ZİLLİ KURT

ZİLLİ KURT

+

İÇİNDEKİLER

 

A

AMERİKAN HASTANESİNE GEÇİYORUM

AMERİKAN HASTANESİNDEN AYRILIŞ

ARADIĞIN SENDE!..

AV. REFİK DANIŞ DAYANAMIYOR

AV. REFİK DANİŞ’E MEKTUP

B

BABAMLA ZITLAŞMA…

BABANIN YANINDA YER ÇOKMUŞ/AMA BENİM İÇİN YER YOKMUŞ

BAŞKAN DEDİĞİN DE BÖYLE OLMALI!..

BİR GÜNDE 8 BASIN DAVASINA BAKILDI

BONSERVİSİM

D

DERSLERE BAŞLIYORUZ

DANS ETTİK DİYE HOCAYA ŞİKAYET ETTİLER

DEVLET KAPISINDA İŞ

DR. EMİN KILIÇ KALE’YE İNTİSAP…

Dr. NUTE GELİYOR

DÖNÜM NOKTASI

DİNSİZLİK VE KOMÜNİSTLİĞİM NEREDEN GELMEKTEDİR

DR. EMİN KILIÇ KALE’NİN GAZİANTEP SABAH GAZETESİ İLE YAPTIĞI RÖPORTAJ

E

EMİN KILIÇ KALE HAKKINDAKİ İFŞAATI DURDURDUK.

ERMENİ LEYLA

F

FAKÜLTELİ LİSELİLER GEZERKEN/İLKOKULLU SOLCU ŞEF OLUR MU?

G

GAZİANTEP AMERİKAN HASTANESİ

GAZİANTEP KÖYLERİNDE TİYATRO

GAZİANTEP UYANIŞ GAZETESİNDE YAPILAN ANONSLAR…

GAZİLİĞİN KANITLANMASI

GAZİLİĞİNİ BELGELEMEK İSTEYENLER

GİRİŞ

GÖZALTI

K

KARAR

H

HAKKIMDA DAVA AÇILIYOR

HIRSIZ VAR!

HOCAMIZA TUZAK SORULAR

HOCAYA ŞİKAYET

İ

İFTİRACILARA DAVA AÇILIYOR

İSTİFA ETMEM İSTENİYOR

K

KOMİNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

KOMÜNİSTLİĞİMİN KAYNAĞI

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

KÖYLERDE TİYATRO

KURTULUŞ GAZETESİ

KURTULUŞ GAZETESİNDEN AYRILIŞ

M

MÜRŞİT ARAYIŞI…

N

NEREDEN NEREYE

O

OKUL YAPTIRMA BÜROSU

ORTALIĞI KARIŞTIRAN RÖPORTAJ

Ö

ÖĞRENCİNİN SORULARI

P

PERDE ARALANIYOR

POLİSLER PEŞİMDE

S

SALDIRILAR BAŞLIYOR

SAVCILIK SALDIRILARI DURDURUYOR

SENDE KOMÜNİSTLİKİ VAR MI?

SEN MİSİN SENDİKALI OLAN…

SİYASİ POLİS EVİME GELİYOR

SÖZ VERDİK AMA…

V

VAY SEN MİSİN SENDİKALI OLAN…

Y

YARGILAMA BAŞLIYOR

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

YEREL BASINDA SALDIRILAR

YÜRÜYÜŞ FOTOĞRAFLARIM MÜDÜRÜN ELİNDE

Z

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ DERSE GELİYOR

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ ÖĞRENCİMİZ OLUYOR

ZİLLİ KURT

X

  1. GİRİŞ

 

Bundan on, on beş yıl önce Yaşar Kemal Paris’e geldiğinde onuruna bir davet verildi. Fransız’ın biri kendisine: “Türkiye’de aydınların durumu nedir?” diye sormuştu…

Yaşar Kemal şu öyküyü anlattı ona:

“Bizim Anadolu köylüleri hayvancılıkla geçinir. Hayvanların en büyük düşmanı kurtlar. Köylüler bir kurt yakaladıklarında öldürmezler kurşuna yazık olur diye… Tuzak kurup canlı yakalarlar ve boynuna bir çıngırak takarlar. O kurt nereye gitse, çıngır çıngır, sürünün bütün köpekleri üstüne gelir. Acından ölür hayvan. İşte bizim aydınlara böyle yapılıyor Türkiye’de. Boyunlarında bir çıngırak… Köpekler salınıyor üstlerine…”

Cumhuriyet. 17.3.1992

+

İşte benim de boynuma böyle bir çıngırak takıldı…

+

Sevgili Ustam

Anıları için yazdığın girişe hayran kaldım. “İşte Hayri Balta’ya yaraşan duruş” dedim kendi kendime.

Biz de az şey yapmadık, hayıflanmayalım boşuna.

Az çoban köpeği tedirgin etmedik. Çok mutluyum kendi adıma. İyi ki Zilli Kurt’an biriyim; ya işbirlikçilerin köpeği olsaydım.

Saygıyla…

FEV, 9.3.2009

 

X

  1. ZİLLİ KURT

 

Köylüler sürülerine dadanan kurdu tutmuşlar,

Öldürmemişler, boynuna bir zil takıp salıvermişler.

 

Kurdu, öldürseler daha iyi imiş.

Zira bu zil, kurdun ölümü imiş…

 

Kurtcağız; nereye gitse, zilin sesi kendinden önce gidermiş

Zil sesini duyan sürünün köpekleri üstüne gelirmiş…

 

Böylece kurtcağız avını kaçırırmış,

Bir kere öleceğine bin kere ölürmüş…

+

Taktılar bir çıngırak da benim boynuma: “Dinsiz, komünist!” dediler…

Nereye gitsem çıngırağın sesini işittiler.

+

Akrep gibi akrabalarım taktı bu çıngırağı bana;

Bu çıngırağı takan akrep gibi akrabalarım gezip duruyor ortalıkta…

 

Çıngırağın sesini duyan kimileri de her şeyime karışıyorlar.

Sözde beni korumak istiyorlar: “Aman  sus üstlerine varma!” diyorlar.

 

Oysa susmak,  çıngırağı kabullenmek oluyor…

İnsanlardan ayrı düşmek, dışlanmak oluyor

Ve bu da benim ağırıma gidiyor.

Öyle söyledikleri kadar da değilim.

Şunun şurasında

İlkokul mezunu, bir akşam ortaokulu öğrencisiyim.

 

Bir tutkum vardı: Düşünür ve yazar olmak…

Bu çıngırak beni bu tutkumdan alıkoyacak…

 

Tek suçum: Cehalete geçit vermemek…

İnsanlara gerçeği söylemek…

 

Hayri Balta, 26.2.1969

 

DÖNÜM NOKTASI

 

Evlilik olayı benim için döndüm noktasıdır. Ailemizde kopma, evlilik olayı ile başladı. Gelin görümce çekişmesi başlayınca huzurumuz kaçtı. Buna işsizlik, parasızlık da eklenince iyice bunalmaya başladım. Bu çıkmazdan çıkma çabası beni bunalımlara soktu. Para kazanamıyordum. Zaman zaman iş bulunca çalıştığım  debbağlık (dericilik) ve kilimcilikten utanç duyuyordum.

Ortaokuldaki arkadaşlarım avukat, mimar, mühendis, öğretmen olarak karşımda geziyorlardı. İlkokulda öğrendiklerini bile unutmuş; bir nokta, büyük harf nerede kullanılır bunu bile bilmiyordum. Aritmetik konularından dört işlem yapmayı büsbütün unutmuştum. Para getiren bir işim, mesleğim yoktu. Bana yol gösterecek, akıl koyacak bir büyüğüm yoktu. Daha önceleri belirttiğim gibi babam anamın ölümünden sonra kendine gelememişti.  Amcam ise hayal aleminde geziyordu, ki bunlar birinci bölümde anlatılmıştı.

Eşim benim bu durumumu görünce sessiz sedasız evde dikiş dikerek bütçemize katkıda bulunmaya başlamıştı. Zaman zaman bana ve babama harçlık bile veriyordu. Böyle bir duruma düşmüş olmak beni; strese ve hatta  depresyona sürüklüyordu. Bu çıkmazdan kurtulmak için çareler arıyordum. Para getiren bir mesleğim olsun istiyordum. Ne yapabilirdim. Eşim bana terzilik öğretmek istedi; öyle ki bir iki ders de almıştım. Elimin terziliğe yatkın olmadığını gören eşim bana terzilik öğretmekten vazgeçti…  Hiç unutmam, şimdi bile aklıma geldikçe; gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini düşünür dururum. Çünkü caddenin bir köşesinde kaldırıma oturarak elinde tahtadan yapılmış çember kasnağa bez geçiren bir adam; elindeki iğne ile beze batırıp çıkararak resimler çiziyordu. Annem de beze böyle  çiçekler yapardı. Hele menekşeyi çok güzel işlerdi. Annemin işlediği güllerden, menekşelerden yaptığı yastık kılıfları gözümün önünden gitmezdi. Küçükken annemden gördüğüm bu nakış işleme kafama kazındığı için kolayca  yapabilirim sandım. Adamdan, bir iğne ile bir kasnak aldım. Evde; babamdan ve kardeşlerimden, gizli gizli nakış işleyerek yeni bir meslek edinmeye çalışıyordum. Eşim benim para getirmeyecek olan bir iş öğrenme çabamı gördükçe benimle alay ediyordu. Sonra, ben de, bu işin para getirmeyeceği düşüncesine kapıldım, bıraktım…

X2

DİNSİZLİK VE KOMÜNİSTLİĞİM NEREDEN GELMEKTEDİR

 

Kendi kendime “Bu durumdan kurtulmanın bir tek yolu var: Devlet kapısında bir iş bulmak….” dedim. Ama ilkokulda öğrendiklerimi bile unutmuştum. Bu durumda ilkokulda öğrendiklerimi, ilkokul kitaplarına çalışarak, yeniden hatırlamak. Bu düşüncemi başkalarına ve eşime açmaya da utanıyordum. Çünkü yaşım 25 olmuş. Bu yaştan sonra yeniden derslere çalışıp da ilkokul diploması ile memur olmak benim için yıldızdan ıraktı. Ama başka kurtuluş yolum yoktu. Öncelikle ilkokul 4 ve 5. sınıf Matematik ve Türkçe-Dilbilgisi kitaplarını aldım. Okumaya 4 cü sınıf Türkçe’den başladım.

Mevsim kış olduğu için evde çalışamıyordum; çünkü evimizde soba yoktu. Tandıra girerek ders çalışırken de hemen uykum geliyordu. Yatağın sıcaklığından yararlanmak amacı ile gece eşimin koynundan doğrularak ders çalışıyordum. Eşim bana çıkışıyordu. “Yorganı üstümden alıp beni üşütüyorsun… Beni üşütüp de uykumu kaçırmaya hakkın yok!” diyordu.

Baktım olmayacak sabaha karşı kitaplarımı alarak, semtimizdeki sobası olan Sabahçı Kahvelerine gitmeye başladım. Sabahları kahve sakin oluyordu. Erkenden kalkan sabahçılar işe gitmeden önce kahvede buluşup sıcak çay içtikten sonra işe gidiyorlardı.  Bense sobanın sıcaklığında habire ders çalışıyordum. Ancak ara sıra başımı kaldırıp da çevreme baktığımda kahvedekilerin beni süzdüğünü görürdüm. Bir ara kahveci başım ucumda dikilerek: “Yahu Hayri bey sen ne okuyorsun böyle kendinden geçmişçesine…” dedi.

Masamda duran kitapların kapağını çevirerek bak işte ilkokul 4. ve 5. sınıflarının ders kitapları… dedim. Kahveci kitapların gerçekten ders kitapları olduğunu görünce başını sallayarak çekip gitti. Meğer sabahları kahveye gelip gidenler benim kitaplara dalmam üzerine “Hayri bey, dinsizlik ve komünistlik kitabı okuyor!” diyorlarmış…

X3

ARADIĞIN SENDE!..

 

İkinci dinsizlik, komünistlik öyküm çok daha ilginç. Küçüklüğümden beri okumaya düşkün biriyim. Çocukken okuduklarım başka, gençlik çağında okuduklarım başka idi…

16 yaşımdan bu yana günde en az bir gazete okuma alışkanlığım vardır. Örneğin 1948 yılında yayına başlayan Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin ilk sayısı arşivimdedir. 1932 doğumlu olduğuma göre; demek ki gazete okumaya 15 16 yaşımda başlamışım.

Çocukluğumda Kızıl Maske, Mandrake, Nat Pinkerton, Şerlok Holmez, Cingöz Recai’yi; gençliğimde ise Ömer Hayam’la Nezen’ Tevfik’in kitapları ve Mevlana’nın Mesnevi’si ilk okuduğum kitaplardandı.

Mesnevi’yi okurken babam gördü. Okuduğum kitabın adını sordu. “Mesnevi” dedim. Yüzünün rengi değişti. “Bu kitabı okuma, dinden çıkarsın!” dedi. Oysa ben o düşüncede değildim. Mesnevi okudukça ufkum açılıyordu.

Mesnevi’deki şu tür anlatımlar benim din anlayışımı değiştiriyordu. “Ey oğul, bir odadasın; gözün kapılarda, pencerelerde. Boşuna kapılara pencerelere bakıyorsun, aradığın sendedir sende…”

Hele şu satırları çok daha ilginçti: “Ey Allah arayıcısı, kendi kendine Allah’ı bulamazsın. Sen kendine bir mürşit (öğretici, yol gösterici) ara. Mürşitsiz Allah aramak kıçına tiken batan eşeğe benzer. Eşek, tikeni çıkarmak için kuyruğunu salladıkça tiken daha çok kıçına batar.Tenine batan dinki çıkarmak bu denli zor ise; gönlüne batan tikeni çıkarmak daha zordur. Bunun için bir öğretici bulmalısın ki tikeni çıkarsın…”

Sonra bağnazlar, yobazlar için yaptığı şu benzetme beni Mesnevi’ye daha çok bağlıyordu: “Ey oğul, bağnaz ve yobaza yol göstermeye kalkma. Onlar uçurumun kenarındaki bir tutam ot’u almak için uzanan eşeğe benzer. Eşek uçurumun kenarındaki ot’u almak için eğilir. Eşeğin sahibi de onu kurtarmak için kuyruğundan tutarak çekmeye başlar. Sahibi kuyruğundan çektikçe eşek daha çok uçuruma doğru eğilir… İyisi mi bırak eşeğin kuyruğunu, bir tutam ot’a aldansın, gitsin…”

X4

BABAMLA ZITLAŞMA…

 

Babam ile aramızda bir zıtlaşma başlamıştı. O bana “Mesnevi’yi okuma!” dedikçe; ben daha çok Mesnevi üzerine düşüyordum.  Öyle ki küçük kardeşim Hasan’ı beni izlemekle görevlendirmişti. O da beni izliyordu.

Bir keresinde yastığımın altına sakladığım Mesnevi’yi buldu, babama verdi. Babam bana: “Sen ne haber anlamaz adamsın!.. Ben sana okuma diyorum. Sen beni dinlemiyorsun!” diyerek beni azarladı.

Meğer hocanın biri kendisine:   “Mesnevi okuyan dinden imandan çıkar!” demiş.. Bu nedenle benim Mesnevi okumamı engellemeye çalışıyordu. Ben de bütün ısrarlarına karşın babamı dinlememem üzerine babam beni dinsiz olarak görmeye başladı. İşte böyle başladı benim dinsizliğimin…

Bu mahalle baskısı dedikleri İslam’da kuruluşundan beri var… Din kitaplarında Müslüman’a verilen bir emirdir bu mahalle baskısı.

EMRİ MA’RUF… NEHYİ ANIL MÜNKER. “Her kim bir münker görür ise hemen onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye muktedir olamazsa diliyle kınasın, korkutsun. Şayet diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle onu reddetsin, ondan nefret duysun.” (Riyaz’üs Salihin Tercümesi. 1. Cilt. 23. Bölüm… 8)

Konu ile ilgili ayetlerden biri de şudur: “Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebat edenleri çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakta oldukları fısklar yüzünden şiddetli bir azap ile yakaladık.” (K. 7/165)

X5

MÜRŞİT ARAYIŞI…

 

Mesnevi’nin dediği gibi mürşit aramaya başlamıştım; istiyordum ki beni içinde bulunduğum bu çıkmazdan kurtarsın. Çevremdeki arkadaşlar da benim gibi arayış içinde idi. Birkaç arkadaş Tekke camisinin müezzini Ali  hocanın cami içinde bulunan dergahına gittik. Caminin bir odasında Ali hocanın başına beş-altı kişi toplanmış ayin yapıyorlardı. Ali Hoca da Mansur çalıyordu.

Bizi göre kapı aldılar. Ali Hoca özellikle benimle ilgilendi. Birkaç soru sordu. Sonra ayin başladı. Kendisi Mansur çalarak ritim tutuyordu. Öğrencileri de kendisine eşlik ediyordu. Yere bağdaş kurarak oturuyorlardı. Yetersiz bir ışık vardı.

Bu ayini görünce Ali Hoca’dan bir feyiz alamayacağımı anladım. Hiçbir zaman şeriatçı bir görüşe eğilim duymadığım için Ali hoca’nın dergahına gidişim ilk ve son oldu.

Bu durumu mahallemizde attarlık yapan Sakıp Okuducu’ya aktarınca bana “İyisi mi sen Dr. Emin Kılıç Kale’ye git! Sen gidersen ben de giderim!” dedi.

Bu arada bana Emin Kılıç hakkında şu sözleri söyledi: “Bir söylediğini bir daha söylemiyor.. Derin bilgi sahibi… Bu arada müzik de öğretiyor..”

Sonra ekledi: Senin peşinde koştuğun futbol hakkında da şöyle diyormuş: “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.”

