırmacılara) dayanır, bir de gerçeğe (bilime, düşünmeye, bilgilenmeye)  dayanır.

Laiklik, hiçbir inancı tanımaz, Aleviler inancı benimser.

Laiklik, bireyi tanır, Aleviler topluluk (sürü) olma peşindedir.

Laiklik, tanrı, peygamber, halife, cennet-cehennem tanımaz, Aleviler bunlara tapar.

Laiklik, bireydir, Aleviler bireycidir.

Laiklik, akla dayanır, Alevilik inanca.

Kısacası nereden bakarsak bakalım Alevililik laiklik düşmanlığıdır. Bunun tersinin gösterilmesinin nedeni laikliğin yanlış tarifinden kaynaklanmaktadır.

Laiklik din’le (yalanla, sömürüyle, karanlıkla, vb.) savaşımı gerektirir. Oysa Aleviler dinlere karşı durmak bir yanda dursun dinle özdeşleşme yoluna gitmektedirler. (Aleviler; asıl Müslümanlar bizleriz.) Oysa Aleviler yıllarca İslam dininin şiddetine katliamlarına maruz kalmışlardır. Aleviler dinle savaşacaklarına iyice dinleşme yoluna gitmektedirler.

Gelenekler en büyük din’dir. Alevilerin çabası da gelenekleri yaşatmaktır. Laiklik değişim demek olduğu halde Aleviler değişmeyen gelenekleri yaşatma yolundadırlar. Hala cem adı altında ibadet yapıp bilgisiz-cahil dedelerin ellerini öpmekte onlara hürmet etmektedirler.

Alevilik ister aleve tapanlardan gelsin ister Alicilikten gelsin bugünkü anlamıyla tam olarak laiklik dışıdır. Laik olmak şurada dursun laikliğin öngördüğü değişimlere karşı direnmektedirler.

Aleviler arasından çıkan bireyleri sevgiyle kucakladığımı bilsinler. Onlar için söylemek istediğim bir şeyler var. İnsanımsılar yalnızlıktan korkar. Onun içindir ki bir sürüye veya topluluğa girmeye ve oradan ayrılmamaya çalışırlar. Oysa yalnızlık korkusu bilgisizlikten düşünememekten kaynaklanmaktadır. İnsanın en büyük onuru yalnız kalabilmesinde yatmaktadır. Yalnız olan insan aslında düşünce ile birlikte bir toplumun üyesidir. Yani nicelik olarak yalnız kalına bilinir ama nitelik olarak asla yalnız değillerdir. Düşünen insanlar birbirinden ayrı olsalar da düşüne ile bir aradadırlar.

http://tanselsemir.blogspot.com/TANSEL SEMİR,2.9.2006

x

Aydın insan,

Sayın Hayrı Balta ,

Sizlere geçmiş olsun , bir yardımım olabilirse lütfen yazınız , çok memnun olurum. Sızın ıhın ne yapabilirim

Sızı seven ,anlayan ve taktır eden hakiki bir dost

Aydın insan, 4.6.207

X

İlhan Keskinöz

Sayın Balta,

kargo adresinizi verirseniz Bilgelik İle Diyalog/Bilgi İle Yolculuğa adlı  kitabımın deneme kopyasını size göndereyim; “Ben öldükten sonra ünlü biri olursam sizde kalan nüshalar özel bir değer taşır”

kitabımı diğer basılan kitaplarım gibi Hıristiyan bir yayınevine bastırmak istemedim; çünkü bizim kitaplar hiç bir kitapçıya çıkmıyor; zaten yayıncı da dağıtmak istemiyor;

ben de bu kitabı yazarken “bir baba öldükten sonra bile çocuklarına nasihat etmeye nasıl devam eder” düşüncesinden yola çıkarak; herkesin okuyacağı bir kitap yazmak istedim; İlhan Keskinöz adı ile basılan kitaplarım Hıristiyan ilahiyatı ile ilgili olduğu için kitabı diğer yayınevleri zaten basmayı istemezdi; ben de kitap yazarı “Teoforos” olarak çıksın istedim, ancak yayıncılar özgeçmiş soruyor; ben de yalan söylememek için papaz olduğumu söylüyorum; onlar da kitapla ilgilenmiyor tabi…

kitabı basacak cesaretli bir yayınevi bulamadığım için bu iş artık çocuklara, belki de torunlara kısmet olacak;

şimdilik şarap ile ilgili olan yazılarımı bir web siteye koydum; belki de gelecekte bu iki kitabımı da oraya eklerim;

eğer siz web sayfanızda bazı bölümler yayınlamak isterseniz; “Teoforos” adıyla ekleyebilirsiniz; böylece 2. yüzyıldan bir azizin adı yaşasın…

İlhan Keskinöz, 28.4.2007

x

Sayın İlhan Keskinöz,

Önce sevgi…

Adresim şudur.

Hangi kargo ile gönderirseniz gönderin bana gelir.

“Av. Hayri Balta,

MESA, 12. Cad. 27. Sok. HORONKENT SİTESİ 6/10, BATIKENT/ANKARA”

Kitabını merakla bekliyorum. Çok istifade edeceğimi umuyorum.

Saygılarımla,

  1. 28.4.2007

+

Aras veya Yurt kargo olabilir…

X

Sayın Balta,

Kargo içi bir de tel. No verirseniz; bir hemşerime severek kitap göndereceğim;

Sevgiler

İlhan Keskinöz, 28.4.2007

+

NOT: “Siz dünyanın tuzusunuz. Tuz tadını kaybederse ona ne ile kendi tadı verilir?” İncil. Matta. 5/13”

+

Sayın Keskinöz,

Önce sevgi…

Bu iş oradaki herhangi bir kargo şirketine adresimle birlikte kitabınızı verirseniz beni bulurlardı.

Yine de isteğiniz üzere kargo şirketinin merkez ve Ankara telefonlarını veriyorum.

Şirket adı: Aras cargo.

Merkez  : 0216  538 55 00

Ankara’da bana en yakın şubesi: 0312 256 31 15 – 0312 256 95 98

Ayrıca benim de telefonumu veriyorum… 0 312 255 92 21

Her gün 9- 13 – 15 – 21 arası telefon edebilisiniz…

Yalnız kendi yazdığınız kitapları değil; başkaları tarafından yazılan kitaplardan da gönderebilirsiniz Ankara’ya gelen bir arkadaş ile…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 28.4.2007

+

Sayın Keskinöz,

Önce sevgi deriz.

 

Gönderdiğin kargoyu aldım.

Teşekkür ederim memnun oldum.

 

İki kitabına şöyle bir göz attım.

İncil’in kokusunu aldım.

 

Kısa zamanda okumaya çalışacağım.

Biliyorsun, ağır hastayım, malum.

 

Kilinize gelen yeni kitaplardan gönderirseniz sevinirim.

Göndereceğin kitaplar için şimdiden teşekkür ederim.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Yeniden sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 3.5.2007

X

Kabaali

Üstat e mailinizi aldım ve okudum.

Çok etkileyici.

Umarım yakında şifahi görüşürüz.

Sağlıcakla kalın.

KABAALİ

X

Aydın Dost,

En sonunda aldığınzı öğrendim.

Geç de olsa sevindim.

 

Öyle anlaşılıyor ki işleriniz yoğun…

Ama sizin seven dostlara karşı duyarlı olun…

 

  1. B.’dan ve ortağından henüz haber alamadım.

Acaba almadılar mı, aldılar da işlerinin çoklundan elleri mi deymedi…Bunu anlayamadım…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

Av. Bilge Balta, 17.2.2006

X

Aydın Dost,

Önce sevgi sunar yaşlı dost.

Duyarlı insan böyle olmalı.

Ne denmek istediğini hemen anlamalı.

“İşte en uygun vakit şimdidir!” diyerek, her işi zamanında yapmak gerek…

Cahil insanları alamayız örnek…

Şimdi sağlıcakla kalınız,

Candan dost olursanız siz kazanırsınız…

Av. Bilge Balta, 17.2.2006

X

KURBAN 

Yakında ikinci dini bayramımız “kurban bayramını” idrak edeceğiz hepimize kutlu olsun. Bu konuda birçok kişi ve kurumdan çok şey dinledik, çok şey öğrendik. Ben bu defa değerli dostlarıma, ilahiyat fakültesi dekanlığı yapmış, din adamı, Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk’ün, “İslam Nasıl Yozlaştırıldı” isimli kitabından “kurban”la ilgili bölümleri sunmak istiyorum:

“Hiçbir mezhep kurbanı farz görmemiştir. Bunun anlamı, kurbanın ayniyle (yani hayvanın kesilmesiyle ) bir ibadet olmadığıdır… Yoksula et verme diye ayrı bir ibadet yoktur. İbadet yoksula yardımcı olmaktır. Bu yardım yoksulun ihtiyaçlarına en uygun olanıyla yapılmalıdır. Ameliyat olacak para arayan bir yoksula para vermek, ona et vermekten çok daha üstün bir hayırdır. Hem Allah’ı hem yoksulu daha çok memnun eder. Hiçbir ihtiyacı olmayan aileler “ibadet olsun diye bir kan akıtıp”, sonra da karşılıklı et “değiş-tokuşunda” bulunarak kendilerini aldatıyorlar. Sn Öztürk devam ediyor:

“HURAFELER ve BİD’AT LAR:

* Kurbanlık hayvan kesmeyi farz saymak:

Kurbanlık hayvan kesmek, İslam’ın hiçbir mezhebinde Farz Değildir.

*. Kurban Bayramını, hayvan kesme Bayramı sanmak:

Bu anlayış temelden yanlıştır. Pagan (paganizm: çok Tanrıcılık) bir kalıntıdır. Kurban tüm ibadetlerin ortak adıdır. İnsanı Allah’a yaklaştıran şey demektir. Bu anlamda olmak üzere Peygamberimiz namazı bile kurban diye anmıştır. O halde, Kurban Bayramı’nın İslam’a uygun adı; “Yoksula Yardım Bayramı” olmalıdır.

*. Kurbanlık hayvan kesmeyi Haccın Gereklerinden Biri Saymak:

Bu anlayış da İslam dışıdır. Mekke’de toplanan büyük kalabalığın gıdalanmasını kolaylaştırmaya yönelik bir uygulamadır. Bu esprinin yitirildiği zamanlarda sadece bir geleneği yaşatmak uğruna, onca hayvanı kesip kumlarda telef etmek dinin buyruğu olarak algılanamaz.”

Bir din bilgininin Kurban konusundaki açıklamalarını verdikten sonra bir şehit kardeşi Samsun’lu Ayhan Namlı’nın Gözcü Gazetesi’nde yayımlanan bir önerisini sunmak istiyorum:

“Türk milletinin Mehmetçiğe uzanan yardım eli olan TSK Mehmetçik Vakfı’na yapacağınız her türlü yardım; şehit çocuklarının eğitimine, engelli duruma düşmüş gazilerimize yapılan ekonomik yardımlara gidiyor.”

Şehit olup nurlanmak, gazi olup onurlanmak onlar için en büyük ödül ama vatanının bütünlüğü, milletinin huzuru için canlarını vermiş, kanlarını dökmüş askerlerimizin, geride kalanlarına destek olmak bizlerin boynumuzun borcudur “Kurban Bayramı” bu borcumuzun eda edilmesine vesile olur dileklerimle, “Bağış Bayramınızı” kutluyorum.

  1. D. 17.12.2006

+

Sayın Albayım,

Siz ki araştırmacı-yazar, Atatürkçü Düşüne Derneği Genel Başkan (E) Danışmanı, Emekli Subaylar Derneği (Ankara) Çankaya (E) Başkanısınız. Yukarıdaki yazıyı nasıl olur da bizlere gönderirsiniz.

“Bu konuda birçok kişi ve kurumdan çok şey dinledik, çok şey öğrendik.” demişsiniz ve Yaşar Nuri Öztürk gibi bildiği yanıldığına yetmeyen ve Prof Dr. İlhan Arsel’e  13 Aralık 2002 tarihli Star gazetesindeki “küfür namesinde: “ALLAHSIZ, ATEİST-DEİST DAYATMACI, İNKARCI KARTOROZ YOBAZ, MANYAK, KARTOROZ MATERYALİST YOBAZ, KARTOROZ MARKSİST, MAOCU, MANYAK. MELUNLAR, SENİN CANIN CEHENNEME İNKAR MANYAĞI, VİCDANSIZ  VE İRFANSIZ MÜŞRİKLER, OMURGASIZ-İLKESİZ EYYAMCILAR…” deyen;  bu nedenle Ank. 8. Asliye Hukuk Mahkemesince (Dosya No. 203/414 Esas.) İlhan Arsel’e hatırı sayılır bir tazminat ödemeye mahkum olan ve kesinleşen dava sonucu yüklü bir tazminat ödeyen kişinin gerçek dışı sözlerine nasıl itibar eder de bizlere yollarsınız?..

İnsan, hele araştırmacı bir yazar, yukarıda küfürbazlıktan mahkum olan Yaşar Nuri Öztürk gibi birinin sözlerine nasıl itibar da Türk halkına sunar?

Araştırmacı bir yazar, kurbanı ““HURAFELER ve BİD’AT LAR” arasında sayan birinin sözlerini okuyunca acaba bu konuda  Kuran ve Hadis kitapları ne diyor diye İslam kaynaklarına bakmaz mı?

