AYDINLARA MEKTUPLAR

 

“AYDINLARA MEKTUPLAR”

 

BİR ADI DA

 

“DİPSİZ KUYUYA ATILAN TAŞLAR”

 

 

Kör kuyuya atılan taşlar ses verdi de,

 

Aydınlara yazılan yazılar ses vermedi…

 

                                                            10.4.1996

Sayın Mehmet UYGUN,

Yargıtay Ceza Genel Kurul Başkanı,

ANKARA:

Önce saygı, sevgi diyorum.

Bu mektubumu yandaki haber üzerine yazıyorum.

“Hukuk dilinin sorun yarattığını”(1) saptamış olmanız benim için övünç kaynağı (Arapça’sı: İftihar vesilesi) oldu.

 

Bilindiği gibi güzel Türkçe’miz; Arap kültürünün (Arap dili, Arap dini, Arap gelenek ve göreneği.) etkisi ve egemenliği altına girdiğinden bu yana, bırakın halkımızı, çoğu aydınlarımızca bile anlaşılamaz duruma girmiştir.

Dil, bir ulusu birlikte tutma ögesi olarak en önemli etkendir. Dinin birleştiricilik ögesi dil kadar değildir. Öyle olsaydı aynı dinden Araplar bir birlik oluşturabilirdi. Yine aynı dinden olan Türkler de bir birlik oluşturabilirdi.

Denebilir ki aynı dili konuşan Araplar da, Türkler de bir birlik oluşturamamıştır. Ancak bunun nedenleri; coğrafi, jeolojik, ideolojik ve siyasaldır. Her iki ulus da emperyalistlerce darmadağın edilmiştir.

Ulusçuluk anlayışı ile yeniden yeniye bir arayış içine girmişlerdir. Bu da ticaret ve sanayi burjuvasının canlanması ile olmuştur.

 

Bir ulusu darmadağın etmenin tek yolu onun dilini yozlaştırarak anlaşılmaz duruma getirmektir.

Bizim güzel Türkçe’miz de Arap ve Acem dilinin etkisi ile yozlaştırılarak; anlaşılmaz duruma getirilmiştir.

Güzel Türkçe’mize sahip çıkanlar arasında sizi görmekten, övünç duymamın nedeni bu düşüncelerimdir.

Bir hukukçu olarak bu yaraya parmak basmanız aklını imana kurban etmemiş ve de Arapçılığı Türkçülüğe yeğlememiş aydınlarımıza göre büyük bir kazançtır.

Dil; bir iletişim, anlaşma ve konuşma aracı olduğu gibi bir düşünme aracıdır da…Asıl önemi de bir düşünce aracı olmasındadır. Türkçe sözcükler kullanıldığında düşüncemiz; resim çizen bir ressam gibi , söylediğimiz sözcüğü güzümüzün önünde canlandırır.

Örneğin: Fare dendiği zaman,Arapça olduğu için, gözümüzün önüne bir hayvan gelir. Ama; sıçan dendiği zaman, Türkçe olduğu için, gözümüzün önüne hem bir hayvan, hem de dolaştığı yere sıçan (pisleyen) bir hayvan gelir. Düşüncemizde bir betimleme (tasvir) oluşur. Gözümüzün önüne korku içinde dolaşan ve dolaştığı yeri de pisleyen bir hayvan gelir… Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Ancak mesleğimizle ilgili olduğu için bir örnek daha vermek istiyorum. Yargıç. Yargıç sözcüğü haklıyı haksızdan; suçluyu suçsuzdan ayırmak işlemidir ki, kökeni “yar-yarmak” sözcüğünden gelir. Bu sözcüğün Arapça karşılığı “Muhakemedir” ki düşünmeyi içerir. Muhakeme, sözcüğünden; mahkeme,

hakim, hakem, mahkum, tahkim, hüküm, hekim… gibi birçok sözcük türetilebilir.

Türeme ve üretme bakımından Arapça çok zengindir. Gerçeği teslim etmek gerekir. Bir söylence vardır: “Arapça’da, bir deve kelimesinden bir deveye yükleyecek denli kelime türetilebilir.” Biraz abartılı olsa da gerçek payı vardır.

Ama Arapça, bizim dilimiz değildir. Bizim dilimiz Türkçe’dir ve Türkçe’nin de Arapça’dan kalır

yeri yoktur. Şimdi dilimizdeki “yar” sözcüğünü ele alalım. Yar; yakın, sevgili, bildik, dost anlamına geldiği için gözümüzün önünde yine bir resim tablosu çizer.

Sevgili, sevdiğini; yani yarini, ailesinden yarıp, ayırıp, alır. Yani, aileyi yarar. Bu yüzden sevgili yerine “yar, yaran” sözcüğü de kullanılır ki yarıp alan anlamına gelir. Aileden bir parçayı, erkek olsun-

 

kadın olsun, alıp götüren, yarıp alan yar(sevgili anlamında)dır… Bu sözcüğü Farsça’ya mal ederler ama yanlıştır, kaynağı Türkçe’dir.

“Yar” sözcüğünden; yara, yarmak, yaramak, yaradan, yaratmak, yardım, yarbay, yargıç,

yargılamak, yarı, yarım, yaralamak, yarıcı, yarık, yarım, Yargıtay, vb gibi daha sayısız sözcükler türetilmiştir.

Bütün bu sözcükler, düşünen bir kişinin düşüncesinde resim tablosu gibi bir işlev görür. Biraz ayıp (müstehcen) kaçacak ama “yar” sözcüğünden bir sözcük daha türetilerek; erkeğin üretim organına da yar kökeninden gelme bir ad daha verilir. Halkımızın çok kullandığı sözcüğü burada kullanmayı doğru bulmuyorum.

Ancak bu sözcük üzerinde de gerçekçi ve folklorik olarak düşünüldüğünde erkeklik üretim organına bir de yarma işlevi yüklendiği görülür. Gerek erkeğe ve de gerekse kadın üretim organları hakkında daha böylesine işlevi ile ilgili sözcükler türetilmiştir. Ama, bunların dile getirmek artık aydınlar arasında ayıp sayılmaktadır. Ne var ki halkımız, köylerde ve kentlerde, bu sözcükleri kullanmayı rahatça sürdürmektedir. Hem övgülerinde, hem de sövgülerinde olmak üzere…

 

Şimdi bu düşüncelerim yüzünden bana: Irkçı, Türkçü, şoven milliyetçi diyebilecek ahmaklar da çıkabilir. Oysa dilini sevmek, dilini sahiplenerek düşünmek, bir aydının ilk yükümüdür.

Her ulus, en az benim ulusum kadar yücedir. Irkçılık, şovenlik bir ulusun başka bir ulus üzerinde egemenlik kurmak amacıyla yarattığı bir motivasyondur. Yaşamım boyunca böyle bir düşünceye saplanmadım. Bu nedenle de hep aşağılanıp dışlandım. Bu da bizim gibi düşünenlerin ödemesi gereken bir bedeldir ki, biz bu bedeli fazlası ile ödedik. Şimdi bile ödemekteyiz, daha da ödeyeceğimiz anlaşılıyor.

Tarih boyunca ve de günümüzde,Türkler arasında, “milliyetçilik” savı ile ortaya çıkıp da kendi

dilini küçümseyerek Arapça’yı kutsayıp yüceltenleri gördükçe çıldırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bunların Araplığı Türklüklerinden güçlüdür. Türkçe’den koparlar (vazgeçerler) ama Arapça’dan asla…

 

Kaldı ki, şimdi: Cumhuriyetin kazanımlarına, Atatürk’ün devrimlerine, ilkelerine, ülkülerine cephe almak; milliyetçi ve mukaddesatçılarımız arasında moda olduğu gibi yeni dünya düzencilerimizin de

birincil görevidir. Bunlar demokrasi, laiklik ve insan hakları savı ile şeriata özgürlük tanıyarak iktidar yolunu açmaktadırlar ki bu vatana ihanettir.

Bunlar bu ihaneti bir de inanca saygı dayatması altında yapmaktadırlar. Oysa yasalarımız din ve inancı korumaktadır. Örneğin: TCK m. 175 yanında ; demokrasi ve laiklik ilke, düşünce ve inanç özgürlüğü…

Ancak yasalarımız şeriata izin vermemiştir. Şeriat demek: Kuran nizamı ile devlet ve toplum yönetmeye kalkmak demektir. Şeriatı kurallarına örnek gösterirsek: Kısasa kısas, hırsızın elinin kesilmesi, cariyelik ve kölelik kurumları, mirasta kadına, erkeğin payının yarısının verilmesi, iki kadının tanıklığının bir erkeğe eş tutulması, bir erkeğin dörde kadar kadın alabilmesi, hulle ve dik başlılık (serkeşlik) etmesi halinde kadının dövülmesi gibi… daha yüzlercesine sayabiliriz. Bu kurallar yasalarımıza göre suçtur…

 

Bu nedenle yasalarımız, şeriat kuralları ile devlet ve toplum yönetmeye kalkışmayı yasaklanmıştır. Dahası kaldırılan “Hiyanet-i Vataniye Yasası” ile vatana ihanet bile sayılmıştı…

Siz de, ben de Cumhuriyetin yetiştirdiği kuşaklardanız. Her ikimiz de laik eğitim ve öğretimden geçmişiz. Her türlü sorunlarımızda aklı kendimize yol gösterici olarak almışız. Ama şimdi Cumhuriyetin getirdiği nimetlerin değerini bilmeyen nankörler Cumhuriyete ve onun kurucusuna dil uzatmakla Allah’a hizmet sunduklarını sanıyorlar. Bu akımlara karşı yazdığımız yazılara da gazetelerde yer vermiyorlar.

Gazetelerde çıkan görüşlerinizi okuyunca hemen aklıma İlhan ARSEL’İN “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” adlı kitabını size armağan etmek geldi. Zaman buldukça okursanız, görürsünüz ki, aydınlarımız

ve din adamlarımız, büyük bir aymazlık içinde, ulusumuza ve dilimize karşı cephe alarak hem dilimizi hem de ulusumuzu aşağılamışlardır.

İşte mektubum bitti. Ekte sunduğum kitabı kuru kuruya sunmak olmazdı.

Yargıtay üyeleri: Oğuz Okul’a, Gültekin Nazlıoğlu’na, Özcan Aksoy’a selam diyerek yeniden saygı ve sevgi sunuyorum hepinize… Şimdi kal sağlıcakla diyorum.Av. Hayri BALTA

  1. “GAZİANTEP. Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı: Hukuk dilinin sade, anlaşılır ve kesin ifadeli olması gerektiğini belirterek hukuk dilinin güncelleştirilmesini istiyor.” (EVRENSEL, 8.Nisan.l996)

 

E K İ : İlhan Arsel’in: “ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ ve TÜRKLER” adlı kitabı. 

(Bu bölümde Sayın Ahmet Taner Kışlalı’ya yazılan iki mektubu yayınlıyorum. Ahmet Taner Kışlalı’nın anısı önünde saygı ile eğiliyorum. Kendisi tarihe mal olmuş bir kişidir. Acımasızlar ona kıydılar. İyi niyetli idi. Atatürk’ü Şeriatçılara sevdirmeye çalışıyordu. Ne var ki bu çabası işe yaramadı.

En üzülecek yanı şu ki Atatürkçüler şeriatçıları hâlâ ve hâlâ anlamadı… İnadına, inadına Atatürk’ü şeriatçılara sevdirmeye çalışıyorlar.

Atatürkçüler, unutmamalı: Atatürk, şeriatçıların maddî temeli olan Saltanatı yıktı, manevî temeli olan Hilafeti kaldırdı. Ne denli şeriat kurumu varsa toplum yaşamından uzaklaştırmaya çalıştı. Atatürkçüler, Atatürk’ün bu yaptıklarını unutuyorlar da şeriatçılar unutmuyorlar ve asla da unutmayacaklardır.

Demek istediğimCumhuriyetçin .bekçilerinin uyanık olmaları gerektiğidir. )

  1. 2 Ankara, 21.1.1998

Sayın Ahmet Taner Kışlalı,

    1. Her ne değin mektubuma saygı, sevgi diyerek başlamam gerektiğini biliyorsam da; bu saygı ve sevgimin giderek azaldığını size bildirmek gereğini duyuyorum.Örneğin, 16.1.1981 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “BAĞNAZLIĞIN SAĞI SOLU” başlıklı yazınızda “Kemalizm’in dinde reform”, Atatürkçülüğün de: “Türkçe ibadet” demek olduğunu sizden öğrenmiş bulunuyorum.Bu günkü yazınız daha ilginç. “Kemalizm ve Din” başlıklı yazınızda Atatürk’ün Fransız yazar Pernot’a şöyle dediğini yazıyorsunuz:

“Türk milleti dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. BİLİNCE KARŞI, GELİŞMEYE KARŞI HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR.”(Altını çizen ve büyük harflerle yazan benim.)