İşte bu söz benim ilgimi ekti. “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.” Sözü üzerine; futbol yaşamında yaşadığım “ahlak ve karakter yıkıcı durumları” gözümün önüne geldi.

Gerçekten de isabetli bir pas atamazsan, gol kaçırırsan, ayağından top kaptırırsan” başta takım arkadaşların olmak üzere takım taraftarları akla gelmedik hakaretler yapıyorlardı. Futbolcu olmadığı halde futbol hakkında isabetli görüşlerde bulunan Dr. Emin Kılıç Kale’yi görmek isteğim artmıştı.

X6

  1. EMİN KILIÇ KALE’YE İNTİSAP…

 

Uzatmayalım Attar Sakıp Okuducu, Talip Güzelhan ve ben bir akşam Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine gittik (11.3.1958). İçeri girdiğimde15 kişi vardı Kiminin elinde ut, çoğunluğun elinde ney (nay) vardı. Kendisinin masasında  tef… İçeri girdiğimizde bir kişi Ulus gazetesi okuyor; diğerleri de dinliyordu. Hoca da arada bir yorumda bulunuyordu. Gazete okunduktan sonra meşk’e (müziğe) başlamadan önce bize döndü ve niçin geldiğimizi sordu.

Soru bana idi:

“Niçin geldiniz?”

“Öğrenci olmaya geldik!”

“Ama bu derslere gelmenin bir bedeli var!”

“Neymiş o!”

“Zamanı gelince bedeli söyleriz!”

“Kabu!” dedim.

Benimle birlikte gelenler de “Kabul ediyoruz!” dediler…

Sonra ban bir soru daha yöneltti:

“Senin dinin nedir?”

“Müslüman’ım!”

“Peki sigara içer misin?

“Evet!”

Birden bire hiddetlendi ve kükredi:.

“Peki, o sigara kokan ağzınla kelime-i şahadet getirmeye; o mübarek zatın adını ağzına almaya utanmaz mısın be adam!” diyerek beni azarladı.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Böyle bir azarlama 18-20 yaşlarımda yapılsaydı bana, muhakkak bir kavga çıkardı orada.

Yanıt vermeme meydan vermeden:

“Bu günden itibaren sigara yok. İşte vereceğin bedelin birincisi sigarayı terk etmek. Diğerlerini de zamanı gelince söyleriz… Bunları kabul etmezsen bizden feyz alamazsınız. İşinize gelmezse bundan böyle gelmezsiniz. Size gelin deyen de yok zaten…”

“Kabul, şu andan itibaren sigara yok!”

Benimle gelen Atar Sakıp da söz verdi. Talip ise sigara içmezdi zaten…

X7

DERSLERE BAŞLIYORUZ

 

Bir hafta sonra derse gittik. Öğrenciler, genellikle orta halli kimselerdi. İçlerinde öğretmenler, müdürler, mühendisler de vardı.

Öğrenciler arasında bizim mahalleden kuşakçılık yapan Hayri Mutlu da vardı. Onun Dr. Emin Kılıç Kale’ye gittiğinden haberimiz yoktu. İlk defa orada görünce şaşırdım. Meğer herkesten saklarmış. Tahminime göre bizlerin Hoca’dan haberdar olmamızı istemiyordu. Oradaki bilgiler kendisine kalsın istiyordu..

Dr. Emin Kılıç Kale, biz kendisine intisap ettiğimizde 62 yaşlarında idi. İri yarı uzun boylu, esmer tenli, dev gibi biri… Sakalları tümden ağarmıştı. Konuşurken ışıyan gözleri ile gözümüzün içine bakıyordu.

İkinci derste, içeri girdiğimizi görünce gözleri ışıdı ama sevincini belli etmemeye çalışıyordu. Sandalyemize oturur oturmaz bana sordu:

– Demek gelip gitmeye karar verdiniz? Peki niçin 3 iken ikiye düştünüz. Öbürü niçin gelmedi?

– Ondan haberimiz yok, niçin gelmediğini de bilmiyorum…

– Peki kendisi bilir. Zaten biz kimseye gel! demeyiz… dedikten sonra,

– Sigaradan ne haber?

Ben de saf saf ve de doğru sözlü olduğumu göstermek için:

– Bir tane içtim efendim? deyince birdenbire gürledi…

– Gel bakalım şimdi şuraya diyerek oturduğu masasının yanını gösterdi.

Yanına vardım. Ayakta bekliyordum ne ceza verecek diye. Bütün öğrenciler de alacağım cezayı biliyorlarmış gibi gülerek ikimize bakıyorlardı.

– Demek bir tane içtin ha?

– Evet bir tane içtim.

– Ha bir tane ha bin tane fark etmez…Şimdi ellerini kaldır tövbe et ve Allah’a secde et!.

Orada o kadar öğrencilerin arasında secdeye kapılarak dediğini yaptım ve daha da ileri giderek, nefsimi cezalandırmak amacı ile,  ayaklarına yüz sürdüm.

Kendisi başta olmak üzere içerdekilerin hepsi gülüşüyorlardı. Yerin dibine girmiştim. İtten rezil olmuştum.

Bu ceza üzerine geçmişimle ilgiyi kestim. Yepyeni bir insan olmuştum.

Benden sonra Talip’e döndü:

– Sen ne yaptın bakayım?

O da:

– Ben zaten sigara içmem! dedi…

Sonra yine bana döndü:

Bedel ödemeye hazır mısın?

– Evet!..

– Bu günden itibaren arkadaşlarınızla ilişkiye keseceksiniz. Kahvelere gitmeyeceksiniz. Asıl önemlisi  karılarınızla yatağı ayıracaksınız. Artık benden emir gelinceye kadar cıma’ya (cinsel ilişkiye) izin yok!.. Kabul mu?..

Al başına belayı. “Hayır!” desek… “Haydin bakalım! Burada işiniz yok,  dışarı!” diyecekti…

İkimiz birden:

– Kabul! dedik…

Bunun üzerine içerideki 15-20 kişi gülüşmeye başladı…

Biz “Kabul!” demiştik  ama işin içinden nasıl çıkacaktık. Daha üç dört aylık evli idik…

Uzatmayalım derse geçtik. Her derste önce öğrenciler gazetelerden seçtikleri yazılar okunurdu. Ondan sonra müzik derslerine geçilirdi. Bir saat kadar da meşk yapılırdı.

X8

SÖZ VERDİK AMA…

 

Dersten sonra evimize giderken Talip Güzelhan’a sordum.

– Yahu Talip biz ne yaptık böyle. Daha yeni evliyiz… Nasıl dayanacağız ayrılığa, nasıl ayıracağız yatakları… Bu işe hanımlara ne deyecek?

Talip gülerek:

– Boş ver yahu… Kendisinden bilet mi keseceğiz? Sen işine bak… Kılı bile duymaz…

– Ama söz verdik…

– Böyle bir durumda verilen söz yerine getirilmez. Sen işine bak!

– Yok arkadaş, ben sözümde duracağım…

Bu sırada evlerimize gelmiştik.

Yatma vakti gelince eşime:

– Hoca’nın emri var. Yataklarımızı ayıracağız. İzin çıkıncaya kadar da ayrı yatacağız.

Hanım neye uğradığını şaşırdı. Yeni evli olduğumuz için bir tartışma ortamı yaratmadı. Ama renginin değişmesinden anlamıştım ki bu iş çok ağırına gitmişti. Benim kendisinden hoşlanmadığımı sanarak böyle bir bahane uydurduğumu sanmıştı…

Benimle tartışmadı ama dayımlara, teyzemlere gittiğinde yakınmış:

– Hayri, artık benimle yatmıyor. Yatakları ayırdı.

Dayım, yengem ve teyzem şaşmış kalmış.

– Nasıl olur, daha yeni evlisiniz…

– Hocası böyle emretmiş. O da bakıp duruyor, koynuma girmiyor… deyerek ağlamaya başlamış.

Dayımın, teyzemin morali bozulmuş. Bu işe sebep Dr. Emin Kılıç demişler. Yapılacak iş Hayri’yi Emin Kılıç’tan ayırmak.

Bu konuşmalar olurken yanlarında teyzemin oğlu Necdet Sevinç de bulunuyormuş.

“Ne yapmalı, ne yapmalı!” diye tartışmışlar, düşünüp durmuşlar.

Bir ara dayım Adil Öztemir beni çağırdı.

– Hanımın senden şikayetçi… Koynuna girmiyormuşsun. Doğru mu?

– Evet doğru…

– Ama Hayri böyle iş olmaz. Yeni evlisiniz, ne karışır hocanız? Bırak bu saçmalıkları…

Daha önce “Bir sigara içtim!” dediğimde başıma gelenleri bildiğim için hanımla yatmayı göze alamıyordum. Allah bilir bu kez ne ceza verirdi; belki de beni kovardı…

Ne var ki daha fazla dayanamadım. Kaçamak yapmaya başladım. Bu konuda da hanımla sözleşmiştik. Kendisi ile yattığımı kimseye söylemeyecekti. Cinsellik duygusu ağır basmıştı.

  1. DİNSİZLİĞİMİN KAYNAĞI

 

Evlilik olayı benim için döndüm noktası oldu. Ailemizde kopma, benim evlenmemle başladı. Gelin görümce çekişmesi başlayınca huzurumuz kaçtı. Buna işsizlik, parasızlık da eklenince iyice bunalmaya başladım. Bu çemberden çıkma çabası beni bunalıma soktu. Para kazanamıyordum. Zaman zaman işsiz kalıyordum, iş bulunca çalıştığım  debbağlık (dericilik) ve kilimcilikten kazandığım para geçimime yetmiyordu, bu durumdan da utanç duyuyordum.

Ortaokuldaki arkadaşlarım avukat, mimar, mühendis, öğretmen olarak karşımda geziyorlardı. İlkokulda öğrendiklerini bile unutmuş; bir nokta, büyük harf nerede kullanılır bilmiyordum. Aritmetik konularından dört işlem yapmayı büsbütün unutmuştum. Para getiren bir işim, mesleğim yoktu. Bana akıl koyacak, yol gösterecek bir büyüğüm de yoktu. Daha önceleri belirttiğim gibi babam anamın ölümünden sonra kendini yitirmişti, kendinde değildi.

Amcam ise hayal aleminde geziyordu ki bunlar birinci kitapta  anlatılmıştır.

Eşim benim bu durumumu görünce sessiz sedasız evde dikiş dikerek bütçemize katkıda bulunmaya başlamıştı. Zaman zaman bana ve babama harçlık bile veriyordu. Böyle bir duruma düşmüş olmak beni; strese ve hatta  depresyona sürüklüyordu. Bu çıkmazdan kurtulmak için çıkış arıyordum. Para getiren bir mesleğim olsun istiyordum. Ne yapabilirdim. Eşim bana terzilik öğretmek istedi; öyle ki bir iki ders de almıştım. Elimin terziliğe yatkın olmadığını gören eşim bana terzilik öğretmekten vazgeçti…

Hiç unutmam, şimdi bile aklıma geldikçe utanmak mı, gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini düşünür dururum.

Anlatayım:caddenin bir köşesinde kaldırıma oturarak elinde tahtadan yapılmış çember kasnağa bez geçiren bir adam; elindeki iğneyi beze batırıp çıkarak resimler çiziyordu. Annem de beze böyle  çiçekler yapardı. Hele menekşeyi çok güzel işlerdi. Annemin işlediği güllerden, menekşelerden yaptığı yastık kılıfları gözümün önünden gitmezdi. Küçükken annemden gördüğüm bu nakış işleme kafama kazındığı için bu işi kolayca  yapabilirim sandım. Adamdan, bir iğne ile bir kasnak aldım. Evde; babamdan ve kardeşlerimden, gizli gizli nakış işleyerek yeni bir meslek edinmeye çalışıyordum. Eşim benim para getirmeyecek olan bir iş öğrenme çabamı gördükçe benimle alay ediyordu…. Sonra, ben de, bu işin para getirmeyeceği düşüncesine kapıldım, bıraktım… Evlendim, vimi geçindirmek zorundaydım…

Kendi kendime “Bu durumdan kurtulmanın bir tek yolu var: Devlet kapısında bir iş bulmak….” dedim. Ama ilkokulda öğrendiklerimi bile unutmuştum. Yapılacak ilk iş: İlkokulda öğrendiklerimi, ilkokul kitaplarına çalışarak, yeniden hatırlamak. Bu düşüncemi başkalarına ve eşime açmaya da utanıyordum. Çünkü yaşım 25 olmuş. Bu yaştan sonra yeniden derslere çalışıp da ilkokul diploması ile memur olmak benim için yıldızdan ıraktı. Ama başka kurtuluş yolum yoktu. Öncelikle ilkokul 4 ve 5. sınıf Matematik ve Türkçe-Dilbilgisi kitaplarını aldım. Okumaya 4.sınıf Türkçeden başladım.

Mevsim kış olduğu için evde çalışamıyordum; çünkü evimizde soba yoktu. Tandıra girerek ders çalışsam da hemen uykum geliyordu. Yatağın sıcaklığından yararlanmak amacı ile gece eşimin koynundan doğrularak ders çalışıyordum. Eşim bana çıkışıyordu. “Yorganı üstümden alıp beni üşütüyorsun… Beni üşütüp de uykumu kaçırmaya hakkın yok!” diyordu.

Baktım olmayacak sabaha karşı kitaplarımı alarak, semtimizdeki Sabahçı Kahvelerine gitmeye başladım. Sabahları kahve sakin oluyordu. Soba da gürül gürül yanıyordu. Erkenden kalkan dericiler, kilimciler işe gitmeden önce kahvede buluşup sıcak çay içiyorlardı… Bense sobanın sıcaklığında başımı kaldırmadan  ders çalışıyordum. Ancak ara sıra başımı kaldırıp da çevreme baktığımda kahvedekilerin beni süzdüğünü görürdüm. Bir ara kahveci başım ucumda dikilerek: “Yahu Hayri bey sen ne okuyorsun böyle kendinden geçmişçesine…” dedi.

Masamda duran kitapların kapağını çevirerek “Bak işte, ilkokul 4. ve 5. sınıf ders kitapları…” dedim. Kahveci kitapların gerçekten ders kitapları olduğunu görünce başını sallayarak çekip gitti. Meğer sabahları kahveye gelip gidenler benim kitaplara dalmam üzerine “Hayri bey, dinsizlik ve komünistlik kitabı okuyor!” diye adımı çıkartmışlar… İşte birinci dinsizlik, komünistliğim böyle başladı…

16 yaşımdan bu yana günde en az bir gazete okuma alışkanlığım vardır. Örneğin 1948 yılında yayına başlayan Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin ilk sayısı arşivimdedir. 1932 doğumlu olduğuma göre; demek ki gazete okumaya 16 yaşımda başlamışım.

Çocukluğumda Kızıl Maske, Mandrake, Nat Pinkerton, Şerlok Holmez, Cingöz Recai’yi; gençliğimde ise Ömer Hayam’la Nezen’ Tevfik’in kitapları ve Mevlana’nın Mesnevi’si ilk okuduğum kitaplardandı.

Mesnevi’yi okurken babam gördü. Okuduğum kitabın adını sordu. “Mesnevi” dedim. Birden yüzünün rengi değişti. “Bu kitabı okuma, dinden çıkarsın!” dedi. Oysa ben o düşüncede değildim. Mesnevi okudukça ufkum açılıyordu. Yıl 1950 idi; Hocaya intisabıma daha yedi yıl vardı…

Mesnevi’deki şu tür anlatımlar benim din anlayışımı değiştiriyordu. “Ey oğul, bir odadasın; gözün kapılarda, pencerelerde. Boşuna kapılara pencerelere bakıyorsun, aradığın sendedir…”

Hele şu satırları çok daha ilginçti: “Ey Allah arayıcısı, kendi kendine Allah’ı bulamazsın. Sen kendine bir mürşit (öğretici, yol gösterici) ara. Mürşitsiz Allah aramak kıçına batan tikeni çıkarmaya çalışan eşeğe benzer. Eşek, tikeni çıkarmak için kuyruğunu salladıkça tiken daha çok kıçına batar. Gönlüne batan tikeni çıkarmak için bir öğretici bulmalısın…”

Sonra bağnazlar, yobazlar için yaptığı şu benzetme beni Mesnevi’ye daha çok bağlıyordu: “Ey oğul, bağnaz ve yobaza yol göstermeye kalkma. Onlar uçurumun kenarındaki bir tutam ot’u almak için uzanan eşeğe benzer. Eşek uçurumun kenarındaki ot’u almak için eğilir. Eşeğin sahibi de ot yerken uçuruma düşmesin, diye kuyruğundan tutarak çekmeye başlar. Sahibi kuyruğundan çektikçe eşek daha çok uçuruma doğru eğilir… İyisi mi bırak eşeğin kuyruğunu, bir tutam ot’a aldansın, gitsin…”

Babam ile aramızda bir zıtlaşma olmuştu. Her gün kapıdan pencereden beni izliyordu. Mesnevi okuyup okumadığımı anlamaya çalışıyordu. O bana “Mesnevi’yi okuma!” dedikçe; ben daha çok Mesnevi üzerine düşüyordum.  Öyle ki küçük kardeşim Hasan’ı beni izlemekle görevlendirmişti. O da beni izlemeye başlamıştı. Mesnevi okuduğumu görünce elimden kitabı kapıp babama götürüyordu. Bunun üzerine babam da beni azarlıyordu…

Bir keresinde, kardeşim Hasan  yastığımın altına sakladığım Mesnevi’yi buldu, babama verdi. Babam bana: “Sen ne haber anlamaz adamsın!.. Ben sana okuma diyorum. Sen beni dinlemiyorsun!” diyerek duluğumdaki saçlarımı çekmişti…

Meğer mahallemizdeki hocanın birinden   “Mesnevi okuyan dinden imandan çıkar!” sözünü duymuş. Bu nedenle benim Mesnevi okumamı engellemeye çalışıyordu. Ben de bütün ısrarlarına karşın babamı dinlememem üzerine babam beni dinsiz olarak görmeye başladı. İşte böyle başladı benim dinsizliğim bir de…

Bu mahalle baskısı İslam’ın kuruluşunda var… Din kitaplarında Müslüman’a verilen bir emirdir bu mahalle baskısı.