Örneğin Kuran’daki şu ayetlere bakmanı öneririm. Bakara 196, Al-i İmran 183, Maide 2, 28, 34, 36, 95, 97. Hacc 28, 33-34, 36. Kevser 2 ayetlerine bakmaz mı?

Hele Hadis kitaplarının tümünde geçen İslam Peygamberi’nin Hac ziyaretinde 70 deve kurban ettiğine hiç mi rastlamadınız?

Kurban ibadeti bir vecibe (Gerek ve vacip. Borç hükmünde olan bir görev. Ödev. Yapılması gerekli şey..) dir.

İslam’da bir vecibe olan kurban ibadetine  nasıl olur da “HURAFELER ve BİD’AT LAR” denebilir? Hele bir sor bakalım  küfürbaz’a ne deyecektir?..

Hurafe demek: Aslı asarı olmayan şeriata aykırı uydurma sözler demektir. Kurban ise bütün dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de vardır.

Bi’dat ise:  Şeraitte olmadığı halde sonradan eklenen adetler demektir ki böyle bir şey yoktur. Ve kurban şeraitin başından beri vardır…

Senin gibiaraştırmacı-yazar, Atatürkçü Düşüne Derneği Genel Başkan (E) Danışmanı, Emekli Subaylar Derneği (Ankara) Çankaya (E) Başkanı” birine şeriatı şirin göstermeye çalışmak yakışır mı? Bırak ne halleri varsa görsünler…

Bizleri nasıl olur da şeriat konusunda “gaflet” içinde görür ve bu iletiyi gönderirsiniz?..

Saygılarımla…

Av. Hayri Balta, 17.16.2006

X

Mehmet Teceren,

Sayın Mehmet Teceren,

Ne o işi gücü bırakıp sende mi yalnızca İslam’la uğraşmaya başladın?

Merak etmeyin gerçeği siz de göreceksiniz, elbette Müslümanlar Müslümanlığın ne olduğunu sizlere, bizlere karşın, anlatacaktır. Az daha sabredin daha neler göreceksiniz! Yahu bu HB neler söylemiş de biz ayrımına varamamışız diyeceksiniz

Neyse 8 Ekim 2004 tarihinde Haldun Taner Kültür Merkezinde (Yeni Batısitesi Atatürkçü Düşünce Derneğince düzenlenen) Laiklik ve Teokrasi üzerine bir sorulu yanıtlı konuşmam olacaktır. Gelenlere ve isteyenlere tarafımdan hazırlanmış laiklik ve Teokrasi’yi özetleyen bir dosya verilecektir.

Benim oğlu bina okur, döner döner aynı yeri okuyacağınıza gelin de yeni yeni şeyler okuyun. Rolantiyede dönmekten, avara kasnaklıktan bir şey çıkmaz. Önce Emin Kılıç’ı, sonra da saplantılarınızdan kurtularak kendinizi aşıp yenileyin…

Sevgilerimle,

HB, 26.9.2004

X

Sayın M.T.

Önce sevgi diyorum. “Kapıcı Merdo!” adlı öykümü niçin “beğenmediğini” sormuştum, hala yanıt vermedin, bekliyorum.

Biliyorum, yanıt veremezsin. Benim kanat çırptığım yükseklikte kanat çırpamazsın. Sen de Sayın Öğreticimiz gibi, sıkışınca, nasıl “dedikodu” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırsa; sen de, “beğenmedim” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırsın.

Biliyorum, senden yanıt gelmez. İçinden geçtiği halde söylemeye dilin dönmez. Çünkü sizlere göre statükodan yana çıkmak esastır. Anadan doğma muhafazakar  olduğunuz için her yenilik size göre sakattır.

Şimdi ben söylüyorum “Kapıcı Merdo!” adlı öykümü niçin beğenmediğini. “Kapıcı Merdo!” adlı öykümde, iki yerde:  “Benim iflah olmaz, anadan doğma dinsiz, solcu olduğumu duymuştu, biliyordu. Ne var ki dinsiz, solcu olmama karşın beni seviyordu.”  diyordum ya, işte kullandığım bu tümceler yatmıyor senin aklına.  Oysa ben o “dinsizlik” sözcüğünü dinsiz olduğum için kullanmadım, halktaki tabuyu kırmaktı amacım.

Çünkü sizler öyle bir ruh yapısına sahipsiniz ki; Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olmak üzere 5 milyar dinli içinde bir adamın çıkıp da “Ben dinsizim!” demesinden, korkarsınız. Biri dinden çıktımı yer yerinden oynayacak, kıyamet koptu kopacak sanırsınız!

Yoksa benim; “Kapıcı Merdo!” adlı öykümde anlattıklarım gerçekten vardır. Eğer bir gün bize gelirsen bizim kata çıkıncaya kadar anlattıklarım gözüne çarpacaktır.

Yaa! benim kırk yıllık Emin Kılıççım; yeter Emin Kılıç’ın arkasından koşmamız. Denk düştüğünde Musa’yı da, Muhammed’i de, Atatürk’ü de aşalım. Aklımızı kullanalım; tanınmış kişi söylemiş diye hemen inanmayalım; öncelikle aklımızı kullanalım, aklın verilerini  yaşamımıza uygulayalım,.

Bir kişinin arkasına çakılıp kalmayalım. Gerekiyorsa dinsiz de olalım, komünist de olalım. Öncelikle kendimize doğru olalım, günü geçmiş anlayış ve düşüncelere sırtımızı dönelim; çağımızdan geri kalmayalım, çağı yakalayalım…

Artık dinciliğin de, milliyetçiliğin de çağı geçmiştir. Artık insan olarak yaşamanın vakti gelmiştir.

İnsanın; dini, ırkı, rengi ne olursa olsun ona insan olarak, insanca davrandığı takdirde, sahip çıkalım. Barış içinde, kardeşlik içinde refahı yakalamaya çalışalım. Kötüyü dışlayalım, iyiyi yakalayalım.

Arkasına düşüğün İslam şeriatı için bak Atatürk ne diyor. Türk’ün dini demiyor; kısaca “ Arab’ın dini!” diyor. Bizim Atatürkçü laikler “Atatürk niçin böyle demiş!” diye düşünmüyor. Bizimkiler Arab’ın dinine sarıldıkça kendi dünya görüşü olan “laiklik ilkesine” ters düşüyor…

Bizim, iki arada bir dere kalmış, yöneticilerimiz ise ise bu dünyayı cennet yapacağına,  öldükten sonra gideceği cenneti düşlüyor. Bilmiyorlar ki bu sevda peşinde koşanlar yaşarken bile yaşayan bir ölüye dönüşüyor…

Şimdi kal sağlıcakla, bakalım bu anlattıklarım nasıl gelecek sana.

H.B. 19.3.2005

+

NOT: İsteyenler, www.bilgebalta.com adresinde bulunan “ÖYKÜLER” adlı sayfamızı okuyabilir…

X

Mustafa Altıntaş

hayribalta <hayribalta@superonline.com> dedi:

Yazmandan sağlıklı olduğun sonucunu çıkartıyorum. Eline sağlık. Üretmeyi sürdürüyorsun. Sağlıcakla kal

  1. Altıntaş, 25.7.2005

x

hayribalta <hayribalta@superonline.com> dedi:

Hayri Ağabey,

Senden ve Dağlarca’dan gönderdiğin şiirlerini aldım. Teşekkür ederim. Ancak,
söylediğin gibi yok öyle “zaten gitmek üzereyim” demek. Ürettikçe, savaştıkça yasamı sürdüreceğiz ve ona siki sıkıya yapışacağız.

Esenlikler ve sağlıklar dilerim.

  1. Altıntas, 3.8.2005

X

hayribalta <hayribalta@superonline.com> dedi:

Hayri Ağabey,

Üretkenliğin sürüyor. Böylece sağlıklı olduğun sonucuna varıyorum. Tempo Dergisinden bilgili kılman için teşekkürler. Ancak, ADD’nin ve İP’nin
Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’i ulusalcı olarak Lozan’a, Afyon Kocatepe’ye taşımaları içime sinmiyor. Bunlarla ilgili olarak ADD’ye ve İP’e bir  uyarı yazısı ve sitede bunlarla ilgili açıklama yapman deşifre olmalarına katkıda bulunacaktır, görüsündeyim.

Esenlik dileklerimi yollarım.

M.Altintas, 29.8.2005

X

hayribalta <hayribalta@superonline.com> dedi:

Hayri Ağabey,

Harputluoğlunun ne ileti gönderdiğini bilmemekle birlikte, Kazım
Yardımcımdan yaptığın alıntıya katılamıyorum. Dini, toplumsal yaşamı
biçimleyen, örgüleyen kurallar dizisi olarak kabul edemiyorum. Din, dün de, bugün de hükmetmenin bir aracı olarak kullanılmış ve bu araç çok kan
akıtılmasına, başların kesilmesine, kadınların aşağılık yaratıklar olarak
tanımlanmasına vb.lerine kaynaklık etmiştir.

Sen “Şeriat ve Kadın” adlı kitabin yazarı bilge insanin (İlhan Arsel)
düşüncelerine akraba olarak, nasıl Yardımı’nın ipe-sapa gelmezlerine umut
ışığı olarak bakabilirsin? Kurana ilahi mesaj olarak mı bakıyorsun? Kimin
mesajı o halde? Muhammet’in sünnet ve hadisleri aklın ürünü müdür ve İslam Dünyasına bunlar hangi aydınlığı getirmişlerdir? Bu konularda tutarlı olmak gerekmiyor mu?

Bununla birlikte yazılarını, iletilerini okuyarak, bilgi sahibi olarak
sağlıklı olduğunu öğreniyorum ve bundan da derecesiz seviniyorum.

Esenlik dileklerimi sunarım.

M.Altıntaş, 31.8.2005

X

Mustafa Kemal oğlu

Merhaba Sayın Balta,

Sizin yazılarınız, bilgisayarımım arşivinde saklanıyor ve sitenize yeni bir ekleme olduğunu haber veriyor.

Ben de sizinle pek haberleşemiyorum, malum günlük isler ve grup moderatörligi ve “İslamiyet Gerçekleri” sitesinin güncellenmesi epey vakit alıyor.

Sessiz kalmak, yazıların okunmaması ve kullanılmaması anlamına gelmiyor.. Aman, sessiz kalan arkadaşları mesaj listenizden sakin silmeyin, ben de bu arada yanlışlığa kurban gitmeyeyim..

Saygılarımla,

Mustafa Kemaloglu, 19.10.2005

X

Sayın M. Kemaloğlu,

Önce sevgi yürekten dolu dolu… Çünkü değer verdiğim aydınlardan biri de M. Kemaloğlu. Bu nedenle yazmış olduğun ileti sevincim oldu. Hele yazılarımızı arşivlemeniz var ya; bu da benim açıdan çok olumlu…

Yazınızın altında bulunan Tanrı konusundaki yazı; yazmakta ve sitemde yayınlamakta olduğum “AYDINLANMAYA KATKI” kitabının bir bölümüdür. Bu kitabım:

AKLIN İŞLEVİ,

EVREN VE YASALARI,

YARATAN MADDEDİR

TANRI, ,

SÜRYANUS,

VAHİY,

KURAN,

TEVRAT VE İNCİL

DİNDE ÖLÜ VE DİRİ

YENİDEN DOĞMAK,

OLGUNLAŞMAK

AYDINLANMAK

Bölümlerinden oluşmaktadır.

Daha önce bu kitabımın adını “DİN KURUMUNA ve TANRI KAVRAMINA AKILCI BİR BAKIŞ” koymuştum. Bu kitabımı yeniden yazmaya başlayınca adını “AYDINLANMAYA KATKI” koydum. Sizin aşağıda gönderdiğiniz bölüm ise Tanrı bölümüne ilişkin bölümün 1-13 parçalarıdır. Sizin göndermeniz üzerine yeniden gözden geçirdim. Eğer arşivinize yeniden yazdığım 1-13 parçaları yerleştirirseniz sevinirim

Aşağıda moderatörlüğünü yaptığın gruptan söz ediyorsunuz. İslamiyet Gerçekleri adlı sitenizin olduğundan haberdarım da bu moderatörlüğünü yaptığınız gruptan haberim yok. Varsa eğer bu moderatörlüğünü yaptığının gruba alırsan sevindirirsiniz beni…

Şimdi size ve bütün okuyucularıma bir haberim var. www.hayribalta.cjb.net  adresli sitemiz yanında bir de www.bilgebalta.com adresli site oluşturdum. Taslak çalışmalar şu an yayındadır. Girildiğinde görülebilir.

Bunun yanında e-posta adresim de değişmiştir. hayribalta@superonline.com adresli sitem 17 Kasım’da kullanılmayacaktır. Yeni e-mail adresim hayri@bilgebalta.com dur.. 17 Kasım’a değin her ikisi de kullanılacak; ancak 17 Kasımdan sonra diğeri silinecek ve yalnızca hayri@bilgebalta.com kullanılacaktır.