    1. Bir kere Atatürk, bu sözleri hangi tarihte söylemiş? Bunu belirtmiş olsaydınız bu sözleri hangi amaçla ve de hangi koşullar gereği söylemiş olduğunu size açıklayabilirdim.
    2. Her ne kadar Atatürkçü Düşünce Derneği’ne gelip gidiyorsanız da Atatürk’ü anlamadığınız yazılarınızdan anlaşılıyor. Eğer Atatürk’ü zerre kadar anlamış olsa idiniz yukarıdaki satırları yazmazdınız.
    3. Yukarıdaki satırlara göre İslamiyet’i ve dolayısı ile İslam şeriatını bir de Atatürk ağzından olumlamış ve doğrulamış bulunuyorsunuz. Ama öyle bir talihsizlikle karşılaştınız ki yazınızın yayınlandığı bu gün Inter Star televizyonunda, saat 19,30 haberlerinde, İran’da zina yapan iki kadının taşlanarak öldürülmesi olayını izledik. Tam bir Ortaçağ vahşeti idi… Ve kadınlar “Allah-ü ekber!” sesleri arasında, yarı bellerine değin toprağa gömüldükten sonra, taşlanarak öldürüldüler. Zina yapan erkek ise halkın önünde kırbaçlandı…Belki izlememişsindir diye acele ile yazıyorum ve fakslıyorum. Ola ki bu yazımı okuyan arkadaşlar size telefonla ulaşarak izlemeniz için bilgi verebilirler. Bu Ortaçağ vahşeti Inter Starın Gece Hattı’nda yeniden gösterilebilir. Faksı alan arkadaşlar, size telefonla bildirirlerse, izleyeceğiniz kanısındayım.Şeriatçıların, Atatürk’ü İslamcı gösterme çabalarını anlıyorum da sizin gibi Atatürkçü olduğunu ileri süren aydınların Atatürk’ü, dindar gösterme çabası ile çabalamalarını bir türlü anlayamıyorum.Bilindiği gibi Anayasamızın 24 ve 25. Maddeleri “dindar olmayı ve olmamayı” pek önemsememektedir. Ama sizler, Atatürk’ü ille de dindar gösterme çabasındasınız.
    4. Yine bir örnek vereyim: Size Atatürk’ün SON MESAJI ile ilgili bir belge göndermiştim. Bu belgede ATATÜRK’ÜN SON MESAJI diye Türk Ulusuna dayatılan bir mesajın Ankara l4. Asliye Hukuk Mahkemesinin dosyasında; Cumhurbaşkanlığı, İçişleri bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi, Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısına (belgesine) dayanarak, yalanlandığını, duyurmuştum.
    5. Bu konuda bir sözcük bile etmediniz. Bu mesaj şöyledir:

“BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMANLARI, ALLAH’IN SON PEYGAMBERİ Hz. MUHAMMED’İN GÖSTERDİĞİ YOLU TAKİP ETMELİ, VERDİĞİ TALİMATLARI TAM OLARAK TATBİK ETMELİDİR.

TÜM MÜSLÜMANLAR, Hz. MUHAMMED’İ ÖRNEK ALMALI VE KENDİSİ GİBİ HAREKET ETMELİ… ZİRA İNSANLAR, ANCAK BU ŞEKİLDE KURTULABİLİR VE KALKINABİLİR…”

    1. Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesi dosyasına göre yalan ve uydurma olduğunu belgelediğim bu mesaj, BİLİM ARAŞTIRMA VAKFI tarafından tam 12813 yere faks ve posta ile gönderilmiştir.Bilim Araştırma Vakfı’nın SAĞDUYU başlıklı 26.Eylül.l997 tarihli genelgesi ile Atatürk’e mal edilen bu uydurma mesajın: Tüm bakanlıklara, yüksek mahkemelere, ordu komutanlıklarına, valiliklere, savcılıklara, emniyet müdürlüklerine, bazı kaymakamlara, klüplere, derneklere, vakıflara, tüm basın kuruluşlarına ve özel radyo ve TV’ler başta olmak üzere 12813yere gönderildiği iki sayfalık SAĞDUYU başlıkla yazının (genelgenin) altında belirtilmektedir.Oysa bu mesaj uydurmadır. Cumhurbaşkanlığı arşivinde, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde böyle bir mesaj bulunmadığı belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk Araştırma Merkezi de bu mesajın uydurma olduğunu tıpkı Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısı gibi vurgulamaktadır. Yazıların aslı Mahkeme dosyasında olduğu gibi bir örneği de bendedir. İstenirse birer örneğini gönderebilirim…Sizce iki kadının zina yaptıkları gerekçesiyle taşlanıp öldürülmesi BİLİNCE KARŞI OLMUYOR MU? Bu recm olayı karşısında “GELİŞMEYE ENGEL HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR!” diyebilir miyiz?
    2. Ayrıca sizin yayınlamaktan ve açıklamaktan kaçındığınız “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI”nda belirtildiği gibi “İSLAMİYETİN BÜTÜN HÜKÜMLERİNİ OLDUĞUNU GİBİ YERİNE GETİRİRSEK” İran gibi çağın gerisine düşmüş olmaz mıyız? Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette böyle bir ceza uygulamasından yüreğiniz sızlamaz mı?
    3. Siz, Atatürk’ün resmî tarih tezlerini içeren TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI adlı kitaplarını okumadınız mı? Okuyarak Atatürk’ü dindar göstermek olur mu? Okuduktan sonra bu tür yazılar yazmak Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlık olmaz mı?
    4. Atatürk’ü; halkın ve İslamcıların seviyesine indireceğimize, halkı: Atatürk’ün düşünce aşamasına getirmek için aydınlatmacı yazılar yazmak daha doğru olmaz mı?Size bir kaynak daha vereyim: Şeriatçılar tarafından çıkarılan YAKIN TARİH ANSİKLOPEDİSİ’NİN 6. Cilt 230-232. Sayfasına ve 8. Cilt 123-l42 sayfasına bakınız. Buraya bir göz atarsanız; şeriatçıların, Atatürk’ü sizden daha iyi anlamış olduğunu görürsünüz.
    5. Ayrıca Doğu Perinçek’in “DİN ve ALLAH” adlı kitabı ile “Atatürk Din ve Laiklik üzerine” adlı kitaplarını da okumanızı salık veririm. (DEVAMI ve İKİNCİ MEKTUP GELECEK YAYINIMIZDA…) 
    6.  Bu kitaplarda İslamiyet’ten “Arap dini” diye söz ediyor. Ve Arap dininin kitabını ezberleyen için de” beyni sulanmış hafızlar” diye söz eder ve bu kitabın birinde: “Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması,; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm(den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir DÜNYA Dini’nin kurulması…” dediğini okuyacaksınız. (Atatürk Din ve Laiklik Üzerine.s.107).
    7. Kaynak olarak gösterdiğim bu kitaplardan daha da alıntı yapabilirim. Ne var ki bunu yaptığım takdirde TCK m. 175’i ihlal etmiş olurum.
    8.  Cemal Kutay büyüğümüz: “ATATÜRK’ÜN BERABERİNDE GÖTÜRDÜĞÜ HASRET: TÜRKÇE İBADET –Ana Dilimizde İbadet” diye bir kitap yazmış. Cemal Kutay’ın da Atatürk’ü anlamadığı anlaşılıyor.
    9. 25. Bir kere Atatürk’ün beraberinde götürdüğü bir hasret yoktur. Atatürk, Türk ulusuna, “LAİKLİK İLKESİNİ KABUL ETTİRMEKLE” VE Dünya Dinini (Laikliği) uygulamaya geçirmiş olmakla gözü arkada gitmemiştir.
    10. 26. Atatürk’ün dünya görüşünde (Felsefesinde) “kulluk” diye bir kavram yoktur. Atatürk, Türk ulusunu: Ümmetten, millete, kulluktan yurttaşlığa yükseltmiştir.
    11.  Atatürk, Türkçe ibadetle de olsa yurttaşlarının kulluk mertebesine düşmesine katlanamazdı. Cemal Kutay büyüğümüz bunu bilemiyor. Ama, hiç olmazsa, dilimize sahip çıkıyor ki; bu, kutlamaya değer..
    12. Türk ulusu, Atatürk’ü düşüncesiyle bilir ve severse şeriatın korkunç karanlığından kurtulmuş olur. Ama, Atatürk’ün İslamlaştırırsak, Muhammet ümmetinden gösterirsek Atatürk’ten eser kalmaz.

Saygılarımla, Av. Hayri Balta, ADD Kurucu Üyelerinden

———————

Ahmet Taner KIŞLALI’YA 2. MEKTUP:Ankara, 9.Nisan.1998,

    1. Sayın Ahmet Taner KIŞLALI, Dünkü Cumhuriyette çıkan “ATATÜRK VE din” başlıklı yazınızı ilgi ile okudum. Atatürk’ün Elmalı’ya Kuran tefsiri yaptırması ve yine 12 ciltlik Sahih-i Buhari Tercümesi yaptırmasını, yıkılması gereken hurafenin yerine neyin konulması gerektiğini bir işaret olarak gösterip Atatürk’’ de Muhammet ümmeti arasına sokuşturmanızı sizin Atatürkçü kişiliğinizle bağdaştıramıyorum.
    2. Atatürk’ü Muhammet ümmetinden gösterdiğimiz takdirde Atatürk’e büyük haksızlık yapmış oluruz. Çünkü o, Türklerin önderidir. Muhammet ise Arapların… Bin yılda bir gelebilen bir Türk önderini Muhammet’in dinine mensupmuş gibi göstermenin doğru olmadığı kanısındayım.
    3. Atatürk, Türk ulusunu ümmetlikten ulusluğa, Türk ulusunun bireylerini ise kulluktan yurttaşlığa yücelten bir kişidir.

Atatürk, bütün dinlerin üstünde bir kişi idi. Onu bir dinin ümmetinden biri imiş gibi göstermek Atatürk’ü anlamamanın ölçütüdür.

    1. Kaldı ki Atatürk, akılcı bir kişi idi. Akılcı bir kişinin iman verilerine inanarak yaşamına yön vermesi Onun laiklik ilkelerini, diğer devrimlerini, ilkelerini ve ülkülerini görmezlikten gelmek demek olur ki Atatürk’e büyük bir saygısızlıktır.
    2. Atatürk’ü, dindar ve dinci göstermiş olmakla Onu halkın arkasına takmış oluruz. Oysa Atatürk, biz aydınların arkasına düşmüş olduğu bir önderdir. Önemli olan: Atatürk’ün bulunduğu akılcı, çağdaş ve bilimsel aşamaya çıkma çabası göstermektir. Yoksa, Onu yakasından tutarak halkın din anlayışı seviyesine indirgemek değildir.
    3. Bizler Türk ulusu olara: Batıya da, doğuya da ancak laiklik ilkesine sık sıkıya sarılmakla kendi varlığımızı kabul ettirebiliriz… Yaşar Nuri Öztürk’ün yaptığı gibi Atatürk’ü İslam dininden göstermekle Atatürk’ü Muhammet ümmetinden biri gibi göstermiş oluruz ki bu takdirde Atatürk’ün adını bile anmak en büyük günah mertebesine indirilebilir.
    4. Atatürk, her şeyden önce akılcı idi ve de laikti. Bilindiği gibi akılcı ve laik olanlar dinin sosyal ve psikolojik bir gereksinimden doğduğunu bilir. Bu nedenle herkesin inancı gereği tapınmasını devletin güvencesi altın alır ve de bütün dinlerin bir hastalığı olan en iyi ve hak din benimkidir, benim dinime girmezsen senin katlin vaciptir düşüncesinden halkı korur…
    5. Atatürk, o tercümeleri yaptırmakla arkasına düştüğünüz dini anlayın, demek istemişti.
    6. Ekli olarak Yaşar Nuri Öztürk’e gönderdiğim faksı gönderiyorum. Oku, eğer yanılıyorsam, beni aydınlat… Saygılarımla, Av. Hayri Balta

——

(YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’E GÖNDERİLEN BİR MEKTUPLA DEVAM EDECEK. 1.Mart.2001.)

AYDINLARA MEKTUP: 4

 

9.Ağustos.2000

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,

 

 

Yazıma “sayın” diye başlayamadığım için özür diliyorum.