Okuyalım:

EMRİ MA’RUF… NEHYİ ANIL MÜNKER. “Her kim bir münker (ters iş yapan birini…) görür ise hemen onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye muktedir olamazsa, diliyle kınasın, korkutsun. Şayet diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle onu reddetsin, ondan nefret duysun.” (Riyaz’üs Salihin Tercümesi. 1. Cilt. 23. Bölüm… 8)

Konu ile ilgili ayetlerden biri de şudur: “Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebat edenleri çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakta oldukları fısklar yüzünden şiddetli bir azap ile yakaladık.” (K. 7/165)

Her ne kadar Mesnevi’de bağnazları, cahilleri, yobazları yola getirmeye çalışma dese de; ben kendimi kanıtlama çabası ile sağda solda ileri geri söylenip duruyordum. Konuşmalarım genelde şeriat anlayışına aykırı idi. Bu da benim dinsiz sayılmama yetiyordu. Kaldı ki namaz kılmıyordum, oruç tutmuyordum; dahası ramazan aylarında benim gibi serseri ruhlu arkadaşlarla elimizde şarap şişesi sabahlara değin gezip duruyorduk. Sanki topluma meydan okuyorduk.

Bu da bizim topluma ters düştüğümüzün göstergesi idi…İşte bu davranışlarım dinsiz sayılmama yetmişti.

 

  1. KOMÜNİSTLİĞİMİN KAYNAĞI

 

Küçüklüğümden beri okumaya düşkün biri olduğumu az önce söylemiştim. Çocukken okuduklarım başka, gençlik çağında okuduklarım başka idi…

Mesnevi’de bildirdiği mürşit aramaya başlamıştım; istiyordum ki; mürşit  beni içinde bulunduğum bu çıkmazdan kurtarsın. Çevremdeki arkadaşlar da benim gibi arayış içinde idi. Birkaç arkadaş Tekke camisinin müezzini Ali  Hoca’nın cami içinde bulunan dergahına gittik. Caminin bir odasında Ali Hoca’nın başına beş-altı kişi toplanmış ayin yapıyorlardı. Ali Hoca da Mazhar çalıyordu.

Bizi göre kapı aldılar. Ali Hoca özellikle benimle ilgilendi. Birkaç soru sordu. Sonra ayin başladı. Kendisi Mazhar çalarak ritim tutuyordu. Öğrencileri de kendisine eşlik ediyordu. Yere bağdaş kurarak oturuyorlardı. Yetersiz bir ışık vardı.

Bu ayini görünce Ali Hoca’dan bir feyiz alamayacağımı anladım. Hiçbir zaman şeriatçı bir görüşe eğilim duymadığım için Ali Hoca’nın dergahına gidişim ilk ve son oldu.

Bu durumu mahallemizde attarlık yapan Sakıp Okuducu’ya aktarınca bana: “İyisi mi sen Dr. Emin Kılıç Kale’ye git! Sen gidersen ben de giderim!” dedi.

Bu arada bana Emin Kılıç hakkında şu sözleri söyledi: “Bir söylediğini bir daha söylemiyormuş. Derin bilgi sahibi imiş. Bu arada müzik de öğretiyormuş. Senin peşinde koştuğun futbol hakkında da şöyle diyormuş: “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.”

İşte bu söz benim ilgimi çekti. “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.” sözü üzerine; futbol yaşamım gözlerimin önüne geldi.  Gördüğüm bütün “ahlak ve karakter yıkıcı durumlar” bir bir gözümün önünden geçmeye başladı.

Gerçekten de isabetli bir pas atamazsan, gol kaçırırsan, ayağından top kaptırırsan; başta takım arkadaşların olmak üzere, takımın taraftarları akla gelmedik hakaretler yağdırıyorlardı. Futbolcu olmadığı halde futbol hakkında isabetli görüşlerde bulunan Dr. Emin Kılıç Kale’yi görmek isteğim artmıştı.

Uzatmayalım Atar Kazım, Talip Güzelhan ve ben bir akşam Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine gittik (11.3.1958). İçeri girdiğimizde 15 kişi vardı Kiminin elinde ut, çoğunluğun elinde ney (nay) vardı. Biz gittiğimizde Ulus gazetesi okuyorlardı ve Hoca yorumda bulunuyordu. Gazete okunduktan sonra meşk’e (müziğe) başlamadan önce bize döndü ve niçin geldiğimizi sordu.

Soruyu bana sormuştu.

“Öğrenci olmaya geldik!” dedim.

“Ama bu derslere gelmenin bir bedeli var!”

“Bedeli varsa öderiz. Neymiş o!”

“Zamanı gelince bedelini söyleriz!”

“Kabul!” dedim.

Benimle birlikte gelenler de “Kabul!” dediler…

Sonra ban bir soru daha yöneltti:

“Senin dinin nedir?”

“Müslüman’ım!”

“Peki sigara içer misin?

“Evet!”

Birden bire hiddetlendi ve kükredi:.

“Peki, o sigara kokan ağzınla kelime-i şahadet getirmeye; o mübarek zatın adını ağzına almaya utanmaz mısın be adam!” diyerek beni azarladı.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Böyle bir azarlama 18-20 yaşlarımda yapılsaydı bana, muhakkak bir kavga çıkardı orada.

Yanıt vermeme meydan vermeden:

“Bu günden itibaren sigara yok. İşte vereceğin bedelin birincisi sigarayı terk etmek. Diğerlerini de zamanı gelince söyleriz… Bunları kabul etmezsen bizden feyz alamazsınız. İşinize gelmezse bundan böyle gelmezsiniz. Size gelin diyen de yok zaten…”

“Kabul, şu andan itibaren sigara yok!”

Benimle gelen Atar Sakıp da söz verdi. Talip ise sigara içmezdi zaten…

Bir hafta sonra derse gittik. Öğrenciler, genellikle orta halli kimselerdi. İçlerinde öğretmenler, müdürler, mühendisler de vardı. Öğrenciler arasında bizim mahalleden kuşakçılık yapan Hayri Mutlu da vardı. Onun Dr. Emin Kılıç Kale’ye gittiğinden haberimiz yoktu. İlk defa orada görünce şaşırdım. Meğer herkesten saklarmış. Tahminime göre bizlerin Hoca’dan haberdar olmamızı istemiyordu. Oradaki bilgileri yalnız kendisi bilsin istiyordu…

Dr. Emin Kılıç Kale, biz kendisine intisap ettiğimizde 62 yaşlarında idi. İri yarı uzun boylu, esmer tenli, dev gibi biri idi. Sakalları tümden ağarmıştı. Işıyan gözleri ile, konuşurken, gözlerimizin için bakıyordu.

İkinci derste, içeri girdiğimizi görünce gözleri ışıdı ama sevincini belli etmemeye çalışıyordu. Sandalyemize oturur oturmaz bana sordu:

– Demek gelip gitmeye karar verdiniz? Peki niçin 3 iken ikiye düştünüz. Öbürü niçin gelmedi?

Gelmeyen Sakıp Okuducu idi…

– Ondan haberimiz yok, niçin gelmediğini de bilmiyorum…

– Peki kendisi bilir. Zaten biz kimseye gel! demeyiz… dedikten sonra,

– Sigaradan ne haber?

Ben de saf saf ve de doğru sözlü olduğumu göstermek ve aferin almak için:

– Bir tane içtim efendim? deyince birdenbire gürledi…

– Gel bakalım şimdi şuraya diyerek oturduğu masasının yanını gösterdi.

Yanına vardım. Ne ceza verecek diye Ayakta bekliyordum. Bütün öğrenciler de alacağım cezayı biliyorlarmış gibi kıs kıs gülerek bize bakıyorlardı.

– Demek bir tane içtin ha?

– Evet bir tane içtim.

– Ha bir tane ha bin tane fark etmez…Şimdi ellerini kaldır tövbe et ve Allah’a secde et!.

Orada o kadar öğrencilerin arasında secdeye kapılarak dediğini yaptım ve daha da ileri giderek, nefsimi cezalandırmak amacı ile,  masaya uzattığı ayaklarına yüz sürdüm.

Kendisi başta olmak üzere içerdekilerin hepsi gülüşüyorlardı. Yerin dibine girmiştim. İtten rezil olmuştum.

Bu ceza üzerine geçmişimle ilgiyi kestim. Yepyeni bir insan olmuştum.

Benden sonra Talip’e döndü:

– Sen ne yaptın bakayım?

O da:

– Ben zaten sigara içmem! dedi…

Sonra yine bana döndü:

Bedel ödemeye hazır mısın?

– Evet!..

– Bu günden itibaren arkadaşlarınızla ilişkiye keseceksiniz. Kahvelere gitmeyeceksiniz. Asıl önemlisi  karılarınızla yatağı ayıracaksınız. Artık benden emir gelinceye kadar cinsel ilişkiye izin yok!.. Kabul mu?..

Al başına belayı. “Hayır!” desek… “Burada işiniz yok! Hadi bakalım!” diye kapıyı gösterecek….

Düşünmeden ikimiz birden:

– Kabul! dedik…

Bunun üzerine içerideki 15-20 kişi gülüşmeye başladı…

Biz “Kabul!” demiştik  ama işin içinden nasıl çıkacaktık. Daha üç dört aylık evli idik…

Söz verdikten sonra derse geçtik.

Her derste önce öğrencilerin gazetelerden seçtikleri yazılar okunurdu. Ondan sonra müzik derslerine geçilirdi. Bir saat kadar da meşk yapılırdı.

Dersten sonra evimize giderken benimle birlikte derse katılan Talip Güzelhan’a sordum.

– Yahu Talip biz ne yaptık böyle. Daha yeni evliyiz… Nasıl dayanacağız,  nasıl ayıracağız yatakları?… Bu işe hanımlarımız ne der!..

Talip gülerek:

– Boş ver yahu… Kendisinden bilet mi keseceğiz? Sen işine bak… Kılı bile duymaz…

– Ama söz verdik…

– Böyle bir durumda verilen söz yerine getirilmez. Aldırma!…

– Yok arkadaş, ben sözümde duracağım…

Bu sırada evlerimize gelmiştik.

Yatma vakti gelince eşime:

– Hoca’nın emri var. Yataklarımızı ayıracağız. İzin çıkıncaya kadar da ayrı yatacağız.

Hanım neye uğradığını şaşırdı. Yeni evli olduğumuz için de bir tartışma ortamı yaratmadı. Ama renginin değişmesinden anlamıştım ki bu iş çok ağırına gitmişti. Benim kendisinden hoşlanmadığımı sanarak böyle bir bahane uydurduğumu sanmıştı…

Benimle tartışmadı ama dayımlara, teyzemlere gittiğinde yakınmış:

– Hayri, artık benimle yatmıyor. Yatakları ayırdı.

Dayım, yengem ve teyzem şaşmış kalmış.

– Nasıl olur? Daha yeni evlisiniz…

– Hocası böyle emretmiş. O da bakıp duruyor, koynuma girmiyor… diyerek ağlamaya başlamış.

Dayımın, teyzemin morali bozulmuş. Bu işe sebep Dr. Emin Kılıç demişler. “Yapılacak iş Hayri’yi Emin Kılıç’tan ayırmak!..”

Bu konuşmalar olurken yanlarında teyzemin oğlu Necdet Sevinç de bulunuyormuş.

“Ne yapmalı, ne yapmalı!” diye tartışmışlar, düşünüp durmuşlar.

Bir ara dayım Adil Öztemir beni çağırdı.

– Hanımın senden şikayetçi… Koynuna girmiyormuşsun. Doğru mu?

– Evet doğru…

– Ama Hayri böyle iş olmaz. Yeni evlisiniz, ne karışır hocanız? Bırak bu saçmalıkları…

Daha önce “Bir sigara içtim!” dediğimde başıma gelenleri bildiğim için hanımla yatmayı göze alamıyordum. Allah bilir bu kez ne ceza verirdi; belki de beni kovardı…

Ne var ki daha fazla dayanamadım. Kaçamak yapmaya başladım. Bu konuda da hanımla sözleşmiştik. Kendisi ile yattığımı kimseye söylemeyecekti. Cinsellik duygusu Hoca’dan, verilen sözden daha ağır basıyordu.

Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale meşin şapka giyerdi; “Temizlemesi kolay, bir de hiç eskimez ömür boyu gider!” derdi. Ben ve iki üç öğrenci daha Hoca’ya özenerek meşin şapka giymiştik. Kirlendiği zaman kolonya ile temizlerdik. Böylece adımız gericiler nezdinde Meşin Şapkalılara çıktı!..

O günlerde Gaziantep Belediyesi işçilere meşin ceket ve meşin şapka veriyordu sosyal yardım olarak. Bizim de işçiler gibi meşin şapka takarak sokaklarda gezmemiz komünistliğimize kanıt olmuştu. Sözde bizler işçilere özeniyorduk. İşçiler de genelde komünist sayılır ya…

O zamanlar Gaziantep’te Üç Hoparlörlü İmam olarak tanınan Zekeriya Beyaz Gaziantep’te hem milliyetçilik hem de Nurculuk militanlığı yapıyordu. Asıl önemlisi Zekeriya Beyaz polise istihbarat topluyordu; açıkçası polise ajanlık yapıyordu. Bunu da bir röportajında kendisi anlatıyordu. Sonradan öğrendim ki teyzem oğlu Necdet Sevinç de polis ajanı. Bu da mahkeme kararında açıklanıyordu. Ne var ki bizler, bu ikilinin polis ajanı, olduklarını o zaman bilmiyorduk.

Bir gün bir de baktım bu ikili derste…

Hoca, Zekeriya Beyaz’a sordu:

– Senin adın ne? Ne iş yaparsın?

– Zekeriya Beyaz, imamlık yaparım.

Hoca Zekeriya Beyaz’ın imam olduğunu öğrenince bozuldu. İmamları sevmezdi. İmamların dünya görüşü ile kendi dünya görüşü uyuşmazdı. Fakat belli etmedi.

– Peki buraya niçin geldiniz?

– Öğrenciniz olmaya geldik. Senden feyz alarak aydınlanacağız…

Necdet Sevinç’e bir şey sormadı. O da başıyla Zekeriya Beyaz’ı tasdik ediyordu.

– O halde birkaç ders gelip gidiniz, ondan sonra görüşürüz…

Hocanın bu ikiliden rahatsız olduğunu hissetmiştim.

Neyse uzatmayalım üçüncü gelişinde Hoca sordu:

– Ne yaptınız, karar verdiniz mi?

– Evet!..

Bunun üzerine Hoca Zekeriya Beyaz’a:

– Bundan böyle senin buradaki adın Zekeriya Peygamber olacak… dedi.

Zekeriya Beyaz buna bozuldu ama ses çıkarmadı. Bizleri de bir gülüşmedir aldı… Çünkü biz biliyorduk Zekeriya Beyaz’a “Zekeriya Peygamber” demesindeki amacı… Aslında Zekeriya Beyaz’la alay ediyordu ve Zekeriya Beyaz bunun ayrımında değildi……

O zamanlar Necdet Sevinç Zekeriya Beyaz’ın yamağı… Aralarından su sızmaz. Zekeriya Beyaz’la kararlaştırmışlar: Emin Kılıç’ın ders vermesini önleyecekler ve bir komünistten, dinsizden memleketi kurtaracaklar.

Oysa Hoca’nın komünistlikle ve de dinsizlikle zerre kadar ilgisi yoktu.  Kendisine göre bir dünya görüşü ve din anlayışı vardı ve kimseye de bu dünya görüşü ve din anlayışı için söz söyletmezdi.

Ne var ki dünya görüşü ve din anlayışı halkın değer yargısına aykırı idi…

Hocanın bir adedi vardı. Kimilerini kızdırıp kaçırmak için lakap takardı. Hepimizin bir lakabı vardı. Bana taktığı ad Futbolcu idi. Mehmet Tekerlek’in adı Padişah idi. Dangalaklar Padişahı. Bu adı da Mehmet Tekerlek’e şöyle bir olay üzerine vermiş.

Meğer Hoca, bir hemşire ile senli benli imiş. Mehmet Tekerlek de o hemşirenin peşine takılmış. Hemşire de Hocaya durumu aktarınca; Hoca kendisine Dangalaklar Padişahı demiş. “Adam, hocasının sevgilisini sever mi? Dangalak mısın sen?..”

Tabakhanedeki mesleği kuşakçı olan Hayri Mutlu’ adında bir arkadaş vardır.

Hocamız; olumsuz bir iş yaptığında ona başka bir adla hitap ederdi ve biz de gülüşürdük.

Hocamız, Zekeriya Beyaz’a; “Zekeriya Peygamber!” dedikçe Zekeriya Beyaz önce kabarır sonra bozulurdu. Bizler de onun bu durumuna bakarak gülüşürdük.

Hoca derslerde genellikle hurafelere çok takılırdı. Sünnilerin kabul edemeyeceği görüşler ileri sürerdi. Din’e tasavvuf açısından bakardı.  Ancak halkın inançlarına saygı gösterirdi. Onlarla tartışmaya girmezdi. Öyle ki kendisine muayene için gelen hastalarının yanında sık sık, içten bir “Allah!” deyişi olurdu ki buna yürekler dayanmazdı. Ama derslerde bizimle baş başa kalınca bambaşka bir insan olurdu…

Ben ise Hoca’nın konuşmalarını defterime not ediyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç ise benim not etmemi dikkatle izliyorlardı. Ancak ben, Hoca’nın konuşmalarındaki  suç konusu olabilecek olanları, deftere yazarken, yumuşatıp geçiyordum.…

Neyse uzatmayalım bütün bunlara karşın Zekeriya Beyaz’la Necdet Sevinç derslere gelip gidiyorlardı.