Bu güne değin iletilerime sessiz kalan 100’e yakın okuyucumu e-mail listemden sildim. Bunlardan biri olsun; “İletileriniz artık gelmiyor?” deme zahmetine de girmedi. Ama sizin ki karşılık verseniz de vermeseniz de silinmeyecektir. Çünkü siz İslamiyet Gerçekleri adlı sitenizle bana yanıt vermektesiniz zaten… Ama iletilerime sessiz kalanlar zamanla silinecektir… Çünkü istemeyene göndermek o arkadaşa saygısızlıktır.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Bilge Balta size yürekten sevgiler yollar.

Şimdi kalınız sağlıcakla

Bilge Balta, 20.10.2005

X

Son bir kaç senedir değişik gruplara üye oldum ve gördüm ki dinleri bilhassa İslam dinini, peygamberleri bilhassa Muhammedi eleştirenler gruplardan atılıp onlara hakaretler yağdırılmakta, bu grupların dinci yobaz moderatorleri kendileriyle hemfikir olmayanları gruplarda susturmaya çalışmaktadırlar.

Arkadaşlar insanlık tarihine bir göz atin, haclı seferlerden 11 Eylül, 11 Mart olaylarına kadar dünyadaki bütün savaşlar, kargaşalar,  anlaşmazlıklar Allah adına yapılmıyor mu? Milyonlarca insan evladının kani bu sebeplerden akmıyor ve akmaya devam etmiyor mu?

Peki Tanrı bu kadar aciz, bu kadar nefret dolumu?

Türkiye’de şeriatı kurmak isteyen muhalefetsiz bir hükümetimiz var,  bu hükümet güya AB’ye girmek istiyor gibi görünüyorsa da bütün amacı AB’yi tren gibi kullanıp istediği şeriat durağında inmektir.

Bu sebeplerden dolayı sansürsüz modern_turks grubunu kurduk.

Burada hersek tartışmaya acıktır (Dinler, Siyaset, Ekonomi, Günlük hayat, Kurt ve Ermeni sorunu, Peygamberler gerçek mi yoksa uydurmamı, vs. vs.)

Burada din gerçekleri konuşuluyor diye hiç kimse gruptan atılmayacaktır.

Ticari ilanlar yayınlanmayacaktır.

Üyelik için: modern_turks-subscribe@yahoogroups.com

MODERN TURKYE, 9.11.2005

X

Sayın Kemaloğlu,

İletini aldım, memnun oldum.

Gösterdiğin her üç gruba da üyelik için başvurdum.

Gereken işlemin yapılmasını rica eder sevgiler sunarım.

Bilge Balta, 9.11.2005

X

Adamla kadın, İslamiyet inancının gereğini yerine getiriyorlar.. Kadının giyimi, sosyal bir mekandaki davranışı islimi adaba uygundur. Eğer kişi Allah’a inanıyorsa, Kuran’ın Allah’ın sözü odununa inanıyorsa, Muhammed’in peygamber olduğuna inanıyorsa ve onun davranışlarını örnek alıyorsa, adamla kadının davranışı normaldir, çünkü o dinin gereğini yerine getiriyorlar..

İslamiyet’i tartışmak gerekiyor.. İslamiyet’e inanan kişilerin İslamiyet’e uygun davranışlarını değil..

Kuran, Allah’ın sözü mudur? Muhammed, Allah’ın elçisi midir? Allah’tan indiğine inanılan Kuran, gerçekten Allah’tan mı inmiştir?

Kuran’da yazılanların değeri nedir? Kuran’a uymak gerekir mi?

Bunları tartışmak gerekir..

X

TÜRK KADINI… NE O, NE ÖTEKİ

 

ADINA türban denilen nesne son yıllara kadar yoktu. Bunu icat eden belli kimseler oldu. Bu yeni keşif benimsendi ve erkeklerimiz tarafından derhal uygulama alanına konuldu. Anadolu kadınının geleneksel başörtüsüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu nesne, her yerde üniformaya dönüştürüldü.

Biz bunları yazdıkça ve eleştirdikçe, bu kesimin erkekleri mesaj, faks gönderir!

‘Vay dinsiz imansız, sen Müslüman değil misin? Ahirete inanmıyor musun? Allahsız adam!’

Bunlar, kutsal dinimizi bir metrekarelik bir bez parçasına indirgeyen ve Müslümanlığı sadece şekil olarak görenlerdir.

Bunlar, siyasetçilerin türban üzerinden oynadığı oyunu görmek istemezler. Türban sömürüsünü bilirler de, görmezden gelirler.

Erkekler topluluğu olarak kadınları ve kızları bu amaçla kullanırlar.

Biz bunu eleştiririz.

+

Hadise son olarak Ulaştırma Bakanı’nın eşinin fotoğraflarıyla gündeme geldi. O fotoğraflardaki dışlanmış kadın, Türk kadınını temsil etmiyordu. Eleştirdik, yazılar yazdık.

Kızdılar!

Onlar zanneder ki, biz karşımıza medyada hemen her saat çıkarılan baldırı çıplak kadınlardan yanayız!

Oysa hiç ilgisi yoktur. Biz aile yapımız olarak tutucu, muhafazakár, yüreğinde Allah korkusu ve Allah sevgisi taşıyan, dinimize inanan insanlarız.

Laikliği, çağdaşlığı, Atatürkçülüğü savunan insanların çok büyük çoğunluğu böyledir.

Kadınlarımız örtünmez ama onurlarından, namuslarından, inançlarından ödün vermezler.

+

Türkiye’de hemen hepimiz televizyon kanallarını izliyoruz, belli gazeteleri okuyoruz. Oralarda karşımıza çıkarılan manken, popçu, artist, şarkıcı, sosyetik belli kadınları görüyoruz.

Yaşam biçimleri tuhaftır. Çoğu zaman yüz kızartıcı, utanç vericidir. Bu tipler her gün bir başkasıyla gezer, yozlaşmış ilişkileri vardır. Diskolarda, barlarda ve benzer yerlerde sabahlara kadar süren yaşamları, şahsen benim midemi bulandırır.

Kimin eli kimin neresinde, asla belli değildir!

Bilmem kaçıncı sevgilisinden dayak yemiştir, medyada olay olur. Bilmem kimle düzeyli birliktelik (!) yaşamaya başlamıştır, manşetlere çıkar. Çoğu makyaj güzelidir. Makyajsız görseniz tanımanız mümkün olmaz.

Bacaklar açık, göğüsler fora, frikikler önceden planlanmış!

Böyle olacak ve böyle görüneceklerdir ki, medyada isimleri geçsin!

İşte bu gibiler magazin programlarında ön sırada, her zaman manşetlerde gezinir…

Türkiye’de bunların sayısı 200 kişiyi geçmez. Ama manşetler, programlar ne acıdır ki, hep onlarla ve onların eşleri, sevgilileri, metresleri ve paralı zamparaları ile doludur.

Bir aylık düzeyli birliktelik onların erkeklerine çok lüks bir cipe, mücevherlere ve büyük paralara mal olur! Ama kadınlarla birlikte onlar da ‘ünlü’ oluverir.

Şeriatçı kesim ise laikliği, çağdaşlığı bu yozlaşmış, yoldan çıkmışların temsil ettiğini zanneder. Ya da öyle yutturmaya kalkışır.

Etki tepki meselesinden dolayı kızlarına, kadınlarına baskı yapıp onları olabildiğince örterler, harem-selamlık uygulaması yaparlar… Çünkü bilinçaltlarında kadını ikinci sınıf yaratık olarak görmek vardır.

Türk kadını ne önceki türban üniformasına bürünmüş kesimdir, ne de sonraki soyunan kesim.

Türk kadını ne Müslümanlığı gerekçe gösterip onu örten, ikinci sınıf yaratık olarak görenlerin esiridir, ne de yozlaşmış bir yaşam sürmeyi kendisine yakıştıran tiplerden oluşur.

Türbanı savunan bazı erkeklerden mesajlar alırım:

‘Örtünmesinler de, sizin mankenler gibi mi olsunlar!’

Böylesine komik bir şey olabilir mi? Onları en çok biz eleştiririz, aile yapılarımızla biz karşı çıkarız.

Bu konuda medyamıza düşen çok önemli bir görev var ama işlerine gelmez.

Topluma kötü örnek olan bu tipleri ekranlardan, sayfalardan uzaklaştırmak.

Onları ekranlarda, sayfalarda gördüğümde, sizler gibi ben de üzülürüm, hatta acırım. Sırf isimleri gündemde devam etsin diye yapmadıkları şaklabanlık, yaratmadıkları rezillik kalmaz.

Atatürkçü, çağdaş, laik ve hatta muhafazakár Türk kadını ve aile yapısı ne bunlar, ne de dinimizi bir kumaş parçasına indirgemeye kalkışanlardır. O yapı Türk örf ve ádetlerine bağlı, dinimize sonsuz saygılı insanlardan oluşur.

Ne onlar, ne ötekiler! Anlamak istemeyenler için yazdım, bizler işte böyleyiz.

Harem-selamlık ötesinde bir şey

Hürriyet:,

Hüseyin TEKİN/ANKARA

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın eşi Semiha Yıldırım’ı tek başına yemek yerken gösteren fotoğrafla başlayan tartışma, gazetelerin köşe yazılarına da yansıdı. İşte Türk basınının önemli isimlerinin bu konudaki yorumları…

Çarşamba’ya ulaşırlar

Oktay Ekşi (Hürriyet): Kadını erkekten önde tutmayan, ama lafa gelince ‘cennet senin ayaklarının altındadır’ diyerek kadınları uyutacağını sanan zihniyete karşıyız. Hürriyet’te yayınlanan fotoğraf(lar)a bakıp AKP mensupları medeniyet haritasının neresinde olduklarını tayin etmeliler. Beğeniyorlarsa. Sonunda Brüksel’e değil, Fatih’in Çarşamba semtine ulaşırlar.

Kahredici hüzün var

Ertuğrul Özkök (Hürriyet): O fotoğrafta başka bir şey var. ‘Harem-selamlık’ gibi sınıflandırmanın ötesinde bir şey. Kahredici bir hüzün var. Yalnız bırakılmış, sanki terk edilmiş bir kadın yalnızlığı. Yan tarafta pür neşe bir erkek muhabbeti. Bu tarafta tek başına bir kadın. Tabiat, medeniyet, 21’inci yüzyıl, erkeklik, kadınlık bunu kaldırmaz. Bu, erkek hoyratlığının, cemaat kabalığının, güya inanç zaruretinin suçüstü yakalandığı andır.

Gelinen noktaya bakın

Tufan Türenç (Hürriyet): O fotoğraf, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının eşinin nasıl ikinci sınıf bir insan sayıldığının hüzün dolu belgesiydi. Böyle itilerek kakılarak mı baş tacı yapılıyor kadınlar? Yazık, Atatürk’ün devrimlerinden 80 yıl sonra geldiğimiz noktaya bakın.

Vay benim ülkem vay

Emin Çölaşan (Hürriyet): Hanımın yüz ifadesini, yalnızlığını, ezikliğini, dışlanmışlığını, itilmişliğini, her şeyini bir kez daha görünüz. Türk kadını adına utanacaksınız. Bu hanım gerektiğinde, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni’ Bakan eşi kimliğiyle temsil edecek. Aynen ötekiler gibi! Vay benim ülkem vay.

‘Sıradan’ bir görüntü

Kürşat Bumin (Yeni Şafak): Aslına bakacak olursanız bu fotoğrafın hiçbir -en ufak- bir özelliği yok. Fevkalade ‘sıradan’ bir görüntü. Fotoğrafı bir ölçüde özel kılan yön, Bakan’ın eşinin ‘tek başına’ karnını doyurması.

Emine Hanım ne der

Mehmet Y. Yılmaz (Hürriyet): Ne Bakan Bey’in karısını bir masada terk etmesine alışmak zorundayız ne de Bakan Bey’in hanımının o ‘türban şıklığı’ kılıfına bile sokulamayacak kılığıyla, kaderine razı olmuş bir şekilde çorbasını kaşıklamaya devam etmesine alışmak zorundayız. Benim merak ettiğim bir şey var: Emine Erdoğan, o fotoğrafı görünce ne hissetti?

O álemdeki manzara

Melih Aşık (Milliyet): Kimi yazarlar bu manzara karşısında ‘Acaba Emine Hanım ne düşündü?’ merakını izhar etmişler. Onun cevabını da Başbakan Tayyip Bey uçakta konu sorulduğunda gazetecilere şöyle bildiriyor: Demek ki başka hanım yoktu… Demek ki o alemde bu manzara olağan.

Türkiye’ye yakışmıyor

Mehmet Barlas (Sabah): Harem-selamlık uygulamaları, AB üyesi olmaya kararlı Türkiye’ye yakışmıyor. Kadın-erkek eşitliği, bu toplumun üst değerlerinden biridir artık. Uygunsuz görüntüler, sessiz çoğunluğu rahatsız etmektedir.

Bu bir ‘gerçeklik’ anı

Türker Alkan (Radikal): AKP, sürekli olarak gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyen bir insan gibi. Zaman zaman gerçek duygularını bastıramıyor, bir biçimde ortaya döküveriyorlar. Bu ‘gerçeklik anı’ daha sonra kızmalarına, tepki göstermelerine yol açsa da aydınlatıcı oluyor.