  1. Anlatayım: 9.Ağustos.2000 tarihinde Star Televizyonunun 19.30 ana haber bülteninde, Gülgün Feyman hanımın sorusu üzerine aynen şöyle dediniz: “Kuran-da DÖVÜN diye bir ayet yoktur. Öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın. Nihayet onları evden çıkarın; yani, bulundukları yerden başka yere gönderin, diyor ayette…” dediniz ve Türkçe çevirilerinde (meallerinde) “DÖVÜN” diye çevirenleri de; acımasızlıkla, bilgisizlikle, dini anlayamamakla suçladınız.
  2. Daha önce ben “KURAN’I KERİM MEALİ (TÜRKÇE ÇEVİRİ) adlı kitabınızı okumuştum. Kitabınızda “DÖVÜN” diye çevirdiğinizi hatırladım. Acaba yanılıyor muyum diye adı geçen çevirinizi yeniden okudum. Aklımda yanlış kalmamış. Şimdi kitabınızdan olduğu gibi aktarıyorum:

“… Sadakatsizlikle ve iffetsizliklerinden kuşkulandığınız kadınlara önce öğüt verin. Sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkan/ bulundukları yerden başka yere gönderin/ ONLARI DÖVÜN…” (Nisan, 4/34) diye çevirmişsiniz.

  1. Kitaplığımda 10 kadar Kuran çevirisi var. Hiçbirinde sizin yaptığınız “… ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin” yorumu yok. Diğerlerinde kimileri “DÖVME” buyruğunu, Allah’a yakıştıramadıkları için olsa gerek, yumuşatarak “HAFİFÇEYİ” eklemişler. Siz de “DÖVÜN” buyruğunu koskoca Allah’a yakıştıramadığınız için yumuşatarak “… ONLARI EVDEN ÇIKARIN/BULUNDUKLARI YERDEN BAŞKA YERE GÖNDERİN/” i eklemişsiniz. Bereket “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmamışsınız.
  2. Oysa sizin getirdiğiniz yorum, “DÖVÜN” buyruğundan daha ağırdır. Çünkü bulunduğu yerden uzaklaştırılarak başka yere gönderilen kadın ne ile geçinsin? Sadakatsizlik ve iffetsizlikle suçlanan b.ir kadın başkasının evinde ve yanında nasıl rahat edebilir? Başkalarının kendisini aşağılayıcı bakışlarından rahatsız olmaz mı? Siz olsanız başkasının iffetsizlik ve sadakatsizlikle suçladığı bir kadını evinize alır mısınız? Eşiniz buna ne der? Allah’ı, dini, Kuranı kurtarayım derken daha zor duruma soktuğunuzun ayrımında mısınız?
  3. Yanılgınız, 1400 yıl önceki toplumun yaşam anlayışına göre konulan kuralları günümüze uygulama saplantısıdır. 1400 yıl önceki toplum için konulan kuralları bu güne uygulayamazsınız… Ancak, Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği kaldırarak bir krallık ya da sultanlık rejimini uygularsanız şeriat kurallarını topluma uygulayabilirsiniz. Aksi takdirde şeriatı yaşatmanın olanağı yoktur. Çünkü günümüz toplumu:
  4. Bir kişinin evlatlığı ile evlenmesini kabul etmez. (K.33/37),
    1. 53 yaşında bir erkeğin 9 yaşında bir kızla evlenmesini kabul etmez. (Hadis kitapları…)
    2. Bir erkeğin, mehrini (Geçici evlilik nedeni ile verilen bedel…) vererek bir kadınla geçici evlilik yapmasına” ((K. 4/24) izin vermez. (Bu buyruk, bu gün İran’da uygulanmaktadır.)
    3. Cariyelik ve kölelik kurumunu günümüz toplumu kabul edemez. (K. 16/71-75)
    4. Günümüz toplumu kadınını aşağılanmasını kabul etmez. (K. 2/223, 3/36, 4/5 ve 36)
    5. Bir erkek güzelliği hoşuna giden bir kadın için karısını boşayamaz. (K. 33/52)
    6. Bir erkek karısını tarla olarak kabul edip dilediği gibi giremez. (K. 2/223) (Humeyni’nin yorumuna göre erkekler karılarını tarla olarak görüp diledikleri gibi girebilirler. Bu konuda aynı sizin gibi düşünen Zekeriya Beyaz’da geniş bilgi vardır. Nasıl olduğunu ona sorabilirsiniz)
    7. “Tanrı katında din, kuşkusuz yalnızca İslam’dır.” (.K 3/19) buyruğu demokrasi ve laiklik ilkesine aykırıdır.
    8. “İslam’dan başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler.” (K. 3/85) düşünceleri günümüz düşünce ve inanç özgürlüğü ile ne oranda bağdaşır?
    9. Hele hele: “Müşrikleri, kâfirleri, din değiştireni, ateisti bulduğunuz yerde öldürün!” (K. 9/5, 5/33) ayetlerini nasıl uygulayacaksınız?
    10. İşte sizin “çıplak uyarıcı” misyonu ile insanlığa, öncelikle Türk toplumuna, dayattığı inanç sistemi ki siz buna siz buna “Kuran Müslümanlığı” diyorsunuz…
    11. Ne var ki siz, yukarda örneklerini verdiğim konulara; ne konuşmalarınızda ne de yazılarınızda hiç değinmiyorsunuz! Olur mu gerçekleri saptırmak? “Çıplak uyarıcı”ya yakışır mı bunlar? Bu Pazar oturacağınız kırmızı koltukta (13.9.200, Star’da…) bu konulara açıklık getirirseniz sevinirim… 6.Sizin getireceğiniz “Kuran Müslümanlığı”nda yukarda sıraladığım Kuran ayetlerini uygulamamazlık edebilir misiniz? Uygulamazsanız ne olur bilir misiniz? 7.Kuran ayetlerinden değil bir tanesini, bir harfini bile değiştirip, uygulamazsanız başınıza neler geleceğini benden daha iyi bilirsiniz… “Allahın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” Ayetlerini (K. 5/44, 45” ayetlerini nasıl görmezden gelebilirsiniz?8.Bırakın insanlar istediği gibi inansın. Biz aydınlar laiklik ilkesini savunalım. Akla, bilime, evrensel ahlaka önem verelim. Cumhuriyetimizi ve onun anayasal ilkelerini savunalım. 9.Mevlana, bundan 7 yüz yıl önce, ne demişti?

 

DÜNLE SÖYLENEN DÜNLE GEÇTİ CANCAĞIZIM. BU GÜN İÇİN YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM.”

Ve yine Neyzen Tevfik’in şu sözlerini unutmayalım: “NE TARİKAT, NE HAKİKAT, NE DE TÖRE/SÜREMEZ HÜKMÜNÜ YAŞADIKÇA BU KÜRE…”

 

Ey “Çıplak uyarıcı”, 1400 yıl önceki toplumsal yaşam gereği konulan kuralları günümüze uygulamaya çalışmakla Türk toplumuna ve de insanlığa kıydığınızın ayrımında mısınız? Av. Hayri Balta

 

 —————– Not: Yukarıda (4. Bölüm, son tümce): “Bereket ‘dövün’ emrini kaldırmamış” diye yazmıştım. Gazetelerde okudum: 199 yılında yayınladığı son Kuran çeviri sinde “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmış.

Kimileri de “HAFİFÇE”yi ekliyor. Bu da, “Bulunduğu yerden yani evden uzaklaştırın” diyor; ama, “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmazken son baskısında büsbütün kaldırmaktan da çekinmiyor. Nedeni de: Görüyor ki toplum “DÖVME” buyruğunu istemiyor. Ee ne yapmalı? Bundan kolay ne var: Hemen kaldırmalı…

Önce “Hafifçe” üzerinde duralım: Hafifçe dövmek bir insanı rencide etmez mi? Sonra karısına öfkelenen insan hafifçe dövebilir mi? Hiç mi karısını döven adam görmedik. Karısına öfkelen Adam; sen misin demiyor, yaratana sığınıp vuruyor. Sonra Allah, kendi kitabının değiştirilmesine nasıl göz yumuyor? Kuranda: “Allah tarafından indirildiği ve O’nun tarafından korunacağı” (K. 15/9) bildirilmiyor mu?

 

Haydi çık çıkabilirsen işin içinden…Din ve Tanrı bilgisi olmayan kişilerin din konusunda ahkam kesmesi dayanılmaz bir olgudur.

Bilmem “Çıplak uyarıcı” bu yazılarıma yanıt verebilecek mi?

(15.MART.2001. SÜRECEK…)

—————–Not: Yukarıda (4. Bölüm, son tümce): “Bereket ‘dövün’ emrini kaldırmamış” diye yazmıştım. Gazetelerde okudum: 1999 yılında yayınladığı son Kuran çeviri sinde “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmış.

Kimileri de “HAFİFÇE”yi ekliyor. Bu da, “Bulunduğu yerden yani evden uzaklaştırın” diyor; ama, “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmazken son baskısında büsbütün kaldırmaktan da çekinmiyor. Nedeni de: Görüyor ki toplum “DÖVME” buyruğunu istemiyor. Ee ne yapmalı? Bundan kolay ne var: Hemen kaldırmalı…

Önce “Hafifçe” üzerinde duralım: Hafifçe dövmek bir insanı rencide etmez mi? Sonra karısına öfkelenen insan hafifçe dövebilir mi? Hiç mi karısını döven adam görmedik. Karısına öfkelen Adam; sen misin demiyor, yaratana sığınıp vuruyor. Sonra Allah, kendi kitabının değiştirilmesine nasıl göz yumuyor? Kuranda: “Allah tarafından indirildiği ve O’nun tarafından korunacağı” (K. 15/9) bildirilmiyor mu?

 

Haydi çık çıkabilirsen işin içinden…Din ve Tanrı bilgisi olmayan kişilerin din konusunda ahkam kesmesi dayanılmaz bir olgudur.

Bilmem “Çıplak uyarıcı” bu yazılarıma yanıt verebilecek mi?

(2.Nisan.2001. SÜRECEK. ARKASI: 16.Nisan.2001’de GELECEK.)

AYDINLARA MEKTUP:5

Ankara, 11Nisan 1995

 

Sayın Kışlalı,

Önce saygı, sevgi..

Size sözünü etmiş olduğum belgeleri ekli olarak gönderiyorum.Bu dava hakkında daha önce de Cumhuriyet gazetesi yazarlarından : Ahmet Tan, Hasan Cemal ve Yaşar Nadi’ye bilgi vermiştim. Ne var ki olayın önemini kavrayamadıkları için haber değeri bile görmedikleri gibi bir satırla olsun yanıt bile vermediler.

Oysa bu mesaj ile Atatürkçü düşüncede bir gedik açılmaktadır. Atatürk’ün böyle bir mesaj vermesine olanak yoktur. Ne Atatürkçüler ve ne de Muhammetçiler kendi önderlerini gerektiği şekilde anlayabilmiş değillerdir.

Bu iki lider arasında uzlaşmaz zıtlıklar vardır. Ekli belgeler incelendiğinde bu zıtlıklar çarpıcı olarak görülecektir.

Ne var ki ben bu belgeleri yüzlerce resmî ve gayr-i resmî yerlere göndermeme karşın birinden bile olumlu ya da olumsuz yanıt gelmedi…Bu mesaj Anadolu’nun her yerinde, kahvelere bile, asılmaktadır. Bu mesajın kaynağı Prof. Hanif Fauk’tur. Kitabında bu mesaj için “Duygusal temele dayanmaktadır.” Dediği halde; yani, uydurma olduğunu açıkladığı halde herkes bu mesaj mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktadır.

Bu konu kanal D’ de ve ATV’nin İKTİDAR OYUNU adlı programında da dile getirilmiştir. Daha da getirileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu mesajın uydurma olduğuna ilişkin resmî belgeleri ekte sunuyorum. Yargı aşamasına ilişkin dilekçeleri de ekli olarak gönderiyorum. Dikkatle okursanız Atatürkçülük ile Muhammetçilik arasındaki zıtlıklara eğildiğim görülecektir.

Yurdumuz dönüm noktasındadır. Kurtuluşumuz Atatürkçü Düşüncededir. İslam şeriatına dönüş toplumumuzu mezhep ve tarikat kavgalarına itecektir. Ne var ki aydınlarımızın bir çoğu bu tehlikenin ayrımında değildir.

Bu konuda söyleyeceklerim çoktur. Zamanınızı almamak için kısa kesiyorum. Fatih Altaylı’ya gönderdiğim mektubu ve eklerini de bilginiz olsun diye gönderiyorum.

Saygı, sevgi yeniden. Kalınız sağlıcakla…

Başarı beklentilerimle…

Av. Hayri BALTA

 

NOT: Aslında bu mektup ilk mektuptur. Ne var ki hiçbirine yanıt vermemiştir…

 

EKLERİ.

  1. Fatih Altaylı’ya gönderilen 21.3.1995 tarihli mektup,
  2. 29.11.1989 tarihli yazı,
  3. 28.3.1989 tarihli dilekçe,
  4. 25.6.1990 tarihli Dâvâ dilekçesi, (İdare Mahkemesine),
  5. ADD Nasıl Kuruldu, (19.2.1994 tarihli yazı, Ulus),
  6. Sizleri Aldatıyorlar, 22.3.1994 tarihli yazı, Ulus).

