ANILAR

+ Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. (Any. Mad. 25/2)

+  Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. (Any. Mad. 26)

+

BUNLARI DA YAŞAMIŞIM…

 

GÜNLÜĞÜM…

 

Aşağıdakiler, 18 yaşlarında iken yazdıklarımdır.

Bu günlükler, o tarihteki duygularımı, kültürümü ve nereden nereye geldiğimi göstermekte, yaşamımın en mutsuz, en huzursuz günlerini yansıtmaktadır…

Günlüklerim; aynı zamanda gençliğimde yaşadığım yoksulluğu, yoksunluğu, ruhsal ve kültürel durumumu da yansıtmaktadır…

Bir anlamda da “Yeniden Doğarken” çektiğim sıkıntılardır… 

Bu bunalımlı günlerimin çoğu yazıya geçirilmiştir.

Demek istiyorum ki yaşamı yaşarken yakalamışım…

Yaşamla tam 50 yıllık bir kavga…

Bu dile kolay…

Yaşamayan bilmez.

İşte kanıtları… 

 

 

  1. İÇ DARALMASI…

 

Bir neden olmadan duyulan, belli bir nedene bağlanmayan, tersine başlıca niteliği belirsizlik olan korku; bir kaygı, daralma duygusu.

İç daralması varoluşçu felsefenin kavramlarından biridir. Özellikle Kierkegaard ve günümüzde Heidegger iç daralmasını varoluşun (hiçlik) karşısında temel durumu olarak öne sürmüşlerdir.

Kierkegaard’da iç daralması insanın kendi varoluşunu uyandırma aracıdır. Heidegger’e göre de ancak iç daralması, varoluşu yokluk uçurumunun önüne koyar.

Ancak yokluk uçurumu üzerinde bulunan, kendi varoluşu için kaygılanmış olan kimse var olanın (Selende) dar sınırını aşıp varlığa adım atabilir ve ancak bu korku içinde kalmaya yüreği olan kimse, kendinde olan iç çekirdeği, kendi varoluşunu açığa çıkarır. (FELSEFE TERİMİLERİ SÖZLÜĞÜ. Prof. Dr. Bedia Akarsu, Savaş Yayınları.Genişletilmiş Üçüncü Baskı. )

 

 

Sevgili Fevzi,

Aşağıdakiler beni 18 yaşlarında iken yazdıklarımdır. Bu günlükler, o tarihteki duygularımı, kültürümü ve nereden nereye geldiğimi göstermesi bakımından ilginçtir.

Bunları, büyük bir zarfla gönderdiğim dosyanın altındaki boşluğa koymanı rica ederim.

Sevgiler…

30.1.2005

 

 

  1. BABAMA

 

Zamanla baba sen çalışanı görürsün

Çalışıp kazanmak nasıl olur bilirsin

Allah verir de bir kere başlarsam işe

İşte o zaman beni çok seversin baba

 

Hey Baba, zamanında bana “deli” dedin

Para vermedin, aç koydun, halime güldün

Bir zamanlar evlatlık defterinden de sildin

Beni evden kovdun “saçmasın” dedin Baba

 

İş vermezdin, çalışmazsın derdin daima

Çalışmak zevkini tattırmadın ki bana

“Tembeldir” diye bahsettin şu “avcı” halka

“Ahlaksız” biliyor beni onlar da Baba

 

Sana ve başkalarına fenalık yapmadım

Zevkim için bir malını alıp satmadım

Daha ben gençlik zevki ne imiş tatmadım

Niçin ahlaksız dersin bilmem ki Baba

 

Yine var sen hoş ol , hürmet ve salam sana

Seni memnun etmek ahtım olsun ey Baba, 28.12.1950

+

NOT:

Babamın mesleği olan Debbağlık’tan hoşlanmadığım için çalışmak istemezdim.  Babamla nenem çalışmadığım için beni hem aşağılar, hem de azarlarlardı.

  1. NENEME…

 

Hey nene çekmediğim kalmadı senin elinden

Küçük bir kabahatimle kurtulamam dilinden

Açlık, parasızlık biraz da senin asık yüzünden

Usandım artık çıldıracağım elinden nene

 

Bir zamanlar sen de beni deli diye eve koymadın

Her an her şeyde babamdan geri kalmadın

Yüzüme gülerek bir babaannelik yapmadın

Sen de babam gibi beni anlamadın nene

 

İyiliğin de var, unutmak nankörlük sayılır

Fakat yaptığını da yazsan tarihe yazılır

Aklımda sensin, yine de kalbim sana acınır

Sen beni iyiliğim için azarlarsın nene

 

Ey yüce Tanrım sen kazanç ver kulun olan bana

Muhtaç etme beni böyle anlayışsız neneye

Eğer bir kazanç vermez isen bana Allah’ım

Her zaman deli demekte devam ederler bana… 29.12.1950

+

NOT. Tabakhane’de meslek olarak bir Debbağlık, bir kilimcilik ve bir de Kuşakçılık vardı. Bu arada Tabakhane çarşısında da; bakkal, helvacı, tellal, kahveci gibi esnaf vardı.

Babamın mesleği olan dericiliği ve kilimciliği sevmiyordum.  Kaldı ki yeteri kadar da bilmiyordum. Beni iyi bir mesleğe de çırak olarak koymamışlardı. Bu yüzden de para kazanamadığım için beni aşağılayıp azarlarlardı… İşte Neneme başlıklı şiirim o günkü ruhsal durumumu yansıtmaktadır…

 

  1. ÖZELEŞTİRİ

 

Ekmekçi, kebapçı, atar, bakkal v.s. gibi dükkanların önünde boşu boşuna durmak iyi değildir diyorum.

Neden? Günah mı, dinimize ziyanı mı var. Hayır ne günah ne de dinimize ziyanı var; ya niçin durmayacakmışız derseniz, çünkü siz ekmekçi vs dükkanın önünde dururken; bir fakir borca bir şey almak isterse, sizin de dükkanın önünde durduğunuzu görünce alacağını almaya utanır ve alamaz, sizin gitmeniz bekleyerek zaman yitirir…

Belki bir müddet zarfında evde yiyecek bekleyenler de bulunabilir. Bunlar yalnız fakirler için değil zenginler için de söz konusudur…

O sizin gitmeniz bekleyen adam da her kimse size karşı içinde kırıklık bile duyabilir…  1.2.1952

+

Not: O yaşlarda aylak aylak dolaşırdım. Babasının dükkanında çalışan arkadaşlarla dükkanda ya da dükkanın önünde durup çene çalardım.

Benim içerde olduğumu gören alıcılar ise beni görünce çekilip giderlerdi. Anladım ki veresiye bir şey alacak…

Görülüyor ki 20 yaşında iken bir iç muhasebesi (kendi kendimi eleştirme) başlamış bende… 13.1.2005

 

  1. BENİM DE AKLIM BU KADAR YETER

 

Geçen gün otuz kırk yaşlarında ehli kamil adamlarla oturmuş konuşuyorduk. Konuşmalarımız parti hakkında tartışmaya dönüştü.  Ben CHP’liydim, o ise Demokrat Partili…

Soru: Sen niçin falan adama reyini verdin?

Cevap: Eh o adam bana filanca zaman yardım etti de…

Bunlar hep boş laflar değil mi… Ya Peki senin seçtiğin adam bir baş olursa senin ve milletinin bu seçtiğin adamdan ne gibi menfaati olabilir. Çünkü adam babasından kalanla zengin olmuştur. Mecliste söz söylemesini bilmez: Böyle bir adamın memleketin ve hadi senin kalkınmanda ne derece rolü olabilir? Vaziyet bu mertebede olursa sen başkasından da yardım istemeye kalkarsın

Senin seçtiğin adam mecliste; evet evet, hayır hayır demekten  başka ne yapabilir? Eğer o senin gibilere yaptığı ufak bir yardım sayesindeseçilip milletvekili oldu ise… 2.2.1952

Not: Demek ki bu satırları yazdığım zaman yirmi yaşında imişim. Yukarıdaki satırlar benim bilgisizlik boyutunu göstermesi açısından önemlidir.

Zaman zaman Gaziantep’e gittiğimde yerel gazetelerde bu şekilde yazılar yazan yazarlar la karşılaşırım.

Böyle bir adamın 35 yaşına kadar ilkokul mezunu olarak sorumsuzca yaşadıktan sonra; ortaokulu, liseyi, hukuk fakültesini  bitirip kendini yazarlığa ve aydınlanmacılığa adaması herkesin çocuklarına örnek olarak göstermesi gereken bir azimdir ve irade örneğidir.

 

  1. OLMAZ İSE

 

Olmaz ise yardımın anana babana

İyi yaşıyorum diye övünme bana

Sıkılmıyor kimseye faydam yok diye

Az çok bir yardımım oluyor ya babama

 

Olsaydı bir salahiyet elimde benim

İmdat ederdim her canlı mahluka

İşte o zaman benim kalmazdı hiç derdim

Şu misafir olduğum fani dünyada… 4.3.1952

 

Açıklama: Babam yine elindeki sermayeyi bitirmişti ve parasız kalmıştı. Ben ise, rençperlik ederek, günde üç dört beş her ne ise para kazanıyordum ve kazandığımdan gerektiği kadarını babama harçlık olarak verirdim ve dahası da masraflarını karşılardım

Gençliğimde hiç param olmadı. Babama para veremediğim için de üzülürdüm.

Yukarıdaki dörtlükler ise yaptığımla gurur duymamdandır. 4.3.1952

 

  1. ARKADAŞ ve HARCAMA

 

Bence arkadaşlarımın bütün masraflarını sağlamak yersiz bir harekettir.

Çünkü sevdiğimiz bir arkadaşın saz, sinema, kahve ve herhangi bir yer de “Bırakınız, ödemeyi ben yapayım?” demekle iyi iş yapmış olmayız.

Bir arkadaş bana on harcarsa elimden gelirse ben de onun için onun için  on bir harcamalıyım ki karşılıklı olsun ve birbirimize etkimiz eşit olsun.

Biri bana:

“Ben bir arkadaşla tanıştım bana hiç para harcatmıyor…”

Kendisini tecrübe için:

“İyi ya, seni seviyormuş.”

“Hayır, dedi, sevip sevmediğini pek o kadar bilmiyorum ama, onun bu davranışım  beni şaşırtıyor… Acaba bir amacı mı var diye düşünüyorum…”

Sözünü kestim:

“O zaman sende istediğini yapar; siz de, kendisine karşı arkadaşlık görevinizi yapmış olursunuz…

Düşünmeden sözüne devam etti:

“Sorun o kadar basit değil; eğer kendisi bir çıkar için benimle arkadaşlık yapıyorsa bu arkadaşlık  beş para etmez.”

“Doğru!”

Arkadaş sözlerini sürdürdü:

“Vallahi bana bu kadar iltifat göstermesi beni şaşırıyor. Beni kendisinden soğutuyor ve   kendisini ile karşılaşmamaya çaba gösteriyorum.”

İşte bunun içindir ki;her zaman  masrafları bizim karşılamamız doğru değildir. Böylece arkadaşımızı zor duruma düşürmüş oluruz ve de bizden kaçmasını sağlamış oluruz. Aklına kötü şeyler gelir ve araya soğukluk girer.

Özetle:

Arkadaşlık yapmak istersen biriyle

Hem sen harca hem de ona harcat

Meşgul olmak istiyorsan derdiyle

Sıkmadan canını hem dinle hem anlat

9.3.1952

  1. APİ’YE

 

Kardeşim Api, neşelenirdik seninle

Şaka yapıp eğlenirdik birbirimizle

Seni çok severdim derin olan sevgimle

Korkma ortağım ben de senin derdine

 

Düşecek adam değildin ceza evine

Bilirim seni hiç karışmazdın kimseye

Bizlere neşe verirdin tebessümünle

Neyineydi senin densizlik neyine

 

Fakat bilmeyerek yaptın ben de bilirim

Başkasındadır suç, sana suçsuz derim

İnan ki Apiciğim seni çok severim

Hapse girince tükenmez oldu kederim

 

Merak etme ey sevgili kardeşim Api

Kalbinde koyma gam keder geçer hepisi

Gam, kederi bırak, kalbine sok neşeyi

Neşelen, hoş ol, bırak ne varsa hepsini

 

Zamanla yine aramıza girersin sen

Hapisteki gördüğünden, işittiğinden

Bahsedersin bize tatlı tatlı hepsinden

Çıkarsın elbet sen de bir güne gelmeden 9.3.1952

+

Açıklama:

Açıklama: Api, futbol arkadaşlarımdandı.

Basit bir olaya karıştığından hapse atıldı.

Hapse girmeden önce çok saftı…

Hapse girip çıktıktan sonra değişti…

 

  1. GÜZEL GÖRDÜM

 

Bu gün birkaç güzel gördüm bostanda

Üçü de ömrünün ilkbaharında…

Üçü de birbirinden genç, güzeldi

Gülücükler vardı yanaklarında…

 

İçlerinden birini çok beğendim

Kendini bilmem ama ben dertlendim….

Aklımı çeldi, bir şey diyemedim

Eridim, aktım böyle hal görmedim…

 

Dondum kaldım o an kısıldı sesim

Her şeyim gitti yalnız kaldı tenim

Ben kendimi böyle sever görmedim

Öyleyse bu en hoş günümdür  benim…

 

Zaman zaman kendisini görseydim

Varsın gücüm gitsin vallah severdim

Onu böyle çayır çimen üstünde

Koşup oynar, gülüp gezer göreydim

 

Boyu uzun, beli ince güzelim

Gerdanı açık, kolu kısa güzelim

Peri melek, kısa etek güzelim

Ne olurdu beni sevse meleğim… 11.3.1952

+

Not:

Bir Pazar; stadyumun yanında, değirmen’e akan su arığının başında rastlamıştım ona.

Yeniden yaşamak için gittim o bostanlara, beton yığıntılar yapmışlar oralara…

 

  1. LATİFE

 

Bir latife etsem ne dersin bana

Ben kaniim kanaatlerime fakat

Şu türlü halleri nadan insana

Açsam da şaşıyorum açmasam da

 

Hem şöyle ki, atalar demişler ki

Bu hali arz etmeyi bilmem ki

Anlayana sineğin kanadı saz

Anlamayana davul zurna az

Sakıp Okuducu

+

Bu yaşlarda arkadaşlık ettiğin benden 5-6 yaş büyük Sakıp Okuducu adlı attar arkadaşım Neyzen Tevfik’e özenir ve tasavvufla ilgilenirdi. Düşündüklerini anlatamamış olmasından dolayı da üzüntüsünü belirtirdi.

Sakıp Okuducu bu şiirini sinemaya giderken elime tutuşturmuştu. Film başlamadan okudum. Ve ben de film başlayıncaya kadar olan zaman aralığında aşağıdaki  Karşılığı yazdım.

İşte budur benim 20 yaşındaki kültürüm ve kültürel çevrem…

x

KARŞILIK

 

Böyle şeyler anlayana verilir

Anlayanlar tarafından sevilir

Anlayana sinek sazdır diyorsun

Anlamayan bunları nerden bilir

 

Sizin dediğinizi çakmaz bunlar

Evliyayım desen de bakmaz bunlar

Evliyayım mevliyayım deme ha

Seni deli diye nara yakar bunlar

 

Bu insanlar, bu dünya böyle bir hal

İyisi mi senin olan senle kal

Bağnazlarla, yobazlarla tartışma

Hakikatte hakikat var yoktur fal, 4.4.1952

 

  1. SABAH

 

İşte bak yine oldu sabah

Bak işte kuşlar ötüyor

Ne güzel sabahleyin erken kalkmak

Bak, kedi yavrusunu nasıl seviyor

 

Hisli olurum sabah olunca

Çalışmak için kalkan görünce

Hoş olur sabah ömür boyunca

Duygulanırım sabahları erken kalkınca… 4.4.1952

 

Açıklama: Bir Nisan sabahı yatağımdan kalktım ki güneş doğmuş, hafiften bir sis… Serçeler bizim evin dut ağacında ötüyor. Duygulandım, yukarıdaki yazdım.

Düşündüm; uykudan kalkıp işe koşanları gözlerimin önüne getirdim. Ben ise hala bilgisizim,  işsizim, mesleksizim ve babamın eline bakmakta olan güçsüz bir gencim…

Biliyorum, bu günlüklerimin edebi ve sanatsal bir değeri yok; önemi: Benim cehaletimin ölçüsü ve nereden nereye geldiğimin göstergesi olmasındadır…

 

  1. ZENGİNİM

 

Zenginim ben diğer zenginler gibi

Hem de çok zenginin Harunlar gibi

Harun’dan sultanlardan da zenginim

Bendeki sıhhat nice sultanlar gibi

 

Zenginim diyorum gülmeyin bana

Benim gibi zenginler çoktur ama

Hiç fark etmezler zenginliklerini

Sağım, dincim, çok şükür ikramına

 

Bir sağlam sıhhatin var ise eğer

Dünyalar dolusu mücevher değer

Malın var da sıhhatin yoksa eğer

Bir nefes için hep vermeye değer

5.4.1952

+

Açıklama:

Yukarıda yazdığımı gerçek sanıp da  beni soymaya  kalkmayınız. Evet, zenginim ama manen.

Yukarıdaki yazıyı kendimi güçlü, sağlıklı hissettiğim zaman gururlanarak yazmıştım. 5.4.1952

 

  1. İÇMİŞİM, İÇELİM

 

İçmişim şarabı geçmişim kendi kendimden

Bir düğün evinde mestleri içerken gördüm

Ben dahi oturmuşum içlerine keyfimden

Kendimi bir alemli zevke dalarken gördüm

 

Ne eğlence ne keyifti nasıl da zevkti

Böyle âlem görmedim sanki dünyada tekti

Çalınan çalgı; davul, zurna bir de dümbelekti

Hoş bir alemdi, derdimiz içip eğelenmekti

 

Dedim ki hey içenler hep beraber içelim

İçin, içelim de gamdan kederden geçelim

Oynayın gideceğiz hepimiz aynı yere

Darılmasın dünya giderken sarhoş gidelim

 

İçelim yolumuz bir, niçin edelim merak

Gideceğiz belki yarın belki de çok uzak

İçtikçe içelim şu güzelim badeyi hep birlikte

Elbette dünyanın derdinden kalırız uzak

 

İçelim meramımız her zaman mest olmak

Sarhoş olup da gördüklerimizden zevk almak

İsteyin içkiyi sakiye yalvararaktan

İstediğimiz dünyadan biraz uzak kalmak

 

İçin içelim yolcuyuz hepimiz dünyadan

Gitmeyelim buradan bir zevk safa almadan

Çal çalgıcı davulunu, zurnanı durmadan

Gitmeyiz şu dünyadan zevk safa almadan. 7.4.1952

 

  1. İÇEMEM…

 

İçemem sizinle ben ısrar etmeyin

Benim düşüncem ayrı sizinki ayrı

İster haklısın deyin ister demeyin

Sizin içtiğiniz benimkinden ayrı

 

İçeriz bir yerde hoşbeş ederek

Başlangıçtır sizin en hoş zamanınız

İçersiniz aman ne hoştur diyerek

Eksilmez ikram ile iltifatınız

 

İkramınız hürmetiniz fazla olur

Aşırı zevk ile devam eder fasıl

Dersiniz sakiye “Doldur, durmaksızın doldur!”

Keyfiniz böyle devam eder velhasıl

 

Bitti şişeler “Kalk gidelim!” dersiniz

“Nereye gideceğiz?” diye sormadan

Sallanaraktan kalkarsınız hepiniz

Sonra şarkı, türkü çıkar her kafadan

 

İster istemez de sarhoş olursunuz

Başlarsanız durmadan sövüp saymaya

Bir ağlar, iki söyler, üç durursunuz

Başlarsınız bu sefer de hırlamaya

 

Ayakta yürüyemez yıkılırsınız

Yıkılanı alırsınız sırtınıza

Bazı güler, bazı sıkılırsınız

Götürüp yatırırsınız yatağına

 

Ben böyle içmeyi ister miyim ki hiç

İçersem içerim ben de tek başıma

Yıkılsam sarhoş olsam bilmez kimseler hiç

Siz gidin ben içeyim yalnız başıma…1.5.1952

 

Açıklama:

Çevremdeki insanlar içip için kavga ederlerdi. Bense bundan hoşlanmazdım.

İçtiğim zamanlar kendimle meşgul olmak her nedense bana hoş gelirdi. 1.5.1952

+

Not: Görülüyor ki 20 yaşından iken yavaş yavaş toplumdan kopmaya başlamışım…

 

  1. ÇOK ŞÜKÜR

 

Çok şükür Allah’a ben hasta değilim

Sağlamım el eline bakan değilim

Doktordan bir imdat uman değilim

Çok şükür sağlamım ben hasta değilim

 

Çok şükür Allah’a ben sakat değilim

Yardım ile ayağa kalkan değilim

Yatakta yatıp teşt’te sıçan değilim

Çok şükür sağlamım ben sakat değilim

 

Çok şükür Allah’a ben dinsiz değilim

Durmadan ibadet eden de değilim

Her zaman meyhanede içen değilim

Çok şükür Müslüman’ım kâfir değilim

 

Çok şükür Allah’a çalan çırpan değilim

Şefkatim sevgim de var insafsız değilim

Haramda gözüm yok çalandan değilim

Çok şükür Allah’a ben hırsız değilim

 

Çok şükür Allah’a ben sersem değilim

Kendini beğenmiş insan da değilim

Arkadaşım da var tek gezen değilim

Çok şükür Allah’a ben sersem değilim

 

Çok şükür Allah’a ben kârsız değilim

Az çok işten anlarım arsız değilim

Bu yetmez deyip de isteyen değilim

Çok şükür kârım var kârsız değilim

 

Çok şükür Allah’a ben tembel değilim

Boş durmam çalışırım gezen değilim

İş gördüğüm yerden tüyen de değilim

Çok şükür çalışkanım tembel değilim. 4.5.1952

 

  1. HAYAT BU YA!

 

Hayat bu ya, bir gün deli olsam

her şeyi bırakıp sessiz kalsam

Bir gün başımı alıp gitsem

Bu çocuğa sebep Kimya derler

 

Hayat bu ya bir gün de şaşırsam

Saçmalayıp saçımı yolsam

Bazen gülüp de bazen ağlasam

Bunu şaşırtan Kimya’dır derler

 

Hayat bu ya biraz durgun olsam

Laflarına karışmadan dursam

İki üç topluluktan da kaçsam

Bunu böyle eden kimya’dır derler

 

Hayat bu ya bir gün hasta olsam

Evde değil hastanede yatsam

Yatarken de biraz sayıklasam

Bunu böyle eden Kimya derler

 

Hayat bu ya biraz çapkın olsam

Kazara birkaç adama çarpsam

Çattığım anda sövüp saysam

Bu çocuğa sebep Kimya derler

 

Hayat bu ya bir gün sarhoş olsam

Bazlarının yanında kussam

Kendi kendime de mırıldansam

Bunu böyle eden Kimya derler

 

Hayat bu ya bir gün sofu olsam

Her gün akşam sabah namaz kılsam

Yılda iki ay da oruç tutsam

Buna sebep de aklıdır derler

 

Hayat bu ya bir gün zengin olsam

Milyarlarca kağıt para saysam

Baskülde, kepçeyle altın tartsam

Kaderinde varmış gördü derler

 

Sözün kısası iyiyi bilirler Allah’tan

Gelen kötülük Şeytan’dan değil kimyadan

Hey biçareler kesin artık sesinizi

Bana gelen iyi kötü yalnız Allah’tan. 8.5.1952

+

Açıklama ve özet: O  tarihlerde Debbağ (derici) Hacı Kimya’nın yanında çalışırdım. Kendisi; iki kere Hac’ca gidip geldiği halde namaza gitmediği için dinden çıktığı söylenirdi.

Bir gün boşalan sürahiyi su ile doldurmak için giderken birisi “İçi boş mu!” dedi. Hacı Kimya’ya şarap alıp götürdüğümü sanıyordu.

Şaka yollu: “Hayır, dedim, içinde ayran var! Sen görmüyor musun?”

Sen misin böyle deyen; “Hacı kimyanın tesiri altına girmişsin. Hacı Kimya’nın koluna girmişsin. Zaten sende tuhaf bir hal seziliyor, çık onun yanından, çalışma… Böyle deyen benim yakınlarımdandı.

Hacı Kimya’nın yanında çalışırsam dinden imandan çıkacağımı söyleyen başka kişiler de vardı…

Ben de ne olur ne olmaz düşüncesiyle yukarıdaki satırları yazdım ustamı suçlamasınlar diye. 8.5.1952

 

  1. KAPTAN’A…

 

Ey Kale kulübünün takım kaptanı

Desem odur içimizde en aptalı

Neden alırsın takıma gereksizleri

Vakti geçmiş ahlaksız oyuncuları

 

Maarif’te oturup da kaptanlık olmaz

Klüp donlarını giyenler çıkarmaz

Giyerler donları da haberin olmaz

Olmaz kaptanım böyle kaptanlık olmaz

 

Gelince takımlar antrenmanlara

Şaşkın bakarlar bir o yana bu yana

Neden bakıyorlarmış ne vardır dersen

Arıyorlar potin değil bir çarpana

 

Çifte çifte malzeme durur Ali’de

İstesen geçer mi halma hal eline

Deriz maçımız var Ali Bey versene

Gidin der bu benim malımdır size ne

 

Söylediklerim hiç sıkmasın canını

Görmüyorsun bir parçacık etrafını

Duruyor beride yetişmiş oyuncular

Yetiştirirler mi genç oyuncuları

 

Var mıdır takımda yeri kardeşinin

Olmaz takıma yardımı yoldaşının

İşte Hüseyin  Çınarlı’da oynadı

O da bir oyuncusu oldu onların

 

Zaten Kemal’in de vakti çoktan geçmiş

Tekaütlük şerbetini bol bol içmiş

Bekliyorken kenarda birkaç oyuncu

Takımda oynayacak kadar yetişmiş

 

Al bunları ilk maçta kötü oynarlar

Ziyanı yok varsın kötü oynasınlar

Oynadıkları zaman ikinci maçta

Hiçbir zaman da senden geri kalmazlar

 

Şehreküstü yenip geçti Çınarlıyı

Neydi nedeni biraz topla aklını

Yetişmiş oyuncularla sen de biraz

Güçlendir biraz geri kalmış takımı

 

İçlerinde var birkaç tane oyuncu

Oldu sana söylediklerim onuncu

Onları al takıma bir kere dene

Görürsün kim fazla atacakmış golü

 

Ahmet, Talat, Ökkeş, Talip, Api, Hayri

Yenilmekse bunlar için olsun gayri

Beğendiğini koy bir bir for hattına

Bu da tesir etsin akılsız kafana

 

Koy iki tanesini beklesin yedek

Ne olur ne olmaz bak onlar da gerek

Sakatlanırsa birkaç oyuncu eğer

Al bunları yerine bunlar da gerek

 

Sana akıl  vermek de istemiyorum

Ne de olsa senin kadar bilmiyorum

Sana bunu zorla yapacaksın demem

Yaparsan karlı çıkarsın seziyorum

 

Al bunları takıma pişman olmazsın

Yenilip yüzün sallanarak dönmezsin

Sersem biçare sen bunları bilmezsin

Ne de olsa onlardan iyi demezsin

 

Don, çorap yok, çünkü hepsi evlerinde

Getirttir kaptanım zahmet edip söyle

Çıkmayalım maça sünepe sünepe

Böylece gülünç etme bizi âleme

 

Dahası var dahası giyerler donu

Babaları mı verdi onlara bunu

Getirtip güldürmezler takım yüzünü

Artık yitirdi klüp eski yolunu

 

Geçen gün “Memik’e topu ver de…” dedik

“Hep birlikte çıkalım antre mana…”

Azgın suratını sallandırdı Memik:

“Başkandan emir aldık top yasak!” dedi

 

Biz  “Memik abi top niçin yasak olsun,

Yeter ki senin vermeye gönlün olsun …”

Dedi: “Vermeye gönlüm yok haydi gidin,

Kime şikayet edecekseniz edin…”

 

Kaptan efendi şimdi geldi aklıma

Sen olanların varmıyorsun farkına

Bize vermezlerken futbol topunu

Verirler mahalledeki takımlara

 

Yalanım yok, inan anlattıklarıma

Giymişlerdi potini ayaklarına

Yapılan haksızlığı görünce hemen

Sana bildirmek fikri geldi aklıma…

 

Potin motin yok derken sayın bay Memik

Getirdi dört-beş çift potin evlerinden

Hani etmezdi Memik klube kemlik

Yalanım yok hepimiz de bunu gördük

 

Getirdi iki çift Ahmet, Sait, Haktan

Dediler “Göstermeyinçabucakk saklan.”

Şaşmazdı hani ya beyefendi haktan

Malzeme dağınık haberin yok kaptan

 

Daha çokça söyleyeceklerim vardır

Verilsin hemen klüp aidatları

Vereceksiniz diye gözünü ayır

Çok gerektir ihmal etmeyin bunları

 

İhmalkarsın kaptanım bilirim bunu

Yetmez mi yazdıklarım söyletme beni

Bilirim huyunu yapmazsın kaptanım

Söylediğime aldırmazsın kaptanım

 

Getirttir donu, potini biraz zahmet

Hepimiz bekliyoruz sizlerden himmet

Bari olsun senden biz gençlere hürmet

Dinle sözümü eyle biraz merhamet. 13.5.1952

 

  1. BEKÇİNİN DAYAĞI…

 

Bir gün bağ arasında gezmeye gidiyorduk

Giderken şaka yapıp biz bize gülüyorduk

Aramızda bir de ahlaksız vardı çok yaman

Elin bağına gireceğini biliyorduk

 

Birden girdi bağa çalıların arasından

Koparıyordu üzümleri hep karasından

Ne yapalım elimizden hiçbir şeycik gelmez

Hiç talim terbiye alamamıştı babasından

 

Adı Ahmet’di, yapma çık demeye kalmadan

Bekçi görünüverdi tepedeki haymadan

Baktık ki bekçi çıldırmış çıkmış çığırından

Dedik artık esirgesin Ahmet’i yaratan

 

Bizlere güvenip aldırmıyordu bekçiye

Nasıl olsa bana sahip çıkan olur diye

Şapur şupur yiyordu tiyekten üzümleri

Yerken de gülüyordu bekçinin gelişine

 

Bekçi de koşa koşa geldi durdu geriden

Elinde uzun bir kırbaç yapılmıştı deriden

Yapıştırdı ilk kırbacı Ahmet’in belinden

İkinci kırbaçta farkı kalmadı deliden

 

Kırbaçlarken gözleri olmuştu kan çanağı

Bir tokatla patlamıştı Ahmet’in dudağı

İki silleyle kızardı Ahmet’in yanağı

Bir taşla da kanamıştı Ahmet’in ayağı

 

Biz koşup aldık Ahmet’i bekçinin elinden

Kurtulamadık bu kez de bekçinin dilinden

Kızmıştı bekçi geçmişti kendi kendinden

Ahmet’in beli üç kat oluyordu sesinden

 

Bekçinin iki sigarayla gönlünü aldık

Bekçi gitti Ahmet’le baş başa kaldık

Koltuğundan girip biraz ayağa kaldırdık

Götürdük bir ağacın gölgesine yatırdık

 

Yüreği kalkaraktan dedi siz insan mısınız

Arkadaş kıymeti bilecek adam mısınız

Ben dayağı şifayı afiyetle yer iken

Niçin geriden pis pis gülerek bakarsınız

 

Gelip de demezsiniz ki bu hain bekçiye

Kökünden mi kopardı da vurursun Ahmet’e

Bir bağdan iki salkım üzüm koparma ile

İnsan döverek benzetilir mi kötürüme

 

Cevabım şu oldu düşüncesiz arkadaşa

Elin bağına gir diye biz mi dedik sana

Çok işler gelir sendeki bu akılsız başa

Dedi yanımdakiler doğru söyledin yaşa

26.5.1952

 

  1. SOHBET…

 

“Bir insan diğer bir insanın suratına bakarak uçkurunu bağlarsa; bu uğursuzluk, bereketsizlik getirir der ve de  günahtır der…” halkımız.

Bu uğursuzluk falan değil de bu tür davranışların görgü kuralları ile ilgisi yoktur. Çünkü, birisi ile konuşurken uçkurun elinden kaçması, ve donunun, ya da pantolonun  aşağı düşmesi ihtimali vardır ki bu uygunsuz görüntülere meydan verebilir.

Halkamız, uğursuzluk, bereketsizlik deyerek bu uygunsuz davranışı önlemek istemiştir.

Gerçekten böylesi davranışlar hiç de  iyi değildir. İşimiz bittikten sonra uçkurumuzu bağlayıp gelmek  en iyisidir.  

Biliyorum yukarıda yazılanların hiçbir edebî değeri yok. O tarihlerde yazdığım gibi aktardığım bu yazılar benim 1952’deki bilgisizliğimi, kültürsüzlüğümü göstermesi ve nereden nereye geldiğimi göstermesi bakımından önemlidir… 26.5.1952

 

  1. BİLMEZDİM…

 

Bilmezdim seni sevdiğimi bu kadar

Anladım şimdi severmişim seni ben

Çok kötü de olsam verseydin haber

Ayrılık ateşinle yakmazdın beni bu kadar

 

Habersizce gittin, gittin attın ateşe

Gitti bende olmayan sevinç, neşe

Ağlarım ne zaman gelirsin diye

Yoksun diye ağlarım gündüz gece

 

Ağlasam da yansam da yine azdır

Habersiz giden sevdiğim kardeştir

Ne kadar yazsam söylesem de azdır

Yazacak halim kalmadı bu candır. 31.5.1952

+

Açıklama: Kardeşim Hasan, başını alıp İstanbul’a gitmişti. Bu olay nedeni ile duygularımı yukarıdaki satırlarla dile getirmiştim.

Bu olay, içinde bulunduğumuz acıklı durumun  bir göstergesidir. İstanbul’da kaldığı sürece; şimdi ne yapıyor diye düşünüp dururdum. Bu olayı halen düşlerimde yaşarım. Düşlerimde elimi atar dururum; bir türlü tutamam, ağlayarak uyanırım. 

 

  1. HABER GELMEYİNCE…

 

Beş gün oldu gideli hâla haber vermedin

Yerinin yurdunun kadrini hiç mi bilmedin

Antep’i sevmedinse bizi de mi sevmedin

Sanki sır oldun, bize derdim var demedin

 

Bir haber gönder bari, sağ olduğun bilelim

Birazcık olsun göz yaşlarımızı silelim

Büyük haksızlık ettin bari gel de gülelim

Gel gel de bari seni, çok, pek çok sevelim

 

Derdimiz az mıydıki bu derdi neden açtın

Böyle cömert mi idin derdimi çoğalttın

Bir gurbet yüzünden bizi üzüntüye attın

Çok şeyler uman babana bunu niçin yaptın

 

Şimdi nerdesin ne yaparsın, bilmem, sezmem

Sana vefasız, insafsız, suçlusun demem

Özrün kabahatinden büyük olur gizlemem

Kim ne derse desin senden iyi kardeş bilmem

 

Ağlarım, yanarım ben bu kör kaderimize

Tamam gazaba gelmiş sanki kör kader bize

Her gün bir belâ gönderiyor silsilemize

Sanki hedef yokmuş bizden başka kendisine

 

Ağlatmadan dön geri sevindir şu babanı

Bizlerin yüzümüzden sattı yedi olanı

Binmişken babam artık bir has Arap atına

İnsaf et gel bari merakta koyma kalanı

4.6.1952

Not: Kardeşim Hasan, başını alıp gurbet ellere gideli beş gün olmuştu.

Nerede olduğuna ilişkin haber vermemişti.

Yukarıdaki satırlar Allah’a varan, haykıran, ıstırabımdır.

X

  1. BU DA BENİM VECİZELERİM

 

Borcuna sahip insan hiçbir zaman zor duruma düşmez.

Hemcinslerine güler yüzle mukabele eden insanın hayatta başarılı olma  ihtimali daha kuvvetlidir.

Kendi kendine vicdan azabı çektirecek fena bir iş yapma, zira vicdan azabı ateşte kavrulmaktan daha fenadır.

Kadına hürriyet vererek erkekle eşit kılmışız, fakat yazık ki kültür vermekte geç kalmışız.

1.8.1952

+

Bu vecizelerimi komşumuz ve aynı zamanda arkadaşım Ekrem Güzelhan’a (Gaziantep’te solcular arasında Çekirdekçi Dede diye anılır…) gösterdim. O da “”Bir vecize de benden!” diyerek aşağıdaki cümleyi yazdı.

“Kabire dinsiz gidilir…”

x

  1. BENCE…

 

Yakının bir şeye tutulmuşsa eğer

Nasihat yollu sözler faydaya değer

İnsansa adam olur kendini toplar

İnsan değilse nasihat boşa gider.

 

Yakının bir şeye tutulmuşsa; mesela, içki, kumar, kadın, sigara vs. “Bu adamı yaptığı bu kötü işten vazgeçirmek için darılmak ve eve koymamak  ve daima kendisine yaptığı kötü işten söz etmek” nispeten faydalı olursa da bence yapılacak men edici hareketlerden biri de, fikrimce, şudur.

Baban, Kardeşin, akraban, arkadaşın…  Bunun gibileri yaptığı kötü işten men etmek için yanlarında yaptıkları işten söz etmemeli ve bilakis onlara eskisinden fazla samimiyet göstermeli.

Farz edelim içkiye müptela olmuş ve seninle konuşurken meftunu olduğu içkiden söz edip kendisini överse; onu, ne soğuk, ne de hararetle karşılamak yerine; ona, şu sözlerle karşılık verilmesi daha doğrudur kanaatindeyim. ”Olabilir, mümkün, herkesin de başına gelebilir…” gibi sözlerle kendisine hayretimizi, dargınlığımızı hissettirmeyecek şekilde yakınlık gösterilmelidir.

Üstelik yaptığı kötü işi görmezden gelinecek, yaptığı kötü işlerden habersizmiş gibi davranılacaktır. Ta ki yaptı işin kötü olduğunu kendisi idrak edinceye kadar. Senin kendisinin yaptıklarını bildiğin halde yüzüne vurmaman belki onu utanca boğar ve doğru yola getirir.

Bu konuda Ziya Paşa: “Nus ile uslanmayanı etmeli tekdir/Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir” demiştir ama ben bu kanaatte değilim. Çünkü insan men edildiği şeye haristir (Mevlana’nın sözü) Çünkü ne gerekse insana kendinden gerek.

1.8.1952

Not: Bu satırları 20 yaşında iken yazmışım. Görülüyor ki bir arayış içindeyim. Daha Emin Kılıç Kale’ye intisap etmeme 5 yıl var.

Benim şimdiki duruma gelmemi Emin Kılıç Kale’ye bağlayanlar var. Emin Kılıç Kale’nin bana yararı olmadı değil, oldu. Ama asıl yararı, Emin Kılıç Kale’nin bana ters gelen davranışlarına karşı gösterdiğim tepkiler beni doğrulara kavuşturmuştur.

O ve öğrencileri ise benim direndiğim doğrular yüzünden başlarına bir iş geleceği korkusuyla beni yanlarından uzaklaştırmakla kalmayıp; doğrularım yüzünden başıma bir iş geleceğini bir ömür boyu beklemiş durmuşlardır.

X

  1. ASKERLİK ŞUBESİNDE…

 

8.4.1953. Saat sekiz. Askerlik şubesindeyiz. Giysilerimiz için adımızın okunmasını bekliyoruz…

Hepimizde bir heyecan.. Ama ben heyecanımı saklamaktayım, bir köşede sessiz sedasız adımın okunmasını beklemekteyim.

Kardeşim Hasan da, benim gibi adının okunmasını bekliyor; subaya tekrarlatmamak için dikkatle dinliyor…

Elbise giyenleri izlerken, sağımdaki solumdaki arkadaşlar; sevinçle, “adın okundu!…” diyerek enseme şaplağı yapıştırdılar.

Adı okunanlara elbisesini veren usta erden elbiselerimi aldım. Sivil elbiselerimle değiştirdim. Bereket boyuma uydu.

Şimdi asker olmuştum… Benim gibi yeni asker olanların arasına karıştım… 8.4.1953

 

  1. ASKERLİK…

 

24 Eylül 1953,Trendeyiz,

Gün ağarmak üzere Haydarpaşa’ya inmek üzereyiz…

Tam altı kişiyiz, Ayazağa Süvari okuluna gitmekteyiz.

 

Az sonra geldi vapur, Karaköy’e gececeğiz…

Bakıyorum, yanda Kız Kulesi

İstanbul böylesine güzel mi?

 

Birbirimize: “Hele bak, diyoruz balıklara…”

Ne güzel mavi suların varmış Marmara…

 

Yanaştı vapur iskeleye

Atladık “hop!” diye Karaköy’e…

 

Geçtik kapıdan, “Askeriz, paramız yok!” diye…

Bakıyorum sağa sola,

Baktıkça gülüyorum hâlımıza..

Böylece vardık Galata’ya…

 

Sorduk gelip geçene

“Nereden, nasıl gidilir Ayazağa’ya denilen yere?..”

 

Tarif üzere atladık tramvaya

Tren gibi bu da oturmuş raylara

Neyse vardık Taksim’e az sonra…

 

Otobüs hazır bekler

Biletçi: “Galata, Tepebaşı, Taksim, Sarıyer’den önce Ayazağa…” der…

 

Bindik, ücretini verdik,  “Ayazağa Süvari Okulu…” dedik…

Hep birden Ayazağa durağında indik.

Yokuş aşağı, askerlik yapacağımız yere indik…

 

Elimizde bavullar,

Kolumuzda kaputlar.

 

Her yer ağaçlık, yeşillik.

Anlaşılan burada bitecek askerlik.

 

Bir çavuş, dedi: “Hoş geldiniz!”

Usta erler der: “Nerede kaldınız, geciktiniz?”

 

Usta erlerden biri:

Çok şükür yarabbi, azalttın yükümüzü…“Acemiler  geldi…” dedi…

 

Atlar açık tavlada sıra sıra dizili

“Haydin tımara…” denildi…

 

Yeni gelmişiz,

Tımar nedir bilmeyiz.

 

Kaşağıyı vurmamızdan; tımarda acemi olduğumuzu atlar bile biliyor…

Tekme atıp kişniyor,

Usta erler, halimize bakıp gülüyor…

 

Tımara mecburuz, yok itiraz, Yoksa dayak yeriz

Aman yarabbi! Biz, böyle mi askerlik edeceğiz? 1953

 

  1. TIMAR…

 

Çavuşta, onbaşıda azgın çehre

Vururlar acemi erlere rast gele

 

Eğitilirken muhabereci (haberci)

Şimdi at tamircisi

 

Atlar, tekmeler

Olmadı ısırır, kişner

Biz acemiler, elimizde kaşağı, korkudan titrer

Usta erler halimize güler…

 

“Bilmem tımarı!” dedim

Dediler: “Biz anamızdan mı öğrendik?..”

Böyle dedik diye çavuştan, onbaşıdan dayak da yedik…

 

“Al çuvalı doldur gübreyi…

Verdiler eline küreği…

 

Aman at işemek üzere,

Tut faraşı işeyeceği yere…

 

Akşam olunca elimizde dizgin, üzengi…

Şakır şakır, şak şak…

Acemi erler üzengi parlatacak…

 

Akşam dokuz, verilir yat emri

Erler koşa koşa koğuşa girmeli..

 

Az sonra gelecek nöbet vakti

Saat üçte, beşte kalkıp nöbete gitmeli…

 

Aman yarabbi!

Sen kurtar bizi 1953

 (Aşağıdaki yazıyı 26.7.1954’te yazmışım. O günkü bilgi ve kültür seviyeme göre yazdıklarımı olduğu gibi aktarıyorum. Olduğu gibi aktarıyorum ki yetiştiğim ortam ve cehaletim yanında nereden nereye geldiğim anlaşılsın…)

 

  1. GENÇLİK YANLIŞLARI

 

Sıcak bir günün öğle vaktinde işsizlik nedeniyle bunalım içinde kahvede otururken; Tabakhane’de oturan  iki arkadaş yanıma gelerek oğlancılarla karşı nefretimi tahrik ettiler. İçlerinden biri:

“- Hayri abi, senin oğlancılardan nefret ettiğini biliyoruz. Bizim semtte yaşayan falan zenginin çocuğu; genç ve parlak. İşte bu çocuğun başına, küçükken, lağımcılar tarafından bir kaza getirilmiş. “

Söze başlayan anlatmasını sürdürdü:

“-Adı geçen çocukla ben de arkadaşlık etmiştim. Benim yaştakiler, bana; ‘Onunla arkadaşlık yapmamın doğru olmadığını…’ söylemişlerse de, ben: “O’nu kardeşim gibi seviyorum. Ona karşı kötü bir düşüncem yoktur!” demiştim. Şimdi anlıyorum ki arkadaşlarımın bu çocukla konuşma demelerinin nedeni başına gelen bu olay imiş… Ne var ki ben söylenenlere inanamadım.  Gözümle görmeden, iyice bilgi sahibi olmadan hükme varmam doğru değil.” dedim.”

“- Evet anladım. İyi yapmışsın; duyduğuna değil de gördüğüne inanmalısın. ”

Birer sigara yaktıktan sonra konuşmamız sürdü:

“- Takip sonucu gördüm ki bu çocuk diğer semtlerde kendisinden büyük serserilerle düşüp kalkıyor.”

“- Bu konuşmalara dayanarak aralarında bir ilişki olduğunu nerden biliyorsun?”

“- Ama ben kendisini: “Falan adamla falan yerde niçin konuştun?’ diye sıkıştırınca inkar etmesin mi? O zaman tam şüpheye düştüm. Acaba dedim, çocuğu alıştırdılar mı? Bu nedenle kendisine, ‘Yol yakınken kendisinden büyük serserilerle gezip tozmamasını söyledim. Kendisini bu işten caydırmaya çalıştım. Fakat bir türlü başaramadım.  Ama işin kötüsü benim kendisine karşı duyduğum kardeşlik duygusu intikam alma ve şehvete dönüştü. İntikam ve şehvet duygum gün geçtikçe artmaya başladı. Kendisini; aydan, güneşten kıskanır oldum. Kimsenin ona yan gözle bakmasına, söz söylemesine, laf atmasına dayanamıyorum. Kendisini bir gün görmesem deli gibi oluyorum, kendisi ile karşılaştığımda da en küçük tüyüme kadar beni bir titreme tutuyor.”

Biraz düşündükten sonra: “Geçen gün bu çocuk yanıma geldi. Bana, birkaç kişinin kendisini takip ettiklerini, hatta tehdit ettiklerini, kendisinden para istediklerini; yoksa, benim “ibne” olduğumu herkese söyleyeceklerini  ileri sürmekle kalmayıp benimle yatmak istediler. Kısacası kendisine hiç rahat ve huzur vermediklerini söyledi. Ben de birkaç gün kendisini izledim ki; dedikleri, doğru… Kendisini takip ve taciz edenler de şu, şu, şu…”

Düşündüm ve sordum:

“- Peki, dedim, benim ne yapmam gerek! Bu tür ahlaksızlardan her yerde olabilir.. Bunlar ortadan kaldırmaya bizlerin gücü yetmez ki.. Ne yapalım?”

“-Senden istediğimiz bu çocuğu bunların şerrinden korumak. Bu çocuğa bir iyilik yapmandır.”

“ – Güzel de, koruyacağımız kişi bir ibne değil mi? Sen de bu bunda alışkanlık haline gelmiş demiyor musun? Onun için uğraşacağımız  insanlar; hem alçak, hem de insafsız adamlardır. Onlar tuzağa düşürdükleri gençlerin ırzına geçiyorlar, şantaj yoluyla onlardan para sızdırarak geçimlerini sağlıyorlar. Bu çocuk madem ki buna alışmış. Onlara haraç vermekten kurtulduğu halde onların şehevi arzularını karşılarsa ne olacak? Belki de kendisinin asıl istediği bu. Bana kalırsa o diyor ki parama karışmasınlar, uçkurum da elimde olsun, istediğimle yatar, istediğimle kalkarım…”

Biraz düşündükten sonra:

“- Git, kendisine söyle bakalım. Eğer bu işi bir daha yapmayacağına söz veriyorsa kendisini düşmüş olduğu bu bataklıktan kurtaralım.”

Konuşmalara katılmadan  hep dinleyen ikincisi bu sözlerimi başı ile onaylayarak  söze karıştı:

“- Haydi gidip onu dükkandan çağıralım. Kendisinden söz alalım. Bir daha ne suretle olursa olsun bu işi yapmayacağına söz verirse ne ala! Yok, eğer tereddütte kalırsa bırak kuyruğunu gitsin.” dedi.

Daima susup dinleyen bu arkadaşın teklifini yerinde  bulduk. Birlikte çalıştığı dükkandan çağırarak söz almaya gittik. Dükkanın bulunduğu caddede belalarından biri volta atıyordu. Dükkanının önünden bir aşağı, bir yukarı gelip gidiyordu. Bizleri görünce rahatı kaçmıştı.

Onun çalıştığı dükkanın karşısında terzilik yapan tanıdığım bir arkadaşa:

“- Senden ricam, bu çocuğa  dikkat et. Kendisi kimlerle konuşuyor, kimlerle düşüp kalkıyor, kimlerin arkasına düşüp gidiyor bana bildir. Şu çırağını da göndererek, onu boruya  çağır. Benim onunla konuşacaklarım var.”

Bu sözlerim üzerine çırak gidip kendisini çağırdı. Üçümüz birlikte caddeden ayrılarak bir dehlize girdik.  İbneyle yüz yüzeydim:

“- Bana bak oğlum, vaziyetin malumumuzdur. Benim senden istediğim bu işi bir daha yapmayacağına dair bize söz vermendir. Bize söz vererek yemin edersen; seni içinde bulunduğun müşkül durumdan kurtarırız. Bunun içinde düşman kazanmak, kavga etmek, vurulup vurmak, ölüp öldürmek, hapis yatmak var.”

Bu sözlerim üzerine yanımda duran sevgilisi söze karıştı:

“- Doğru ya, biz yapacağımız bu işi bedava yapacak değiliz. Biz lord oğlu değiliz, ki babamıza güvenerek senin için kendimizi ortaya atalım. Onlara vereceğin parayı bize vermelisin.”

Yanımızda bulunan üçüncü arkadaş da, birlikte geldiği arkadaşının bu sözlerini üzerine “- Evet bedava çalışmayız…”dedi.

Bunun üzerine çocuk:

“- Söz, bir daha yapmayacağım. Onlara vereceğim parayı da size vereceğim.” deyince

“- Hadi aslanım, sen git. Yeter ki verdiğin sözde dur. Ben seni korurum…” dedim…

Çocuk sevinerek hızla dükkanına gitti. Çocuk diyorsam da 18 yaşından aşağı değil yaşı…

Ancak diğer arkadaşların haraç istemesine canım sıkıldı. Çünkü arkadaşlar o çocuğu korumayı para karşılığı yapmak istiyorlardı. Beni de haraç alır sanıyorlardı. Belki de büyük kısmını bana vereceklerdi. Bu ise benim kabul edemeyeceğim bir davranıştı.