‘Utanç verici’ demeli

Ruhat Mengi (Vatan): Başbakan Erdoğan, Bakan Yıldırım’ın eşinin ‘tek başına yemek yemesi’ konusunda anlamadığımız bir dille ‘zaid bir şey’ yorumunu yapmış. ‘Zaid’in ‘lüzumsuz’ demek olduğunu öğrendim. Ben de diyorum ki o fotoğraf için lüzumsuz değil ‘utanç verici’ demeliydi.

X

Sayın Kemal oğlu,

Önce sevgi.

Sözlerin gerçektir. Hem de yerindedir. Laik’im deyen kişinin önce İslam dinini bilmesi gerektir.

Ne var ki bizim aydınların Kuran’daki ve Hadislerdeki gerçekleri dile getirenlere yüklenir.

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler sana…

Bilge Balta, 1.12.2005

x

Sayın Kemal oğlu ve Önay,

 

Önce sevgi.

Sizden bir istekte bulunacağım şimdi.

 

Adnan Hocacılar; www.ateizm.org sitesini kapattırmışlar.

Site yetkilileri benden hukuksal yardım istemişler.

 

Ne var ki ileti de e-mail adresleri de silindi.

www.ateizm.org sitesine girdim ama yoktu  e-mail adresleri

 

Sizlerden isteğim eğer biliyorsanız e-mail adreslerini…

Hemen yeniden göndersinler o iletiyi ve e-mail adreslerini…

 

YA DA SİZDE VARSA E-MAİL ADRESLERİ

RİCA EDİYORUM BANA BİLDİRMENİZİ..

 

Şimdi kalın sağlıcakla,

Hepinize sevgiler kucakla…

Av. Hayri Balta, 6.6.2007

X

Nazmi Akkuş

Merhaba,

Ben 39 yaşında evli ve bir çocuk babası Nazmi AKKUŞ.

Bir konuda değerli zamanınızı almak istiyorum, umarım bu isteğimi yanlış anlamazsınız.

Henüz çok erken olmasına karşın (Oğlum 2 yaşında) oğlumun din eğitimi almasını istemiyorum. Bu nedenle Nüfusumda yazan din hanesini hristiyan olarak değiştirmeyi dahi düşündüm ama bu bana mantıksız geldi çünkü ben bir Ateistim.

Bana bu konuda izlemem gereken yolu gösterirseniz sevinirim.

Saygılarımla.

Nazmi AKKUŞ

x

Sayın Nazmi Akuş,

İletini aldım, düşündüm. Aşağıdaki şekilde yanıt vermeyi uygun gördüm.

Anlatımınızdan, noktalama mimlerinizden, yazınızın içeriğinden anladığıma göre kültürlü bir kişisiniz. Dilerim sizin gibi düşünmektedir eşiniz.

Eğer ikiniz de aynı dünya görüşüne sahipseniz çocuklarınıza  hiçbir düşünceyi empoze etmeye gerek yoktur. O doğruyu kendi kendine bulur.  Yapacağınız iş çocuklarınıza, ahlak, davranış, erdem bakımından örnek olmaktır.

Çocuklarımızın sorularını akılcı ve bilimsel olarak yanıtlarsak ve bir de onlara örnek bir yaşam sunarsak; o gerçeği bulacaktır muhakkak. Kaldı ki bulduğu kendi gerçeği ile yaşamak onun için bir hak.

Bütün dinler birbirinin üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bütün dinler insanları Allah diye korkutur, din diye korkutur, kitap diye korkutur. İnsan olarak alması gereken bütün hazlardan, zevklerden yoksun kor.

Bütün dinler çocukların sağlıklı düşünmesini engeller. Bir kere korkuya düştü mü söylenen bütün yalanları kabul eder. Zaten bütün dinler; dinlerini, yalan üstüne bina eder. Kaldı ki herhangi bir baskı çocuklarda ters teper. Çocukken tepkisini  gösteremezse de büyüyünce göstermek ister.

Bizim onlara öğretmemiz gereken; neyi ne kadar, nasıl, ne zaman yemesini öğretmektir. Her hastalığının dengesiz, düzensiz, yeteri kadar yenmediği zaman geleceğini bildirmektir. Bunun gibi giyinmesini, yıkanmasını, dişlerini fırçalamasını, zamanı gelince, en güzel şekilde öğretmektir.

Ayrıca arkadaşlarla ilişkisinde haksızlık yaparsa yaptığı işi beğenmediğini; doğru yaparsa doğruluğunu beğendiğini sevgi ile belirtmektir.

Günü geldiği zaman cinsellik konusunda da bilgisiz konmamalıdır. Cinsel davranışlarda neyin kendisini tehlikelerden, hastalıklardan koruyacağı öğretilmelidir.

Bizim kendi çocuklarımıza (dört kızım var; hepsi de evli üçünün de çocukları var…) örnek oluşumuz böyledir. Çok şükür bu güne değin bir tanesini bile; ne camiye, ne  Cemevi’ne, ne de kiliseye gitmiştir. Hepsi de Atatürkçüdür, cumhuriyetçidir, emekçidir, çalışır geçinir, evrimcidir, laiktir…

Din eğitimi almamalarına karşın çocuklarımızın; ne bize, ne de başkasına yalan söylediği görülmemiştir. Kimsenin hakkına tenezzül etmediği gibi psikopat (saldırgan-kavgacı) da değildir. Eşleri ile de çok güzel geçinir…

Bilmem bu örnekler ve önerim sana yeterli midir?.

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler eşiniz hanımefendiye ve sana,

Hayri Balta, 5.7.2005

X

Ömer Gürcan

Sayın BALTA,

Babam Fethi GÜRCAN’ın hayatını anlatan Nesrin TURHAN’ın kaleme aldığı Doğan yayıncılıktan çıkan İHTİLALİN SÜVARİSİ’ni okuyabildiniz mi?

Okudunuzsa düşüncelerini iletirseniz sevinirim. Okumadınızsa muhakkak okumanızı tavsiye ederim. Okuyunca ısrarımın sebebini anlayabilirsiniz .

Saygılarımla

Ömer GÜRCAN, 23.7.2004

+

Sayın Gürcan,

Mesajını aldım, memnun oldum; sonra da saygı, sevgi sundum.

Çektiğin büyük acıyı anlıyorum. İnanırsan en az sizin kadar da ben acı duyuyorum.

Babanızın her adı geçtikçe geçmişe dönüyorum. Babanızı manejde ve yarış alanında yarışa hazırlanırken görüyorum.

Atının üstünde iken bile ağırbaşlı, sessiz, derin düşünceli görünüyordu. Şimdi anladım ki atının üzerinde yarışa hazırlanırken bile; memleketi, cumhuriyeti, milleti düşünüyordu.

1953-1955 arasında, Ayazağa Süvari Okulunda askerdim. Babanızı yarışlara hazırlanırken ve yarışmalarda izlerdim. Bazen da uluslar arası yarışmalarda ödül aldığını duyunca sevinirdim.

Öyle sanıyorum ki o zamanlar yüzbaşı idi. O, manejde, ve parkurda yarışa hazırlanırken bile yalnız başına idi; demek istediğim sıradan biri değildi…

Elbette ben bir erdim; bir araya gelme olanağımız yoktu, kendisini hep uzaktan izlerdim.

Okulda onlarca yarışmacı vardı; yalnız babanız hatırımda kaldı. Çünkü babanız sıradan bir subay değildi, büyük idealleri vardı…

O, idealleri olan bir adamdı. İdeallerini gerçekleştirmeyi başaramadı.

Olabilir; yaşamda başarılı olmak da var, olamamak da var. İdeali olmayan insan neye yarar.

Yaşamda bir ideali olmayan insan ot gibi gelir ot gibi gider. İnsanlığa yalnız ideali olanlar hizmet eder.

Babanız ideali uğruna canını vermekle size övünülecek bir miras bıraktı. O cumhuriyetin aydınlık meşalesini elinden bırakmadı.

İsterim ki siz bu mirası övünçle taşırsınız. Acı sona değil de bu şerefli mirasa sahip çıkarsınız.   …

Babanız karşılaştığı sonla  değil de; ideali uğruna ölümü göze alan  kahramanlığına sahip çıkınız. Olumsuz bir eylem yaparken değil de Türk Ulusu yararına olumlu bir eylem yaparken ölmesi ile övününüz…

Sözünü ettiğiniz kitabı ilk fırsatta alıp okumaya çalışacağım. Öyle sanıyorum ki duyduğunuz acıyı ben de sayfaları çevirirken duyacağım.

Ben seni de uzaktan uzağa izliyorum; acılarını duyuyor; üzüntülerini aşıyorum. Bu acı ve üzüntünün seni yıpratacağından korkuyorum.

Öyle bir babanın oğlu engelleri aşmalı, ruhen yıkılmamalı; babası gibi, o da, övünülecek iş yapmalı…

İşte acılarını, duygularını paylaştım sizinle. Ben sizi dost olarak bildim, siz de beni dost olarak biliniz özdenlikle.

Saygılar, sevgiler size ve ailenize…

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Av. Hayri Balta, 24.7.2004

+

NOT: Eğer sizce bir sakınca yoksa ve izin verirseniz bu yazıyı Sitemde yayınlayabilirim.

X

Rahmi Yıldırım

Sevgili Hayri Bey,

Henüz sanal düzeyde kalmış olsa da aramızda oluşan dostluğa güvenerek bilginize başvuruyorum.

İlk duruşmada yapacağım usule ilişkin savunmam aşağıdadır.

Ceza Muhakemeli Usul Hukuku açısından geçerli bir savunma mıdır?

Örneğin bazı yasa maddeleriyle desteklenebilir mi?

Selamlar saygılar

Rahmi

1.9.2005

x

ANKARA  12.  ASLİYE  CEZA  MAHKEMESİ’NE

 

Sayın mahkeme heyeti,

Sözlerime başlamadan önce heyetinize ve davanın tüm taraflarına saygılar sunuyorum.

İnternet sitesi sansürsüz.com sitesinde yayımlanan “İş Bilenin Kılıç Kuşananın” başlıklı yazıda geçen bazı ifadelerde “devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif” ettiğim iddiasıyla başlatılan soruşturma dolayısıyla huzurunuzda bulunuyorum.

Bu aşamada suçlamanın esasına, yani söz konusu yazıda tahkir tezyif suçunu işleyip işlemediğime ilişkin bir açıklama yapmayacağım. Çünkü, soruşturma zikrettiğim yazıdan dolayı açılmış olsa da, üç yıla kadar hapsimin istendiği iddianameyi bu yazıdan dolayı düzenlenmiş sayamıyorum. Bu noktayı çok önemsiyorum. Öncelikle bu konuya değinmek istiyorum.

İddianameyi hazırlayan Sayın Savcı ile bu soruşturmaya değin hiç  karşılaşmadım. Bu soruşturma vesilesiyle kısaca yüzsüze geldik, saygılı bir yaklaşım içinde ifademi tespit etti.

Kısa görüşmemizden edindiğim izlenim ve hislerim beni yanıltmıyorsa, Sayın Savcı uygar kişiliğe sahip bir insandır; bana susma hakkımı kullanabileceğimi hatırlatma nezaketinde bulundu.

Yine hislerim beni yanıltmıyorsa, Sayın Savcı temel hak ve özgürlüklere saygılıdır. Bu yüzden, hakaret içermeyen, eleştiri niteliğindeki bir yazıdan dolayı üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılmamı aslında istememiştir.

Hakkımda böyle bir dava açmak Sayın Savcı’nın da içine sinmemiştir. Ama, görevi gereği bu davayı açmıştır. Bu tür davaların hangi yasal ve pratik zorlamalarla açıldığı bilinmektedir. Sayın Savcı da içine sinmese de, aynı yasal ve pratik zorunlulukla sonuçta bu davayı açmıştır.

Davayı içten gelerek açmadığından olsa gerek, iddianameye gereken özeni göstermemiştir. İddianame, adalet arayışının gerektirdiği titizlikten, yasal ve hukuki ağırlıktan yoksun kalmıştır. Neden bu kanaate vardığımı madde madde açıklamak istiyorum.

1) Özensizlik, daha iddianamenin ilk satırında kendisini göstermektedir.

Suçlanan yazının sansürsüz.com adlı internet sitesinde 27 Ocak 2005 tarihinde yayımlandığı iddia edilmiştir. Oysa, yazı 23 Ocak 2005 tarihinde sayfaya konmuştur.

Genelkurmay Başkanlığı’nın Adalet Bakanlığı’na gönderdiği suç duyurusu ekindeki yazı fotokopisinin altında da 23 Ocak 2005 tarihi kayıtlıdır.

27 Ocak 2005, Genelkurmay Başkanlığı’nın yazıyı okuyup, yazıcıdan çıkarttığı tarihtir.

Yazının tarihi konusundaki tahrifat şu anlama gelmektedir: İddia edilen suçun işlendiği araç elektronik ortam değil de görsel, işitsel, yazılı medya olsaydı, suçlanan yazıyı arayanlar, 27 Ocak 2005 tarihli gazetede, radyoda, televizyonda yazıyı ya da programı bulamazlardı.

2) Tarih farklı olduğu gibi suçlanan yazının özgün başlığı ile iddianamede zikredilen başlık da farklıdır. Özgün yazıdaki başlık “İş Bilenin Kılıç Kuşananın” şeklindedir. Yani bütün sözcükler büyük harfle başlamıştır.  Oysa iddianamede zikredilen başlık “İş bilenin kılıç kuşananın” şeklindedir, ilki dışındaki sözcükler küçük harfle başlatılmıştır.