Birkaç ders daha gelip gitmelerinden sonra Hoca sordu:

– Karar verdiniz mi öğrenci olmaya…

– Evet, kararımızı verdik.

– Peki size bir delil, musahip, yol gösterici gerek…

Hocamız Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’e yol arkadaşı olarak kimi görevlendireceğini düşünürken İkisi birden atıldı:

– Hayri Balta olsun…

– Olsun!..

Hoca bana dönerek onların yanında:

– Bu ikiliyi sana çırak olarak verdim. Sen bunların tüylerini yol, cascavlak duruma getir ki ben de bunları pişirip yiyeyim.

Benim bunların tüylerini yolmamın anlamı ikisini de geleneksel din düşüncesinden, batıl itikatlardan, hurafelerden kurtarmaktı. Bütün değer yargılarını törpülemekti. Ama bu ikilinin amacı başka imiş. Bana tuzak sorular sorarak komünistliğimize kanıt olacak konuşmalarımı Emniyete yetiştirmekmiş.

Bu ikili her dersten çıkışta benim peşime takılıyordu. Ders çıkışı olmayan günler de evden işe giderken; işten eve dönerken yoluma çıkıyorlardı.,

Kimi zaman yanlarında başka gençler de bulunuyordu. Bana akla hayale gelmedik sorular soruyorlardı. Ben de bu sorularına hiç çekinmeden düşündüğüm gibi yanıt veriyordum.  Ancak bir önsezi ile suç konusu olacak yanıtlar vermemeye dikkat ediyordum. Meğer bütün konuşmalarım yazıya geçirilerek Emniyet 1. Şubedeki dosyama konuyormuş… Elbette benim bunların yaptığı kalleşlikten haberim yok…

O zamanlar ben yine dericilik ve kilimcilik yapıyordum. Çoğu zaman da boş geziyordum. Boş gezmem nedeniyle de Hoca’nın nağmelerini ve mektuplarını ben yazıyordum.

Hoca, Nejat Yetkin’den bana kefil olarak Olivetti marka bir yazı makinesi aldı. Yazı yazacağı zaman ben makineyi alır Hoca’nın evine giderdim. Kendisi söyler ben yazardım. Bir yazıyı en az üç dört kere yazdırırdı. Çok titizdi. Bir virgülün, bir noktanın yanlış yerde kullanılması üzerine yazıyı, baştan sonra yeniden yazdırırdı. Bu şekilde de beni; nefsimi kırdığı düşüncesi ile eğittiğini sanırdı.

Bir gün, yazı yazdığımız sırada gezici başöğretmen Ömer Özbaş içeri girdi. Hoca kendisine:

– Biraz bekle, şu yazıyı bitirelim de öyle sohbet edelim… dedi.

Ömer Özbaş, başıyla onayladıktan sonra karşımızdaki sandalyelerden birine oturdu.

Ömer Özbaş bize hayretle bakıyordu. Ben ise on parmakla bakmadan hızlı hızlı yazıyordum. Benim bu hızlı yazışım dikkatini çekmiş olacak ki Hoca’ya sordu:

– Katibin böyle yazmayı nereden öğrenmiş?

– Bu Ticaret Lisesinde açılan kursa gitti. Orada da Güneyanadolu Bölgesinde düzenlenen daktilo yarışmasında, hızlı ve yanlışsız yazmada, birinci oldu. Ödül olarak kendisine Atatürk’ün Nutku’nu verdiler.

Ömer Özbaş;

– Dur da bunu bizim Milli Eğitime daktilo olarak alalım. İyi bir yazmana gerek var… Birkaç gün bekleyin millî eğitim müdürü ile konuşayım…

Hoca ile birbirimize bakıştık. Aradığımız iş olanağı doğmuştu. Hoca benim dericilikten, kilimcilikten kurtulmamı istiyordu. Daha önce Teknik Ziraat Müdürlüğünde çalışan öğrenci arkadaşlardan Cumhur Yaşar’ın yanına yerleştirmişti. Cumhur Yaşar’ın yanında çalışmam benim için iyi bir deney olmuştu…

Çok geçmeden Ömer Özbaş müjdeyi getirdi.

– Hademe kadrosu boş. Hademe kadrosuna alır; daktilo yazmanı olarak çalıştırırız…

Düşünmeden kabul ettik. Devlet kapısı olsun da hademe kadrosu olsun…(31.2.1059)

Sınava tabi tutmadan hemen Gaziantep Millî Eğitim  Müdürlüğü Sicil Bürosunda daktilo olarak çalışmaya başladım. Eğer bir sınava tabi tutsalar kazanamazdım; çünkü ilkokul mezunu idim ve ilkokulda öğrendiklerimi unutmuştum…

Bu olay benim yaşantımda bir dönüm noktası oldu. Dericilikte, kilimcilikte sabah ezanı ile işe kalkardım. Şimdi ise saat 9’da işe başlıyorduk. Bu ise bana bol bol okuma olanağı veriyordu. Elime geçen para da dericilikte, kilimcilikte geçen paranın iki misli idi.

Milli Eğitim Müdürlüğü ise Emniyet Müdürlüğünün tam karşısında idi. Emniyet müdürlüğüne girip çıkanları da zaman zaman görüyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç de yan yana gelip Emniyet Müdürlüğüne girerlerdi. Meğer bu ikili bizim hakkımızda  Emniyet Müdürlüğüne rapor verirlermiş…

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’le her iş çıkışı benim peşime takılıyordu. Hoca bu ikiliyi bana öğretici (delil, musahip) olarak vermişti ya… Ben de onların sordukları bütün sorulara bütün samimiyetimle yanıt veriyordum. Bunlarla ilgili konuşmalarım (MUHBİR ve TERTİPÇİLERİM) adlı anılar 3’te anlatılmaktadır.

Bunlar bana akla hayale gelmedik sorular soruyorlardı. Ben de bunlara çok bilmiş edasıyla bildiklerimi  saf saf anlatıyordum. Sordukları sorular, genellikle, dinî, siyasi ve toplumsal konularda idi.

Meğer verdiğim bütün yanıtlar doğrudan doğruya  Emniyet

  1. Şubedeki dosyama giriyormuş…

Kaldı ki ben o güne değin komünistlik hakkında ne bir kitap okumuş ne de bir kimse ile komünistlik hakkında konuşmuştum… Herhangi bir komünist örgüte üye olmadığım gibi bir tane olsun komünist arkadaşım da yoktu.  Konuşmalarımız daha çok dinî, tasavvufi ve halkın toplumsal durumu, yoksulluğu ve işsizliği idi.

Çünkü yoksulluğu ve işsizliği bizatihi ben yaşıyordum.

Sabahleyin işe yeni başlamıştım ki daha önce hiç görmediğim biri geldi. “Hayri bey, bir tanıklık yapmak üzere benimle gelir misin?” dedi.

“Olur, dedim, kapıdaki boyacıda ayakkabım var, onu alıp da geleyim!”

“Önemli değil, çok sürmez, hemen gitmemiz gerek!”

O gün işe gelirken hükümet konağı önündeki boyacıya ayakkabılarımı vermiştim. O da bana ayakkabım yerine bir çarpana vermişti ve ben ayağımdaki o çarpana ile işyerine girmiştim. Ayağımda boyacının verdiği çarpana… Beni götürmeye gelen adamla birlikte çıktık; doğru hemen bitişiğimizde bulunan Siyasi Şubeye…

Emniyette bana kötü bir işlem yapmadılar. Beni hemen sorguya aldılar. Sorgum bittikten sonra önden ve profilden fotoğrafımı çektiler. Parmak izlerimi aldılar. Böylece beni fişlemiş oldular. Bu da benim çok ağırıma gitmişti.

Emniyetteki işlemler bittikten sonra beni Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesine çıkardılar. Nöbetçi Sulh Ceza yargıcının sorularını bütün içtenliğimle yanıtladım. Yargıç, sorduğu sorulara verdiğim yanıtlardan anladı ki benim komünizm hakkında hiçbir bilgim yok.

Bunun üzerine Sulh Ceza Yargıcı, duruşma sonunda kararını açıkladı:  “…tutuklanmasına mahal olmadığına ve tutuksuz olarak yargılamasına…”

Böylece ilk duruşma sonucu bırakılmış oldum.

Polisler, yargıcın verdiği bu kararı şaşkınlıkla karşıladılar… Beni bırakırlarken:  “Nasıl olur da tutuklamaz!” diye birbirlerine dert yanıyorlardı.

Mahkemeden çıkınca doğru Hocanın yanına. Olanları Hocamıza anlattım. Hepsini ilgiyle dinledi.

– Ben sana bir şey soracağım. Sen de komünistlik var mı?

– Bu soruyu bana nasıl sorarsın? Sen benim komünist olup olmadığımı bilmiyor musun?

Artık ben damgayı yemiştim. Çamur at, izi kalsın kabilinden herkes benden kuşkulanacaktı… Hocam bile “Sen de komünistlik var mı?” diye kuşku ile baktıktan sonra..

“Beni çok yakından bilmesi gereken hocam da benden kuşkulandıktan sonra var gerisini sen hesap eyle…

Dediğim gibi de oldu. Hele teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz yerel basında günü gününe aleyhimde  yayınlara başladılar…

Malum komünistlikte namus kavramı yok ya…Yerel gazeteler göz altına alınma olayını aşağıdaki şekilde haber yapıyorlardı: Yaptıkları bu yayınlarla  mahkemeyi etkilemekti. Çünkü önümüzdeki günlerde yargılanacaktım. Ama yerel gazetenin biri komünist olarak yargılanacağımı duyuruyordu…

X9

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ DERSE GELİYOR

 

Bir gün baktım, Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç derste. Hiç beklemiyordum.

Hoca’mızın o günlerde Gaziantep Sabah gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı bir röportajda Hoca: “Ben devrimciyim. Türkiye’nin üç Allah’ı var. Atatürk, İnönü, Hüseyin Cahit Yalçın…” demişti.

Böyle bir röportajı ben da yakışıksız ve uçuk bulmuştum. Bu röportaj Gaziantep’teki bütün dincileri rahatsız etmişti. Ne demek “Türkiye’nin üç Allah’ı var. Atatürk, İnönü ve Hüseyin Çahit Yalçın!…” Bunun üçünü de gericiler sevmezdi…Oysa hocamız bu sözleri mecaz anlamda söylemişti. Bu sözleri ile “Türkiye’nin üç büyüğü var!” demek istiyordu.

Bir de Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale meşin şapka giyerdi; “Temizlemesi kolay, bir de hiç eskimez ömür boyu gider!” derdi. Ben ve iki üç öğrenci daha Hoca’ya özenerek meşin şapka giymiştik. Kirlendiği zaman kolonya ile temizlerdik.

O günlerde Gaziantep Belediyesi işçilere meşin ceket ve meşin şapka veriyordu sosyal yardım olarak. Bizim de işçiler gibi meşin şapka takarak sokaklarda gezmemiz komünistliğimize kanıt olmuştu.

Zekeriya Beyaz ile Teyzem oğlu Necdet Sevinç dar kafalı oldukları için bu röportajı ve meşin şapka giyerek gezmemizi Hoca’nın ve bizlerin dinsizliğimize ve komünistliğimize yormuşlar.

Teyzem oğlu Necdet Sevinç, eşimin koynuna girmememin Emin Kılıç Kale yüzünden olması nedeniyle de Emin Kılıç’ı sevmiyordu…

O zamanlar Necdet Sevinç Zekeriya Beyaz’ın yamağı… Aralarından su sızmaz. Zekeriya Beyaz’la kararlaştırmışlar: Emin Kılıç’ın ders vermesini önleyecekler ve bir komünistten, dinsizden memleketi kurtaracaklar.

Oysa Hoca’nın komünistlikle ve de dinsizlikle zerre kadar ilgisi yoktu.  Kendisine göre bir dünya görüşü ve din anlayışı vardı ve kimseye de bu dünya görüşü ve din anlayışı için söz söyletmezdi. Ne var ki dünya görüşü ve din anlayışı halkın değer yargısına aykırı idi… Röportajda “Türkiye’nin üç Allah’ı var!” demesi dinsizliğine; ve yine röportajda devrimciyim, “Köylüsü donla gezen bir memlekette taksiye binmeye utanırım…” demesi ve meşin şapka giymesi de komünistliğine ve dinsiz sayılmasına yetmişti.

X10

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ ÖĞRENCİMİZ OLUYOR

 

O zamanlar Gaziantep’te Üç Hoparlörlü İmam olarak tanınan Zekeriya Beyaz Gaziantep’te hem milliyetçilik hem de Nurculuk militanlığı yapıyordu. Asıl önemlisi Zekeriya Beyaz polise istihbarat topluyordu; açıkçası polise ajanlık yapıyordu. Bunu da bir röportajında kendisi anlatıyordu. Sonradan öğrendim ki teyzem oğlu Necdet Sevinç de polis ajanı. Bu da mahkeme kararında açıklanıyordu.

Ne var ki bizler, bu ikilinin polis ajanı, olduklarını bilmiyorduk.

Hoca, Zekeriya Beyaz’a sordu:

– Senin adın ne? Ne iş yaparsın?

– Zekeriya Beyaz, imamlık yaparım.

Hoca Zekeriya Beyaz’ın imam olduğunu öğrenince bozuldu. İmamları sevmezdi. İmamların dünya görüşü ile kendi dünya görüşü uyuşmazdı. Fakat belli etmedi.

– Peki buraya niçin geldiniz?

– Öğrenciniz olmaya geldik. Senden feyz alarak aydınlanacağız…

Necdet Sevinç’e bir şey sormadı. O da başıyla Zekeriya Beyaz’ı tasdik ediyordu.

– O halde birkaç ders gelip gidiniz, ondan sonra görüşürüz…

Hocanın bu ikiliden rahatsız olduğunu hissetmiştim.

Neyse uzatmayalım üçüncü gelişinde Hoca sordu:

– Ne yaptınız, karar verdiniz mi?

– Evet!..

Bunun üzerine Hoca Zekeriya Beyaz’a:

– Bundan böyle senin buradaki adın Zekeriya Peygamber olacak…

Zekeriya Beyaz buna bozuldu ama ses çıkarmadı. Bizleri de bir gülüşmedir aldı… Çünkü biz biliyorduk Zekeriya Beyaz’a “Zekeriya Peygamber” demesindeki amacı… Aslında Zekeriya Beyaz’la alay ediyordu ve Zekeriya Beyaz bunun ayrımında değildi……

Hocanın bir adedi vardı. Kimilerini kızdırıp kaçırmak için lakap takardı. Hepimizin bir takma adı vardı. Bana taktığı ad Futbolcu idi. Mehmet Tekerlek’in adı Padişah idi. Dangalaklar Padişahı. Bu adı da Mehmet Tekerlek’e şöyle bir olay üzerine vermiş.

Meğer Hoca, bir hemşire ile senli benli imiş. Mehmet Tekerlek de o hemşirenin peşine takılmış. Hemşire de Hocaya durumu aktarınca; Hoca kendisine Dangalaklar Padişahı demiş. “Adam, hocasının sevgilisini sever mi?” diye…

Tabakhanedeki kuşakçı Hayri Mutlu’ya da mesleğinden ötürü Kuşakçı adını takmıştı. Kuşakçı bazen olumsuz bir iş yaptığında ona bir başka adla hitap ederdi ve biz de gülüşürdük.

Hocamız, Zekeriya Beyaz’a; “Zekeriya Peygamber!” dedikçe Zekeriya Beyaz önce kabarır sonra bozulurdu. Bizler de onun bu durumuna bakarak gülüşürdük.

Hoca derslerde genellikle dindeki batıl görüşlerle hurafelere çok takılırdı. Sünnilerin kabul edemeyeceği görüşler ileri sürerdi. Din’e tasavvuf açısından bakardı.  Ancak halkın inançlarına saygı gösterirdi. Onlarla tartışmaya girmezdi. Öyle ki kendisine muayene için gelen hastalarının yanında sık sık, içten bir “Allah!” deyişi olurdu ki buna yürekler dayanmazdı. Ama derslerde bizimle baş başa kalınca bambaşka bir insan olurdu…

Hoca’nın derslerde yaptığı konuşmalar Sünni İmam Zekeriya Beyaz’ın zoruna gidiyordu… Ben ise Hoca’nın bu konuşmalarını defterime not edip duruyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç ise benim not etmemi dikkatle izliyorlardı. Ancak ben, Hoca’nın konuşmalarındaki  suç konusu olabilecek olanları, deftere yazarken, yumuşatıp değiştirerek geçiyordum.…

Neyse uzatmayalım bütün bunlara karşın Zekeriya Beyaz’la Necdet Sevinç derslere gelip gidiyorlardı.

Birkaç ders daha gelip gitmelerinden sonra Hoca sordu:

– Karar verdiniz mi öğrenci olmaya…

– Evet, kararımızı verdik.

– Peki size bir delil, musahip, yol gösterici gerek.

Hocamız Zekeriya Beyaz ve Neçdet Sevinç’e yol arkadaşı olarak kimi görevlendireceğini düşünürken İkisi birden atıldı:

– Hayri Balta olsun…

– Olsun!..

Hoca bana dönerek:

– Bu ikiliyi sana çırak olarak verdim. Sen bunların tüylerini yol, cavcavlak duruma getir. Sonra ben de bunları pişir yerim…

Benim bunların tüylerini yolmamın anlamı ikisini de geleneksel din düşüncesinden, batıl itikatlardan, hurafelerden kurtarmaktı. Bütün değer yargılarını törpülemekti. Ama bu ikilinin amacı başka imiş. Bana tuzak sorular sorarak komünistliğime kanıt olacak konuşmalarımı Emniyete yetiştirmekmiş.