“Bana bakın arkadaşlar, dedim. Biz ne kadar alçalmalıyız ki yapacağımız işi para karşılığında yapalım. Biz bu çocuktan haraç alırsak diğerleri ile aramızda ne fark kalır ki… Eğer biz bu işi para karşılığında yaparsak; onun adamı, çakalı sayılmaz mıyız? Zaten biz onu diğerlerine haraç verdiği için korumuyor muyuz?”

İkisi birden şaşırdı. Benim tepki göstereceğimi ummamışlardı.

“- Sen bilmiyorsun, Deve’ye tiken yarar; adama … yarar. Bundan alacağımız para  hakkımızdır. Haramı yoktur, helaldir!”

“- olmaz, dedim, biz seni koruyoruz diye parasını alamayız. Bu işi para karşılığı yaparsak diğerlerinin seviyesine düşeriz. Ben bunda yokum. Nasıl bilirseniz öyle yapın. Ama ben bu işi yaparsam, para almadan yaparım.” diyerek para almayı kabul etmedim.

Bir tanesi şöyle dedi.”

26.7.1954

 

Günlüğümü burada bitirmişim. Anlaşılan sonradan tamamlamak için bırakmışım. Sonradan ne oldu, ne bitti şimdi hatırlayamıyorum. 26.7.1954 tarihinde yazdığım bu satırları aradan geçen 51 yıl 7 ay 4 gün sonra okuyabildim.

Daha önce bir gün açıp bakma olanağım olmamış. Şimdi kendi kendime diyorum ki: “Nasıl bir yaşam bu, nasıl bir anafora düşmüşüm ki…” Her gün yaşadığım yeni bir olay bir gün öncekini bana unutturmuş. Ama şimdi hatırlıyorum ki bu çocuğu belalıların elinden kurtardım.

Bu çocuğa sarkanları tek tek ıssız bir yerde yakalayarak tehdit ettim. Zaten çocuk da başını aldı gitti.

Bir daha da kendisini görmedim. Diğer arkadaşlar ise çoluk çocuğa karıştı. Öyle sanıyorum ki ya öldüler, ya da ölmek üzereler…

 

  1. SEVGİ

 

Ne o! Sen hasta idin hani…

Tamam, o da hap yuttu, iğne yedi…

 

Hasta hasta gayri-i ihtiyari,

Eller birbirine deydi…

 

Ne o! Ne oldu yine…

Hastasın yatsana yerine…

Hele sen hasta değil de…

Halsizsin yine,

Dursana durduğun yerde…

 

Mümkün mü karşı koymak sevgiye

Hele sen onu o da seni severse

Sevişir insan can verse, nefesi kesilse… 27.9.1955

 

  1. GURBETTE AKŞAM…

 

Güneş batarken kızarır

Arkasında karanlık bırakır…

Kuşlar yapraklar susar

Ay doğarken…

 

Babam, bir de kardeşlerim…

Gelir gözlerimin önüne, özlerim…

 

Benim onları hatırladığım gibi

Hatırlıyor mu acaba onlar da beni,

Benim gibi… 27.9.1955

 

  1. OK SPOR…

 

Formamızda okumuz

Doğru yoldu yolumuz

Sizi küçük hainler,

Bir bir geçer bu günler

 

Başkanınız hocanız

Çoktu hayranlarınız

Ok Sporlu hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Masamız sandalyemiz

Vardı klüp binamız

Sizi densiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Tozluğumuz donumuz

Çifte çifte topumuz

Sizi toplu hainler

Bir bir geçer bu günler

 

 

Kim dursa gol çok idi

Kalecimiz yok idi

Kalecisiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Densizleri atardık

Disipline tapardık

Sizi ahmak hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Yenerdik yenilirdik

Yine de sevinirdik

Sizi cahil hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Kaybolmaz hesabımız

Var idi bir kasamız

Çınarlı’lı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Çayla bisküvimiz

Olurdu ziyafetimiz

Sizi çaylı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Daima kağıt pul tavla

Oynardık hayla huyla

Sizi zarlı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Pirinç pilav yapardık

Sık sık kaşık çalardık

Sizi pilavlı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Sinemamız sazımız

On kişiydi aşırımız

Sizi sazlı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Sevmeyenler çok idi

Dostumuzsa yok idi

Sizi dostsuz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Antrenman yapardık

Atlar zıplar koşardık

Sizi zıp zıp hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Vardı bir dolabınız

Sizin ayakkabınız

Ah sporcu hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Hem de kendi malımız

Vardı bir sahamız

Ah sahalı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Çizerdik kireçle

İpe dökerdik elle

Sizi ipsiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Taşlarını atardık

Dikenleri yolardık

Sizi sessiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Kupamız bayrağımız

Şampiyonluk hakkımız

Sizi galip hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Olurdu maçlarımız

Çok antremanımız

Sizi hissiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Ederdiniz bana naz

Öfkelenir oynamaz

Sizi nazlı hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Formaları toplamaz

Yırtılırsa yamamaz

Sizi tembel hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Ağaç tebala çörten

Attık kafa hep birden

Ah çekirge hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Maçtan sonra bağlara

Açılırdık kırlara

Üzüm dostu hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Çiftçinin Haraf’ında

Çimerdik Kavaklık’ta

Sizi cum cum hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Ne idi geçen günler

Göremezdi zenginler

Sizi nankör hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Selam sabah kalmadı,

İşte bak bu olmadı

Tuz ekmeksiz hainler

Bir bir geçer bu günler

 

Çoktur diyeceklerim

Yeter artık keserim

Çok çok selam ederim

Başarılar dilerim

 

Sizi sizi hainler

Bir bir geçer bu günler

Çoktur diyeceklerim

Yeter artık keserim

 

Çok çok selam ederim

Başarılar dilerim

Sizi sizi hainler

Bir bir geçer bu günler 24.10.1955

+

Açıklama: Askere gitmeden önce bir mahalle takımı kurmuştuk. Formamızın ön yüzüne bir “OK” çizmiştik. Adını Ok Spor kurmuştuk. Mahalleler arası futbol yarışmalarında da birinci olarak kupa almıştık. Ben askere gidince takımımız dağılmıştı. Ama takımdaki oyunculardan biri olsun beni arayıp sormamıştı. Bir mektup olsun yazmamıştı. İşte bu ayrılık ve vefasızlık üzerine bu şiirler yazılmıştır.

 

  1. SIKINTI CENDERESİ

 

Bulut gibi simsiyahından

Çepçevre

Ufuklardan ufuklara

Karanlıklar, kafamın içinde

Nedir bu halim, anlamaz hiç kimse

 

Onlar da kara bulut gibi

Görünen her şey anlamsız

Sıkıntı, umutsuz

Kalbim de ruhum da sanki cenderede

 

Bu ağırlık, ağır bir yük

Sorun büyük, dert büyük

Ah bu sıkıntı, ah bu yük 1.5.1957

 

  1. BORÇ

 

Uzak yakın her tanıdığa

Arkadaşa…

Borç, borç…

Az çok

Çünkü işim yok, gelirim yok…

 

Mahrumiyet

Doğurur mahkumiyet

Mahkumiyet, çekilmez dert

Çıkış yolu yok, yok… 1.5.1957

 

  1. HUYUM

 

Ah şu batasıca huyum

Huyumdan memnun muyum

 

En kötü huyum; iradesizlik,

Kararsızlık,

Ahde vefasızlık

İhmalkarlık, dikkatsizlik

Bir de yorgunluk, halsizlik

 

Çok konuşmak da var

Arkadaşsız kalmak da

En doğrusu

Hayatı toz pembe görmemek de var 1.5.1957

 

  1. KAVAKLIKTA AŞK

 

Olamadı ademin çocukları

Sevişmekte köpek kadar

 

Ne ağrıtma, ne incitme, ne morartma

Ne ah, ne de of!

Ne de yorulmak var.

Koklaşıp, koşuşup durmaktalar…

İkisi de birbirine cilve yapmaktalar

 

Sevişmekten başka sevişmek var

Altı üstü iki köpek

Biri siyah, biri beyaz…

Karşıda koklaşıp, koşuşup oynaşmaktalar… 3.5.1957

 

  1. İHTİRASIM

 

Susuzum, içmek istiyorum

Kana kana içmek için susuyorum

 

Bir bardak su gibi

Dibini görmek isterdim

Dört bucaktan dört kitabın

 

Okumak isterdim kendimi

İşte ihtirasım… 3.5.1957

 

  1. YALNIZLIK

 

Ne resmiyet, ne de mecburiyet

Ayıp ettin, iyi ettin, geldin gittin

Sus diyen, söyle diyen yok

 

Yok, ne dinliyorsun, ne dinlemiyorsun deyen

Yok başımın etini yeyen…

 

Aşırı iltifat yapan, geri geri sessizce duran

Ne hürmet eden, ne de ayık ya da sarhoşsun deyen

 

Parası benden, yok benden, yok onun ki de  benden deyen

Sessizlik var önce, müdahale yok kimseden…

 

Tabiatı seyretmek

Sesini dinlemek

Kendini dinlemek

Huzur içinde

Ne güzel yalnızlığı sezmek.

Tek başına tek… 4.5.1957

 

  1. İCABAT

 

Düşmeyesin dile

Ne çile ne çile

Bir de açıklayacaksın

Nasıl inandığını

Ahmet’e, Mehmet’e,

Emin’e, Cemil’e 4.5.1957

 

  1. SIR

 

Öyle bir sır ki

Ne saklanır

Ne açıklanır

Ne akla sığar

Ne de hayale 4.5.1957

 

  1. YETMEZ

 

Bu doğar görünen güneş

Geçer gibi bilinen zaman

Geceler gündüzler

Yetmez gençliğime…

 

Ne çalışmama, ne gezmeme

Ne de dinlenmeme

Yetmez hiçbir şeyime…

Bu gündüz bu gece…

 

Dünya tahterevalli

Bir ucunda zaman, bir ucunda ben

Bir gece bir gündüz

Gelip geçer hissettirmeden… 8.5.1957

 

  1. YAVRU SERÇEYE

 

Vay acımasız

Kim acaba bu acımasız

Kim olacak sensin…

 

Nasıl da kıyardın elinde lastik sapan

Kaypakçasına, ana serce kuluçkada demeden

 

Sinsi sinsi yaklaşırdın arkadan,

Çalıların arasından

 

Ana, baba serçe sevişirken,

Yavru serçe cik cik öterken

Vururdum onları çekinmeden

Çekip sündürerek bırakırdın taşı

Neresi gelirse orası

“Vurdum, vurdum!” diye

sevinirdin sonrası…

 

Düşerdi aşağı doğru daldan dala

Düşerken tutardın avucunu altına

 

Yalvarırdı sanki ağzını açarak,

Kıyma bana derdi sanki kanatlarını yayarak

 

Vay zalim, vah zalim.

Nedir kuşlardan alıp veremediğin…

 

Can çekerken alırdın yerden

Acı çekmesin diye birden

Çekip koparırdın boynunu

Kulaklarından gitmez o çıtırtı

 

Ayırırdın başı gövdeden

Bu da bir can demeden

 

Sinsi sinsi yaklaşırken yoktu sende insaf,

Serçeyse güzel mi güzel ve de çok saf

 

Küçük yavru kanat germiş; cik cik cicik!

Derdi anasına “Hani bana ekmekçik!”

 

Sense sündürürdün süngeri gererek

Vurup öldürürdün dururken sevmek

 

Duyunca nerde bir serçe sesi…

Çekersin vicdan azabı şimdi… 8.5.1957

 

  1. RIZK DARLIĞI

 

Dişlerim çok sıkı, kıl geçmez aradan,

Bu nedenle rızkım dar olurmuş Yarabbi!

Sağa sola dönemez yatağının altındaki paradan,

Onun da dişleri benim gibi… 10.5.1957

Not: Halk arasında “Dişleri seyrek olanın rızkı bol; dar olanın ise dar olur” denirdi…

 

  1. BİR ÇAY’A

 

Kahvede otururken

Beni görür çağırırsın

 

Hoş geldin, beş geldin

Bir de sigara verdin merhaba dedin…

 

Kahveciye gururla

Dedin “Ne içer sor ağaya…

Çay, kahve, tarçın… Başka ne…

Dersin ısrarla: “İçsene, içsene…”

 

Güzel, doğrusu bir çaya,

İşledi çenen boş laflarla…

Dinletin bana, doya doya…

 

Ayrılmak için müsaade almak,

Mümkün mü fırsat bulmak,

Doğrusu bir çay, bir sigara,

Dinlettin bana doya doya… 14.5.1957

 

  1. ÇOK YAZIK BİZE

 

Yazık, yazık çok yazık bize

Biz yaşı geçmiş gençlere

Boş sözlerle zaman geçer

Gereksiz yere…

 

Yenilenmekten yoksun,

Çalışma nerede?

Sükut nerde, söz nerde?

Her zaman başımız dertte…

 

Geçmiş, gelecek,

yaşamak ise su sesi bize…

Parasızlık,

Marifetimiz densizlik

Eğlencemiz işsizlik…

Zaman öldürme

Yazık, yazık çok yazık bize… 15.5.1957

 

  1. ÂLİM OĞLU ÂLİM

 

Karga karga kak demede

Çık şu dala bak demede

Dinden, ilimden fetva vermede

Bilmez ki A’ya Elif demede

 

Bilirim der bilmediğini bilmez

İlim kendini bilmektir, kendini bilmez.

Ali oğlu alim hergele

Bilse bilse: A’dan B’ye kadar bilmede…

 

Haklıdır haklı

Beğenmese kendisini

Çatlar ölür bir de bak ki 16.5.1957

 

  1. SARHOŞUM

 

Sarhoşum yine bu gün

Keşke olmasaydım

 

Dünyanın döndüğünü

Doğanın doğup öldüğünü

Küçüğün büyüdüğünü

Sonra da küçüldüğünü

Bu arada kafamın da döndüğünü

Seziyorum

 

Ah bu sarhoşluk

Oluyor sanki: Bastığım yer boşluk 17.5.1957

 

  1. GECE

 

Nelere tanıklık eder şu gece

Ne sırlar saklar cebinde

Geceler, kim bilir nelere gebe

Ama bize görünen

Koyu bir karanlık, derin bir sessizlik

Bütün gece

 

Ayla yıldızlar bir de

Sağda solda görünen cılız ışıklar umut bize

 

Yıldızlar sabit, ay yürür gibi görünür

Sanırsın ki dünyamız dönmez yerinde durur 17.5.1957

 

  1. YİNE HOŞUM

 

Yine hoşum bu gece

Ah bu gece! Ah bu gece!

Unutamam seni ömrümce

 

Koynumda rakı şişesi, kafamda rakı neşesi

Çalar türkü şarkı plağında kahveci

Ah çekerken derim nerde bulabilirim bu zevki

 

Otururum Kavaklıkta kesilmiş bir ağaç kütüğünde

Akar gider önümden Alleben deresi

Bu huzur, bu mutluluk, bu sessizlik

Neyin eseri 17.5.1957

  1. BU DERE

 

Milim milim, santim santim,

Metre metre, kilometrelerce,

Nereye akar gider bu dere…

 

Dalgın dalgın akarak,

Bazen kızarak, yıkarak..

Nereden gelir nere gider bu dere…

 

Yaşam arzusu

Bazen hızlı bazen duru

Dolanıp kıvrılarak nereye akar bu dere…

 

Döner, iner çıkar…

Bazen yapar, bazen yıkar…

Hem donar, hem dondurur…

Nasıl da durmadan akar bu dere… 17.5.1957

 

  1. SABAHA KARŞI

 

Nasıl da bilmiştim, bir akşam üstü

Senin de benim gibi derde düştüğünü

 

Saçların rüzgara teslim

Şapkan elinde gezerken ezim ezim

 

Gördüm seni, sıkıntı ile gezerken

Kahve köşelerinde eş dost ararken

 

Ben de dertli idim dertler içinde

Demlenip düşünüyordum kahve köşesinde

 

Parasızlıktan yakındık, dertleştik

Bir şişe şarabı bitirdik, kahveyi terk ettik

 

Düştük kıvrım kıvrım yollara

Elde şişe, gezdik bostan aralarında

 

Sessizlik, serinlik, muhabbette derinlik

Dertleşerek dirildik

 

Güneş doğdu doğacak

Ay güneşten kaçacak

 

İkimiz de yeni evlenmiştik

Eşlerimizi düşündükçe sevindik

 

Eve dönerken, bostanlardan marul koparttık

Bir de şöyle not bıraktık:

“Paramız yok, sen de        yoksun.

Paramız olunca veririz, borcumuz olsun”

.

Kestik marulların kökünü, yolduk yapraklarını

Eşlerimize ikram edecektik bunları 3.6.1957

 

  1. EVİM OLSAYDI

 

Uzaktan görünen pencereleri perdeli

Kutu gibi, bahçeli, çiçekli…

Her adama bir ev gerekli…

 

Yolumu bekleyen eşim

Görünce pencereden beni

Kapıya koşardı…

Güler yüzle karşılardı…

 

Elim dolu dolu olurdu.

Eşim elimdekileri sevinçle alırdı…

 

Sorardım kendisine “Gazetem geldi mi?”

Mektup var mı, yemek hazır mı,

çiçekleri suladın mı, kimler geldi gitti?..”

 

Sonra “Lökkiye açmış mı?” diye sorardım…

Bunu en büyük mutluluk sayardım…

2.7.1957

Not: Böyle bir evim 1993 Ekim’inde oldu ancak…

 

  1. SON YOLCUM

 

Yetmiş yıldır hazırlanıyordu..

Beklenen son gelmişti..

Omuzlanmış bir yolcu,

Gidiyor meçhule doğru

 

Öyle rahat, öyle sessiz bir yolculuk ki…

 

Ne varsa hepsini

Eş dost , servetini

Burada koydu da gitti…

 

Öyle rahat, öyle sessiz bir yolculuk ki…

 

Bitti artık yaşam kavgası bitti…

Kayan bir yıldız gibi, kaydı gitti…

 

Öyle rahat, öyle sessiz bir yolculuk ki… 2.7.1957

 

  1. DEMİŞ – DEDİM

 

Sakal hamalı, şapka düşmanı, kabak kafalı,

Kafa mı ki, içi dolu saman ambarı.

Benim için, demiş: “O itikadı bozuk biri!”

 

Dedim: “Nasıl olmalı ki?..”

Demiş: “Şeriattan çıkmalı değil!..”

Dedim: “Şeriat, şeriat diye yatmalı değil!..

Demiş: “Çarşaf kalkmalı değil!..”

Dedim: “Çarşaflı ile yatmalı değil!..”

Demiş: “Allah bir, Resul hak!..”

Dedim: “İnkar eden mi var ahmak!..”

Demiş: “O, masonun biri mi ne?

Dedim: “Öyle,  ya da değil, kendisine ne?..”

Demiş: “Namaza gitmiyor niye?”

Dedim: “Her vaktim salat-ı daim (her vakit namaz) üzere… Ne olmuş kendisi bunca yıl gitmiş de?..”

Demiş: “O, hiçbir şey, hiçbir şey..

Dedim: “Hiçbir şey olsaydım; kafanı böyle kurcalar mıydım hey! 3.7.1957

 

  1. KÜTÜK

 

Her gün binlerce ağaç görürüm,

Dallı budaklı yapraklı değil…

Tepesinde bir büyük karpuz görürüm,

Öyle çekirdekli, renkli, sulu,  tatlı değil… 5.7.1957

 

  1. AKIL ERMEZ

 

Akıl ermez yaptığına

Özenir bezenir yapar

Tat almaz yaptığından sonra

Bir çocuk gibi

Yaptığını yıkar… 25.7.1957

 

  1. BU GÜN

 

Yaprak dalında düşünceli…

Bir düşüncedir almış çiçeği…

Bir de derin sessizlik…

Düşündürmekte beni…

 

Bu gün güneş kızgındı,

Rüzgar küskün…

Gecesinde ay sessiz,

Yıldızlar üzgün… 26.7.1957

 

  1. KABAHAT KİMDE

 

Dükkana geç gitmiştim

Sordu bana usta

“Güneş mızrak boyu

Sen hâlâ uyu…”

 

“Kabahatim yok!” dedim usta,

“Haziran’da, Temmuz’da, Ağustos’ta

Güneşin azizliği, güneşin huyu…

Yoksa benim ki aynı uyku…”

 

Ustam güldü:

“İyi, iyi bahanen çok iyi…

İnsan suçlar mı güneşi?..”  28.7.1957

 

  1. İŞSİZLİK

 

İş kaygısı,

İşsizlik sıkıntısı…

Fark etmiyor,

Terazimde tartısı… 29.7.1957

 

  1. KİTAPLARIM

 

Benim vefalı sadık dostlarım…

Ben sizsiz ne yaparım…

Ne varsa bilmek için

Sizdedir kitaplarım…

 

Doyamadım size,

Sonsuz susamışlık var içimde…

Kitaplar her zaman düşümde… 1.8.1957

 

  1. KENDİ KENDİME ALDIĞIM KARARLAR

(1)

 

– Hangi huyumdan memnun değilim?

– Kahvelere gitmekten, çayına oyun oynamaktan, gereksiz kişilerle oturup gereksiz sözlerini dinlemekten…

– Ne yapabilirim?

– Kahveye gitmemeliyim…Başıboş caddelerde gezmemeliyim. Kahvelerde tavladan ve damadan başka oyun oynamalıyım ve her oyunu da bir partide bitirmeliyim.

– Bu karara ne zaman başlayabilirim?

– Bu günden itibaren…Ama mecbur kalınca kahveye gidilebilir… 23.9.1957

(2)

 

– Niçin mutlu değilim?

– İyi, kültürlü ve iş sahibi arkadaşlarımın olmadığı için…

– Ne yapabilirim?

– Kötü arkadaşları terk ederek iyi arkadaşlarla bulmaya çalışmalıyım… Bunun için de şimdiki arkadaşlarla ilgimi yavaş yavaş kesmeliyim. Kültürlü ve temiz insanlarla arkadaşlık kurmalıyım.

– Ne zaman başlamalıyım…

– Bu günden itibaren. Ancak, selamlaşmak ve ayak üzeri konuşmak olabilir… 28.9.1957

(3)

 

– Niçin üzülüyorum?

– Lokanta ve sazlarda içki içerek fazla para harcayıp aynı zamanda şuurumu kaybederek, ne söylediğimi bilmediğim gibi, en serseri insanlarla buluşmak sempatisini duyuyor, geç vakitlere kadar kahvelerde en aşağılık kişilerle tanıştığım gibi hal ve hareketimle hiçte mütenasip olmayan hareketler yapıyorum. Ve birde içkinin sıhhatin üzerinde yaptığı tesir ertesi günü çalışmama imkan vermediği için halden takatten kesilerek, azap çektiğim gibi hiç bir şeyin tadını alamamakla kalmayıp akşamki olan en ufak hadisenin tesiri fikrimi karma karış ederek bana vicdan azabı çektiriyor

– Ne yapabilirim?

– Mümkün mertebe arkadaşlarla içki içmekten  çekinip ayda yılda tesadüf icabı iktisatlı olursa ağırbaşlı içmeye çalışıp diğer hallerde içmek arzusu duyduğum zaman evde içmeye çalışacağım ve bu kararımı bu günden itibaren tatbik edeceğim. Kati surette içki yasaktır… 10.3.1958

 

  1. DR. EMİN KILIÇ KALE’YE GİDİŞ:

 

11.3.1958:  “Yeni Çığır” (Musiki’de Hayat Dersleri)’a başlama; yani, Dr. Emin Kılıç Kale’ye intisap tarihi…

x

26.3.1958: “Sigara içmeyeceğim” diye ikrar verdiğim halde içtiğim için; Hoca bana,  50 kuruş para ve “Allah’a secde…” cezasına çarptırdı…

x

26.4.1958: Teknik Ziraat Md.lüğünde: Cumhur Yaşar’ın yanında çalış­maya başladım.

x

20.5.1958: Hayat Mecmuası, ilk sayından itibaren (20.5.1958) muntazaman alınıp okunacak.

Ayda dört tane İnönü Ansiklopedisi alınacak.

Bundan böyle her ne almak gerekirse Yeni Çığır talebele­rinden herhangi birinin fikri alınacak. (Sonradan ek: Kendi fikrine ne ihanet etme!..)

x

18.6.1958: İçimdeki şeytan bana öyle azaplı dakikalar, haftalar, aylar yaşatıyor ki en büyük günahkâr benim kadar azap çekemez…

Dâva: Üstünlük hissi, gurur, kendini beğenmişlik, başkasının fikirlerine saygı göstermeme, hasetlik, kıskançlık, başkalarının beni geçeceği korkusu, benden bilgili olması,  benden çok okuması, becerikli olması beni deli ediyor sanki.. Ne fecî… Ne acınacak bir durum…  Allah yardımcım olsun…

x

22.6.1958: Bu gün tertip ilk olarak yapılmaya başladı.- Tertip sayesinde Hoca hazretlerinden çok istifade ettik.

x

9.7.1958: Bugün kız kardeşim Yüksel nikahlandı.  Yüksel’in nikah fotoğrafı çekilirken biz de Meliha ile birlikte güvelik ve gelinlik elbiselerimizi giyerek fotoğraf çektirdik. Çünkü Babaannem, “Biz gavur muyuz!” diyerek bizim fotoğraf çektirmemizi engellemişti.

+

9.7.1958:  Bu gün derste Hoca bana şöyle dedi:

“Futbolcu, iyi perde basıyorsun!” (Dergahta benim ilk adım: Futbolcu idi…)

+

9.7.1958: Kuşakçıbaşı’nın (Hayri Mutlu) elini çarşısın içinde öptüm. 0 da benimkini öptü. (Sözde nefsimizi terbiye ediyoruz, gururumuzu körletiyoruz…)

x

11.7.1958: İrademe sahip olamadığım için tarifi imkânsız sıkıntı, huzursuzluk ve vicdan azabı çekiyorum. Sabahlara kadar sıkıntı içinde kıvrılıp, sağa sola dönüp duruyorum.

x

12.7.1958: Derste müthiş şekilde Romatizma yüzünden  ayaklarım sancıdı.

x

16.7.1958: Babam ve kardeşim sarhoştular. Onların bu hali beni çok üzüyor. Babamın ve kardeşimin içki içerek sarhoş olması da hep yokluktan ve yoksulluktandır…

x

18.7.1958: Talip Güzelhan’la; derste,  ilk musiki sınavını verdik.

x

27.7.1958: Teknik Ziraat Md.lüğünde Cumhur Yaşar’ın yanına (26.4.1958)  çalışmak üzere girmiştim. Bu gün Teknik Ziraat Md.lüğündeki görevimden ayrılıyorum.

x

28.7.1958: Ekrem Güzelhan’ın yanında (Çekirdekçi Dede) kilim işlemeye başladım…

+

4.8.1958: Ekrem’in yanından ayrılarak Adil dayımın aracılığıyla Rıfat Apa yanında nakliyeci kâtipliği yapmaya başladım.

x

7.8.1958: Refleks olarak bir kere yalan söylediğim için vicdan azabı çekiyorum.

Rıfat Apa, benim için dayıma: “- Muameleleri geç kavrıyor, biraz da ağır!” demiş

x

13.8.1958: Gece hiç halim olmadığı halde derse gittim ve bir sıkıntı bastığı için çok kötü rahatsız olduğum için Dede’ye (Cumhur Yaşar) söyleyerek dersten ayrıldım. Çok fena bir. hareket yaptım. Fakat ne yapayım rahatsızdım.

x

15.8.I958: Kendimi halsiz ve suçlu hissediyorum. Boynumun ve adalelerimin beni rahatsız etmesini yorgunluğa bağlıyorum…

x

17.8.1958: Tertipten gelirken bir teşbihim yüzünden Hoca bana:

“Her pisliğe girmiş çıkmışsın ama hissin ölmemiş!” dedi.

Demek ki gençlik yanlışlarım hakkında Hoca’ya bilgi verilmiş…

Yeni Çığırdaki ilk olarak teybe ses verildi ve sonra da çalınarak dinlenildi. Hep birden teypteki sesi dinlerken kendimizi Amerikan filmlerindeki Afrika yerlilerine benzettim.

x

25.8.1958: Akşam, Tabakhane  Bucağı Başkan seçimlerinde CHP İl merkezindeki kişisel çırpınışlarla kendini göstermeye çalışanları görünce CHP’den umudu kestim.

x

27.8.1958: Babam sarhoştu ve Emin Kılıç’ın derslerine gidip geldiğim için bizi evden kovmakla tehdit etti.

x

5.9.1958: Çıbanım beni hiç rahat bırakmıyor. Her gün  iki tane iğne vuruyor Hoca bana…

+

Vasıf Güllü’nün yanına Baklavacı tezgahtarlığı yapmak üzere girdim. Hem kasiyerlik, hem tezgahtarlık ve hem de garsonluk yapıyorum… Yevmiyem ise brüt sekiz lira…

+

Patronun kredisini kurtarmak üzere kefil olduğum için 25 kuruş ceza verdi Hoca bana….

x

10.9.1958: Bir arkadaşın işi için aracı oldum. Bu hareket ağrısız başımı ağrıya sokmaktı. Bundan böyle bu tür işlere girmemeliyim.

x

12.9.1958: Kuşakçıbaşı’nın, dersi kaynatmasına ortam hazırladığımız için hepimize 25 kuruş sıra cezası kesildi…

x

16.9.1958: Gazete bayisine 24 saat için ödünç verdim; ancak 48 saat sonra alabildiğim için ödünç para vermemeyi kararlaştırdım…

X

17.9.958: Hüsnü hat (Güzel nota yazmak) sınavını verdim. Hoca numune olarak getirdiğim bir sayfalık notalarıma bakarak:

“Bu yazabilir!” dedi ve bana yazmam için kendi defterini verdi.

Yolda, Kuşakçıbaşı:

“Hoca Hazretlerinin sana kendi defterini vermesi çok manalıdır!..” dedi.

x

19.9.1958: Baklava satışını bitiremediğim için “müzakereye” (Kendi aramızda yaptığımız müzik çalışmaları) gidemedim.

x

22.9.1958: Hoca, muayenehanede fanilik ve benim pazar günü çalışmamam hakkında önemli bir ders verdi. Eğer Pazar günleri çalışırsam (Yeni Çığır­dan) tart edeceğini şu şekilde açıkladı:

“Ölüme mahkûm adamın Yeni Çığır’da işi yok!” dedi…

x

24.9.1958: Hasan, (kardeşim) Antakya’ya gitmek için bilet almış. Orada iş bulup çalışacak..  Kendisini Aysel’le birlikte İstanbul’a gitmeye zorlukla ikna ettim. Bu akşam saat 10,10’da Aysel’le birlikte İstanbul’a hareket ettiler. Bense İstasyona uğurlamaya gitmeyerek derse gittim. Derste onların gidişini düşündüm hep. Sanki ciğerlerim de onlarla birlikte sökülüp gidiyordu.

+

24.9.1958: Sokakta acir yediği sabit olduğundan Padişah’a para cezası verildi.. 25 kuruş…

+

24.9.1958: Derste konuştuğu için A. Cumhur Yaşar’a ceza verildi…

+

24.9.1958: Padişah’a, Padişah demeyip de Mehmet dediği için Dede’ye (Cumhur Yaşar) ceza verildi…

x

26.9.1958: Müzakeredeyiz. Hoca’ya, İzmir’den özel olarak çekirdeksiz üzüm göndermişler. Hoca da Yılmaz’la bize bir tabak göndermiş. Bahçede ders yaparken ara verdik. Cumhur Yaşar kendi eli ile bizlere üzüm dağıttı.

Üzümü yedikten sonra çeltiğini gayri ihtiyari yere atmışım. Bu hareketimi gören Mehmet Tekerlek (Padişah):

“Çeltik ve pislikler rast gele atılmaz. Zannedersem ilerde büyük bir çöp tenekesi var…”

O an yaptığımdan utanarak:

“Ben mi attım? Doğru, haklısın!..” dedim. ve çeltiği yerden alarak götürüp çöp tenekesine attım.

Yerime oturduğumda Kuşakçıbaşı:

“Kara âzsın, kara âzsın!” diyerek bana alaylı alaylı bakıyordu. Yani bana: “Sen hamsın, adam olamazsın!” demek istiyordu…

Onun bu davranışı bana iyi bir ders olmuştu…

Aynı gün yolda gelirken Menderes’in İzmir ve Balıkesir nutuk­larını tahlilî konuşmamızda, Kuşakçıbaşı’n söylediği sözleri reddedip de benzerini benim söylemem ve nefse kapılarak “doğrusu budur!” di­ye konuşmam affedilir hatalardan değildi.

+

26.9.1958: Vasıf Güllü’ye hastalığım nedeni ile doktorun pazar günleri çalışmama izin vermediğini, söyledim, kabul etti. İlk aylığımı aldım. 160 lira. 100 lira da borçluyum.

x

27.9.1958: Vasıf Güllü bir tane sincap almış. Çırak da geçerken dükkâna girerek sincap kafesini masanın üzerine koydu. Ben ise Sincap’a fıstık yedirmekle meşgul iken tezgahın başında unuttuğum müşteri:

“Bu nasıl işi!  Beni, müşteriyi filanı bıraktın, sincapla oynuyorsun, olur mu yahu?” diye asık suratla hana çıkıştı.

Doğru söylüyordu. Sesimin çıkar hali kalmamıştı.

Müşteri, bana iyi bir ders vermişti. Sağ olsun!   Önce iş…

+

Vasıf Güllü’nün evindeki sincap kafesten kaçmış. Yenge hanım telefonla vaziyeti bildirdi. Eve vardım. Sincap’ı tutarak kafese koydum. Sincabı kafesi ile beraber getirerek sahibine teslim ettim.

+

Ali Kimya (Tabakhaneden bir arkadaş…) karısı ve bacanağı ile salona baklava yemeğe geldiler. Ismarlamış oldukları baklavayı yerken, kendilerle diğer müşterilerle meşgul olduğumdan fazla meşgul oldum ve bu arada radyoyu açtımsa da iş çokluğundan ses düğmesini açmayı unutmuşum. Bir de baktım ki gülüyorlar. Ali, bana dönerek:

“Hayri çavuş, şu radyoyu açsanız da dinlesek!..”

“Haa! Affedersiniz unutmuşum!” dedimse de Ali Kimya’da bir gurur ve diğerlerinde içten içe alaylı bir gülümseme.

Giderlerken nezaket ve centilmenlik gösterisinde bulunan Ali Kimya:

“Allah’a ısmarladık Hayri Çavuş!..” dedikten sonra gittiler.

Çavuşluğum da askerliğimi çavuş olarak yapmamdan geliyordu…

Ali Kimya’nın bu davranışı bana hiç kimseye ayrı muamele yapmamak gerektiğini öğretti…

+

Dersten çıktıktan sonar Tabakhane’de Talip ve Mehmet’le “sefalet var mı, yok mu?” tartışması yaptık. Onlar “Var!” diyor, ben “Şimdi yok!” diyorum. Onlar “Sefalete doğru-gidiyor,!” diyor; ben; “O ayrı mesele.. Şimdi var mı yok mu?” diyorum. Ve ben diyorum ki “Sefalet olması için işsizliğin olması lâzımdır!” diyorum. Oysa sefaletin daniskasını ben, ailemle birlikte yaşıyordum. Baktım akılsızca bir tartışma yapıyorum, sustum..

Sonra kendi kendimi yargılamaya başladım: Mesele orada değil ya? Hani münakaşa etmeyecektin… Hani? Ben bilirim, benimki doğru iddiasında bu­lunmayacaktın? herkesin fikrine saygı gösterecektin… Hani herkesi sevecek, haset ve kıskanç olmayacaktın, karşılık beklemeyecektin. Ne gezer, “nefsinin esiri olan bir adamda”  bunlar…

+

Cumhur Bey öğle üzeri dükkâna geldi:

-Hayri, ablam, ücretini vermek, şartı ile benden hediyelik bak­lava istetmiş. Nasıl yapsak acaba? diye sordu.

–  Ne kadar olacak?

–  Üç kilo.

– Bu size pahalıya mal olur.    Üç kilo baklava eder 21 lira. Üç lira kutu parası,  posta parasını de ekleyince 25 liradan fazlaya mal olur.

Cumhur Yaşar:

– İstemişler, göndereceğiz!..

Bu “istemişler, göndereceğiz” de çok manalar gizli idi. Bana şok tesiri yaptı ve aklımı başıma getirdi.

x

29.9.1958: Cumhur Yaşar’a, sefer tası ile yemek vermeye başladık. Eşim, her gün yemek pişirecek ve bir sefer tası yemeği Cumhur Yaşar’a verecektik. Çünkü Cumhur Yaşar bekardı…

x

30.9.1958: Ben iradesi en zayıf bir insanım. Bende hiç mi hiç irade yok. İradesi çok zayıf bir adamım… Yatarken aklıma gelmeyen; yattıktan sonra kalbimi, ruhumu, vicdanımı ezim ezim ezen bir ruh halim var… Heva ve hevesimizle mücadele ediyoruz ya…

Hele şu kalbim yok mu, patır patır attıkça (Ekstrasistol…) ödüm kopuyor. Stresten olsa gerek… Aradan zaman geçince aynı işi yine yapıyorum.

+

Hoca, ders günlerinin haftada bir gün  olmasına  karar vermiş.   Kuşakçıbaşı da Söğütlü kahvede bize tebliğ etti.

+

Vasıf Abi üzerime aldığım işi tam yapamadığım için:

“Bu kadar da olmaz ki be Hayri!” diye çıkışarak vazifeyi başka bir işçiye devretti. Bir türlü kendime gelemiyorum…

X

1.10.1958: Hüseyin Özboya (Teyzem kızının kocası) bana bir dolma kalem hediye etti.

Vasıf Güllü, kasa hesabını yaparken, benim hesabı şaşırmam üzerine:

“Üzülüyorum!” dedi; durup yüzüme baktı ve dükkânın gerçekten pis olan yerlerini göstererek:

“Sen de görüyorsun ya!..” dedi

Haklı idi. Ben ise “Halkadan Parıltılar” adlı tasavvufi kitabının sarhoşu olmuştum.

Cumhur Bey yemeğini almaya gelmedi. (Birbirimizi bulamamışız…)

+

İhtiyarî olan derse gidemedim. Hem taksim dersi olup olmadığı da belli değil.

Tevfik Hoylu arkadaşımdan bir mektup geldi. Kendisine olan borcumu eve vermemi rica ediyordu.

Babam: sarhoştu ve saat 12’de evdeki radyodan Arabistan’dan yayın yapan Arapça ajans haberlerini dinliyordu. Bilmem ne anlar ki…

x

3.10.1958: Akşam üzeri, dükkâna Kamil Ağa geldi ve masalardan birine  oturdu.

Vasıf Güllü, Kâmil Ağaya:

“- Baklava kalmadı…”

Kâmil Ağa, beni gösterirken, ben:

“- Arkadaşımdır…” dedim.

Vasıf Güllü tekrar Kâmil Ağa’ya hitaben:

“Hadi dışarı! Hayri’nin işi daha bitmedi…” dedi.

Kâmil Ağa dışarı fırladı ve Vasıf Güllü bana dönerek:

“Rezilin biri,  barlarda olmaz kepazeliği çıkarır.”

“İyi ettin öyleyse, ben bu huyunu bilmiyordum… dedim.

Başka çarem yoktu çünkü…

+

Babam fena sarhoştu. Kendi kendine söylendi durdu sızıncaya kadar… Annem öldüğünden beri (Annemin ölüm tarihi: 1942 Aralık) hep böyle 16 yıldır içip içip ağlıyor, evlenmedi de…

+

Talip’le tartışmaya son verdim. Nefsimin esiri olduğunu anlamaya başladım.

x

4.10.1958: Talip’le birlikte Tertip kurmakla görevlendirildik. “Tertip” demek toplu halde piknik yapmaktır ki bu piknik her zaman Hoca’nın Maanoğlu köprüsünün bitişiğinde olurdu ve 15 günde bir yapılırdı.

+

5.10.1958: Tertip başarılı oldu sayılır. Yalnız iki tabakla bir maşa kayboldu. Hata olarak, açık ekmek almadığım ve kendi kafama göre soğan ve maydanoz aldığım için cezalandırıldım. En çok canımı sıkan Hoca ile konuşurken ayağa kalkmışım. “Hoca otur, otur!” demişti. Ayağa kalkmağa hiç gerek yoktu.

+

Talip Güzelhan’a karşı olan çekingenliğim bitti sayılır. O nefsin bana zulmü bitti, zannederim. Kuşakçıbaşı ile yolda gazete okuduğumuz için 25’er kuruş ceza aldık…

+

5.11.1958: Kâmil Ağa’nın çay içerken şekerleri cebine koyduğunu Tertipçi başı olmam dolayısıyla  Hoca’ya söyledim. Kâmil Ağa’ya 25 kuruş ceza verildi.

+

6.11.1958: Sabahleyin erkenden  kaybolan tabakları aramak için bostana gittim. Bulamadım.

Dükkana geldiğimde Vasıf Güllü bana:

“Senin Hocan mason muş, doğru mu?..”

Biraz düşündüm:

“Mason olup olmadığını bilmem, ama; Allah kelâmı ağzından düşmez!” dedim.

“- Dinsizmiş, namaz, oruç bilmezmiş, kimsenin de yapmasını istemezmiş… Doğru mu?”

“- Hayır, öyle bir şey yok. Yalnız bu hocaların gittiği yol, din yolu değil… der… İsterseniz size de ispat eder..”

“Yok? Ben onunla münakaşa yapmam…”

Gitti salondaki masalardan birine oturdu. Düşündü, düşündü; aradan 15 dakika geçti:

“Cemiyetiniz resmi mi, gayr-i resmi mi?”

“Hayır bir cemiyet kurmuş değiliz… Biz öyle toplanır, düşünür, söyleşiriz…

Vasıf Güllü, bi’şey demedi… Demek ki ikide bir beni aşağılamasının nedeni bu Emin Kılıç’a gitmemmiş… Ayrıca kendisinin namaza gittiğini ve oruç tuttuğunu da görmemiştim…

Bu konuşmayı akşam derste Hocaya anlattım.  Güldü ve:

“İyi cevap vermişsin. Cevaplarında falso vermemeye dikkat ve hazır ol… Belki seni işten atabilir de…”

x

8.10.1958:  Eski kulüp arkadaşları gelerek dükkanda benimle alay etmeye çalıştılar. Benim bu gibi insanlara daha kısa cevap vermek lazım. Hatta hemen başımdan savmam lazım.

+

Eczacıbaşı baklava yemeye geldi: Vasıf Güllü’ye:

“Bizi bundan sor…” deyince

“Bana niçin itimat etmiyorsun?” dedi.

“Bizce senin fikrin mühim değil; çünkü sen orayı bilmiyorsun…” dedim.

Vasıf Güllü Eczacıbaşı’ya dönerek:

“Bu emin Kılıç nasıl bir adam?” dedi…

Mübarek adam, sanki bunu bekliyormuş gibi hemen söze başladı:

“Evvela onunla akidelerimiz arasında çok fark var. Sonra ne olduğu belli değil. Yalnız Türkiye’de musikide üzerine gelecek yok. Yutmuş sanki Türk musikisini…

Belki yarım saat Hocamız hakkında verdi veriştirdi. Meğer derslere gelip gidermiş ama art niyetli imiş. Ben de sandım ki lehimizde konuşacak…

Vasıf Güllü:

“Kapatalım, gitsin!” dedi.

“Biz kapatamayız, çünkü herkes kendi arzusu ile gidiyor. İnşallah biri kapatılması için istida verir kapattırır da biz de rahat ederiz, onlar da…”

Bu olayı müzakerede arkadaşlara anlattım. Biraz sonra Hoca Hazretleri de geldi, ona da anlattım:

“Sana kim dedi Vasıf Güllü’ye, bizi Eczacıbaşı’dan sor diye…” dedi. Devamla bana:

“Hani bana verdiğin söz vardı. Sen beni ne hakla unutabilirsin. Sen orospu tabiatlasın. Aynı anda iki sevgili seviyorsun kuş beyninle…”

İki saatlik ders boyunca bana verdi veriştirdi. Beni anamdan doğduğuma pişman etti. Bu kadarını hak etmemiştim. Bu başıma gelen bir kaza idi…

Ben ise bu azarları dinlerken “Ne ettim de Vasıf Güllü’ye bizi, Eczacıbaşı’ndan sor dedim” diye kendimi suçlamaya başladım.

Kendi kendimi yiyordum. Aşağılık duygusundan kurtulamadığıma yanıyordum. Şimdi bana altından kalkamayacağım bir ceza verir diye korkuyordum.

Dersten sonra arkadaşlar bana:

“Daima dayağı biz mi yemeliyiz, biraz da sana!..” dediler.

Yolda, Kuşakçı başı:

“Bu yaptığın buraya olan sevginin azlığından…” demişti.

Zaten bu arkadaş başkasının başına gelen kötü olaydan daima zevk duyar ve kıs kıs gülerdi.

“Bana her şey diyebilirsiniz. Fakat ‘sevgin yok!’ deyerek beni aşağılayamazsın.” dedim. Bu sözleri söylerken sinirlendiğimin farkına vardım. Halbuki sinirlenmemem gerekti. Ne yapayım ki daha hamdım, sinirlerime hakim olamıyordum. Çünkü ben sinirlendikçe o, sevkten dört köşe oluyordu. Benimle alay ediyordu. Bir daha sefere kızmamalıyım…

x

9.10.1958: Şeytani tarafım Talip, Mehmet Ali ve Kuşakçıbaşı arasında gidip geliyor. Bunlar tarafından aşağılandığımı hissediyorum ve bu yüzden de onlardan rahatsız oluyorum.

x

10.10.1958: Baklava kutularını eksik saydığım için Vasıf Güllü bana:

“Bu kadarını olsun yapmamalısın Hayri. Bunu, Kazım, Necdet, Mustafa dahi yapmaz değil mi?”

Adı geçenler benimle birlikte çalışanlardı…

“Evet!” diyebildim ancak. Çünkü yerden göğe kadar haklı idi. Kafam karma karışık. Hala Kuşakçıbaşı’nın  ‘Senin Yeni Çığır’a sevgin az!’ demesi, benim  fikrimi allak bullak ediyordu.

Hala kurtulmadım bunların etkisinden. Kendimi onlarla mukayese etmeyi. ben de istemiyorum ama ne yapayım elimde değil. Niçin onlarla kendimi mukayese edecekmişim, niçin onları sevmeyecekmişim, neden?

Bu ruh hali beni deli ediyor, sıkıntı, huzursuzluk içimi yakıyor. Çıbanımın ağrıları yeniden başladı.

İşlerimin yoğunluğundan derse gidemedim…

Çok kötü durumda olduğum halde, dünya kadar borcum bulunduğu halde, yine kitap alıyorum. Bu huyumdan vazgeçmem gerektiği halde vazgeçemiyorum.

Şimdiden sonra taki Türk Ansiklopedisi bitinceye kadar kitap alma yok.

+

11.10.1958: Yüksel’in çehizinde bulunması için dayıma (Adil Öztemir) gittim… Teyzem de orada idi. Dayım, Hocamız aleyhinde atıp tuttuktan sonra alaya alarak taklit etmeye başladı.

Tabi Hocanın usul vurmasını taklit ederken de bir acayip oluyordu. Sonra Vasıf Güllü’nün benin hakkımda kendisine söylediklerini anlatmaya başladı. Güya ben işi bırakıp Hocaya gidiyormuşum. İşi bırakmamam lazımmış. Pazar günleri de çalışırsam ne olurmuş… Hoca’yı terk edersem bana pirim verirmiş, hisse verirmiş, bilmem ne…

Dayım yerde duran çantamı kaptı, açtı. Ben de ileri atılarak çantamdaki hatıra defterimle not defterimi kaptım.

“Bunlar benim hatıra ve not defterim…”

“Getir göreyim…”

“Hayır bunları göstermem…”

Aniden ayağa kalktı, üzerime gelerek:

“Hocanın yanına gittiğin müddetçe seni yeğenlik defterinden sildim.” diyerek bana kapıyı gösterdi. Hiç sesimi çıkarmadım. Kapıdan çıkarken arkamdan bağırıyordu:

“Hocan, dayından daha kıymetli… Haydi bakalım… Nereye gidersen git!”

Derste Hoca hazretleri patronla aramda bir hadise olup olmadığını sordu. Ben de olanları olduğu gibi anlattım.

Yalnız dayım bana bir Yeni Çığır fotoğrafı gördüğünü söylemişti. Ben de “Bunu sana kim gösterdi diye sormuştum”

İşte Hoca hazretleri beni bu noktadan yakaladı. Bir buçuk saat:

“- Sen ne hakla soruyorsun, kim gösterirse göstersin…” diye verdi veriştirdi. Cumhur bey beni müdafaa etmek istedi. Ona 125 kuruş ceza ile lakabı elinden alındı. Hoca, bana da 25 kuruş ceza verdi. Ve beni korkaklıkla itham etti. Hoca’nın böyle basit bir olayı mesele yapmasını bir türlü aklım almamıştı.

Bu olaydan sonra Talip’le bana evin zilini çalmadan kapıyı açan anahtar verildi. Böylece terfi etmiş olduk.

x

12.10.1958: Yüksel’in çehizi bu gün gitti. Bu işte Abdullah Çörekçi’nin büyük çabası oldu. Bahşişi falan o veriyordu. Sanki kız babası idi. Akşam evde bir altın davasıdır koptu.

Öğleden sonra Kuşakçıbaşı ile buluştuk. Bostanda gazete okuduk. Sonra da Hoca’nın muayenesine gittik. Derste ayağımın koktuğunu fark ettim. Dersi bırakıp eve geldim. Evde halâ altın davası sürüyordu.

x

13.10.1958: Çıbanımın ağrısı beni rahatsız ediyor.

Bana bu evlilik hiç yaramıyor. Belim, boynum, her yerim ağrıyor. Sıkıntı ve huzursuzluk beni bitiriyor. Kalbimde de rahatsızlık var. Ara sıra ağrıyor ve hızlı hızlı çarpıyor…

Vasıf Güllü bu gün de bana sitem etti. Güya durgunmuşum, ufak hatalar yapıyormuşum, Pazar günleri çalışmalı imişim. Ben de cevap olarak:

“Medeni milletler ve insanlık aleminde bir hafta çalışan bir adama, bir Pazar istirahat verirler. Oysa siz benim gibi hasta bir adamın bir pazarına dahi göz dikiyorsunuz. ..”

İşten sonra eve gelirken yolda Kuşakçıbaşı ile karşılaştık. Alnında çıkan bir yarayı Hoca Hazretlerine göstermeye gidiyordu. Birlikte gittik. Hoca Hazretleri yaraya baktı:

“Bir şey yok! O yaraların devamıdır…” dedi.