3) Asıl tahrifat ise, tahkir ve tezyif suçuna dayanak gösterilen bölümde yapılmıştır.

Özgün yazıdaki bölüm şöyledir:

[Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek, şimdilik şu kadarını söyleyeyim;  “Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” paşalar, bir tarihten beri, (diyelim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri), aslında sermaye düzeninin koruyucusu, sıradan neferleri, aktörleri ve figüranlarıdırlar. Bu yüzden, sermaye düzeninin aktif birer aktörü, figüranı ve koruyucusu olarak nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davranıyorlar. ]

İddianamede zikredilen bölüm ise şöyledir:

(…şu kadarını söyleyeyim. Atatürk İlke ve İnkılaplarının yılmaz savunucusu Paşalar bir tarihten beri diyelim ikinci dünya savaşından sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri aslında sermaye düzeninin koruyucusu, sıradan neferleri aktörleri ve figüranlarıdırlar. Bu yüzden sermaye düzeninin aktif birer aktörü, figüranı ve koruyucusu olarak nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davranıyorlar…)

Dikkatli gözler aradaki farkları hemen görecektir. Özgün metindekinin tersine iddianamedeki metinde çift tırnak, parantez ve ayırma işaretleri kaldırılmıştır, özgün metinde büyük harfle başlayan bazı sözcükler iddianamedeki metinde küçük harfle başlatılmıştır; aynı şekilde, özgün metinde küçük harfle başlatılan bir sözcük de iddianamedeki metinde büyük harfle başlatılmıştır. Hepsinden önemlisi, özgün metindeki cümle iddianamedeki metinde ortasından bölünmüştür.

Yazı/yazar ilişkisi, ebeveyn/çocuk ilişkisi gibidir. Evladın gözünün kulağının, ağzının burnunun dış müdahaleyle yamultulması anne babayı nasıl rahatsız ederse, yazısının deforme edilmesi de yazarı öyle rencide eder. Hiçbir yazar, hakkında üç yıla kadar hapis cezası istemiyle açılan bir dava vesilesiyle de olsa, yazısında tahrifat yapılmasını, yazısının tanınmaz hale getirilmesine razı olmaz. Dava konusu yazımdaki tahrifat konusunda gösterdiğim titizliğin bu bağlamda hoşgörüyle karşılanmasını diliyorum. Yazımı özensizlikten de olsa tahrif ettiği için de sayın Savcı’ya geçici bir kırgınlık duyduğumun bilinmesini istiyorum.

Özgün metinde yapılan tahrifatı tek tek açıklamaya çalışacağım.

  1. a) Özgün metinde “Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek, şimdilik şu kadarını söyleyeyim” cümleciğinden sonra noktalı virgül kullanılmıştır; yani cümle bitmemiş, devam etmiştir. İddianamedeki metinde ise noktalı virgül yerine nokta konmuş, cümlecik, cümlenin tümünden kopartılarak ayrı bir cümle haline getirilmiştir. Hatta, cümlecik bile kendi içinde bölünmüştür. Bu tahrifat, sadece cümlenin değil, paragrafın ve yazının tümünü anlam bakımından köklü bir değişime uğratmıştır.

Esasen tahkir ve tezyif iddiası, cümlenin, paragrafın ve yazının tümünde anlamı kökten değiştiren bu tahrifat üzerine kuruludur. Cümlenin ortasından bölünüp devamı üzerine anlam kurulmasına ve iddianameye konu edilmesine, davaya devam edilecekse sonraki duruşmada esasa ilişkin soruları yanıtlarken değineceğim.

  1. b) Özgün metindeki çift tırnaklar, iddianamedeki metinde yoktur. Özgün metinde “Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” ifadesi çift tırnak içindedir, iddianamedeki metinde çift tırnak kaldırılmıştır.
  2. c) Özgün metindeki parantez, iddianamedeki metinde yoktur. Özgün yazıda (diyelim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri) ifadesi parantez içindedir, iddianamede parantez kaldırılmıştır.

ç) Özgün metinde geçen özel isimdeki tek tırnak, iddianamedeki metinde  yoktur. Özgün yazıda parantez içindeki  cümlecikte geçen İkinci Dünya Savaşı’ndan sözcükleri özel isim olduğu için büyük harfle başlamışken, iddianamedeki metinde ikinci dünya savaşından  şeklinde yazılarak küçük harfle başlatılmıştır ve ayırma işareti kaldırılmıştır..

  1. d) Yine aynı şekilde özgün metindeki bazı sözcükler küçük harfle başlamışken, iddianamedeki metinde büyük harfle başlatılmıştır. Özgün yazıda ilke ve inkılaplarının sözcükleri küçük harfle başlamıştır; iddianamede ise İlke ve İnkılaplarının şeklinde yazılarak, bütün sözcükler büyük harfle başlatılmıştır.

Aynı şekilde özgün yazıda paşalar sözcüğü küçük harfle başlatılmıştır, iddianamede ise büyük harfle başlatılarak, Paşalar diye yazılmıştır.

Tahrifatın tümüyle ilgili olarak hemen belirtmeliyim ki, davayı içinden gelerek açmadığı için olsa gerek, sayın iddia makamı farkında olmadan yazı işleri müdürü ya da editör gibi davranarak, yazdığım yazıya müdahale etmiş; ama, ettiği müdahale metnin kurgusunu ve anlamını saptırdığı gibi Türkçe yanlışlığına da yol açmıştır.

Burada, yazıdaki sözcük örgüsünün yazım kurallarıyla bir bütün oluşturduğunu, noktalama işaretlerinin bir metnin anlamlandırılmasında çok büyük önem taşıdığını vurgulamak istiyorum.

Sözcük örgüsü ile yazım kuralları arasındaki bütünsellik, hukuk alanında, başka bir alanda olmadığı ölçüde önemlidir. Benzetme uygun görülürse, gazeteciler yazarlar sözcük mühendisidirler, hukukçular ise sözcük yüksek mühendisi titizliğine sahip olmak zorundadırlar. Zira hukukçular adalet terazisini ellerinde tutmaktadırlar. Adalet terazisinde denge, hukukçuların verdikleri kararla sağlanmaktadır. Karara ilişkin metinde kullanılan sözcüklerle yazım kuralları ve noktalama işaretleri arasında uyum yoksa, amaçlanandan çok farklı bir sonuca ulaşılması mümkündür.

En harcıalem örnek olarak, “Oku da adam ol baban gibi eşek olma!” sözcük örgüsünde virgülün konacağı yere göre cümle, birbirinden yüzde yüz farklı iki ayrı anlama gelir.

“Oku da adam ol, baban gibi eşek olma!”

“Oku da adam ol baban gibi, eşek olma!”

İkisi arasındaki fark herkesin görebileceği netliktedir.

İlkinde, babası gibi eşek değil, adam olması öğütlenmektedir.

İkincisinde, eşek değil, babası gibi adam olması öğütlenmektedir.

Duygu ve düşüncelerin anlatılmasında yazım kuralları ve noktalama işaretlerinin önemi konusunda bir de Kanevsky’ye atfen denir ki:

“İnsanoğlu bir gün virgülü kaybetti; bütün söyledikleri birbirine karıştı.

Noktayı kaybetti; düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları.

Ünlem işaretini kaybetti bir gün de; sevincini, öfkesini, tüm duygularını yitirdi.

Soru işaretini kaybettiği gün de soru sormayı unuttu.

İki noktayı kaybetti bir başka gün; hiçbir açıklama yapamaz hale geldi.

Yaşamının sonuna geldiğinde elinde yalnızca tırnak işareti kalmıştı; ‘İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.’”

Kanevsky’nin söyledikleri, dava konusu yapılan metin için de geçerlidir. İddia makamı özensizlik ve dikkatsizlikten, yazı metninin yazım kuralları ve noktalama işaretleriyle bir bütün olduğunu gözden kaçırmıştır.

Örneğin, çift tırnak işaretinin üç türlü işlevi vardır.

Birincisi özgün bir metinden alıntı yapıldığını gösterir. Kanevsky’nin söylediği gibi, içinde başkalarına ait düşünceler vardır.

İkincisi, bir sözcük vurgulanarak anlamı güçlendirilecekse, çift tırnak içine alınır.

Üçüncüsünde ise çift tırnak, yazı metninin seyrine göre, içine aldığı sözcük ya da ifadelere ironik bir anlam kazandırır.

“Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” ifadesindeki çift tırnak işaretinin işlevi ironiydi; yolsuzluk usulsüzlük tartışmalarında adları geçen kimselere Atatürk ilke ve inkılaplarının savunuculuğunu yakıştıramama anlamında ironiydi. Çift tırnak işareti kaldırılınca ironi de kalmadığı için ifadenin anlamı kökten değişmiştir.

Özgün yazı iddianameye aktarılırken yapılan öteki tahrifatlar da, çift tırnak işaretinin kaldırılması ölçüsünde anlamı bozmasa da, yazının bütünlüğünün ve özgünlüğünün ortadan kalkmasına yol açmış, yazarını rencide etmiştir.

Sonuçta, iddianamede bana atfedilen metin bana ait olmaktan çıkmıştır.

Altını çizerek yineliyorum:

İddianamede aktarılan metin bana ait değildir. Ön soruşturma dosyasında gördüğüm  fotokopide kayıtlı yazı bana aittir; ancak, iddianamede aktarılan, tahkir ve tezyif suçuna dayanak gösterilen metin bana ait değildir.

Suçlama konusu metin bana ait olmadığına göre, şu an yargılanmakta olduğum davayı hakkımda açılmış bir dava sayamıyorum. Bana ait olmayan bir metinden dolayı yargılanmak istemiyorum. Yargılanacaksam bana ait metinden dolayı yargılanmalıyım.

Bu itirazım, yargılamayı geciktirme, oyalama niyetiyle sözcüklere ve yazım kurallarına ilişkin ayrıntılarla uğraşma çabası olarak görülmemelidir. Tam tersine, adalet terazisini elinde tutan mahkemeye yardımcı olmak için bir yanlışlığın başlangıçta düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Askerlikte yığınakta yapılan hatanın muharebenin neticesine tesir etmesi gibi, yargıda da yanlış bir iddianameyle işe başlanmış olması,  yanlışlık düzeltilmediği takdirde yargılamanın bütün seyrini etkileyecek ve adalet terazisinin doğru bir tartı yapmasını önleyecektir. Hatta adalet terazisinde boşuna tartı yapılmış olacaktır.

Açıklamaya çalıştığım nedenlerden ötürü iddianame, benzetmek gerekirse  bir iş kazasıdır. Her ne kadar sanık bölümünde bana ait kimlik bilgileri yazılı ise de, suçlama konusu metin bana ait olmaktan çıktığı için, hakkımda düzenlenmiş bir iddianame sayamıyorum. Bu iş kazası düzeltilmeden yargılamaya devam edilmesi, bundan sonrasını da etkileyecektir.

Bu “iş kazası”na Ceza Muhakemeleri Usul Hukuku açısından nasıl bir çözüm bulunur, bilemiyorum.

İddia makamı iddianameyi geri mi çeker?

İddianamedeki metnin bana ait olup olmadığı konusu bilirkişiye mi havale edilir?

Konu bilirkişiye sorulmasına ihtiyaç bırakmayacak açıklıkta olduğundan  mahkeme kendisi mi karar verir?

İddianamede zikredilen metin bana ait değilse davanın akıbeti ne olur?

Hukuk bilgim, bu soruları layıkıyla yanıtlamaya yeterli değil.

İddianameyi hakkımda düzenlenmiş sayamadığım için bu aşamada suçlamanın esasına, yani tahkir tezyif suçunun işlenip işlenmediğine ilişkin bir açıklama yapmaya gerek duymuyorum.

Bu aşamada, iddianamede suçlama konusu yapılan metnin, yukarda açıkladığım nedenlerden ötürü  bana ait olmadığının karar altına alınmasını diliyorum.

Davanın esasına ilişkin soruları, bu konuda karar alınmasından sonra yanıtlayacağım.

Saygılarımla.

07 Eylül 2005

Rahmi Yıldırım

X

Sayın R. Yıldırım,

Önce sevgi sunuyorum. Usule ilişkin savunmanı okudum. 4 sayfayı aşkın usule ilişkin savunmanızın dikkate alınmayacağını üzülerek belirteyim.

Bir savcıdan, noktalama ve yazma kurallarını  bir edebiyatçı kadar bilmesini bekleyemeyiz. Büyük harflerin, noktanın, virgülün tırnak işaretlerinin yazınızdaki gibi olmaması hukuk usulüne ilişkin olmayan teferruattır.

Usule ilişkin savunmalar şöyle olabilir. Mahkeme görevli (Sulh Ceza’da açılacağına, ağır cezada… veya askeri mahkemede…) ve yetkili (Suçun işlendiği yerdeki…) mahkemede açılmış mıdır?  Davacının dava açma ehliyeti var mıdır? Sanık olarak gösterilen yazar dava konusu yazıyı yazmış mıdır, yazmamış mıdır? Böyle yanlışlıklar hukuk usulünün konusu olabilir.