X11

DEVLET KAPISINDA İŞ

 

Artık bu ikili her dersten çıkışta benim peşime takılıyordu. Kimi zaman yanlarında başka gençler de bulunuyordu. Bana akla hayale gelmedik sorular soruyorlardı. Ben de bu sorularına hiç çekinmeden düşündüğüm gibi yanıt veriyordum.  Ancak bir önsezi ile suç konusu olacak yanıtlar vermiyordum. Meğer bütün konuşmalarım, yazıya geçirilerek Emniyet 1. Şubedeki dosyama konuyormuş… Elbette bana yapılan bu kalleşlikten haberim yok…

O zamanlar ben yine dericilik ve kilimcilik yapıyordum. Çoğu zaman da boş geziyordum. Boş gezmem nedeniyle de Hoca’nın nağmelerini ve mektuplarını ben yazıyordum.

Hocamız, bana kefil olarak Nejat Yetkin’den Olivetti marka bir yazı makinesi aldı. Yazı yazacağı zaman ben makineyi alır Hoca’nın evine giderdim. Kendisi söyler ben yazardım. Bir yazıyı en az üç dört kere yazdırırdı. Çok titizdi. Bir virgülün, bir noktanın yanlış yerde kullanılması üzerine yazıyı, baştan sonra yeniden yazdırırdı. Böylece nefsimi kırarak beni eğittiğini sanırdı.

Bir gün yazı yazdığımız sırada içeri gezici başöğretmen Ömer Özbaş girdi. Hoca kendisine:

– Biraz bekle, şu yazıyı bitirelim de öyle sohbet edelim… dedi.

Ömer Özbaş, başıyla onayladıktan sonra karşımızdaki sandalyelerden birine oturdu.

Ömer Özbaş bize hayretle bakıyordu. Ben ise on parmakla bakmadan hızlı hızlı yazıyordum. Benim bu hızlı yazışım dikkatini çekmiş olacak ki Hoca’ya sordu:

– Katibin böyle yazmayı nereden öğrenmiş?

– Bu Ticaret Lisesinde açılan kursa gitti. Orada da Güneyanadolu Bölgesinde düzenlenen daktilo yarışmasında, hızlı ve yanlışsız yazmada, birinci oldu. Ödül olarak kendisine Atatürk’ün Nutku’nu verdiler.

Ömer Özbaş;

– Dur da bunu bizim Milli Eğitime daktilo olarak alalım. İyi bir yazmana gerek var… Birkaç gün bekleyin millî eğitim müdürü ile konuşayım…

Hoca ile birbirimize bakıştık. Aradığımız iş olanağı doğmuştu. Hoca benim dericilikten, kilimcilikten kurtulmamı istiyordu. Daha önce Teknik Ziraat Müdürlüğünde çalışan öğrenci arkadaşlardan Cumhur Yaşar’ın yanına yerleştirmişti. Cumhur Yaşar’ın yanında çalışmam benim için iyi bir deney olmuştu…

Çok geçmeden Ömer Özbaş müjdeyi getirdi.

– Hademe kadrosu boş. Hademe kadrosuna alır; daktilo yazmanı olarak çalıştırırız…

Düşünmeden kabul ettik. Devlet kapısı olsun da hademe kadrosu olsun…(31.2.1059)

Sınava tabi tutmadan hemen Gaziantep millî eğitim  müdürlüğü Sicil Bürosunda daktilo olarak çalışmaya başladım. Eğer bir sınava tabi tutsalar kazanamazdım; çünkü ilkokul mezunu idim ve ilkokulda öğrendiklerimi unutmuştum…

X12

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

 

Bu olay benim yaşantımda bir dönüm noktası oldu. Dericilikte, kilimcilikte sabah ezanı okunurken işe kalkardım. Şimdi ise saat 9’da işe başlıyorduk. Bu ise bana bol bol okuma olanağı veriyordu. Elime geçen para da dericilikte, kilimcilikte geçen paranın iki misli idi.

Milli Eğitim Müdürlüğü ise Emniyet Müdürlüğünün tam karşısında idi. Emniyet müdürlüğüne girip çıkanları da zaman zaman görüyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç de yan yana Emniyet Müdürlüğüne gelip gidiyorlardı. Meğer Gaziantep’teki komünistlerle ilgili olarak Emniyet Müdürlüğüne, özellikle de bizimle ilgili olarak, rapor verirlermiş…

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’le her ders sonucu benim peşime takılıyordu. Hoca bu ikiliyi bana öğrenci (delil, musahip) olarak vermişti ya… Ben de onların sordukları bütün sorulara bütün samimiyetimle yanıt veriyordum. Merak edenler; bu konuşmalarımız için Sitemizin ARŞİV bölümünde  yayınlanmakta olan “SAVUNMAM” adlı dosyaya bakabilirler.

Bunlar bana akla hayale gelmeyen sorular soruyorlardı. Ben de bunlara çok bilmiş edasıyla bildiklerimi  saf saf anlatıyordum. Sordukları sorular, genellikle, dinî, siyasi ve toplumsal konularda idi.

Meğer verdiğim bütün yanıtlar doğru Emniyet 1. Şubedeki dosyama giriyormuş…Gerçi kendilerin verdiğim yanıtlarda suça konu olacak hiçbir sözüm yoktu.

Kaldı ki ben o güne değin komünistlik hakkında ne bir kitap okumuş ne de bir kimse ile komünistlik hakkında konuşmuştum… Konuşmalarımız daha çok dinî, tasavvufi ve halkın toplumsal durumu, yoksulluğu ve işsizliği idi. Çünkü ben yaşıyordum yoksulluğu ve işsizliği…

X13

GÖZALTI

 

Gaziantep İl Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışırken daha önce hiç görmediğim biri geldi. “Hayri bey, bir tanıklık yapmak üzere benimle gelir misin?” dedi.

“Olur, dedim, kapıdaki boyacıda ayakkabım var, onu alıp da geleyim!”

“Önemli değil, çok sürmez, hemen gitmemiz gerek!”

O gün işe gelirken hükümet konağı önündeki boyacıya ayakkabılarımı vermiştim. O da bana ayakkabım yerine bir çarpana vermişti ve ben ayağımdaki o çarpana ile işyerine girmiştim. Ayağımda boyacının verdiği çarpana… Beni götürmeye gelen adamla birlikte çıktık; doğru hemen bitişiğimizde bulunan Siyasi Şubeye…

Siyasi Şubede neler olduğunu merak edenler Sitemizin ARŞİV bölümünde bulunan “SAVUNMAM” adlı dosyaya bakabilirler.  Bu dosyayı; muhbir ve tertipçilerimle olan konuşmalarımızı o günün heyecanı ile tuttuğum notlara göre hazırlamıştım.  Emniyet 1. Şubedeki sorgulanmamı bu dosyada anlattığım için anlattığım için burada ayrıntıya girmeyeceğim.

Emniyette beni fişlediler. Önden ve profilden fotoğrafımı çektiler. Parmak izlerimi aldılar. Bu da benim çok ağırıma gitmişti.

Emniyetteki işlemler bittikten sonra beni Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesine çıkardılar. Nöbetçi Sulh Ceza yargıcının sorularını bütün içtenliğimle yanıtladım. Bunun üzerine Sulh Ceza Yargıcı tutuksuz olarak yargılanmama karar vererek beni serbest bıraktı.

Yargıç, sorduğu sorulara verdiğim yanıtlardan anladı ki benim komünizm hakkında hiçbir bilgim yok.

Duruşma sonunda Yargıç kararını:  “…tutuklanmasına mahal olmadığına ve tutuksuz olarak yargılamasına…” diye açıkladı.

Polisler, yargıcın verdiği bu kararı şaşkınlıkla karşıladılar… Beni bırakırlarken:  “Nasıl olur da tutuklamaz!” diye birbirlerine dert yanıyorlardı.

X14

SENDE KOMÜNİSTLİKİ VAR MI?

 

Mahkemeden çıkınca doğru Hocanın yanına. Olanları Hocamıza anlattım. Hepsini ilgiyle dinledi.

– Ben sana bir şey soracağım. Sen de komünistlik var mı?

– Bu soruyu bana nasıl sorarsın? Sen benim komünist olup olmadığımı bilmiyor musun?

Artık ben damgayı yemiştim. Çamur at, izi kalsın kabilinden herkes benden kuşkulanacaktı… Hocam bile “Sen de komünistlik var mı?” diye bana kuşku ile baktıktan sonra..

“Beni çok yakından bilen hocam da kuşkulandıktan sonra var gerisini sen hesap eyle… Dediğim gibi de oldu. Hele teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz yerel basında günü gününe aleyhimde  yayınlara başladıktan sonra benim komünistliğime; dinsizliğim yanında, bir de namus tanımazlığım eklendi… Malum komünistlikte namus kavramı yok ya…

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in, kentimiz Yeni Ülkü gazetesindeki yayınları ölçü tanımaz bir şekilde sürüyordu. Bu yazılar üzerine anladım ki teyzem oğlunun benden alınmaz bir ihaneti varmış. Bir komünisti yakalatan kahraman olmak sevdası ile aleyhimde yazılar döşeniyordu.

X15

İSTİFA ETMEM İSTENİYOR

 

Yazdığı yazılarda ne komünistliğim kalıyor, ne dinsizliğim kalıyor, ne namus tanımazlığım kalıyor ve ne de Atatürk’e hakaret etmediğim kalıyor.  Vay teyzeoğlu vay… Meğer sen neymişsin…

Bu yayınlar üzerine Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan beni çağırdı. Gazeteleri gösterdi. “Sen neymişsin be!” dedi ve devamla:

– Hemen istifanı ver, biz seni işten atarsak, bir daha başka yerde iş bulamazsın… İstifa etmen senin lehine olur…”

– Sayın Müdürüm daha yargılama bitmedi.. Eğer yargılama sonunda mahkum olursam zaten burada çalışamam. Ama yargılama sonunda berat eder de suçsuzluğum anlaşılırsa bundan ötürü vicdan azabı çekmez misin?..

Bu sözlerim üzerine Müdürümüz Aziz Gözaçan düşünmeye başladı.  Düşündü, düşündü,

– İyisi mi bu konuyu vali beyle görüş… dedi.

Hemen yukarıda bulunan Gaziantep Valisi Osman Meriç’in yanına çıktım. Sekreterinden izin alarak odasına girdim. Odaya girdiğimde benim hakkımda yazılan yerel gazetedeki yazıları okuyordu.

Müdürümüz ben yukarıya çıkarken benim kendisinin yanına geldiğimi telefonla bildirdiği için kendimi tanıtmama meydan vermeden:

– Şu meşhur Hayri Balta sen misin?

– Evet benim…

– Nedir bu kepazelik?

– Bunların hepsi yalan ve iftiradır sayın Valim. Bunlara inanmayın bana inanın. Yargılamanın sonunu bekleyelim. Eğer mahkum olursam bana dilediğini yapabilirsiniz. Ama ortada bir yargılama kararı olmadan beni işimden ederseniz ve ben de beraat edersem; o zaman vicdan azabı çekersiniz. Evliyim, üç çocuğum var. Siz beni işten atarsanız kimse de bana iş vermez…

O zaman ki Gaziantep Valisinin adı Osman Meriç’ti… Sözümü kesti… Biraz düşündü düşündü:

-Hadi git işine bak. Yargılama sonunu bekleyelim…

Bunun üzerine sevinçle aşağıya indim. Ben ininceye kadar durumu telefonda Müdürümüz Aziz Gözaçan’a bildirmiş. Aziz Gözaçan’nın yanına vardığımda gözlerinin içi gülüyordu…

– Tamam, dedi, yargılamanın sonunu bekleyeceğiz…

  1. Böylece Milli Eğitim Müdürlüğündeki işimi sürdürdüm. Kimse de beni rahatsız etmedi. Öyle sanıyorum ki herkes iftiraya uğradığımı sanıyordu.

X16

OKUL YAPTIRMA BÜROSU

 

Bu sırada Bayındırlık Müdürlüğü ile Milli Eğitim Müdürlüğü ortaklaşa Okul Yaptırma Bürosu kurdu. Başına da müdür olarak Asim Ahi getirildi. Asım Ahi bizim Tabakhaneli idi. Uzaktan da olsa kendisi ile tanışıklığımız vardı. Beni de Okul Yaptırma Bürosu’na yazman olarak verdiler.

Okul Yaptırma Bürosu’nda İlköğretim Müfettişleri ile tanıştım. Onların raporlarını ben doldururdum. Kimi zaman gitmedikleri halde kendilerini köylere gitmiş gibi gösterirlerdi. İçlerinde öyleleri vardı ki elime köy adları bulunan bir liste uzatırlardı. Günübirlik gidip geldiğimi yaz derlerdi. Bu da 27 Mayıs Milli Devriminden sonra oluyordu.

Bu arada Gaziantep müteahhitlerini de tanımış oldum. Bunlar içinde esmer, orta boylu Muhtar Atmaz bu güne kadar unutamadıklarımdan. Bunların hak ediş raporlarını ben yapardım. Kimileri hak ediş raporlarını  öncelikle yazmamı isterlerdi. Öncelikle yaparsam bahşiş vereceklerini de ima ederlerdi. Ben ise hak ediş raporlarını bana gelişine göre sıraya kordum ve bekletmeden de yazardım. Raporları da İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay yazardı. Bana çok yakınlık gösterirdi. Aramızda bir dostluk kurulmuştu.

X17

YARGILAMA BAŞLIYOR

 

En sonunda Gaziantep Sorgu Yargıçlığına çağrıldım. Meğer hakkında dava açılmış.

İşte hakkımda düzenlenen iddianame:

 

“T. C. Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı

Sayı:

Esas 127

İddia    69

Esas Hakkında İddianame

Gaziantep Sorgu hakimliğine,

Davacı  : H.U.

Sanık               : Hayri Balta. Mehmet oğlu 1932 doğumlu Yaprak Mah.Tabakhane Su kenarı sokak 46/1no’da oturur.

Suç                   : Komünistlik propagandası yapmak

Komünistlik propagandası yapmaktan sanık yukarıda hüviyeti yazılı Hayri Balta hakkında 20.1.1962 tarih ve 127/16sayılı talepname ile açılan davaya ait tanzim kılınan hazırlık ve ilk tahkikat evrakları incelendi:

Sanık Hayri Balta’nın fırsat buldukça ve muhtelif zamanlarda etrafına topladığı şahıslara komünistliğin iyi bir idare olduğunu ve refahın orada bulunduğundan bahisle komünistlik propagandası  yaptığı iddia, şahadet ve tekmil dosya münderecatıyla anlaşılmış olduğundan hareketine uyan T. C. K. nun 142/1-2. maddesi gereğince cezalandırılması ve duruşmanın Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesinde yapılmak üzere hakkında C.M.U. nun 196 ve 200. maddelerine tevfikan son tahkikatın açılmasına karar verilmesi iddia olunur. 12.5.1962

  1. Savcı Yd.

Emrullah Özcan

-10767-

imza”

Gaziantep Sorgu Yargıçlığı ifademi  aldıktan sonra; Ağır Ceza  yargılanmamın beni toplum önünde damgalayacağına; kaldı ki suçun unsurları da oluşmadığından, beraatımı karar verdi.

Sorgu Yargıçlığının bu kararına Savcılık itiraz etti ise de Gaziantep Asliye Ceza Yargıcı Sorgu Yargıçlığının kararını onaylayarak beratımı kesinleştirdi.

Ne var ki adımı dinsize, komünistte çıkardılar. Dostlarımı benden soyutladılar. Çevremi boşaltarak; beni, sahipsiz, kimsesiz bıraktıktan sonra ver yansın ettiler.

Önce şu haberi okuyalım:

 

X18

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden yakalanarak adalete sevk edilmiştir. GAZİANTEP, YENİ ÜLKÜ. 19.1.1962

+

Bu haberi gazeteye verenler bizimkilerdi: Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz.

Bizimkiler bu haberle de yetinmedi.  Aleyhimizde yayınlara başladılar. Benimle aynı büroda çalışan Ahmet Bucaklı’ya benim kadın sattığımı bile söylemişler.

Ahmet Bucaklı bir gün yanıma yaklaştı.

– Hayri bey hanımla aram iyi değil. Bana bir kadın bulsan dedi.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Al başına belayı…

– Bu da nerden çıktı?

Utana sıkıla açıkladı:

– Ne bileyim, öyle diyorlar. Elinin altında çok kadın varmış…

– Git be kardeşim. Aklına başına topla. Ben kim kadın satıcılığı kim?

Yapılan iftira sonucu adımız komünistte çıkmıştı ya. Komünistler de namus tanımazdı ya; kadın da satardı, uyuşturucu da…

Demek ki hakkımda kötü dedikodular yapılıyordu. Bu da beni rahatsız etmeye başladı.

Ahmet Bucaklı’ya sordum:

“- Benim kadın sattığımı sana kim söyledi?”

“- Yeni Ülkü gazetesinin başyazarı söyledi…”

Bu durumu Hocama aktardım. İkimiz birden bir yalanlama (tekzip) yazısı hazırlayarak Yeni Ülkü gazetesine gönderdik. Meğer çirkefe taş atmışız. Bize gelerek gerçeği öğreneceğine aşağıdaki yazıyı gazetede yayınladı.

Okuyalım:

X19

KOMİNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

  1. Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaate sahip olduğunuzu öğrendim.

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodulara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içine çiş atmak olur.

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek röportaj veya mülakat yoluna gider.
  2. İşte, Örneğin, bir kaç gün önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren uzun bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı.
  3. Saygı değer Kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yol­dan yürüyünüz!..