Sonra bana döndü ve şu talimatı verdi:

“Taaki Dayın gel seni affettim deyinceye kadar dayınla selamı sabahı keseceksin.  Babana, babaannene, kayınbabana “Gittiğim yolu beğenmiyorsanız siz bilirsiniz, deyeceksin. Benim bu yoldan dönmemin imkansız olduğunu söyleyeceksin…” dedi.

Sonra söz Vasıf Güllü ile olan konuşmaya geldi. Onunla olan Pazar tatili konusunda yaptığım konuşmayı anlattım. Beğendi, bir şey demedi.

Hocadan ayrılırken ayaklarına kapanarak öptüm, ayaklarına yüzümü sürdüm. Kuşakçıbaşı da ellerinden öptü. Bütün bu konuşmalarımızı biz Hoca Hazretlerinin karşısında ayakta durarak yaptık. Sonra da muayenehaneden çıktık.

x

14.10.1958: Hoca hazretlerinin vermiş olduğu vazifeleri yaptığımı Hoca Hazretlerine bildirdim.

Musiki eserlerini defterini yazmaya başladım.

Babam yine sarhoştu.

x

16.10.1958: Sabaha kadar üç kere uyanarak tahta biti kırdım. Elli tane kadar vardı.

Rıfat Apa’da kalan ücretimi almak için atölyesinde belki üç saat bekledim. Sonunda geldi. Alacağımın yarısını verebileceğini söyledi. Çaresiz kabul ettim. Abisi Kamil Apa’ya bir not yazarak “Bunu göster, alacağını ondan al!” dedi. Gittim, aldım…

x

17.10.1958: Sabaha karı eşim, gece yengeliğinden döndü.

Babaannem de katmerden payına düşeni gitmiş düğün evinin kapısından atmış…

Eşim:

“Ayrı bir ev tutup bu evden ayrılacağım.” diyor.   Hangi kazancımızla ev tutacağız.

Aldığı yevmiye ücret; yalnız mutfak giderimiz 5 lira…

İşverenim Vasıf Güllü, yeniden bana çıkışmaya başladı. Dayımla aramızda geçen tartışmaya değinerek:

“Dayın haklı!” dedi.

“Olabilir, fakat ben sizler gibi düşünmüyorum. Sizler gibi görüş sahibi oluncaya kadar oraya devam edeceğim!”

“Ama ekseriyet orayı doğru bulmuyor.”

“Ekseriyetin görüşü her zaman doğru olmaz!”

“Dayın senin iyiliğini istiyor. Size çok faydası dokunan bir dayı!”

“Evet, orası öyle inkar etmiyorum. Fakat, inkar etmemem, onun bana iyilik etmesi, ona, körü körüne itaat etmemi gerektirmez.”

“Aklı selimini kullanmalısın Hayri!”

“Kullanıyorum ya,,, Dayım bana, ‘Oyunu CHP’ye atma, AP’ye at dese ben de oyumu AP’ye atarsam aklı selimimi kullanmış mı olurum…”

Birdenbire konuyu değiştirdi:

“Gel sana lisan öğreteyim!”

“Daha doğru dürüst Türkçe bilmeyen bir adamın; İngilizce öğrenmeye hakkı var mı?” dedim.

Kendisi ise,

“Hayat pahalılığı almış başını gidiyor. Sen ise nimeti tepiyorsun. Yoksa Hocan, Allahlığına seni de mi inandırdı?” diyerek dükkandan çıkıp gitti. Bereket, hiç kızmıyordu…

Vasıf Güllü ile aramızda geçen bu konuşmamızı Hoca’ya anlattım.. Bir şey demedi.

+

18.10.1958: Sabahleyin işe giderken Talip Güzelhan önüme çıktı:

Kadir Hoca tarafından verilen vazifeyi unutmuşsun. Bu yüzden mahkemeye çekileceksin…”

Hangi vazifeyi unutmuşum?”

Mahkemede anlarsın!”

Benim zor durumumdan mutlu oluyordu. Sonra da şöyle dedi:

“Cumhur bey işi olduğu için gelip boş sahanları almamış!” haberin olsun dedi.

Çünkü biz, pişirdiğimiz yemekten bir sefer tası yemek veriyorduk bekar olan Cumhur beye…

+

19.10.1958Tertip’e gittik. Tertip iyi geçti. Hoca beni, çay yapmakla görevli olan Kuşakçıbaşı’ya “Yamak” olarak verdi.

Tertipten sonra, annesi evinde bulunan eşimi alarak eve geldik; ama, içimde büyük bir sıkıntı var…

Biraz sonra babam sarhoş olarak geldi ve kapımıza dayandı. Bağırıp çağırmaya başladı…

“Hoca’ya gidip gelmen bir suçtur. Sen Allah’ı inkar ediyorsun, Müslümanlıktan çıktın, mürtetsin… Allah seni yerle bir etsin…” dedikten sonra başladı do, re, mi, fa, sol diye solfej okumaya… Böyle deyerek beni alaya alıyordu.

Tam iki saat akla hayale gelmedik beddualar etti.

Eşimi bir sancı tuttu. O geceyi zor sabahladık.

+

20.1.1958: Akşam yaşadığım olayı Vasıf Güllü’ye anlattım. Ayrı bir ev tutarak baba evinden ayrılacağımı söyledim. Hemen bana 100 lira verdi. Hiç beklemiyordum.

“Hayatta her şey olur. Dayanıklı olmalısın!” dedi.

Evini kiraya verecek olanla görüştükten sonra sıra Hoca’nın rızasını almaya gelmişti.

Hoca da;

“Git ayık bir zamanda Babanın da rızası al!” dedi.

Ayık bir zamanda Kuşakçıbaşı ile babama gittik. Kuşakçıbaşı tanığımız olacaktı:

“Baba biz evden ayrılıyoruz. Senin rızanı almaya geldik!”

“Git Allah selamet versin! Ben Allahsız adama evlat deyemem!” dedi.

Babaannemin ve babamın halası kızının ısrarlarına karşın Arabacı; Abidin’in at arabasına Talip Güzelhan’ın da yardımı ile eşyalarımızı yükledik. Aylığı 50 lira olan tek odalı küçük bir odaya yerleştik. Taşındığımız oda, eşimin teyzesi kızının evi idi. Tuvaleti, mutfağı ortaklaşa kullanacaktık.

+

23.10.1958: Cumhur Yaşar’dan 20 lira ödünç aldım.

+

24.10.1958: Tek odalı ev bize saray gibi gelmişti. Çünkü aile dırdırından kurtulmuştuk. Ne var ki geçim sıkıntısı huzurumuzu bozuyordu.

İşte iken kardeşim Hasan geldi.

“- Eve gelmen gerekiyor!..” dedi.

O sırada kahvede oturan işverenim Vasıf Güllü’ye gittim:

“İzin verirsen yarım saat için eve gidip gelmem gerekiyor.”

İzin vermedi, yanıtı ilginçti:

“Öyle ama sen gidersen ben ne kağıt oynayabilirim ne kağıt oynayanları seyredebilirim!..” demesin mi…

+

25.10.1958: Babam, evinden ayrıldıktan sonra sağda solda, sokakta, kahvede benim aleyhimde atıp tutuyormuş. Ne Allahsızlığım, ne dinsizliğim,ne de kâfirliğim kalıyormuş…

Bu sıralarda kardeşim Hasan durumu çök kötü idi. İşsiz, beş parasız. Çok perişan… Ona yardım edememiş olmak beni bitiriyor.

Yeni evde rahatım ama gelirim giderlerimi karşılamıyor…

+

26.10.2008: Belediye hoparlörü ikindiye kadar çağrı yaptı, başımızı ağrıttı. Neymiş, iki tane bakan ilimizi ziyaret edecekmiş Haluk Şaman, Nedim Ökmen…

Akşam derste ve gündüz muayenehanedeki İngilizce dersinde Yılmaz Kale’nin güreş sporu yapıp yapmadığı tartışması yapıldı.

Bütün kanıtlar aleyhine olduğu halde:

“Ben güreş yapmadım, yapmıyorum!” dedi.

Ama kendisinden “Güreş yapmayacağına ilişkin” ikrar alındı. Öyle ki güreş yapanlarla bile konuşmamaya söz verdi. Akşam, gündüz yapılan derslerde Talip ve diğerleri hakkındaki düşüncelerim beni rahatsız etmedi. Buna sevindim. Çektiğim huzursuzluk yeter artık. Dile kolay bu tam yedi aydır kendi ruhumla boğuşuyorum. Kuşku, zan… Elimde olmayan takıntılar. Kolay mı yeniden doğuş çabaları…

Çok şükür, şimdi rahatım biraz…

+

1.11.1958: Yarın Tertip (piknik yapmak) olduğu için bu akşam ders yok…

Eve geldiğimde Güner ile Hatice de (baldızlarım) vardı. Eşimin sancısı tutmuş acılar içinde kıvranıyordu. Ara sıra da kusuyor ve bana çıkışıyordu:

“Benim çektiğim bu acılardan birini çekseydin ölürdün!..” diyordu. Sonra yine başlıyordu: “Anam, anam ölüyorum!” diye çektiği acıları dile getiriyordu. Ara sıra böyle olur, sonra kendiliğinden geçerdi.

Talip Güzelhan’dan duyduğum rahatsızlık geçmeye başladı. Talip’in bir huyu vardı. Ne zaman kendisine yaklaşmaya çalışsam benden uzak dururdu. Ben kendisini kazanmaya çalıştıkça benden kaçardı. Başkalarına bülbül gibi şakıdığı halde bana gelince susardı. Bense halâ kendisini kazanmaya çabalıyordum. Bu ise beni rahatsız ediyordu. Bu da bende ruhsal rahatsızlık yaratıyordu.

Hasan’ın (küçük kardeşim) durumuna üzülüyorum, İşsiz, beş parasız gezip duruyor. Aklı fikri kahvede ve kağıt oyununda.

Ayrı evde oturuyoruz. Ayrı ev dediğim de daha önce odunluk ve kömürlük olarak kullanılan bir oda. Babam kafir oldun diye beni evden kovunca mecbur olduk bütçemiz oranındaki bu kömürlükten bozma küçücük odaya… Buna rağmen kıt kanaat geçinip gidiyoruz; ama borcumuz da çok…

Vasıf Güllü’nün eski sertliği kalmadı. Hoca’ya gidip gelmeme karışmıyor…

+

13.11.1958: Halit Güllü’nün dükkanı kapalı olduğundan bu gün baklava satışımız çok oldu ve erkenden bitti. Ben de bu boş geçen geceden istifade ederek Cumhur beylerde nota yazdım. Hadi beyle Kuşakçıbaşı da geldi.

Dersten sonra eve giderken kayınvalidemlerde bulunan eşimi almaya gittiğimde yeni diktiği elbiseyi giyip bize gösterdi. Güzel dikmişti. Beğendik.

+

14.11.1958: Borç içinde kıvranıyorum. Yokluk çekiyorum. Eğer Vasıf Güllü’nün yanında çalışmasam geçinmeme imkan yok.

Beş gündür koltuklarımın altında yara çıkıyor. Bir türlü iyileşmiyor. Hoca hem iğne vuruyor hem de merhemle tedavi ediyor. Bacağımda ki yaralar da iyileşmedi. Zaman zaman o da sancı veriyor.

Kız kardeşim Yüksel gelin gitti gideli kendisi ile görüşemedik. Bu da bana  başka bir sıkıntı veriyor. Bari davet edelim. Bakalım nasıl olacak.

Kardeşim Hasan ise benden de perişan. Kahveye gidip geliyor ölesiye. Aç, beş parasız, işsiz…

Geçen gün kapıya sarhoş olarak geldi Hasan. Gülyüzlü kardeşimi eve koymamış babamla, baba annem…On günden beri doğru dürüst bir yemek bile yememiş, açmış… Biraz sonra yanımızdan ayrıldı. Kendisini biraz teselli ettim. Fakat tesir etmeyeceği anlaşılıyor.

Babam, Abdülkadir Hoylu (Maliyede Memur) ve Hasan kardeşim kirada oturduğum eve geldi. Hoca’ya gittiğim için bana çıkıştılar. Ben ise hiç yanıt vermedim. Çünkü sarhoşlardı. Çok geçmeden gittiler.

+

15.11.1958: Babam yolda karşılaştığı Kuşakçıbaşı’nın arkasından: “Allah bir, resulhak… aman yarabbi!… Emin Kılıç Kolundan…” diye bağırıp çağırmış. Tabii Kuşakçıbaşı seslenmemiş.

Akşam üzeri babam; “Hasan buraya geldi mi?” diye bizim evin kapısını çaldı. Eşim kendisini içeri aldı. “Hoş geldin baba!” dedim. Başladı söylenmeye:

Allah birdir. Resullullah Allah’ın elçisidir. Bunun gibi saadetli bir iman ve inancı terk ettin. Sana her gün beddua ediyorum. Dayınla görüşüp seni işten attıracağım. Belki de seni öldürürüm. Saray gibi evi bırakıp bu kömürlükte oturmaya utanmıyor musun?”

Ben de:

“Babam değil misin? Her şeyi yaparsın!” dedim…

Bana öfke ile :

“Tam Emin Kılıç kolundan olmuş!” dedi ve öfke ile kapıyı çarparak çıktı gitti.

+

16.11.1958 Cumhur Yaşar Beyin evinde etli çiğ köfte yanında bir de kadayıf yapıldı. Böylece hem yemek yedik hem de söyleşi yaptık ki çok yararlı oldu.

Zaman geçtikçe her işimde iyiye doğru bir gelişme hissediyorum. Ah bir de şu huzursuzluk ve tedirginlikten kurtulabilsem.

Çıbanlarıma gelince koltuğumun altındaki iyileşiyor; bacağımdaki yara ise huzursuzluk veriyor.

Borçlarımı ödeyemediğim için rahatsızım. Hâlâ borç içinde kıvranıyorum. Zaten ne zaman borçtan kurtuldum ki…

Zar zor geçinip gidiyoruz. Eğer Vasıf Güllü’nün yanında çalışmamış olsam işimiz çok daha zor olacaktı…

+

17.11.1958 Akşama doğru dükkana Ertan Deniz geldi. Ne konuştuk bilmiyorum ama birden bire bana dışardan. Ortaokul sınavlarına girmemi önerdi Ertan’nın bu önerisini Cumhur Yaşar’a açtım. “Çok iyi olur!” dedi. Bakalım Hoca nasıl karşılayacak…

Ben hasta bir adamım. Ortaokul arkadaşlarımın avukat, mimar, mühendis olup Gaziantep’te iş yapmasına katlanamıyorum. Onlar işyeri sahibi ben ise Vasıf Güllü’nün yanında tezgahtarlık ve garsonluk yapıyorum. Bu durum çok ağırıma gidiyor. Ben böyle olacak adam mıydım? Bu kıskançlık mı? Bu ne kadar kötü bir huy! Ama ben bunu da atlatacağım.

+

18.11.1958 Kendimi çok kötü hissediyorum. Başım ağrıyor ve kalbim çarpıyor…

Kendimi öylesine dermansız hissediyorum ki bir gazete okuyacak gücüm yok. Bir de boynum ağrıyor herhangi bir gazete veya kitap okurken…

Daima kendime şu soruyu soruyorum: Niçin huzursuzum. Evet, bir adam ki başkalarını kıskanır, kimsenin kendisinden ileri geçmesine katlanamaz. Sonra her şeyi olumsuz tarafından ele alırsa; yani nefsinin tutsağı olursa olacağı budur…

Sabahları geç kalkıyorum. Geç kalkınca da huzursuzluk duyuyorum… Bu huzursuzluktan kurtulmam için erken kalkmalıyım.

İnsan yorulmaz mı ya… Hiç durmadan okursa, Gazete, dergi, eski ve yeni yazı… Ne bulursa okumaya ve öğrenmeye çalışırsa olacağı bu

+

19.11.1958 içinde bulunduğum huzursuzlu söylemeye gerek yok. Borç boğazımı aşmış. Doktorun eşimin hastalığı için yazmış olduğu ilaçları bile alamadık. Ayrıca babamın her gece için sarhoş olması beni derinden etkiliyor. Kardeşim Hasan’ın çalışmaması, parasız pulsuz gezmesi ve kahvede vakit geçirmesi bana üzüntü veriyor. Benim bu sıkıntılı durumum ne zaman bitecek ki…

+

20.11.1958 Cumhur Yaşar beyin yemeğini bu gün getiremedim. Nedeni ise yokluk…

Bu gün şeker ve tekel maddelerine yüzde elli oranında zam geldi. Bütün bunlara rağmen halkın fikr-i sabitesi değişmez. Çünkü pahalılığı hükümetten değil Allah’tan biliyor. Pahalılığı Allah’ın üzerine atanlara “Yahu Allah niçin pahalılık yaratsın? Bu halktan ne alıp vereceği var!” deyen de yok…

Menderes’e hiç söz söyletmiyor. O iktidar olmanın gereğini yapıyor. Demokrasinin şöyle bir tanımı yaparsak; Demokrasi halkın, seçtiklerince yönetilen bir yönetim değil mi? Menderes de bunu uyguluyor işte.

x

21.11.1958 Baklava satışı bitmediği için Cumhur beydeki derse gidemedim. O kadar da çok gitmek istiyordum ki…

Koşullar beni cezalandırıyor. Çünkü ben, oraya benden başkasının gitmesini istemeyen bir insanım. Diğer arkadaşlar gidiyor, ben gidemiyorum. Bu da bana ağır geliyor.

Yapmamam gereken bir iş yaptım. Dükkana gelen Demokrat partililerle tartışmaya giriştim. Sözde “Hükümet parayı kıymetlendirmek için zam yaparak halktan parayı çekiyormuş.” Ne iyimser insanlarız biz…”

Sarhoşun biri baklava almaya geldi. Baklavasının paketlerken bana “Soytarı!” demesin mi? Ölür müsün, öldürür müsün?.. Bereket hiç ses çıkarmadım, yalnızca yüzüne bakıp durdum… Acaba bu da mı Emin Kılıç’a gittiğim için bana kafa tuttu…

+

22.11.1958 Baklava satışı bitmedi. Daha iki tepsi baklava var. Derse gitmek için dükkanı kapadım. Anahtarı Büyük Klüp’te oyun oynayan Vasıf Güllü’ye (patron) verdim.

Ders çok güzel geçti. Talip’in verdiği rahatsızlıktan kurtuluyorum. Bu arkadaştan rahatsız olmamın nedeni; bu arkadaşın bana hep tepeden bakmasıdır. Gösterdiğim dostluğa dostça yanıt vermiyor. Hep araya mesafe koyuyor. Yaklaşmak istedikçe benden kaçıyor..

Yediğim yemek mideme dokundu. Sabaha kadar kıvranıp durdum…

Karşılaştığım insanlarla çok serbest ve düşünmeden konuşuyorum. Demokrat Partililerle tasavvuf dahil her konuda tartışıyorum. Oysa bizim yolda bu davranışlar cezayı gerektirecek davranışlardır.

Haram yemekten de çekinmiyorum. Birkaç  gündür tartıp bedelini kasaya atmadan baklava yiyorum. Daha önemlisi daha önceleri yapmadığım bir işi yapıyorum. Ne oldu bana da böyle oldum… Bir de kusursuz bir insanmışım gibi derse gidiyorum… Hoca duysa muhakkak beni en ağır şekilde cezalandırır…

Her sabah uykudan geç kalkıyorum. Geç kalkınca da dükkanı geç açıyorum. Dükkanda da istedim gibi verimli çalışamıyorum.

+

23.11.1958 Bu gün Pazar, tatil günü; ama ben yine uykudan geç kalktım. Saat 10’du. Nota defterine nota eserleri yazdım. Saat 13’te evden çıktım. Spor sahasına gittim. Maçların ilk devresini izledikten sonra eve döndüm. Demek ki hala futboldan kopamamışım. Hoca duysa ne der bana acaba?

+

24.11.1958 Sabaha kadar yine belim sancıdı. Dükkanda çalışırken de sancı vardı. Dükkanı kapatıp da sokakta soğuğa değince sancım daha da arttı. Bu sancı evin rutubetle oluşundan olsa gerek…

Kardeşim Hasan’ın işsiz gezmesi ve kahvelerde oturması beni çok rahatsız ediyor ama elimden gelen bir şey yok. O denli çaresizim ki…

+

25.11.1958 Bir de duydum ki kardeşim Adana’ya gitmiş… Muhakkak Adana’da iş bulup çalışacağını sanıyor… Bu olasılık beni delirtiyor. Çünkü onun başka bir ilde çalışmasına dayanamıyorum…

+

26.11.1958 Kardeşim Adana’dan geldi. Davranışlarında doğal olmayan bir hal var. Onun bu lümpen yaşamı beni deli ediyor… Ona yardımcı olamadığım için kahroluyorum…

Halamın kocası Arap enişte sarhoş olarak dükkana geldi. Dükkana girmeden beni çağırdı.

“Buyur enişte bey!” dedim..

Kafasını hafifçe kaldırdıktan sonra:

“Niçin kercivani kercivani (alaycı alaycı) Enişte Bey dedin?”

Benim kendimi savunmama meydan vermeden:

“Hadi savuş git!” diyerek beni kovdu.

Oysa ben sevecenlikle ve saygı ile enişte Bey demiştim… İşte insan yoksul olunca önüne gelen kafa tutuyor adama… Muhakkak halamın kocasını da doldurmuşlardır Emin Kılıç’a gidip geliyor diye..

Baklava satışından sonra eşimi arkadaşı İclal’ın evinden aldım. Saat 12 idi eve döndüğümüzde. Evimizdeki termometre sıcaklık derecesini 8 olarak gösteriyordu… Bu soğukta birbirimize sarılarak yatmaktan başka yol yoktu…

+

YA HOCA YA İŞ!..

 

28.11.1958 Bu gece kayınvalidemlerde yattık. Çünkü eve dönecek takatim yoktu. Kusacak gibi oluyordum oturduğum yerde. Sabaha kadar dönüp durdum yatağımda. Başım da ağrıyordu. Kalp ağrısından ve çarpıntısından bir türlü uyku tutmadı gözümü. Zar zor, uyur uyanık sabaha kadar yatağımda dönüp durdum. Nedeni bilinmeyen bir sıkıntı var içimde..

Sabahleyin kayınvalidemle kapı kapı dolaşarak kiralık ev aradık. Kiracı olarak oturduğumuz ev tek odalı. Ne banyosu var, ne mutfağı…

Baktığımız evlerden bir tanesi hoşumuza gitti. Onun da kirası benim aylığım kadar… Çaresiz bakıp durduk…

Vasıf Güllü dükkanı açmış beni bekliyordu:

“Her gün, her gün 9.30’da dükkana gelinmez ki… Senin için Emin kalfa ile kavga ediyoruz.  Ya Emin Kılıç Kale’yi ya da işi terk etmelisin!..” demesin mi ilk söz olarak…

Böylesine sıkıntılı bir geceden sonra patronun “ya iş ya da Hoca” demesi işin tuzu biberi oldu. Öneri bana ağır geldi. Onur kırıcı idi. Hocamı terk etmem isteniyordu.

“Bu kafa ve görüş bende olduktan sonra Dr. Emin Kılıç’ı terk etmeme olanak yok!” dedim…

Bu konuşmamızı dükkanda oturan Karamaça (Saip Aksoy) da dinliyordu. Karamaça biz gençlerin futboldan tanıdığı bir büyüğümüz idi. Hem antrenörlüğümüzü, hem de hakemliğimizi yapardı. Benim konuşmam üzerine gülerek:

“Dili ile de söylüyor; ‘bende bu kafa oldukça!..” diyor…

Bunun üzerine Vasıf Güllü yeniden söze karıştı:

“Doğru, doğru… Bu babasını, velinimeti dayısını, oturduğu evi bıraktı. Benim de sözümü dinlemiyor. Bu sevdasından vazgeçer diye bekliyorum. Yoksa, bunu burada bir gün çalıştırmam…”

Ne çile bu. Gece öyle, gündüz böyle…

Akşamki kalp rahatsızlığımı bildirmek üzere Hocaya gittim. Hocanın da muayenesine hırsızlar girmiş. Bir doktorun muayenesinde ne bulacak bu hırsızlar ki… Neyse hepsini de yakalamışlar, karakolda ifade veriyorlarmış… Yüzünü ve hırsızlık olayını duyunca muayene olmayı unuttum.

Ancak patronumla olan konuşmayı ve onun bana dayatmasını anlatmadan duramadım…

Hoca:

“Gerekirse ayrılırsın; gerekirse it işi de olsa yapacaksın! Çünkü itlerin arasından it olarak geldin. Dayan, korkma, bozulma…” dedi.

Oysa ben kendimde en küçük bir değişiklik göremiyorum.

Yeniden dükkana geldim. Karamaça ile Doğan Büyükbeşe de dükkanda idi. Vasıf Güllü ile birlikte yeniden bana akıl vermeye, yol göstermeye başladılar…

“Oradan ayrılamam. Gerekirse gazete, portakal satar, kundura boyacılığı yaparım… Ben orada yeni bir dünya görüşü buldum. Bu dünya görüşümü değiştiremem…”

Bunun üzerine üçü de:

“Sen bilirsin!” diyerek seslerini kestiler.

Ben ise işten atıldığım kanısında idim. Bu düşünce ile Vasıf Güllü’ye dönerek:

“Öyleyse bana izin… İzin verirseniz artık gideyim!.”

Vasıf Güllü gülerek:

“Soyun da işine bak!..” dedi.

Vasıf Güllü ertesi gün SSK kaydımı yaptırdı. Ben de kendisine dün olanları anlatınca, gülerek:

“O, dündü!” demesin mi?

Vasıf Güllü yine de olgun ve hoşgörüsü sahibi… Bu kadar çekişmeden sonra beni işe kabul ediyor… Öfkesini yenmesini bilen bir patron…

+

FARELER ve KİTAPLAR

 

30.11.1958 Amerikan Hastanesi Müdürü Mr Ayzli’nin evine davetli idik. Akşam üzeri gittik. Hoca ile şuradan buradan konuştular. Birer çay içtikten sonra Hocanın evinde döndük. Hocanın evinde  musiki çalışması yaptık.

Kadir hoca, “İyi usul vurduğumu!” söyledi, bu da beni sevindirdi.

Dersten sonra eşimi annesi evinden alıp evimize geldiğimizde kitaplara bir göz attım ki fareler kenarından kıyısından kemirmeye başlamış. Eğer kayınvalidemlerde iki üç daha kalmış olsa imişiz kitapların altından girip üstünden çıkacaklarmış… Yoksulluğun sonuçları bunlar, katlanacaksın işte…

+

İNÖNÜ GELİYOR

 

7.12.1958 Pazar. İnönü geliyor. Gaziantep işgal altında sanki. Her sokak başında çifter çifter polis… Polisler, sokaktan ana caddeye bir tek kişi dahi bırakmıyor. Peki bu CHP’liler İnönü’yü nasıl karşılayacaklar.

Ben, Şentepe’ye kadar, sanki evime gidermiş gibi, sakin ve yavaş adımlarla gittiğim için bana karışmadılar.  Ancak kenar mahalle sokaklarından fırlayanlar bostan aralarından ve bağlar içinden koşarak Şentepe’de toplanıyorlardı.

İnönü’yü Karşılayanlar çok fazla idi…

Bir ara İnönü’yü Mecit Barlas’ın evinin balkonunda gördüm Bir yurttaş bağırıyordu: “Kurbanım sana!” diye.

İnönü ise: “Varolun, bin yaşayın… Dağılın, gidin evinizde yatın!” dedikten sonra balkondan içeri girdi. Anlaşılan geceyi Mecit beyin evinde geçirecek…

+

Akşam Şefika teyzemlere gittik. Eşim Şefika teyzeme elbise dikiyordu, bitiremeyince geç kaldık ve zorunlu olarak orada yattık. Yüksel kardeşim de bizimle idi.

Eşimin gece yarısı sancısı tuttu. Beni uyutmadı…. İkide bir kısık sesle “Sabah ne zaman olacak yarabbi!” diye sızlanıyordu…

Bir de baktım Yüksel de yatağında sessizce ağlıyor. Nedeni sordum:

“Babamı düşümde ağlarken gördüm… Ben de onun için ağlıyorum!”…” dedi.

Gündüzüm, gecem, yakın çevrem hep böyle; ya sarhoş olur ağlar, ya da düş görür ağlar…  Ya da durup dururken ağlar…

+

8.12.1958 Baklava satışı çok erken bitince dükkanı kapatıp Tabakhaneye gittim. Kardeşim Hasan’ı kahvede kağıt oynarken gördüm. Onun kahvelerde oyalanması beni çok üzüyor. Ne yapalım ki dericilikten başka yapacağı bir iş  yok. Dönüp dolaşıp dericilik yapıyor. İş bitince de kahveye koşuyor… Gece yarılarına kadar kağıt oynuyor.

Vasıf Güllü,  hala Emin Kılıç Kale’ye gidip gelmemden rahatsız… Eğer  beni işten atarsa; benim de dönüp dolaşıp geleceğim yer burası; yani Tabakhane… Ya dericilik  ya da kilimcilik. Bu olasılık bile beni tedirgin etmeye yetiyor.

+

15.12.208 Geçen gün Yüksel’lerde idik.  Babam da vardı ve yine sarhoştu.

Yüksel’in kayınbabası babamla aramızı bulmak istedi. Babam da: “Gavurluğu terk etmeden onunla konuşmam!” diyerek ayrıldı. Emin Kılıç Kale’nin derslerine devam etmekle gavur oluyordum ona göre…

Vasıf Güllü,  babası Sait Güllü felç geçirdiği için dükkana uğramaz oldu.

Yine bu gün Amerikan Hastanesinde fıtık ameliyatı olan Ayzli’yi ziyarete gittik. Hiç belli etmiyordu; demek ki, fıtığı varmış.

Akşam üzeri de Talip, Mehmet Ali ve ben Kuşakçıbaşının evinde Saba makamındaki saz semaisine çalıştık. Kuşakçıbaşı ile ben Ney üfledik ve diğerleri de usul vurarak eseri okudular.

Bu musiki çalışmaları benim ruhsal rahatsızlığımı az da olsa gideriyor.

26 yaşına gelmişim hala cehalet içinde bocalıyorum. Cehalet içinde olduğumun ayrımına varmam beni huzursuz ediyor. Soydan gelme bir ruhsal rahatsızlık var ve ben bundan kurtulmaya çalışıyorum. Bu da cehaletten kaynaklanıyor. Bu cehalet yalnız ben de değil aile boyu bir cehalet içindeyiz.

Bu cehalet ruhsal bozukluğa neden oluyor. Herhangi bir kimsenin benden daha bilgili olmasına katlanamıyorum. Dinsel anlamda buna nefis denir işte. Ne var ki çevremdekilerin bakışlarından bile rahatsız oluyorum. Cehaletimin bilincinde olduğu için kendime güvenim de yok.

Kunduramın içine su geçiyor, ayaklarım buz kesiyor. Konu komşudan ateş dileniyoruz. Para yok ki kömür alıp yakasın… İşte ben böyle bir ruh yapısı içinde yeniden doğuş mücadelesi veriyorum.

+

16.12.1958 Kuşakçıbaşı ve Mehmet Ali’nin etkisinden kurtuldum sanıyorum. Bunların aşağılayan bir bakışları var, bakarken de gülümseyerek bakıyorlar. Sanki baktıkları kişileri aşağılıyorlar. Yoksa Bana mı öyle geliyor; bilmiyorum…

Onların bu bakışları artık beni eskisi kadar rahatsız etmiyor. Bu sonuca ulaşmak için dokuz aydır ruhsal bocalama içindeyim.

Şimdi kaldı diğerlerinin etkisinden kurtulma çabam…

Çevremdeki öğrencilerin beni geçmesinden korkuyorum. Bir şeyi benden daha önce öğrenirlerse benimle dalga geçeçekler sanıyorum. Musiki çalışmalarında sesleri bile beni rahatsız ediyor. Oysa onların beni rahatsız etme gibi bir niyetleri yok. Ne var ki bütün bunlara karşın korkuyorum.

Belki bu ruhsal rahatsızlığımı bir başkasına açıklasam biraz rahatlarım ama çevrem de güvenilecek bir kimse yok ki ona açılasın…

+

18.12.1958 Borç harç kötü mötü bir soba kurduk.

Vasıf Güllü, benim çok para aldığımı ve buna karşın benim borç harç içinde yaşamış olmama aklının ermediğini söyledi…

Kardeşim Hasan’ın yaşantısı çok kötü. Bu da beni mahvediyor. İmkanım olsa yardım ederim, yok ki…

Ben de çok kötüyüm. Bir sayfa kitap ya da gazete okusam kalbimin bir damarı kopmuş gibi ağrıyor…

Bir de dalağım şişmiş gibi geliyor bana. Ağrı da veriyor aynı zamanda. Bütün bunları Hocamız doktora anlattım.

“Asabiyet, dedi, diğerlerinde de var…” dedi.

Talip’in bana karşı kötü bir niyeti olmadığını da biliyorum. Biliyorum ama hislerime hakim olamıyorum ki… Tek dileğim bu rahatsızlıktan kurtulmaktı oldu.

Kuşakçıbaşı da benim bulunduğum durumda. Fikri de, zikri de o…

+

19.12.1958 Bu gün kendimi çok rahat hissediyorum. Kimse ile gereksiz konuşma yapmadım ve yolda ve derste kendime hakim olarak konuya karışmadım.

Günlük uğraşım çok yoğun.

Bu arada daha önce hissetmediğim bir rahatsızlık hissetmeye başladım: Nefes darlığı…

Artık Talip’ten rahatsız olmuyorum. Hiç bu kadar iyi olmamıştım. Sinirlerime hakim olabiliyorum. Nefisle mücadele etmek çok zor…

+

  1. Çok şükür Talip’in yüzüne bakabiliyorum. Daha daha, çok şükür, çok şükür, aman neler çektim ben…

Kuşakçıbaşılarda Hicaz Hümayun makamındaki saz semaisini okuduk.

Kayınvalidemle yine kapı kapı dolaşarak kiralık ev aradık.

İngilizce öğrenmeye de çalışıyoruz bu ara…

Hocam yüzünden bana olmaz hakareti yapan babamı Hoca’nın yanında görmeyeyim mi? Bun çok sevindim…

+

23.12.1958 Akşam üzeri parkta kardeşim Hasan’ı gördüm. Perişandı. Kardeşimin bu durumuna dayanamıyorum. İçimde tarif edilemeyecek bir acı duyuyorum. Onun işsizliği ve yoksulluğu beni çok rahatsız ediyor.

Eve döndüğümde babam sarhoş olarak geldi ve her zaman yaptığı gibi hepimize attı tuttu. Bunun hepsi yoksulluktan…

Talip rahatsızlığından kurtuluyorum. Öyle anlaşılıyor ki benden Kuşakçıbaşı’ya atladı.

+

25.12.1958 Kuşakçıbaşı ile Tinkönü’ndeki kahvede Talip hakkında epey atıp tuttuk.

Giyim tarzı konusunda eleştirdik ama boşa emek…

Saat beşte eşimin sancısı tuttuğu bildirildi. Nispeten kolay geçen bir doğumla saat 21.20’de bir kız çocuğumuz dünyaya geldi. Hasan kardeşim de adını Hayriye koydu.

Sabahleyin babama giderek:

“Evet, babamsın inkar etmiyorum. Ama bundan böyle evime sarhoş olarak geldiğin takdirde seni evimize kabul etmeyeceğim…”

Öfkelendi:

“Ne sarhoş ne de ayık evine gelmem!” dedi.

+

28.12.1958 Geçim sıkıntısının zorlukları her geçen gün kendisini hissettiriyor. Ev kirasını zorlukla çıkıştırıyorum. Bir bütçe yaparak yorganı ayağımıza göre uzatmamız gerekiyor.

Evimizin darlığı yüzünden lohusa olan eşimle birlikte yatmak zorunda kalıyorum. Bebek minnacık, belki bir kilo bile gelmez.  Güzel ve canlı duruyor. Kiracı olarak oturduğumuz tek odalı evimizin deliği deşiği çok. Bu deliklerden giren soğuk yüzünden ne kadar odun yaksak deliklerden giren soğuk yüzünden evi bir türlü ısıtamıyoruz.

Talip, Mehmet Ali ve Kuşakçıbaşı’dan olan ürküntüm geçti. Bu arada tamamen kurtulamadığımı da hissediyorum…

Akşam ders çok güzel oldu. Konuk olarak Akgün Aydeniz de vardı.

Bir yanlış hareketimizde dolayı Cumhur Yaşar ve ben ellişer kuruş cezaya çarptırıldık.

+

29.12.1958 Bebeğin kafasında bir delik ve yumurta büyüklüğünde   bir de şiş var. Şişliği elimle yokladığım zaman bulk bulk ediyor. Eşim bebeğin bu durumuna çok üzülerek ağlıyor. Ben de üzülüyorum ve diyorum ki: “Bu, sara gibi bir hastalığın başlangıcı ise yaşamasın daha iyi diyorum.”

Ama bebek canlı canlı memesini emiyor.

Hâla nefsin elinde bocalıyorum; ne zaman kurtulacağım bu nefsin elinden…

Odun kalmamış. Ev soğuk… Ev kirasını çıkıştıramıyorum. Doğum ve diğer ihtiyaçlar belimi büküyor ve beni derin derin düşündürüyor…

X

30.12.1958 Bebeği (Elçi’ni) Dr. Emin Elmacı’ya götürdük. Dr. Bebeği muayene ettikten sonra tarttı 2 kilo 100 gram geldi. Boyunu ölçtü 45 cm geldi. Normalde; boy, 47 cm, kilo ise 2,5 kilogram gelirmiş.

“Eksik doğmuş, iyi bakılırsa yaşar!” dedi.

Taksi, doktor, ilaç ve eve aldıklarımla 39 Tl tuttu.

Bir bütçe yaptım. Zorunlu giderlerimi ez aza indirdiğim halde ayda 58 lira borçlanıyorum. Yani bütçem açık veriyor…

+

1.1.1959 Vasıf Güllü yılbaşında harcamam için 50 lira verdi. Bu da bana bulunmuş gibi geldi. Bu ara ben de:

“Ücretimi de artırsanız!” dedim.

Güldü, “Sırası gelince kolay!” dedi.

Hâla sinirlerim bozuk. Yersiz bir korku içindeyim. Düşündükçe hasta ve çok perişan bir durumda olduğumu hissediyorum. Oysa ben böyle değildim. Ne zaman ki Musikide Hayat Derslerine intisap ettim, böyle oldum…

İyi bir insan olmak için ne mümkünse yapacağım ve bu rahatsızlıklara katlanacağım. Şu an geçmiş günlerime göre biraz daha iyiyim; ama, tamamen iyileşmiş sayılmam. Ney üflemeye devam…

+

2.1.1959 Hâla nefsin esiriyim. Hâla olayları abartıyorum ve sıkışınca yalan da söyleyebiliyorum. Sonra da bu yaptıklarımdan utanıyorum.

Bütün bu çabalamalar, yorulmalar; sonradan söylediğim sözlerden duyduğum pişmanlıklar ve acılar hep göze çarpmak ve kendimi kanıtlamak çabasından başka bir şey değil. İşte ben bu hallerimden kurtulmak istiyorum.

Eve geldiğimde loğusa olan eşimin yokluktan mandalina ile ekmek yediğini görünce çılgına döndüm. Yaşım 27 olmuş. Hâla bir baltaya sap olamamışım. Ne mesleğim var, ne tahsilim, ne itibarım var…

+

4.1.1959 Sinirlerim çok kötü. Durduğum yerde tik tik irkiliyorum.

Kuşakçıbaşının evinde musiki çalışması yaptık.

Bu gün Talip’e kendisinden ürktüğümü anlattım.

Kimsenin benden daha ileri geçmesine tahammül edemiyorum. Mesala Talip, musikide beni geçerse diye korkuyorum. Talip’ten daha geride olmaya tahammül edemiyorum. Bu da kıskançlığın bir türlüsü. Ne kadar ayıp değil mi? İşte böylesine bir ruhsal rahatsızlıktan bir türlü kurtulamıyorum.

Duydum ki babam yine içmiş ve kendinden geçmiş. Bu arada yatağına kusmuş, sarhoş değil mi kusar da, sıçar da. Ne hal bu hal, kendi derdine mi yanarsın, ailenin derdine mi yanarsın.

Yoksulluk ve cehalet içinde bocalayıp duruyorum. Eşim aile bütçemize katkıda bulunmak için dikiş dikiyor loğusa halinde.

Eşim bebeği belerken; bebeğin kafasındaki yumruk gibi şişliği görüyor. Bebeğin boynundaki şişlik de ulmuş ve delinmiş. Eşim bebeği belerken kendi kendine söylenip ağlıyordu:

“Sağ ayağı da sol ayağından kısa mı ne? Yarabbi niçin böyle verdin? Dayanamıyorum işte!”

Babam öyle, kardeşim başka türlü sıkıntı içinde, eşim sızlanır, ben ise bu çıkmazdan nasıl kurtulacağım diye gece gündüz düşünüp duruyorum…

+

5.1.1959  Bebek bu gün iyice hastalandı; ağlayamıyor bile, inliyor.

Benim ise sinirlerim bozuk, hâla zavallı ve çaresizim.

+

6.1.1959 Bebeği ikinci olarak aynı doktora, Emin Elmacı’ya, götürdük. Ulmuş deresini makasla keserek tuz serpti yaranın üstüne.

Baklava satışı geç bitti. Geç vakit yemek yediğim için de hazımsızlık çektim.

+

8.1.1959 Ayrı ev tuttuğumuzdan bu yana 1 kg zeytin yağı alacak parayı çıkıştıramıyorum. Bir de baktım kardeşim Hasan bir şişe zeytinyağı almış gelmiş. O kadar sevindik ki.. Artık okuyamıyorum da sinirlerimin bozukluğundan…

+

10.1.1959 Bende bir hal var. Niçin her zaman huzursuzluk içinde olmamalıyım. Sorunun özü anlaşılıyor. Sorun Kuşakçıbaşı, Talip ve Mehmet Ali değil. Benim kendimi çok büyük görmem. İstiyorum ki bu arkadaşlarla diyalog kurayım; ama onlar benimle konuşmaya bile yanaşmıyorlar. Ben kendilerini kazanmak istiyorum; onlar beni itiyorlar.

Kültür konusunda onlardan geri kalma korkusu beni bitiriyor.

Bu ara onların bana karşı kötü duyguları olduğunu da sanmıyorum. Bu benim cahilliğimden…

Günlerim kuşku ve tereddüt içinde geçiyor. Güzelim günlerimi kendime zehir ediyorum. Yoksulluk, yoksunluk bir yandan, cahillik bir yandan, geçim darlığı bir yandan…

Yeni Çığır’daki davranışlarımı kontrol altına almalıyım. Yersiz davranışlarda ve konuşmalarda bulununca rahatsız oluyorum.

Aşağılık duygusu beni yiyip bitiriyor. Kendi kusurlarımla uğraşacağıma başkaların hakkımda ne deyeceği konusu ile kendimi yitiriyorum.

Bebeğin hastalığı devam ediyor. Bütün bedeni yer yer kabarıklıklar içinde. Yaralarında iltihap görünüyor. Eşim de buna üzülüp ağlıyor.

Geceleri böbreklerim yüzünden iki tarafım da sancıyor.

+

13.1.1959 Bebek bu gün, doğduğundan bu yana en rahat gününü yaşıyor. Demek ki iyileşiyor…

Eşimle biraz atıştıksa da akşamüzeri ikimizde dargınlığımızı unutmuşuz.

Baldırımdaki çıban yeniden çıkmaya başladı ve bu çıban da beni çok rahatsız ediyor.

Üzerimdeki yükün ağırlığından kurtulmak istiyorum. Gazetelere ve kitaplara verdiğim paralar bütçemi zorluyor.

Düşünmek; bol bol düşünmek ihtiyacı hissediyorum. Düşünmek öyle tatlı ki…

Eşimi, dişini fırçalarken gördüm ve buna da çok sevindim

+

14.1.1959 En sonunda Yükselleri bize çağırdık. Yemekten sonra kendilerine tatlı yanında meyve de ikram ettik. Ancak bu arada Yüksel’in kaynanası rahatsızlık geçirdi.

Baldırımdaki yara beni rahatsız edecek duruma geldi. Bu nedenle SSK’ya gittim. Bilmem kaçıncı kere yaramı yardılar. Doğan (Yüksel’in eşi) çok yakınlık gösterdi…

+

19.1.1959 Eşim idaresi en kolay bir kadındır. Ne var ki eşimin istediği gibi hareket edemiyorum. Oysa benim eşim eşi bulunmaz bir kişidir. Dünyada bir tanedir. Bu gerçeği hiçbir zaman unutmamak gerek. Bu nedenle onu incitmemeye çalışmalıyım. Ruhsal bunalımım, huzursuzluğum onu da rahatsız ediyor.

Ben çaresiz, zavallı bir kişiyim…

+

23.1.1959 Derste idik. Sinirlerim çok bozuktu. Halâ içimde bir huzursuzluk var. Ben ilgi görmek istiyorum, onu da göremeyince üzülüyorum. Bu durum gösteriyorum ki ben çok rahatsızım. Kuşkular ve vehimler içinde bocalayıp duruyorum. Bir kelime ile tedavisi olmayan bir  rahatsızlık geçiriyorum.

+

28.1.1959 Teknik Ziraat Müdürlüğünde açık bulunan bir iş için yaptığım başvuru kabul olundu. Sınava girdimse de kazanamadım. Sorulan soru çok basitti. Şöyle ki: Boyu 500, eni 225 metre olan kare biçimindeki bir tarlanın metrekaresine 30 gram tohum hesabiyle ne kadar tohum gerekir. Ne kadar basit değil mi? 112,5 kilo çıkartmayayım mı? Çok utanıyorum ve kendimde iğreniyorum. Bu kadar da cahillik olur mu?

+

1.2.1959 Günlerdir birazcık huzur ihtiyacı hissediyorum. İşte bütün meselenin esası bence bu. Benim derdimin ilacı, devası işte budur: Huzur…

Ben en büyük hakimden huzur ve sabır istiyorum. Çünkü derdim huzursuzluktur. Bunun için de sabırlı olmak gerekir…

Ailevi durumun ekonomik bakımdan da bozuk. Bir türlü düzeltemedik şu ekonomik durumumuzu.

Kardeşim Hasan Halil Ertay’la ortak dericilik yapacak. Ama bunların ortak olarak bu işi sürdürmeleri çok zor…

+

3.2.1959 Maarif Müdürlüğüne iş için başvurdum.

+

5.2.1959 Kuşakçıbaşı yine gözünü bize dikti. Bizim de Emin Kılıç’ın öğrencisi olduğumuzu bir türlü kabul etmiyor. Kuşakçının bu davranışına sinirleniyorum. Sinirlenmeyi de kendime yakıştıramıyorum. Nefsime uyup sinirlendiğim iç in de kendime kızıyorum… Bizim ayağımızı Hoca’dan kaydırmak istiyor.

+

6.2.1959 Kuşakçıbaşı’ya; “Yaptığının iyi olmadığını, kendisinden bu davranışları beklemediğimizu sert bir biçimde söyledim. Talip de vardı yanımızda. Talip’le aramız düzeliyor. Şu nefisten bir kurtulabilsek, işte bütün mesele bu…

Derste,  arkadaşların hepsinin elini öptüm. Böylece nefsimin kırmış oluyoruz. Bu günden itibaren Kuşakçıbaşı’nın etkisinden kurtulmaya çalışacağım. Kendisi ile takışmayacağım, dediklerini de yapacağım.

Ailecek çok perişanız…

+

9.2.1959 Yüksel kardeşimin aile sorununu çözümlemek için Yüksellere gittik. Yüksel orada çok kötü bir durumda. Mutlu olmadığı belli… Ne var ki ben ekonomik bakımdan da aciz durumdayım. Ruhsal durumuma gelince ekonomik durumumdan daha berbat…

Küçük azı dişimi çektirdim. Bu yaşta dişlerim çürümeye başladı. Arka arkaya çektirip duruyorum.

+

BALTASINA SAP OLAMAMIŞ BİR BALTA, YERİN DİBİNE BATA…

 

11.2.1959 Aysel kardeşim anneannemle birlikte İstanbul’dan döndüler.  Sözde Diş doktoru Dayım Kerim Öztemir; anneanneme bakacaktı; Aysel’i de fakültede okutacaktı. İkisine de huzur vermemiş; her işlerine karışmış… Aslında o, kendisinden başkasından rahatsız olan bir tip. Yalnız yaşamaya alışmış… Evlenmedi bile…

Aysel kardeşimle ailemizin durumu hakkında görüştük. Aysel liseyi bitirmişti. Kısa bir dönem öğretmenlik eğitimi görüp öğretmenliğe başlayacaktı. Ailemizde en yük öğrenimli olan Aysel olmuştu. Lise’yi bitirmişti. Ben ise 27 yaşındayım; ortaokul 1’den terk…

Ortaokul 1’deki arkadaşlarım; mimar olmuş, mühendis, avukat olmuş dönmüş. Ben ise kentin merkezinde bulunan Suburcu caddesindeki baklavacı dükkanında tezgahtarlık yapıyorum. Mimar, mühendis, avukat olmuş okul arkadaşlarımı görüne yerin dibine batıyorum. Ne babama, ne Hasan kardeşime, babaanneme, ne de anneanneme yardımcı olabiliyorum. Oysa arkadaşlarım gibi mimar, mühendis, avukat olsaydım onların hepsine yardımım olurdu. Bu kış günlerinde babaannemle anneannemin ayaklarına bir yün çorap alıp veremiyorum. Ceplerine bir harçlık koyamıyorum. Yerin dibine batsın benim gibi hayırsız evlat…

+

16.2.1959 Aysel’le Teyzemlerin evine gittik. Orada bulunan Adil Dayımla barıştık. Bilindiği gibi Emin kılıç Kale’ye gittiğim için beni yeğenlikten atmıştı.

Bu arada Aysel’le anneannem tartıştılar. Kerim dayımın kendisine karışmasını bir türlü hazmedemiyor Aysel. Nenem da Kerim Dayıma hak vermeye kalkışınca aralarında tartışma oldu… Aysel bağımsızlığına düşkün bir kız. Kimsenin müdahalesine tahammül edemiyor. Yahu! İstanbul gibi bir yerde liseye giden bir genç kız elbette istediği arkadaşla konuşacak. Bu onun en doğal hakkı!…

+

GERÇEK YOLCUSU

 

17.2.1959 Akşam üzeri babam evimize geldi. Zil zurna sarhoştu. Hep böyle yapardı. Bana çıkışıp darılacağı zaman içki içerdi. İçkiden güç kuvvet alırdı bana darılmak için.

Başladı konuşmaya, atıp tutmaya:

-Sen dinsizin tekisin!..

Ne deyeceğimi şaşırdım. Beni dinsiz olarak suçlayan babam…

-Dinsiz oldum da ne yaptım?