Son önerim şu olacak; kesinlikle savcıyı muhatap alma ve onunla kesinlikle dalaşma. Sende biliyorsun ki savcı bu davayı zorlama ile açmıştır.

Yazacağınız savunma aşağıdaki kadar olsa yeter:

Size telefon numaramı da veriyorum: 255 92 21. Sabah 9’dan akşam 23’e kadar arayabilirsiniz.

Şimdilik bu kadar,

Sevgilerimle,

Hayri Balta, 1.9.2005

+

ANKARA  12.  ASLİYE  CEZA  MAHKEMESİ’NE

Dosya No. Dosyanın tarihi ve esas numarası yazılacak…

Davacı           : K.H.

Sanık             : Rahmi Yıldırım

İkametgah adresi

Dava konusu: Askeri makamlara hakaret. (Bu suçlama iddianame de belertilmiştir. Oradan alabilirsiniz…)

Suç tarihi      : 23 Ocak 2005

AÇIKLAMA   :

Dava konusu yazıyı ben yazdım. Ancak benim yazdığımla iddianameye alınan yazılar arasında, yazma noktalama bakamından, uyumsuzluk vardır. Bu noktalama ve yazma uyumsuzluğu yanlış anlaşılmaya yol açabilir. İsteğim Sayın Mahkemenizin dosyayı incelerken ve karara varırken benim mahkemeye sunduğum dava konusu yazım üzerinden muhakeme yürütülmesidir.

Önemli olan şu ki ben de bir asker olarak, askeri makamları küçük düşürme gibi bir suç kastım olamaz. Beni, dava konusu yazıyı yazmaya iten saik: Adı yolsuzluğa bulaşmış ve gazetelere, manşet olmuş sorumlu mevkideki asker kişilerin şanlı ordumuzu güç duruma sokmalarına gösterilen bir tepkidir. (Bunlara ilişkin gazete kupürleri ve mahkeme kararları ekte sunulmuştur…)

Bu sözlerimin doğruluğu da dava konusu yazıdaki şu satırlardan anlaşılmaktadır. Çünkü yazıma “Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek…” diye başlamışımdır.

Türk ordusu milletimizin göz bebeğidir. Onu her türlü şaibeden ve suçlamalardan korumak hepimizin yurttaşlık görevidir.

Ben bu görevi yerine getirdiğim için vicdan huzuru içindeyim.

Tekrar ediyorum “Askeri makamlara suçlamak gibi kastım yoktur ve bu nedenle beraatımı isterim… Eğer sayın mahkemeniz aksi kanaati vararak cezalandırılmama karar verirse cezamın tecili ile paraya çevrilmesini talep ederim.

Takdir sayın Mahkemenizindir.

Saygılarımla,

Sanık

Rahmi Yıldırım

İmza ve tarih

EKLERİ:

Buraya kanıtlar sıralanacak…

X

Sevgili Bilge Balta Bey,

Çok teşekkür ederim.

Başlıkla ilgili uyarınız çok yerinde.

Başlık, beni gazeteciliğe başlatan meslek büyüğüme ait.

Ama madem ki benim aracılığımla iletildi.

Hata bana ait.

Toplam 106 sayfalık savunmamda, öneriniz doğrultusunda, “Maaşlarıyla yetinen ve üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek” ifadesini okumamış olmalarını döne döne vurguladım.

Sonuca etkili olduğu ortada.

Tekrar çok teşekkür ederim.

Rahmi Yıldırım, 25.10.2005

X

Sevgili Bilge Balta,

Zekeriya Beyaz’la ilgili yazınızı gülümseyerek okudum.

Elbette öfkelenerek de.

“Hafızai beşer nisyan ile malul” derler.

Beyaz’ın polise ajanlık yaptığını ben de okumuştum. Unutmuşum.

Zulme uğramak, düşünen aydın insanların kaderi demek mi lazım, bilemiyorum. Kader değil aslında ama öyle diyelim.

Saygılarımı iletiyorum.

Rahmi Yıldırım

8 Kasım 2005

x

Safa Kaçmaz

Sayın Safa Kaçmaz,

Önce sevgi demezsem olmaz.

 

Bilgisayarım çöktüğün de adresin silinmişti.

Bu nedenle size ileti gönderilememişti.

 

Adresini bir arkadaş verdi bana.

Bütün iletilerimden gönderilecek bundan böyle sana…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Av. Hayri Balta, 5.5.2007

X

ALLAH MADDE OLARAK VAR MIDIR?

 

Ebu Ubeyde Bin Nihat adlı bir okurumuz bana “Siz kalkıp hangi rütbenizle Rahman ve Rahim olan Allah’tan hesap sormayı düşünebilirsiniz? Yoksa Hayri Balta artık ilahlık peşinde midir?” demektedir. Anlaşılan o ki bu okurumuz benim yazdıklarımı anlamamış.

Bir kere ben, insanın dışında bir Allah’ın varlığına inanmıyorum ki gidip ondan hesap sorayım…

Kaldı ki benim; Allah, Tanrı,Yaratan anlayışım insanların anladığı gibi değildir. Benim Allah, Tanrı, Yaratan anlayışım aşağıda açıkladığım gibidir.

Allah: Hayal ürünüdür. Yani sanaldır. İnsanların bilgisizliğinin, korkusunun, umutlarının sonucudur…Kısaca söylemek gerekirse insanların zannından doğar ve bu gerçeği İslam Peygamberi Kuran’da şöyle söyler: “İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki  Kitabı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” Bu gerçek yalnız bir yerde değil altı yerde yinelenir. (K. 2/78. 6/116,148. 10/36, 66. 53/28)

Tanrı: Bütün insanlıkta genel doğrular, yüce değerler, olumlu kavramlar; yani doğruluk, dürüstlük, sevgi, barış, vicdan, sağduyu, bilgi, bilim vb… Yüce olduğu için Tanrı olarak adlandırılır.Buna da örnek: “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar.Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16. Tevrat. Yeremya. 29/12) Demek isteniyor ki sevgi nefretten iyidir. Daima iyi  olan, doğru olan, güzel olan vb. tercih edilmelidir. Çünkü bu kavramlar yücedir. Yüce olan da Tanrı’dır.

Yaratan:  Bu ise gördüğümüz, üzerinde gezdiğimiz, elimizle tuttuğumuz toprak; yani madde, yani Dünya, yani Evren’dir. Enasırı erbadır. (Güneş toprak, hava, su…) Yani yaratılışın dör ögesi, unsuru… Kutsal kitaplar Allah derken maddeyi, Dünyayı, Evreni amaçlar. Televizyonlara dikkat ederseniz Allah’ın geçtiği her konuda dünya, güneş, ay, yıldızlar, çağlayan sular, şelaleler, hayvanlar, bitkiler  gösterilir.

Bu açıklamalardan sonra aşağıdaki geçecek olan Allah, Tanrı, Yaratan kavram ve nesnelerini böyle anlamak gerekir.

Tanrı, Kendini (nefsini) bilen insanın ruhsal dünyasında vardır. Bu yüzden “Nefsini bilen Rabbini bilir!” denmiştir.

Sen kendini bilmediğin sürece Tanrı’yı bilemezsin ki? Bu gerçeği Şemseddin-i Sivasî şu  sözlerle dile getirmiştir. Anlayan varsa beri gelsin: “Gözle seni sen sende/Düşme diğer sevdaya/Sende seni buldunsa/Erersin vuslat yâr’a…” (Bedri Özbey, Veliler Bahçesi. S.16)

Bu konuda İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun aşağıdaki sözleri dikkatle okunmaya değer: “Halk ile meşgul olmak bir perdedir. O perde insanı Tanrı’nın kapısından içeri koymaz. Bina aleyh halkı terk eden nefsinden haberdar olur ve nefsini terk eden Arif-i Billah (Tanrı’yı bilen) olur.” (Marifet name. s. 30).

Tanrı’yı bilmek ve bulmak için öncelikle; halkın değil, ariflerin, ermişlerin, sözleri üzerinde düşünmek gerekir.

Burada İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun halk dediği halkın nakle ve taklide dayanan; yani zan’na dayanan Tanrı ve Din anlayışıdır. Halka gerçek Tanrı ve din bilgisi vermeyenler ise her gece televizyona çıkarak yalanda yarışan, uydurmada uyuşan ilahiyatçılardır. Ne acı ki bunlar bilmeyerek halkımızı (insanları) Tanrı’dan uzaklaştırmaktadırlar.

Yunus Emre bizim Anadolu’muzun ariflerinden biridir. Mevlana’ya ne demiştir? “Ete kemiğe büründüm Allah diye göründüm.” Yunus burada ne demek istiyor. Bunu da okuyucularım düşünsün.

Ben yalnızca yaptığım şu Tanrı tanımına dikkatinizi çekerim: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Maddî bir varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Tanrı ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Yine tanrı zat (kişi) olarak oktur, sıfat (nitelik) olarak vardır…”

Bu durumda kitap indiren, Peygamberler gönderen bir Allah da yoktur. Bunların hepsinin anlamları başkadır. Ancak halkın ve de ilahiyatçılarımız anladığı gibi değildir. Çünkü “Bu bilgiler akıllılardan, bilgililerden gizlenmiştir.” (İncil. Matta. 11/25)

Hiçbir ilâhiyatçının Tanrı madde olarak vardır deyeceğini sanmıyorum. Çünkü kendi ifadelerine göre “Tanrı zamandan ve mekandan münezzehtir” ve “Tanrı, İnanan insanın kalbinden başka bir yerde de değildir” ve yine Kuran’a göre: “Allah Kişinin kalbi ile kendisi arasına girer.” (K. 8/24. 50/16)

Tanrı’nın; kişinin kalbi ile kendisi arasına girmesi demek; insanın, olumlu ve yüce kavramlar yanında; genel doğruların, üstün değerlerin, insanlıkça kabul edilmiş etik ahlakın varlığını her zaman kalbinde (sağduyusunda, vicdanında) duyması  ve daima haktan yana, doğrudan yana, iyiden, güzelden yana olmasıdır.

İnsan, bu olumlu kavramlara, genel doğrulara, üstün değerlere yer verip yaşamına uyguladığı sürece huzur ve mutluluk içinde olur ki insanın bu ruh hali  cennet ile ifade edilir. Bu genel doğruların tersi olan olumsuz kavramları; yani kötülüğü yaşamına uygularsa huzur ve mutluluğu yitirir ki bu da cehennem ile ifade edilir.

Bu açıklamalarım Adem ile Havva’nın cennetten kovulması ayetlerinde çok güzel ifade edilmiştir. Orada Yaratan (İnsanın aklı, sağduyusu, mantığı…); insana, şöyle seslenmektedir: “Her şeyi yap, ama şu ağacın meyvesini yeme!” (K. 2/35) demiştir. O ağaç kötülüğün simgesidir ve kötülüğün çeşidi yoktur. O meyveden yeyen huzur ve mutluluğunu yitirir. Yani cennetten kovulur…

Biline ki cennet de, cehennem de insan yaşarken söz konusudur. Öldükten sonra gidilecek ve hesap verilecek bir yer yoktur. Yine biline ki “Tanrı, ölülerin değil; dirilerin Tanrı’sıdır.” (İn. Matta. 22/32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)

Değil fiziksel olarak ölmüş insanın; kalp gözü kapalı bir insanın bile Tanrı ile ilgisi yoktur. Bu nedenle derim ki; olgun insanın olmadığı yerde Tanrı da yoktur…

Bu kavramların din edebiyat ve felsefesinde başka anlamları vardır. Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Tanrı kelâmı demek bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözlerle insanı tekamüle sürüklemesidir…

Eğer kutsal kitaplar var olan Allah tarafından indirilmiş olsaydı; Allah, kendi yarattığı insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.

Yine davranışını beğenmediği bir insanı  “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) benzeterek aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Allah’ın yüceliği ile ne oranda bağdaşır? Takdirini size bırakıyorum.

Vahiy demek; ezoterik bilgi sahiplerinin; olaylar, sorunlar ve sorular karşısında içine doğan duygu ve düşünceleridir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî, insanî olanına ve insana tekâmül yollarını gösterenine dinsel bir terimle vahiy denilmiştir.

Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî olmayanına ise ilham denir. Vahyin de, ilham’ın da hepsine Türkçe’de “İçe Doğuş” ya da “Esin” denir. Bütün esinlerin (Vahiy, ilham, içe doğuş…) kaynağı insanın gelişmiş aklıdır, sağduyusudur, yaşam deneyleri ve kültür birikimidir. Gelişmemiş insana ne vahiy gelir ne de ilham…

Artık doğa olaylarını, toplum olaylarını, tıbbî olayları, uzay olaylarını ilâhir Allah kavramı ile karıştırmamalıyız. Bırakalım tıp bilimi ile doktorlar uğraşsın. Toplum olaylarını sosyologlar incelesin. Uzay hakkında uzay bilimcileri konuşsun. Bizler doğa olayları ile Tanrısal olayları birbirine karıştırmayalım. Tanrısal olan nedir onu bulmaya çalışalım.

Tanrısal olaylar yaşam deneyleri ile ortaya çıkar. Uygulandığında insanın yüzünü kızartmayan, başını ağrıtmayan, kendisini utanca boğmayan ve her zaman başını dik tutan yaşam yöntemi Tanrısal yaşamdır.