Sevgilerle,

MUSİKİDE    HAYAT DESLERİ ÖĞRENCİSİ

AYDIN YENER (HAYRİ BALTA.) (18.2.1962)

+

Başyazar’ın Notu;

Bay  Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin alemi yok! Git kendini muhakemede savun…

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği, yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

(Yeni Ülkü Gazetesi. 18.2.1962)

+

Bu başyazar ki daha komünizm yazmasını (Az yukarıdaki haberin başlığı…) bilmiyordu ve başımıza başyazar olmuştu… Haberin başlığına dikkat ederseniz Komünizm sözcüğünün “Kominist” olarak yazıldığını görürsünüz…

Gaziantep gibi bir yerde bir adamın komünist zanlısı olarak bir gazetede adının geçmesi onun ölüm fermanına eş değerdi.

 

X20

ÖĞRENCİNİN SORULARI

 

Yargılanmamın tutuksuz olarak sürmesine tertipçilerim katlanamıyordu. Tertip ve tuzaklarını sürdürüyorlardı. Bu amaçla Hocamızın muayenehanesine görevlendirdikleri bir genci gönderiyorlardı. Amaçları Hocamızın ağzından suca konu olabilecek konuşmalar alabilmekti. Bunun ayrımında olan Hocamız, söyleyeceklerini yazılı olarak söylemek gereğini duydu.

İşte yazıya geçirilen soru ve yanıtlar:

– Musikide Hayat dersleri Hocası  Dr. Emin Kılıç Kale’ye şu soruları  sordum:  Yüksek bir din’e mensup olduğumuz halde, memleketimiz niçin perişan, Avrupalılara, Amerikalılara; yani, Hıristiyanlara nasıl olup da el açıyoruz?

– Ben bunun cevabını 46 yıl önce buldum .   Simdi yaşım 65 olduğuna göre  17 yaşında bulduğum anlaşılıyor. Bulduğum şey hakkında soranlara icap eden cevapları vermekten biç çekinmedim. Bunu millî ve insanî bir ödev olarak gördüm. Mesela:   dokuz buçuk senelik ordu (askerlik) hayatımda  (çünkü ben yedek yüzbaşıyım) bu buluştan bahsettim. Yedi senelik Amerikan kolej ve  Üniversite baya­tımda bundan bahsettim.  6 sene Halkevinde aynı şeyden bahsettim. Halkevi kapandıktan sonra  (kapatanların elleri kırılsın) 11 seneden beri de aynı  ödevi yerine getirmek için cayır cayır yanmaktayım…

Eğer sende de bir Türk lisesi öğrencisi olmak haysiyeti varsa hiç durma arayanların arasına katıl, evimin bulunduğu tepeye tırman,  senin aradığını  48 yıl önce bulan Hocanın önünde yer al.   Bir ân önce bu benin 48 senedir taşıdığım ödeve sen de sarıl, Türk ve Müslüman isen.

– Yukarıdaki satırlarda Hoca ile tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra, İslam dininin kutsal varlığı hakkında, Allah hakkında bilgi istedim. Bana ilk önce terazi misali ile bir irşatta bulundu. Bu irşattaki derin manâyı haklı ve önemli buldum. Hocanın bende yarattığı idrak sualimin azameti ile karşı karşıya gelerek titredim . Bu sualin cevabını almak için can-ı gönülden seneler verilmezse, kutsal varlığın mahiyetine saygısızlık edileceğine inandım ve bunu bana idrak ettiren Hocaya karşı ciddi bir saygı duydum.

İkinci sualin satırlarında tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra üçüncü suali sordum.

– Dersinizin adı yalnız “Hayat Dersleri” olsa kâfi gelmez miydi?  Musikide kelimesini niye ekledin?”

– Öteden beri biline gelen musiki, şarkta ve garpta,  eğlence mânasına gelir. Eğlence ise  insanî değildir, insana yakışmaz. İnsanlar eğlenmez, çalışır ve düşünür.  Bundan dolayı olsa gerektir ki  İslam dininde  musiki makbul değildir; belki mekruhtur

Benim hayatımda eğlence denilen şey hiç yer almadığına göre (bunu beni sevenler de sevmeyenler de bilir.) Musiki ile ilgimin olmaması gerekirdi. Oysa musikim felsefemle  yaşıttır. Yani, 48 seneliktir.

İşte,   “Hayat  Dersleri”ne   “Musiki” kelimesini  eklemekle  bilhassa düşünürler ve aydınları (sen dahil) felsefemle at başı giden musikim ile ilgiye, centilmence, davet etmiş  oluyorum.”

Yukarıdaki satırlarla yine tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra şu soruyu sordum.

– Musiki nedir?

– Derse gel, dinle!.. Başka sualin varsa sor…

– Yok

– Aferin seni beğendim. Verdiğin sözde dur.

Haysiyetli bir Türk genci olarak yukarıdaki satırları sana emanet ve helal ediyorum. Buna göre:

  1. İstediğini yap, hiç korkma!
  2. Bu yazıları istediğine oku, okurken de korkma.
  3. İstediğin yerde yaz, yazarken korkma ve beni unutma.

Ey haysiyetli olmasını dilediğim zat, bu yazılarımı tekrar ve tekrar oku! Düşün!.

İçinde arzu duyarsan tereddütsüz derse gel! Muayenehaneye gel!… Yağmadan sen de hisseni al…

Fuat Arpacıoğlu adlı öğrenci gittikten sonra bana şu notları yazdırdı:

Bir öğrencimizin tertip ve iftira ile komünizm propagandası yapmaktan sanık olarak nezarete alınıp bırakıldığı sıralarda, aynı tertipçiler tarafından görevlendirilerek Hocamızın  muayenesine gönderilen  Fuat Arpacıoğlu adlı bir lise öğrencisinin soruları üzerine yazılmıştır. Bu öğrencinin amacı; Hocamıza tuzak sorularak sorarak aldığı yanıtları Emniyete götürüp vermekti. Bu amaçla Hocamızın güvenini kazanmak için kendisini şöyle tanıtmıştı:

“Nurcularla konuşmadığını, onlardan ayrılalı 3-4 ay olduğunu, Güngergeli Zekeriya Beyaz ve benzeri hoca ve vaizlerin ardında namaz kılınamayacağını, konuşmalarının dinlenilmeyeceğini, her yerde Dr. Emin Kılıç Kale’nin üstünlüğünü, gerçek yurtseverliğini ve gerçek Müslümanlığını, babasına dahi, her ne pahasına olursa olsun söyleyeceğini, onlara karşı Dr. Emin kılıç Kale’yi savunacağını…” söyledikten sonra devamla:

Gidin Müslümanlığı Emin Kılıç’tan öğrenin diyeceğini ve daha buna benzer bir sürü yalanlar söyleyerek haysiyetli bir genç olduğunu…”  ileri sürdü.

Kendisine:

“Hayır sen haysiyetli değil, haysiyetli bir adam olmak için adaysın…” dendi.

Aramızda adının: “Haysiyete Sahip Çıkan Bir Öğrenci” olacağı söylendi…”

Ne var ki bu Haysiyetli Öğrenci bir daha ne muayenehaneye ne de derslere geldi. Ancak Hocamızın notu kendisine yazdırdığı notları kendisini gönderen Nurculara verdi.

Ne ilginç değil mi?

X21

ORALIĞI KARIŞTIRAN RÖPORTAJ

 

Şimdi Hocamızın Sabah Gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportajı okumanın sırası geldi sanıyorum.

Tertipçiler bu röportajdan sonra gemi azıya aldılar. Gazetelerinde saldırıya geçtiler. Mahkemeyi etkilemek için aleyhimizde ver yansın ettiler.

Okuyucularım için bunları okumak çok eğlenceli olacaktır.

Hocamız bu röportajına çok güveniyordu ve bu röportajın İnönü’ye ulaşacağını sanıyordu.

İşte röportaj:

DR.EMİN KILIÇ  KALE İLE KONUŞTUK :

” TÜRKİYE’NİN ÜÇ ALLAHI VAR ”

 

Röportajı yapan: Burhan Cahit Günenç.

14 Şubat 1962. Gaziantep Sabah Gazetesi…

 

BAŞLARKEN: Gazete tarafından Dr. Emin Kılıç Kale ile röportaj yapmam için görevlendirildiğim zaman, bu kişi hakkında etrafımdakilerden hemen bilgi toplamaya başladım, kim bu Dr. Emin Kılıç Kale diye…

“Kimisi kızlardan, kadınlardan çok hoşlanan bir adam, hovarda, cinsi sapık.

Kimisi Tanrıyı, peygamberleri tanımayan bir dinsiz…

Kimisi hiç bir inancı olmayan bir mecnun. Başkaları; komünist, kendini Tanrı sanan bir kişi ve daha bilmem neler…”dediler ,

Benim yerimde gelin siz olunuz, ne yapardınız, nasıl gitmeye cesaret edebilirdiniz böyle bir kişinin yanına…

Bütün gücümü toplayarak daktiloyu sırtladığım gibi soluğu  Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazıhanesinde aldım .Kendisi ile röportaj yapmak için de daha önceden öğrencilerinden biri ile randevu istemiştim ..

Kapıdan içeri girince beni bir titremedir tutuverdi, “Geri dönsem mi?” diye… Emanet oturuyorum kanepenin bir köşesinde .Sonuçta uzun boylu, dev cüsseli, saçı sakalı apak, kafası cavlak bir kişi göründü…

– Ne arıyorsun? dedi, elimdeki daktiloyu görünce .

– Haa sen gazetecisin şu halde, gel bakalım, dedi .

Boş geçirilecek, kaybedilecek zamanının olmadığını ilk davranışında anladım.

– Hemen başlayalım, diye direkt olarak girdi. “Hoş geldin, boş geldin!” diye bir şey yok. Sor bakalım ne soracaksan, dedi. Sormaya başladım :

– Emin Kılıç Kale kim ?

1897 senesinde Gaziantep de doğmuştur. Baba tarafı Kale zadelere, ana tarafı ise Mütercim Asım’a dayanır .

Kaleağası zadeler denilen bir ailenin oğludur. Ailenin 400 senelik bir şeceresi olduğu söyleniyor.

27 sene sistemli bir öğrenim görmüştür. Öğreniminin 20 senesi Türk okullarında, 7 senesi Amerika’da ve kolejlerde geçmiştir.

Özel olarak bir çok öğretmenlerden musiki, felsefe, diniyat ve tasavvuf dersleri almıştır .

MEMLEKETTEKİ GÖREVLERİ:

1915 senesinden itibaren çeşitli cephelerde, savaş alanlarında 8 sene subay olarak çalışmıştır.

Bu 8 sene içinde Birinci Dünya savaşına, İstiklal savaşına, Antep savaşına katılmış. Bir sene de Mısır da esir olarak kalmıştır. Bu süre içinde tam 25 savaşa katılmıştır.

  1. Dünya savaşı sıralarında memleketteki kısmi seferberlik süresince 1.5 yıl daha askeri doktor olarak çalıştığından rütbesi yüzbaşılığa çıkarılmıştır.

1940 senesinde Gaziantep’e gelerek hayata atılmıştır.

Bu arada 1945 senesinden itibaren  “MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ” adı altında çalışmalara başlamıştır .Bu çalışmaların 6 senesi  eski Halkevinde yapılmıştır .Dersler halen devam etmektedir .

BEN DEVRİMCİYİM:

“Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir. Osmanlıcadan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıcaya…Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp duruyor.

Söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol için de ne söyledim diye sık sık tekrar ettiriyor. Karşılıklı konuşmalar, tartışmalar arasında mantıksız konuşanlardan, anlayış gösterenden ve iyi bir fikir ortaya atanlardan 25 kuruşu aşmamak şartı ile mükafat olarak para kesiliyor.Toplanan bu paralar fakir öğrenci ve ailelerine yardım olarak veriliyor .

TÜRKİYE’NİN  ÜÇ ALLAHI  VAR:

Derslerin birisinde söz gelişi “Türkiye’nin üç Allah’ı var!” dedim; beni dinsizlikle, masonlukla  suçlamaya kalktılar. Şüpheye düştüler. 0 acizler ki Tanrının bir olduğundan habersizdiler. Evet yine söylüyorum, Türkiye’nin üç Tanrı’sı var:

Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk… Bunların memlekete hizmetlerini kim inkar edebilir?..  Ama bu çorak, verimsiz toprakta, bu ahlaksız toplumda Atatürk, İnönü ne yapsınlar? Kimin … nu yesinler.

Söylediklerimin anlaşılması için kafa yormak gerek… Dıştan bakıp da işin içine giremeyenler beni Tanrısızlıkla da suçlar, Masonlukla da, başka şekilde de suçlamaya kalka bilirlere..

DELİ DİYEBİLİRSİNİZ FAKAT:

– Bana deli diyebilirsiniz, çıldırmış diyebilirsiniz, fakat komünist asla…  İddialarım meydanda olduğuna göre, sorumluluk taşır. Ben bunun altından kalkarım. Memleketi için 9.5 sene savaşmış, onun uğrunda gözünü budaktan esirgememiş, memleketi için çıkacak her hangi bir tehlikede de hala başta gidecek olan ben, nasıl komünist olabilirim ?

Kale güzel bir fikir ortaya attığında galeyana gelen öğrenciler ellerine sarılıyor, defalarca öpüp başlarına koyuyorlar.

Bu arada sık sık “Allah ” çekiyor. Dokunulan her memleket yarası sonunda “Başımızın derdine bakalım, oturup ağlayalım!” diye içten feryadı basıyor.

Daha çok galeyana gelince, göğüslerine iki elini vurarak, bağırarak “esss, esss” diye bir kaç defa söyledikten sonra bir parçanın okunmasına geçiliyor. Bu sırada bütün öğrenciler ayni tempo, ayni ses üzerinden gerçekten hoş bir musiki topluluğu meydana getiriyorlar.

Sık sık komünist zanlısı olmaktan yakman Kale: “Bana komünist, dinsiz deyenler gelsinler evimde; Allah nedir, din nedir  öğrensinler!” diye açık oturuma davet ediyor ,

İnönü’ye temas eden Kale “Zavallı İnönü, cenaze yattı… Gel de kaldır. Borç gırtlakta, nasıl kaldırsın. Ölür diye korkuyorum .Yerini dolduracak yok, Bu çıplak  memlekette, köylüsü ayağında donla gezen  memlekette, karıma on bin liralık kürk manto  almaktan haya ederim. Biz kimse manto alamaz diyemeyiz, haram da diyemeyiz .

Ben Allah dedim, sen komünistsin dediler. Niye Allah demeyeyim. Ben Ondan öğrendiğimi ne anamdan, ne babamdan, ne gazeteciden, ne şundan, ne bundan öğrendim. Niye Allah demeyeyim .Harpten mi kaçtım, memleket uğrunda fedakarlıktan mı? Dükkan mı soydum? Adam mı öldürdüm? Ne yaptım ki bana komünist diyorlar .Niçin sosyal adalet olmasın? Sosyal adalete karşı olanlar zalimdir .Çıkarcılar, memleketini düşünmeyenlerdir…”

Bunları bir tarafa bırakalım.  Kalenderiz, Mangırsız, amma okumak öğrenmek zorundayız. İşimiz çok. Uyumaktan, yatmaktan memlekete hayır gelmez. Çalışmalıyız, çalışalım. Ağlanacak durumdayız.

Kale kendince  güzel bir açıklama yapınca “Ben filozof değil miyim?” diye etrafına  sormaktan da geri durmuyor. Bu arada yanındakilere bağırıp çağırıyor…

“İsteyen gidebilir. Kimseyi buraya davet etmedim. Amma isteyen de kalabilir .Tartışmalar sırasında isterseniz küfredin, yalnız nedenini açıklayın yeter.

Aklınıza gelen her türlü soruyu sormakta serbestsiniz. İster olumlu olsun ister olumsuz…”

– Ya suç olursa…diye sorunca

– Bana ne soran düşünsün… Ben kendisine sor demedim ki diye kendini savunuyor . (14 Şubat 1962 Sabah Gazetesi)

TÜRKİYE’DE İKİ SOYGUNCU VAR:

Kravatlı, kravatsız… Kravatlısı  soygunculuğun alâsını yapar .

Akşama derse gittim :

Akşam saat 8.30 da Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine bir öğrenci ile birlikte dersi izlemeye gittim.

İçeri girince kutu gibi muntazam bir oda ve bol ışıkla karşılaştım. Sandalyelere oturmuş temiz, düzgün kılıklı kişilerin kendi kendilerine birer musiki aleti ile  uğraştıklarını gördüm. Bir tanesinin sakalı bir karış, oldukça da genç. Nedenini sorunca anlatıldı : “Konservatuarda öğrenci imiş. Modellik yapacakmış. Sömestrden sonra. Bunun için sakalını uzatmış .

Burası Büyük bir kitaplık :

Odaya bir göz attım, Atatürk’ün küçük bir büstü ve onun altında eski Halk evine ait çalışmalardan kalma bir kaç resim var. Bütün duvarlar musiki aletleriyle dolu .Sol da üç beş ud, yanında iki keman, karşılıklı duvarlara asılı büyük zilli def, bir dolabın içinde çeşitli büyüklükte neyler doldurulmuş.

  1. Kılıç’ın öğrencilik senelerine ait resimler. Ortada büyükçe bir masa; üzerinde başta Kuran-ı kerim olmak üzere çeşitli dinlere ait kitaplarla, öbür köşede İngilizce, Türkçe çeşitli sözlükler… Dolaplardan hangisini açsanız kitaplarla dolu. Çoğu İngilizce, başka bir dolapta yalnız musikiye ait nota ve bilgi kitapları… Zengin bir kitaplık sözün kısası. Kullanılan araçlar: def, ney, keman vesaire…

Kale biraz sonra geldi .Öğrencilere ve dinleyicilere bir soruları olup olmadığını sordu .Soruları olanlara cevaplarını verdi.