 

(16 NİSAN 2001. SÜRECEK… ARKASI: 2 MAYIS 2001 DE GELECEK…)

 

 

AYDINLARA MEKTUP: 6

 

(Okuyacağınız bu mektup: STV’de Program yapan Kemal ÖKE’ye, program sırasında gönderilmiştir. Programda üç-dört profesör açık oturum yapıyorlardı ve aşağıda üzerinde durduğum konuları tartışıyorlardı. Hemen yazı makinemin başına geçerek aşağıdaki mektubu yazarak faksladım…

Televizyonda izledim. Faks görevlisi yazımı Kemal ÖKE’ye verdi. Şöyle bir baktı. İlk satırı okuduktan sonra gelen fakslar üzerine koydu; ama, ne programda yanıtladı ne de sonra…)

6.3.1998

 

Sayın Kemal ÖKE,

STV Televizyonu. İstanbul

(0216 344 38 03 numaraya Faksla…)

 

Şimdi yaptığınız programda: “Gerçeğe: Akılla, bilimle değil, imanla varılır deniyor.” Gerçek bir tane olduğuna göre; Müslüman’ın gerçeği başka, Hıristiyan’ın gerçeği başka, Musevi’nin gerçeği başka, Ateistin gerçeği başka olmayacak mıdır?

 

Sonra: “Benim dedem maymun değil!” deniyor. Doğru, hiçbirimizin dedesi maymun değildir. Ama hiçbirimizin dedesi de yalnızca Adem’e indirgenemez…

Eğer hepimiz Adem’den geldi isek; bu Kızılderili, bu kara derili, bu sarı derili, bu beyaz derili kişilerin atası kim? Eğer hepimiz Adem’den gelmiş olsa idik; dinimiz, dilimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz bir olmalı değil mi idi?..

Önce şu soruya yanıt vermeliyiz: Madde mi ruhu yarattı; yoksa, Ruh mu maddeyi yarattı?..Gelin, önce bu soruyu yanıtlayalım…Diğerleri kendiliğinden çözüme ulaşır…

Biliyorsunuz maddenin Sakınımı yasası: HİÇBİR ŞEY YOKTAN VAR OLAMAZ, VAR OLAN DA YOK OLAMAZ!” (Buna, Lavezyen yasası da denir).

Şimdi bilim böyle derken; din-iman: “”Allah, dünyayı yoktan var etti!” diyor. Burada bilim ve din çatışması olmuyor mu?Sonra dine göre: “Allah, bir şeyin olmasını istediği zaman ona ‘Ol!’ demesi yeterlidir… O şey derhal olur.” Bu âyet Kuranın birkaç yerinde geçer. Oysa bilime göre bir varlığın oluşması için belirli bir sürenin geçmesi gerekir… Örneğin: Yumurtadan civcivin çıkması için belirli bir sıcaklığın, belirli bir süre içinde sürmesi gerekir…Gelelim yaratılış sorusuna… İnsan da ve diğer canlılar da tek hücreli canlıdan oluşmuştur. Bu tek hücreli canlı çok hücreli olmuş ve değişik türde canlılar üremiştir. Maymunun da, insanın da kaynağı suda oluşan tek hücreli hayvandır. Bilindiği gibi yaşam suda başlamıştır. İnsanla hayvan organları arasında şaşırtıcı oranda benzerlik vardır ve bu nasıl açıklanacaktır?..

Bir, din-iman diye tutturmuş gidiyorsunuz. Oysa dindeki bütün kavramlar ve terimler birer simgedir. Örneğin: Allah; madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır..

Yine Adem ve Havva, Cennet ve Cehennem birer simgedir. Melekler de bir simgedir.

 

Allah da Peygamber göndermiş ve kitap indirmiş değildir. Sizler ki bilim adamlarısınız… Ama oy kaygısı ile, aferin alma kaygısı ile halkın bilimsel olmayan görüşleri arkasına takılmış, sürüklenip gidiyorsunuz.. Oysa bilim adamı olarak sizlerin halkı sürüklemesi gerekir… Saygılarımla, Av. Hayri BALTA

(Arkası 16 Mayıs 2001 de gelecek… 1 Mayıs 2001)

 

AYDINLARA MEKTUP: 7

Gaziantep, 24.4.1969

Hayrettin ERSÖZ,

Gaziantep Valisi,

 

Halen CHP’de kâtip olarak çalışıyorum. Ayda 500 lira geçecek elime. Dört çocuklu ve evimin aylık kirasının 250 lira olduğunu söylersem ne durumda olduğumu anlarsınız.

  1. Şubeye mensup sivil polisler İl Yönetim Kurulu üyelerimizden İbrahim Hortoğlu’na; 23 Nisan Çocuk Bayramında, Kapalı spor salonunda yapılan eğlence gecesinde: “Niçin partide çalıştırıldığımı, benim gibi bir adamın böyle bir yere sokulmaması gerektiğini, geçimim için ihtiyacım olan parayı ise Moskova’dan aldığımı…” söylemişler…

 

Aynı şekilde, Amerikan Hastanesinden ayrılarak Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalıştığım günlerde de baskı yapılmıştı işten atılmam için…İbrahim Hortoğlu, kendilerine gereken yanıtı vermiş… “Moskova’dan para almama…” gelince: Artık bu kadar da dayanaksız konuşulmaz…

Ne Moskova’dan parası sayın valim; yiyecek ekmeği, yakacak odunu, ev sahibine verecek parayı bulamıyorum. Bakkala, kasa ve ekmekçiye nasıl para vereceğimi düşünüyorum kara kara… Eğer birikmiş bonomun faizi de olmasaydı elektriklerim kesilecekti bu ay…

Sinema gişesinde bilet satmaya razı olurum, çalıştırılmamam için baskı yaparlar. Ayda 50-60 liraya gazeteciliğe razı olurum, yazdırmazlar. Bu baskı ve önlemeler resmî ve gayrî resmi kanalardan yapılmaktadır.

 

Sizden isteğim: Sizin emrinizde bulunan 1. Şubeye mensup polisler, hiç olmazsa, durup dururken yapmasınlar bu baskıyı… Eğer bir bildikleri varsa, tertibe tenezzül etmeden, yakamdan tutarak yargıya teslim etsinler beni… Halen Millî Emniyette çalışan Mehmet Baykal, ilk tertipçi olmakla ün kazanmıştır.Yani ben aç kalırsam bu polislerin eline ne geçecek acaba? Görevleri beni, bana duyurmadan, izlemek mi; yoksa, işverenlerime baskı yaparak işime son verdirmek mi?..

Amacım sizi rahatsız etmek değildir. 1. Şube Polislerinin bu baskısını duymamış olsaydım, sizi rahatsız etmeyecektim…

Küstahlık sayılabilecek bu mektubum için özür diler, saygılarımı sunarım. Hayri Balta

 

NOT: Münasip görürseniz Lütfü Söylemez de okusun bu mektubu…

 

Açıklama: (Lütfü Söylemez, o zaman beni işten attıran AP’nin Gaziantep Milletvekili idi ve olaylardan haberi vardı ve beni işime iade etmek için çalışacaktı…) (15 Mayıs 2001)(Arkası, 1 HAZİRAN 2001 de..)

 

AYDINLARA MEKTUP: 8

Ankara, 1.5.1995

 

Sayın

Hikmet Çetinkaya ve Mustafa Ekmekçi,

Cumhuriyet Gazetesi Yazarları,

ANKARA

Önce her ikinize de saygı, sevgi…

 

Bu mektubu ayrı ayrı yazamadığım için her ikinizden de özür dilerim. Ne var ki her ikinizin de aynI gazetede yazmış olması ve Atatürkçü kişiliğinizi yazılarınızdan ilgi ile izlediğim için bu şekilde yazıyorum. Biraz da sağlık durumum nedeniyle her ikinize birden yazma ve işi bir mektupla halletme zorunluluğu var…

28.3.l990 tarihinde Gaziantep’te BUGÜN gazetesinde günlük yazdığım sıralarda bu konuyu işlemiştim. Bilindiği gibi şeriatçı kesim, Cumhuriyetimizi yıkmak için, yeni düzencilerle, ikinci cumhuriyetçilerle, Irkçı Kürtçülerle, Irkçı Türkçüler el birliği ederek Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalışırken; bir yandan da ona son mesaj verdirerek şeriatçı kesime taraftar toplamaya çalışıyorlar. Örneğin ekte sunduğum “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” ki şudur:

“Bütün dünya Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammet’in gösterdiği yolu takip etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammet’i örnek almalı. İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira insanlar, ancak bu şekilde kurtulabilir ve kalkınabilir.”Atatürk, komaya girdikten sonra, ölümünden 15 gün önce kendine geldiğinde bu sözleri söylemiş ve bu mesaj Dışişleri kanalıyla da bütün dünyaya gönderilmişmiş. Bu açıklamalar 1988 yılı Atatürk’ü Anma Haftasında TRT’nin “Din bir vicdan meselesidir” adlı programında yapılıyor…

“ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” adı verilen bu mesaj, ilk olarak, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Hanif Fauk’un “Atatürk Urduca Yayınlarda” adlı kitabında yayınlanmıştır (s. 102).

 

Adı geçen, “SON MESAJ” adını verdiği bu uydurmasının altına not düşmeyi de unutmamış: “BU İFADELER DUYGUSAL TEMELE DAYANABİLİR” diyerek uydurduğunu itiraf etmiştir. Ne var ki kimse bu notun üstünde durmuyor. Bütün şeriatçılar mal bulmuş mağribi gibi bu mesaja sarılıyor.Uydurma olduğu kesin olan bu Atatürk’ün Son Mesajı ile Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında çıkan Ahmet Gürtaş’ın “ATATÜRK ve DİN EĞİTİMİ” adlı kitabının 70 ve71. Sayfalarında da karşılaşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Diyanet Takviminin 10 Kasım 1988 günlü yaprağında da görüyoruz bu mesajı…Bir de bakıyorsun Adnan Oktar adlı biri Rönesans dergisine de almış bu mesajı (Mayıs 1990, s. 7) Atatürkçü olduğunu söyleyen Adnan Oktar da Atatürk’ü şeriatçı gösteriyor bu mesaja dayanarak. Bir de bakıyorsun bu mesaj büyük panolara yazılmış olarak Sivas Gençlik Kitabevi’nin duvarlarına da asılmış. Kim bilir Anadolu’nun daha nerelerine asılmıştır…Teke Tek programında Rize Belediye Başkanı da bu mesaja sarılıyor… Yetmiyor, Fatih Çekirge’nin İktidar Oyunu adlı programında bir Rüfai şeyhi bu mesaj dayanarak “Atatürk de şeriatçı idi…” demeye getiriyor. Bizim Fatih Çekirge de mışıl mışıl dinliyor ve Türk ulusuna dinletiyor…

 

Oysa ben bu mesajın “yalan ve uydurma olduğunu” Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesinin Esas numarası 1998/793 olan dava dosyasında belgelemiştim: Bu dosyada: Cumhurbaşkanlığından, Dışişleri Başkanlığından, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığından, Türkiye Kemalist ve Sanatçılar Derneği Genel Merkezinden gelen resmî yazılarla “ATATÜRK’E MAL EDİLMEYE ÇALIŞILAN BU SON MESAJIN YALAN VE UYDURMA OLDUĞU, ARŞİVLERİNDE BÖYLE BİR MESAJA RASTLANILMADIĞI” belgelenmiş durumdadır….Bu gerçeği ben, Türkiye’deki bütün Üniversitelere, gazetelere bildirdiğim halde yine de bu mesaja sarılarak Atatürkçü Düşünce bir gedik aşmaya çalışıyorlar: “Atatürk’ün bile son vaktinde imana gelerek tek yolun şeriat olduğu gerçeğini Türk milleti yanında bütün dünyaya duyurmuştur…” deme utanmazlığını gösterip sürdürüyorlar…

 

Bu gösteriyor ki şeriatçılarımız Atatürk’ü anlamamışlar. Atatürk’ü anlamadıkları gibi kendi Peygamberlerini de anlamamışlar. Bu iki önder arasında 180 derecelik bir zıtlık vardır. Biri: “Yurtta sulh cihanda sulh!” derken; diğeri, Müslüman olanlarla olmayanlar diyerek dünyayı ikiye ayırımıştır: “Dar-ül harp (savaşılacak dünya) Dar-ül İslam (Savaşılmayacak dünya)…”Biri, “kadınları toplum yaşamına katar…” Diğeri ise: “Kadının yeri evdir, evin dip köşesidir, mutfaktır, yatak odasıdır, kocasına hizmettir…” der. Öyle ki kadının kocasına huzur vermek için yaratıldığını ileri sürer. (Bkz. K. 7/189: “Sizi bir nefisten yaratan (erkeklere sesleniliyor) ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır…”)

 

Bu iki önder arasındaki zıtlık sayılamayacak kadar çoktur. Birinin söylediğinin tam tersini diğeri söylemektedir ve ben bunları yukarıda numarasını verdiğim dava dosyasında sıralamışımdır. Merak edip de bu dosyayı inceleme zahmetine katlananlar bu gerçekleri göreceklerdir.