Böyle bir yola gitmeyi öğütlemek kolay ama uygulamak zordur. Bunun içindir ki  “En büyük cihat insanın kendi nefsi ile yapacağı savaştır.” denmiştir.

Kendini bilmeyen insan Tanrı’yı bilemez. Önce insanın kendisini bilmesi; yani eleştirmesi, yargılaması ve eksiklerini görerek gidermesi, kötü olanı yapmaması ve kötülerle ilişkiyi kesmesidir. Böyle yaşayan insan Tanrı yolunda sayılır. Aksi takdirde ham gelir ham gider.

HB, 1.5.2007

X

Tansel Semir,

Sayın Tansel Semir,

Önce sevgi sunarım. Beni yönlendirdiğin için seni kutlarım.

Yüzde yüz haklısınız ve ben de sizinle aynı görüşteyim. Ancak ben sizin gibi kestirmeden gidememekteyim.

Yineliyorum: “Yazdığınız bu yazılar 20 yaşlarında birinin yazacağı yazılar değildir. Eğer böyle ise insanlık sizden çok şey olumlu şeyler görecektir…

Sevgilerimle…

hayri@bilgebalta.com – 6.9.2006

X

Merhaba Hocam.

Birkaç haftadır internetten uzağım.

Sizden de herhangi bir mesaj alamadım.

Umarım sağlığınız yerindedir.

Bu arada size bir projemden bahsetmek istiyorum ve sizin eleştiri-önerilerinizi bekliyorum.

Yazılarımı yeniden gözden geçirerek (düzeltmeler ve eklemeler yaparak) toparlamaya çalışacağım.

Bu belki bir yıl veya daha az bir zamanda gerçekleşebilir. (okullum dolayısıyla)

En sonunda 150, 200 sayfalık bir kitap haline gelebilir.

Kısacası yazılarımı kitaplaştırmak istiyorum.

Bu konuda -şiddetli- eleştiri ve önerilerinizi bekliyorum.

Sizin önerileriniz benim için önemlidir.

Sevgi ve sağlık dileklerimi sunuyorum.

Cevabınızı bekliyorum.

Tansel Semir, 9.3.2007

X

Sayın Tansel Semir,

Sizin gibi düşünür gence önce sevgi denir.

Benden mesaj alamamanızın nedeni: Bilgisayarımın, yine virüs gönderilmesi nedeniyle, çökmesi….

14 gündür bilgisayarın yenilenmesi için uğraşıyoruz. 14. gün sonra bilgisayarımla buluşuyoruz…

Elbette bu arada vardır, eşimin kaybı ile kalp piline alışma durumum. Geçirdiğim hastalık nedeniyle de yorgunum.

Çöken bilgisayarımı yeniden düzene koyma çabasındayım. Bu nedenle de çabucak yorulmaktayım.

Kitaplarının kitaplaştırma çabasına sevindim. Yazılarını kitap halinde görürsem sevinirim.

Kitabının basımı için önce fiyat al birkaç basımevinden… Basıma geçmeden fikir sor benden.

Öğrenci olduğun için ucuza mal etmek zorundayız kitabını. Belki aldığın yarısından da aşağı bulurum bastırma olanağını…

Yazılarınızı eleştirmek benim haddime düşmez. Çünkü yazıların eksiksizdir eleştirmek gerekmez.

Ancak önerilerim olur. Şu an için deyeceklerim budur…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

Av. Bilge Balta, 9.3.2007

x

Sayın Tansel Semir,

Önce sevgi denilir.

 

Aşağıdaki iletini okudum.

Kupür için tıkladım.

Ancak, sözünü ettiğin kupürü göremedim.

 

Sözünü ettiğim yazımı hatırlayamadım.

Ne var ki ben İlhan Arsel’i savunan çok yazı yazdım.

 

Bunların başında Yaşar Nuri Öztürk gelir.

İlhan Arsel lehinde yazdıklarım 3-4 kitaba denk gelir…

 

Şimdi sözünü ettiğin o kupürü görebileceğim şekilde gönderebilir misin?

Ne kadar çabuk gönderirsen beni de o kadar sevindirirsin.

Saygı, sevgilerimle,

Av. Hayri Balta, 2.4.2007

X

—– Original Message —–

From: tansel semir

To: tansel semir

Sent: Saturday, March 31, 2007 4:39 PM

Subject: [modern_turks] İLHAN ARSEL, HAYRİ BALTA VE RIZA ZELYUT

 

Bir gazete kupürüne rastladım.

İlhan Arsel’in “şeriattan kıssalar” adlı kitabının içinde.Bu küpür “şeriattan kıssalar” kitabını yeren Rıza Zelyut’un köşe yazısıdır.

Bu kupürde önceki yazılara  (“şeriattan kıssalar” hakkında) gelen şikâyetlere cevap verilmektedir.

Yıl sanırım 1996.

Yazıdan rahatsızlığını dile getiren kişi Av. Hayri Balta.

Küpür İçin Tıklayın:

http://uk.ph.groups.yahoo.com/group/DusunceMerkezi/photos/view/eda9?b=1

Benim de Rıza Zelyut’a söyleyecek sözüm var.

Rıza Zelyut sanırım Alevi.

Hani şu Müslümanların Müslüman kabul etmedikleri ve Alevilerin asıl biz Müslümansız dedikleri Aleviler.

Aleviler evlerinde Ali’nin (vb.) resimlerini asarlar. Oysa kullandıkları elektrik, televizyon, çatal, ampul, aşı, bilgisayar vb. insanlığın hizmetine sunulan buluşların sahiplerini asla bilmez ve duvarlarına bunların resmini asmazlar. Kalkıp çölde yalanlar uyduran, kelleler kesen beş kuruşluk şahısları çıkarları uğruna severler.

Aydınlılık için savaşanları da yererler.

Bir insan bu kadar onursuz olamaz!

Söyleyecek söz çok…

İleriki zamanlarda yazılarımda bu konuya ayrıntılı değineceğim.

http://tanselsemir.blogspot.com/ 2.4.2007

x

Sayın Tansel Semir,

Önce sevgi denilir.

 

Aşağıdaki iletini okudum.

Kupür için tıkladım.

Ancak, sözünü ettiğin kupürü göremedim.

 

Sözünü ettiğim yazımı hatırlayamadım.

Ne var ki ben İlhan Arsel’i savunan çok yazı yazdım.

 

Bunların başında Yaşar Nuri Öztürk gelir.

İlhan Arsel lehinde yazdıklarım 3-4 kitaba denk gelir…

 

Şimdi sözünü ettiğin o kupürü görebileceğim şekilde gönderebilir misin?

Ne kadar çabuk gönderirsen beni de o kadar sevindirirsin.

 

Saygı, sevgilerimle,

Av. Hayri Balta, 2.4.2007

X

Tomer Yöney

Hayri bey,

Hayırlı Ramazanlar. İyi analiz ve sözlük anlamını doğru çıkardığınız için, teşekkürler.

Ancak, Kıbrıslı eski bir mücahit olarak, sunu da açıklamamız gerekmez mi?
Laik denen zümre, ATATÜRK’Ü dillerine pelesenk yapıp, her türlü pisliğin üzerini Türk bayrağı ve hamaset nutukları ile örtmeye çalışmakla, Peygamberlerle kıyaslanmayacak kadar kısıtlı bir varlık olan bir adamı, izm’lerle ve putlaştırmak, Küresel dünya satırlarında 1928 günlerinde açıklanmış ilkelere dönmek de bir irtica tanımına girer mi, girmez mi?

Sevgilerimle hayırlı cumalar

TOMER YONEY

Yetkin Yapı denetim-Finans-Tercüme Uzm (ODTU)

+ 90 555 219 89 46

Fax: + 90 212 272 46 55

X

Sayın Tomer,

Bilge Balta önce sevgi der.

Görüşlerin saygıya değer.

Atatürkçü laikler

Mâna âlemine sırtlarını dönmeselerdi eğer…

Ülkemizde neler olurdu neler…

 

Bizim bir kısım Atatürkçü laikler

Paraya pula, mala mülke düşmüşler…

Mânâ alemini ihmal etmişler…

Hep bana, hep bana demişler.

 

Mânâ maddesiz olamaz.

Ne var ki madde mânâsız

Hiçbir işe yaramaz…

 

Kim olursa olsun putlaştırılmasına karşıyım.

Günümüz İslam dünyasında İslam Peygamberinin putlaştırılmasına,

Nasıl dayanayım…

Belki kanıt istersin: Allah’ı eleştiren yazı türü (Şathiyat) var da…

İslam Peygamberini eleştiren bir kitap bulamamaktayım.

 

Oysa Kuran bile Peygamberi eleştirmektedir.

Örnek isteyene şu ayet yeter:

“Ve seni, bir yol bilmez iken bulup doğru yola iletmedi mi?) (93/7)

Daha bunun gibi ayet var ama bu örnek anlayana yeter…

 

Gelelim Atatürk’ü Peygamberlerle kıyaslamana.

İkisi de yararlı yiyecektir ama; meyve  ile sebze, kıyaslanamaz bir nebze…

 

Atatürk “Yurtta sulh cihanda sulh!” derken

Barış ve hoşgörü timsali olduğunu söylenen İslam Peygamberi:

“”Haram olan aylar bittikten sonra, artık öbür müşrikleri nerde bulursanız öldürün…” demektedir (EHY. K. 9/5)

 

Atatürk ile Peygamberler temelden birbirine karşıdır.

Atatürk materyalist (maddeci)  iken; diğerleri idealisttir (ruhçudur)…

Atatürk akla öncelik verirken; diğerleri vahye (imana) öncelik vermektedir.

 

Atatürk tek eşlilik ister; diğerleri ise erkeğin parasal gücü yeterli ise istediği kadar alabilir der.

Atatürk kadınları toplum yaşamına katar, diğerleri ise eve kapar…

 

Sayın Tomer,

Açık adresini ve telefon numaranı vermen övgüye değer…

Bu senin iyi niyetli ve dürüst biri olduğunu göstermeye yeter…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Yeniden sevgiler sana…

 

Av. Bilge Balta, 15.10.2006

X

Beyefendiler,

Gençlerin durumu,hepsi paranoyaklaşmış. Bir adam okuyup, is bulamıyorsa, gelecek için Devlet denen kokuşmuş mekanizma,umut veremiyorsa, Eğitim sistemi, Sözde dünyevi bilgilerle milletin kafasını doldurup de ruhi eğitim ihmal edilirse,buna niye sasıyorsunuz.

Sanki polisler ve Askerlerin durumu daha mi iyi?

ALLAH ENCAMIMIZI HAYIR EYLESIN

Sevgiler

ATOMER YONEY, 28.10.2006

+

Yetkin YAPI DENETIM-FINANS-Y.Tercime Uzm ( ODTU)

+ 90 555 219 89 46

Fax: 4 90 212 272 46 55

X

HAYRI Bey,

Mecidiyekoy’den sevgiler. Bu millet, gözü kara ve cesur bilinir de, Hayati hep birşeylerden OCU diye korkup, İstiklal Marsina, niye KORKMA! diye başlıyor diye çok düşündüm. Bakıyorum, Bazı kavramlar çok yozlaşmış. Ben Kıbrıs’ta Okuduğum için, O nakaratı hiç söylemedim.

Türküm, Doğruyum, Çalışkanım (Acaba?)

DOGRU Tek ise, 26 yıllık TC yasamım boyunca, kuşkularıma cevap bulamıyorum.

Önce bir Ne olduğumuza Karar versek-Değer Yargılarımızı sorgulasak mi?

Mesela ATASOZU var.ALLAH Kimseyi HEKIME ve HAKIME Muhtaç etmesin

Saygılar

ATOMER YONEY, 30.10.2006

Yapı Denetim-Finans-Tercüme Uzm ( ODTÜ)

X

Sayın Atomer

Önce sevgiler…

Gönderdiğim yazılarla ilgilenmen güzel, benim açımdan takdire değer…

Elbette biz Devlet ve Millet olarak dört başı mamur bir uygarlığa ulaşmış değiliz. Bu nedenledir ki Devlet’imizi  de, Milletimizi de, bize ömür boyu eziyet etse de, koruma amacı ile eleştirir ve yönlendiririz.

Yazılarından ne söylemek istediğin pek anlaşılmıyorsa da; ben sizin iyi niyetli, temiz yürekli, sevgiye ve dostluğa endeksli, Bahai eğilimli bir insan olduğunuzu hissetmekteyim.

Bir insanın inancı ne olursa olsun beni ilgilendirmez. Beni ilgilendirecek olan gelişip gelişmemişliğidir. Kendini bilip nefsini frenlemesidir… Beni bu, gerisi de kendisini ilgilendirir…

“Türküm, Doğruyum, Çalışkanım (Acaba?)” diyorsun ya; bu bir hedef göstermedir. Böyle olmadığımız içindir ki böyle olmamız istenir…

Ama siz kendinizi doğru, çalışkan ve Türk hissetmiyorsanız ne denir?..

Bilmem sorularına yanıt verebildim mi…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana diyemem mi?…

Av. Bilge Balta, 30.10.2006

X

Fevzi Günenç

Değerli Bilgem,

Atomer’e, “Simdi kal sağlıcakla, sevgiler sana diyemem mi?.” diye biten yanıtını okudum.