Daha sözümü bitirmeden:

-Bir de bana karşı geliyor, dinsizliğimi ispat et! diyor. İspata gerek var mı? Emin Kılıç Kale’ye gidip gelmiyor musun? Sen dinden imandan çıkmışsın…

Babamdı, bir yandan da acıyordum. İnsan babasının bu duruma düşmesine üzülmez mi?

-Getir Kuran-ı Kerim’i… Müslüman olduğuma dair yemin edeyim…

-Yok olmaz! Yeminle olmaz… Muhakkak bu Emin Kılıç’a gidip gelmeyi terk edeceksin.. Emin Kılıç Kale’nin derslerine gittiğin takdirde; seni evlatlıktan sileceğim.. Senin dinsizliğini el aleme yayacağım….

Gerçekten benim dinsizliğimi ilan eden ilk kişi babamdı. İçip içip her önüne gelene: “Benim Emin Kılıç Kale’ye gidip geldiğimi, onun öğrencisi olduğumu, dinden imandan çıktığımı…” söylediği kulağıma geliyordu.

Oysa ben dinden çıkmışım da ne yapmışım. Zaten bu yaşa (27) gelinceye kadar ne namaz kılmışım, ne oruç tutmuşum… Fark eden bir şey yok ki… Fark eden  şeyler de var. Emin Kılıç’a gitmeden önce içki, sigara içerdim; şimdi içkiyi de sigarayı da bırakmış durumdayım.

-Olsun, diyor babam, yine içki iç, yine sigara iç ama bu Emin Kılıç’a gitme!..

Beni dinsiz diye suçlarken  hüngür hüngür ağlıyordu. İki de bir; Emin Kılıç’ın derslerine gitmememi, bazen ağlayarak, bazen yalvararak, bazen da zorlayarak söyleyip duruyordu.

Saatlerce, ağladı, dövünüp durdu. Sanki deli olmuştu. Babamın bu duruma düşmesine neden olduğum için kendime acıyordum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir yanda söz (ikrar) verdiğim hocam bir yanda da gerçekten çok sevdiğim babam.

Babam benim tekamülümü önlemeye, beni eski bilinçsiz ve sorumsuz yaşamıma döndürmeye çalışıyordu ve bu da bana çok ağır geliyordu. Benim tekamülümü önlemeye çalışan Dr. Emin Kılıç Kale de olsa; ona bile karşı gelirdi. Esas olan insanın tekâmülüdür…

Bana olan öfkesinden ötürü babam öylesine kendinden geçiyordu ki beni dövmek üzere birkaç kere ayağa kalkıp oturdu. Bu durumumuza  eşim bakıp duruyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir durumda bizi izliyordu. Bir keresinde beni itti. Az daha bebeğin (Elçin’in) üzerine düşecektim.

Babamın bu baskılarına dayanamıyordum. Zaten ruh sağlığım bozuk. Parasal durumum bozuk. Mutfağı, banyosu, salonu, yatak odası aynı olan bir odalı evde oturuyorduk.

Bilgisizliğim ve bilenleri kıskançlığım ise had safhadaydı. İçinde bulunduğum bu durum normal ruh hali sayılmazdı. Bütün bunların üstüne baban; sarhoş olarak gelsin, seni dövmeye kalksın, dövmeye kıyamadığı için de karşında ağlayıp, dövünüp dursun, kendisini yerden yere atsın…

Bu görüntü tam bir dram… Bir evlat babasının bu duruma düşmesine neden olur mu?.. Nedir bu baba ile oğul arasındaki çatışma?..

Ben yeni bir dünya görüşü arıyordum; babam ise ortaçağın kurallarını, din-iman adına, bana dayatmaya kalkıyordu. Babam hatırına yeni yeni ayrımına vardığım gerçeklerden kopmalı mıydım?..

Babamın beni dövmeye kalkmasını, ağlayıp dövünmesini izlerken aklıma İncil’den şu ayetler geliyordu.

İncil. Matta:  

34 “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim. (Burada kılıçtan amaç: Görüş ayrılığıdır…

35 Çünkü ben babayla oğulun, anneyle kızın, gelinle kaynananın arasına ayrılık sokmaya geldim.

36 ‘İnsanın düşmanı kendi ev halkı olacaktır.’

37 Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir. Oğlunu ya da kızını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir.”

Gerçekten de bana düşman olan kendi ev halkımdı… Babamdı… Bu durum dayanılmazdı… Ama gerçek yolcusu bu durumu göze almalıydı…

Bu ayetlerde sözü geçen “bana layık değildir” sözlerinin karşılığı “Gerçek sevgisidir” Din ilminde gerçek saygısına, gerçek sevgisine Tanrı denir.

Davâ, Emin Kılıç Kale’ye gidip gelme değildi… Davâ, gerçeğe (Tanrı’ya) erişme çabasıydı…  Bu da baba hatırına terk edilemezdi… Çünkü din ilminde yazılmıştır. Tanrı (normal insanın  sağduyusu) şöyle der: “Başkasını benden ziyade seven bana layık değildir!” Bu Kuran’ın birçok ayetinde geçer…

Şimdi benim; babam ağlıyor, üzülüyor diye Tanrı’yı (Gerçeği, olması gerekeni…) tepelemem mi gerekir? Yoksa bu gerçek saygım, sevgim, nedeniyle yoluma devam etmem mi gerekir?

Yaa işte böyle Tanrı (Gerçek) aşkına neler çektik biz. Bu Tanrı (Gerçek) aşkı yüzünden adımız halâ ve halâ dinsiz… Hayri Balta, 17.2.1959

X

Sevgili Ustam: Eren Bilge (Avukat Hayri Balta)

“GERÇEK YOLCUSU” başlıklı iletini soluk almadan okudum. Babaları, oğulları düşündüm sonra.

Sizin babanızı yakından tanıma şansını elde edenlerden olduğumu sanıyordum. Senin yazdıklarını okudukça yanıldığımı anlıyorum. Bizim yanımızda evlatlarına sevgiyle hatta saygıyla dolu bir insan görünümünde olmuştu hep.

Yazdığın gibi davranmasının nedeni çok açık. O, kendi aklınca senin öbür dünyanın cehenneminde yanmanı istemiyor, seni kurtarmaya çalışıyor.

Bu, şartlandırılmış cahil baba modelidir. Eğer seni gerçekten seviyor olsaydı, bu dünyanın cehenneminde çoluk çocuğunla birlikte yanmana göz yummazdı.

Belki yoksul bir insandı o. Sizi bu dünyanın cehenneminden; yoksulluktan, sefaletten kurtaracak maddi gücü yoktu. Ama her gece içebilecek kadar para bulabiliyordu. Bir gün, daha içmeye başlamadan önce kendi kendisiyle şöyle bir hesaplaşma yapabilirdi:

“Emin Kılıç kâfirine giden benim oğlumdur. Onun bu günahı işlemesinde torunlarımın ne günahı var? Haydi, bu gün içki içmeyeyim. İçkiye vereceğim parayla torunlarıma bir kilo elma, şeftali, portakal alıp götüreyim…”

Bunları hiç bir zaman düşünemeyen insanın ne bu dünya sevgisine inanırım, ne de ahret kaygısına…

Hepimizin babalarının da evlatlarına karşı kusurları vardır. Bu kusurların tümü cehaletten kaynaklanmaktadır. Hepimiz de ne çektiysek babalarımızın cehlinden çektik. Benim babamın dinle alış-verişi yoktu. Ama politik davranır, kimi zaman cuma namazlarına bile giderdi. Hatta bir defasında yüklüce bir miktarda paraya kıyıp Mehmet Paşa Camisinin şerefelerinden birini satın almıştı. Onun kusuru kuşağıyla ilgiliydi.

Ne güzel söylemiş söyleten. Her koyun kendi bacağından asılır. Var olduğuna kişisel olarak inanmadığım cehennem azabından bizleri kurtarmak için babalarımızın bizi, bizim de çocuklarımızı kurtarma çabalarımız hak değildir.

Sevgiyle, saygıyla büyük ustam.

FEV, 12.9.2008

X

YOKSULLUK ve CEHALET İÇİNDE BİR YAŞAM

 

Bir aile düşünün ki sıfırın altında 6 derecede soğukta; evinde odun, kömür adına bir şey bulunmaya. Ev kirasını, elektrik ve su parasını ödeyememiş buluna. Tanıdıklarına, dost ve akrabalarına 600 lirayı aşkın borçlu buluna. Aldığı aylık ücret de 200 lira ola. Yani aylık ücretinin üç katı borç altında kıvrana. Çalıştığı işyeri de Vasıf Güllü’nün baklavacı dükkanında tezgahtarlık ola…

Üstelik evinde ağza atacak bir şey bulunmaya. Bulgur, simit gibi zorunlu malzemelerin tanesi bile yok… İki aylık bebeği için süt tozu bile alamıyor…

Hiç böyle bir aile reisi Menderes’in geçirdiği uçak kazasında ölmesini ister mi? Niçin istemez? Kendisinden hesap sormak için. Hiç olmazsa yakasına yapışıp: “Nedir bu halimiz?”  demek için…

İyi ki ölmedi şu uçak kazasında. Ölseydi uçak kazasında bir şehit, bir kahraman olacaktı…

+

Ben ailecek bu durumda yaşarken kız kardeşim Aysel’in okuldaki rahat davranışı başta okul müdürü olmak üzere; dayıma ve diğer akrabalarıma batmakta.  Neymiş de okuldaki erkek arkadaşları ile konuşuyormuş.

Yahu sen hem kızı erkeği bir arada okutacaksın. Hem de bunlara birbirinizle konuşma deyeceksin. Bu doğa yasasına aykırı. Elbette konuşacak.

Okul müdürü beni çağırdı. “Kız kardeşinin erkek arkadaşları var; bu, diğer kızlara kötü örnek oluyor…”

Ne deyeceksin bu kafadaki bir bayana. Bir de müdür olmuş başıma. Anlaşılan o ki bu müdirenin  gençliğinde erkek arkadaşı olmamış.  Çok da istediği halde erkeklere bakıp durmuş. Şimdi de genç erkeklerle konuşan kızları kıskanıyor. Kendi yaşamadığını şimdiki kızlara da yaşatmamak istiyor.  Ne olurmuş kız kardeşim erkek arkadaşları ile konuşursa, şakalaşırsa.  Elbette konuşacak, elbette şakalaşacak… Eğer normal bir yapıda ise…

Adil dayımı da doldurmuşlar…

“Ne olacak bu Aysel’in hali?” diyor.

Ne olacak, hiç bir şey olmayacak…

Gerek okul müdiresine ve gerekse Adil Dayıma, Aysel için kefil oldum.

“Aysel, aklı başında, ne yaptığını bilen bir kızdır. Erkeklerle konuşmasına gelince bu da normaldir, olağandır. Ben Aysel’e her bakımdan kefilim.” dedim.

Ya işte böyle… Bu kadar yoksulluk içinde yaşayasın; bir de çevremdekilerin cehaleti ile uğraşasın… 20.2.1959

+

Bütün bu kara günler yaşandı ha Ustam?..

Daha bir de kalkıp, “Neden solcusun, neden halktan yanasın?” diye sorarlar utanmadan.

Bugün da var aynı acıları yaşayanlar. Aynı acılardan geçmeyenler anlayabilir mi onları?

1959’dan 2008’e uzanan bir yolda 49 yıl, nerdeyse ortalama bir insan ömrü boyunca hem ekonomik sorunlarla hem de kara düzeni savunan duyarsız çıkarcılarla savaş…

Böyle bir insanın önünde nasıl eğilmem saygıyla?

FEV, 5.10.2008

+

21.2.1959: Akşam derste bir Amerikalı vardı. Beş kere türlü pozda fotoğraflarımızı çekti. Anlaşılan Amerika’ya gittiğinde bizleri göstererek: “Bakınız, Türkiye’nin Gaziantep’inde bizi sevenler bunlar!” diyecek. Kendi kendine övünme payı çıkarak. Oysa bizim Hıristiyanlıkla bir ilgimiz yok. İlgimiz dini konuları incelemek, araştırmak.

Üzerimde belki beş aydır göremediğim yorgunluk var. Bu vaziyette şehvetin tutsağı olmakta devam ediyorum.

+

24.2 1959: Hocanın evinin tam yanından kiralık bir ev tutmaya uğraşıyoruz.

Cumhur Beye yemek vermeye, evimizde hiçbir şey bulunmaması yüzünden, bir süre ara vermek zorunda kaldık.

Yeni Çığır mensuplarına karşı beraat kağıtlı hareket etmenin gereğine inanıyorum. Çünkü kusurumu bulur bulmaz beni küçük düşürüyorlar.

Eşimle yataklarımızı ayırdık. Eskiye oranla uykudan daha rahat kalkıyorum.

+

28.2.1959: Halâ huzursuzum. Huzursuzluğum geçti sanıyordum; geçmemiş, halâ kimi arkadaşlardan rahatsız oluyorum.

Akşam derse girdiğimde Ekrem Güzelhan ve Ekrem Tosunoğlu’nun içerde görünce bende ruhsal bir sarsıntı oldu.

Sonra Talip Güzelhan’ın defterini getirmiş olması; hele sehpaya koyup da okuması, benim deftere dikkatle bakmam ve defteri temiz görmem üzerine eski kıskançlık duygularım uyandı.

Sanki ben;Talip,  usul vuramaz, nota yazamaz, saz çalamaz demişim de bunlardan birini görünce yalan söylemiş gibi oluyorum. Demek ki, kıskançlık illetinden kurtulamamışım halâ.

Bunların benden ileri olmasına tahammül edemiyorum. Bu kıskançlık huyumdan da rahatsız oluyorum.

Ey nefis, ey şeytan ben böyle olacak bir adam mıyım? Saz da çalabilirler, nota da yazabilirler, usul da vurabilirler, Hoca’nın gözüne de girebilirler… Benim mertebem onlardan aşağı da olabilir. Ne var bunda. Doğru olan benim kendi kusurlarımı görmek, kendi kusurlarımdan arınmaktır.

Hocanın gözüne girmek, hepsinden üstün olmak, onlardan daha iyi bilmek düşüncesi sağlıklı bir düşünce değildir. Ey Balta, bunu böylece bilesin, kendini bilesin, haddini bilesin…

Bu kıskançlık durumundan kurtulamadığım için kendimden utanıyorum.

Naciye bacının evine taşındık. Aylık 60 lira. Buraya taşınmadan önce Hoca’nın kapı komşusu bir eve taşınacaktım. Burası kısmet oldu.

Bir adet masa, bir tane de gece lambası aldım. Artık oturup yazı yazacak bir masam var.

+

1.3.1959: Akşamüzeri kardeşim Hasan geldi. Yediği yemekten zehirlenmiş. Çok acı çekiyor. Kustu, kustu, kustu… O kustu, ben ağladım… O kustu ben ağladım. O kustu ben ağladım…

Kustukça rahatladı, doktora götürmeye gerek görmedim.

İçinde bulunduğumuz durum çok acı… Kim bilir nerede ne yedi. Evde ana olmazsa…

Dayanılır gibi değil. İşsizlik, yoksulluk, parasızlık…

Durumu Hoca’ya anlattım. “Eş ayrı, cin ayrı!” demesin mi?

Bu nasıl acımasızlık. İnsan kardeşinin durumuna acımasın mı?

+

6.3.1959: Cumhur bey, Körler okulunda açık bir yer olduğunu; derhal başvurmam gerektiğini söyledi. Ne oldu bilmiyorum, Körler Okulu’na iş için başvuruda bulunmadım.

Cumhur Bey, bu durumu öğrenince: “Kendi düşen ağlamaz!” dedi. Sinirlendi ve arkasını dönüp gitti…

+

8.3.1959: Hâlâ benlik davasından, herkesi geçmek sevdasındayım. Geri kalmış olmaya dayanamıyorum.

Kuşakçıbaşı’nın etkisinden muhakkak ve muhakkak kurtulmalıyım.  Yalnız Kuşakçıbaşı’nın mı, diğerlerinin de etkisinden kurtulmalıyım. İstedikleri kadar beni aşağılamak için arkamda dönüp dursunlar…

Ancak ben de onları bana söz sahibi etmemeliyim. Onlara söz söyleme hakkı vermemeliyim. Örneğin; Sorulmadan yanıt vermemeliyim.. Buna Hoca ile konuşurken de dikkat etmeliyim.

Hoca ile konurken gayet rahat konuşmam gerek. İnsan Hoca gibi bir adamın karısında duygu ve düşüncelerini rahatça ifade edemezse neye yarar. Bu da; yerinde ve gerektiğinde konuşmakla olur. Bir de dikkatli konuşmam gerekiyor. En küçük bir yanlışta insanın üstüne atlıyorlar. Ceza kesiyorlar. Bu da bana ağır geliyor.

En önemlisi de Yeni Çığır’ın koşullarına uymam gerekiyor. Aksi takdirde ağır şekilde eleştiriliyorum.

Yeni Çığır’ın ilkelerine ve kurallarına uymalıyım. Haramdan, yalandan, israftan ve dilencilikten (misyonerlikten) kaçınarak beraat kağıtlı yaşamaya çalışmalıyım…

+

9.3.1959: Babamın davetlisi olarak evine gittik. Masrafı benden olmak üzere kadayıf  pişirdi babam bize. Güzel, neşeli bir gün geçirdik.

Ben, Hocanın öğrencisi olarak gerekçeli söz ve davranışlarıma çok dikkat etmeliyim. En önemlisi çok cahil bir adam olduğumu unutmamalıyım ve bu cahillikten kurtulmak için kendimi yetiştirmeliyim.

Çok şükür, gün geçtikçe iyileşiyorum. Her geçen gün, daha iyi olmama yardım ediyor.

Ancak dikkat etmem gereken bir husus daha var. Eşimin derslerime, davranışlarıma  daha doğrusu hedefime müdahale etmesine izin vermemeliyim. Ona karşı çok dikkatli davranmalıyım. Şikayetine meydan vermemeliyim. Ben yapılması gerekeni yapıyorum, kendimi yetiştirmek ve ailemi bu yoksulluktan kurtarmak istiyorum. Bunun için de yapılan eleştiriler yüzünden amacımdan sapmamalıyım. 9.3.1959

+

12.3.1959: Kendimi çok cahil hissediyorum. Kafam durmuş sanki.

+

16.3.1959: Bu gün şu anlayışa vardım ki “Ben hâlâ hamlıktan kurtulamamışım!” Kendi kendime karar alıyorum: “Bu alem-i şuhutça hareketlerimden vazgeçmeliyim!”

+

17.3.1959: Kendimde hâlâ çok aşağılık hisler ve istekler bulunduğunu hissediyorum. Nefs-i ayak altına alabilmek için muhakkak ve muhakkak Hoca’ya itaat etmek zorunluluğu var. Hoca’nın yolundan şaşmamak ve sadakatte devam etmek gerekiyor.

+

23.3.1959: Cumhur Bey’den 100 lira ödünç aldım. Çarşamba’ya da 400 lira daha verecek. Bu 500 lirayı elimizde sermaye olarak kullanacağız. Bu para ile ilk olarak mezattan boyayıp satmak üzere meşin aldık.

+

27.3.1959: Eve geldim ki Yüksel küsmüş gelmiş. Sanki sorunlarım azmış gibi bir de bu çıtı…

Akşam müzakerede para yüzünden tartışma çıktı. Nasıl oldu bilmiyorum beni kızdırdılar.

Cumhur Bey bana:

“Siz sinirlisiniz!” dedi.

+

28.3.1959: Artık dericilik yapıyorum. Yeniden Tabakhane’ye döndüm. Ben, kardeşim ve Hail üç ortak deri boyacılığı yapıyoruz. Çalışırsak geçimimizi sağlayacak kadar elimize para geçecek…

Bu arada Babaannemin dükkanını seneliği 200 liradan kiraladık.

Akam eve geldiğimde eşimi hasta olarak buldum. Bereket doktorluk bir durumu yok…

+

30.3.1959: Kuşakçıbaşı beni gözüne almış. Beni Hoca’nın topluluğundan kaçırmak istiyor. Bunda da büyük oranda başarı gösteriyor. Çünkü onun beni kışkırtıcı davranışlarından çok rahatsız oluyorum,

Bu nedenle Cumhur Bey’in dediği gibi hemen sinirleniyorum. O da, ben sinirlendikçe keyifleniyor. Bu sinirlenmenin de nefisten olduğunu biliyorum. Çünkü ben hâlâ nefsin esiriyim.

Ortağımız Halil bizim topluluktan ayrıldı.

+

4.4.1959: Müthiş şekilde sinirlerim bozuk. Ben bunu yine nefse bağlıyorum. İçinde bulunduğum koşullar beni yıpratıyor. Yeniden doğuş çabası böylesine mi zor olurmuş…

+

13.4.1959: Hâlâ yalan söyleyebiliyorum. Başkası tarafından beğenilip beğenilmediğimi merak ediyorum. En kötüsü Kuşakçıbaşı’nın etkisinden hala kurtulamamış olmalıyım ki gördüğün an bende bir irkilme oluyor. Takıntı haline geldi bu. Ama bu da geçecek. Şuna seviniyorum ki Talip ve Mehmet Ali’nin etkisinden kurtuldum.

+

9.3.1959: Hocaya devamım bir seneye yaklaştı hemen hemen… Bir yıl geçmesine karşın ihmalkarlık bende, sıkışırsam yalan söylemek bende, ihmalkarlık ve tembellik bende. Hele irademi hiç mi hiç kullanamıyorum. Dersleri de ihmal etmişim. Bir Saba makamında “Do” perdesini bile unutmuşum. İçinde bulunduğum ve yaşadığım koşullar beni aptallaştırıyor… Yeniden doğuş çabaları bunlar, dayanmam gerek…

+

15.3.1959: Vasıf Güllü (İşverenim…) bana şart koştu:

“Ya Pazar günleri de çalışırsın; ya da işi bırakıp gidersin!”

Ben de pazar günleri çalışamayacağımı söyleyerek hemen işten ayrıldım.

İşten çıktıktan sonra doğru Tabakhane gittim. Başka nereye gidebilirdim, ne yapabilirdim. Durumu kardeşime ve ortağı Halil’e anlattım. Halil bana:

“Şu andan itibaren ortağımızsın!” dedi…

Sonra Hoca’ya giderek durumu anlattım. Hoca da İngilizce dersinde durumu öğrencilere açıkladı. “Bütün bunlar bir hikmetten ibarettir! Ders almak lazım!” dedi.

ORTAKLIK SÖZLEŞMESİ

 

24.5.1959: Ben, kardeşim Hasan ve Halil adlı arkadaş bir ortaklık koruyorum. İşte ortaklık sözleşmemiz:

  1. 000 Tl nakit sermaye,
  2. Kar üçe bölünecek. Sermaye arttığı takdirde kâr payı yeniden ayarlanacak.
  3. Kazanç her ay tespit edilecek… Taraflar istediği takdirde payına düşeni alacak. İstemediği takdirde sermayeye ilave edilecek…
  4. Alım satım konusunda her zaman istişare yapılacaktır.
  5. Ortaklık taraflar arasında 2 yıl mecburudur.

Çok geçmeden taraflar arasında huzursuzluk başladı. En çok da ben suçlanıyorum…

Ortaklığa ilgisiz kalıyormuşum.

Ortaklık durumunun iyi gitmediğini

Kazancımızın işçi yevmiyesini bile karşılayamayacağını

Kazancın az, masrafın çok olduğunu söylemiyormuşum…

Yine ortak bir karar varıyoruz:

  1. Bu dükkanın kazancı ancak bir kişiye yeter,
  2. Bu dükkan ancak günde 10 lira kazanır…

Ortaklar yakınıyordu:

“Beş bin liralık imal edilmiş mal var; yüzüne bakan yok!”

Bu tespitlerden sonra ortaklık dağıldı. Herkes kendi başının derdine düştü.

+

24.4.1959: Müzakerede Katip de gelmiş. Daha önce dersleri bırakmıştı. Şimdi yeniden devam edecekmiş. Çay bölümünde derslerden edindiği izlenimleri anlatmaya başladı. “Talip’i beğendiğini, iyi okuduğunu, perdeleri güzel bastığını” söyleyince bendeki kıskançlık kendini gösterdi. İşte ben bu kadar hamım. İnsanların en doğal hakkı olan gelişmeyi onlara çok görüyorum. Öyle ki kendimden başkasını ilerlemeye lâyık görmüyorum. Hiç kimsenin beni geçmesine tahammül edemiyorum. Ne kadar kötü bir huy… Bütün bunları kötü bir ahlak olduğunu bildiğim için de suçlu olarak kendimi görüyorum ve bu huyumdan kurtulmak için çırpınıyorum.

Bir de elimde olmayarak yalan söyleme huyu var. Yalan benim için savunma mekanizması oluyor. Söyledikten sonra da çok pişman oluyorum ve hemen arkasından da doğrusunu söylüyorum ama iş işten geçmiş oluyor…

Hangi kötü alışkanlıklarımı sayayım… O kadar çok ki…

+

1.5.1959: Evhamlarımdan kurtulmaya çalışıyorum. Eskiye göre kaygılarımın bir bölümü atmış sayılırım.

+

3.5.1959: Hoca’ya gidip geleli bir yılı geçti. Bu bir yıl içinde bir arpa boyu ilerleyemediğimi hissediyorum. Çünkü hâlâ başkalarının beni geçmesine dayanamıyorum. Kısaca anlatmak gerekirse: Hâlâ nefsin esiriyim…

+

7.5.1959: Derslerden herhangi birini kaçırdığım zaman çok şey kaybettiğimi anlıyorum. Bundan böyle bütün dersleri ilgi ile izleyerek yararlanmaya çalışacağım…

+

13.5.1959: Bu günlerde Demokrat Parti, “Ege Taarruzu” diye bir hareket başlatmıştı. Demokrat Parti, Ege’de bir takım tertipler peşinde idi.  Bu arada ben Hoca’ya kanaatimi söyledim. “Demokrat Partililer, belki memleketin haline acırlar da bu davranışlarından vazgeçerler!” dedim.

Vay sen misin bunu deyen… Hoca bana söylemediğini koymadı. Ne eşekliğim kaldı, ne de alçaklığım.

Üstünden bir de ayet okudu..

Bu olaydan sonra anladım ki; bu toplulukta, bir söz söylerken çok dikkat etmeliyim ve iyice düşünmeden konuya girmemeliyim.

+

31.5.1959: Kuşakçıbaşı, Yaşar Çavuş’la (Yaşar Gürbüz) ortak olmamı çekememiş olacak ki sağda solda aleyhimizde bulunmaya başlamış. Bu çekiştirmesini de Talip duymuş. Konu Hoca’ya intikal edince Kuşakçıbaşı mahkemeye çekildi. Mahkemeye çekildiğinde söylediklerini inkar etti. “Benim hiçbir şeyden haberim yok!” dedi.

Ancak tanıkların iadeleri üzerine eli ayağı dolaştı. Sinirlendi. Öylesine sinirlendi ki Hoca’ya: “Sen, şey yahu!” dedi ve arkasını getiremedi ve sonunda itirafta bulundu…

Hoca bunun üzerine “Kalk bakalım ayağa!” dedi. Kuşakçıbaşı ayağa kalktı. Hoca kendisini dört kıblenin dördüne de döndürerek “Tövbe!” ettirdi.

Ertesi gün İngilizce dersinde “Ben nefsimin esiriyim!” dedi. Bu sözleri söylediği sırada kendisini izliyordum. Ben bu yaşa gelinceye kadar o renkte bir insan görmemiştim. Mavi ile yeşil karışımı bir renk almıştı yüzü…

Aynı gün ben kira bedeli ödememek için baba evine taşıma karar verildi. Ancak Hanım benimle gelmeyince ben de tek başına baba evine geldim.

+

2.6.1959:

Kerim Dayıma,

Bu mektubu daha önce yazmayı istemiştim. Ancak serde tekamüle mani olan ihmalkarlık var.

Hasan’ın Nenemin anlattıklarına bakılırsa:

“Ben size değer vermiyormuşum?”

Evet, ben size “Dayı demeye utanıyorum!”

Gözünüze görünmek dahi istemiyorum. Çünkü ben sizin nazarınızda adi bir hırsızım… Çünkü 1950 yılında yanınızda çalışırken iskambil destesi kaybolmuştu. Siz de  bana “Bunu siz çaldınız!” demiştiniz. Benim, “Hayır ben almadım, sözüme itibar etmemiştiniz! Ve beni yanınızdan kovmuştunuz!”

Asıl önemlisi amcanız oğlu Adil Öztemir yanında atar çıraklığı yaparken siz geldiniz: Amanız oğluna: “Bu hırsızdır. Bunu hemen kovacaksınız!” diyerek beni kovdurtmuştunuz…

İşte böyle… Benim gibi adi bir hırsız sizin gibi asil, şerefli ve münevver birine dayı diyebilir mi?

Yok, eğer siz; Geçmişi unutalım, bir dayı yeğenini elbette azarlar, diyerek “özür dilerseniz” emredin yeğeniniz olarak ne yapmam gerekse yapayım…

Hem şunu da belirteyim ki; size karşı ne kinim var,  ne de sitemim vardır. Benim hayret ettiğim: Bana en ağır biçimde hareket edeceksiniz, hem de benden ilgi bekleyeceksiniz. Yağma yok…

Hayri Balta

+

 12.6.1959: Beynimde bir korku ve huzursuzluk duygusu kendini hissettirmeye başladı. Bu korku ve huzursuzluk duygusu beni rahatsız ediyor.

+

15.6.1959: Şu an çok huzursuzum. Hâlâ şu Kuşakçıbaşı’nın mahkeme olayının etkisindeyim. Kuşakçıbaşı’nın yarattığı olaya kızıyorum. Oysa ortada kızacak hiçbir şey yok. Adam ne mal olduğunu hepimizin ortasında meydana koydu. Artık bize söz söyleme hakkı kalmadı.

Ama ben ne kadar zavallı ve perişan bir adamım ki bu adama kızmamam gerektiğini bildiğim halde yine de kızıyorum. Bununla birlikte umutsuzluğa düşmüyorum. Bu adam artık bana ne yaparsa yapsın hükmü yok. Çünkü ne mal olduğunu hepimizin huzurunda ortaya koydu.

Ben bunlara kızmakla onları var görüyorum. Oysa bunlar kızılmayacak kadar zavallı insanlar.

Bundan böyle beni aşağılarlarsa kendilerine diyeceğim ki: “Dikkat et ayağımı kırıyorsun.” Ayağımı kırdıktan sonra da “ Bak, işte kırdın!” deyeceğim.

Bunlara karşı gelmeyip kabahati kendimde arayacağım. Daima gerekçeli bir yaşam sürdüreceğim. Zaten bütün bu sinirlenmelerim nefsin esiri olduğumdandır.

+

16.6.1959: Bu gün kiralık oturduğumuz evden baba evine taşınıyoruz. Çünkü yeniden Tabaklığa döndüğüm için ev kirası veremeyecek duruma düştük. Hanım da dönmeye karar verdi.

Kuşakçı konusu bitmiştir. Kötü niyetli olduğu ortaya çıktı. Artık benimle uğraşamaz.

+

17.6.1959: Nihat Doğrar’ın ikrarı alındı. Adı da imam Baba oldu.

Enstrümanlara başlamamız için izin çıktı. Kuşakçıbaşı başımıza “Name” hocası oldu. Hoca, bilerek birbirlerinden hoşlanmayan bizleri; Talip, Kuşakçıbaşı ve beni, bir araya getiriyor. Bunlar bir araya gelirlerse nefislerini öldürürler, kıskançlığın, çekişmenin işe yaramayacağını öğrenirler diyor.

Bunlara karşı duygusal davranmamalıyım. Ben kendi davranışlarıma dikkat edeyim de onlar bana ne yaparlarsa yapsınlar…

Enstrümana başlama izni çıktı demiştim. Ben keman çalmayı seçtim. İlkokulda öğretmenimiz (Kara Halil) hep keman çalardı. Demek ki o zamandan içimde ukde kalmış… Polat Bey’i, bana keman öğretmeni olarak verdi Hoca…

Katip Ağa ile Cumhur Bey’e çivi sorunu yüzünden kapıştıkları için ve Kuşakçıbaşı’ya da Nihat’a karşı haksızlık yaptıklarından ötürü ceza verildi.

Ben hâlâ vehim ve evham içinde kıvranıp duruyorum. Hayatımın en acı günlerini yaşıyorum. Ben ne imişim de haberim okmuş…

+

18.6.1959: Sana defalarca söyledik, hem de gösterdik. Ve sen de kabullendin. Utandın da… Sen Şeytan’a uymasan  makbulümüz olursun… Onun Şeytan’a uyması senin de Şeytan’a uymanı gerektirmez.

Hayri, gerçeklerden korkma. Olanı olduğu gibi kabul et. Korkma gerekçeli hareket etmekten bir an için olsun vazgeçme…

Hayri, Mevla neylerse güzel eyler. Yeter ki sen davranışların gerekçeli bir nedene dayansın… Yeter ki zamanın ve sabrın hakkını ver.

+

19.6.1959: Beraat kağıtlı yaşama kimse tahammül edemiyor. Acele etme, yavaş yavaş… Daima, her nerede ve nasıl olursa olsun, beraat kağıtlı yaşamalısın… Korkma…

+

20.6.1959: Kuşakçıbaşı duygusal davrandığı herkes tarafından anlaşıldı. Ondan kaçma yok. O nasıl olsa bizden kaçacaktır.

+

22.6.1959: Polat Bey geldi. Birlikte keman derslerine başlama izni çıktı. Mehmet Dalbudak’ın kemanı varmış. Kendisi nota öğreninceye kadar kemanını bana vermeyi kabul etti.

+

1.7.1959: Polat Bey’den keman dersi almaya başladım.

+

3.7.1959: Hasan, İstanbul’a gitti. Dayımın yanında kalacak. İstanbul’da çalışacak. Bu bana çok ağır geldi. Ne yaparsın Tabakhane’de iş kalmadı. Herkes kapağı bir yere atarak kurtulmaya çalışıyor…

+

4.7.1959: Nenem bağa gitti. Babam da yanında kalacak.

+

8.7.1959: Hâlâ bunlardan korkuyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Elimde değil… Bu arada eşim de bana kafa tutmaya başladı. Ne desem olmuyor, bana kafa tutuyor. Sanki sıkıntım azmış gibi…

Padişah’ı çağırmayı unuttuğu için kırlangıç’a ceza…

“Beni söyletmeli mi idin?” Katip, bahçede düzenlediğimiz piknikte Hoca’dan payına düşen yemek parasını istemediği için ceza aldı…

+

12.7.1959: Hâla bende istemeyerek olsa yalan söyleme gücü var. Hem az da değil.. Fakat bu,kendimi tanımak açısından iyi oluyor. Yalanın kaynağı korkudur. Neden korkuyorum acaba? Kokumun kaynağını bilsem bu yalandan kurtulurum… Tövbe, tövbe!..

Bu arada şunu da anladım ki artık bende kötü iş  yapmaya güç kalmamıştır.

Kitap almak bana çok büyük azap veriyor. Çünkü çoluk çocuğun rızkını kitaba vermiş sayıyorum kendimi. Bundan da acı çekiyorum.

Bir yanlışım oldu: Mister Ayzl’nin  söyleyeceği bir sözü atılarak ben söyledim. Söyledim ama, söyler söylemez de pişman oldu. Bu kendimi ispatlama, ben de bilirim demekten başka bir şey değil.. Aşağılık duygusundan kaynaklanan bir davranış…

Elçin’in adı: Öztürkçe kız isimlerindendir. Türk Dil kurum Tarama Dergisinde bu kelimeye “Demet” anlamı verilmektedir. (Hayat Mecmuası. 21 Ağustos 1959 tarihli sayısından…)

+

31.8.1959: Leblebici Bayram’a, durup durduğu yerde: “Vatan Cephesi’ne telgraf mı çekeceksin? Kedisi ile köpeği ile kazı ile ördeği ile geçtik mi diyeceksin?” dedim. Dedim ama gel sen bana sor. Çok pişman oldu. Sonra kendisinden özür diledim ama ne fayda iş işten geçmiş oldu. Ne gereği vardı adamcağızı durup dururken rahatsız etmenin…

İnsanlarla ilişkilerimizde hâlâ bir düzen tutturamamışız. Bütün bunlar karşılıklı tatmin olamamaktan kaynaklanıyor. Daha çok da irade noksanlığındandır bütün bu olanlar. Bunda, sevgi azlığının da rolü vardır…

Çaresi: Sevgi ve sabır.. Kısa ve öz olarak “İrade” sahibi olmak.

Evet, iş olacağına varır…

Debbağlık yapamıyorum. Bu bana huzursuzluk veriyor.  Boğulurcasına sıkılıyorum. Kalp çarpıntısı gittikçe artıyor. Halsizlik, bitkinlik, ruhu sıkıntı çekiyorum. Sinirlilik bütün benliğimi sarmış. En küçük bir haksızlığa tahammül edemiyor ve acısını en acı şekilde çekiyorum.

Nefisle olan mücadelede kaybettiğim için çok acı çekiyorum.

Huzur içinde olmak için muhakkak ve muhakkak “Beraat kağıtlı” hareket etmek gerekiyor…

Allah’ıma çok şükür. Bana beni gösteriyor. Bana gerçekleri gösteriyor…

Asabım çok bozuk. Babama, kardeşlerime bile bağırıp çağırıyorum. Oysa benim böyle huyum yoktu. Eşime bile tekme atmaktan kendimi alamadım. Bütün bunların nedeni yoksulluk. Hepsi benden para kazanmamı istiyor… Beni baskı altına alıyorlar ve hepsi birlikte beni yönlendirmeye çalışıyorlar…

+

13.9.1959: Abdurrahman ve Hayri’nin kız kardeşi için Hoca bana soruyor:

“Oğlan nasıl, bir kusuru var mı?”

Ben ise “Bu kızı bu adama vermemeliyiz!”

Hoca buna kızdı.

“Ben sana onu sormuyorum. Ben sana bu oğlanın bir kusuru var mı, yok mu?” diye soruyorum.

“Yok!” demem yeterdi.

İşte soruya dikkat etmemem yüzünden  Hoca bana 25 kuruş ceza kesti… Böylece bir şey daha anlamış oldum. “Soruyu iyi anlamak!”

Bu insanların hiç birine itimat etmeyeceğim. Hayatta yalnız olduğumu bilerek dikkatli olacağım…

Babam çalışıyor ve ben bakıp duruyorum ve kanım içine akıyor ve tarifsiz acı çekiyorum.

Geçim sıkıntısı ve borç içinde olduğum halde debbağlık yapmak içimden gelmiyor…

+

14.9.1959: Önemsiz bir konuşmayı büyüterek sorun yapıyoruz ve işi büyütüyoruz, insanlığımızdan çıkıyoruz…

Oysa benim gönlümde hiçbir şey yok. Arkadaşlarımız ise gerek iyi niyetle gerekse kötü niyetli olayı unutmuyorlar. Hemen insanı suçluyorlar…

Bilmiyorum, ama belki de bana öyle geliyor. Ama ben biliyorum ki duygularımda kötü bir düşünce yok. Zaten böyle olduğu indir ki kendimi her zamankinden daha güçlü ve haklı hissediyorum. Hem de yalnızlık ve huzur içinde mutlu oluyorum.

Nasıl muamele yaparlarsa yapsınlar kabule hazırım…

+

15.9.1959: Hacı Kimya’dan deri almıştık. Borcumuzun vadesi geldiği halde borcumuzu ödeyemedik. Kardeşim Hasan, İstanbul’dan döndü geldi. Ancak çalışmıyor. Kazanç az, masraf çok.

Kendime güveneme hastalığı; korku, kuşku, sinir bozukluğu devam ediyor. Bana karşı yapılan en aşağı muamelelerin beni rahatsız etmeyeceğine inanıyorum.

16.9.2009: Kardeşim Yüksel’in doğumevinde biraz zor doğumla bir kız çocuğu olmuş.

Evden 8-9 bin liralık sipariş var.

Kardeşim Hasan çalışmaya başladı.

Eşim, sinirli mi sinirli…

Gün geçtikçe sinirlerim düzeliyor. Ciddiyet ve “Beraat kağıtlı hareket için” kendimi zorluyorum.

+

20.9.1959: Üç büyük yanlış…

“Ey Rabbim bu mücadelede bana güç ver. Beni yalnız bırakma!.. Amin…”

Hoca’ya muayene parası olarak borcum vardı. Talip, Hoca’ya gidiyordu. Hoca’ya olan borcum için “Şu parayı Hoca’ya ver; borcumdan düşsün!” dedim ama Talip’le gönderdiğime pişman oldum. Olması gereken borcumu kendi elimle götürüp vermemdi…

Dersteydik. Hoca: “Kapıyı açın biraz hava gelsin!” deyince hemen fırlayıp çantaların üzerinden atlayarak kapıyı ben açtım. Oysa benimle birlikte ayağa kalkıp da benim kendisinden önce kapıyı açmam üzerine eli boşlukta kalan Kuşakçıbaşı daha elverişli durumda idi. Bu davranışımı da doğru bulmadım.

Beğenmediğim bir huyum da eşim karşısında aciz kalışım ve ondan korkmam…

+

21.10.1959: Biri için, adını söylemeden, “Kör!” dediğim için yanlış yaptığımı anladım.

Borç içindeyiz… Satış yok… Sattıklarımızın parasını alamıyoruz… Nasıl çıkacağız bu işin içinden bilemiyorum…

+

22.10.1959: Elçin çok neşeli bir çocuk. Enerjik ve iştahlı. Bay, bay yapıyor. Başını omuzları içine çekerek kamburlaşarak maskaralık yapıyor. Çirtik çalarak oynamak istiyor. Bütün bunlara karşın ağlamaya başladığı zaman da hiçbir çocukta duymadığım şekilde içten gelen bir çırpınışla kazını kazını ağlıyor. Buna ağlıyor denmez, sanki avazı çıktığı kadar bağırıyor… Geceleri de böyle ağlıyor. Ben ise bu şekilde ağlamasına dayanamıyorum. Kalbim sıkışıyor, dayanamıyorum, evden kaçıyorum; buna da eşim canı sıkılıyor. Üzülüyor ve bana çatıyor… Haydi bir anlaşmazlık… Ben hemen dışarı çıkıyorum, tartışmayı büyütmemek için…. Biraz dolaşıp eve dönüyorum. Ama eşim bana dargın… Hep bu çocuğun ağlaması yüzünden…

Elçin bu sıralarda sürünmeye başladı… Cin gibi…Biraz da çağrıkçı olmasa…

Bütün bu olaylar kalbimin ağrımasına neden oluyor. Sol ayağımın dizi şişiyor. Doğru dürüst yatıp uyuyamıyorum. Kimse benim bu halimden anlamıyor. Bu nedenle çalışamıyorum. Babam ve kardeşim çalışırken onlara seyirci kalmak beni yıkıyor. Kalbim daha fazla acıyor. Tahammülün üstünde bir mecburiyetle dayanmaya çalışıyorum.

Borç içindeyiz! Sekiz kişilik aile yalnız Hasan kardeşimin kazancı ile geçiniyor. Babaannem yaşlı ve hasta. Babam ise karnı tok olduğu zaman iyi; aç kalıp da yemek geciktiği zaman sinirleniyor. Eşim, iyi ama sinir küpü. Her zaman kötümser. Bütün tutum ve davranışları ile beni dövüyor sanki… Ancak şunu da belirtmeliyim bu koşullar altında eşim sinirli olmasın da ne yapsın…

Bütün maddi sıkıntılar Hasan’ın üzerinde… O kazanıp biz yiyoruz. Bu da benim çok ağırıma gidiyor. Bunun manevi üzüntüsü de beni yıkıyor. Aysel, kendi aleminde. Bildiği gibi hareket ediyor. Kimseyi takmıyor…

B:abam ise evi otel olarak kullanıyor. Sabahleyin çıkıp akşam dönüyor. Gündüzleri kahvede oturup kağıt oynuyor… Parası tükendi tükenecek, bu nedenle de babasından kalan ev hakkını satmak istiyor. Evi annesi alacak, kendisi de gelip bu kez annesinin evinde oturacak. Çıldırmamak işten değil…

+

10.11.1959: Bu koşullar altında yaşama çabası gösterirken bir de beni yedek askerlik için çağırmasınlar mı? Kentin yakınında çadırlardan bir kışla kurdular. Bizi orada topladılar. Tam 20 gün yat kalk talimi yaptırdılar. Bu askerlerin işine akıl sır ermiyor. Hepimizi bit ve tahtakurusu sardı. Her gün gömleğimi çıkarıp bit kırıyorum. Tahta kuruları ise baş edemiyorum.

Asker arkadaşlarımla yersiz tartışmalar yapmak zorunda kaldım. Memo ile bayrak ve sancak konusunda tartıştık. Köylü Veli Çelik’le gereksiz yere bağırıp çağırdım. Kişinin içinde bulunduğu koşullar onun ruhsal durumunu da belirliyor.

Askerlik dönüşü hastalanıp yatağa düştüm. Kuşakçıbaşı, Talip ve Cumhur Bey beni ziyarete geldiler.

Cumhur Bey; babama hitaben, “Tasavvur etmem ki Tabakhane’de bir kişi Hayri ile konuşabilsin… Hayri birdenbire yürüyenlerin değil koşanların arasına girmiştir.

Biraz iyileşince derse gittim. Hoca: “Sizler çok akıllısınız, çok zekisiniz… Çok şey biliyorsunuz… Ama bilmedikleriniz daha çok…” dedi.

Elçin, çok ağlaması ile en çok benim sinirlerimi bozuyor. Eşimin sinirli ve anlayışsız oluşu da beni çileden çıkarıyor.

Hasan kardeşim bizim için kendini yoruyor.

Aysel ise kendi âleminde…

Babamın bütün avuntusu ise Elçin. Elçin’le oynaşıp duruyor…

Bütün bunlara karşın kendimi biraz daha iyi hissetmeye başladım.

+

9.12.1959: Zeki Samlı’nın yanında tezgahtarlık yapmalı imişim. Aman yarabbi!.. Aklıma düştükçe Zeki Samlı’nın yanında tezgahtarlık yapma olasılığını düşündükçe deliye dönüyorum.

Ya düşünmeden kabul etmek aptallığında bulunmama ne dersin…

Bu tür olaylarda düşünmeden karar verilmemeli. Daima kendi aklına güven ve bunu unutma!…

+

10.12.1959: Hoca benim için Ali Nadi Bey’e, bir işe yerleştirilmem konusunda yazı yazdı. Ali Nadi Bey, Veliç İplik ve Dokuma Fabrika Müdürü. O da Cemil Alevli ile görüşmüş.

+

11.12.1959: Cemil Alevli ile görüştük. Önerdiği işi sağlığımın elvermediği gerekçesi ile kabul etmedim. Günde sekiz saat çalışan makinenin karşısında ayakta durup iplik eğirmeli imişim. Buna benim gücüm mü yeter?… Bütün maddi sıkıntılar içinde olduğum halde kabul etmedim…

Bu arada Hasan kardeşim yakınmaya başladı. “Tek başına hepinizi beslemeye mecbur muyum?” diyor. Babamın durumu beni başka türlü etkiliyor.

Eşimle Aysel bir olmuş bana kafa tutuyorlar. Beni en çok üzen ise eşimin bana karşı davranışı. Bu sıkışık durumda bana destek olacağı yerde…

+

5.1.1960: Akşam Ortaokulunu, dışardan, bitirmeye karar vermişim. Şöyle bir program hazırlamışım.

Pazartesi             : Türkçe

Salı               : Aritmetik-Geometri

Çarşamba            : Sosyoloji-Kuran.

Perşembe     : Tarih-Coğrafya

Cuma            : Tabiat .Bilgisi, Mesnevi

Cumartesi     :  Fizik-İncil

Pazar            :  Gazete, kitap, dergiler okunacak…

+

10.1.1960 Tarihli Günlük Notları:

Akılla his’si ayırmayı unutma.

Hayatın gayesi:

  1. Sevap kazanmak,
  2. Sıhhatini kazanmak.
  3. Berat kâğıtlı hareket.

+

“Allah’ın hududunu tecavüz etmeyiniz. “ (Kuran)

+

Bundan böyle yaşamımda daha çok dinlenme ve düşünme yer ayrılacaktır.

+

16.1.1960 Kardeşim çok ağır hakaretler yaparak beni dükkândan kovdu. Bundan böyle kendisinden para istememeye karar verdim.

Eşim bana kafa tutuyor… “Kayınbabamın ve kaynımın ekmeğini yemekten bıktım!” diyor.  Haklı da…

Ben ne yapayım, debbağlık, kilimcilik yapacağım, iş bulamıyorum. Başka bir mesleğim de yok… Ne berbat bir yaşam…

İçimde bulunduğum koşullar nedeni ile kafam bile doğru dürüst çalışmıyor.

+

24.1.1960 Kendime acıyorum. Cehaletimin farkındayım. Aczimi idrak ediyorum. Duygularımın esiriyim. Ama yılmamalıyım. Mücadeleye devam.

Bundan böyle zamanı değerlendirmeye çalışacağım. Az okuyup çok düşüneceğim. Dinlenmeye ve düşünmeye daha çok zaman ayıracağım. Durmadan okumak beni yoruyor. Elime hiçbir şey almayacağım. Bir hafta istirahat…

+

25.1.1960 Gaziantep Emniyet Müdürlüğünde Bekçi Muhasipliği için sınava girdik. Sınava girenler üç kişi idi. Aşağıdaki soruya cevap veremedim:

“Bir bekçi ayda 200 lira alırsa Şubat ayının 15 sinde ne kadar alır?”

Yanıt: “100 lira…”

Meğer bordro düzenlemek gerekirmiş.

Böyle bir bordro hazırlayamadığım için sınavı kazanamadım.

Ne acıklı bir durumum var…

Hâla sınavın etkisi altındayım. Bu aciz ve cahil durumum çok zoruma gidiyor.

+

27.1.1960 Eşim içinde bulunduğum durumu anlamıyor. Bana karşı çok sinirli ve sert davranıyor. Kilimcilik yapamıyorum, debbağlık yapamıyorum. Çok zayıf ve halsizim.

Babamın, kardeşimin beni aşağılaması yetmiyormuş gibi eşim de beni aşağılıyor… Bana en ağır gelen de eşimin beni aşağılaması…

İnsan evinde rahat eder, yatağında huzur bulur… Ne evde rahat, ne yatakta huzur… Gün boyu aşağılanıp duruyorum.

Daha az okuyup daha çok düşünmem lâzım.

Eşim küstü gitti…

+

28.1.1960 Öğle üzeri Cumhur Yaşar geldi. Gaziantep Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip iş için dilekçe vermemi söyledi.