 

Bu konuda daha önce Fatih Altaylı’ya, Fatih Çekirge’ye ve de Ahmet Taner Kışlalı’ya bilgi vermiştim. Ahmet Taner Kışlalı da geniş bilgiler içeren dosya ve belgeler vardır. Ne var ki adı geçenler de ilgisiz kalmışlardır. İlgilenirseniz size de gönderebilirim onlara gönderdiğimim aynısını… Ama ekli olarak gönderdiğim haber yazım size bir yazı yazmaya yetecek kadar bilgi vermektedir…Atatürk’e yapılacak en büyük saygısızlık onu son vaktinde imana gelmiş bir şeriatçı gibi göstermektir. Ne var ki 12 Eylülcüler bu saygısızlığı yapmışlardır…Saygılarımla, Av. Hayri BALTA

 

Eki: Bir yazı… (1 Haziran 2001) Açıklama: Adı geçen yazarlar: ne yazı konu yapmışlardır ne de bir sözcükle olsun yanıt vermişlerdir… (1 Haziran 2001)(Arkası 16 Haziran 2001 de gelecektir…)

AYDINLARA MEKTUP: 9

 

DEVLET BAKANI SAYIN AYSEL BAYKAL’A

 

 

A Ç I K M E K T U P

 

3 Eylül 1995, PAZAR

 

Bakan olduğunuz için değil bayan olduğunuz için saygılar sunuyorum. 27.08.1995 günlü Cumhuriyet gazetesinde şöyle söylediğiniz yazılıyor: “KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİNİ BOZAN KURAN DEĞİL, ŞERİATTIR.”

 

Doğrusu, böyle bir sözü sizden beklemiyordum. Bu denli bilgisizce bir sözü size yakıştıramadım. Kuran’ı ayrı, şeriatı ayrı göstermek, bu güne değin, köktenci şeriatçıların bile aklından geçmemiştir. Şeriatın kaynağının Kuran olduğunu, bu gün, Müslüman olmayan bir kişi bile bilmekte. Böyle bir sözü oy kaygısı ile söylediyseniz, bilgisizce konuşmanızdan çok daha kötüdür. Yok, bilerek tersini söylediyseniz, böyle bir ifade bilgisizlikten de kötüdür.

 

Şeriat ile Kuran birbirinden ayrı tutulamaz. Şeriatın kaynağı Kuran’dır. Şeriat; Kuran’ın buyruklarının (kurallarının) dışına çıkamaz. Kaldı ki şeriatın amacı: Kuran kurallarını yeryüzünde hâkim kılmaktır. Şeriatçılar da bu amaçla; ölür, öldürür…

 

Kadın-erkek eşitsizliğinin kaynağı, şeriatın kutsal kitabı Kuran’dır. Şeriatın; kadın-erkek eşitsizliğini gösteren yüzlerce kural Hadis kitaplarında da vardır. Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlikleri Hadis kitaplarından gösterirseniz verilecek yanıt hazır: “Hadis, kitaplarında uydurma hadisler vardır. Sahih hadisleri bulmak da kolay değildir…” Bu nedenle örnekleri, bir harfi bile değişmemiş dedikleri Kuran’dan veriyorum. Hem de Diyanet Çevirisinden. Şimdi eşitsizlikleri gösteren tümceleri (âyetleri) sıralayalım:

  1. Tanıklık konusunda : “Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.” (K. 2/282)

 

  1. Miras konusunda : “Allah; çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.” (K. 4/11)

 

  1. Evlenme konusunda : “… hoşunuza giden başka kadınlarla; iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.””(K. 4/3)

 

  1. Dayak konusunda : “Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün.” (K. 4/34). Ama aynı konuda kadınlara nasıl öğüt veriliyor bir de buna bakalım: “Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından şüphe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.” (K. 4/128).

 

    1.  
    2. Malların yönetimi konusunda: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.” (K. 4/5).

Başka çevirilerde, “beyinsiz” sözcüğü: “Akılsız, sefih (zevke, sefaya, eğlenceye düşkün olup sonunu düşünmeyen anlamındadır…)” diye geçer. Akılsız, beyinsiz, sefih sözü ile kadınlar amaçlanmaktadır. Akılsız, beyinsiz, sefih bir kişi güzel sözlerden ne anlar?..

Bu nedenle şeriat kurallarıyla yönetilen ülkelerde kadın: Devlet başkanı, Başbakan, Vali, Kaymakam, Yargıç, İmam olamaz… Öyle ki bu konuda bir de hadis vardır ve kadınların yönetici olamayacakları konusunda. Bir de bu hadis’e bakalım. Sözü geçen hadis şudur: “Kadınla yönetilen bir ülkenin üstünde yaşamaktansa, altında yaşamak daha hayırlıdır.”

    1. Kadınların konumu durumunda: “Kadınlarımız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin…” (K. 2/223).

Burada kadın bir insan üreticisi olarak düşünülüyor. Ayrıca Humeyni’nin bu âyeti yorumunu merak ediyorsanız Humeyni’nin kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tevzîh-ul Mesail’deki fetvası. Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile. C.2, s. 241.” Bu kitaplar bulunmaya bilir. O zaman kütüphanelerine giderek 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde Ürperten Humeyni adlı Uğur Dündar’ın röportajı ile 1-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz. Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan KUR’AN’IN KÖKENİ adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan, kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. Sayfalarına…) bakabilirsiniz.Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor…

    1. Erkeklerin konumu konusunda: “…Meleklere, ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis müstesna, hepsi secde ettiler, o ise kaçındı.” (K. 2/34).

Görüldüğü gibi Havva’ya secde edin denmiyor… Burada da, Kuran ve Hadis kitaplarında görüldüğü gibi, erkek yüceltiliyor. Bu tümce (ayet) “anaerkil aileden, babaerkil aileye geçişin” de başlangıcını oluşturuyor.

 

Şimdi sayın Bakana sesleniyorum: Kitapları, Peygamberleri değil Tanrı’yı (Gerçek olanı, doğru olanı…) yüceltelim. Oy kaygısı ile değil, gerçek saygısı (Tanrı) ve kaygısı ile konuşalım. “İnsanların ne deyeceğini değil; Tanrı’nın (Bilimin, gerçeğin…) ne deyeceğini düşünelim. Gerçek saygısını (Tanrı saygısını…) yitirmeyelim.

 

Bu gerçekleri açıklayanları, şeriatçılar tarih boyunca, ortadan kaldırmışlardır. Ama işte gerçek ortada… Kuran ortada… Gerçekleri nasıl yadsıyabilirsiniz… (İnkâr edebilirsiniz)?… Av. Hayri BALTA.

(16 Haziran 2001)(Arkası 1 Temmuz 2001 de gelecek…)

Bu Açık mektup: Haftalık Aydınlık gazetesinin 2.9.1995 tarihli ve 428. sayısında ve o zamanlar Ankara’da yayınlanan 02. 09. 1995 tarihli SİYAH-BEYAZ gazetesinde yayınlanmıştır… Sitemize aktarılırken küçük eklemeler yapılmıştır…)

9.3.1991

 

Sayın Öğreticim,

Mektubuma son verirken bazı konularda görüşlerimi açıklamak istiyorum. Düşüncelerimi açıklamaya Mesih İnanlılarla yaptığım bir konuşma ile başlayacağım.

 

İstanbul’a kitap almak için girdiğim bir kitapçının sahibi Mesih İnanlısı çıktı. İçerde birkaç Mesih İnanlısı daha vardı. Kitapları gözden geçirirken benimle ilgilendiler ve konuşma çemberine beni de aldılar. Konuşmalarımız sırasında “Ebedî yaşam”a inanıp inanmadığımı ve Cennet-Cehennem hakkında ne düşündüğümü sordular… Bu arada “Peygamberlerin günahsız kişiler” olduğunu ileri sürdüler… Gerçek saygım nedeniyle doğru olanı inandığım gibi söyleme alışkanlığında olduğum için konuşmama Neyzen Tevfik’in şu şiiri ile başladım:

”Gözün hâlâ mı cennette, hur-i gılmanda,

 

Göremezsin cennet yüzü sen, gidersen bu kafayla…” (Bu dize tarafımdan değiştirilmiştir. Çünkü küfür ediyordu…)

Şimdi gelelim Mesih İnanlıların sorularını sırasıyla yanıtlamaya: Önce ebedî yaşam. Ebedi yaşam denince bunların aklına öldükten sonraki cennete yaşayacakları sonsuz yaşam geliyor. Cennette ölmek yok ya…Oysa bu anlayış gerçek dinsel düşünceye aykırı. Demek ki bunlar da okudukları kitabı (İncil’i) anlamıyorlar. Dinsel yaşam ikiye ayrılır. Ebedî yaşam ve ebedî olmayan yaşam. Ölümlü yaşam ölümsüz yaşam. Eğer yaşantımızı olumlu kavramlar, genel doğrular, yüce erdemler doğrultusunda yönlendirirsek “Ölümsüz”leşiriz.

Eğer yaşamımızı olumsuz kavramlar, genel eğriler, aşağılık ilkelere göre yönlendirirsek “ölümlü yaşamı” yeğlemiş oluruz ki İncil’e göre kötü yaşamın (günahın) bedeli ölümdür. Okuyalım: “Çünkü günahın bedeli ölümdür.” (İncil. Romalılara, 6/23).

Kötülüğün karşılığı ölümdür. Bu doğrultuda olmak üzere İncil’de daha yüzlerce tümce vardır. Demek ki olumlu yöndeki yaşamımız bizi ölümsüzleştirir. Olumsuz yöndeki yaşantımız ise bizi ölümlü kılar.

Gelelim Cennet-Cehennem konusuna. Kendilerine şöyle dedim: “Yahu, aklınızı başınıza toplayın. Ne cenneti, ne cehennemi… Hepsi buradadır. Bunlar simgesel kavramlardır. Cennet: Yaptığımız olumlu davranışlardan duyduğumuz vicdan huzurudur. Olumlu edimlerimizin bize sağladığı refah ortamıdır. Cehennem ise bunun tam tersidir. Yaptığımız olumsuz davranışların ruhumuzda yarattığı huzursuzluk ve vicdan azabı cehennem olarak simgelendirilir. Yine tembellik, uyuşukluk sonucu çekilecek yoksulluk ise cehennem ile simgelendirilir…”

Dört kişi idiler. Sözlerim üzerine cin çarpmışa döndüler: “Bunca din adamı; Yahudi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı öldükten sonra gideceğimiz cennetten-cehennemden söz ediyor. Bunlar yalan mı söylüyorlar. Sen bunlardan daha mı iyi biliyorsun bir ilâhiyatçı olmadığın halde…”

Kendilerine: “Söylediğim bu sözler akıllılardan ve ilâhiyatçılardan gizlenmiştir.” dedim. Açtım İncillerini şu tümceyi (âyeti) gösterdim: “Baba, göğün ve yerin Rabbi! Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana şükrederim.” (İncil. Luka, 10/21).

Sonra, dedim: “Cennet de, cehennem de yaşayanlar içindir. Ölülerin cenneti-cehennemi olmaz. İsterseniz açın kitabınızı şu tümceye bakın!” dedim. Çünkü kitapları İncil’de: “Tanrı, ölülerin değil, yaşayanların Tanrısıdır.” (İncil. Matta. 22/32) diye yazıyordu. Bu tümceyi hiç okumadınız mı, hiç düşünmediniz mi bu ne demektir diye… Şaşırıp kaldılar. “Hiç gözümüze çarpmamıştı” dediler.

Şimdi de gelelim “Peygamberlerin günahsız olduğu…” düşüncesine… Bu düşüncenin şampiyonluğunu ise bizimkiler yapmaktalar. Oysa zahmet edip kitaplarına bir baksalar Allah’ı (Sağduyusu) tarafından birçok yerde peygamberlerinin azarlandığını görürler.

 

Birkaç örnek verelim yeter. Daha çok örnek verirsem tedirgin eder: “Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?” (K. 93/7) “Şaşırmış” da ne yapmış acaba? “Doğru yola eriştirilmeden” önce ne yapıyordu acaba ki; Allah’ı (İçinden gelen ve kendisini yargılayan sağduyusu… Vahiy dedikleri içe doğuş…) tarafından böylesine uyarılmak zorunda kalmış.

Al bir tane daha: “Ey Muhammet! Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur; kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.” (.47/19).

Ve şu tümceye de dikkat: “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.” (K. 48/2).

Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz bu konulara hiç değinmezler. Neden bu konulara değinmezler acaba?