Sanırım burada bir yazım karmaşası olmuş, o karmaşa anlamı da kaydırmış.

Doğrusunun ne olduğunu açıklarsan hem ben sevinirim, hem de Bay Atomer üzülmez.

Sanırım o, üzülmesi gereken biri değil. İyi niyetini var olabildiği kadarla anlatmaya çalışmış.

Senin yanıtın ise tam anlamıyla BİLGECE…

Sevgin yüreğimi büyütüyor.

FEV, 31.10.2006

+

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi…

Yanıt vermekle sevindirdin, gönendirdin beni.

 

Internet’in bozuldu bozulalı kalmadı neşem

Düşünüp durdum; ne yapsam ne etsem…

 

Çünkü özlemiştim yazılarımı değerlendirmeni…

Seviyordum beni yönlendirip heveslendirmeni…

 

Çok kısır bir ortamda yaşıyoruz…

Otuz kırk kişiye yazıyoruz

Senden başkasından yanıt alamıyoruz…

Arada sırada yanıt verenlere de rastlamıyor değiliz…

 

Dediğin gibi yazım karmaşası olmuştur.

Bu da bile bile yapılmıştır…

Dostunuz yazım kurallarını zorlamıştır.

 

 

Niçin öyle dediğimi kendisi anlar.

Çünkü onun düşüncesinde Atatürk’e karşıtlık var.

Bana öyle dedirten şu satırlar.

Daha önceki mektubunda bana şöyle sorar:

“ancak, Kıbrıslı eski bir mücahit olarak, sunu da açıklamamız gerekmez mi? Laik denen zümre, ATATÜRK’Ü dillerine pelesenk yapıp, her türlü pisliğin üzerini Türk bayrağı ve hamaset nutukları ile örtmeye çalışmakla, Peygamberlerle kıyaslanmayacak kadar kısıtlı bir varlık olan bir adamı, izm’lerle ve putlaştırmak, Küresel dünya satırlarında 1928 günlerinde açıklanmış ilkelere dönmek de bir irtica tanımına girer mi, girmez mi?”

 

Görüldüğü gibi bana dokundurmada (tarizde) bulunuyor.

Dostun, bunu unutmuyor, buna karşın:

“Bilmem sorularına yanıt verebildim mi…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana diyemem mi?…” diyor…

 

Bir edebiyatçı körü körüne kurallara sadık kalmamalı,

Özgünlük sağlayabilmek için kuralları zorlamalı…

 

Öyle olmasaydı dikkatini çekmezdi,

Amaç okuyucunun dikkatini çekmekti…

 

Şimdi kal sağlıcakla, şimdi ben senin sevgili dosta

Sevgiler diyemem mi?

 

Ne güzel oldu değil mi?

Demek ki sana her zaman sevgiler demeli…

Bu söylemin bir de bu anlama geldiği bilinmeli…

Av. Bilge Balta, 31.10.2006

X

Turgay Delibalta,

Merhabalar,

Abi, sizinle tanışmak isteyen  Muğla-Köyceğizden bir dostum var. Sizin tarzınızda yazıyor.

Ömer Oflaz İyi bir araştırmacı farklı yönlerden bakıp araştırma yapıyor.

Sağlıkla kalın.

Sevgi ve saygıyla

Turgay Delibalta,2.3.2006

X

Değerli Dostum,

Beni unutmamış olmandan memnun oldum.

Ömer Oflaz arkadaşı beğendiğine göre; demek ki bir cevher var kendisinde.

Site adresim ile e-posta adresimi ver kendisine. Doğrudan yazışsın benimle.

e-posta : hayri@bilgebalta.com

Site        : www.bilgebalta.com

Tl1.        : 0312 255 92 21

Şimdi kal sağlıcakla, ara sıra hatırla beni, o güzel mısralarınla…

Av. Bilge Balta, 2.3.2006

X

Yılmaz,

Sayın Balta, (her şeye zıplayan bir işgüzar üye olarak dayanamadım, kusura bakamayın )

Bu ne tatlı bir yazım

Geliştirin ( işte işgüzarlığım : )) eminim zaten yazıyorsunuz : ))   ) lütfen.

Çünkü bende gördüm sizde, mahrum bırakmayın insanları sizden.

En çok ihtiyaç duyacağımız günler geliyorken hem de : ))

X

Sayın Yılmaz,

İletini aldım. Önce sevgi sundum. İletimle ilgilendiğin için memnun oldum.

55 yıldır, amatör, yazarım, hem de hep böyle yazarım.

Gaziantep’te onlarca gazetede, Ankara’da da üç dört gazetede,  yazdım; şu an da, Gaziantep Ekspres’te günlük yazmaktayım. (Adresi:

www.ekspreshaber.net )

Bu adresi tıklarsanız her gün günlük yazımı okuyabilirsiniz. Ayrıca www.bilgebalta.com adresindeki Sitem’de de diğer konulardaki yazılarımı görebilirsiniz.

Özelinize yazmam için bana soru sormalısınız ya da bir istekte bulunmalısınız. Bizim gibiler; sorulmazsa söylemez, istemezse vermez. Biz ermişler tabakasındanız bizi sıradan kişiler bilmez.

Sakın beni şeriat yanlısı bir inançlı sanmayınız. Biz ermişler, Bilgeler, akıldan, sağduyudan, vicdandan ve de bilim verilerinden başkasına inanmayız. Asıl önemlisi kendimizin dışında, evrenin dışında bütün varlıkları yöneten birini de var saymayız.

Ne varsa insandadır. İnsanın dışında olduğu söylenilen Allah, Ruh, Uzaylılar, sanaldır. Sirus topluluğunda kalem oynatanlar bunu anlamalıdır.

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

hayri@bilgebalta.com  – 9.8.2006

x

Yavuz Şahin

Sayın Balta,

Tek kanatlı kus ya da uçak uçar mi? Uçsa bile ne kadar?

Ya da tek taraflı bilgi ile gerçeğe ulaşılır mi? Yani kendi fikrine ait yazarları, sairlerin vs. kitaplarını yayınlamışsınız ama bu kitaplara cevap veren kitapları da yayınlasanız ya da yayınlamasanız bile sitenizde link verseniz ne iyi olurdu.

Ama bizim derdimiz gerçeği aramak falan değil diyorsanız o başka.

Yavuz Şahin, 22.2.2007

+

Sayın Şahin,

Önce sevgi derim. Hoşuma gitti önerin…

Önce bir gerçeği belirtelim. “Gerçeğe ermektir”  benim emelim.

Dikkat edersen Site’me hiçbir link vermemişim. Oysa benim dünya görüşüme yakın Sitelere link verebilirdim.

Demek istiyorum ki ben kendi dünya görüşümü aktarmaya çalışıyorum. Kimsenin de inancına ve dünya görüşüne karışmıyorum.

Kendi düşüncemi aktarmak yasal bir hakkımdır. Ayrıca ifade özgürlüğü de vardır ve kutsaldır.

Dikkat edersen bütün dinler tarih boyunca birbirinin canına kıymıştır. Ayrıca kendi aralarında da birbirlerine girmiştir…

Oysa gerçek din anlayışında kimse kimsenin canına kıyamaz. Tek olan Tanrı hiçbir zaman buna cevaz veremez…

Sadece bu kavgalar göstermektedir ki dinler yörüngesinden kaymıştır. Oysa bütün dinlerin dostluk, sevgi, barış gibi tek amaçları vardır.

İşte benim amacım: İnsanları Tanrı bilgisine ulaştırmak. Bütün insanlığı tek olan Tanrı’nın tek olan dininde birleştirmek…

Elbete bu isteğimi başarmam olanaksız. Ancak bu yolda gidiyorum ya bana yöneltilen eleştiriler haksız…

Görüşlerimi kısaca anlattım sanıyorum. Yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…

Av. Bilge Balta, 24.2.2007

X

Zeki Gazi

Sayın Zeki,

Önce sevgi. Gaziantepli olduğun anlaşılıyor. Kimliğin hakkında bilgi veremen mi?

Sevgilerimle,

Bilge Balta, 5.2.2006

X

Hayri bey, ben antepin araban ilçesindenim, orta okul eğitimimi şehit şahin lisesinde aldıktan sonra 14 yasında Almanya ya geldim.yani eğitim seviyem orta okul mezunu..halen Almanya’da yasıyorum ve evli iki çocuk babasıyım..

sanal siyaset aminleri, benim e-maillerimin çoğunu yayınlamıyorlar ama yinede orada onlara karsı mücadelemi sürdürüyorum..en faşisti de duy yaratılmış (kuranın deyisi ile )Gülay.

siz nerede yasıyorsunuz? antepde mi yurt dışında mı?

saygılarımla
hayribalta <hayri@bilgebalta.com> schrieb:

x

Özgeçmişimi gönderdim.

5.2.2006

x

Zeki Topçu

Merhaba,

Arif tekini tanımıyordum ve kitapta tesadüfen elime geçti.

Daha başından itibaren bana öğretilen ve kalbimle bulduklarım çünkü her insanda doğuştan gelen bir din duygusu var diye düşünüyorum sanki her şey karıştı ve altı boş mu diye düşünmeye başladım.

Arif tekini araştırırken çoğu ilgili sitede izine rastlayamadım bu siteyi gördüm.

Sizinde avukat olmanız bu mesajı yazmama neden oldu çünkü bende bir hukuk fakültesi öğrencisiyim.şimdi.

Merak ettiğim bir kaç soru var. Bu konuyla ilgilendiğiniz ve yer verdiğiniz için
cevaplayacağınızdan eminim.

Arif tekinin medresede okuduğun söylediniz Atatürk zamanında bu kurumlar kapatıldı ne tür bir medreseden bahsediyorsunuz?

Arif tekin inanarak yaşamış bir insan şimdi neye inanıyor?

Bir art niyet gözetmeden soruyorum. İnsanların kafasını karıştırıp çözümlerini
niye anlatmıyor? Acaba bunları kendiside mi bilmiyor yada söyleyemiyor mu, çünkü
binlerce yıldır inanılan bir şeyi değiştirmek kolay olmayacaktır. .

Özelliklede Türkiye’de.

Şimdiden teşekkür ederim…

  1. Topçu, 10.1.2007

+

Sayın Topçu,

Önce sevgi…

Arif Tekin, şu an Avrupa’da yaşıyor. Hangi ülkede olduğunu da bilmiyorum.

Kendisi, kendisi ifadesine göre, medrese mezunu olup Diyanet İşlerinden, 25 yıl imamlık yaptıktan sonra, emekli olmuştur… Artık yurt dışındaki medreselerde mi okumuştur; yoksa Turan Dursun gibi Anadolu’nun Doğu illerinde gayriresmi çalışan din okullarında mı okumuştur; bilemiyorum… Ne var ki her ikisi de medrese mezunu olduklarını söylemektedir…

Önemli olan nerede okudukları değildir; önemli olan ne söyledikleridir. Arif Tekin, beni telefonla aradığında, aynen şöyle demiştir: “imamlık yaptığım sürece insanlara yalan söylediğim için vicdan azabı çekiyordum. Bu kitapları yazmakla yaşadığım vicdan azabından kurtuldum…”

Bu güne değin bastırdıkları şunlardır. Çıkış sırasıyla yazıyorum:

Kur’an’ın Kökeni, Kaynak Yayınları

Muhammet ve Kurmaylarının Hanımları, Kaynak Yayınları

Sumerler’den İslam’a Kutsal Kitaplar ve Dinler, Berfin Yayınları

Bildiğim kadarıyla şu an da “MUHAMMED’İN TANRISI” adlı bir kitap yazmaktadır… Dediğim gibi “İslam, hoşgörü ve barış dinidir,” diyenlerin canına kıymalarından korktuğu icin İlhan Arsel gibi yurtdışında yaşamaktadır.

Dediğin gibi her insanda doğuştan gelme bir din duygusu vardır. Din dediğin; güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme olan eğilimdir ki bu; olumlu kavramlar, yüce duygular, genel doğrular (ki Tanrı olarak anlatılır) bütün insanlıkta doğuştan vardır. Bunun içindir ki “Tanrı’nın dini tek” denmiştir.

İnsanların din diye belleyip bildiği; zamanın ileri gelenlerinin koyduğu şeriattır. Bu nedenle de Musa şeriatı, İsa şeriatı, Muhammed şeriatı denmiştir.

Arif Tekin’in neye inandığını bilmemize olanak yoktur. Bir hukukçu olarak kimseye neye inanıp inanmadığı sorulmamalıdır. Neye inanırsa inansın. Beni, onun davranışları iyi mi, kötü mü olması ilgilendirir.

Çözüm getirmesi sorunuza gelince; her insan çözümünü kendi bulur. O, İlhan Arsel ve benzeri kişiler, bir aydın olarak gerçekleri söylemektedirler. Çözüm; insanın aklında, gözlemlerinde, deneyimlerinde, sağduyusundadır.

Şimdilik bu kadarını yazabildim. Çünkü yaşlıyım (75), hastayım  (Kronik kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği, hipoglisemi gibi şeker hastalığı ve daha bunun gibi 7 tane raporlu hastalıkla boğuşmaktayım.) ve bu nedenlerle yorgunum…

Şimdilik bu kadar yazabildim.

Şimdi kal sağlıcakla,

Yine sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 10.1.2007

X