Soru: Ölüm nedir ?

Cevap : Dangalaksın, dangalaksın .Yaşayabilmem için ne yapayım demiyorsun da ölümü düşünüyorsun. Ölümü yalnız sağlar düşünür, acılarını onlar duyar, Ne yapacaksın ölümü?..

Soru: Felsefe nedir ?

Cevap: Felsefe, varlıkların, var oldukları gibi incelenmesi ilmidir.

Mevlana der ki : “Her ne ki insanı ilgilendirmez, insan onunla ilgilenir . Her ne ki insanı ilgilendirir, insan onunla ilgilenmez. .Biz işte böyleyiz .

Soru: Soygunculuk nedir ?

Cevap: Türkiye’de iki türlü soyguncu var:  Kravatlı, kravatsız. Kravatsızı dağda yol  keser, adam soyar… Yakalanır deliğe tıkılır. Kravatlısı soygunculuğun en alasını yapar, rahat rahat oturur gezer.

Soru :Peygamberler konusunda ne düşünüyorsunuz ?

Cevap : Peygamberler toplumun en mütekamil  insanlarıdır. Hazreti Muhammet sizin efendiniz değilse benim efendimdir. Onu sevdiğim kadar hiçbir kimseyi sevemem, Her davranışında bir mükemmeliyet vardır. Bilhassa kadınlara karşı çok hürmetkar davranmış. Peygamberin de bir insan olduğunu, hatalar yapabileceğini açıklamış olan ilk peygamberdir .

Soru: Doğumu nasıl önlemeli ?

Cevap :Doğumu önlemek için sigara içenleri evlenmekten men edin. İşte doğum kendiliğinden önlendi. Bunun yanında içki içenlere, yalan söyleyenlere, daha dokunmadık, onları da katacak  olursanız  evlenecek kaç kişi kalır ki…

Sorular arasında ve bittikten sonra zaman zaman klasik Türk musikisi parçaları okunarak gerek öğrencilerin, gerekse dinleyicilerin ilgi ile olayları takip etmeleri sağlanıyor. Parçalar okunurken dört beş musiki aracının birden çalınması, kitle halinde 30 kişinin okuması, kişiyi birden başka bir aleme sürüklüyor. Gerçekten çok iyi hazırlanmış öğrenciler. Bütün parçalar notasına göre okundu . Usul hep birlikte vuruldu .

Emin Kılıç Kale’nin “Musikide Hayat Dersleri”‘ne  devam edebilmek için neler gerek? Derslere girmek için bir para alınmaz. Kadın erkek ayırımı gözetilmez. İsteyen kişiler ister âlim, ister öğretmen, ister müdür, ister milletvekili olsun herkes gelebilir.

İsteyen dinleyici olarak kalır, isteyen de sigara içmemeyi, içki kullanmamayı ve yalan söylememeyi kabullenerek derslere bilfiil katılabilir.

Yeni öğrenciye bir usta öğrenci verilir .Bu öğrenci tarafından hem Hamparsum denilen Türk musikisinde kullanılan notalar, aynı zamanda diğer notalar öğretilir. Acemi öğrencinin yetiştiğine kanaat getiren eski öğrenci hazır olduklarını bildirir. Kale imtihan eder, yetişmişse bir musiki defteri aldırır, baş tarafına o gün için içine doğan Öğütleri yazar .Ayni zamanda vereceği ilk iki parçasının nota ve metnini de kendi eliyle deftere geçirir. Bundan sonra öğrenci o yazılış şeklini kopya etmeye çalışacaktır. Dinleyici olarak gelenlere niçin geldin, niçin gelmedin diye sorulmaz. Dinleyici kafasına takılan  her soruyu/ serbestçe sorabilir. istenilen zamanda dersin ortasında, arada kalkıp gidebilir. Kimse niçin gidiyorsun  diye soramaz;

Dersler saat 20.30 da başlar normal olarak 23 de biter. Uzun sözün kısası Emin Kılıç Kale’nin davranış ve fikirleri üzerinde yorumlar yapmaktansa sizleri kendisi ile baş başa bırakalım daha iyi…

İşte sorularımız ve cevapları:

(13 Şubat 1962: Sabah Gazetesi)

Dr. Emin Kılıç Kale yazıyor:

“Hayatta yalnız kendi felsefemin bendesi oldum, başka bir şeyin değil ”

Mülâkat name-i Emin Kılıç: Bay Dr. Emin Kılıç Kale’den mülakat isteyen bir vatandaşın önce aşağıdaki şartları  kabulü gerekir:

  1. Emin Kılıç, her şeyden önce, hiçbir (felsefe ekolü) ile ilgisi olmayan tamamen orijinal bir filozof olduğundan kendisi ile yapılacak her hangi bir mülakat tabii ki felsefesinin çerçevesi içinde olacaktır .
  2. Mülakata girişecek zata, felsefesinin ana hatlarından bazılarını önceden not ettirir.
  3. Mülakat çok dikkatle tespit edilmeli. Zira neşrinden evvel tarafından kontrolü şarttır. Bu hususta söz verilecektir. Söz yerine getirilmezse, mülakat yapan muhabir, Emin Kılıç tarafından, (söze önem vermeyen) bir vatandaş olarak tavsif edilir .
  4. Emin Kılıç Kale’nin sözleri harfi harfine tespit edilerek basıldıktan sonra öbür tarafı kolaydır. Yani, mülakatı yapan muhabir, mülakatı gazetesinde istediği şekilde inceleyebilir; lehinde veya aleyhinde fikirler yürütebilir; tefsirlere girişebilir… ilahir. Fakat bütün bunlara Emin Kılıç tarafından karşılık verilmez .

Felsefenin ana hatları:

Hayatım 48 senelik muhkem ve tam sistemli bir felsefeye dayanır. Şimdi 65 yaşında olduğuma göre 17 yaşından itibaren felsefemin bendesiyim demektir . Gerçekten hayatta yalnız felsefemin bendesi oldum .Başka hiç bir şeyin bendesi olmadım .

Bu felsefe tamamen orijinaldir. Yani yerli malıdır. Yani kendi öz malımdır. 27 senelik uzun tahsil hayatım (Bunun 7 senesi Amerikan kolej ve Üniversitesinde geçmiştir…) bu felsefeme ancak cila vazifesi görmüştür ve iyi olmuştur .

Mülakata girişmeden önce felsefemin ana hatlarını vermek yerinde olur.

Felsefemin Ana hatları şunlardır:-

(1) Felsefemi bizzat yaşarım. Fakat her hangi bir iddiadan tamamen uzaklardayım. Yani mesela, felsefem iyidir dahi demem.

(2) Bu felsefeden yalnız sorana bahsederim. Yani, sorulmadan felsefemden bahsetmeğe, felsefem hakkında yazmama imkan yoktur. (Anlaşılıyor ki ben kitap yazmam.)

(3) Bana tevcih edilecek hiç bir sual yoktur ki cevap vermeyeyim. Muhakkak verilir. Fakat öbür tarafını düşünmem. Yani verdiğim cevaplar karşıyı tatmin eder veya etmez. Beğenilir veya beğenilmez. Umurumda değildir.

(4) Felsefemden bahsederken, yani cevaplar verirken; dinlerden, şark ve garp felsefesinden, tarikatlardan cemiyetlerden, toptan “izm” lerden ve nihayet şahıslardan … ilahir, bahsederim. Fakat bu bahsediş öyle bir bahsediştir ki bunların felsefemde rolü, yüksek biyoloji laboratuarlarımda kobayların fen adamlarına temin ettikleri role benzer.

Mesela, İnönü’yü yükseltirim, yükseltirim, yükseltirim .Mesela Ali Fuat Başgil’i alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım. Dikkat edelim: Burada maksadım İnönü’yü medih (övmek) değildir ve olamaz. Burada yine maksadım Ali Fuat Başgil’i tahkir değildir ve olamaz. Ya ne yapıyorum? İnönü”nün yarattığı rolü tasvir ediyorum. Ayni vechiyle Ali Fuat Başgil’in yaptığı rolü tasvir ediyorum. Bu analize göre  İnönü bana teşekkür etmemelidir; ayni vecihle Ali Fuat Başgil de bana kızmamalıdır.

(5) Temeli 1945’te Halkevinde atılan (0 mukaddes evi kapatanların elleri kırılsın) “Musikide Hayat Dersleri” adı altında yürüttüğüm derslerin 17’nci senesine girmiş bulunuyoruz. Bu dersler felsefemin çerçevesi içinde olmuş yani  isteyenlere verilmiştir

Bu 17 senelik sure boyunca ” NÂME ” adı altında bazı konuları kaleme aldım . Son nâmenin sayısı 66 dır. Bu nâmeler incelenirse  felsefemin temellerinden beşincisi de kendisini göstermiş olur.

15.1.1962 de bir dedi-kodu çıktı .Gaziantep tabiri ile buna verilecek en iyi isim “hakiye”dir. Bizim öğrenciler düşünmüşler bir gazeteci gelse de Hoca’dan bu “hakiye” ye dair mülakat alsa demişler. Maksatları mülakattan faydalanmak. Beklemişler gelen giden yok. Hiç olmazsa mülakatı biz yapalım demişler. Bir kaç gün evvel geldiler .Benden “hakiye” hakkında düşüncemi sordular. Cevabı verdim . O cevap bir nâme oldu. Yani 66 numaralı nâme .Bu nameyi size takdim ediyorum .

“Musikide Hayat Dersleri “Hocası

Dr. Emin Kılıç  Kale. 31.1.1962

(16 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

Mangırsızlık , Din , Tanrı ve…

 

Soru 1  : İnançlarınız,dünya görüşleriniz nelerdir ?

Cevap  : Psikoloji bakımından inanç ikiye ayrılır:

(1) Terbiyeye bağlı inanç, bu değer taşımaz .

(2)  Felsefeye bağlı inanç. Bu değer taşır. İnanç diye buna derler. (Şu ne güzel misaldir: Nice Halk Partisi prensiplerine inanan Halk partililer, sıkıştıkça, fedakarlık anları yaklaştıkça, birer birer Halk Partisini terk ettîler. Bu nasıl bir inançtır, yahu!..)

Buna göre, inancımı sormak demek felsefemi sormak olur. Felsefemin ana hatlarını ise bundan önce açıklamıştım. Dünya görüşüme gelince: Söylemeye hacet yoktur ki bir filozof olarak, dünya görüşüm felsefem açısından olur .

Soru 2  : Din,Tanrı görüşleriniz nelerdir ?

Cevap  : Din de ikiye ayrılır:

(1) Din, iyi manada terbiye eder, bu üzerinde durmayı değmez. Terbiyeden ne çıkar (kediyi terbiye etmişler .Eve gelen konuklara tepsi içinde muntazaman kahve ikram edermiş… Konuklar bu hali hayretle takip ederler. Bir gün konuklardan birisi, terbiyeli kedi kahveleri ikram ederken, cebinden çıkardığı bir fındık faresini  bırakıvermiş .Kedi tepsi ve fincanları bir tarafa atarak fareye koşmuş  İşte terbiyenin mahiyeti…

Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Hz. Muhammed’in torunlarıdır. Hazreti Ali ise peygamberin damadı idi.

İslam dininde ise ahlakın değeri en başta gelir. Hazreti Muhammed’in, ahlakı itmam için geldiği bir çok ayetlerle tasrih edilmiştir.

Böyle olduğu halde Hazreti Hasan para karşılığında  karısı tarafından zehirlendi.

Hazreti Hüseyin hırs yüzünden katledildi.

Hazreti Ali ise şahsi menfaatler yüzünden evlatlığı tarafından hançerlendi.

İşte terbiyenin mahiyeti… Ve daha neler neler …

(2) Din koca bir ilimdir .Uzun süre öğrenimi gerekir. Bundan ötürü erbabı arasında din denmez ilmi din denir.

Bu böyle olduğuna göre, basit bir öğrenim olan lise öğrenimine 11-12 sene verilsin de, ilmi din için böyle bir şey düşünülmesin bile. Sorarım size insaf ve mantık bunun neresinde? Zira ilmi din öyle biri ilimdir ki onunla yeteri kadar nurlanmayan  her hangi bir ilim adamının mensup olduğu her hangi bir ilimde kendine ve hemcinsine faydalı olmasına imkan ve ihtimal yoktur.

Bir işaret : Bir taraftan feza çağının yaratılması için milyarlar sarf edilmekte. Diğer taraftan insanlık perişan; hatta bilmem ne kadar sene sonra genel açlık söz konusu imiş; şu tablo bir fecaat değil midir? Şüphesiz fecaattir. Fecaatin tek nedeni :yukarıda dediğim gibi ilim adamlarının ilmi dinden nasiplerinin olmamasıdır .

Tanrı konusuna gelince: Bu da ikiye ayrılır:

(1) Dini terbiye olarak alana göre Tanrı

(2) Dini bir ilim olarak alana göre Tanrı.

Dikkat edelim, hiç bu iki tarafın Tanrı görüşü bir olabilir mi?

Buna göre, benim Tanrı görüşüm şüphesiz ki vardır. Fakat ilmi din açısından…

Soru 3  : İlmi din açısından Tanrı görüşünüz nedir ?

Cevap  : 17 seneden beri devan ettiğimiz “Musikide Hayat Dersleri” olduğuna göre, bu dersler arasında ilmi din bakımından Tanrıya da yer verilmiştir.

Bu konuya ciddi ilgisi olan bir vatandaş dersimize gelmeli, ilmi din öğrenimine koyulmalı…

Soru 4  : Öğrencileriniz ve siz niçin meşin şapka giyiyorsunuz?

Cevap  : Öğrenciler deyimi yerinde değildir. Çünkü bu güzel şapkayı ben ve maalesef  ancak üç öğrencim giymektedir.

Esefe sebep öğrencilerimin çok mangırsız oluşu. Meşin şapka alacak kudrette olmamaları. Gönül ister ki bunlar biran önce mangırlaşsınlar her biri bu güzel şapkadan birer tane edinsin. Hatta ikişer tane edinsin. Biri yazlık; ‘biri içi fanilalı kışlık…

Biz temennimizle baş başa kalalım .Gelelim meşin şapka kullanmanın nedenine. Şuracıkta iki tane söyleyeyim yeter:

(1) Çok ekonomiktir. Yedi senedir kullanıyorum mübarek gittikçe güzelleşiyor .Senede bir defa temizlemek ve bir defa boyamak yetiyor.

Biz kalenderler için ekonomi ekonomidir. İsrafa hiç tahammülümüz yoktur. Çünkü haramdan tarif edilemeyecek derecede korkarız .(Kalender: 0 kimseye derler ki felsefi ülküsü uğruna sineye çekeceği bir çok şeyler arasında bir tanesi de mangırsızlıktır.

(2) Çok sıhhidir .Fanilası kışın başı çok sıcak tutar. Yaza mahsus olan fanilasızı ise başa safa verir. Çünkü serin tutar.

İnsaf edelim: Amerika’da öğ­renimler görmüş bir dahiliye mütehassısı  doktor olarak hıfzısıhhaya saygı gösterirsem takdir mi edilmeliyim, yoksa tenkit mi?

(17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

 

Felsefem Dünya Çapındadır:

Soru 5  : Fikirleriniz hakkında yorumlar yapanlara karşı niçin cevap vermek istemiyorsunuz ?

Cevap  : Bu sorunuz sakattır. Gaziantep’e geleli 21 sene oldu. Bu sürenin 17 senesi içinde “Musikide Hayat Dersleri” yüzünden, beni tanımayan da kalmadı. Ne hazindir bay Burhan: İlk defa sen gel din de  fikrimi sordun. Bu acıklı durum karşısında sorduğun sual havada kaldı .Merhamet et bay Burhan, haksız mıyım ?

Soru 6  : Mülakat namenizin aynen yayınlanmasını istemekle neyi kastediyorsunuz? Bu biraz da gazetecinin görevine müdahale etmek olmaz mı ?

Cevap  : Tam aksine bay Burhan; mülakat nameyi ileri sürmekle başta mülakat kavramının haysiyetini koruyorum. Ondan sonra gazetenin haysiyetini koruyorum; ondan sonra mülakat yapanın haysiyetini koruyorum, ondan sonra da kendi haysiyetimi korumuş oluyorum .

Soru 7  : Öğrencilerinizden birisinin komünist zanlısı olarak yargılanmak istenmesine  karşılık niçin onlara karşı öğrencinizi korumadınız?

Cevap  : Bu işin bir “hakiye” olduğunu daha önceden işaret etmiştim. “Hakiye”nin nesi korunacak? korunmaya kalkılırsa o iş “Hakiye”likten çıkar .

Bununla beraber şuna da dikkat edelim: Felsefemde saldırmaya yer verilmediği gibi savunmaya da yer yoktur. Burada savunmağa yer verilmemesi  tuhaf gelebilir. Halbuki hiçbir tuhaflık yoktur. Psikoloji ilmine dayanarak söyleriz ki savunma hissi temelini iddiadan alır . .Felsefemin iddia ile hiç bir ilişiği olmadığı yukarıda açıklanmıştı.

Hatıra şu gelebilir: Zanlı öğrenci emniyete gitti, sorguya çekildi .0 da cevap verdi .İhtimal cevabı müdafiimsi idi .Şimdi zanlı öğrenciye kendini savundu  mu diyeceğiz? Hayır hayır savunmadı .Öğrendiği felsefeye saygısızlık göstermedi. Ya ne yaptı? Sorulara cevap verdi . Felsefemizde ise bunun yeri vardır . Sonra zanlı öğrenciyi bay yargıca götürmüşler, orada da ayni iş olmuş; yani, öğrenci soru ile karşılaşmış, cevabını da vermiştir.