Diğer şeriatçılar ise bu konularda söz bile söyletmezler; hemen tahrik olurlar, adamı Sivas Madımak’taki gibi yakarlar…

 

Bunlara söz söylemeye gelmez… Çünkü hemen tahrik olurlar… Ama “kâfir” dedikleri laikler ki bunlar aynı zamanda Atatürkçülerdir de liderleri öldürülür, bunları sayıp sıralamaya gerek var mı bilmem, zerrece tahrik olmazlar ve gidip de herhangi birine seslerini bile çıkarmazlar… Kuran’daki İslam Peygamberi ile ilgili tümceleri gördük. Bir de kendisinden önce gelenlerin durumuna bakalım, ki İsa kendisinden öncekiler için hırsız ve haydut diyor: “Benden önce gelenlerin hepsi hırsız ve hayduttu, ama koyunlar onları dilemedi.” (İncil. Yuhanna, 10/8)

 

Önce İbrahim’in yaptıklarına bir bakalım. Örneğin Tevrat’ın, Tekvin bölümünden öğrendiğimize göre 12/10-20 İbrahim, karısını, “kız kardeşimdir, alabilirsin!” diye Mısır Firavun’’una veriyor. Firavun gerçeği öğrenince kendisini azarlıyor: “Niçin, karını, bu benim kız kardeşimdir, dedin. Ben de onu karı olarak aldım ve şimdi işte karın, al ve git!” diyerek onu azarlayarak kovuyor.

Yine aynı bölümün (Tekvin) 20/1-4’te de anlatılmaktadır ve İbrahim’in bu kez karısını Gerar kralı Abimelek’e gönderdiğini okumaktayız: “…Fakat Allah gece rüyasında Abimelek’e gelip ona dedi: Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır.” dedi. Abimelek de İbrahim’i azarlayarak: “İşte, al karın ve git!” dedi.

Bu tümcelerde İbrahim Peygamberin, “…karısını kız kardeşim…” diyerek krallara verdiğini görüyoruz. İkinci olaydaki “…Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır…” tümcesine dikkatinizi çekerim. Çünkü bir evli adamın karısını almak kötü bir davranış olduğundan en büyük olumsuz eylemlerden sayılır.

 

Gerçek Din ilminde bu tür işlemleri yapanlara ise “ÖLÜ” denir. “Ölü”ler ise Tanrıdan (Genel doğrular, Evrensel etik ahlak, , yüce erdemler, doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi olumlu kavramlar…) kopar. Bu nedenle “Allah ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır.” (İncil, Matta. 22/23). Denir. Şunu da belirteyim ki her yaşayan insana diri denilmez.

Diri denince: Duyarlılığı nedeniyle sorumluluk duygusu olan ve kötülüğe bağışıklık kazanmamış kişi akla gelirken; ölü renince: Duyarlılığı ve duyarsızlığı nedeniyle sorumluluğunu yerine getirmeyen, kötülüğe bağışıklık kazanan, yaptığı haksız kazançtan ve de başkasının haklarını gasbetmekten zevk duyan kişi akla gelir.

Tanrı (Allah, zat olarak değil öz olarak…), tanımını yaptığım diriler için söz konusudur. Ölüler için dinsel sorumluluk (Tanrıya karşı sorumluluk) söz konusu değildir. Nasıl ki; küçük çocukların, beyinsel özürlü olanların ve de hayvanların Tanrısal sorumluluğu olmadığı gibi…

Ne var ki 40 yılı aşkın bir zamandan ben bu din sırlarını vermeye çalıştığım ve bu nedenle söyleyip yazdığım halde bir kişiyi bile uyaramadım. Yalnız bu dediklerim anlaşılsa ve anahtar olarak alınsa insanlık yeniden doğuşa erer…

Yukarda alıntılayıp anlattığım gibi bir başkasının karısını almanın genel doğrulara aykırı olduğu için en büyük günahlardan sayılarak “ölüm”le simgelendiğini gördük.

Şimdi de İbrahim’i azarlayan Mısır kralı Firavun ile Gerar kralı Abimelek’e karşın peygamberlerden sayılan ve Zebur (Tevrat’ta) adında bir de kutsal kitabı bulunan Davut ne yapmış?.. Herhangi bir yorumda bulunmadan bir de buna bakalım:“…Niçin Rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hitti Üriya’yı kılıçla vurdun, ve karısını kendine karı olarak aldın…” (Tevrat, II.Samuel, 12/9).

 

Tevrat’taki bu tümcenin önü ve arkası uzun. Olayı kısaca MEYDAN LAROUSSE’ den aktarayım: “GÜZELLİĞİYLE ÜNLÜ YAHUDİ KADIN, Davud’un subayı Üriya’nın karısı (II.Samuel, XII, 1-25), Davud’un sevgilisi oldu. Davud, onunla evlenebilmek için Üriya’yı öldürdü. Bunun üzerine peygamber Natan ona (Davud’a) şöyle dedi:..”

Ne dediğini ben Tevrat’tan aktarayım: “…Natana dedi: Rabbin hakkı için bunu yapan adam ölüm oğludur…” (II.SAMUEL, 12/5). Demek istiyor ki: Sen ölüm oğlusun!..

Bu olayda Davud’un; karısını alabilmek için kocasını öldürmesi genel doğrulara aykırı olduğu için gerçek dinsel niteleme ile günah olarak adlandırılır.

Günah işleyene ise “ölü” denir. (Bakınız: İncil. Rom. 6/23). Burada ayrıca Peygamber Natana’nın Davud’a: “Sen ölüm oğlusun!” demesinin nedeni kötü bir iş yapmış olmasıdır. Demek ki iyi iş yapmış olanlara da “Tanrının oğlu!” deniyor. Yoksa öyle Hıristiyanların anlayıp inandığı şekilde Tanrının oğlu mu olur? Bu anlayış, din ve Tanrı bilgisinin yokluğundandır.

Ben bu bilgileri verirken içerde bulunan dört kişiden üçü beni daha fazla dinlememek için çekilip gittiler. Tahrik odular ama beni dövüp öldürmediler. Bizim şeriatçılar olsa idi bizi tahrik etti diyerek gereğini yaparlardı…15.7.2001. (Arkası gelecek…)

 

(AÇIKLAMA: Siteme yazı girmeyeli neredeyse iki ay oluyor. Bu gecikmenin nedeni: Tam yazılarım gireceğim sırada Hard disk dedikleri çöktü.  Bütün e-maillerim, notlarım, yazılarım silindi. Bilgisayarımın onarılması ve kendime gelmem bir ayı geçti… Kaldığımız yerden sürdürüyoruz.)

9.7.1963

Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye,<o:p></o:p>

 Aşağıdaki satırlar, Almanya’da işçi olarak çalışan kardeşim Hasan Balta’ya yazdığım 8. mektubun 11. ve 12. bölümleridir:

  1. Son verirken mektubuma, bir de düşünce yolu açayım sana.  Milliyet gazetesi yazarlarından Çetin Altan, geçen günkü yazısında: “Tanrı’yı, insanların yaratmış olduğunu yazıyordu. Hemen şuracıkta düşüncemi belirtmiş olayım ki, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile uğraşanlar en gereksiz işle uğraşmış olurlar. Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile ilgilenerek bu soruna çakılıp kalmak tinsel sayrılara özgüdür.

Burada söz konusu ettiğim : Geleneksel şekilde bilinen; yani, insandan ayrı, acunu bir başkan gibi yöneten kendi başına buyruk, her işe karıştığı sanılan bir Tanrı’dır.

Çetin Altan’ın bu yazısı; bizim Yeni İstiklâlcileri kızdırdı da kızdırdı… Başladılar  Başladılar Tanrı’nın varlığına ilişkin, sözde, bilimsel belgeler yayınlamaya… Öyle ki: Nemrut ile İbrahim Peygamberin tartışmalarını bile, işe yarar bir belge gibi, sürdüler öne. Bu tartışma Kuran-ın 2/258 tümcesinde geçer: “İbrahim ile Allah’ın kendisine mülk verdiği kimsenin (Nemrut) Rabbi hakkında mücadelesini haber almadın mı? “Rabbim diriltir ve öldürür.” Dediğinde o, “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. İbrahim : “Allah güneşi doğudan doğdurursan onu batıdan doğdur” dedi. Ve kâfir şaşırıp kaldı…”

Bu sav karşısında Nemrut, söyleyecek söz bulamıyor.    O keskin zekâlı sayılan Nemrut ne diyeceğini şaşırıyor. Mantığı işlemez oluyor. Kafası çalışmaz oluyor zavallı Nemrut’’un… Nemrut’un kafasının çalışmayıp aciz kalmasından bizimkiler kedilerine övünme payı çıkarıyorlar. Bir tartışmada sıkıştılar mı: “Haydi bakalım, muktedirsen, güneşi batıdan doğdur!” diyerek bilimsel tartışmanın önüne set çekiyorlar. Bu yüzden de Tanrı sorununa yanıt bulduklarını sanıyorlar.

Oysa dangalak Nemrut, şu denli bir zeka kıvraklığı gösterseydi; şapşallaşıp çuvallamasaydı bu sorun çözülmüş olurdu. Bu savına güvenerek tartışma yaratanların sesi kesilirdi. Örneğin: İbrahim Peygamber kendisine: “Eğer gücün varsa, güneşi batıdan doğdur da görelim!” dediğinde İbrahim Peygambere: “Yanılıyorsun ya İbrahim; o güneşi doğudan doğduran benim. Eğer senin Allah’ın muktedirse benim doğudan doğdurduğum güneşi batıdan doğdursun da görelim!” deseydi İbrahim Peygamberin ne deyeceği doğrusu görülmeye değerdi. Eğer böylesine bir soru yöneltseydi İbrahim’e; böylesine dayanaksız bir sav ileri sürdüğünden ötürü kıpkırmızı olacaktı belki de…

Bütün suç Nemrut’ta. Ulan Tanrıyım diyor musun be adam güneşi doğduran da benim doğudan desene.  Aksini; kim, nasıl yapacak? Doğrusu çok merak ediyorum İbrahim’in bu sav karşısında ne diyecekti?    Allah’ı varlığını gösterecek mi idi Nemrut’a…

Sevgili kardeşim, görüyorsun İbrahim Peygamberin tutağı (tezi) ne denli çürük. Ey İbrahim, böylesine kolayca çürütülmeyecek bir savla ortaya çıkarak insanların aklını çelmek kolay…

Ey İbrahim, unutma ki; senin yolundan gidenlerin    ve soyundan gelenlerin insanlığı iyi yola sokmak hırslarıdır ki, birbirlerini sevmekle yükümlü insanları birbirlerine kırdırıp geçirdi. Bütün bu din için cana kıymalar hırsınızın aşırılığı yüzündendir: İnsanların mutluluğu istemek hırsı… (11.9.2001. Bitmedi. Sürecek…)

Kaldığımız yerden sürdürüyoruz:

Şimdi aynı hırsa komünistler düşmüş: Acundaki  (dünyadaki)  insanların mutluluğunu istemek hırsı.  Zorla düzelteceğiz acunu diyorlar. Kaçmak isteyenleri Berlin’den, başlıyorlar öldürmeye… Kızından, oğlundan, yaşlısından, gencinden… Gerekçe: İnsanların mutluluğu…

İşte bu hırstır ki tiksindiriyor insanları birbirinden, bu hırs yüzünden; geçmişte ve gelecekteki olaylardır ki insanı tiksindiriyor insanlıktan…

Bu hırstır ki, düşünce özgürlüğünün köküne kibrit suyu sıkıyor… Düşünce özgürlüğünden eser kalmıyor ortada… Ne oluyorsa insanların özgürlüğüne, mutluluğuna oluyor…

  1. Keskin kardeşim, başka konularda da düşüncelerimi söylemek isterdim. Ama, hem zamanım yok hem de düşüncelerimin üstünde toplumun , toplumdaki densizlerle ilkellerin baskısı var… Üstelik geçim ve zaman darlığı da çekmekteyim.

Düşüncelerim bu engellerle karşılaşıyor. Düşüncelerim yüzünden acı çekiyorum. Düşüncelerim; ileri görüşsüz, sorumsuz  yöneticilerin robotçasına oyuncağı, polislerin kuşkulu, tiksindirici bakışları ile de çatışmaktadır.