Hemen başvuruda bulundum. Müdürlükte çalışanlar bana elden gelen kolaylığı gösterdiler. Bir aksilik çıkmazsa işe alacaklar beni…

İyi hal belgemi Emniyetten alarak Milli Eğitim Müdürlüğüne verdim. Polisin istediği rüşveti vermek için bir yakınımdan ödünç aldım. Polise bir tomar kâğıt ve bir de evrak çantası aldım. Yoksa adam iyi hal belgemi vermeyerek beni oyalıyor…

Gezici Başöğretmen Ömer Özbaş ile Millî Eğitim Müdürlüğündeki Başkâtip Sami Bey beni işe almak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar.  İşe alınmam için uğraşıyorlar.

Bu işe muhakkak girmem gerek. Bu iş benim yaşamımın dönüm noktası olacak…

Yalan yok, utanıp kaçma yok, ne kadar cahil ve yoksul olsam da mücadeleye devam…

+

30.1,1960 Cumhur beyden 12,5 lira borç aldım. Bir gün sonra 10 lira daha istedim. Ne sefil bir yaşam bu!…

+

1.2.1960 Bu arada günlük çalışma programı yapıyorum:

Pazartesi      : Düzgün yazı yazmaya ve ders kitaplarına çalışmak…

Salı         : Aritmetik –Geometri

Çarşamba     : Kuran

Perşembe     : Tarih-Coğrafya

Cuma      : Mesnevi Okunmasına devam…

Cumartesi: Dinlenme ve İlkokul ders kitapları

Pazar      : Dinlenme, Dünya gazetesi, Pazar Postası…

Bu programa sadık kalıyorum. Nasıl olsa, işim gücüm yok…

Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde işe başladım…

+

27 MAYIS ASKERİ DARBESİNDEN SONRA

YAPILAN SÖYLENTİLER:

 

  1. 27 Mayıs sabahı Radyoda yapılan bildiriler üzerine:

“Menderes’in bir oyunu. Göreceksiniz hepsini içeri basacak. Böyle yapmakla Halkçıları ininden çıkaracak.”

  1. “3. Ordu Komutanı askeri darbeyi kabul etmemiş. Ankara’ya karşı yürüyüşe geçmiş.”
  2. “Askerler, İçişleri eski Bakanı Namık Gedik’i pencereden aşağı atmışlar…”
  3. “Menderes, her gece Eyüp Sultan camisine giderek namaz kılıyormuş…”
  4. Amerikalılar, askerlere: “Menderes’in imzası olmadan para vermeyiz!” demişler.
  5. “Alparslan Türkeş, tabanca ile Cemal Gürsel’i omzundan vurmuş. Onun için Cemal Gürsel’in sol tarafı tutmuyormuş…”
  6. “Diyarbakır’da halk gösteri yapmış. Polis dağıtmak istemiş başaramamış. Halk ile polis karşı karşıya olduğu için Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edilmiş. Şimdi Diyarbakır’da sıkıyönetim varmış.”
  7. “Ankara’da Yassıada filmleri gösterilirken Halk, Menderes’i her görüşte “Yaşa Varol!” diye alkışlaması üzerine filmlerin gösterilmesini yasaklamışlar…
  8. “Emekli Subaylar 27 Mayıs’a karşı ayaklanmaya başlayacaklarmış. Orduda geçimsizlik başlamış…”
  9. “Celal Bayar Ölmüş…”
  10. “Menderes kurtulsa imiş 27 Mayısçıları affedermiş.”
  11. “27 Mayıs’tan sonra; ekmek pahalanmış, işsizlik artmış.”
  12. “Bırakın, Menderes’i ben asayım diyen adam eşekten düşmüş ve eşeğin yuları adamın boynuna dolanarak öldürmüş.”
  13. Menderes diyesiymiş ki “Her işçinin boynunda bir kravat olacakmış…” Ne demekse…

Bu söylentiler Demokrat partililer tarafından çıkarılan söylentiler olup umut tazeliyorlar…

+

PERİŞANLIK

 

1.7.1960 Ailecek çok perişan durumdayız. Kala kala benim Millî Eğitimden aldığım maaşa kaldık. Her yıl üç beş kurban kesen babaannem bu yıl kurban kesemedi. Komşulardan kurban bekler duruma geldi. Komşular da çok zenginler diye adı çıkmış olan bizlere et göndermedi.

Her kurban üç beş kurban kesen babaannem kurban kesemediği için ağlamaklı idi.

Amcam parasızlık içinde bocalayıp duruyor. Mesleği yok, işi yok. Acınacak durumda. Babasından kalan malları da sattı harcayıp bitirdi.

Eline para geçince kahvede kâğıt oynuyor, parası olmazsa kahveye bile gidemiyor. Bütün bunları gören ben ise kahroluyorum.

Babam ise dericilikte deney yapıyor. Keşfedilmiş Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışıyor. Bazen deri üzerinde kimyasal deneyler yapıyor. Onlarca deri kimyasal ilaçlardan kavrulup büzülüyor.  Babaannem de kavrulmuş derileri ocakta yakıyor. Kısaca ailecek acınacak durumdayız.

Kardeşim Hasan da dericilikten bıkmış durumda. Çünkü kâr getirmiyor… Ne yemede, ne içmede… Her gün için için erimede. Ne yapacağını bilememekte…

Yeni ekonomik düzen dericiliği de, kilimciliği de öldürdü. Ne denli çalışırsan çalış para getirmiyor. Köylerdeki bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı da köylüler yok pahasına elimizden alıyor…

Eşim idare edilmesi becerilebilirse iyi bir kadın. Ama ne mümkün… Ben bunu ikinci çocuğunu dünyaya getirmesi psikolojisine bağlıyorum.

Kız kardeşim Aysel’in rahatsızlığından kendisini sorumlu tutuyor.

Eşim, benimle arası yatak meselesinden zaten bozuk… Bir türlü anlaşamıyoruz. Yaşamından memnun değil, büyük bir acı içinde kıvranıp duruyor.

Bu durumda iken bir haber: Aysel kardeşim çalıştığı eczanede sinirlerinin yatışması için çok miktarda Nevranoz içmiş… Bunun farkına varan ustası Abit Bey de hemen kendisini Dr. Ömer Aydoğan’a götürerek midesini yıkatmış. İki de iğne vurarak kendisini ölümden kurtarmışlar.

Akşam eczaneden araba ile getirdikse de hala baygın bir durumda. Gözkapaklarını dahi açamıyor.

İkide bir çırpınıyor, “Ay! Karnım diye bağırıp duruyor. Durumu yürekler acısı… Çektiği acı haddinden fazla.

İlkin intihara teşebbüs sandıksa da sonradan anladık ki bilgisizliğinden ilacı fazla almış…

Sonra biraz iyileşti ise de bu kez de başını dik tutamıyor.

Bana gelince geçen günlere göre biraz daha iyiyim. Çünkü bir işim var ve de elime para geçiyor…

Elçim kızımız ise Ekşi Alililerden aldığımız sütle beslenmesini sağlıyor…1 Temmuz 1960

X

DİKTE ETTİRİLEN SATIRLAR

 

29.11.1960: Aşağıdaki satırlar bana Hoca tarafından dikte ettirilmiştir:

“… Şimdiki anlatacağım ise ikinci derecede ve o nispette önemlidir. Şimdilik bir sır gibi bildiriyorum size.”

Şimdi benim ağzımdan konuşuyor:

“…Bana bir hal oldu. Bilindiği üzere aylığım yetersizdir. Birkaç kuruş daha elime geçer mi acaba diye gazetelere yazı vermeye başladım.

Şimdilik deneme devresindeyim. İlerde yazılarım beğenilirse elime para geçer umudundayım.

Elbette ilhamı, Hoca’dan aldığımı söylemeye gerek yok sanıyorum.

Şimdi gazetede yayınlanan yazılarımdan ilk iki tanesini size gönderiyorum. Sizlerin görevi, tanıdıklarınızın dikkatlerini bu imzalar üzerine çekmeli ve tanıdıklarınıza şöyle demelisiniz:

Gaziantep’te; falan falan gazetelerdeki şu imza sahibinin yazıları güzel çıkıyor.

Gaziantep’te yayınlanan bu gazeteler şunlardır:

Işık gazetesinde, Düşündükçe köşe başlığı altında Sözer Düşündürücü adı ile…

Yenigün gazetesinde, Forumda köşe başlığı altında Aydın Düşünen adı ile…

Gaziyurt gazetesinde, Çağımızda köşe başlığı altında Türker Devrimci adı ile 29.11.1960

Hayri Balta

Açıklama:

Çok az bir süre bu yazılarım çıktı. Sonra Hocamız: “Bu yazılar parasız yazılmaz, sana ücret vermeliler!” dedi.

Gazetelerden bir bölümü “Paramız yok! Ödeme yapamayız!” dedi. Birinin de verdiği ücreti Hocamız az buldu. Böylece yazı göndermeye son verdik.

Bir yıl kadar yazı göndermedim. Ne var ki bana yazma virüsü bulaşmıştı. Yazmadan duramıyordum.

O zamanlar devrimci mücadele kızışmıştı. Ben de, “BEN DE VARIM” diye devrimci mücadeleyi yazılarımla katkıda bulunmaya başladım.

Hocam, önceleri seslenmedi ise de l2 Mart ve 12 Eylül dönemlerinden sonra yazılarım yüzünden başlarına bir iş geleceği korkusuyla beni kovdular. Adımı toplumculuk suçmuş gibi “TOPLUMCU” koydular. Benimle konuşanları da “aforoz” edeceklerini, bir genelge ile Gaziantep’in ileri gelenlerine duyurdular.

NOT:

Dikte ettirilen bu satırlar yazıya dökülerek bütün öğrencilere verildiği gibi Ankara oturmakta olan Prof. Akgün Aydeniz ile Polat Kale’ye gönderilmiştir. 29.11.1960

+

ADAM OLMADIKTAN SONRA…

 

27 Mayıs 1961 sonrası idi. “Anayasa evet!” propagandası için köy köy dolaşıyorduk. Bu kez Dülük köyünde idik. Köy odasının önünde Muhtar ve birkaç arkadaşı ile birlikte oturmuş konuşuyorduk.

Biz otururken köye yeni gelen yedek subay öğretmen, çantası elinde, köy okuluna doğru gidiyordu.  Dalgın dalgın okula doğru giden yedek subay öğretmeni görünce sevinmiş ve köy muhtarına:

— Gördün mü Muhtar, okumaya nasıl önem veriliyor artık? On sene böyle giderse köyde okuryazar olmayan kalmayacak?

Muhtar başını bir sağa, bir sola döndürdü, sonra bana acırcasına bakarak acı acı güldü:

— Olmaz oğlum okuma yazma ile olmaz…

Ben şaşırmıştım, ne demek istediğini anlayamamıştım:

— Niçin olmazmış Muhtar amca, anlat da bilelim dedim.

Bu sorum üzerine Muhtar sigarasına asıldı. Derin derin nefesledi. Alt dudağını ileri uzatarak içine çektiği dumanları burnunun altından yukarı doğru süzerekten üfledi. Bir surede karşı tepelere baktı baktı da içini çekerek:

— Oğul yaranın kökü derinde, derinde, çok derinde! Söylenmez ki söyleyesin… Şimdi ben sana senin anlayacağın kadarını söyleyeyim. Şimdi Yassıada’da beş yüz okuryazar var. Bunların çoğu yüksek tahsil görmüş. Bunların içinde Avrupa’da tahsil görmüş olanları bile var. İşte yaptıkları. Şu okuryazarlardan çektiğini kimseden çekmemiştir bu millet.

Sen öyle, hepimiz okuryazar olacağız diye sevinme. Milletin hepsini okuryazar ederiz ama bu ahlak ve karakter enkazının altından nasıl kalacağız.

Memleket ikiye ayrıldı. Dünya dünyaya girse bu iki tarafın birbirine ısınmasına imkân yok. Beni asıl düşündüren bu iki tarafın nasıl bir arada yaşayabileceğidir.

Bu ayrılık o kadar ileri ki hukukçular arasında hukuk hocaları arasında bile var. Ne çıkar hepimiz okuryazar olmakla. Adam olmadıktan sonra…

Muhtar açıldıkça açılıyordu. Anlaşılan söyleyecek daha çok sözleri vardı. 27 Mayıs devriminde önce jandarma karakolunda yediği dayaklardan oluşan ayağındaki yara izleri daha silinmemişti.

Muhtar’a sözlerine hak vermekten başka yapacak bir şeyim yoktu.

— Evet, haklısın dedim, adam olmadıktan sonra okuryazar olmuşsun ne fayda…”dedim…1961

+

ALLAH RIZKA KEFİL Mİ?

 

Evvelce çok zengindik. Babamın beceriksizliğinden mi, iş bilmemesinden mi; yoksa, ekonomik düzenin bozulmasından mı nedense şimdi yoksul düştük. Eğer Millî Eğitim Müdürlüğünden aldığım maaş olmasa açlıktan öleceğiz.

Babamın mesleği olan dericilik, debbağlık kazançlı değil. Kaldı ki babam 50 yaşında olmasına karşın yaşlanmış durumda. Çalışacak durumda değil. İnsan elli yaşında yaşlanır mı?

Babam, eşim, ben ve iki çoğumuzla birlikte beş kişilik bir aile oluşturuyoruz. Aldığım maaş yalnız yiyeceğimizi karşılamaya bile yetmiyor. Soframızda genellikle zeytin ekmek, pilav ekmek bulunuyor…

Bir keresinde yemek yerken babama:

“Babacığım, paramız olsa da bir etli yemek yaptırıp yesek!” dedim.

Babam ne dese beğenirsiniz:

“Merak etme oğlum, Allah rızka kefil!”

Dondum kaldım oracıkta. Ürke ürke şöyle dedim babama:

“Allah’tan kork baba! Aylardır kuru ekmek, zeytin ekmek, pilav ekmek yiyoruz, et yüzü görmüyoruz.”

Yeni evlendiğimizde elime geçen para 250 lira idi. Bir çocuğumuz oldu; elime geçen para yine 250 lira. Bir çocuğumuz daha oldu aylık yine 250 lira. Çocuk yapmaktan korkuyoruz aç kalacağız diye… Bunun neresine Allah kefil!…”

Babam birdenbire öfkelendi, ayağa kalktı:

“Ulan sen kim oluyorsan da çocuk yapacakmışsın. Vay dinsiz vay!.. Vay Allah’tan korkmaz herif vay!” demesin mi?

Şaşırdım kaldım. Herkesin bildiği bir gerçeği babam bilmiyor. Ne kötü bir durum…

Böylesine bir cehalete karşı verilecek en güzel yanıt susmak!.. 1961

+

SİFTAH YAPMAMIŞ

 

“Berberden kartım vardır. Her tıraş oluşta bir fiş keser berber. Kart­taki fişler tükenince yeni bir kart alırım.

Geçen gün sabahleyin berbere gittim. Bir sakal tıraşı oldum. Çıkarken ber­bere, kartımdan bir fiş kesmesini söyledim. Berberin yüzünde birden­bire bir değişiklik oldu. Bir şeyler söylemek istiyordu. “Her zaman peki efendim, canın sağ olsun!” diyen berber bu sefer “canın sağ olsun” diyemiyordu.

– Anlamadın mı? Kartımdan bir fiş kesl Yoksa kartımda kesilecek fiş kalmadı mı?

Berber utanarak sıkılarak,

– Yok, efendim kartın da var, kartında fişin de var; fakat daha siftah yapmadım. İlk müşterim sizsiniz. Siz ilk müşterimden para almazsam bu gün işimin iyi gitmeyeceğinden, para kazanamayacağımdan korkuyorum…

Ben anlayacağımı anlamıştım.

– Peki al öyleyse tıraş parasını dedim ve dükkanından ayrıldım.

Berbere tıraş parasını bir ay önce kart verirken aldığını, böyle şeylerin aslı olmadığını, inanmaması gerektiğini söyleyemedim? Söylesem de boştu, boşuna idi… Öyle inanmıştı bir kere…

Berberimi tanırım; ilkokul diploması vardır. Ara sıra kitap da okuduğunu görürdüm. Gazeteleri de izlerdi…

Fakat okuryazar olması, kitap okuması, gazeteleri izlemesi berberimi kurtaramamıştı batıl inanışlardan!

Okumak, okuryazar olmak, boş inanlardan olsun bizi kurtaramamışsa ne çıkar okuryazar olmaktan?

“Siftah yapmadım!”  diye parasını bir ay önce kartla aldığı müşteri­sinden para istedikten sonra?..

Dava okuma yazma öğretmek değil; kişiyi, temelsiz, boş ve batıl inanışlardan kurtarabilmektir. 1961

X

27 MAYIS HEYECANI

 

28.2.1961: 27 Mayıs heyecanı hepimizi sarmıştı. Atatürk ilke ve ülkülerinin yeniden hayata geçirileceği düşüncesiydik.

Hocamız 27 Mayısçılara yardım etmek düşüncesindeydi. En ateşli CHP taraftarı olmuştuk.

Bu yüzden de hepimiz politika ile ilgilenir olmuştuk. Bütün gazete ve dergileri zamanında okumak ve memleket sorunları hakkında bilgi sahibi olmak istiyorduk. 27 Mayıs’ın gönüllü birer militanı olmaya hazırdık.

Bütün yayınlardan haberdar olmak amacıyla bir iş bölümü yapmıştık. Aşağıda bu iş bölümünün listesini okuyacaksınız:

Hoca                           : Ulus gazetesi

Hayri Balta          : Tanin gazetesi ve Akis dergisi

Mehmet tekerlek : Sözcü Hürvatan

Hüseyin Patpat   : Öncü

Nihat Doğrar        : Dünya

Cumhur Yaşar           : Kim Dergisi

Öğretmen Ağa            : Forum Yenigün

Ekrem Uytun       : Vatan

Bu bir süre uygulandı; ama çoğa kalmadan unutuldu…

+

ALLAHLARINA HAVALE EDİYORUM

 

5.4.1961: Gaziantep Sorgu Yargıçlığında celpname gelmişti. “5.5.1969 günü duruşmada hazır bulun!” diyordu.

Elbette kolay değildi, her celpname insanda bir huzursuzluk ve tedirginlik yaratır. Ben de bu huzursuzluk ve tedirginlik içindeyim.

Komünistliğin sosyalistliğin ne olduğunu bilmediğim için tutuklanıp tutuklanmayacağımı da bilmiyordum. Her olasılığı aklımdan geçiriyordum. Ya tutuklanırsam…

İlk aklıma gelen cezaevinde istediğim kitapları, dergileri, gazeteleri okuyup okuyamayacağımdı… Acaba hangileri için izin verirlerdi.

Bir de duruşmada ifade verirken yazılı notlarımdan yararlanabilir miydim? İfademi yazılı olarak verebilir miydim?

Benim gibi cahil bir adamın her yeri komünist olsa ne yazar? Hele komünistlik hakkında, sosyalistlik hakkında bir bilgim olsaydı, gam yemezdim. Böyle, komünistlik hakkında bir bilgin olmadan komünistlikten yargılanmak bana ağır geliyordu.

Komünistlik denince akla; Rus casusu, vatan haini, namus din tanımaz, mülkiyet düşmanı bir adam akla geliyordu. Oysa bende bunların hiç biri yoktu. Tek niteliğim Atatürkçü oluşumdu. Bana dense dense Atatürk milliyetçisi denebilirdi. Biraz da Arap’ın kültür ve dini ile küçüklüğümden beri başım hoş değildi. Arapça sözcükler kullanmaktansa Türkçe sözlükleri kullanmak bana daha hoş geliyordu…

Avukata giderken bu düşünceler içinde idim. Avukata gidiyordum ama tanıdığım bir avukat da yoktu. Ortaokul arkadaşlarım okullarını bitirmiş avukat olarak çalışmaya başlamışlardı. Ben ise ilkokul mezunu olarak Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde hademe kadrosunda bir kâtip olarak çalışıyordum.  Eski okul arkadaşlarımın karşısına bu durumda çıkmaya utanıyordum. Avukata gitme düşüncesinden vazgeçtim. Yolumu değiştirdim, eve doğru gitmeye başladım. Başladım ama aklım fikrim bana bu iftiraya atan, beni böyle mahkemelere düşüren, teyzem oğlu Necdet Sevinç ile onun akıl hocası Zekeriya Beyaz’da… Ben bunlara ne yapmıştım ki bunlar beni bu duruma düşürmüşlerdi.

Oysa ben teyzem oğlunu çok severdim. Bir suç işleyip  gelseydi ben onu ceza almak pahasına evimde saklardım… Ne diyeyim, Allahları nasıl bilirse öyle yapsın kendilerini…

+

İNCİL ve KURAN UZMANI

 

8.5.1961: Kuran okuyordum. 1950’den beri okurum… Demek ki 18 yaşında başlamışım Kuran okumaya.  Amcamın kitaplığında görmüştüm Kuran’ı. İsmail Hakkı İzmirli çevirmiş… Baskı tarihini İstanbul 1932 gözüküyor. Anlaşılan benim  doğduğum yıllarda  almış amcam bu kitabı…

Şu ayetler dikkatimi çektiğinden günlük defterime yazdım.

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz; onlar ise, bütün kitaplara iman ettiğiniz hâlde, sizi sevmezler. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün!” Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.” (K. Âl-i İmran. 3/119)

“Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.” (K. Tebbet, 111/5)

Biz, Kuran’ı “Allah Kelamı” olarak biliriz.

Bu ayetlerdeki

“Öfkenizden ölün!”

“Ebû Leheb’in elleri kurusun.” Sözleri bir öfkenin belirtisi olarak göründü. Nasıl olurdu, her şeyi yapmaya gücü yeten bir Allah nasıl olur da “beddua” ederdi?.. Böyle bir durum beşere özgü bir  nitelikti…

İşte böyle İncil ve de Kuran’dan ilgimi çeken ayetleri götürür Sayın Öğreticime okurdum. O da ilgiyle dinlerdi.

Benim İncil ve Kuran’a olan ilgim yüzünden Sayın Öğreticim bana “İncil ve Kuran Uzmanı” unvanını taktı. Ben kim İncil ve Kuran uzmanı olmak kim? Etim ne ki budum ne ola… Tahsilim; ilkokul, ortaokul birinci sınıftan terk…

Anlaşılan Sayın Öğreticim bu unvanı bana yakıştırmakla beni İncil’e ve Kuran’a yönlendiriyordu. Oysa benim eğilimim Tasavvuf’a daha yakındı. Çünkü okuduğum İncil ve Kuran’daki ayetlerini Batıni görüşle yorumluyordum. Ne var ki Sayın Öğretim “Tasavvuf” unvanını Kuşakçıbaşı’ya uygun görmüştü. O beni kıskanırdı bana “İncil ve Kuran Uzmanı” dendiği için; ben de onu kıskanırdım, ona “Tasavvuf Uzmanı” dendiği için…

İnsan beşeri duygulardan kolay kolay kurtulamıyor… Özünde ne varsa o ömür boyu kendisini izliyor…8.5.1961

+

8.5.1961:

Ekrem Alican hakkında bir yazı… 1.4.1961

Dindar hakkında bir yazı. 10.4.1961 tarihli Dünya gazetesinde..

Ahmet Emin Yalman Hak. 7-8.5.1961 tarihli Tanin gazetesi

Yine Aziz Nesin, Yassıada’da yargılananları savunması ve onlar hakkında şefaat dilemesi.

Cumhurbaşkanının seçilmesi Hakkında bir yazı: Halk mı seçmeli yoksa Meclis mi? Vatan 12.5.1961

CHP Düşmanlığı hakkında. Gaziantep Gaziyurt gazetesi Bedii Faik’ten bir yazı aktarmış. 12.5.1961

DP Milletvekilleri hakkında bir yazı… DP’nin ve şarkın analizi yapılıyor. 1.6.1961

Yaşlı hayvanların kurban edilmemesi ve etinin yenmezi 4.6.1961 tarihli Tanin gazetesi

Bizim halk kandırılmaya çok elverişlidir. Radyoda bir mevlit dinleme karşılığında daha bin yıl inek ahırında yatmaya razıdır. Çetin Altın. Dünya gazetesi, s. 3. 21.21962

+

Kuran’da dilencilik. (K. 3/104)

Fuhuş yapan kadına verilecek ceza. (K. 4/14-20)

Allah indinde en üstününüz Allah’tan en çok korkanınızdır.

Kuran’da; Tevrat ve İncil’in Allah tarafından indirildiğini gösteren ayetler… (K. 3/3. 5/46, 47, 66, 68, 110. 7/157.19/30. 57/27)

İlmini muhtaç olandan gizleyenlere denizlerdeki balıklar ile göklerdeki kuşlar bile lanet eder. (Hadis)

+

  1. Doktor emin Kılıç kale isimli nevi şahsına bir Filozofun Hayri Balta isimli öğrencisinden 1 name istedim.

– İstediğin için veriyorum. Öyle ki bir değil birkaç tane de veririm, dedi. Çünkü Filozofun felsefesine göre istenmeyen bir şey verilmez. Bu usul felsefesinin ana direklerinden biridir.

  1. Birinci maddedeki satırlara uygun olarak nameleri sayı ve isimli nameyi çok mütevazı bedeli olan şu kadar parayı vererek aldım.
  2. Buna mukabil bu name veya nameleri tam manasıyla tasarruf hakkım olmuş oluyor.

+

ŞART MI KIRMIZI OLMASI!..

 

1961 Anayasasının halkoyuna sunulduğu gün kız kardeşim Aysel; babaannemle İbrahimli köyüne gitmişlerdi.

Aysel orada karşılaştığı bir oylama olayını şöyle anlatıyordu:

“Sandık başkanı hangi partiden olursa oyların çoğu sandık başkanının istediği gibi çıkıyor. Gözlerimle gördüm. Bir seçmen köylü kadını oyunu kullanmak için seçmen listesinde ismini bulduktan sonra kapalı hücreye girdi. Az sonra dışarı çıkarak “Kele içerde heç kırmızı kağıt kalmamış!” deyince Halk Partili olduğu anlaşılan sandık başkanı “Olmazsa olmasın! Şart mı kırmızı olmasıKırmızı olmazsa beyaz olsun!” diyerek köylü kadının elinden zarfı alarak hücreye girdi ve beyaz kâğıdı kendi eliyle zarfa koyduktan sonra getirip sandığa attı.

Bu işi yalnız Halk Partili olan sandık başkanı yapmıyor. Demokrat Partili olan sandık başkanı da aynı işi yapıyor. O da diğer sandıkta bir seçmenin elindeki zarfı alarak aynı işi yaptı…”

İşte böyle oluyor bizde halkoylaması dediğin…

11.7.1961

+

OYLAR GİZLİ Mİ?

 

11.7.1961: Kız kardeşimin gelin gittiği aile Demokrat Partili idi.

Anayasanın halkoyunu sunulduğu seçim günü kız kardeşimin oyunu kullanmaya gidiyor.

Sandık kurulundakiler kız kardeşimi görünce “İşte bir kuyruk daha geldi.” diyorlar.

Sandık kurulunda bulunan Halk partili bir üye: “Var mısınız, iddiaya… O, beyaz oy kullanacak!”

Kız kardeşim oyunu kullanıp gittikten sonra hücreye girerek oyları sayıyorlar ki beyaz oy bir tane eksilmiş.

Sandık kurulu kırmızı ve beyaz oy kâğıtlarını hücreye koymadan önce sayarak koyuyorlarmış; seçmen oyunu kullanıp gittikten sonra da hücreye girip oyları sayıyorlarmış. Böylece kimin kırmızı, kimin beyaz oy kullandığını öğreniyorlarmış.

İddiayı kazanan sandık kurulundaki üye:  “Gördünüz mü aslanı! Onun kardeşleri kim ki?” diyerek kendisine övünç payı çıkararak kardeşim Hasan’la benim adımı vermiş.

Sözde gizli oy, açık sayım.

Ama görüyorsunuz işte kimin nasıl oy kullandığını ne yapıp yapıp öğreniyorlar.

+

KIRMIZI MI, BEYAZ MI?

 

11.7.1961: Yılın on bir ayında gece gündüz içki içerdi. İçki içmeyi yalnız Ramazan ayında bırakırdı. Ramazan ayı gelince, beş vakit namazlı, abdestli olurdu.

Bu arkadaş babasından kalan bütün malı mülkü satarak; barda, sazda, İskenderun’un, Adana’nın pavyonlarında arkadaşlarının yolunda harcayarak tüketti. Sonra da beş parasız kaldı. Sonunda anasından para isteyecek duruma geldi. Para için sık sık anasını dövdüğünü duyardık.

Bu arkadaş, anayasa oylamasında başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

“Sandık başında seçmen listesinde adımı ararken gözleri görmeyen bir vatandaş geldi.  Hanı canım sen de bilirsin. Şu Kör İmam dedikleri var ya işte o… Sandık başkanı bunun kör olduğunu görünce bana. ‘Acı şunun elinden tut da oyunu kullanmasına yardım et!’ dedi.

Kör İmam’ın elinden tutarak hücreye girdik. Kendisine sordum: ‘Hangisini kullanacaksın, kırmızı mı beyaz mı?’ dedim. ‘Kırmızı!’ dedi. ‘Al işte kırmızı!’ diyerek bir tane kırmızı aldım ve kendi elimle kırmızıyı zarfa koydum.

Elinden tutarak birlikte sandığa geldik. Oyunu kullandı…”

Bu arkadaş, koyu bir CHP’li idi. Halk Partisi için canını bile verirdi.

Ben onun Halk Partisi için Kör İmam’ı kandıracağını, “Al sana kırmızı!” diyerek beyaz kâğıt vereceğini de sanıyordum.

Babasından kalan malı mülkü satan, bana para ver diye annesini döven töresi bozuk birinin Kör İmam’ın istediği kırmızı oyu zarfa koyması beni düşündürdü. Kırmızı yerine beyaz da koyabilirdi…

Bu arkadaş, bu olayı anlattıktan sonra şöyle söyleniyordu: “Bunun iki gözü de kör. Oy verdiği anayasayı ne okumuştur, ne de görmüştür. Ne de böyle şeylere aklı yeter. Kim söylemiş acaba buna kırmızı oy ver!” diye…

+

DEĞİŞİM

 

4.8.1961: Günlük tutmak için defter aldığımdan beri bir türlü zaman bulup da günlük yazamıyorum. Kâh tefmiş, kâh teflerin zilleri imiş, kâh küçük zilleri imiş, eski defterden yeni deftere notları aktarmakmış, tavuklara kümes yapmakmış gibi küçük işlerim nedeniyle bir türlü elim değmiyor işte.

Havalar da iyiden iyiye sıcak gidiyor. Ben ki sıcağı severim; bu günkü sıcaklar beni bile etkiliyor.

İkindiye doğru Suburcu caddesindeydim. Çok susamıştım. Yirmi beş kuruş vererek bir gazoz içtim. Buzdolabından çıkmıştı, çok da soğuktu, kesmedi beni. Bir tane daha içeyim dedim kıyamadım bir yirmi beş kuruş daha vermeye.

Bazen böyle cimriliğim tutar. Canım çok çektiği halde ikinci kere bir gazoz içmeye kıyamam. İçim sıkılır, boğulurum sanki. Çok geçti içimden bir tane daha gazoz içeyim diye ama bir türlü kıyamadım ikinci yirmi beşliği vermeye.

Suburcu’dan ayrıldım. Eve gidiyorum yavaş yavaş. Yine susadım yolda. “artık Tabakhanedeki kahvelerden birinde içerim…” dedim.

Zeki Dayı’nın kahvesinde buzdolabı da var. Oradan birkaç bardak su içtim mi sabaha kadar su içer halim kalmaz.” diyerek babamın suluğu imiş gibi doğru vardım buzdolabının başına.

Buzdolabı üzerinde duran bardaklardan birini alıp doldurarak kafama diktim.

Ben su içerken kahveci şöyle yakınıyordu: “Şaştık kaldık yahu!.. Herifler satılla geliyorlar su doldurmaya. Ömründe kahveye ayak atmayanlar su içmeye geliyor kahveye; buzdolabı var, soğuk su var diye… Buzdolabı dayanır mı buna!..”

Kahvecinin bu sözleri beni etkiledi. Su boğazımda düğümlenip kaldı.

Ne deyeceğimi şaşırmıştım. Adamcağız haklı idi…

Eskiden çeşmeler gürül gürül akardı köşe başlarında. Herkes kana kana su içerdi çeşmeyi yaptıranın ruhuna fatiha okuyarak.  Demek ki artık kimse hayrına su içirmeye yanaşmıyor. Bu büyük bir değişim olduğunu gösteriyor toplumda…

+

YÜREK ÇARPINTISI

 

5.8.1961: Zeytin ekmekle çay içtim bu sabah. Bir küçük tabak yoğurt yedim.

Erken çıktım evden. Mesainin başlamasına daha bir saat var. Maarif Kahvesi bitişiğinde oturayım da bir gazete okuyayım dedim.

Gelip geçenler, işe gidenler, okula giden öğrenciler…

İnsanlar, bir aşağı, bir yukarı akıp gidiyorlar. Ben ise gelip gidenleri izliyor ve gazete okuyorum. Şimdi hem seyredip hem de okuma olur mu deyeceksiniz belki… Olur, olur, çok güzel olur… Hele deneyin de bir kere bakın… Öyle rahat, öyle güzel oluyor ki…

Ama şu kalbim bir türlü rahat vermiyor bana. Bir parça okumaya dalmayayım; gürp gürp atıyor mübarek… Hem acıyor da… Bırakıyorum okumayı, dinleniyorum… Yeniden okumaya başlayınca yeniden gürp gürp atmaya başlıyor. Hem de acı acı…

Çaresiz bırakıverdim okumayı… Ne yapayım şimdi olmazsa gümbürdemediği zaman olsun. Öyle ama ne zaman gümbürdemiyor ki mübarek…

Bıraktım okumayı, gelip geçenleri seyrediyorum. Bir güzel kız geçiyor şimdi önümden. Ah! O güzel gözlerine gözlük takmasa… Hele şu yüksek topuklu ayakkabıyla Hacivat’a çevirmiş kendisini. Yazık etmiş güzelliğine…

Şimdi de bir çarşaflı kadın geçiyor. Karafatma gibi mübarek, hiçbir yeri görünmüyor. Çarşafın içinde kim var belli değil…

Yine gümbürdüyor kalbim. Acaba sabahleyin yediğim çok mu geldi?..

Böyle oluyor zaten yemeğin üstüne kalbim gümbürdüyor çoğu zaman; yatsam da, otursam da, okusam da… Acaba stresten mi, yoksa kalbimde bir rahatsızlık mı var?..

Hayri Balta,

+

Günaydın Baba,

Yıl 1961, o zamanlardan kalp rahatsızlığın varmış baksana. Niye bu kadar tükendiği de ortada… O yıllarda başlamış olması ve bunca yaşadığın olumsuzluklar…

Ama senin onu sana hissettirmesini öyle güzel karşılıyor ve onun istediği gibi davranıyorsun ki, o sanırım bundan çok hoşlanıyor.

Haklısın, hele şu mevsimde kahve yerine simitçilerde o keyfin tadını ben de iyi bilirim. Hatta bu sabah minik simitçi masası arasında kararsız kalarak, simidimi paket yapıp çalışma masamda yemeyi tercih ettim, saatin bana iş zamanı geldi demesi ile.

Sevgiler baba, yazın için teşekkürler

Yener Balta,3.6.2009

+

KAPICI…

 

5.8.1961: Dairemiz müstahdemi Ahmet Karapekmez sinirli yine bugün. Sabah sabah, isyankar isyankar, koridordan sesi geliyor yine… Küçük değil ki şöyle böyle diyesin. Koskocaman adam.

“Ya havlevala, ya havlevala…” çekiyorum.  Ne sıkıntısı var bilemiyorum. Bu arada içeri biri girdi. Onu da çemkirdi. Adam: “Ukalalık yapma diyerek göğsünden iteleyerek içeri girdi.” Bizim ki, ne deyeceğini şaşırdı kaldı. Meğer tapu müdürü imiş gelen…

“Ne o Ahmet Ağa, yine ne oluyor?” dedim. Yüzüme bile bakmadı. “Görmüyor musun genelge dağıtıyorum…” Bir çalım, bir çalım… Çalımından geçilmiyor, gören de kendisini dairenin müdürü sanır.

Halkı azarlayan bu tür kişilere iş vermemeli devlet dairelerinde…

+

İŞ ARAYAN KIZ

 

6.8.1961: Akşamüzeri Hoca’nın muayenehanesindeyim. Bir kız oturuyor bekleme salonunda. Amanın yoksulluk böylesine mi perişan edermiş adamı… Görülmeye değer kızcağızın hali. Yirmi yaşlarında var yok…

Sarışın, sarı saçlar darmadağınık. Üzerindeki manto toz toprak içinde. Toplu iğne ile tutturmuş mantosunu döşüne. Gözler deli gözüne dönüş. Tımarhaneden kaçmış sanır gören…

Halini tasvir edemeyeceğim. Yoksulmuş, iş arıyormuş. Hoca’dan iş istiyormuş. Ne olursa olsun yaparmış. Yeter ki iş olsunmuş.

Ağlamaklı oluyorum…

+

ŞAŞIRDIM KALDIM

 

7.8.1961: Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım.

Eşim sinirli, kız kardeşim Aysel sinirli. İkisi de birbirinden sinirli. Sevmiyorlar birbirlerini. İkisi de haber anlamıyor.

Evimizde huzur kalmadı. O denli huzursuzluk içindeyim ki daha fazla üstünde durmak istemiyorum. Oysa hiç de sevmem dırdırı…

İkisine de yakıştıramıyorum kavga etmeyi. “Ne olur yapmayın!” diyorum; dönüp yüzüme bile bakmıyorlar. Kapışıp duruyorlar. Ellerinden gelse çiy çiy yiyecekler birbirlerini…

Şu iki çocuk içindir bunca çektiğim. Hangisine darılsam “Kendi kendilerini öldüreceklerini…” söyleyerek korku salıyorlar yüreğime. Ha şimdi öldürecekler kendilerini, ha şimdi öldürecekler… Bu duruma dayanamıyorum…

Ölüsünü olan bir gün ağlar demişler… Ya delisi olan… 7.8.1961

+

HUZURSUZLUK

 

14.8.1961: Evdeki huzursuzluk beni hasta etti. İki gündür yatıyorum.

Ben bu halde iken bile bizimkiler birbirlerine giriyor. Meydanda fol yok, yumurta yok.

İnsanlar dışarıda bana huzur vermiyor zaten. Kaçıp evime sığınıyorum, bu kez de evde dırdır… Yatağıma sığınıyorum, yatağımda dırdır… Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım.

Her kim ki sinirli, ondan kaç… Sus onun karşısında,  yanıt verme… Konuşma bir daha onunla.

Bu kez de “Yanıt vermeyerek beni çatlatmak istiyorsun. Bunu da bile bile yapıyorsun!” diyerek benimle kavga etmek istiyor.

Ne yapacağımı şaşırdım…

+

KAHVECİ DOSTUM

 

15.8.1961: Kahveci dostum anlatıyor::

“Küçüklüğümde, Güneyanadolu illerinden birinde garsonluk yapardım. Çalıştığım kahve bir oda büyüklüğünde idi ancak. Kahvenin önünde bulunan kaldırım yazlık görevini görürdü…

Müşterimiz çok sayılmazdı. Patronum, ocakta çalışırdı. Ben ise garsonluğunu yapardım; yiyip içtiğimle cep harçlığına… İki üç lira biriktirince deliye dönerdim sevimcimden.

Patronla birlikte gece demez gündüz demez birlikte çalışırdık. Ne hafta tatilimiz, ne de yıllık iznimiz vardı. Bilmezdik bunların hiç birini… Çalışırdık boğaz tokluğuna durmadan…

Gece yarısı müşteriler çekilince patronum evine gider; ben kahvenin bir köşesinde yatağımı açar, yatığımı kor, yorganı başıma çekerdim.

Ben doğma büyüme oralı olmadığımdan müşterilerimizden hiçbirini tanımazdım. Ama patronum bilirdi kimin neyin nesi olduğunu; anasını, babasını, dedesini… Yedi kat geçmişini müşterilerinin…”

– Bunları bana niçin anlatıyorsun?..

– Demek istiyorum ki küçüklüğümden beri emeğimle çalışırım. Şimdi de kahve sahibiyim. Ama öte yanda bir kuruşum yok. Bir gün çalışmazsam ertesi gün aç sayılırım… Parası olan; parasıyla para kazanıyor; emeğiyle çalışan ise ancak geçimini sağlıyor.

– Ne mutlu sana geçimini sağlayabiliyorsun. Fazlası yüktür, hamallıktır. Şükür et işin var, geçimin yerinde….

– Evet, dedi, buna da şükür…

Sonra,

– Dur sana bir çay getireyim, demini almıştır şimdi… diyerek çay ocağına doğru gitti.

Sağduyu sahibi adamın hali başkadır. Onun bu alçakgönüllülüğü hoşuma gitti. Ona olan sevgim biraz daha arttı.

+

HUZURUN KOŞULU

28.8.1961: Huzur tek koşulu; olumsuz davranışlarda bulunmamak ve yersiz sözler söylememektir. Doğru, güzel, iyi olan davranışlara ve doğru söze saygı duymaktır.

Huzur içinde yaşamak istiyorsan; aklın verilerine, sağduyunun emirlerine uymak ve de vicdanın sesine kulak vermek gerektir.

Dediğim dedik, çaldığım düdük dersen toplumda itibar bulamazsın ve de huzurun kaçar.

Yaşam bir sırat köprüsü gibidir. Dikkat etmek gerek, aksi takdirde yuvarlanır gidersin, arkanda ağlayan bile bulamazsın…28.8.1961

+

RUHSAL DURUMUM

 

5.9.1961: Dün iyice hasta idim. Kalbim ağrıyor, duyulamayacak derecede yavaş atıyordu. Dün tüm umutlarımı yitirmiştim. Karıma koca, çocuklarıma baba arama fikri ile uğraştım durdum.

Halsizliğim o kadar fazla idi ki bir şeyler yapsın diye doktor olan Hoca’ma gittim. Beni muayene etti, bir ilaç yazdı. Ayrıca: “Güneşten kaç, cinsel ilişkiden çekin, asla sık yapma…” dedi. “Peki, efendim zaten seyrek yapıyorum…” dedim. Dedim ama yalan söylemiş olduğumu duyumsadım. İnsan, elinde olmadan da, gayr-i ihtiyarı yalan da söyleyebiliyor işte böyle…

Ben bu ruh halinden nasıl kurtulacağım. İrademe ne zaman hâkim olacağım. İrademe hâkim olamıyorum. Beni de en çok bu durumum rahatsız ediyor.

Bütün umutlarımı yitirmiş durumdayım.  Nasıl kurtulacağım ben bu ruh halinden?..

+

MAHMUT BEY

 

5.9.1961: Dairede (Gaziantep Millî Eğitim müdürlüğü) ona Mahmut Bey deriz. Zaten bizler dairede birbirimize hep Bey diye sesleniriz. Bazen odacılara bile Bey dediğimiz olur.  Aslında herkesin değer adı söylense ne Bey kalır ne de Efendi…

Mahmut Bey’e gelince; Mahmut Bey’in en göze batar niteliği ayaklarını elleyecekmiş gibi iki elinin öne eğik olarak vücudundan cansızcasına aşağı sarkmasıdır.

Otuz yaşlarında, esmer, siyah saçlı, daima korku içinde gelip giden bir memur…

Mahmut Bey, dini kuralları yerine getirmese de din konusunda yapılan eleştirilere dayanamaz. Böyle bir ortamda koyu bir Allahçı ve dinci olur. Bir de sosyalist sözünün dile getirilmesinden çok korkar… Hemen kulaklarını diker, sağ sola bakar acaba bizi dinleyen biri var mı diye…

Ord. Prof. Ali Fuat Başgil kendine göre en yüce, en ileri bir özgürlükçü, hak hukuk savunucusudur.

Ancak 27 Mayıstan sonra Ali Fuat Başgil’in adını ağzına almadı. Araziye uymuş durumda. O savunmalar Demokrat Parti iktidardan düşürülmeden önce idi…

Demokrat parti zamanında ikide bir “Hakka dönüş var şimdi!” derdi. 27 Mayıs’tan sonra onu da diyemez oldu. Şaşkın bir durumda ortalıkta dolaşıp duruyor, ağzını da bıçak açmıyor…

Bu günlerde aramız iyi Mahmut Bey’le… Sık sık odama girip çıkıyor güler güzle. Benimle konuşmaya can atıyor. 27 Mayıstan önce pek yakınlaşmazdı bana…

Dün yine geldi odama. Masa üzerinde duran plastik kaplı defterimi aldı eline. “Kaça bu defterin fiyatı?” diye sordu. Bu arada defteri açmayı da ihmal etmedi. Defterin içinde TDK yayınlarından Sade Türkçe Kılavuzunu gördü. Ama açıp içine bakmaya korktu. “Beğendiğini, hayran kaldığını, İlk fırsatta bir tane de kendisinin alacağını…” söyledi.

Ama asıl merak ettiği deftere neler yazmış olduğumdu. Ancak buna cesaret edemedi. Açıp baksa idi Osmanlıca sözcüklerin Türkçe karşılığını bulacaktı. Ne var ki ona göre “Türkçecilik komünistlerin heves ettiği bir şeydi…”

Ama 27 Mayıs’tan sonra Mahmut Bey de koyu bir Türkçeci oldu. Geçen gün “İslâhiye Maarif Müdürünün adı neydi?” diye sorunca bana: “Maarif Müdürü değil İlköğretim Müdürü diyeceksin!” diye çıkışmasın mı? Şimdi benden çok yeni Türkçeyi savunuyor.

Zaman, insanları böyle değiştiriyor işte.

+

YAZMAK İSTİYORDUM AMA

 

7.9.1961: Fevzi Günenç dün yanıma geldi dairede iken. Doğrudan konuya girdi. Güner Samlı gazete çıkaracakmış aralarına katılıp katılmayacağımı sordu. Benim başım Hocaya bağlı idi. Hocanın bana emri vardı. Gazetelere parasız yazı vermek yok.

– Kusura bakma ama Fevzi ben parasız yazı yazamam

Bu huyumu bilen Fevzi, anlaşılan Güner Samlı’ya anlatmış durumu ki; Gazete para kazanmaya başlayınca para verebileceğini söylemiş Güner Samlı…

– Olsun düşüneyim hele bir, yarın son sözümü söylerim dedim.

Bu konuşmamızı akşam Sayın Öğreticime anlattım. “Olmaz, dedi Sayın Öğreticim, biz prensip sahibi kimseleriz. Sözümüzden dönemeyiz. Her yazımıza beş lira verirlerse yazarız!” dedi.

Biz Sayın Öğreticimle bu konuşmayı yaparken yanımızda Kırlangıç (Hayri Germiyan) da vardı. Güner Samlı hakkında olumsuz rapor verdi…

Akşam eve dönüşümde yolda rastladığım Fevzi Günenç’le Güner Samlıya uğradık. Çok saygılı ve konuksever davrandı. Tam bir basın adamı olmuş Güner. Birçok konularda fikir birliğine vardık. Benden bilgili ve de tecrübeli olmasına karşın bazı ham yönleri olduğunu gördüm. Ama sonuçta aklı başında buldum. Kırlangıç’ın söylediği gibi olmadığını gördüm. Beğendim, hayran kaldım.

Sonuç olarak “Parasız yazamayacağımı…” söyledim. Aslında ben parasız da yazardım. Öyle ki yazmak için üstte para bile verirdim. Ne var ki Hoca’ya söz vermişim bir kere. Sözümden dönemezdim.

İkisi birden:

– Hele bir düşünelim de sonucu sana bildirelim!.. dediler.

Anladığıma göre şu an bana para ödeyecek durumda değiller.

Çok da iyi olurdu parasız da olsa yazı yazmak. Güner’den de, Fevzi’den de çok şeyler öğreneceğim muhakkak.

Yazılarım beş lira edeceğini de sanmıyorum. Ama Hoca’nın sözünden de dışarı çıkamam. Bir kere ikrar vermişiz… Öl ikrar verme, öl sözünden dönme…

+

BEBEKLER

 

8.9.1961: Dün, akşamüzeri, biraz da yorgun olarak eve vardım. Herkes sofraya oturmuş yemek yiyordu. Yemek de öğleden kalma malhıtalı aş.  Bizim Hanım yemekleri güzel yapardı ama bu tatsız tuzsuz olmuş.

Hanımın neşesi yerinde olmazsa saman gibi bir tat verir yemeğe. Acaba neye canı sıkıldı yine… Bir de bizim çocukların aşırı yaramazlıkları hanımın elini ayağını soğutuyor işten.

Yoksuluz ya tatsız tuzsuz da olsa yiyeceksin doya doya… Yoksulluk var ya, katlanmalısın buna… Hani derler ya: “Zenginler yaşarmış, yoksullar şaşarmış…” Bizlerse yaşamayı bırak doğru dürüst yemek bulamıyoruz yemeğe…

Hele bizim ki neyse ney. Hiç olmazsa elimiz ayda üç dört yüz lira görüyor. Ya bunu da bulamayanlar ne yapsın?

Bu düşünceler içinde yemek yerken Elçin’le, Gülçin’in ağlaması tutmaz mı? Biri susuyor diğeri başlıyor… Ağla babam ağla…”Susun!” dersin susmazlar… “Susun yavrularım!” dersin anlamazlar.

İşte her övün bizim halimiz böyle bunlarla… Musiki yerine ağıt dinleriz yemekte. Yalnız yemekte olsa “Neyse ney!” dersin… Yemekten sonra yatıncaya değin, yattıktan sora da uyuyuncaya değin kazını kazını ağlıyorlar. Sanırsın ki boğazlarındaki pislikleri temizliyorlar… Ga, ga, ga, gaa… Acaba sıcaklardan mı rahatsız oluyor bu çocuklar…

Bunların bu ağlamaları yüzünden acıyorum bizim hanıma… Salt bu yüzden sonsuz saygım var bütün analara…

Şöyle diyorum bazen: Alasın bir teyp. Açasın bunlar ağlamaya başlayınca… Bütün ağıtlarını teybe alasın. İlerde, büyüdüklerinde, babanın ananın sözünü dinlemeyerek kendi kafalarına gittiklerinde, ya da aynanın karşısına geçip süslenmeye başladıklarında; açasın teybi sonuna kadar, dinletesin ağıtlarını kendilerine…

Ne hoş ceza şekli olurdu… Öfkelerinden makineyi kırarlardı belki de… 8.9.1961

+

Merhaba Baba,

Başı acı, sonu şirin bir yazı, teşekkürler…

Yener Balta,13.6.2009

+

Aşkolsun Baba,

Daha 14 aylık olan ben… Ne kötü yazmışsın yani.

Gerçekten durmaksızın ağlar mıydık?

Şaka bir yana, güzel bir yazı olmuş.

Öptüm.

Gülçin, 13.6.2009

+

Dedeciğim ben Öykü,

Hani gazetelerde bazı köşe yazıları vardır ya; insan okuyunca neşelenir, işte senin yazın da aynı o köşe yazıları gibi olmuş. Eğlenceli ve akıllıca… Ve tadında bitmiş bir yazı. Çok hoşuma gitti.

Sınavım bir bitse de Ankara’ya gelsek yine.

Seni, teyzelerimi özledim.

Kim bilir belki üniversiteyi Ankara’da okurum.

Herkese selamımı söyle, kendine iyi bak.

Öykü Tezcan, 13.6.2009

+

Evet. Eğlenceli ve akıllıca…

Öykü hanımı kutluyorum. Kendisi de hiç az değil dedesinden.

Ankara’ya gitmek istemesi, orada okumayı hayal etmesi ne içten bir sevgi. Dede’ye ve toruna imrendim.

Saygılarımla.

Yalçın Efe, 15.6.2009

+

SUSALIM MI?

 

9.9.1961: Kişinin gücü olsa, zamanı olsa, geçim derdi olmasa da bir günde karşılaştığı olayları, kırdığı potları, aldığı renkleri oturup da yazabilse her gün bir roman yazar gibime geliyor.

Şu satırları yazarken usumda sıraladığım beş altı konu var. Ama bende oturup yazmaya güç yok… Yazmak istiyorum başımdan geçen olayları.

İş saatı yaklaştı. Sakalı kestirmek gerek. Çoluk çocuğa ekmek gerek. Bütün bunlara karşın kendimi güçsüz hissediyorum.

Gücüm olsa dünkü olaylarda kırdığım potlar güzel bir yazı konusu olurdu.

Örneğin dün Mahmut Bey’le karşılaştık. “Günaydın!” dedim kendisine. “Merhaba!” dedi bana öfkeyle. “Yahu, dedim, sen hem Türklük davası güdüyorsun hem de Arapların dili ile konuşuyorsun!”  dedim.

Bana: “Siz devrim yobazısınız!” demesin mi? Bir de örnek verdi: “Ordu komutanları, askerleri ‘Merhaba Asker!’ diye selamlamıyor mu?…” diye…

Sonra beni suçlamaya başladı. “Sen geçen gün, Fevzi Çakmak için gerici dedin. İhanet ediyorsun ordunun paşasına. Kanıtla bakayım gericiliğini…” diye beni sıkıştırmasın mı? Ne desem aleyhime olacaktı…

Tartışmayı keserek kaleme geçtim. Kamil Ağa, ben selam vermeden bana:

“Aleykümselam!” deyince “Günaydın!” dedim ve ekledim: “Türk olan, aleykümselam demez, Günaydın!” der.

Bozuldu böyle deyince Kamil Ağa. ”Bozdun beni be Hayri Abi…” dedi.

Bozulursa bozulsun ne yapalım. Binlercesi de beni bozuyor Türkçeye sahip çıktığım için…

Bu ne ki “Selamünaleyküm-Aleykümselam…” Bunlar karşısında susup sessiz kalmak daha mı iyi…

Hayri Balta

+

ZELİL

 

11.9.1961: Dün Tertip (Bahçede toplantı) günümüzdü. Öğle yemeğinden önce toplandığımız bahçede müzik çalışmaları yaptık. Bu arada Elçim kızım yanıma geldi. Çocuk bu ya, ders mers dinlemez… Geldi, Öğretmen Ağa’nın (Şaban Solmaz) sehpasının kıskacını aldı. Evirip çevirerek oynadı. Kıskacı elinden alarak yerine koydum ve kendisini de alarak anasının yanına götürdüm. Çocuk bu ya, yine geldi. Yine kucaklayıp anasının yanına götürdüm. Bu ara, dili ağrıdığı içini ağlayan, küçük kızımı da (Gülçin)  kucağıma alarak avuttum…

Akşamüzeri dönüş yolculunda eşyalar toplanırken Cumhur Bey; baktı ki Öğretmen Ağa’nın kıskacının biri yok. Sayın Öğreticime:

– Efendim Öğretmen Ağa’nın kıskacı yok. Yazmanın kızı eline alarak oynamıştı. Ne oldu bilmiyorum…

Sayın Öğreticim:

– Tertipçibaşı buraya gel! Haberin olsun, bir daha kimsenin çocuğu bu çevrede gezmeyecek…

Tertipçibaşı Küçük Hadi (Hadi Gökçe):

– Baş üstüne efendim… Yalnız bu Yazman Ağa çocuklarına çok düşkün. Birini koyup diğerini alıyor kucağına, biraz da avrat ağızlı gibi geliyor bana. Bizden ailesi için yemek de istedi. Zorluk çıkardı bize… deyince Sayın Öğreticim:

– Bütün Canlar buraya gelsin.

Sağda solda bulunan bütün öğrenciler hemen başına toplandılar:

– Yazmanımızın çocuklarına düşkünlüğü şikayet edildi. Evet, ben de öyle görüyor, onaylıyorum. Şimdi dua edin de Yazmanımızın bu ”zelil”  duygudan kurtulsun!  Bu aşağılıktan, bu tutsaklıktan yakayı sıyırsın… dedi.

Ben neye uğradığımı şaşırdım. Yapılan bu yargılamadan ve hakkımdaki hükümden rahatsız oldum ama bir şey diyemedim. Usulden olduğu için Sayın Öğreticimin iki kere elini öptüm. Sayın Öğreticim bana:

– Sen Cumhur Ağa’nın da elini öp ve de kendisine teşekkür et, senin bu pisliğini ortaya çıkardığı için…

Cumhur Bey’in de iki kere elini öptüm. İnsanın çocuklarını sevmesi nasıl olur da “zelilena” (aşağılık) bir duygu olarak nitelendirilebilirdi…

Bu olay bana çok ağır geldi; ama, susmasını bildim. Çok şeyler söylemek geçti içimden… Ancak susmam gerekti ve sustum…

Yoksa gerek Hadi’ye, gerek Cumhur Bey’e ve de Sayın Öğreticime söyleyecek çok sözler doğup doğup geldi içimden. Bir insanın ailesine ve çocuklarına düşkün olmasının “zelilane” bulunmasını bir türlü aklım almıyor. Ne var ki konuşturulmazdım. Ne alçaklığım, ne eşekliğim kalırdı eğer duygu ve düşüncelerimi söylersem… Bunu bildiğimden istemeye istemeye sustum.

Evet, doğru… Ben ailemi ve çocuklarımı çok severim… 11.9.1961

+

Kerim Dayıcığım,

21.10.1961

 

Aysel, lise sonda, beş dersten bütünlemeye kaldı. Buna karşın tatilde, “muvakkat Öğretmenlik” kursuna giderek öğretmenlik yapma hakkını kazandı. Şimdi millî Eğitim Bakanlığınca İstanbul Millî Eğitim müdürlüğü emrine verildi.

Bu gün çektiğim telgraftan da anlaşılacağı üzere Aysel’in kardeşim Hasan’la birlikte sizin yanınızda kalarak öğretmenlik yapması mümkün müdür?

Eğer mümkünse hemen İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü ile temasa geçilerek merkez okullarından veya Beyoğlu’na bağlı okullardan birinde; eğer mümkün değilse Hasan’la birlikte oturacağı yerin yakınında bir okula tayinin sağlanması gerekmektedir. Eğer kendi haline bırakılırsa nereye atanacağı belli olmaz. Belki de İstanbul köylerinden birine atanır.

Hasan’ın orada olması ve Aysel’in de önümüzdeki yıl yüksek öğrenimini yapmak üzere İstanbul’a gitmesi olasılığı göz önüne alınarak nasıl hareket etmemiz gerektiğinin bildirilmesini rica eder saygılar sunarım.21.10.1961

Hayri Balta,

Millî Eğitim Müdürlüğünde Yazman

Gaziantep

NOT:

  1. Aysel’in İstanbul’da öğretmenlik yapması sizce münasip

görülmediği takdirde Gaziantep’e nakli için Bakanlığa başvuracağımızı, ayrıca bildirim.

  1. Aysel’in maaş alabilmesi için bu ayın birinde işe başlaması gerekir. Bu nedenle kararınızın acele bildirilmesi gerekmektedir.

+

DÜZELME VAR

 

1.11.1961: İki gündür şaşkınlık içindeyim. Bu şaşkınlığım borçlarımın çok oluşundan. Borçlarımı ödeyememenin acısını içten içe duyduğumdandır…

İki gündür yüreğimin iki kere anormal atışını (ekstrasistol) hissettim ve sevindim. iki yıldır bir saat bile ara vermeden ikide bir Gürp! Gürp! Atıyordu ve bu da beni çok rahatsız ediyordu…

Bunun yanında, bu atışlarda, nefes borum sanki biri tarafından aşağı doğru çekiliyordu ve bu da bana acı ve korku veriyordu. Bu çekilmeler sırasında da beynimde  bir zonklama hissediyordum.

İki gündür kalbimin iki kere anormal atışı beni sevince boğdu. Demek ki iyileşme var…

+

ATA’YI ANARKEN

 

10.11.1961: Cartlak kebapçısı Şakir Doğru’nun dükkânında, mangalın başında, kebaplarımızın pişmesini bekliyorduk. Birkaç kişi vardık. Saat tam dokuzu beş geçiyordu: Sirenler çalmaya başladı. Hiç biri ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunmadı. Ben de bunlar arasında dükkânın içinde ayağa kalkmaya cesaret edemedim. Yalnız dükkânın önünden geçmekte olan bir kişi durdu ve saygı duruşunda bulunmaya başladı.

Cartlak Kebapçısı o kadar kişinin arasında, sanki bilmiyormuş gibi, bana dönerek:

– Bu düdük neye çalınıyor?… dedi.

Kendisi 27 Mayıs’ta devrilen DP’dendi. Benim de CHP’li olduğu biliyordu. Sırf beni söyletmek istiyordu, kendi sözlerine gerekçe yaratmak için…

– Atatürk’ün ölüm günü de ondan! Dedim.

Dükkanın önünde saygı duruşunda bulunan gencin duyamayacağı; ancak, dükkanda bulunan müşterilerinin duyacağı bir ses tonu ile:

– Sinine  … deyerek küfretti.

Dükkânda bulunan diğerleri gülüştüler. Ben ise ne deyeceğimi şaşırdım. Eğer Atatürk’ü savunmaya kalksaydım muhakkak tatsız bir olay çıkacaktı.

Hocanın bize bir emri vardı: Herhangi bir şekilde tartışma yaratarak olay çıkartmayacaktık.

Sık sık da Yunus Emre’den şu sözleri söylerdi::

“Derviş dediğin vurana elsiz gerek, sövene dilsiz gerek…”

Seslenmedim. Ancak içimden geçen şu düşündüklerimi de aktarmadan geçemeyeceğim:

“Bu Atatürk’e düşmanlığı ne zamana dek sürüp gidecek böyle?”

+

NE DENLİ SEVİNSEK AZ!

 

23.11.1961: Bu gün ne denli sevinsek az. Çünkü Elçin kızımız dört beş metre yüksekliğindeki yerden (Tahtan) aşağı düşmüş.

Düşeceği sırada hanım iki kolundan yakalamış ama bizim hanımın sinirleri boşaldığı için Elçin’i elinden kaçırmış.

Elçim kızımız bu düşüşte ölebilirdi, sakat kalabilirdi. Çünkü dört beş metre yükseklikten taş döşeli yere düşmüştü. Öyle bir tesadüf ki en küçük yara bile almamış. Şaştım kaldım bu işe…

Elçin bir buluntu oldu bizim için…

Ne denli sevinsek az! 23.11.1961

+

İHMALKARLIK ve…

 

25.11.1961:Müdürlüğümüzde (Millî Eğitim Müdürlüğü) Vekil. Öğretmen Kursu açılmıştı. Bu iyi bir şeydi. Amcama, kız kardeşim Aysel’e, teyzem kızı Güner’e, Kadir beyin kızına ve Padişaha haber vereyim de vekil öğretmen olsunlar, dedim içimden. Böyle düşündüğüm halde, ne oldu bilmiyorum, haber veremedim. Ben böyle bir ihmalkarlık yapmazdım ama…

Onlar ise nerden duymuşlarsa duymuşlar, gelip yazılmışlar.

Çok üzüldüm ha­ber vermemiş olmama. Hangi olay beni etkiledi de unuttum, hatırlayamıyorum.

Kendimden utandım, bir daha aklıma gelene hürmet etmeli, zaman geçirmeden yerine getirmeli, dedim kendi kendime…

+

Odacımızın Müdürlüğümüzde şalvarla dolaşması bana ağır geliyor. 27 Mayıs’tan sonra böyle bir durum olabilir mi? Nerde kaldı Kılık kıyafet Yasasına uymak.

Şimdi kalkıp bu durumu Millî Eğitim Müdürüne şikayet mi edeyim?…  Böyle bir durumda odacımızın şalvarı yüzünden başına bir iş gelirse bunun sorumlusu ben olacaktım. Belki, diğer memurlar da bu düşünce ile duruma müdahale etmiyorlar olsa gerek… 25.11.1961:

+

ALINACAKLAR:

27.11.1961: Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışıyorum ya… Elimize biraz para geçiyor ya… Bu durum da bazı ihtiyaçlar beliriyor.

Aşağıda listesini belirlediğim eşyaları almaya karar verdim. Bakalım alabilecek miyim?

Alınacaklar:

  1. Zımba
  2. Yazı makinesi,
  3. Elektrik kontrol kalemi

Almak istediklerim bunlar. Bir de almak istediğim eksik kitaplar var. Bunlar da şunlar:

Atatürk Kütüphanesi, Şeyh Sait isyanı, 12, cilt Behçet Cemal,

Atatürk’ün Hususiyetleri, 2. Cilt, Kılıç. Ali

Ekicigil Yayınları: 3 nolu Enver Paşa Lenin’e karşı ve sıra 13’ten sonrası yok. Bulunduğun da alınacak.

Cumhuriyet Devrinde Suiistimaller.

Tarih Kütüphanesi Yayınları 2 ve 4 var, diğerleri yok.

Dünya Yayınları: 1 ve 2 var, diğerleri yok…

Nurallah Ataç’tan olanlar: Ararken, Günlerin Getirdiği,

Mahmut Makal’dan olanlar: Bizim Köy, Memleketin Sahipleri, Kuru Sevda, Hayal ve Gerçek.

Ne yapalım bizim dünyamız da bu işte: Kitaplar, defterler, kalemler… 27.11.1961

+

DİKKAT TEHLİKE VAR

 

28.11.1961: Aklın varsa, Kuşakçıbaşı’ya dikkat et. Adam senin bir eksik yanını arıyor. Eksik bir yanını buldu mu, hemen Hoca’ya ulaştırıyor. Hoca da hemen atılıyor. Ne alçaklığımızı ne eşekliğimize koyuyor.

Yalnız Kuşakçıbaşı mı? Diğerlerinin de ondan kalır yeri yok. Bir eksiğini, bir yanlışını bulur bulmaz hemen Hoca’ya ulaştırıyorlar. Hoca da sözünü esirgemiyor, ver yansın ediyor…

Bu durum bizleri halk arasında da dikkatli olmaya zorluyor. Halk arasında bir pot kırdık mı cezamız daha da ağır oluyor…

Bu azarlama da bizi yaşamda bütün davranışlarımıza dikkat etmeye zorluyor.

Bu arada karşılaştığım güzel sözleri de yazmayı unutmuyorum. Bu sözler bizim tekâmülümüze hizmet eden sözler…

“Yükselmeyen düşer.”  (Tevfik Fikret)

İşte biz de azar işite işite yükselmeye çalışıyoruz.

“Âdemi cennetten kovduran bir danedir.”

Böylece yasak meyveleri yememeye çalışıyoruz. Çünkü kötü bir iş yapınca hemen azar var, aşağılanma var, topluluk içinde küçük düşürülme var…

Bu nedenle irademizi kullanarak yanlış davranışlarda bulunmamaya çalışıyoruz…

İradeli bir insanın nelere muktedir olduğu ve ne dere­ceye kadar yükseleceği tahmin edilemez.

Allah’la bile ilişkilerinde dikkatli olmalısın. Aksi takdirde o da Cehennem ateşinde yakıyor…

Yuf Baba ölmüş. Teneşire yatırmışlar.  Yıkayan hoca bakmış ki Yuf Baba’nın koltuk altı, eteği kıl içinde. Hoca temiz­liğini yaparken bir yandan da sokranıyormuş…

– Lanet herif, ne vardı, acı şuralarını temizleyeydin…

Yuf Baba yatmakta olduğu teneşirden başını kaldırarak:

  • İçimi temizlemeden dışımı temizlemeye fırsat bulamadım ki…

Yani anlayacağınız öldükten sonra bile insana rahat ve huzur yoktur. Yaşamında da ölümünde de pislikleri kendine yaklaştırmayacaksın…

+

MUHTAR ATMAZ

 

29.11.1961: Muhtar Atmaz bizim Millî Eğitim Müdürlüğünde köy okulları yapan bir müteahhitti. İşe daha yeni başlamıştı. Öyle pek öğrenimi yoktu ama sağduyusu vardı. Temiz iş yapardı. Doğru dürüst bir adamdı.

Ben bu taşeronların ve müteahhitlerin hak ediş raporlarını yazarak avans almalarını sağlardım. Kimileri benimkileri öne al diye ricada bulunurdu. “Emeğini değerlendiririz…” derdi. Ama ben sıra dışına çıkmazdım. Muhtar Atmaz da benim bu huyumu bilirdi ve beni takdir ederdi. Bir gün hak ediş raporu yazdırmak için yanıma geldi. Odada İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay, diğer müteahhit ve taşeronlar da vardı.

Söz, nasıl oldu bilmiyorum Cezmi Öztemir’e geldi. Cezmi Öztemir benim dayım Tahir Öztemir’in büyük oğlu idi. İstanbul’da deri fabrikası vardı. Lise mezunu olduğu için askerliğini Gaziantep Mazmahor köyünde öğretmenlik yaparak bitirmek için gelmişti. O zamanlar lise bitirmişler için böyle bir kolaylık vardı. Tanınmış tiyatrocu Engin Cezzar da askerliğini öğretmenlik yaparak bitirmeye çalışıyordu. Gerek Cezmi Öztemir ve gerekse Engin Cezzar sık sık büromuza girip çıkarlardı. Cezmi Öztemir büromuza girip çıktığı halde beni tanımıyordu; ben de, beni tanımayan bir adama nasıl sahip çıkayım diyordum…

Konuşmalar sırsında Muhtar atmaz; sözü, Cezmi Öztemir’e getirdi:

– Bunun bir nenesi var. Her sene her camiye bir Isparta halısı hediye eder. Bunların kredisi hükümetten kuvvetlidir… Bunlar asil ailedir…

Cezmi Öztemir‘in nenesi (Babaannesi) benim de nenem (Anneannem) olurdu. Mustafa dedem öldüğü için nenem çocuklarının yanında yaşıyordu. Ne malı vardı, ne de mülkü, ne de emekliliği…

Demek istediğim öte yanında bir kuruşu bile yoktu. Değil öyle her camiye bir halı hediye etmek kendisinin üstünde oturacağı bir halısı bile yoktu.

Nenemin bu durumu beni çok üzerdi. Kazancım kendimden artmıyordu ki neneme yardım edeyim. Neneme yardım edememiş olmanın ezikliğini düşlerimde yaşarım. Kimi zaman ben nasıl torunum, neneme bir çorap bile alıp hediye edemiyorum diye yakınırım. Bazen düşlerimde Neneme harçlık verdiğim olur…

Muhtar Atmaz’ı, o kadar kişinin yanında yalanlamayı doğru bulmadım. Gerçeği söylemiş olsa idim Muhtar Atmaz’ı utanca boğar, küçük düşürmüş olurdum…

Şimdi Muhtar Atmaz’la ne zaman karşılaşsam Nenem hakkında söylediği sözler aklıma gelir ve gülerim…

 

MUHTEREM HÜSEYİN

 

30.11.1961: Muhterem Hüseyin, bizim Tabakhane’de Çarmelik kahvesini işletirdi. Yoksuldu, hoşsohbet bir adamdı. Sakalı yoktu, bıyıkları postu. Bazen böyle güzel sözler söylerdi ki dinlemeye doyum olmazdı.

İşte bunlardan birkaçı:

Adamın biri, kavgalı olduğu, kişiyi rüyasında görmüş ve ona bir sigara ikram etmiş. Bunun, üzerine sabahleyin adamla: barışmak için yola düşmüş…

Kendisine, nereye gittiğini soranlara:

– Kavgalı olduğum adamla barışmaya gidiyorum. O’na rüyamda sigara ikram ettim de… demiş.

Karşısındaki:

– Yahu o rüyadır deyince

Adam:

  • Rüyaya da mı inanmayalım demiş.

+

Derisi yüzülen Nesimi’ye bir kadın

“Suçun neydi de derini yüzüyorlar a babam?” diye sormuş.

Nesimi de:

“Bacım, demiş, nedenini söylesem omzumda kalan son par­çayı da sen yüzersin…” demiş.

+

Şu beyitler de Muhterem Hüseyin’den:

 

Asude olayım dersen eğer gelme cihana.

Ey dip diri meyyit sen kendini âdem mi sanırsın…

 

Emin olma bir şahsa hatta padişah olsa

Sokar Akrep gibi fırsat bulursa, akraban olsa.

+

 

Şu sözler de Muhterem Hüseyin’den duymuştum:

 

“Onu burnundaki hızma oynatıyor.  Yoksa o ayıya yirmi kişinin gücü yetmez.”

+

Hakikat budur: Yılanı öldürmeyeceksin, yalanı öldüreceksin…

+

Neron’un Rama’yı yakmasının nedeni şöyle anlatırdı:

Roma’nın yolları darmış. Neron’un da kamulaştırmak için parası yokmuş. Tutmuş bütün Roma’yı yakmış…

+

Malı sahibi, ilim ise sahibini korur…

+

Bilinse sırr-ı hilkat,

Kimsede yoktur yok taksirat…

+

Aşağıdaki sözler de Tevrat’tan:

“Günlerimizi saymayı bize öğret ki hikmet yüreği edinelim…” (Tevrat. Mezmur, 90/12)

+

Gerçekte Tanrı’nın varlığına inananların en başında geli­rim. Eğer bir gün bütün insanlar Tanrı “Yok!” dese; ben, yok demeyi kabul etmem ölüm pahasına da olsa…

Tanrı vardır; ancak, toplumun inandığı biçimde bir Tanrı yoktur…

+

DOĞA YASASI

 

3.12.1961:Saç tıraşı olduğum berber dükkânındaki bir levha çok dikkatimi çekerdi.

Hangi ressam yapmışsa çok güzel yapmış. Ressamın yaptığı bu renkli resmin de bir fotoğrafı çekilmiş ve oturduğum koltuğun tam karşısına asılmış.

Berber beni tıraş ederken ben de bu fotoğrafa bakarak düşüncelere dalardım.

Sizleri daha çok meraklandırmayayım, anlatayım.

Resimde bir aslan… Yelesinden erkek olduğu belli… Ağzında boğazından yakaladığı bir tilki var. Tilkiyi kaldırmış bir başka yere götürüp yiyecek…

Ne var ki tilkinin ağzında da bir büyükçe kuş. Atmaca olsa gerek… Bir fare de atmacanın gagaları arasında… Durun, daha bitmedi… Fare’nin de ağzında da bir kertenkele; fare, kertenkeleyi yuttu yutacak. Ama kertenkelenin de ağzında bir kurbağa… O da kurbağayı yuttu yutacak…

Ama kurbağa da bir örümceği yakalamış, hemen hemen yutmak üzere… Örümcek, bu… Diğerlerinden geri kalır mı? Onun da ağzında bir sinek… Sinek, örümceğin boğazından gitti gidecek…

Berbere sordum:

– Bu resim ne demek istiyor?

Berber, tıraşı durdurdu. Yüzüme baktı. Söylesem mi, söylemesem mi diye bir duraksadı…

– Allah’ın hikmeti, hikmetinden sual olunmaz…

Ben de aklımdan geçeni söyleyip söylemekte ikirciklendimse de söyledim:

– Koskoca Allah! Her şeyi yapmaya gücü yeter… Canlıyı canlıya, canlı canlı yem etmese olmaz mıydı?

Berber çarpılmış gibi oldu. Belki de Allah’ın işini sorgulayan biri ile ilk defa karşılaşıyordu.

-Tövbe de Allah’ın sorgulamak ne haddine… Vardır bir hikmeti… Birbirlerini yemesinler de açlarından mı ölsünler?…

Dilim yine durmadı:

  • Koskoca Allah bu işe başka bir çözüm bulamaz mıydı?
  • Bulurdu bulmasına da böyle gerek duymuş demek ki?

Ama ben her şeye gücü yeten Allah’ın canlıyı canlıya, canlı canlı, yem etmesini Allah’ın adaleti ile bağdaştıramıyordum… O gün akşama değin bu konu üzerinde düşünüp durdum. Geçerli bir yanıt bulamadım.

Berber haklı idi… Bunlar birbirini yemesinler de açlarından mı ölsünler?.. 3.12.1961

+

“MEVLANA GECESİ”

 

23.12.1961: Bizi sevenlerden kimileri öneri getiriyordu. “Yahu bunca zamandır müzikle uğraşıyorsunuz. Herkes merak ediyor, ne tür müzik yapıyorsunuz. Bir konser verin de müziğinizi tanımış olalım…”

Bu öneriler üzerine Hocamız konser vermeye karar verdi. Elbette konser için ön çalışma yapmak gerek. Başladık mı ön çalışma yapmaya. Aylarca çalıştık, hazırlandık. Konser vermeye hazır duruma geldik. Konserimizin adını da “MEVLANA GECESİ” koyduk…

Konseri, Öğretmen Evi Salonunda (Eski Kilise ve Halkevi…) verecektik. Burasının salonu da sahnesi de büyüktü.

Konser günü salon yarısına kadar ancak dolmuştu. Gelenlerin çoğu Zekeriya Beyaz ekibindendi. O zaman Nurculuk akımı güçlü idi Gaziantep’te. 27 Mayıs devrimine tepkisel hareketlerin odak noktasını bunlar teşkil ediyordu.

Aşağıdaki gibi bir program listesi hazırladık. Bu programı gelen seyircilere vermek üzere çoğalttık. İşte program:

 

23.12.1961 YILI “MEVLANA GECESİ”NE AİT “MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ PROGRAMI:

 

Eserin adı ve güftesi                            Usulü                  Sahibi

  1. Dem, Nay ile… Dr. Emin Kılıç Kale
  2. Rast’a Giriş
  3. Rast Peşrevi (1. ve 2. Hane) Benli Hasan Ağa Sakil
  4. Fıhristti Makamat’tan Rast Satırları

Ahmet Avni Bey.                                          Devr-i Revani Hindi

“Kavli de kaddi gibi “Rast” olsa ger ol mehveşin

Hiç bükülmezdi beli uftade-i hasretkeşin”

  1. Rast Beste Dr.Emin Kılıç Kale Fahte

Secdedir her kande bir büt görsem ayinim benim

Hah Müslüm tut hah kâfir tut budur dinim benim

  1. Rast Nat-ı şerif’ten bir parça

Buhurizade Mustafa  Itrı Dede         Darb-ı Türki

  1. Hüseyni’ye Giriş, Dr. Emin Kılıç Kale
  2. Hüseyni Peşrevi, 1 ve 2. Hane

Ahmet Dede                                                 Devr-i Kebir

  1. Hüseyni Satırları, Fihristti Makamat’tan

Ahmet Avni Bey                                           Düyek

Pestten eyler niyaze, saydı çün ol dilberi

Dil bulup ruhsat “Hüseyni”ye çıkardı işleri”

  1. Hüseyni ayininden bir Parça

Lâ edri (Bilinmiyor)                                     Devr-i Revani Hindi

  1. Hüseyni İlâhi Evsat                                              “Ravzana çün yüz süren bulur eman”      
  2. Hüseyni Nefes Ağır Düyek                       “Yüzün gördüm dedim Elhamdülillah”

+

Ne var ki konserin yarısında bizim milliyetçi ve mukaddesatçı seyircilerin tümü hep birden ayağa kalkarak salonu terk etti.

Bizim Osmanlıcıları Osmanlı müziği sarmamıştı.

İşin en ilginç olanı ise böyle bir müzikle uğraşan bizleri başta milliyetçi ve mukaddesatçı Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç olmak üzere bizleri “Komünist” diye Emniyete jurnallemesidir…

Bunların cehaletlerinin boyutunu bu örnek bile göstermeye yeter…

Komünistlik nerde… Biz nerde…23.12.1961

XXX

 

26.2.1961: Ortaokulu dışarıdan bitirmeye hazırlanıyorum. Kendi kendime program yapıyorum. Canım sıkıldıkça bu programları yineleyerek yapıyorum.

Daha önce de 5.1.1960’ta yapmıştım. Bundan anlaşılıyor ki ortaokulu dışardan bitirme kararım ciddi. Zaman zaman aklıma geldiği için yeniden program yaparak rahatlıyorum…

Pazartesi : Türkçe Dilbilgisi kitaplarına çalışılacak

Salı           :  Aritmetik Geometri Kitaplarına çalışılacak.

Çarşamba       :  Sosyoloji, İncil ve Kuran

.Perşembe       : Tarih Coğrafya kitaplarına çalışılacak

Cuma               : Tabiat Bilgisi Derslerine çalışılacak ve Mesnevi Okunacak

Cumartesi       :  Fizik Kimya

Pazar               :  Yazılar yazılacak, gazete, kitap, dergi okunacak…

Bütün bunlar yanında; felsefe, sosyoloji, İncil ve Kuran okuma hevesim de sürüp gidiyor.  Bakalım başarabilecek miyim?.. 26.2.1961

DİLEKÇE

16.8.1961: Hocanın bütün yazılarını yazmak yanında kimi öğrenci arkadaşların iş ve şikâyet dilekçelerini de ben yazardım.

İşte bunlardan biri:

+

Gaziantep Çimento Fabrikası

Müdürlüğüne

Gaziantep:

16.8.1961

1934 doğumluyum. Halk Dershanesini iyi derece ile bitirdim. Küçüklüğümden beri okuyamamış olmanın acılarını duyarak yaşarım. Bununla birlikte umutsuzluğa düşmedim. Yayın organlarından yararlanarak; gazete, dergi, kitap gibi elime geçen yayınları müspet ilmin ışığı altında okuyarak kendimi yetiştirmiş ve yetiştirmekteyim.

İçki kullanmam, sigara içmem. Geçimsiz değilim. Kabahat ve kusurlarım olursa inkâr etmem. Kabahat ve kusurlarımı bir daha yapmamak için bütün gücümle çalışırım.

Şimdi ise dokumacılıkla geçimimi sağlamaktayım. Askerliğimi alay kademesinde tamirci ve son olarak tabur komutanının şoförü olarak bitirdim.

Yeni açılan fabrikanızda tamirci veya şoför olarak çalışmak istiyorum. Eğer tamirci ya da şoför olarak çalışmam mümkün değilse; çimento doldurmak, çimento torbalarını düzenlemek, sarmak, paket yapmak vb işlerde de çalışabilirim.

İşe alınmam halinde istenen belgeleri getirebilirim. Gereken sınavlara da girmeye hazırım. Ahlakımdan emin olabilirsiniz. Elime, dilime, belime sağlam biriyim.

Sonuç olarak: Fabrikanızda çalışmak istiyorum. Durumuma ilişkin bir bölümde işe alınmamı arz ederim.

Saygılarımla,

  1. D.

N.D.

Tabakhane Sukenarında

Kebapçı Ş.D. eliyle

Gaziantep

X

HUZURUN KOŞULU

 

28.8.1961: Huzur tek koşulu; olumsuz davranışlarda bulunmamak ve yersiz sözler söylememektir. Doğru, güzel, iyi olan davranışlara ve doğru söze saygı duymaktır.

Huzur içinde yaşamak istiyorsan; aklın verilerine, sağduyunun emirlerine uymak ve de vicdanın sesine kulak vermek gerektir.

Dediğim dedik, çaldığım düdük dersen toplumda itibar bulamazsın ve de huzurun kaçar.

Yaşam bir sırat köprüsü gibidir. Dikkat etmek gerek, aksi takdirde yuvarlanır gidersin arkanda ağlayan bile bulamazsın…

X

RUHSAL DURUMUM

 

5.9.1961: Dün iyice hasta idim. Kalbim ağrıyor, duyulamayacak derecede yavaş atıyordu. Dün tüm umutlarımı yitirmiştim. Karıma koca, çocuklarıma baba arama fikri ile uğraştım durdum.

Halsizliğim o kadar fazla idi ki bir şeyler yapsın diye doktor olan Hoca’ma gittim. Beni muayene etti, bir ilaç yazdı. Ayrıca: “Güneşten kaç, cinsel ilişkiden çekin, asla sık yapma…” dedi. “Peki, efendim zaten seyrek yapıyorum…” dedim. Dedim ama yalan söylemiş olduğumu duyumsadım. İnsan, elinde olmadan da, gayr-i ihtiyarı yalan da söyleyebiliyor işte böyle…

Ben bu ruh halinden nasıl kurtulacağım. İrademe ne zaman hâkim olacağım. İrademe hâkim olamıyorum. Beni de en çok bu durumum rahatsız ediyor.

Bütün umutlarımı yitirmiş durumdayım.  Nasıl kurtulacağım ben bu ruh halinden?..

X

MAHMUT BEY

 

5.9.1961: Dairede (Gaziantep Millî Eğitim müdürlüğü) ona Mahmut Bey deriz. Zaten bizler dairede birbirimize hep Bey diye sesleniriz. Bazen odacılara bile Bey dediğimiz olur.  Aslında herkesin değer adı söylense ne Bey kalır ne de Efendi…

Mahmut Bey’e gelince; Mahmut Bey’in en göze batar niteliği ayaklarını elleyecekmiş gibi iki elinin öne eğik olarak vücudundan cansızcasına aşağı sarkmasıdır.

Otuz yaşlarında, esmer, siyah saçlı, daima korku içinde gelip giden bir memur…

Mahmut Bey, dini kuralları yerine getirmese de din konusunda yapılan eleştirilere dayanamaz. Böyle bir ortamda koyu bir Allahçı ve dinci olur. Bir de sosyalist sözünün dile getirilmesinden çok korkar… Hemen kulaklarını diker, sağ sola bakar acaba bizi dinleyen biri var mı diye…

Ord. Prof. Ali Fuat Başgil kendine göre en yüce, en ileri bir özgürlükçü, hak hukuk savunucusudur.

Ancak 27 Mayıstan sonra Ali Fuat Başgil’in adını ağzına almadı. Araziye uymuş durumda. O savunmalar Demokrat Parti iktidardan düşürülmeden önce idi…

Demokrat parti zamanında ikide bir “Hakka dönüş var şimdi!” derdi. 27 Mayıs’tan sonra onu da diyemez oldu. Şaşkın bir durumda ortalıkta dolaşıp duruyor, ağzını da bıçak açmıyor…

Bu günlerde aramız iyi Mahmut Bey’le… Sık sık odama girip çıkıyor güler güzle. Benimle konuşmaya can atıyor. 27 Mayıstan önce pek yakınlaşmazdı bana…

Dün yine geldi odama. Masa üzerinde duran plastik kaplı defterimi aldı eline. “Kaça bu defterin fiyatı?” diye sordu. Bu arada defteri açmayı da ihmal etmedi. Defterin içinde TDK yayınlarından Sade Türkçe Kılavuzunu gördü. Ama açıp içine bakmaya korktu. “Beğendiğini, hayran kaldığını, İlk fırsatta bir tane de kendisinin alacağını…” söyledi.

Ama asıl merak ettiği deftere neler yazmış olduğumdu. Ancak buna cesaret edemedi. Açıp baksa idi Osmanlıca sözcüklerin Türkçe karşılığını bulacaktı. Ne var ki ona göre “Türkçecilik komünistlerin heves ettiği bir şeydi…”

Ama 27 Mayıs’tan sonra Mahmut Bey de koyu bir Türkçeci oldu. Geçen gün “İslâhiye Maarif Müdürünün adı neydi?” diye sorunca bana: “Maarif Müdürü değil İlköğretim Müdürü diyeceksin!” diye çıkışmasın mı? Şimdi benden çok yeni Türkçeyi savunuyor.

Zaman, insanları böyle değiştiriyor işte.

 

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

19.1.1962: Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden dolayı yakalanarak adalete sevk edilmiştir. 19.1.1962 TARİHLİ GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ

X

28.1.1962 İsmet Özüzümcü ile birlikte Öğretmenler Lokalinde oturuyorduk. İsmet Bey bana; “Gericilerin bize tertip hazırladıklarından, benim başıma gelenin bir şey olmadığından; gericilerin Emin Kılıç topluğunu mutlaka dağıtacaklarından toplumun bizden nefretinin Adliye, Emniyet ve diğer devlet dairelerine bulaşması sonucunda yasaya uyduracakları bir suçla bizleri suçlayacaklarını; bana bu tertibi uygulayanların gayet memnun olduklarını, maksatlarının bizi bu zan altına sokmak olduğunu bu zan altına girmemizin bile yeter olduğunu; Hoca’nın toplumun mukaddesatı ile oynadığını, öldürülmesinin normal olduğunu, Hoca’yı öldürenlerin Cennetlik olacağını umduklarını…” söyledi.

Gericilerin; “Bizlerin sol eğilimli olduğuna inandıklarını ille de dağıtacaklarını da…” ekledi. Konuşurken öylesine dikkatli idi ki K harfini söylemekten bile korkuyordu.

28.1.1962 Elçin yine rahatsızlanmıştı. İğne yaptırmak için Hoca’nın muayenehanesine götürdüm. Hoca ile konuşmaya daldık, unuttuk Elçin’e iğne vurmayı…

Hoca bana yine çıkışytı. Benim davranılarım ile kendisinin dvranışlarını karşılaştırdı. Bundan önce Zekeriya Beyaz ile bir çocuk daha gelmişti.Bu çocuklar 1. Şubenin adamları idiler…Hoca’nın ağzından suç sayılacak sözler almaya çalıştılar.. Ne biçim adamlar bunlar kimsenin kendilerinden başka düşünmesine tahammül edemiyorlar… İftira ile de olsa bizi ve de bizim gibi düşünenleri susturmaya çalışıyorlar. Ajanlar gittikten sonra Hoca “Oğlak!” diye çıkıştı bana… Nefse mahkûm olduğumu, sakat düşündüğümü söyledi.

Bu konuşmalar sırasında Padişah, Cumhur Bey, Murat Bey, Kuşakçı da vardı.  Hoca’yı onaylayarak beni kızdırmaya çalışıyorlardı.

Dikkat etmeliyim ben bunlara.Güvenmemeliyim hiçbirine…Ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler.ben işimi sağlam tutmalıyım.Öylesine dikkat etmeliyim ki bunların diline düşmekten kurtulayım… Artık Hoca’ya bile güvenmemeliyim beni komünist olarak suçladıktan sonra…

Ben çok saf biriyim. Düşüncelerimi söylemeden duramıyorum. Artık söyleyeceğime yazmalıyım…

X

KOMİNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1       Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaata sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

+

Not: Gazeten olduğu gibi alınmış herhangi bir düzeltme yapılmamıştır. Adamlar KOMÜNİZM yazmaktan aciz…

X

HEYECANLI BEKLEYİŞ

 

Doğrusu iyi dayanıyor Eşim… Çekilecek şey mi aile yaşamım benim…

Yoktur evde ağza atacak; odun kömür gibi yakacak…

Üç çocuk, bir de babam…

Ailemin geçimi içindir bütün çabam…

Doğrusu iyi dayanıyor eşim Yener…

Çekilir mi yoksulluk içinde bir yaşam…

İçimde bir acı var, yanıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor bana kurulan bu tuzak… Bunların bana tuzak kurduğunu fark edememiş olmamı hiç hazmedemiyorum.

Yeryüzünde benim gibi basireti bağlanmış ikinci bir adam olabilir mi?

Hele şu gazetelerde hakkımda yapılan ifşaat anonslarına ya da tehdidine bir anlam veremiyorum doğrusu. Ben uyurken ne hesaplar yapıyormuş bu adamlar.

Bir yıl boyunca ne söylemişsem not etmişler anlaşılan. Şimdi de bunları gazetede yayınlayacaklarını yazıyorlar.

Çok şeyler söylemişim muhakkak. Hatırlayamıyorum şimdi ne söylemiş olduğumu… Söylenmemesi gereken sözleri nasıl olmuş da söylemişim, ona yanıyorum…

Beni gördükleri zaman elleri ayakları dolaşıyor. Kaçacak delik arıyorlar, utanıyorlar, kıpkırmızı oluyorlar. Buna karşın aleyhimde yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Ne biçim adam bunlar?..

Olacak iş mi bu? 27 Mayıs düşmanı, gerici ve çağdışı zihniyet sahibi insanlar toplumda söz sahibi olsunlar Benim gibi cahil birini; komünist diye yaftalayarak emniyeti ve yargıyı peşime düşürsünler… Buna bir anlam veremiyorum.

Gerçi tutuklanmayacağıma, tutuklu olarak alıkonulmayacağıma, yapılacak duruşma sonunda, hakkımda men’i muhakeme kararı verileceğine ve temize çıkacağıma bütün benliğimle inanıyorum.

Ama yine de bir korku, bir heyecan var içimde. 24.2.1962

X

KONUŞACAK YÜZÜ YOK!

 

Millî Eğitim Müdürlüğünün Halkevi karşısındaki Kitap Satış dükkânın önünde, Necdet Sevinçle karşılaştık.

Selam verdim, almadı… Her herhangi bir şey de demedi. Beni görmemezlikten geldi.

“Ne oo! Selamımızı da mı almıyorsun artık?” dedim…

Hiç seslenmedi, kafasını yere dikerek uzaklaştı gitti.

Ne deyebilirdim, konuşmazsa zorla konuşturacak değilim ya. 25.2.1962

+

DAYAN

 

Ne sağdayım, ne de aşırı solda

Dayan Hayri Balta dayan

Çok iş gelecek başına bu yolda

 

Ne sağla, ne aşırı solla ilgim var

Her ikisinden de

Ürkekliğim var, ürkekliğim var…

  1. B. 25.2.1962

X

EMEKÇİ KARDEŞİM

 

Çoktan geçmiş otuz yaşını

Çekse koparır öküz başını

Ayağında çarpana

Her adımda sallanır da sallanır

Şalvarının ortası…

 

Bir karton kutu elinde,

Girdi Öğretmenler Lokal’ine

Görenler baktı kötü kötü”

“Bunun ne işi var, dedi, Öğretmenler Lokali’nde!”

 

O ise ekmek parası derdinde

Ayağında çarpana, kıçında şalvar

“Aspirin Bayar, Aspirin Bayar…

Emekçi kardeşim Aspirin Bayar satar!..

  1. B. 25.2.1962

X

BİR BU EKSİKTİ

 

31.3.1962: Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosu’nda yazman olarak çalışıyorum. Benimle birlikte Müslim Yeniay adında bir inşaat Teknikeri var. Bir de Ahmet Bucaklı adında Yapı Kalfası.

Durup dururken Ahmet Bucaklı bana:

“Sana bir şey soracağım… Kızmayacağını biliyorum…”

“Sor ne soracaksan. Kızmam…”

“Senin baldızın var mı?”

“Var!”

Bocalayıp duruyordu. Dilinin altında bir şey vardı, söyleyemiyordu…

“Söyle, söyle… dedim, Çekinme…”

“Sen, baldızını satıyormuşsun, öyle mi?”

Bu dedikodular gazetelerin hakkımdaki yayınları üzerine çıkıyor böyle… Kim bilir daha neler söyleniyor aleyhimizde…

“Yok, böyle bir şey… Kim söylemişse yalan söylemiştir…”

“Ne bileyim ağam… Hatta o çocuk bana böyle der demez… Yok yahu!. Ben Hayri Beyi tanırım, bizim yazmanımız… Ben o adamın karakterini bilirim. Öyle bir şey olsa saklamaz… dedim. Dedim ama yine de bir de sana sorayım dedim…”

Güldüm sessizce… Bu Ahmet Bucaklı ne safmış böyle… Hemen de inanıyor her söylenene…

“Yok, öyle bir şey… Olsa alır parayı sana da satardım. Hazır müşteri çıkmışken…”

Bana sakin ve sabırlı olmak düşüyordu. İşyerinde kavga çıkarırsam beni işten atmak isteyenlerin eline tutamak vermiş olurdum. Ben bu düşünceler içinde ya sabır çekerken… Ahmet Bucaklı anlatıyordu:

“Eşimle cinsel bakımdan uyuşmazlığımız var. Bu nedenle sık sık kavga ediyoruz… Eğer eline bir kadın geçerse bana haber ver. Onu ikinci eş olarak alacağım… Buna eşimi de razı ettim. Bana ses çıkarmayacak…”

Anlaşılan o ki; hâlâ beni kadın satıcısı olarak görüyor Ahmet Bucaklı… Ölür müsün, öldürür müsün? Yoksa ağzının üstüne bir tane indirir misin?..

Ağzının üstüne bir tane indirirsen, adımız işyerinde kavga çıkartmış olacak… İşveren de tutup bizi dışarı koyacak…31.3.1962

+

Hayri Abi,

Evet, Yılmaz Güney’i de böyle tahrik etmişlerdi.

Saygılar…

  1. Yalçın Efe, 15.7.2009

X

BU ORTAMDAN KURTULMALIYIZ

 

1.4.1962: Öğle yemeği için eve gittiğim de gördüm ki kardeşim Hasan’ın yüzü gözü şiş… Şaştım kaldım, “Kiminle kavga ettin?” diye sordum.

Anlattı: Nasihatçı Mahmut ve oğulları ile kavga etmiş.

Nasihatçı Mahmut ve çocukları DP taraftarı idi. Bizim aile de CHP’li…

Asker hükümeti deviriyor; halk arasına düşmanlık tohumu ekiliyor.

Konu sosyal adaletten açılmış. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.

Onlar:

“Zengine hürmet edilmeli!” demişler.

Kardeşim de:

“Evet, hürmet edilmeli ama dalkavukluk edilmemeli…” demiş.

Vay sen misin bunu deyen. Bu sözden alınmışlar. Kardeşimin kendilerine dalkavuk dediğini sanmışlar. Hemen saldırıya geçmişler. Kavga başlamış, baba ve iki oğlu Hasan’ın başına çökmüş. Bire karşı üç… Bir süre kapışmışlar…

Çevreden yetişenler kendilerini ayırmış… Ayırmışlar ama bizim Hasan’ın yüzü gözü şişmiş…

Bu bana çok ağır geldi. Ne var ki gidip onlarla bir de ben kavga edemem.

Bu ortamdan nasıl kurtulacağız? Bir an önce bu ortamdan sıyrılıp çıkmamız gerek ama nasıl çıkacağız bu yoksullukla…1.4.1962

X

CHP OY KAYBEDİYOR…

 

1.4.1962 Sabahleyin Naip Hamamına gittim. Aradı sırada giderim. Naip hamamını da çok severim.

Vardım ki hamam da Sait Nakkaş adında CHP’li bir dost var…

Beni güler yüzle karşıladı. Kafa dengi birini bulduğu için sevindiği belli oluyordu.

“Merhaba… Hoş geldin…”

“Merhaba, hoş bulduk…”

“İşler ne âlemde, bu işler böyle sürüp gitmez. “

27 Mayısçıların işi gevşek tuttuklarını anlatmak istiyordu.

“Merak etme, iyi olacak… Her şey düzelecek. Başımızda İnönü var… Korkma!”

“Sen başımızda İnönü var diyorsun ama işçiler yoksulluk ve işsizlik içinde. Öbür semtlerde eski Demokratlardan arkadaşlarım var… Bilmezler benim Cumhuriyet Halk Partili olduğumu. Konuşmalarını dinliyorum da; Gürsel’i, İnönü’yü, Başol’u (Yassıada Mahkemesi Başkanı) asmaktan, kesmekten söz ediyorlar. Bunu bizimkiler yapmadı. Yapmalılardı bir temizlik… Analarını bellemelilerdi…

“Ey işte kıymadılar. Kardeşkanı dökülmesin istediler…”

“Ne kardeşi yahu! Bunlar gâvurdan, çıfıttan da kötü… İhtilal sabahı Demokratların en kodamanı dahi; ‘âha malımız, âha mülkümüz… Hepsi sizin olsun. Yeter ki bize karışmayın, canımıza kıymayın…’ diyorlardı. Şimdi değil onlara, bir sakatçı uşağına bile söz söylenmiyor. Geçen gün eşeğinin üstünde değirmene un götüren köylü, eşeğine vurunca: ‘Vurma tecrübeli kaptana, sıkıştırma tecrübeli kaptanı!” diye kinayede bulunuyorlardı. Tecrübeli kaptan dedikleri İnönü idi… Böylece bizlere söz atıyorlardı…”

“Korkma bunlar böyle edepsizlik ederse, Ordu yine gelir. O zaman da hiç acımaz…”

“Ordunun gelmesi iyi mi ki? İki sırması olan başımıza belâ kesilecek… Gene de İnönü bu iki sırmalılardan iyi….”

Bu sözlerinden sonra biraz durdu düşündü. Yeniden söze başladı:

“İnönü’yü de gördük. Bu ise bir şey değil! Allah başımıza Atatürk gibi bir adam göndere de bu milleti kurtara… Yoksa ne halkçıyım deyesim ne de bunlara oy veresim kaldı… Aha senin oğlunun çükünü alırlar oy yerine… “

Daha da söyleyecekleri vardı. Anlaşılan Sait Usta’nın işleri kesat gidiyordu…

Ancak benim zamanım kalmamıştı.

“Benden de oy alamazlar, geçti artık!” deyerek kurnama girip yıkanmaya başladım.

Bu sıralar da Türkiye İşçi Partisi soldakilerin oyuna talip olmaktaydı…1.4.1962

X

BENİM KAFADA İMİŞ…

 

Köşe başındaki kitapçıda kitaplara bakıyorum. Elime Ahmet Refik’in bir şiir kitabı geçti.

Batım, bana gelmez, yerine koydum.

Kitapçı:

“Ahmet Refik sağlam!”

Kitapçının bu sözünden bir şey anlamadım. Sordum:

“Yani sağ mı demek istiyorsun?”

“Yok, ölü…”

“Peki ne demek istiyorsun sağlam demekle?..”

Alaycı alaycı…

“Ahmet Refik de senin kafada demek istiyorum!” demesin mi?

Ne deyeceğimi şaşırdım. Şeytana lanet edip sesimi kestim…

“Ne varmış benim bu kafamda?” deyemedim.

Desem tartışma çıkacaktı…  4.4.1962

X

MASON KAHVESİ

 

Tabakhanedeki Çarmelik kahvesine oldum olası yaz günleri kimse gelmez. Issız olduğu için biz Tabakhaneli Emin Kılıç öğrenciler ara sıra gidip çay içeriz.

Bizim orada oturup çay içmemiş kimilerini rahatsız etmiş.

“Orası mason kahvesi…” diye kimse gelmiyormuş.

Bu dedikoduları ciddiye alan kahveci üç dört akşamdır kahvedeki radyoyu sonuna kadar açarak Kuran okutuyor. Böylece mason olmadığını, Müslüman olduğunu kanıtlamak istiyor.