Hem düşünecek misin, okuyacak mısın, yazacak mısın; yoksa, ekmek parası mı kazanacaksın?.. Hele her işten dönüşümde: “Ne aldın baba! Ne aldın baba!” diye ellerime, ceplerime , gözlerime bakan; Elçin’le, Gülçin’le, Elgin’le, eşimle karşılaşınca; yazmak da, okumak da, düşünmek de kalıyor geriye, istemeye istemeye…

Şimdilik ekmek parası kazanacaksın, o da zoru zoruna… Gelirim, giderimi karşılamıyor dedin mi, oluyorsun vatan haini… Borç-harç ederek; giymelisin, yemelisin, gülmelisin… Olduğundan başka görünerek açık yan vermemelisin. Üstelik bir de: “Allah, devlete-millete zeval vermesin!” demelisin ki vatan haini olmayasın…

Ama gelirin giderini karşılamıyormuş, borç alma kaynakların kurumuşmuş, tis kazanına düşmüş sıçana dönmüşsün, sıçrayıp sıçrayıp çıkamıyormuşsun, her çıkışta ayağın kayıp kazanın dibinde alıyormuşsun soluğu…

Ömrün bu çaba  içinde geçiyormuş. Seninle birlikte: onurun da, gururun da, mutluluğun da kazanın dibine düşüyormuş… Onun da kolay bir yanıtı var: “Kaderinmiş oğlum kaderin!”

Keskin kardeşim, yılma yok!.. Tis kazanının içine düşmüş sıçan gibi çabalayacaksın. Başka yolu yok bunun. Çıkacaksın kazanın kenarına doğru, tam dışarı atlayacakken, ayağın kayacak hoop!  Aşağıda alacaksın soluğu… (Bitmedi, sürecek… 2.10.2001)

 (6. M. Kaldığımız yerden sürdürüyoruz. 15.10.2001) 

Hiç düşünmeden yine çaba göstereceksin yukarı çıkmak için… Tırnakların gıcırdayacak, kalaylı tis kazanının kalaylı bakırında, tırnakların bir türlü tutunamayacak, tutunacak yer arayacak… Taa ki evin hanımı ya da bir başkası yan yatırarak devirecek kazanı bilmeden… İşte o zaman kurtuluş var… Yoksa, inip inip çıkacaksın hiç düşünmeden ölünceye değin…

Ne yapalım dayanacağız. Evde, en büyüğü beş yaşında üç çocuk var… Midemizden asılmışız asılmasına  ama; yine de, bu zaman ve geçim darlığı içinde, gerekçeli (Beraat kağıtlı-meşru yol…) olarak gelir kaynaklarını artırma çabası göstereceksin. Bu arada da, yine, gerekçeli olarak, düşüneceksin, yazacaksın, okuyacaksın ve kendini geliştirip olgunlaştıracaksın… Yılma, yenilme yok Aydınlar yenilmez…

Amerikan Hastanesi Saymanı Aydın Yener (Hayri Balta).

Eki: Çetin Altan’ın; 22.5.1963 tarihli Vatan gazetesinden, “Kim Demiş ki Köylü Yobazdır” başlıklı yazısı

(Bu mektup bitti. Bir başka mektupla sürdürüyoruz…)

 X

XX

  28.9.2001 

Sayın Hulki Cevizoğlu,

Öne saygı sevgi,

Yazının özeti: İslamiyetin çıktığı asırda terör kavramı yoktu ki terör konusunda tümce (ayet) olsun… 

Ömer Malik adlı arkadaşın, size gönderdiği e-postayı bana da göndermesi üzerine yaptığınız programda Tevbe ve Maide bölümlerindeki cihad tümcelerini yansıtmış ve bu tümcelere yanıt istediğinizi duydum. 

O arkadaş sizi kutlamış ben de kutluyorum. Biliniz ki yalnız değilsiniz. Sizin yalnız olmadığınızı göstermek üzere bütün şeriat ve irtica karşıtlarını size yardıma çağırıyorum.

Çünkü Şeriat, yani  irtica: Akılcılığa karşı vahyi; bilime karşı inancı, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” (demokrasi) ilkesine karşı “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” (şeriat yönetimi) ilkesini, din ve inanç özgürlüğü yerine İslam’dan başka dine inananları kâfir (K.3/85) olarak kabul etmekte ve onlarla dosta olunmasını yasaklamakta ki¸ bu nedenle Cumhuriyetin kurucularınca yasaklanmıştır. 

Kaldı ki şeriat, yani irtica; insanlık âleminin en büyük düşmanı olup hiçbir afet ve salgın hastalık ve diktatör irtica kadar insanlığa kötülük yapmamıştır. Bunun kanıtı olarak şeiatla yönetilen ülkelere bakabilirsiniz…   

İrticanın en büyük kötülüğü insan aklını işlemez duruma getirmesidir. Akla, bilime, hukuka aykırı kurallar koymasıdır… İnsanlık irtica gibi bir felâketi hiçbir zaman yaşamamıştır. Her afetin, her salgın hastalığın, her diktatörlüğün çaresi bulunur da bu irticanın çaresi yoktur… (6.M. Bitmedi, sürecek… 15.10.2001)

‘Kaldığımız yerden sürdürüyoruz: 1.11.2001) 

          Çoluğunu-çoğunu seven, halkını seven, insanları seven bütün akılcı aydınlar; bu farklı düşünce ve inançta olanları kâfir  gördükleri için öldürülmelerini gerektiğini inanan zihniyetle (Hizbullah, Şeriatçı militan ve Taliban zihniyeti) ile  mücadele etmedikçe tehlike altındadır ve kendine karşı, çocuklarına karşı, insanlığa    karşı saygısını yitiriyor demektir… 

Cihat, kıtal ve kılıç tümceleri ile ve bu tümcelerle çelişkiye düşen barış tümcelerini karşılıklı olarak  gösterdiğim yazımı bitirdiğim an size postalayacağım. Bir örnek olması bakımından bunlardan bir tanesini gönderiyorum: 

Diyanet Vakfı Çevirisinden: “Kuran, 47/35: Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir. (Buna göre müslümanlar düşman karşısında üstün durumda iken, sulh isteğinde bulunamazlar. Aslolan düşman karşısında gevşememek, eziklik hissederek paniğe kapılmamaktır.-Bu da Diyanet Vakfının Açıklaması ve yorumu-)” 

Hani İslam barış dini idi. Üstün durumda iken barışa razı olmayan bir dine nasıl olur da barış dini denebilir? Ne zamana değin insanları ve kendimizi aldatmaya çalışacaksınız…   

Bu tümcenin Türkçe’si ve tarafımdan yapılan yorumu: Fırsatı yakaladığınız an İslam’dan başka dine inananları  ve dünya görüşünde olanları  cehenneme göndermekte tereddüt etmeyin…

Günümüz insanlığı bu anlayışı kabul edemez. Bu anlayışın insanları ne durumu getirdiğini anlamak için: Başta Afganistan olmak üzere; Arap, Acem ve  şeriatı uygulayan diğer ülkelere bakmak yeter… Hepsinin de; bilgisizliği,  geriliği, ilkelliği, pisliği ve yoksulluğu televizyonlardan yansımaktadır.

Yüzü açık gezen kadınların yüzüne kezzap atılması, Buda heykellerinin yerle bir edilmesi, zina yapanlara uygulanan taşlama (recm) olayı, hırsızın elinin kesilmesi, kısasa kısas  uygulaması, dörde kadar kadın almak, kadını tarla olarak görüp dilediği gibi girmek, boşama hakkının erkekte olması, üç boşamadan sonra erkeğin pişmanlığı halinde kadının başka bir erkeğe verildikten sonra alınması (Hülle), erkeğin kadını dövme hakkı ve kadının toplumsal yaşamdan dışlanması gibi emirler hep şeriat kurallarıdır… 

Dikkat edelim. Tanrı (Allah) yok demiyorum. Allah var ama; Allah, böyle kurallar koyar mı diyorum. Yani hırsızın elini kesin, zina yapanı taşlayın, kadını dövün, Hülle yapın, sizin gibi inanmayanları öldürün… il’ahir der mi diyorum. Gelin şu günümüz anlayışına uymayan kuralları yücelteceğimize gerçeği (Tanrı’yı=Allah’ı) yüceltelim…

Bu kurallar, Kuran-da yok denebilir mi? Böylesine kurallar yürürlükte olduğu halde nasıl bir Kuran Müslümanlığı uygulanacak? Bu kurallar uygulandığı takdirde takdirde bir toplum nasıl kalkınabilir, nasıl uygarlaşabilir?   

Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz gibi din adamları uygulayacakları Kuran Müslümanlığında bu tümceleri yok mu sayacaklardır? Niçin bu tümcelerden (ayetlerden) söz etmemektedirler?.. 

Bunlar Kuran-daki bu tümceleri kaldırdıkları takdirde  nasıl bir  Kuran Müslümanlığı uygulayacaklardır?.. Ne acı ki bunların ardına düşen insanlarımızın sayısı gittikçe artmaktadır… 

Şu da bilinmelidir ki şeriat; yani irtica, insanlığa karşı, Batı uygarlığına karşı savaş açmıştır… Çünkü batı uygarlığı, onlara göre   kâfirlerin uygarlığıdır. 

Amerika son saldırıyı sineye çekse bile arkası gelecektir. Bu terörden; Avrupa da, Türkiye de, şeriatı tamamı tamamına uygulamayan diğer  ülkeler de payına düşeni (nasibini) alacaktır.  

Bunları görüp de insanlığı bu tehlikeye karşı uyarmamak şeriatla ittifak yapmak demektir. Ne acı ki, Atatürkçü, ilerici ve de solcu olduklarını söyleyen aydınlarımız bu aymazlık içindedirler ve bunlar Devletin, laikliğe karşı hareketlerin odak noktası olduğu gerekçesi ile üç kere kapattığı partinin yandaşları ve geçmişte devlet adına cinayet işlediklerini itiraf edenlerle ittifak arayışına girmişlerdir. 

İşte ben Batı emperyalizmine karşı olsa da karanlıkla ittifak yapamam ve bu ittifakta yer alamam… Çünkü batılı sömürgecilerin aklı başına gelir de bu irticanın aklı başına gelmez… Varsın bana batı yanlısı desinler…

Saygılarımla…  Av. Hayri Balta >

(6. M. Başka bir mektupla sürdüreceğiz… 1.11.2001)

 

DİYANET İŞLERİ BAKANLIĞINA

AÇIK MEKTUP

Sayın Başkan,

3 Ekim 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde Dilek Önder adlı yazarın sizinle
yapmış olduğu röportajı okudum. Bazı açıklamalarınızın gerçekle bağdaşmadığını
gördüm. Bu nedenle de bu açık mektubu yazmak gerektiğini duydum:

Örneğin: Yazar size soruyor: “Dört kadınla evlenme meselesi…” Siz açıklama
yaparak şöyle diyorsunuz: “…evlendiği kadınlar bakıma muhtaçtır diye
himayeleri altına almıştır. Dokuz tane kadınla evliydi; ama, bunlar hep himayeye
muhtaç kadınlardı.

Dediğim gibi bu açıklamalarınız gerçeklerle bağdaşmıyor. Kuran ve Taberi’nin
Millletler ve Hükümdarlar Tarihi(5/834) adlı kitabı başka türlü açıklamalarda
bulunuyor.

Ör. Ahzap bölümünün 52 tümcesini birlikte okuyalım: “Ey Muhammet, Bundan sonra
sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse
gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir.”

Kuran’a göre Peygamber evlenirken öyle sizin dediğiniz gibi “Bakıma muhtaç
kadınları himaye altına almayı” düşünmüyor. Öncelikle güzellik arıyor. Güzel
olmak da yetmiyor. O güzel Peygamberin hoşuna gitmeli… Kuran’daki şu tümceden
de eşlerinden “…birini boşayıp başka bir eşle” değiştirdiğini de görüyoruz ki
bu da himaye amacı ile evlenme gerekçesini boşlukta bırakıyor…

Kaldı ki eğer çevrede himayeye muhtaç kadın varsa; bunların bakımı için nikah
kıymaya da gerek yoktur. Nikah kıymadan da onların bakımını üstlenebilirdi….
Bunun yanında bakıma muhtaç bu kadınları çevresinde bulunan sahabelerine,
komutanlarına, askerlerine: “Şunu sen al, şunu da sen al!” diyerek
dağıtabilirdi. Böylece, savaş ve başka nedenlerle dul ve sahipsiz kalan
kadınları koruma altına almış olurdu…

Sonra Hatice mi, Ebubekir kızı Ayşe mi, Ömer kızı Hafza mı… himayeye muhtaç
kadınlardı?..

Yerimiz elverişli olmadığı için konuyu kısa keserek ikinci konuya geçiyorum.
Diyorsunuz ki: “Peygamber dokuz tane kadınla evlendi…”

Bu açıklamanız da gerçeklerle bağdaşmıyor… Kaldı ki bu konuda hacıların,
hocaların, müftülerin ve islamcı yazarların yazdıkları da birbirini tutmuyor.

Ör. Ali Rıza Demircan’ın İslam’a Göre Cinsel Hayat adlı kitabının (2/225)
sayfasında Peygamber eşlerinin sayısının 11 tane olduğu açıklanıyor. Siz ise 9
tane diyorsunuz. Sizin açıklamalarınızla onun açıklamaları arasında bir çelişki
var…

Bunun yanında İslam Peygamberi öldüğünde nikahlı karısının sayısı 9’du diyenler
yanın da kimileri de 13, kimileri de 15 diyor…

Ne var ki Taberi’nin yukarda adını verdiğim kitabın 5. cilt 834. sayfasında adı
geçen Peygamber kadınlarını sıralayalım:

1. Hüveylid kızı Hatice,

2. Zam’a bin Kays’ın kızı Sevde,

3. Ebu Bekir kızı Ayşe,

4. Ömer kızı Hafza,

5. Ömer bin mahzum kızı Ümm- Seleme,

6. Haris kızı Cüveyre,

7. Ebu Süfyan kızı Ümm-i Habibe,

8. Cah kızı Zeynep,

9. Huvey kızı Safiye,

10. Haris kızı Meymune,

11. Rıfae kızıNeşat,

12. Amr kızı Şenba,

13. Cabir kızı Gaziyye,

14. Numan kızı esma,

15. 15 Zeyd kızı Reyhane,

16. Mukavvis hediyesi Marya,

17. Huzeyme kızı Zeynep,

18. Halife kızı Şerafi,

19. Zebyan kızı Aliye,

20. Ebu Bekir bin Klapdan Aliye,

21. Kays kızı Kutaybe,

22. Şürayh kızı Fatıma,

23. Haris kızıHavle,

24. Hutaym kızı Leyla,

25. Yezid kızı Umre,

26. Yezid kızı Reyhane.

Adları sayılan bu kadınlar yanında evlenmek isteyip de evlenemediği kadınlar da
var:

1.. Ebu Talip kızı Ümm-i Hatni,
2.. Amir kızı Zuba,
3.. Reşame kızı Sayfiyye,
4.. Abbas kızı Ümmi Habib,
5.. Harise kızı Cemre.
Yukarda adları verilen kadınlar içinde bir tanesinin yoksul olduğunu görüyoruz.
Onun da geçimliği sağlanarak Peygamber tarafından boşandığını öğreniyoruz. Adını
verdiğim kaynaklara bakarsanız daha bir çok gerçeklerle karşılaşırsınız.

Şimdi siz bir Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konularda bilgisiz olamazsınız.
Konumunuz gereği yalan da söyleyemezsiniz. Sizden dileğim bu konuda beni
aydınlatmanızdır. Amacım gerçeği öğrenmektir… Bekliyorum…

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta.

Açıklama: 8.10.1993 tarihinde Ankara Ulus gazetesinde yayınlanan bu yazıya bu güne değin yanıt gelmemiştir… (Bitmedi. Sürecek… 10.2.2002)

Sayın Cüneyt Canver,

Adana Milletvekili/Ankara

Öne sizi kutlar, saygılar, sevgiler sunarım.

Kutlamamın nedeni: Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi” adlı kitap için Devlet Bakanı Saffet Sert’e yönelttiğiniz sorudur.

İslamcılar ne denli inkar edelerse etsinler, dinleri, diğer dinler gibi, kadını küçültmektedir. Kadını küçülten her hangi bir akım; din olsun, felsefe olsun, akla, bilime aykırıdır. Eğer bir toplum; kalkınmak, çağdaşlaşmak istiyorsa bunun yolu; kadını yüceltmekten geçer. Çünkü kadın doğurandır, besleyip büyütendir, eğitip öğretendir koruyup gözetendir. Kadını aşağı gören, onu toplum yaşamına katmayan, bir toplumun kalkınması olanaksızdır…

Bütün bunlar yanında kadınlar; bizim anamızdır, kızımızdır, bacımızdır, eşimizdir, yarimizdir, sevgilimizdir, özlemimizdir… Halamızdır, teyzemizdir, yaşam yoldaşımızdır…

Ne var ki bütün dinlerin kadına yaklaşımı yakışıksızdır. Bu nedenle kadını alçaltan, küçülten, fitne kaynağı gören, cehennemlik olarak gösteren anlayışının üstüne gitmek bütün aydınlarımızın birincil görevi olmalıdır. Milletvekilleri içinde öncelikle bu görevi sizin üstlenmenizden dolayı da sizi ayrıca kutlarım

Kadını aşağılayan zihniyet üzerine sizden önce “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı ile sayın Prof. Dr. İlhan Arsel gitmiştir. Ne var ki İlhan Arsel hakkında İstanbul 2. As. Ceza Mahkemesinde Peygambere hakaretten dava açılmış. Dosya numarası ise 1989/151’dir.

Laik Türkiye Cumhuriyetinde kadınları alçaltan zihniyetle mücadele edileceğine mücadele edenler hakkında dava açmak, kadını aşağı gören bir zihniyete destek vermektir. Kadınları aşağı gören bir zihniyetin ve sözcülerinin kadınlara karşı aldığı tavrın; kadınlar hakkında söylediği aşağılayıcı sözlerin eleştirilmesi hakkının cezalandırılmak istenmesi çağımızın akılsal ve bilimsel düşüncesine ters düşmektedir. İşte siz bu tersliğe Yasama Organının dikkatini çekmekle büyük bir görevi yerine getirmişsinizdir.

Kim ki kadını alçaltan görüş ileri sürüyor; bu Allah da olsa, Peygamber de olsa onunla mücadele edilmelidir. Bu görüşün toplumda etkinlik kazanması önlenmelidir. Bütün aydınlar bu konuda görev üstlenmelidir ve sonuna değin de mücadele etmelidir.

Bu arada yeri gelmişken doğa’nın (Allah’ın, Tanrı’nın…) kadını alçalttığına ilişkin bir olgu göremiyorum. Bütün canlılarda dişi ile erkek eşit yaratılmıştır. Hayvanlar arasındaki eşitlik, dayanışma, sevgi ile nasıl bir bütünlük ve uyum oluşturuyorsa; bu gerçek insanlar arasında da geçerlidir ve insanlar için de geçerli olmalıdır.

Dolayısıyla Allah’ın diğer bütün canlılarda, hayvanlarda, eşitliği esas almışken; insanlara gelince küçültülmesi olanaksızdır. Bu nedenle Allah’ın kadını alçalttığı bir kitabı Peygamberine vahiy olarak gönderebileceğini de bir türlü kabul edemiyorum.

Mektubuma son verirken sizden bir ricam olacak. Ricam: Soru önergesinin bir örneğinin aşağıdaki adresime göndermenizdir. Bu soru önergesini İlhan Arsel davasında kullanabileceğim kanısındayım.

İlginizi bekler, yeniden saygılar, sevgiler sunarken uğraşılarınızda başarılar diler sağlıcakla kalınız derim.

Av. Hayri Balta, 12.10.1989

+

Not. Cüneyt Canver üç-dört ay önce ölmüştür. Anısı önünde saygı ile eğilirim. Yarın da Cüneyt Canver’in yanıt notunu ve soru önergesini ve soru önergesinin gazetelerde nasıl yazıldığını yazacağım.

(Bitmedi, sürecek… 8.11.2002)

 

(Kaldığımız yerden sürdürüyoruz…)

Sayın Balta,

Soru önergemin bir örneğini ilişikte takdim ediyorum.

Saygılarımla,

İ. Cüneyt Canver, Adana Milletvekili, Parti Meclisi üyesi, Ankara

X

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA,

Aşağıdaki soruların Devlet Başkanı Sayın Saffet Sert tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla talep ederim. 5.101989

Cüneyt Canver, Adana Milletvekili

+

Türkiye Cumhuriyetinin Anayasal organlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı 12 ciltlik SAHİH-İ BUHARİ MUHTASARRİ TECVRİD-İSAHİH TERCEMESİ ve ŞERHİ adlı bir yapıt vardır ve bu yapıtın 9. baskısı yapılmıştır.

Yapıtın çeşitli bölümlerinde kadınlarla ilgili hükümler yer almıştır. Bu hükümlerden bazıları öyledir:

  1. “ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir”
  2. “ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır”
  3. “ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta”
  4. “ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz ve kadındır”
  5. “ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir”
  6. “ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım”
  7. “ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı”
  8. “ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar”
  9. “ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak”
  10. “ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler o sebeple Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez”
  11. “ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur, birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.

 

”SORULAR:

 

  1. İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına mı eşittir?
  2. Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklar mıdır?
  3. Kadın’da, ev’de, ve at’ta uğursuzluk var mıdır?
  4. Köpek, eşek, domuz ve kadın namazı bozar mı?
  5. Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibi midir?”
  6. Kadınlar erkekler için zararlı bir fitne midir?
  7. Cehennem halkının çoğu kadınlardan mı oluşmaktadır?
  8. Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi mi çıkarlar?
  9. Erkekler kadınlar üzerinde hakim midirler? Kadın tepeden tırnağa cerahat olan bir erkeği dili ile yalasa yine de onun hakkını ödeyemez mi?
  10. Kadın ile erkek tokalaşırsa el zinası mı yapmış olur?
  11. Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?
  12. Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?

+

 

 

SHP’li CANVER’İN SORU ÖNERGESİ

“KADINA HAKARET” TBMM GÜNDEMİNDE

Ankara, Hürriyet, 7 Ekim 1989 Cumartesi, s. 17

 

SOSYAL DEMOKRAT  Halkçı Parti (SHP) Adana Milletvekili Cüneyt Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’e,Diyanet İşleri Bakanlığının, kadının aşağılanmasına niçin aracılık ettiğini sordu.

Canver, Anayasal bir organ olana >Diyanet İşleri Bakanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi” adlı kitabın dokuzuncu baskısını yaptığını belirterek, kitapta kadınlarla ilgili “olumsuz” birçok görüşün yer aldığını öne sürdü.

“BİR ERKEK İKİ KADINA BEDEL”

Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’in cevaplandırması istemimle TBMM Başkanlığı’na verdiği son önergesinde , kitapta şu hükümlerin yer aldığını bildirdi:

+ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir.

+ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır.

+ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta.

+ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz  ve kadındır.

+ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir.

+ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım.

+ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı.

+ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar.

+ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak.

“ELİN ZİNASI, EL TEMASIDIR”

+ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir. Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez.

+ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur. Birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.

DİYANET HANGİSİNE İTİBAR EDİYOR?

Devlet Bakanı Sert’e, kitapta yer alan bu hükümlere katılı katılmadığını soran Canver’in önergesinde şu sorular yer aldı?

+ Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?

  1. Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?

+

Şimdi bu soruları okuyan bir yurttaşımız, “Hayır, dinimiz böyle söylemez!” diye bu söylenenleri kabul etmeyecektir. Ancak burada yazılanlar gerçektir. Bu gerçekler İslam’ın temel kitapları olan Kuran’da ve Hadis kitaplarında (özellikle yukarıda adı geçen Sahih-i Buhari’de) geçmektedir.Yine Diyanet İşleri Başkanlığının bu sorulara verdiği yanıtı görmek isteyenler Prof. İlhan Arsel tarafından yazılan “DİYANET’E CEVAP” ADLI KİTABA   ADLI KİTABA (Kaynakları Yayınları…) kitaba bakabilirsiniz. Bu kitapta Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği yanıtlarına karşı Prof. İlhan Arsel’in İslam kaynaklarına dayanan açıklamalarını da görebilirsiniz. Ne var ki Diyanet İşleri Bakanlığı: Kuran’da ve Hadis kitaplarında bunlar yok diyemiyor; ama, öylesine akıl almaz yanıtlar veriyor ki insan şaşıp kalıyor…

Yine bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler yine Prof. İlhan Arsel’in “ŞERİAT VE KADIN” adlı kitabına bakabilirler.

Bir insan hangi dinden olursa olsun dininin ne söylediğini, neleri buyurduğunu bilmelidir. Yoksa öyle kendi anlayışına göre yarattığı bir din anlayışı ile “Dinimizde böyle şey yoktur!” demek, din anlayışına aykırıdır. Kadınlarımız, kızlarımız eğer “Dinimizde bunlar yoktur!” diyorlarsa bir de Sitemizin “Kuran’dan” bölümündeki “KAYGILARIM” BAŞLIKLI YAZIMA BAKABİLİRLER.

Burada aklıma takılan bir soruya değinmeden geçemeyeceğim. Acaba türban, tesettür diye yırtınan kadınlarımız, kızlarımız dinlerinin kendilerine biçtiği dondan haberleri var mı? Haberleri var da bütün bunları bile bile şeriat özlemi çekiyorlarsa, şeriatın kendirline özgürlük vereceğini ve de erkeklerle eşit kılacağını sanıyorlarsa acınacak bir durumdadırlar… Bu durumda “Kendi düşen ağlamaz” atasözünü yinelemekten başka bir söz bulamıyorum.

Not: Sonradan değerli aydınlanmacı Turan Dursun’dan duyduğuma soruları hazırlayıp göre Cüneyt Canveren’e verenin kendisi olduğunu söylemişti.

Av. Hayri Balta, 9.11.2002

(Bitmedi, sürecek…)

x