Zavallı kahveci.. Zaten yaz günleri müşteri gelmez. Bizleri de kaçırınca hiç müşteri bulamayacak…4.4.1962

X

PARA İLE DERS…

 

Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’yı, “Sağa sola saz dersi veriyor. Nayını da satacakmış…” diye hocaya şikâyet etti.

Hoca da:

“Bizim hakkımızı versin de ne yaparsa yapsın…” dedi.

Dışarı çıktık Yolda gidiyoruz. Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’nın kendisine yaptığı öneriyi anlatıyordu.

Sözde Boyacıbaşı:”Bana parası ile nay dersi verir misin?” demiş.

Kendisi de

“Olur!” demiş…

Ben de

“Nasıl olur? İçeride, para ile ders veriyor!” diye adamı Hoca’ya şikâyet etmiştin. Şimdi de sen para ile ders vermeye kalkıyorsun? Bu nasıl oluyor?” deyince

“Parası ile değil mi, isteyene veririm!” demesin mi?.

Oysa bizde, hele öğrencilerin birbirine para ile ders vermesi en büyük cezayı gerektiren davranışlardan biri idi.

Şu insanoğlu ne tuhaf…4.4.1962

X

HUZURSUZLUK

 

17.4.1962: Gece yarısı uykum kaçtı. Kalkıp bir döşek serdim yere. Yerde yatmak daha rahat geliyor bana. Gerçi yerde yatarken tabanın soğuğu belime vuruyor ama hiç olmazsa sık sık uyanmıyorum.

Karyolada yatarken rahat edemememin nedeni ağlayan çocukları eşimin yatağa almasıdır. Çocukları emzirirken, uyutmaya çalışırken ben de sık sık uyanıyorum. Çocukların ağlaması beni bir türlü uyutmuyor. Çocuklardan biri ağlamaya başlayınca diğeri de ağlamaya başlıyor. Sanki sözleşmişler gibi birbirleri ile yarışıyorlar.

Yerde yatarsam da soğuk alıyorum tabandan. Böbreklerim ağrıyor.   Karyolada yatarsam uyuyamıyorum çocukların kulağımın dibinde ağlamasından…

Şaştım kaldım… 17.4.1962

X

EN BÜYÜK YANILGIMIZ

 

20.4.1962: Bu günden öteye günlük tutmaya zorlayacağım kendimi. Çok yararı oluyor bana günlüklerimin. Huzurluğum gidiyor, boşalıyorum, rahatlıyorum…

Ancak günlüklerimi yazacak sakin bir ortam bulamıyorum. Evde çocuklar rahat vermiyor. Tek odalı bir evde de rahatça yazılmıyor… Hanım da rahatsız bu durumdan.

Akşam derste siyasi olayları tartıştık. Siyasal durumu buhran olarak adlandırdık. Ne zaman buhrandan kurtuldu ki bu memleket. 27 Mayıs devrimine “Geri tepen bir hükümet darbesi dedik!” Yeni bir darbenin olacağını sanmayan Hocamıza karşın ben yeni bir darbenin yakın olduğunu hissediyorum. Karşı devrimcilerin susturmak için bu kez Ordu’nun daha sert önlemler alacağını sanıyorum.

Ordu’ya da pek güvenim yok ya… Bizim en büyük yanılgımız Ordu’yu ilerici, solcu görmek…

Her şeyimiz bozuk. Osmanlıdan bu yana bozuk. Düşünüyorum, düşünüyorum da demokrasiden başka çıkış yolu göremiyorum.

Özgürlüğün değerini bildiğimden; totaliter bir yönetimi istemiyorum. Özgürlük tatlı şey, kutsal bir şey! Hem kendim için, hem de halkım için özgürlük vazgeçilmez bir hak… Ama şimdi o özgürlükten de yoksunuz.

Adamsan ülkenin kalkınmasını iste. İşçiye, köylüye, yoksula acı, merhamet eyle… Kötü gözle bakıyorlar işçi haklarından söz edene… ”Komünist mi acaba?” diyorlar. Kaderimiz böyle deyeceksin bütün toplumsal adaletsizliklere…

Böylelikle hem kendimizi aldatacağız, hem de kişiliğimizi zedeleyeceğiz… Hayır, hayır… Olmaz olsun böyle yaşam…

Toplumsal adaletsizlik karşısında sessiz kalmaktan utanıyorum. Gerçek kişiliğimi yansıtamıyorum. Bu da bana utanç veriyor…20.4.1962

X

HOCA’NIN SÖZLERİ

 

21.4.1962: Gaziantep Sabah gazetesinin 5.4.1962 tarihli nüshasında lehimizde olan bir yazıyı Hoca gösteriyorum. Yazı, Hoca’nın ilgisini çekiyor. Ve şöyle bir emir veriyor. Bu emri de ben yazıya geçiriyorum:

Kâtip (Kebuter) bu nüshadan yeteri kadar temin edip parası karşılığında bütün canlara verecek… İstanbul ve Ankara’daki canlar da dahil…

Memur olan bütün canlar bu yazıyı, beraat kağıdı çerçevesinde ellerinde bir silah gibi kullanacak.

Padişah ve Cumhur bu yazıyı muhiplere (Bizi sevenler…) de okuyacaklardır.

Cumhur: Kara Hayri’ye, Cingöz Beye,

Padişah: İsmet, Nejat,Celal Bey, (Av. Celal Kadri Barlas),Av. Hayri Öztaş, Av. Ekrem izgin…

Faydalanmada parola şu: “İşte Allah = Gizli kanunlar…:

Yazı özetle: “Hoca’nın söylediklerinin yasaya aykırı olmayıp; ancak, sözlerinin bir maksad-ı mahsusa matuf olarak yayınlamak suçtur …“ diyordu.

X

23 NİSAN

 

23 Nisan 1962 Ulusal Egemenlik Bayramı; köylüsü, kentlisi;

Yola dökülmüş. Tribüne dizilmiş eli biletlisi.

 

Dairenin bahçesinden izliyorum öğrencilerin geçişlerini…

Yanımda getirmişim izlesin diye büyük kızım Elçin’i…

 

Türlü giysiler içinde, türlü acayiplikler…

Kimine şalvar, kimine çarşaf giydirmişler.

 

Kim çocuklar da dansözler gibi giydirilmiş;

Adına da melekler takımı denmiş…

 

Çok da masraf yaptırılmış çocukların analarına, babalarına…

Öyle gariplikler, öyle acayiplikler ki;  yapmacık geliyor insana.

 

Seyircilere sürpriz yapılacak…

Seyirciler baktıkça şaşıp kalacak…

Bayrama katılanlar yanında

Analar babalar mutlu olacak…

 

Hele o bayan öğretmenler güzellik yarışmasına katılıyorlarmış gibi;

Açık saçık giyinmiş hepsi, defileye çıkıyorlarmış gibi…

 

Ellerinin, gözlerinin boyası da cabadan…

Gerçek yüzleri görülmüyor boyadan…

 

Ya o saçlarına verdikleri şekiller…

Anlaşılan artistlere özenmişler.

 

Bizim Aysel bile erkenden berbere gitmişti.

Altı lira vererek kendisini tanınmaz hale getirmişti.

 

Aklıma; karın tokluğuna kendini satan kadınlarımız geliyor.

Onların varlığı bayramı burnumdan getiriyor… 23 Nisan 1962

X

SANKİ SUÇ İŞLEDİK…

 

27.4.1962: Öğle yemeği için eve gittim. Eşim yemeği yetiştirememiş. Yemeğin pişmesini beklesem işe gecikeceğim.

Girdik ikinci sınıf bir lokantaya.  Aşçıya:

”Ne önerirsin bize?”

“Bu gün kıyma kebabı güzel! Bunu öneririm size…”

Çok sürmeden kıyma kebabı geldi önümüze. Kebabı yerken vitrinde duran irmik helvası ilişti gözüme… “Oldu olmaya bir de irmik helvası yesem ne olur ki…” dedim kendi kendime…

Sordum garsona:

“Helvanın porsiyonu kaça!”

Hemen yanıtladı:

“Bir lira…”

“Bir porsiyon getir bakalım!”

Cebimde topu topu beş lira var. “Felekten bir gün çalalım; şöyle lokantadan karnımız doya bir yemek yiyelim…” dedik. Dedik ama cebimizdeki para bitecek korkusuna düştük…

Gözüme büyüyor çarşıdan yediğim yiyeceklere para vermek.

Hesabı ödüyorum. İki lira kebap, bir lira da tatlı… etti mi sana üç lira…

Tatlı da tatlı olsa bari, saman gibi mübarek. İrmik helvası böyle mi olur? Yağ koymaya korkmuş, şeker koymaya korkmuş…

Neyse hesabı ödedikten sonra cebimde iki lira kaldı.

Kendi kendime bir hesap yapıyorum. Üç kere yemek yesek çarşıdan 9 lira eder. Sen belle 10 lira…

Daireye geldim. Bir de çay içmek istemesin mi canım…

Dilim varmıyor bir çay söylemeye… Bir öğle yemeği bir çayla birlikte 3.25 liraya mal olacak bize…

Karnımın bir yarısı da boş mu boş; kebap doyurmadı beni, tatlı da kandırmadı… Canım daha da tatlı yemek istiyor tatlı…

Bir öğle yemeği 3.25 lira. Yevmiyemin üçte biri…

Çayı karıştırırken düşünüyorum… Ayda yılda lokantadan bir yemek yedik; içim sızlıyor, sanki suç işledik…

Tövbe baba tövbe!… Bir daha çarşıdan yemek yemeyiz olur biter.

X

SAYGI DUYULACAKLAR…

 

28.4.1962: Öğle sonu işten çıktıktan sonra doğru eve… Üç çocuğun arasına düştüm. Elçin ağlar, Gülçin ağlar, Elgin ağlar…

Biri üstüme sıçrar, diğeri dizime oturmaya kalkar. Boğuşurlar, dövüşürler…

Elgin’in ağzında yara çıkmış. Susmaz da susmaz…

Öyle diyorum; şunun şurasında iki saattir çocukların arasındayım. Ya anaları ne yapsın bunlarla… Gece gündüz bu çocukların arasında… Yemeklerini mi yedirsin, Gülçin’le, Elgin’in memesini mi versin?.. Ağıtlarını mı dinlesin, Altlarını mı temizlesin… Üçünün birden bezini mi yıkasın? Hangi birine yetişsin…

Ya evin diğer işleri; kap kaçak, çamaşır yıkamak… Evi temizleyip süpürmek, komşudan su getirmek, yemek pişirmek… Sofrayı açıp toplamak, üstünden bulaşıkları yıkamak… Hep bu kadıncağızın üstünde…

Her gün, her saat bu böyle… Aşk olsun doğrusu; deli olmak işten bile değil bu ortamda… İyi dayanıyor doğrusu… Dayanmak denmez buna çile çekmek denir aslında… Adını da bu nedenle Yener koydum ya…

Ne yapsam tırnağı olamam ben bu kadının… Bir saat dayanamıyorum bizimkinin yıllardır çektiğine…

Böyle bir kadına saygı duyulur yalnızca.

+

Ne kadar kadir kıymet bilir bir insansın Sevgili Eren Bilge ustam…

Sen 47 yıl önce buydun. Yarım yüzyıla yakın zaman içinde ne değişti? Değişen bir şey var: Kadınlar şimdi fazladan bir de çalışıyorlar. Ama erkek yine de değerini bilemiyor kadınının.

Yazıklar olsun o erkeklere. Böylelerine hiç olmazsa bir günlüğüne ev kadınlığı cezası vermek gerek. O zaman anlarlar belki acımasızlıklarını.

Bu arada çektiği bütün çilelere yiğitçe göğüs geren o güzel anneye, Meliha ablaya kocaman bir tutam ışık yollayalım buradan.

Sevgi… Saygı…

FEV, 28.7.2009

X

TERTİP

 

30.7.1962: Hoca’nın Mâanoğlu köprüsü bitişiğindeki bahçesinde piknikteyiz.

Hoca, yaptığımız bu pikniğe Tertip derdi. Hoca’nın bahçesinde, 15 günde bir, Gaziantep deyimiyle sahre yapardık. Hocanın bütün öğrencileri pikniğe katılırdı. Yemek pişirip yerdik.

Bu piknikte konuklarımız da var. Osman Aksoy, Av. Celal Kadri Barlas, Av. Hayri Öztaş..

Az sonra Hoca da geldi. Hepimizin ve konuklarımızın da gelmiş olduğunu görünce sevindi. Sevinci gözlerinden okunuyordu…

Hemen sehpalar açıldı, notalar sehpaya yerleştirildi. Musikiye geçildi. Hocamız, neşelendikçe meşki kesiyor ve aklına geleni söylüyor:

“Musiki haram diyorlar; evet, o musiki haramdır. Bu musiki ise haram değildir. Çünkü bu musiki Allah diyor. Haşa!. Onların dediği Allah değil!..”

Hoca ayağa kalktı, sözlerine anlamlı anlamlı gülen Celal Kadri Beyin yanına giderek elini, ardı ardına, iki kere öptü…

Hoca, sık sık İngilizce üç kelime söyler. Sonra bunların Türkçesini de söyler: Dini-Felsefi-İlmî… Görüşlerinin bu açıdan olduğunu söyler. “Hiçbir şey olmasın ki bu üç kelimenin süzgecinden geçmemiş olsun!” der.

Hoca devamla anlatıyor:

“Tasavvufla uğraşan bir kişi herhangi bir sorunla karşılaşınca hangisi diye düşünüp bir karara varmalıdır. Tasavvufun görevi budur.

Horozu buldun mu hallonmayacak sorun yok. Öküzü boynuzundan yakalamasın. Bende o kuvvet var…

İsmail Hakkı şöyle buyurur:

Derviş yapacağın üç şey vardır:

  1. Az konuşmak,
  2. Az yemek
  3. Az konuşmak

Güneş kadar vücuda zararlı bir şey yoktur.

İsa’nın en büyük düşmanı Hıristiyanlardır…”

+

Tuhafıma giden bir nokta var. Hoca, bu Osman Aksoy’la bunca yıldır arkadaş olduklarını söyler… Hoca’nın yaşı şu,Osman Aksoy’un yaşı şu…

Bu zamana değin birbirlerini anlayamamış olmaları şaşırtıcı bir olay. Hala yeni yeni fikri tartışmaya giriyorlar. Öyle sanıyordum ki birbirleri ile tartışacak konuları kalmamış olmalı idi bu zamana değin. Ama bir fikir birliği yok aralarında…

+

Hoca konukları ile biz de ayrı bir yerde topluluk oluşturmuşuz.

Yılmaz anlatıyor:

“Babam bana, Kuran-ı hatmettirdi. Din hocamla Cuma namazına gitmeme de ses çıkarmazdı. Hatta Polat ile Yıldız bacım iki kere hatmettiler Kuran’ı…

Bunu sözler üzerine Boyacıbaşı:

“Nasıl izin verdi de sen o eski yazıyı öğrendin. O Kuran’a emek verdin… Olur mu böyle şey!.. Yazık değil mi sekiz yaşında bir çocuğa Kuran öğretmek…”

Yılmaz:

“Babam,  demek ki bir şey görmemiş!” dedi ve konuyu değiştirdi.

Yılmazın bu anlatımları bana inandırıcı gelmedi…

 

AYIBI OLAN AYIPLAR…

 

Müdürle görüşmem gerekiyordu. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim… Müdür Bey yoktu, beklemem gerekti.

Beklerken, dairedeki bir memur arkadaş yanıma yaklaştı. Dairemizde çalışan birinden söz ediyordu.”Onun doğru dürüst biri olmadığını” söylüyordu…

Oysa sözünü ettiği arkadaşı; çalışkan, iyi iş çıkaran biri olarak bilirim.

Sordum:

“Nesi var? O da mı komünist yoksa?” diye takıldım…

“Yok!, dedi, Komünistten de beter!..”

Devam etti:

“Böyle adamlar ayıplarını kapatmak için çok çalışırlar.“ dedi ama ayıbını söylemedi.

Ben de:

“Ama bir insan böyle de karalanmaz ki! Ayıbının ne olduğunu söylemen gerek!..” dememe karşın arkadaşın ayıbının ne olduğunu söylemedi. Ben de daha fazla ısrar etmedim. Söylemesin içinde kalsın, kendinin olsun…

Böylece adamcağız hakkında bir kuşku yaratmış oldu…29.4.1962

X

BAŞ AĞIRISI

 

Öğleye doğru ağrıdı başım.

Düşündüm, neden ağrır acaba bu başım

Ağrıması için bir şey mi yaptım?..

Akşamdan kalma, rakı sigara içmiş değilim.

Uykusuz kalmamışım,

Gece sabaha kadar çalışmamışım…

Niçin ağrır bu başım…

 

Akşam, yağlı, yağda kavrulmuş kızartma gibi yiyecekler de yemedim.

Sabahleyin de çok yemedim, şimdi de aç değilim…

Peki, niçin ağrır bu başım…

Şaştım…

 

Birden geldi aklıma… İki günden beri yüznumaraya gitmemiştim…

Doğru yüznumaraya gittim…

Oh! Rahatladım.

Ağrımıyor artık başım.

Demek ki durduğu yerde ağrımazmış bu başım.

Bir nedeni varmış anladım.

29.4.1962

X

BU NASIL MİLLİYETÇİLİK

 

Öğle sonu uyudum biraz. Geçti başımın ağrısı. Buna karşın içimde bir sıkıntı…

Yatmadan önce Millî Yol adlı haftalık bir dergi okumuştum. 27 Nisan 1962 tarihli ve 14. sayı… Kapağın ardında tarafsız, milliyetçi siyasi dergi diye yazıyor.

Bunların, Milliyetçilik gibi genel bir kavramının ardına gizlenmesini bir türlü hazmedemiyorum. Sanki biz milliyetçi değilmişiz gibi…

Milliyetçilik; Atatürkçülüğü de, Türkçülüğü de kapsar tartışma götürmeden…

Bunlar; milliyetçilik adı altında kendi dünya görüşlerini dayatıyorlar. Atatürkçü aydınlara, 27 Mayıs devrimini yapanlara komünist diye saldırıyorlar…

Solcu, solak dediği yayınlar gençliğin özgürlük savaşını sahiplenirlerken; bunlar, bir yıl önceki 27 – 28 olaylarını bir kalkışma, bir isyan olarak yansıtıyorlar… Boşuna mı yapıldı bu gençlik hareketi…

Bu gençler; Cumhuriyeti,Türklüğü korumak için göğüslerini kurşunlara siper etmediler mi? Atatürk kazanımlarını korumak değil mi idi amaçları?..

Millî Birlik Komitesi üyelerine hakaret, İnönü’ye hakaret, Türkün bağımsızlığına sahip çıkanlara hakaret, aydınlara hakaret, ilerici gençlere hakaret…

Türkçülüğe ve milliyetçiliğe sahip çıkmalarını bir türlü anlayamıyorum bu dergiyi çıkaranların…

Necdet Sevinç de bu derginin yazarlarından, muhabirlerinden… Bunun bana yaptığı da ortada… Gel de bunların milliyetçiliğine inan… 30.4.1962

X

LAKLAKI İLE GEÇEN GÜNLER

 

Millî Eğitim müdürlüğü Sicil Bürosu, hiçbir özür dinlemeyeceğini söyleyerek, Cumartesi Pazar günleri de çalıştırmak istiyor beni.

Ben ise Okul Yaptırma Bürosu’nda çalışıyorum. Şefimiz İnş Müh. Asım Ahi ise; “Gitmeyeceğimi…” söyledi onlara…

Sonra da bana: “Gitmeyeceksin, ellerinden ne gelirse yapsınlar…” dedi. Böylece ben kaldım arada…

Ne tembel adam bunlar… Zamanında işlerini yapmıyorlar, laklakı ile gün geçiriyorlar. İşler birikince de beni yardıma çağırıyorlar. İstiyorlar ki bir hamlede bütün işlerini bitireyim…

Oysa beş tane daha daktilo var ellerinin altında. Beş daktilo bu dile kolay… Neler yapmaz bu beş daktilo bir günde… Ne var ki iki üç daktilo başına buyruk. Söz geçiremez onlara kimse… Diğer ikisi de işe yaramaz. Kala kala ben kalıyorum ortada… “Ver Hayri’ye, ver Hayri’ye…” Girdim gireli bu böyle…

Bir yerden daktilo mu isterler, “Git Hayri!”

Ne biçim adam bunlar. Hele o sicil yazmanı 9’da gelir; 10’da işe başlar. 12’ye çeyrek kala kitler çekmeyi, dolabı… Sonra da oturur tatil zilin çalmasını bekler.

Öğle sonu çalışmasında da böyle yapar bu adam… Öğle sonları daha da erken kitler çekmeceyi, dolabı… Saat 17’de çalışma bitecek… Bu başlar 16,30’da o odadan o odaya, o masadan o masaya…

Yüzlerine bakmamak için çaba gösteriyorum. Bunlarla bir arada çalışmak bana ağır geliyor.

Eğer çalışma günlerinin hakkını verseler beni Cumartesi ve Pazar günleri çağırmalarına gerek kalmaz.

Asım Bey, gayet haklı bana izin vermemekle. O da görüyor bunların çalışma saatlerini laklakı ile geçirdiklerini.

Asım Bey; “Gitmeyeceksin!” dedi ya… “Gitmeyeceğim…” Bakalım bana ne yapacaklar. 6.5.1962

X

YOKSULU DÜŞÜNÜR MÜSÜN…

 

7.5.1962: Uyudum öğleden sonra. İçimde bir sıkıntı var akşamüstü.

Bu Kardeşim Hasan ne yaptığını bilmiyor. Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden konuşuyor. Beni azarlayarak üzüyor. Benim çektiğim sıkıntılar san ki azmış gibi…

Sıkıntımın nedeni: Adımız komünistte çıktı ya… Rahat vermeyecek bunlar bana…

Bu aşağılık insanlar başıma iş açtılar. Bana iftira attılar. Eziliyorum ben bu iftiranın ağırlığı altında.

Sonra da şöyle diyorum kendi kendime: “Aman açsınlar da görelim. Bu sıkıntıdan kurtulurum hiç olmazsa, yeni duruma göre bakarım başımın çaresine…”

+

Bu toplumda kişilik sahibi olmak çok zormuş. Bendeki değişimi en yakın arkadaşlarım bile çekemiyor. Her biri türlü gerekçelerle beni suçlamaya çalışıyorlar…

+

Bizim çarşıdaki bakkala acıyorum. Dükkânındaki mallarına bakıyorum. Dükkânındakilerin hepsini bir günde satsa, bedeli bir günlük geçimine yetmez…

Bu toplumda yaşayan insanlar niçin yoksul. Beni bunların yoksulluğu üzüyor. Halkın yoksulluğunu dile getirdiğim zaman da başımıza iş açıyorlar…

+

Ne yapmalıyız, susmalı mıyız? Susmayacağım işte, elinizden ne geliyorsa onu yapın…

X

OKUNANLAR ve OKUNACAKLAR

 

7.5.1962: Saat 23’e değin kitap okudum.

Bu hafta içinde okuduklarım: A. K.’in “Asıl Adalet” ve “Hoş geldin Halil İbrahim” adlı iki şiir kitabı ile Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı kitabı…

Bu kitaplardan sonra Yaşar Kemal’in “İnce Memet”ini okumaya başlayacağım.. Bunu bitirince da sırada masamda duran “Savulun Amerikalı Geliyor”…

Bunun da arkasından sıra Rıfat Ilgaz’ın “Bizim Koğuş” adlı romanı da masamın bir köşesinde. Böylece sıraya koydum okuyacaklarımı…

Neyse ki zevk aldığım iki uğraşım var:

Bir, kitap okumak…

İki, yazı yazmak…

Bunlar da olmasa anlamsız bir şey olacak yaşamak…

X

LİMON GİBİ SIKMIŞ SUYUNU ÇIKARMIŞLAR

 

7.5.1962: Odacı diye bir adam getirdiler. Yüzüne bakamıyor insan. Ölmüş bitmiş, kurumuş… Yokluk, yoksulluk, toplumsal adaletsizlik canına tak demiş. Acıdığımdan “Şunu getir, şunu götür!” diyemiyorum.

İnsanları nasıl olur da bu duruma gelinceye değin sömürürler…

Bunu da bir dairede yalnız ben görüyorum.

“İnsanlar nasıl olur da bu kadar duyarsız olur…” diyorum kendi kendime…

X

ZÜBÜK

 

8.5.1962: Dayım beni çağırmış. Saat 15’de bekliyormuş mağazasında. Yaptıklarının etkisine bakacak anlaşılan…

Vardım, sordu bana:

“Aysel’in arkadaşı ile gezmesini sen mi istedin?”

“Evet!” dedim. “Haberim var her şeyden…”

Sonra, Necdet Sevinç’in bana yaptıklarını mazur göstermeye çalıştı. Ne var ki özrü kabahatinden büyüktü Dayımın…

“Ben, diyor, medenî cesareti artsın diye izin verdim kendisine… Vali ile konuşsun, Emniyet Müdürü ile konuşsun, Açılsın biraz dedim… Böyle olsun istemedim…”

İtiraf ediyor, tertibin bir parçası olduğunu dayım bana. … Nenemin de haberi var bu işten, Teyzemin de…

Necdet’in tecrübesi artsın diye benim ömür boyu başımı yaktıklarından haberleri yok.

Sonra konu; Necdet’in benim arkamdan Zübük diye bağırmasına geldi.

Necdet’in senin arkandan “Zübük!” diye bağırmasını ben istemedim.

Ya, Necdet Sevinç beni görünce, küstahçasına, “Zübük!” demesin mi arkamdan… Ölür müsün, öldürür müsün?

X

KÖR SALİH

 

8.5.1962: Kör Salih’le konuştuk Maarif Bahçesinde.

Bana insanlıktan, insanın insanı sömürmemesi gerektiğinden, ulusal gelirden, kapitalizmden ve neler nelerden söz ediyor. Hiç beklemezdim kendisinden..

“İyi niyet, iyi niyet ama neler dönüyor ortalıkta. İnönü’ye, Sıtkı Ulay Paşa’ya atıp tutuyorlar. İnanmam onlara…” diyor.

Sonra İnönü hükümetini de eleştiriyor:

“Yapsalardı yaparlardı şimdiye dek… Bunlarda da bir hayır yok!” diyor.

Sonra da yakınıyor: “Bu ulusun hali ne olacak? Şaştım yahu!”… diyor…

Ve devam ediyor:

“Şimdiye değin Köy Enstitüleri açılmalıydı, toprak reformu yapılmalıydı… İşsiz işçi kalmamalıydı…” diyor…

Şaştım kaldım anlattıklarını dinleyince… İlkokul öğrenimi bile yok Kör Salih’in…

Kör Salih, öyle anlaşılıyor ki gözleri görenden daha iyi görüyor…

X

HOMO İMİŞ MEĞER…

 

10.5.1962: N ile giderken yolda R ile karşılaştık. R, bize selam verdi ama anlamadığım bir şekilde utangaçtı… Doğal değildi bize selam verişi. Ürkekti, ürkekliği her halinden belli oluyordu.

Benimle yakın bir arkadaşlığı yoktu ama N ile çok sıkı fıkı bir arkadaşlığı vardı. Durup bizimle konuşmadan uzaklaşması dikkatimi çekti. N’ye:

“R ile aranız açık mı ne?” dedim.

“Açık ya! Ben mi kaldım elin homosu ile arkadaşlık edecek?..” demesin mi?

Şaşırmıştım, inanamamıştım… Nasıl olurdu… Öfke ile söylemiş olmasındı…

“Yok, yok gerçekten homo… Bu var ya bu sözde sporcu, sözde centilmen… Bunlar Ankara’ya bir spor yarışmasına gidiyorlar. Üç arkadaşa bir oda vermişler.  Geceyarısı bu T’nin önüne elini uzatmış. O da bunu fırsat bilerek hakkından gelmiş… Ne var ki bunu M adındaki üçüncü sporcu görmüş…

Bu böyle bir adam işte… Kim inanır bu adam böyle böyle desem…

Hatta ben bunu yüzüne karşı da söylerim… Hem bir arkadaş aracılığıyla söyledim bile… Gelip de, arkadaş niçin hakkında böyle konuşursun bile demedi…

Hem bizzat hakkında gelen de söyledi bunun homo olduğunu…

Sen inanma onun Allahçı, Ruhçu gözükmesine… Boşuna mı geziyor gencecik çocuklarla… Bu işin keyifçisi olmuş namussuz …

+

İnanamadım bir türlü… Gece uyur uyanık gözümün önüne geldi bu arkadaş… 

Arkadaşlığımız yok ama bu R ile; 10 yıldır selamlaşırız. Şimdi aynı dairede aynı odada karşı karşıya çalışıyoruz…

Beni ilgilendirmez… İlgilendirmez ama durup dururken fikrimi kurcalıyor işte…

Ne inanılmaz işler oluyor şu dünyada

+

Sayın Balta,

Kısa, özlü ama mükemmel. Kalemine kuvvet.

Devam et lütfen eski anıları taşımaya ama gücün yettiği kadar.

Selam, sevgi, saygı…

Fevzi Günenç, 3.8.2009

X

KURBAN BAYRAMI

 

14.5.1962: Kurban Bayramının ilk günü… Sabahın erken saatinde Köse Kadir’in kahvesinde oturuyorum. Şu an milyonlarca hayvanın yatırılıp boğazlanması geliyor gözlerimin önüne. Ürperiyorum. Sanki çocuklarımı yatırıp kesiyorlarmış gibi acı çekiyorum.

Katmerleşmiş bir cehalet asırlardır sürüp gidiyor. Sanki Allah kan istermiş gibi hayvanların kanı akıtılıyor.

Ne zaman bitecek bu vahşet, bu kıyım…

Bir yiğit çıkmayacak mı bu kıyıma son verecek?..

Hayvanların boğazında bıçakların mekik gibi gelip gittiğini gözümün önüne getirdikçe içim sızlıyor içim…

Şu anda kahvedeki radyo insanlığın adaletinden söz ediyor. Bu gün insanlığın en büyük ibadetinin kutlandığı günmüş…

Ne ibadeti yahu kıyım bu kıyım hayvan kıyımı…

Kitaplarındaki şu ayetten haberleri yok bunların: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (K. Hac, 22/37, Diy.)

Ne var ki “kurbanlarınızı kesin!” diyen ayetler de var. Var, var biliyorum;: ama,  ben bunların içinden olması gerekeni alıyorum. İnsana yakışanı alıyorum.

Artık bu çağda kurban kesmekle ibadet olur mu?

X

HOCA İLE GÖRÜŞMEME İZİN YOK!

 

 

18.5.1962: Milliği Eğitim Müdürü ile görüşmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorum. İçerde biri var, çıkar çıkmaz ben gireceğim… O da çıkmıyor bir türlü… Beklerken öyle yanıyorum ki teyzem oğlunun bana yaptığı oyuna… İki yüzlülük bu kadar olur… İkiyüzlü bu adam aynaya baktığında kendini nasıl görüyor acaba?

Hadi ben çok saftım aldandım… Benim gibi saf bir adama bunlar bu kadar acımasız mı davranmalı idiler… Ya şu gazetelerde aleyhimde yazdıkları yazılara ne demeli…

Dayımın, yengemin, nenemin, teyzemin eli var bana kurulan bu tuzakta. Söz de beni Emin Kılıç’tan kurtaracaklar ve eşimin koynuna sokacaklar…

İçerde, Müdürümüz Aziz Gözaçan’ın yanında İlköğretim Müfettişi Nurettin Uçkan var. O da içerden çıkmıyor bir türlü… Şimdi giremezsem bir daha hiç giremem Müdürün yanına… Daha fazla bekleyemezdim, kapıyı çaldım, “Gir!” sesini beklemeden itip girdim.

Müdürden Hoca’nın derslerine gitmek için izin isteyeceğim. Çünkü tutuklanıp bırakıldıktan sonra bana Hoca’nın derslerine gitmeyi yasaklamıştı.

Anlattım başıma gelenleri ve bana yapılanın iftira olduğunu… Müdür Bey:

“Ben yetkili değilim valiye git!”

“Efendim, beni oraya gitmekten men’eden sizsiniz; vali değil ki…” dedim.

“Olmaz, Valiyi görmelisin?” dedi.

Daha fazla ısrar edemedim. Valiye gidip niçin beni Hoca’ya göndermediğini soracağım.

Ama saçım, sakalım… Tıraş olmam lazım…

Doğru berbere… Taş taş üstüne olsa bu gün Valiyi görmeliyim. Bakalım ne varmış Hoca’ya gitmemde de bu denli korkutmuş bizim Müdürü bu Valimiz..

Bu kez de Valinin makamımın kapısındayım… Vali’yi de yalnız bırakmıyorlar ki canım. Valinin makamına giren girene, çıkan çıkana… Ben sabırla bekledim. En sonunda “mesai bitti zili” çaldı. Bu zil üzerine içeridekiler Vali ile birlikte çıktılar.

Benimle birlikte bir kişi daha bekliyordu Valiyi. Vali bey bana:

“Bekle, şimdi geleceğim…” diyerek konuklarıyla birlikte aşağıya indi. Anlaşılan Müdür, benim Valiye geleceğimi telefonla bildirmiş kendisine…

Bu arada ben hemen Hoca’nın Karagöz caddesindeki muayenesine gidip durumu anlattım… Döndüğümde baktım ki Valinin arabası hükümet konağı önünde. Hemen yukarıya çıktım. Kapıyı vurarak içeriye girdim.

“Özür dilerim, sizi rahatsız ediyorum!”

Otur, şuraya dedi bana.

Ben de Müdür beyle olan konuşmamı anlattım. “Sizden dedim Hoca’nın derslerine gitmek için izin istiyorum dedim.”

Bu sözlerim üzerine öfkelendi, kıpkırmızı oldu. Anladım ki bana izin yok…

Sonra kendini topladı. Bir Vali’ye yakışır biçimde:

“Ben nasıl derslere git diyebilirim sana. Olayların gelişmesini bekleyelim hele… Şimdi sen git, Müdürün ne derse onu yap!”

Bunun üzerine başka bir şey demem edepsizlik olacaktı Vali’ye karşı.

“Baş üstüne, baş üstüne !” diyerek koşarcasına çıktım Vali’nin yanından

Hiç beklemiyordum bu sonucu.

Hoca ile bu konuyu indirip kaldırmıştık. O, Valinin bizi koruduğunu söylüyordu… Ben ise

“Hayır bizi koruduğu falan yok, o tarafsız davranmaya çalışıyor ancak…” diyordum.

Anlattım Hoca’ya Vali ile olan konuşmamızı. Hoca ise Valinin bu olumsuz davranışına “Plan, aldırma… Vali bizden yana..”diyordu.

Ne planı yahu! “Ben nasıl olur da seni oraya gönderirim!” diyor. Bunun plan neresinde. Gerçeği bir türlü kabullenemiyor Hoca.

Herifler peşimizde, bizi gözetliyorlar. Eğer zerre kadar suç olacak bir davranışımızı yakalasalar bizi içeri alacaklar.. Biz hâla Vali bizi koruyor diyelim…

Ne var ki Hoca; “Valinin bizi koruduğunu, hatta Valinin bize karşı sempati duyduğunu…” o kadar rahatlıkla söylüyordu ki şaştım kaldım.

“Ben aynı kanatta değilim!” deyince ne aptallığım kaldı, ne alçaklığım… Vali bizi seviyor diyordu da başka bir şey demiyordu. Vali bizi seviyormuş da niçin benimle hocanın görüşmesine izin vermiyordu? Burada bir muhakeme bozukluğu vardı.

Hoca, gönderdiği birkaç yazının Vali tarafından kabul edilmesini Vali’nin bize sevgi duymasına yorumluyordu. Oysaki gönderdiği yazılar Hoca’nın dosyasına giriyor. Hoca bu bilmiyor. Hoca hep kendine yontuyor.

İyi adam, güzel adam ama hep kendi çıkarına yorumluyor olayları….

X

VATANDAŞIMIZ

 

15.2.1962: Bir vatandaş konuyor. Bilgiç bilgiç.

“Benim kızım Fatma Anamızdan yüksek mi ki koluna bilezik taksin. “Hatta takarsan keserim, demişim, kendisine… Fatma anamız koluna bilezik takmadı ki…”

Nerden biliyor Fatma anamızın koluna bilezik takmadığını…

Hem hep 1400 önceki yaşama özenmek neden?

Benim buna bir türlü aklım almıyor…

X

HASAN KAYA ÖZTAŞ

 

16.2.1962: Öğretmenler Lokalini işleten Kaya Öztaş’ın Sabah gazetesinde bir yazısının çıkması üzerine Yeni ülkü Gazetesinden Kovboy İbrahim yanıma gelerek Kaya Öztaş hakkında yazdığı yazıyı okudu. Kaya Öztaşaş aleyhinde atıp tutuyordu, esip yağıyordu:

“Biz adamın sinkaf… Onların Sabah’ı varsa bizim de Yeni Ülkü gazetemiz var. Biz adamla yayın yolu ile baş edemezsek başka yoldan çaresine bakarız. Daha olmazsa matbaaya çeker icabına bakarız…” derken Kaya Öztaş’a hakaretlerini sürdürüyordu. “Bıçak atmaktan, kırmızı boya çalmaktan!..” söz ediyordu. “Kendisini gel kahve içelim diye matbaaya çağırırmış da, mahzene indirip icabına bakarmış da…”

Kaya Öztaş’ı, 20 öğretmen 20 koldan aramışlar, bulamamışlar. Bulsalarmış icabına bakacaklarmış; ama bulamamışlar… 2. Şubedeki aramışlar Kaya Öztaş’ı; ama bulamamışlar… Kaya Öztaş kaçmış… Gazi Terbiye’de okuyor imiş…

Bir ara dönüp gitmek istedi. Gidemedi, yeniden döndü. Yine kıpkırmızı, kendinden geçmiş bir şekilde: “Beni mi çağırdınız?” dedi.

Sakin ve doğal bir ses tonu ile:

“Hayır!” dedim.

Sessizce uzaklaştı gitti işyerimden… Huzursuz bir hali vardı. Elinde Aziz Nesin’in Zübük adlı haftalık gazetesi vardı.

Sanıyordu ki benim Kaya Öztaş ile temasım vardı. Duyduklarımı Hasan Kaya’ya iletecektim…

Ben de solcuyum ya… Ne denli peşin hüküm taşıyorlar bu solcular hakkında… Akıllarına solcuları yok etmekten başka bir şey gelmiyor..

Kovboy İbrahim bu işe benimle birlikte çalışan Ahmet Bucaklı’nın da canının sıkıldığını söyledi. Ne çıkarmış canım çanım öğretmenler lokalinde oyun oynanırsa… Oyunun oynamak da psikolojik bir ihtiyaçmış…

Kovboy’un yanındaki öğretmen bana: “Kaya Öztaş, hakkımızda atıp tutuyordu…”

Ben de:

“Doğru, atıp tutuyor…” diye kendisine hak verince sesini çıkarmadı.

Benden bunu beklemiyordu. Beklediği benim Kaya Öztaş’a sahip çıkmamdı. İşyerinde tartışmaya neden olur muyum?…

Anladım ki bir odada çalıştığım Ahmet Bucaklı Yeni Ülkü gazetesi ile irtibat halinde… Benim hakkımda onlara bilgi aktarıyor…

Nasıl çembere almışlar bizi…

+

Dün sorgu yargıçlığında ifade verdim. İki saat sürdü. Yargıç soruları uzattı da uzattı.

Sorgu Yargıçlığına girerken; kapıda, Zekeriya Beyaz’ı, Necdet Sevinç’i ve diğer muhbirleri gördüm.

Bir şaşkınlık ve telaş içinde idiler. Nurculardan bir tanık daha vardı; baktım, o gitmiş…

Bu nurcu, bizim derse gelerek Haysiyete sahip çıkmıştı… Anlaşılıyor ki hepsi derslere casusluk amacı ile gelmiş gitmiş…

X

ÇEMBER DARALIYOR

 

1.3.1962 Kuşakçı ile birlikte Tabakhaneye doğru giderken Ticaret Sarayı önünde Bekir Kaynak’la karşılaştık. Bekir Kaynak Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’le birlikte hareket edenlerden…

Bekir Kaynak, bizi görünce bozuldu, sıkıldı, kızdı, kızardı… Hızlı adımlarla önümüzden geçip uzaklaştı. Bir ara dönüp bize baktı. Suçluluk duygusu içinde biraz da mahcup bur görünümde…

Akşamına bir de baktım Hoca’nın muayenesinde. Anlaşılan bir şeyler sorup bir şeyler yakalamak derdinde.

Adamlar bize çembere almışlar ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yok…

X

İŞTEN ATILMAK

 

2.3.1962 Saat 15’te Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan Bey’le koridorda karşılaştım. Bana:

“durumlar nasıl?” dedi.

Ben de:

“İyi, herhangi bir sorun yok!” dedim.

“Bu günkü gazeteleri okudun mu?” dedi ve devamla: “Git bir kere İsmail beyle görüş. Olmazsa bir istifa mektubu yaz!” Böylesi daha iyi olur. Yoksa ben atmak zorunda kalırım… Bu da senin için olmaz!.. “ dedi.

İsmail Bey, Sicil İşlerinde memur… Memurların sorunlarına o bakar.

Bu “İstifanı yaz getir!” sözü beni şok etti. Hiç beklemiyordum. Demek ki hakkında baskı var, korkuyor adamcağız,

Bu durumda benim Vali Beye çıkmam gerektiğini anladım. Ertesi gün sabahleyin erkenden, 8,30’da Valiyi makamında ziyaret ettim. Kısaca olayı anlattım. “İşten atılmamamı, duruşmaların sonuna kadar beklenmesini….” rica ettim.

“Olur!” dedi. Böylece işten atılmaktan kurtuldum…

X

UCUZ KURTULDUK

 

15.3.1962: Bu gün izinliyim. Çocuklara çiçek aşısı yaptıracağım. Hükümet konağı önündeyiz… Bir ara Elçin yanımdan uzaklaştı. Birde baktım bir araba Elçin’in üstüne doğru geliyor…

Elle işaret ettim. Araba durmadı, Elçin’e doğru geldi, geldi… Bu durumu görenlerin yüreği ağzına geldi ve korkudan bağrışmalar oldu. Elçin bunun üzerine tehlikeyi sezdi ve birdenbire dönüş yaptı ve arabanın kendisini ezmesinden kurtuldu.

Korku içinde bağırarak jeepin arkasından koştu, yanıma geldi.

Hâlâ o sahne gözümün önüne geldikçe araba Elçini çiğneyecek sanarım. Çünkü araba Elçin’i az daha ezecekti. O an elim ayağım titremişti…

Bu Elçin’in ikinci ölümden kurtuluşu:

Birincisinde beş metre yüksekliğindeki yazlık tahtan düşmüştü.

Şimdi ise arabanın kendisini çiğnemeden kurtulmuştu…

 

X

BİR AJAN

 

15.3.1962 Emniyet Müdürlüğü önünden geçerken açık kapıdan Zekeriya Beyaz’ı Emniyet Müdür Muavini ile görüşürken gördüm. Zekeriya Beyaz haftada en az bir kere Emniyet Müdürlüğüne gelirdi ve ben kendisini Milli Eğitim müdürlüğündeki pencereden görürdüm. Öylesine bir sevinçli gelirdi ki emniyet Müdürlüğüne görülmeye değerdi…

Ne var ki ben bunun, Emniyet’e ajanlık yaptığını kendi itirafları sonucu öğrendim.

Ne kadar saf bir adamım ben…

X

YAZI KONULARI

10.3.1962

  1. Yazdıklarımın vebali yanlış anlayanların boynunadır.
  2. Babamın termometresi
  3. Çocuklarımıza takılan altınları satarak odun aldık.
  4. İkin öncesinden sokaklarda konuşan Sokrat gibi…
  5. Andre Jit’in “Ayrı Yol” adlı kitabını okudum. Hannup çekirdeği gibi…
  6. Gaziantep’in tanınmış öğretmenlerinin ürke ürke derse girmeleri…
  7. Beddua eden Allah K. 3/119, 111. süre.
  8. Kötü şefaatte bulunanların ondan payı vardır. K. 4/85
  9. Arabacı, kapıcılık yapan, kestaneci, şerbetçi kuşakçı kalfaları, altmışından sonra masıra saran kilimci kalfası,
  10. “Biz öğrenciyiz; sen bize vereceğin kitaplarda okuyacağımız yerlerin çiz de öyle ver!..” dyen teyzem oğlu Necdet Sevinç. Meğer altını çizerek verdiği bu dergileri götürüp Siyasi Şubeye verirmiş: Hayri Balta bize komünistlik propagandası yapıyor diye…
  11. Benden gazete istemeleri ve Nazım Hikmet hakkında soru sormaları…
  12. Teyzemoğlu’nun Necdet Teymur’un kırtasiyeci dükkânında elimde gördüğü İmece dergisini istemesi…
  13. Köy Ensititüleri konusundaki tartışmam…
  14. Aysel’in sorununu bana bildirmesi…
  15. Midesi alırsa insanın yapmayacak şeyi yoktur… Anayasa’nın 20 maddesi…
  16. Necdet Sevinç’e okuması için Kuran vermem…
  17. Yön dergisindeki grafiği göstermem…
  18. Bekir Kaynak’ı, Fakir Baykurt’un Onuncu Köy adlı romanının okuması için görevlendirmem…
  19. Derslerine çalışırsan kopya çekme ihtiyacı duymaz; huzur içinde sınavlara girersin. Bu ruh hali, insanın Cennet’e olmasını…
  20. Kime komünist diyorlarsa onun kitaplarını okuyun…
  21. Niçin yaralı kuş gibi çırpıyorsun?..
  22. Necdet Sevinç bana şöyle diyor: “Biz sizinle tanışmakta niçin bu kadar gecikmişiz…” Bu sözleri bana söylerken rol yapıyordu. Sözde ağlamaklı ve üzüntülü bir şekilde tanışmamakla kaybının olduğu söylüyordu…
  23. Aziz Nesin’in Adana’ya gelişini protesto eden gericiler; yakalanınca: “Biz onun lehinde nümayiş yapıyorduk!” demeleri. Ne şahsiyetsiz insanlar bunlar…
  24. Beni bunlara kitap vermeye iten nedenler: Komünist dedikleri insanların nelerden söz ettiklerini görmeleri içindir…
  25. Ayine tuttum özüme, Allah göründü gözüme…
  26. Rum genci Suryanus olayı…
  27. Yunus Emre’nin bir ben var bende benden içeri… Nesimi konusu…
  28. Aklı Selim kitabındaki hadis…
  29. Mevlana’nın şiiri….
  30. “Ben görmediğim Allah’a tapmam.” Hz. Ali’nin sözü…
  31. Üç dükkânın önünü örnek göstermem…
  32. Necdet Sevinç, Zekeriya Beyaz ve arkadaşlarına göre göre Millî Eğitim Bakanı başta olmak üzere tüm bakanlar komünist…
  33. Bana “Mahkemenin sonucunu bile biliyoruz…” diyorlar.
  34. Birinci Şube Şefi, benim için, komşumuz Memik Çavuş’a (Memik Güzelhan) “Asmalı bu adamı asmalı!” demiş. O da gelip bana söylüyor…
  35. Gavur Ali, benim hakkında “komünisttir o!” sözleri üzerine: “Öyleyse görüşmeyelim bu Hayri Balta ile…” diyor…
  36. Beni birkaç kişi ile görüşürken gören bir memur: “Az daha konuşmasına müdahale edecektim. Zehrini bu masum çocuklara akıtmasın!” diye…
  37. Bir yoksul işçinin kahvede sobanın başında katıksız somun ekmek yemesi ve yerken de herkese buyur etmesi…
  38. Birinci Şube şefi babama: “Bu mikropların kökünü kurutmalı!..” demiş.
  39. Bu 38 konuda yazı yazmak için not almışım. Ancak olaylar öylesine gelişti ki dönüp bakmaya bile zaman bulamadığım için çoğunu unutmuşum. Tam elli yıl sonra bu notlarıma bakıyorum… Çoğunu unutmuşum… Demek ki insan aklına güvenmemeli. Yazacaklarını gününde yazmalı ya da yazacaklarını bütün ayrıntılıarı ile not etmeli…

X

SELÂMÜNALEYKÜMCÜ!..

 

12.3.1962: Daireden çıktım. Gazete satıcısı İhsan Genç’in dükkânının önünde duran gazete ve dergilere bakıyordum. Birde baktım Bay Casus Zekeriya Beyaz “selamünaleyküm!” diyerek yanıma sokuldu. Döndüm:

“Günaydın!” dedim.

Sinirlenen Zekeriya Beyaz yeniden:

“Selamünaleyküm!” dedi.

Ben de yeniden:

“Günaydın!” dedim…

Bay Casus yeniden “Selamünaleyküm!” dedi ise de ben hiç sesimi çıkarmadım.

Bay Casus, başladı abuk sabuk konuşmaya. Sesimi çıkarmayarak yanından uzaklaştım… Çünkü “İncil’de domuzun önüne inci atma!” diyordu.

Peygambere yapılan Ayşe iftirası gibi bunlar da bize iftira ediyorlar. Yunus Emre’yi de sorguya çeken bir Molla Kasım gelme di mi?…

(G. T. 16.11.2009)

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

X

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışardan bakanlarda bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var,var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa… Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

X

ÖNEMLİ OLAN

 

27.6.1962 Kuran’da Recm konusunu incelerken (K. 5/44-45: “Allh’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimdir, kafirdir…) o günün koşullarını göz önüne almaksızın aşırı bir hassasiyet göstermemem gerekir.

Bu sırada beni rahatsız eden Elçin’i, Gülçin’i ve de eşimi üzücü davranışım; o anda kendime hakim olamayışımdan olmuştur.

Bu gibi işlerde Kuran araştırmalarım geriye bırakılmalıdır; çünkü Eşimi ve çocuklarımın gönlünü kırmaktansa kitabın kapağını kapatmak daha doğru bir davranıştır.

Önemli olan önce iş, sonra eş ve çocuklar, sonra da akraba ve dostlardır…

X

MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ

ÖĞRENCİLERİNE

GENELGE

 

2.10.1962: Yeni bir yaşam ve inanç felsefesi doğmuştur. Hepimiz bu yolun yolcusuyuz.

Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini, kendin tarafından yargılama yoludur. Bu yol kusurlarını giderdiğin takdirde kendini beğenme yoludur.

Kendimizi beğenelim. Kendimizi beğenmiyorsak kusurlarımızı gidererek beğenmeye çalışalım. Kendimi beğenmek için düşünce ve davranışlarımızı durmadan gözden geçirmeliyiz. Olumlu düşünce ve davranışlarımız var diye. işimiz bitmiş sayılmaz. Olumlu düşünce ve davranışlarımızın etkisi altında kalarak kendimizden geçmemeliyiz. Olumsuz düşünce davranışlarımızın üzerinde duralım. Onların üzerine yüklenelim. Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımı istersek, bizden daha iyi gören, bizden daha iyi duyan, bizden daha iyi bilen kimse olamaz, olması doğa yasalarına aykırıdır.

Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımızı, görmek istersek, en iyi biz görebiliriz. Olumsuz düşünce davranışlarımız olacak. Çünkü 20. asrın olumlu bilgelerinin ışığı altında, sağduyu sahibi olarak kabul etmeliyiz ki, atalarımız hayvan âleminden gelmektedir. Bunu göz önünde tutarak olumsuz düşünce davranışlarımızı olumlu hale getirmek zorundayız. Bu yolda kararlı olarak direneceğiz. Bunu yapmadığımız sürece kendimizi beğenmeye hakkımız yoktur. Çünkü insan görünüşünde hayvan olarak kalmayı benimsemiş oluruz.

Düşünce davranışlarımızda olumlu omluk için çaba göstermeliyiz. Bu çaba zor olacaktır, yorucu olacaktır, çok sürecektir; ancak yılmayayım, çalışalım, çalışalım, çalışalım…

Şimdi yeni düşünce ve yaşayışımız yüzünden acılara katlanmaya hazır olalım. Düşünce ve yaşayışımız yüzünden bizlere yapılacak olan tedirgin edici suçlamalar karşısında sabırlı ve sessiz olmalıyız. Uğrayacağımız haksızlıklar, eğer özden isek, bizleri dünya görüşümüze daha çok bağlayacaktır.

Uğrayacağı haksızlıklar karşısında dönüş yapanlar kişiliklerini yitirmiş olurlar.

Birbirimizin yaşamı ile yakından ilgilenelim. Sorunlarımızı çözmek için bir araya geldiğimiz de kadın, erkek ayrımı yapmayalım. Birbirimizi ziyaret ettiğimizde kadın, erkek ve çocuklarla bir arada olmaktan sıkılmayalım. Çocuklarımızın bizler gibi olmasına yardımcı olalım.

Sorunlarımıza çözüm bulmak toplandığımızda; hep birlikte düşünelim, tek tek konuşalım, konuşmamız gerekirse konuşalım…

Düşünce ve yaşayışımızı sevelim. Düşünce ve yaşayışımız uğruna katlanacağımız acılardan mutluluk duyalım. Gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşayalım. Kendimize güvenelim. Kendimizi beğenmeye çalışalım. Kendimizi beğenme yolunda karışılacağımız güçlüklerden yılmayalım ki yaşamaya hakkımız, ölmeye yüzümüz olsun…

Kendimize karşı sorumlu olma görevi (Sorumlu insan olma görevi) tabiat ana tarafından hepimize verilmiştir. Başkalarının bu sorumluluğu duymaması duyup da yapmaması yüzünden bizleri bu yükümlülükten kurtarmaz. Biz, kendimizden ve kendimize karşı sorumluyuz…

Görevimiz ağırdır, ağır olacaktır. Görevimizin ağır olmasının nedeni insanoğlunun sorumlu yaşamaktan kaçınmış olmasıdır. Bu kardeşlerimize karşı göstereceğimiz sevgi ve örnek yaşayışımız onların da sorumlu olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Kısaca onların da yeniden doğuşlarında payımız olmalıdır.

Yeni bir inanç ve yaşam felsefesi doğmuştur. Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini yargılama yoludur. Bu yol gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşama yoludur. 2.10.1962

X

UNUTKANLIK

 

4.10.1962: Hava bulanıktı. En dikkatsiz bir kişi bile biraz sonra yağmur yağacağından kuşku duymazdı.

O gün işe giderken “Bu gün havada yağmur var. Yağmurluğumu alayım!” demiştim.

İşten öğle yemeği için eve dönmek zamanı geldiğinde pencereden baktım ki yağmur ıslatacak derece yağıyor. O an aklıma yağmurluk geldi; ama, ne yazık ki, aklıma almak geldiği halde, yağmurluğu (şemsiyeyi) evde unutmuştum. Yağmurluk evde unutulunca kişi ıslanacak ve hatta hasta olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Bir yağmurluk unutkanlığı nelere mal olacak. Aklına gelmişken yağmurluk almayı unut. Şimdi dışarıda yağmur yağıyor ve ben yağmurluğu unuttuğum için pencereden bakarak yağmurun dinmesini bekliyorum. Boşu boşuna vakit geçiriyorum.

İşte böyle yağmurluğu almayı unutursan pencereden bakarak yağmurun dinmesini beklersin…

Unutkanlık mı, ihmalkarlık mı?… Ne dersen de…

X

BİR SÖYLENTİ

 

17.1.1963: Eşim duymuş gittiği bir düğünde.

Gaziantep’in neresinde bir düğün, neresinde kadınlar arası bir toplantı olursa olsun veya kırda, bayırda, aile bahçesinde bir araya gelen kadınlar; hangi kadının boynunda gerdanlık, dudağında boya, kulağında küpe, kolunda bilezik göremezlerse hemen şöyle diyorlarmış: “Bu kadın da Emin Kılıççılardan…”

Gerçekten böylemiydi, bileziğe, yüzüğe, küpeye, beşibirliğe karşı mı idi bizim topluluk. Ama bir şey dikkatimi çekerdi. Bize gelen kadınlar makyaj yapmazdı.

Bu konuda bir uygulamamız yoktu. İsteyen istediğini takardı, kimse de kendisine karışmazdı. Ama halk bizi böyle algılıyor. Belki de bize mensup olan kadınların gösterişten kaçınacağını sanıyor.

Gerçi bize gelip giden bayanlar içinde ziynet eşyası takanlarla, makyaj yapanlarla karşılaşmadım. Anlaşılan alçak gönüllü (mütevazi) bir yaşam sürdürenlerin, zenginliklerini gösterir ziynet eşyasını takmayı, makyaj yapmayı kendilerine yakıştıramıyorlar ve halk da bizlerin gösterişten sakındığımızı sanıyor…

+

Bir insan gerekçeli yaşadığı sürece yükselir.

Cennet, huzur ve güven içinde olmak demektir.

Hayri Balta,

X

İNÖNÜ’NÜN ÇABASI

 

6.4.1963: İnönü bu gün biz halk çocuklarının değil de; mutlu azınlığın sözcülüğünü ve koruyuculuğunu yapıyor.

Her an yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan Hükümetin yıkılmaması için elinden gelen çabayı gösteriyor.

Masanın dördüncü ayağını oluşturmaya çalışıyor. Bizleri de kendisine yardımcı olmaya çağırıyor.

 

Atatürk’le birlikte kurdukların Cumhuriyetin bütün bütün yıkılmaması için verilmemesi gereken ödünleri veriyor.

İkinci Dünya Savaşında ateşten kurtardığı bir ülkenin bir kardeş kavgasına girmemesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bekliyorum, bunu önlemeye ömrü yetecek mi?

X

KENDİMLE KONUŞMALAR

 

17.6.1963: Ulan bin kere dedik sana. “Tanrı’ya karşı gelme !” diye. Niçin güçsüz istencin (iraden)  bu denli.

Bak işte ellerinin içi yanıyor; boynunun damarları ağrıyor, başın zonkluyor, sol kürek kemiğinin üzerindeki bir damar acı acı ağrıyor.

Üstünde bir kırıklık, bir eziklik var. Artık bu sorunu çözümlemelisin.

X

MÜZİK AŞKI

 

26.6.1963: Sağlığın iyiye doğru düzelmekte. Bunun değerini bil. Bozma, baltalama.

Musikiye girmek için güçlü olmak gere Musikide geride olduğu için boyunduruk takmak istiyorlar sana.

Sen de onur varsa, insanlıktan zerre değin; musikide uçacak değin ilerlemelisin…

İşte bir türlü yaramıyor sana; yine ağrıyor boğazın, boynun, omuzun… Ellerin yine yanıyor acı acı… İsteksiz isteksiz, duracakmış gibi çalışıyor yüreğin.

Başında, gözlerinde ağrı; sen niçin önem veriyorsun bu habercilere…

Bak sağlığın yine bozulmakta, yürek çarpıntıların yine artmakta. Kendine hâkim olmalısın, gidişin gidiş değil…

Aklı başında kimse bile bile Cehennem ateşine girmez.  Bu sorunu çözümlemelisin artık.

X

SABRETMEK GEREKİYOR

 

25.7.1963: Düşünüp duruyorum. Şu çocuklar büyüse, söz dinlese, susunuz dediğim zaman sussa…

Ya da iki odalı bir evimiz olsa, odanın birine kapağı atsam… Ya da bir iki ay için kafamı dinlendirecek bir yere gidebilsem. Ya da bağa gidip bir iki ay kalsam diye düşünüyorum…

Hiç olmazsa oralarda sessiz sedasız bir ortamda okuyup yazabilirdim…

Evet, insan, rahatça okuyup yazabileceği bir ortamın özlemini çekiyor.

Geçim zorluğu, çalışmak zorunluluğu,  yoksulluk, yorgunluk üst üste geliyor. Okumaya, yazmaya zaman kalmıyor. Bu durumda sabretmekten başka çıkış yollu yok…

Bu geçim zorluğu, darlık, yoksunluk, yokluk bir gün de düzelmez. Zaman gerekir.

Olduğu kadar olsun! Ne yapalım zorla güzellik olmaz ya… Biz de yazgımıza razı olmak zorundayız. Yazgımızı değiştirmeye gücümüz yetmiyor işte.

“Sabreden derviş muradına erermiş!” derler. Ben de sabretmeliyim.  Şu an için sabırlı olmaktan başka yolum yok. Dayanmak zorundayım…

X

BİR AŞK ESİNTİSİ

 

Hemşirelerin oturma odası.

Odamdan görünmez orası…

 

Konuşması, gülüşmesi çok güzel gelir kulağa.

Buda yeter beni yıkmaya…

 

Boyu boslu, yaşına göre çok gösterişlidir. 

Çok da güzel görünür göze kâfir.

 

Her gün gelir bitişiğimdeki odaya.

Göremem kendisini duvar var aramızda.

 

Dedim ya ancak sesi, gülüşü gelir kulağa,

Bu ses, bu gülüş çok tatlı gelir bana…

 

Bir kere konuşmadım karşı karşıya…

Tatlı tatlı gülümser her  karşılaşmamızda…

 

Her gülüşünde ürperir her yanım.

Her karşılaşmamızda vites değiştirir canım.

 

Konuşmalarını, gülüşmelerini sanki bana,

Duyurmak için yapıyor yandaki odada.

 

Ben pısırık da, pusar dinlerim.

İçimde kalır ilgim, hislerim…

 

O da bunu bilir.

Üstüme üstüme gelir…

 

Hissederim ilgi duyduğunu,

Bilirim aramızda birçok engel olduğunu…

 

Gülüşüne dayanamam ben…

Niçin bu kadar neşeli, 

Niçin bu kadar şen…

Hayri Balta, 5.11.1963

X

HANGİSİNE YANAYIM

 

5.11.1963: Kendimi beğenir gibi oluyorum. Ne var ki dönüp kendime bakınca hiç de beğenecek yanım olmadığını görüyorum. Cahilliğimden utanıyorum. Bu cehalet çemberini nasıl kıracağım. O denli bilgisizim ki bunun altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Ama halk, en yakınlarım bile beni komünist olarak biliyor. Oysa insan komünistim demekle komünist olamaz ki… Komünistlik bir bilgi ve kültür işidir. Akılcı ve bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmaktır. Bense şunun şurasında bir ilkokul mezunuyum. İlkokulda öğrendiklerimin yüzde doksanını da unutmuş bir kişiyim.

31 yaşımda olmama karşın bir hiçim. Oysa gazetelerde, dergilerde 31 yaşına gelenler içinde edebiyat, sanat ve kültür alanında adlarını tarihe yazdırmış çok yazarlar, sanatçılar görüyorum.

Ben, kendi cahilliğime mi yanayım; beni komünist olarak bilenlerin cahilliğine mi yanayım?

X

PTT Müdürlüğüne Gaziantep

11.1.1964

11.1.1964 günü saat 11’ri 5 geçe 03 numaradan Hatice Kale Ankara ile görüşmek üzere telefona çağrıldı.

Telefona çağrılan Hatice Kale, Ankara, PTT Genel Müdürlüğünde kontrol Mimar Mühendis olarak çalışan oğlu Polat Kale ile konuşacaktı.

Ne var ki oğlu ile iletişim kuramadı, konuşmak mümkün olmadı.

Bunun üzerine Hatice Kale,

“Santral, santral! Konuşamıyorum…” diye santralı aradı. Karşısına küçük bir çocuk çıkınca Hatice Kale çocuğa:

“Oğlum, biz Ankara ile konuşuyoruz aradığım sen değilsin. Bunda bir yanlışlık var…” dedi.

Bu sırada araya santral memuresi girdi. Hatice Kale’yi:

“Konuşsana, Niçin konuşmuyorsun? Salak salak ne duruyorsun?” diye tersledi.

Neye uğradığını şaşıran Hatice Kale,

“Hele sen bak kimse çıkmıyor…” diye  telefonu bana verdi.

Telefonu alınca benim de karşıma bir çocuk çıktı. Çocuk bana,

“Babasını aradığını, babasının adının Metin Özgözen!” olduğunu söyledi.

Çocuğa,

“Bunda bir yanlışlık var küçük! Aradığımız sen değilsin!” dedim.

Bu sırada araya giren santral memuresi,

“Salak salak ne konuşuyorsun, salak adam!” diye beni de tersledi ve öfke ile telefonu yüzüme kapattı.

Kapatmadan önce daha başka öfkeli  bazı sözler söyledi ise de pek anlayamadım.

Telefonun kapanması üzerine 03’ten santral memuresini aradım. Karşıma çıkan bir başka bayan,”03’teki Bayan Memureyi ne yapacağımı sordu. Kendisine,

“Ona, biraz daha nazik ve kibar olması gerekeceğini söyleyecektim!”

Sözlerim üzerine bayan memure olayı yaratan memureyi bana verdi. Kendisine durumu anlatıp,

“Biraz sakin olması gerektiğini…” söyledim ama sözümü bitirmeden öfke ile bana,

“Babanızın uşağı mı var… PTT size mi çalışacak? Elbette derim ya!” diyerek adımı sordu. Adımı, soyadımı söyledikten sonra ben de kendisine adını sordum.

“Adımı ne yapacaksın? Benim kim olduğum sizi ilgilendirmez. Vermeyeceğim işte…” diye söylenip durdu.

Kendisine;

“Bak ben adımı verdim. Sen adını vermeye korkuyorsun. Çünkü yaptığını sen de beğenmiyorsun… Hadi güle güle!..” diyerek telefonu kapattım.

Durumu bilgilerinize arz eder; bu gibi yakışıksız davranışlar içinde bulunan memur ve memurelere gereken uyarıların yapılmasını arz ederiz…

Saygılarımızla, 11.1.1964

Hatice Kale                                        Hayri Balta

Amerikan Hastanesi Saymanı           Amerikan Hastanesi Muhasebecisi

 

DALGINLIK

 

7.4.1964: Dün Güney Ecza Deposundan gelen faturaları ödenmesi için yukarıya gönderdikten az sonra

Çağırdılar beni yukarıya.

 

“Hayri Bey, bu faturaları gözden geçirdiniz mi? Geçirmediniz mi?

“Geçirdim!”

“Ya bu 300 liralık yanlışlık ne?”

Şaşırdım…

 

Çok mahcup oldum, utandım.

Kulaklarıma kadar kızardım.

“ Nasıl olmuş da gözümden kaçmış!” diyebildim.

 

Ama gel sen sor bana bunu…

Abdullah Bey (Abdullah Sinek) ve Mehmet Ağa karşısında olmamalıydı bu…

 

Aşağı büroma geldim.

Epey bir süre kendime gelemedim.

Yaptığım bu yanlışlığı günlerce aklımdan silemedim.

 

Sanki büyük bir suç işlemişim gibi kendime kızıp duruyorum.

Ben bu yanlışlığı nasıl yaparım diye kendimi sorguluyorum.

 

Elim ayağım buz gibi…

İnsan yanılmaz mı, yanılır yanılır da…

Senin suçunu arayanlar arasında çalışırsan,

Yanlışlığın iner başına balyoz gibi…

Hayri Balta,

X

YANLIŞ YAPTIM

 

10.4.1964: Her gün saat altıda kalkmam gerek işe zamanında yetişmem için.

Saat altıyaya beş kala uyanıyorum. Biyolojik saat beni uyarıyor. Uyanıyorum ama gözlerimden uyku akıyor. “Beş dakika daha uyu!” diyen biri var içimde.

Hemen ardından  “Şimdi yataktan kalkmalısın! Yoksa, zamanında işe yetişemezsin…” diyen karşıt bir ses…

Buna karşın önceki ses durmuyor. “Gece geç yattığımı, uykunun tatlı olduğunu…” ileri sürerek beni kandırmaya çalışıyor.

Uyumakla uyuyamamak arasında bocalayıp duruyorum. “Biraz daha yatayım, bu gün de traş olmadan gidersem ne olur?” diyerek kendi kendime mazeret uyduruyorum.

Karşı duygu varlığını duyuruyor. “Hemen kalkmalısın. Asil at kendisine kamçı vurdurmaz!..”

Bu ikilem arasında bocalayıp dururken bir de bakmışsın ki saat 6’yı 6geçiyor.

Kendi kendime “Niçin Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrıldın da bu Amerikan Hastanesine geldin!.” Diyorum. Bir pişmanlık duygusu beni yiyip bitiriyor.

Evet, çok yanlış yaptım Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrılmakla…

Ne güzeldi o günler. Uykumu alıyordum. Günlük gazetelerimi okuyordum. Öğleye değin 3 saat; 1,5 saat öğle tatili yaptıktan sonra işbaşı yapıyor saat 17’de işten çıkıyordum. Yani öğle tatili de içinde olmak üzere günde 8 saat çalışıyordum. Şimdi öğle saati dışında tam sekiz saat çalışıyorum; 7’da işbaşı öğleden önce 5 saat. Öğle tatili iki saat, 14’te işe başlayıp 17’de işten çıkınca okumaya yazmaya zaman bulamıyorum.

Memur statüsünden işçi statüsüne geçmek yanılgılarımın başında gelir. Ne var ki iş işten geçmiştir. Saat 9’da işbaşı yapmak nerde… Saat 7’de işbaşı yapmak nerde…

Hayri Balta,

X

TERS TEPKİ

 

17.12.1964 Sayın Öğreticimle birlikte evine doğru gidiyorduk.

Tam eski postanenin önünde Necdet Sevinç’le karşılaştık. O da kız kardeşi ile birlikte idi.

Tam yanımızda iken Sayın Öğreticimin yolunu kesti. Yol vermediği gibi bir de koltuk attı…

Bu davranışına hep birlikte gülüştük….

Sayın Öğreticim onun bu davranışını yorumladı::

“Bize ilgi duyuyor. İlgi yalnızca sevgisini göstererek mi olur; ilgi böyle ters tepki göstererek de olur…”

Hoca, Necdet Sevinç’in bu basit davranışını şu yorumunu da ekledi:

“Bizimle ilgilisi  olsun da; sevmeyerek olsun!…”

X

ŞEYTANISINA

 

Yaptıkları aklıma geldikçe

Boğdum hayalini hayalimde

Belki bin kere…

 

Yüreğim kalkıyor yüreğim…

Şimdi ben n’deyim,

Ne edeyim?

 

Gözü kör olsun feleğin…

Rahat bıraksa bari beni

Hayalin…

Hayri Balta. 29.7.1967

X

HUZURSUZLUK

 

Yaramazlık yaptıkları için Elçin’e, Gülçin’e, Elgin’e darıldım.

Bana akıl verdikleri için babamı ve eşimi kırdım.

Yemek yiyemedim,

Yatamadım,

Dışarı çıkamadım.

Okuyamadım,

Bir satırlık olsun yazamadım.

 

Hava almak için dışarı çıktım

Konuşacak kimse bulamadım.

Yine eve kaçtım.

 

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de akrep çıktı karşıma.

Girdik akreple savaşıma,

Öldürdük sonunda…

 

Anlaşılan hiçbir yerde huzur yok bana…

Evde huzur yok, dışarıda konuşacak adam

Böylesine çekilmez mi olurmuş yaşam…

Hayri Balta, 18.8.1967

X

BİR YAZAR,

BÖYLE BİR ORTAMDA NASIL YAZAR

 

Akşam yemeği:

Peynir, ekmek, kavun yemek istersin.

Evde kavun yok, ekmek kalmamış,

Çarşıya gidersin…

Bakkalda da kavun kalmamış

Ne dersin…

Alırsın ekmeği,

Eve dönersin…

 

Akşam yemeği::

Mercimekli pilava razı olursun…

Midemde rahatsızlık var: Gastrit…

Mercimekli pilav, gastritli midenin düşmanı,

Akşam, akşam mercimekli pilavı nasıl yersin?..

*

Elçin, Gülçin hava almak için dışarı çıkmak ister,

“Yemeğimizi yiyelim de ondan sonra…” deyince

İkisi birden ağlar…

 

Akşam yemeği:

Elginin dişi ağrır, ağlar…

 

Akşam yemeği:

Yener ilaç kutularıyla oynar,

Birini yitirir… Ağlar…

*

Akşam akşam Babam rakı içer:

“Peynirle kavun rakı ile iyi giderdi!” der.

İçerler…

Rakıyı, kavunsuz peynirle içer…

İçer içer, kavunsuz rakı içtiğine içerler…

Ne oldu bilmem bu arada:

Yener Babama…

“Yalan söylüyorsun!” der.

Babam, iki yaşındaki Yener’in bu sözüne

İçerler…

 

Bütün bunlara canım sıkılır, isterim dışarı çıkmak.

Evden de sıkıcı sokak…

 

Yeniden dönerim eve; eski tas eski hamam…

Huzursuzluk adına ne ararsan tamam…

 

Bu kez eşim de katılır koroya,

O da yakınıp durur otururken sofraya…

 

Akrep öldürmektedir, Kardeşim Hasan da

Yukarda, tavan arasında…

 

Bunlar bir akşam üstü yaşanır…

Bütün bunlar hemen hemen

Her akşam yaşanır…

 

Böyle bir ortamda nasıl yazılır?..

Bakalım Hayri Balta.

Bütün bunlara nereye kadar dayanır…

18.8.1967

X

Merhaba Baba,

Ortam böyleyken böyle güzel yazdığına göre her şey istediğin gibi olsaymış kim bilir neler yazarmışsın…

Ellerine sağlık.

Bu arada torunlarda güldü bu yazdıklarına, anne hep ağlıyormuşsun ne diyorlar.

Ben de usluydum diyorum ama.

Sevgiler.

Gülçin, 5.2.2010

X

CEHALETİMİN BOYUTU

 

Şu an 35 yaşındayım.

Hâlâ cahilim…

 

Ne demek,

35 yaşında

Hâlâ cahilim demek…

 

Elin adamı 35 yaşında filozof oluyor.

Onlarca kitap yazıyor…

 

Öğrenmek isteyen acele etmesin,

“İlmin başı sabırmış!”

Yeter ki bunu bilsin…

 

Bile bile bunu bildim.

“İlmin başı sabır!”dedim.

 

Öğrendikçe cehaletimi anlıyorum.

Cehaletimi anladıkça,

Cahilliğime yanıyorum.

Ve de cahilliğimden utanıyorum.

 

Hayri Balta, 24.8.1967

X

MİDE KANAMASI

 

Dün mide kanaması geçirdim işyerinde.

Kanlı kanlı kustum, kahve renginde pelte pelte…

 

Hastane çalışmak bende stres yaratıyor.

İşçilere: “Sendikaya üye olmak sizin yararınızadır!” dediğim için Müdür bana cephe alıyor.

 

Ne yapalım yani; işçilere doğruyu söylemeyelim mi?

İşçileri emeği hakkında söz sahibi etmeyelim mi?

 

Bu nedenle de Müdür bana angarya işler yüklüyor.

Beni kaçırmak için ne gerekse onu yapıyor.

 

Hele yavan yavan bakması yok mu; beni yıkıyor…

Bütün bunlar mideme vuruyor.

Yorgunluk, sinir öfke yapıyor.

Yediğim yemek bana zarar veriyor.

 

Yemeklerden sonra biraz uyumak iyi geliyor;

Geliyor ama, o da tatil gününden başka elime geçmiyor.

 

Ne yapalım; yaşamı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.

Sabırlı olup dayanmak gerekiyor.

Bir önce bu hastaneden kurtulmak gerekiyor.

İşçilerin sendikalı olmasından sonra Yönetim İyiden iyiye bana cephe almaya başladı.

Zaten adımız komünistte çıkmış; herkes bana öcü gibi bakıyor…

 

Bu koşullar içinde yaşamak ise

Haklı olarak mideme vuruyor…

Ve de mide kanama yapıyor…

 

Hayri Balta, 26.10.1967

X

YAŞANMAMIŞ AŞKLAR

 

29.4.1969: Türk Amerikan Derneğinin düzenlemiş olduğu Tarsus Koleji’nin konserindeyiz. Musikide Hayat dersleri öğrencilerin hemen hemen hepsi gelmiş… Kimileri eşlerini de getirmiş…

Yer gösteren bir bayan gezinip duruyor ortalıkta. Güzel mi güzel… Sarışın, uzun boylu, etli canlı… Göğüslerini ite ite yürüyor ortalıkta. Özellikle seçmişler anlaşılan…

Şimdi, hızla geçip gitti yanımdan, parfüm kokusu da koşturuyor arkasından..

Bir de baktım çatık kaşlı… Bir daha kendisine bakasım kalmadı. Ne yapayım ben; beni, suratıyla döven güzeli… Kendisine ilgim kalmadı, bütün neşem kaçtı.

Ben bu düşünceler içinde iken aynı sırada beş koltuk solumda oturan gözlüklü bir bayanın beni izlediğini gördüm. Başımı çevirdim, görmezden geldim. Ancak biraz sonra dönüp baktım ki hâlâ bana bakıyor, şaştım kaldım. Elimde olmayarak gülümsedim. Gülümsememe gülümseme ile karşılık vermesin mi?

Erkek milleti değil miyiz? On karımız olsa da bir yenisini kaçırmak istemeyiz…

Ara sıra başımı çevirip kaçamak bakışlar atıyorum. İster inanın, ister inanmayın o, hâlâ bana bakıyor…

Bilmem, bütün aşklar böyle mi başlar… Nasıl yaşanır böylesine imkânsız aşklar. Ne çıkar kuruca kuruya kaçamak bakışlardan. Konuşma olmazsa, tanışma olmazsa, gülümseme olmazsa, gezme olmazsa, sevgi olmazsa…

Duygularımızı olsun dile getiremiyoruz… Aramızda beş koltukluk bir uzaklık var, bunu bile aşamıyoruz.

Bakışacağız yalnızca, bundan öte izin yok bize…

Konsere bitti. Bir şey anlamadım pek. Gâvurca söyleyip durdular. Çek, çek, çek… Sek, sek, sek… Rak rak,  rakırak… Kumbaya kumbaya diye uzatıp durdular.

Bizlerin bir şey anlayıp anlamadıklarına aldırmadılar. Kendileri çaldı, kendileri oynadı. Bize de yalnızca sessiz sedasız bakmak kaldı.

Herkes dağılıyordu. Kara gözlüklü bayan salondan çıkarken dönüp dönüp bana bakıyordu.

+

Eren Bilge Ustam,

“Yaşanmamış Aşklar” güzel olmasına güzel de… İnsan yazarımızın kendisine ilgi gösteren bayana bu kadar duyarsız kalabileceğine inanmıyor. Keşke bir adım fazla atsaydı da kendisiyle birlikte okuyanlar da mutlu olsaydı.

Hayret, kara düzen nasıl olmuş da sevgiyle bakışma özgürlüğünü olsun engelleyememiş.

Ayrıca kulağımız alışık olmadığı o güzel seslere sonsuza kadar öyle yabancı kalmadı, değil mi?

Keşke bugünün notu olarak eklenseydi.

Sevgi, saygı..

Fevzi Günenç, 3.8.2009

+

Hayri Abi,

Bazı aşklar böyle mi oluyor?

Konserde başlayıp, konserde bitiyor.

Saygılarımla,

Yalçın Efe, 3.8.2009

X

KALAYCI VELİ

 

20.12.1969: Öğle yemeği için eve gidiyorum.. Veli çevirdi beni. Akyol’da kalaycılık yapar. Esmer, ufak tefek, kısa boylu gencin biri.

Sözü uzatmayalım, konuya girelim:

– Hayri bey bir dakika?

– Buyur!..

– Ne var, ne yok?

– Sağlığın…

Dilinin altında bir şey var. Söylemeye çekiniyor.

– Ne var? Bir şey mi oldu yoksa?

– Dün, dün sen öğle üzeri kahveye girerek bir çay içmiş­tin. Ben de kahveciye: “Alma!” demiştim ya…

– Evet!

– Sen çıktıktan sonra kahvede oturanlardan biri bana: ” Sende mi komünist oldun?” demesin mi kahvenin için­de, herkesin önünde…

– Peki sen ne dedin?

– Tartışmak istemedim.

– İyi yapmışsın…

İkimiz de başımızı salladık: “Cık, cık!..” diye.

Ben:

– Bari bilir mi komünistlik, sosyalistlik ne demek?

– Bilir sanırdım. Hattâ bir kere tartışmıştık da bana: “Ben sosyalisttim. Git, istersen beni şikâyet eti!” de­mişti. Şaştım kahvenin içinde senin hakkında böyle de­mesine..

“Aldırma, olur böyle şeyler…” dedim Veliye…

İkimiz de başımızı sallayarak ayrıldık.

Komünistliği “Şapka asıp girmek” sanan bir toplumda yaşamak çok zordur.

Ne yaparsın ki yüksek öğrenim görmüş kişiler bile bu anlayışı aşamamıştır…

Bir toplum ki çağının iktisadî doktrinlerinden haber­siz; o toplumun kalkınmasına olanak var mı?

Taş gibi bir şartlanmışlık içinde bulunan bir toplumda böylesine bir bilgisizlik varken; kalkınmanın itici gücü olan ve sinesinde potansiyel güç taşıyan halkın kalkınma çabasına katkısı ne oranda ola­bilir?

Her şeye egemenlerin hâkim olduğu bir devlet sağdan soldan yardım alarak varlığını ne zamana değin sürdürecek?..

Hele komünistliği bilsem, hele komünist olsam gam yemem…

Benim gibi yarı cahil bir adam bilse bilse ne bilir? Yapsa yapsa ne yapar?

Bu korku neden? Bu koşullanmışlık, bu baskı neden?

Özetleyeyim mi? Hepsi cahillikten…20.12.1969

Hayri Balta,

+

Şaheserler güzel ortamlarda değil, zor ortamlarda yazılır Sevgili Gülçin.

Baba’nın bu masal gibi anlatısı, okuyanları anlattığı o zor ortama bile imrendiriyor.

Bir insanın oradan buraya gelmesi inanılacak gibi değil.

Çok az görülmüş bir şey.

Mucizelerimizi kendimiz yaratabiliyoruz demek ki.

Amaaa, gel de bu nelere mal oldu yaratılan bu mucize, bir de Ustama sor.

Sağlık dileklerimle.

Fevzi Günenç, 9.4.2010

X

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

X

Sevgili Ustam,,

Doğru söyleye söyleye, dokuz köyden kovularak, o yarım mide ile 43 yılda bunca eser vermek, yılmadan inandığı doğruyu sürdürmek her babayiğitin işi değil.

Saygıyla…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

X

Cahilliğinden utanan genç bir adam, cahilliği yenme sebatını gösterirse, sonunda Eren Bilge olabiliyor demek ki…

Bunu da bir ders notu olarak kafalarının bir yerine yazsın insanlar.

Cehaletten kurtulmanın yaşı yoktur.

Yeter ki kurtulmayı iste.

En güzel örnek Sayın Avukat Eren Bilge Hayri Balta…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

X

Eren Bilge Balta ustam,

Bir olaya tanık olmuştum yıllar önce. Doktrinler tartışılıyordu. Sinan Bahçeci isimli zır cahil bir gazeteci “nerde bir izm varsa … ” şeklinde kaba küfür savurmuştu. Ona “izm”in bilim olduğunu anlatmaya boşuna çalışmıştım. Ne yazık ki bu adan cahilliğini anlayamadan, her gün 2.70’lik şişe rakı içerek,  20 yıl daha yaşadı.

Yukarıdaki düzeltmelerden dolayı yaptığım ukalalıklarımı bağışla. Sen 41 yıl önce yazılan yazının yerelliğini bozmak istemediğinden düzeltmemişsin ama seni benim kadar yakından tanımayan kimi okurlar, bunları bugün de böyle bildiğini sanacaklar. Anımsatayım, dedim. Yargı senin. Saygı, sevgi…

FEV, 29.4.2010

Not: Benim de sevdiğim o güzel insan Kalaycı Veli hâlâ sağlıklı olarak yaşıyor. Hatta kafası daha da sağlıklı o yıllara göre. Soran olursa komünistliğin ne olduğunu tartışacak düzeyde artık. Çünkü okuyor o. Ne zaman karşılaşsak en azından bir Cumhuriyet görürüm elinde. Kimi zaman da okurken dalmışlığından selâmımla kaldırırım onu.

+

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi…

Uyarın üzerine gerekli düzeltmeyi yaptım.

Veli’ye diyecekken

Nasıl olmuş da Veliye diye yazmışım şaştım kaldım.

 

Bilirim seni, Yaman’sın…

Beni yanlışlarımla baş başa koymazsın…

 

Sevgiler sana,

Şimdi kal sağlıcakla,

Av. Hayri Balta

X

CEHALET ÇEMBERİ

 

22.11.1962: Şu an bilgisizliğimin acısını daha derinden hissediyorum.

Bilgisizliğimden ötürü genzim sızlıyor, gözüm yaşarıyor, oturup hüngür hüngür ağlayasım geliyor.

Doğru dürüst bir ilkokul öğretimim bile yok; ilkokulda öğrendiklerim silinip gitmiş…

Kültürel bakımdan sıfırım. Daha doğru dürüst bir kitap bile okumuş değilim. Gençliğimi boşa geçirmişim.

Şimdilerde ise ekmek parası çıkarmaya çalıştığım için okumaya da zaman bulamıyorum. Oysa bilmek, öğrenmek özlemi beni çıldırtıyor… Bilmek, öğrenmek isteği karşısında histeri nöbetine tutuluyorum sanki.

Bu utanç içinde yaşamaktan bıktım. Yolda biri ile karşılaşsam yüzüne bakmaya, selam vermeye utanıyorum. Ne olursa olsun bu bilgisizlik çemberini kırmak zorundayım..

Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim. Belki bu denli rahatsız olmazdım. Zaman yitirmedin, hiç olmazsa dışarıdan, ortaokulu bitirmeye çalışmalıyım.

Bu nedenle Amerikan Hastanesi yetkililerine bir öneride bulunmak istiyorum:

“Saat, 9’da iş başı yapayım, yemeğe çıkmadan, günde 6 saat çalışayım; ücretim de buna göre verilsin…”

Sonra aklımdan geçen bu önerimi yapmaya çekiniyorum. Bu önerim kabul edilmeyeceğini biliyorum da ondan… Ama ne var ki aklımdan geçiyor işte…

Cehalet çemberi böylesine mi zormuş…

X

Sayın Balta,

Fazlaca okumaya gerek yok.

Fethullah’ın lise diploması dahi yok; fakat 35 milyar dolara hükmediyor(ettiriliyor).

“Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim.” İşte buna diyecek bir şey yok. Bunu söylemek, gerçekten de bilginin söylettiği bir sözdür.

Bilmek, henüz bilgisiz olduğunu bilmektir.

Saygı ile…

A.Dursun, 75.2010

X

BİR TARİKATA GİRMENİN ZORLUĞU

 

4.9.1964 Bir korku var hepimizde. Bu korkunun çıkması gerek içimizden. En doğal bir hakkımızı yerine getirmek istesek bile yapmaya korkuyoruz. Hep acaba görürler mi korkusu içindeyiz. Demek ki görmeseler yapacağız o hareketi. Acaba görürlerse bizi mahkemeye verirler mi? Çünkü yanlış bir davranışımız görülür görülmez doğru Hoca’ya…

Bu korku insana ne yapacağını şaşırtıyor. İnsanın içinde bir isyan duygusu beliriyor. İnsan açık seçik olamıyor. Hep gerginlik, kızgınlık, korku içinde bocalıyor. Böylece yapılmaması gerekenler yanında yapılması gerekenler de yapılmamış oluyor. İşte bir tarikata girmenin en zor yanı bu…

Bunun sonucudur ki arkadaşlar bir araya gelmekten korkuyoruz. İşin kötüsü bu sorunu ortaya atıp tartışmaktan da korkuyoruz. Çünkü nasıl bir ortam ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz.

Evet, Emin kılıç Kale hiçbirimize özgürlük tanımıyor. Doğru, fakat bizler özgürlüğün nasıl kullanılacağını bilmeyen kimseleriz.

Özgürlük istemeye hakkımız yok. Nereden belli, yine özgürlüğü kötüye kullanmayacağımız. Gerektiğinde özgürlüğü doğru, yerinde kullanabilir miyiz? Gücümüz yeter mi bilmiyorum özgürlüğü yerinde kullanmaya…

İyi ya da kötü bir şeyler olmuşsak; bu, Emin Kılıç Kale’nin baskısı sayesinde olmuştur. Bu baskı olmasaydı kim bilir biz ne olmuştuk?…

Kötü bir kişiliğimiz olduğu için mi kötü olacaktık?.. Sanmam… Ne yapılacağını bilmediğimiz için kötü olacaktık…

X

TANRI’DA OLMAK

 

21.9.1964 Yapılması gereken olumlu işi yapmak, Tanrı da olmak demektir. Olumsuz bir işi vicdanın sızlaya sızlaya yapmak da Tanrı’yı tepelemek anlamına gelir.

Tanrı’yı tepelemek çok büyük bir yıkımdır. Tanrı’yı tepelemenin cezası hemen görülür. Bunun nedenle Kuran’da “Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır.” (K. 6/165) denilmiştir…

Tanrı’yı tepelemediğimiz an göreceğimiz ceza bedenimizin bütün hücrelerinden olumsuzluğa tepki dalgalanma ve  bir değişim olur.

Olumsuz davranışları alışkanlık durumuna getirirsek; bu alışkanlık bizi duyarsızlaştırır. Bu da din ilminde “ölüm” olarak nitelendirilir.

Bir örnek vermek gerekirse sigara içmemiş bir kişinin ilk içişinde dudaklarında bir elektriklenme olur, sigaradan tiksinti duyar; ama sigara içmeyi sürdürürse dudağındaki elektriklenme kalmaz ve tiksinti duymaz. Giderek yaptığı kötü işten hoşnutluk duymaya başlar. Alışkanlık hâsıl olur ve duyu organı duyarlılığını yitirir…

İyi davranışlar da bulunmak da insanlarda bir alışkanlık yaratır ve bu alışkanlık zevk vermeye başlar. İyilikten yapmaktan zevk almanın önemi başkadır. İnsan bir kere Tanrı yolunda olmanın zevkini tadarsa, bir daha kötü davranışlarda bulunamaz. Ne mutlu bu tadı tadanlara…

Dünyanın en mutlu insanı Tanrı’yı bilendir. Tanrı’yı bilen insan Tanrı’yı tepelemekten korkar. O’na uymaktan mutluluk ve zevk duyar. Ne mutlu bu zevki duyanlara…

İnsanın en kutsal görevi Tanrı’ya koşmak, O’na ulaşmak olmalıdır. Tanrı’ya koşma demek: Doğru, dürüst, davranışlarda bulunmak ve yapılması gereken iyi davranışı da zamanında yapmaktır.  21.9.1964

+

Açıklama:

Yaşamım boyunca yukarıda yaptığım açıklama gereği davrandım. Bunun da yararını gördüm. Bir ilkokul mezunu iken Hukuk Fakültesini bitiren biri oldum.

Anılarımda ve Günlüklerimde bu mücadelemin aşamaları görülmektedir…

Din ilminde bu aşamaya “Allah’ın yardımı!” adı verilir…

Hayri Balta, 26.5.2010

X

BİR TOPLANTIDAN NOTLAR

 

Çoğunun gözü saatte…

Akılları, fikirleri gitmekte…

 

Dikkatleri başka yerde…

Hepsi de huzursuzluk içinde…

 

Bu huzursuzluk her davranışlarında göze çarpıyor.

İnsanın, başı ağrıyor,

Her kafadan bir ses çıkıyor…

 

Bilmiyorum benim mi sinirlerim bozuk.

Neden niçin bu insanlar soğuk…

3.1.1965

X

DERSTEN NOTLAR

 

Dersteyiz. Hocamız:

“Gözüm yoktur gözüm, asla cihanda!”

Şarkısını okunmakta…

Öğrenciler neyle, ut’la, tefle kendisine eşlik etmekte.

 

Ara sıra durup düşünmekte,

Düşündükten sonra şöyle demekte:

“İnsanın son hedefi dindar olmaktır…”

 

İçki, sigara bilmez.

Ayaklarını yıkamadan yatağa girmez…

 

İngilizceyi ana dili gibi bilir.

Kuran, İncil, Tevrat kaybolsa yeniden yazabilir…

 

Gök kubbenin altında hiçbir haham, imam, papaz, kendisiyle tartışamaz

Hepsini kaldırır yere vurur; kimse kendisi ile aşık atamaz…

 

İki tapusu vardır: Birisi Maanoğlu köprüsü altındaki susuz bostan;

Birisi de dedesinden kalma bir ev, kocaman…

 

Hocalar kendisi hakkında şöyle der:

 “Onun yanına gitmeyiz. Onda şeytan gücü var.

Adamı kaldırdı mı yere çalar…

 

Komünizm hakkında şöyle demektedir:

“Komünizm, yeni tarzda bir çarlık felsefesinden başka bir şey değildir!”

 

Sık sık:

“Şerire karşı koymayın!

Çirkefe taş atmayın!

Ne olursa olsun, doğruluktan şaşmayın…”

 

“Sözünüz evet evet! Hayır hayır! Olsun…

Konuştuklarınız, sözlerinizde hikmet bulsun…”

 

“Olduğunuz gibi görünün, özünün sözünüze uygun olsun…

Olun ki insanlar size saygı duysun…

 

İşte biz

Böyle bir Hoca’nın öğrencileriyiz… 24.1.1965

X

RUHUMA AYNA TUTMAK

 

İki gündür bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Müziğe gerektiği şekilde önem vermeyişimin bunalımı içindeyim. Arkadaşlar gittikçe ilerliyorlar; yarın başıma kalfa olacaklar, bense yerimde sayıyorum. Bunu düşünmek bile uykularımı kaçırıyor…

Umutsuzluğa düşmenin yeri yok. Yıllardır savsakladığım müziğe ya gerektiği gibi önem vermeliyim, ya da vesayet altında yaşamayı kabul etmeliyim.

Hüseyin Patpat’ın derslerini kaçırmamalıyım; çok iyi öğretiyor ya da bana öyle geliyor.

Aşkla, hoplayarak, zıplayarak katılamıyorum müziğe. Kendimi aldatıyorum açıkçası…

İngilizce çalışmam da öyle… Oysa müzikte olsun, İngilizcede olsun geri kalmak beni geçenlerin baskısı altına girmek demektir. Onların baskısı altına girmek; yani onların öğretmenliğini kabul etmek istemiyorsan çalışmalısın. Hem de çok çalışmalısın. O hoyrat kişiler ruhunu ezip bitirecekler…

Emin Kılıç’tan ayrı düşmemek için müziğe ve İngilizceye gereken önem verilecek.; yoksa söz hakkın olmaz… Bir kenarda pısırık pısırık oturursun…

Atatürk’ün ruhu karşısında sorumlu duruma mı düşüyorum diye düşünüyorum. Çünkü devrimlere aykırı, dilimize aykırı bir müzik… Düşündükçe anlıyorum ki bu kararsızlığım duygusal.

Bu düşünceler beni tedirgin ediyor. Kararsızlık içinde bocalatıyor. Öyle görüyorum ki arkadaşlar da çabuk kavrayamıyor. Ölgün, solgun bir durumdalar. Söz vermiş olma uğruna katlanıp duruyorlar.

Müziği seviyorsan gerektirdiğini yapmalısın; yoksa ayrılıp çekilmelisin… Müziğe gereken önemi verirsem çabucak kavrayacağımı umuyorum; ama içinde bulunduğum koşullar beni benden alıyor… İşte böylece ruhen huzursuzluk ve tedirginlik çekiyorum…

Başkalarının beni geçeceği düşüncesi beni rahatsız ediyor… Ne bencil düşünce… Hiç kimse beni geçmesin istiyorum.  2.1.1965

X

3.1.1965

SAKIP ERDEM

Akşam Aysellerde idik; Sakıp Erdem de vardı.

İşçi Parti lehine konuşmalar yapıyordu. Bu arada 60-70 bin lira para kaptırdığını, kimsenin kendisini anlamadığını, hasta olduğunu, başı ağrıdığını ara sıra kustuğunu, hastaneye yatmak istediğini söyledi.

Bunları söylerken ağlayacak gibi bir ruhsal durumu vardı.

Bana yakınlık gösterdi.

Bu arada bir avukattan söz etti. O avukatı Gaziantep’e: Gaziantep’te çok iş var diye getirmişler. Artık kim getirmiş, niçin getirmiş bunları anlayamadım. Sormadım da çünkü Güner’e anlatıyordu.

Avukat işsiz kalınca da kendisini getirenlere başvurmuş. Onlar da kendisine: “Korkmayın biz varız!” demişler.

Bu avukat yalnız Sakıp Erdem’in 9 davasına bakmış. Baktığı bu davalar için 15 bin lira bir kere, 20 lira bir kere, 10 lira bir kere almış. Masraflar çıktıktan sonra elinde 9 lira kalmış….

Avukata: “Muayyen kimselerle gezersen işsiz kalırsın!” demişler. Avukat bakmış, Gaziantep’te iş yapamıyor. Bunun üzerine Gaziantep’ten ayrılıp gitmiş.

Sakıp Erdem, Gaziantep’te tutunabilmek için Haber gazetesinde yazı yazdığını da söyledi.

Kararsız bir davranışı vardı. Ne yapacağını bilmiyordu. Gaziantep’te 10 bin lira kazanmış. 5 bin lirasını ev kirası için vermiş; 5 bin lirasını da yazıhanesi için harcamış. Peki, kendisi ne yemiş içmiş…

Kendisi Osman Tuzcu’nun kaynı idi sanırsam. Ancak Osman Tuzcu kendisi ile ilgilenmeyince Gaziantep’te zor günler yaşamaya başladı.

Hayri Balta, 3.1.1965

X

ALLAH’IN DEDİĞİ OLUYOR

(45 yıl önce tutulan bir günlük…)

 

Benden dürüstü az bulunur sanırdım.

Meğer bende de iş yokmuş, şimdi anladım.

.

İlaç sayımı yapıyorduk bir hemşire ile.

Yalnızdık depoda.

Eli,  elime değdi rast gele.

 

Elektrik çarpmış gibi oldum…

Ne yapacağımı şaşırdım…

 

Otururken biraz eteği açıldı…

İster istemez bacağına gözüm kaydı…

O da bunun farkına vardı.

 

O örttükçe bacağını benim iştahım kabardı.

Bakmamak için kendimi zorladım ama olmadı…

 

Bu durumda kendimden utanmaya başladım.

Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştım.

 

Ben bu duruma düşürsem baş başa kaldığım bir bayanla…

Başkalarını nasıl ayıplayabilirim, ne hakla…

 

Sen istediğin kadar “Nefsimi terbiye ettim de!..”

Doğa hükmünü icra ediyor yine de…

“Allah’ın dediği olur!” denir buna, din ilminde…

Hayri Balta,  7.1.1965

X

BORÇ İÇİNDE BİR YAŞAM

PARA GELİRMİŞ BU ADAMA MOSKOVA’DAN

 

1.3.1968: Amerikan Hastanesinden ayrılıp Yapı İşleri 9. Bölge müdürlüğüne girdim ya; Polisler Amerikan Hastanesi İdare Müdürü Abdullah Sinek’ten telefonla “Niçin ayrıldığımı” sormuşlar.

Gidip kardeşim Hasan’dan beni sormuşlar. O da “Sorduğunuz adam benim kardeşim!” demiş.

Sonra, kilim almak bahanesiyle, Ekrem Güzelhan’ın (Çekirdekçi Dede) dükkânına gitmişler. Beni sormuşlar. O da “Benim onun hakkında olumsuz bir kanaatim yok!” demiş…

+

Müdür Yardımcımız Asım Ahi, benim asaletimi onaylamadı. “Müdür beyle görüşelim de ondan sonra…” dedi.

Ben de: “Müdür Beyle görüşecek ne var ki?” dedim.

Bunun üzerine:” Olsun bir kere daha görüşelim!” dedi.

Beni işten attırmak isteyen polisler; işverenlerime: “Moskova’dan yardım aldığımı söylüyorlarmış…” Ve bir de:  “Yazık, yapmayın, işten attırmayın, çoluğu çocuğu var!” diyenlere.

Ne yardım alması Moskova’dan; borç içinde kıvranıp duruyorum.

İŞTE BORÇLARIM:            LİRA

Ali Nadi ünler’e              50.-

Doktora                           50.-

Eczacı’ya                       46.60

Abdullah Çörekçioğlu’na     150.-

Polat Kale’ye                    185.-

Nail Korkmaz                 30.-

Aliye Kural                      20.-

Kilis’e                                167.-

Bakkal Cuma’ya               147.-

Ekmekçi’ye                       117.90

Helvacı’ya                       16.55

Bakkal İbrahim’e              175.10

Kasap’a                             115.10

Gazeteci’ye                      15.—

Arkadaşlara                      16.-

Toplam                            1.301.50

 

Ben bu durumda iken bir gün yanıma Mustafa Bakkaloğlu geldi. O günler Gaziantep’e Güneri Kocatepe yönetiminde bir tiyatro topluluğu gelmişti. İlk günler seyircileri varmış. Sonra seyirciler azalmaya başlayınca parasal zorluk çekmeye başlamışlar. Gaziantep’ten ayrılacaklarmış ama yol paraları yokmuş.

Mustafa Bakkaloğlu: “Aman ne varsa sende var. Ancak sen verirsin bunlara yol parasını. Bunlara yol parası ver de Gaziantep’teki bu zor durumdan kurtulsunlar. “

Gaziantep’te bu kadar varlıklı kişi var. Bu iş kala kala bana mı kaldı… Bu kadar borç harç içinde yaşarken; nerden aldım, nasıl buldum bilmiyorum. Bu topluluğa o zamanın parası ile 325.- tl yol parası verdim. Güneri Kocatepe memleketlerine gider gitmez adlığı parayı bana göndereceğine ilişkin söz vermişti.

Gidiş o gidiş…

Adımı anan, bir teşekkür eden bile olmadı…1.3.1968

Hayri Balta