Benim düşünce tarzıma göre, bu bir savunma değil soruya cevaptır. Felsefem yerli yerinde durmaktadır…

Soru 8  : Kurmuş olduğunuz felsefe okulu ile memlekete neler kazandırmak amacındasınız?

Cevap  : Aferin sana ey bay Burhan… Niçin aferin verdim biliyor musunuz? Sayende güzel felsefemin bir yönünü açıklama fırsatı düştü . Haberin olsun ki, bunu okuyanların ve beni bilenlerin hepsinin haberi olsun ki, felsefem memleket çapında değil dünya çapındadır! Başlangıcından beri dünya çapındadır;  Halen ve feza çağında da dünya çapındadır.

Bu böyle olunca, amaç kalmaz, ya ne kalır? Bu çaptaki bir felsefeyi sormak soruşturmak problemi kalır? Öyle ise, ne mutlu onlara ki (memleketin içinden, memleketin dışından) sordular, soruşturdular ,

Soru 9  : Varoluşçuluk nedir? (Egzistansiyalizm)

Cevap  : Ey yarenimin oğlu bay Burhan : cevapnameyi niçin unutur görünürsün, orada bütün “izm”ler cüce ve perakende kalır, demedik mi? Gel bunu da o cücelerin yanına yatıralım! Şunu da söylemiş olayım: Bil ki, bütün “izm”ler, bütün tarikatlar, bütün cemiyetler (Masonluk, Vehabilik dahil) hiç olmazsa, insanlıktaki  asırlar boyu, her şeye rağmen devam eden perişanlığı duyan kişilerin .asil bir reaksiyonudur .Bu nokta önemlidir .Bay Burhan ilerde üzerinde durmalıyız .Çünkü psikoloji bakımından perişanlığı duyan ilerici, duymayan gerici sayılır…

Dr. Emin Kılıç Kale ile röportajı yapan Burhan Cahit Günenç;

(17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

X22

SALDIRILAR BAŞLIYOR

 

Hocamızın; Burhan Cahit Günenç’le yapmış olduğu bu röportajda:

“Türkiye’nin üç Allah’ı var. Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk…” demesi ve arkasından:

“Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir.

Osmanlıca’dan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıca’ya…

Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp durması başta Zekeriya Beyaz, Necdet Sevinç olmak üzere Gaziantep’teki bütün milliyetçi ve mukaddesatçıları çıldırtmaya yetmişti. .

Gaziantep gibi yerde bu sözler söylenmemeli idi. Eğer bu sözleri biz öğrencilerden biri söylemiş olsa idi onun başına gelecek vardı…

Hocamız bu röportajı ile kendisini sevmeyenlerin eline tutamak vermişti. Bu röportaj üzerine hem kendisi hem de benim hakkında Gaziantep Yeni ülkü gazetesinde saldırılar başladı.

Burhan Cahit Günenç’in röportaj yaptığını duyan Yeni Ülkü gazetesi; Hocamızın röportajının duyulması üzerine okuyucularını hazırlamaya başlamıştı bile.

Anons aşağıdaki şekilde yapılıyordu:

 

“PERDE ARALANIYOR

Emin Kılıç Kale talebelerinin mühim ifşaatı

pek yakında gazetemizde…”

(Yeni Ülkü Gazetesi 14.2.1962)

 

Emin Kılıç Kale talebeleri dedikleri de Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç ve diğerleri…

Hocamızın Gaziantep Sabah gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportaj devam ederken Yeni ülkü gazetesi saldırıya geçmişti. İşte bunlardan birkaçı:

+

KAÇ TANE

 

Emin Kılıç Kale’ye göre Türkiye’nin Allah’ı üç imiş.

İster misiniz bir Amerikalı kalksın gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarının sıralasın şu kadar, bir başkası Çin’in, Japonya’nın, Allah’ı var desin…

Ve, ister misiniz ki şehrin valisi, belediye reisi, o şehrin Allah’ı olsun.

Ya bir mahallenin muhtarı,

Ya her aile reisi?

Ya her aile reisi? Namzedi…

Hey, dur bakalım.İnönü’nün kölesi    olabilirsin ama onun Türkiye’nin  üç Allah’ı olduğunu iddia edemezsin…

Türkiye’ye hizmet etmiş nice adsız, sansız insanlar vardır. Bu gidişle kul, mumla arasan bulunmaz meta haline gelecek ve (Haşa sümme haşa) BÜTÜN DÜNYA SAKİNLERİ Allah veya Peygamber olduklarını iddia edecekler. Müritlerine “Dangalak!” derken kendini hiç düşünmedin mi?

GÖKHAN. Yeni Ülkü gazetesi. 16.2.1962

 

Görüyorsunuz ne kadar ipe sapa gelmez saçma sapan bir yazı. Ne var ki bu tür yazıları günlerce sürdürdüler. İşte bir tane daha:

 

PROFESÖR ve TALEBELERİ

 

Profesörleridir bir doktor

Mantıksız işleri pek çoktur

Banlarda aklın yeri yoktur

 

Vardır bir sıfatı hepsinin

Adı profesördür kendinin

Büyük düşmanıdırlar dinin

Hakikat bu, inan bu Emin

 

Kasketleri   kitap ciltleri

Meşindendir bütün şeyleri

Bir çeşit yerler yemekleri

Caddelerin  dik   direkleri

 

Candır ileri gelenleri

Müzik bunların perdeleri

Vardır üstadın besteleri

Şifa üstadın silleleri

 

Aşağıdaki yazıda Hocamızın yaptı röportaja değiniliyor:

 

ALÇALTIRMIŞ (!)

 

Sabah gazetesinin “bir perde kalkıyor” diye ilan ettiği malûm perdesi kalkıyor ya; İşte o perdenin arkasından bir çok zırvalar yumurtlayan meşhur ve mâlum Doktor Kılıç Kale, Ord. Profesör Sayın Ali Fuat Başgil için “Ben onu alçaltırım” diyor. Ve bu alçaltırım kelimesini: Tıpkı, can çekişen mahlukların son nefeslerinde çıkardıkları hırıltılar gibi: “Alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım…” diye üç defa tekrarlıyor.

Biraz sakin olalım üstat (!)

Bütün âlemin çok iyi bilerek hürmet ettiği muhterem Başgil’i alçaltabilmeniz için ; Evvela siz zat-ı malum’alilerinizin yükselmesi lazım gelmez mi???..

Sonra…

Bir O… otunun, battal bir çınarı gölgeleyip alçalttığı nerede görülmüştür?.

Olacak şey mi bu nerede görülmüştür?

Mum güneşi karalasın. Paslı küflü bir bakır, bir altını alçaltsın, Bu olacak şey midir şu yirminci asırda. “Üç Rabbim var” diyerek, diyerek ilk çağ’a taş çıkarsın!…

Sinan Bahçeci,18.2.1962

+

PERDE ARALANIYOR!…

 

Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu söyleyen Dr. Emin Kılıç Kale “DANGALAKNAMEsİne bizzat kendi “CAN”ları cevap veriyor.

Bu ibret ve Dehşet verici ifşaat serisi pek yakında gazetemizde…

Yeni Ülkü, 18.2.1962

 

Hakaret namelerin tarihlerine göz atarsanız hep Hocamızın yaptığı röportajın tarihleri ile uyuşuyor. Bu röportaj Gaziantepli muhafazakar kesimi çılgına döndürmüştü. İşte bunlardan biri daha:

 

BAŞYAZI:

 

KÖRRROL!..

 

Gözleri silme kör biri çıkar da:

– Ben güneşin varlığına   inanmıyor, güneş ışığını     kabul   etmiyorum derse. Basiret    sahipleri ona gavri ihtiyari:

– Bir defa    daha   körrol demezler mi?..

Derler ya..

Pekî neden derler? Bir defa kör   olmuş birine ikinci bir defa körrol demekten maksat nedir?

Maksat: sen fiziki bakımdan kör olmuşsun, bari ruhi bakım dan da körrol da gülünç olmaktan kurtul demektir. Evet şair İzzet molla der ki: “B!r göz kim olmaya ibret nazarında, sahibinin düşmanıdır baş üzerinde..”

Neymiş efendim: bu adam Allanın varlığını ve Peygamber’in “Hakkaniyetini kabul etmiyormuş ve etmeyebilir imiş. Ne isti­yorlarmış kendisin­den?..

Haklı değil mi? Böylesi bir zındıktan kimin ne istemeye hakkı olabilir? Böylesi bir bi’karardan böylesi bir biçareden, böylesi bir muallaktaki adamdan ne istene, ne   beklenebilir? Hiç bir  şey…

Fakat ona denir ki: mademki sen böyle bir zavallısın ve zavallı olduğunu dilinle ikrar, kalbinle tasdik ediyorsun. O halde bu kof beyninle yalancı pehlivanlar gibi ortalıklarda dolaşmamalısın… Musikişinaslık perdesi altın­da genç dimağları zehirlememelisin. Salim fikirlerde istifham uyandıracak şekilde sahte pozlar takıma malısın. Sen bu zavallılığınla kendine za­vallıca bir hayat tarzı seçmelisin. Sen ölümlerden ölüm beğenmelisin. Beğenmelisin ki: kimseye za­rarın olmasın.

Sonra böylesi mahlukatlardan bu millet, bu vatanın müspet yolla bir şeyler beklediğini kim iddia ediyor ki?.. Bu memleket tımarhane midir ki delilerden menfaat beklesin?

Aslında böylesi bir müdafaanın, adalet huzurunda “Ben deliyim, beni tımarhaneye gönderin” diye işi mugalataya boğ­maya çalışan azılı caninin saçmalarından hiç bir farkı yoktur. Çünkü: her iki biçare de işledikleri denîce suçu, ölçüsüz bir açz içinde itiraf ediyor­lar demektir.

Bir sarhoş çıksın, ortalığı velveleye yersin, biz bu   suçunu onun    sarhoşluğuna bağışlayalım. Bir açık göz çıksın, bir    sürü  (izm) leri   kuyruğuna takarak şurda burda soytarılık etmek suretiyle güldürücülük maskesi altında salim fikirleri bulandırsın. Biz bu      yaptıklarını onun cingöz   oluşuna hamledelim. Bir   pos bedenli çıksın, bu ma’sum milletin*  mukadderatına küfretsin, üstelik de “Benden   ne istiyorlar” diye soğan keserek; milleti   kendine acındırmaya  çalışsın. Biz buna da seyirci kalalım, ha?… Yağma  yok!…

ANLAROĞLÜ.   F. A. 20.2.1962

 

Bu yazıların art arda yayınlanması üzerine Hocaya:

“- Bunları mahkemeye verelim, hakaret etmelerini önleyelim!” dedim. Hoca bana darıldı. Ne alçaklığımı koydu ne de eşekliğimi.

“- Bunlar kim ki? Bunlar ölü… Sen ölüleri diri yerine (adam yerine) koyuyorsun. Adam yerine koyarak bu ölüleri diri sayarak muhatap alıyorsun…”

Ne var ki, bu hakaretçiler, tepki görmedikleri için şirretliklerini artırıyorlardı.

 

FEZA’YA ATARLAR

 

Bir adam meczup bir akıl hastası olur. Tımar haneye atarlar.

“Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu” söyleyen Dr.  Emin    Kılıç Kale    nasıl   bir meczuptur ki, tımarhaneye atalım??

Bizce tımarhane bîr akıl mektebidir. Böylelerini oraya atmak suç olur.

Bir türlü akıllanmak bilmeyen feza devri delilerini nereye atarlar biliyor musunuz??

Eğilin, kulağınıza söyleyelim:

– – Fezaya… (!)

Çimdik, 21.2.1962

 

Aynı tarihli gazetede bir tane daha:

 

AYNAROZ MU?..

 

Milliyetçi   Fransızlar domates   uluğuyla   kovaladıkları Paris’Ii Jan Pol Sartır’ın kurduğu mezhebin   adı EGZİSTANSİA’LÎZM, yani mevcudiyetçiliktir. Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR’ın   kurduğu mezhebin adı nedir?..

Jan Fol Sartır’cılar, sadece ‘elle tutulur, gözle görülür varlıklara inanır ve sadece günlerini gün etmek için yaşarlar.

Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR neye  inanır ve niçin yaşarlar?.,.

Jan Pol Sartır’cılar ASI GENÇLİK adı altında kız – erkek karmakarışık çılgınlıklar yapar ve tabii tesirlerden korunmak için MEŞİN CEKET giyerler.

Hemcinsleriyle çalışan Gaziantepli MEŞİN SAPKALILAR niçin MEŞİN “ŞAPKA giyerler?..

Eesiztansiyalizmim, iç yüzü dünyaca bilenen batıl bir mezheptir.

Acaba mevzii kalmış Gaziantep’!! MEŞİN ŞAPKALlLAR’ın ve mezheplerinin esrarı nedir?”…

Yoksa AYNAROZ MU?…

SIRDERZADE, 21.2.1962

 

Hoca’yı, bir kere daha uyardım darılmasını göze alarak. Ne var ki bu kez de:

“- Değmez!” dedi.

İnsanoğlunun böyle savunma mekanizmaları da vardır sorumluluktan kaçmak için… Ama biz sustukça onlar şirretliklerini artırıyorlardı.

Meşin Şapka giymemize takmalarının nedeni de sonra anladım. Gaziantep’te işçilere toplu sözleşme uyarınca meşin ceket, meşin şapka veriyorlardı.  Bilindiği gibi sendika ve sendikalı işçi dediğim zaman bunların aklına hemen komünistler geliyordu. Bizlerden dört kişinin meşin şapka giymesini de komünistliğimize yorumluyorlardı ve bu nedenle, modaya uyarak,  saldırıya geçiyorlardı. Yani böylece CHP’li olmamız,İnönü’yü savunmamız, meşin şapka giymemiz komünistliğimize yeterli kanıt oluyordu.

Bu röportaja karşın Hocamıza yapılan saldırıların nedeni olarak beni gösteriyorlardı. Oysa gericileri kızdıran Hocamızın röportajında “Türkiye’nin üç Allah’ı var” demesi ve o zaman sağcıların Cumhurbaşkanı adayı Prof. Dr.. Ali Fuat Başgil’e “alçaltırım, alçaltırım…” demesi ve milliyetçi ve mukaddesatçıların  kaldıramayacağı diğer sözleri söylemesiydi…

Hocamız hakkında bu tür ipe sapa gelmez, saçma sapan, edebî niteliği olmayan, ağır hakaretler ve seviyesiz küfürler içeren yazılardan daha çok var. Ne var ki bunları buraya aktarmayı yersiz görüyorum.  Merak edenler Gaziantep Yeni Ülkü gazetesi’nin  arşivindeki 1962 yılı 2.ve 3 ayı arşivine bakabilir… Ancak şurasını önemle belirteyim ki Hocamız bunlara yanıt vermediği gibi dava açmayı bile doğru bulmadı. “Yazsın dursunlar! Onlar benim nazarımda ölüdürler!” deyip dururdu…

X23

  1. REFİK DANIŞ DAYANAMIYOR

 

Aleyhimizde yapılan bu hakaret ve iftira yazıları üzerine CHP Gaziantep İl Yöneticilerinden Av. Refik Danış haber gönderdi. “Eğer isterseniz bu yayınları durdurabiliriz ve de bunları hem tazminata hem de para cezasına mahkum edebiliriz. Ancak bunun için bize vekalet vermeniz gerekir!” diye haber gönderdi.

Av. Refik Danış’ın bu isteği üzerine kendisine yazılan mektup aşağıdadır:

 

Sıra no 7.3.1962/33

Sayın Avukat

Bay Refik Danış Kardeşimize,

1- Gerici dediğimiz şu çağ dışı güruhun hakkımda çıkardıkları çok rezilâne dedikodular münasebetiyle göstermiş olduğunuz asil ve devrimci ilgiden dolayı teşekkürlerimi takdim görevimdir .

2- Bu gerici vatandaşlar o kadar zavallı bir haldedirler ki onlar: bir nevi (ruhî hasta) nazarıyla bakmakta psikoloji bakımından isabet vardır…*

3- Bunlara karşı dâva açmayı ve bu hususta zatıalinizi yormayı adeta bir zulüm olarak görüyorum. Yani bu güruh cezaya dahi lâyık değildir ( 27 Mayıs ihtilâlinin, bir nevi Centilmen ihtilâl oluşunu, eğer yanılmıyorsam, “bu düşünce tarzına bağlamak yerinde olur!…) Buna göre zinde kuvvetlere çok önemli ve karışık ödevler düşmektedir…”

Zatıalînizi ilgilendirir diye, dört nâme takdim ettim. Bunlardan Vali beyefendiye ve bazı partili arkadaşlarımıza da takdim edilmiştir…

Selâm ve muhabbetlerimle,

Dr. Emin Kılıç Kale, 7.3.1962

X24

SAVCILIK SALDIRILARI DURDURUYOR

 

Av. Refik DanIş’In bu ilgisi Hoca’yı memnun etmişti. Ne var ki iftiracılara dava açması  için vekalet vermemişti. Ama iftiracılar yayınlarını sürdürüyordu. Öylesine pervasızca sürdürüyorlardı ki buna Gaziantep Cumhuriyet Savcılığını bile dayanamamış ve yayını durdurmuş ve haklarında dava açmış. Biz bunu Yeni Ülkü’de çıkan aşağıdaki haberden öğreniyoruz.

İşte Yeni Ülkü gazetesinde çıkan haber:

 

“EMİN KILIÇ KALE HAKKINDAKİ İFŞAATI DURDURDUK.

 

Görülen lüzum üzerine ifşaatımıza bir müddet ara verdiğimizi sayın okuyucularımıza bildiririz. Yeni Ülkü, 3.3.1962.”

Muhakkak savcılık görülmekte olan bir dava bulunurken davanın konusu ile ilgili yayında bulunmayı ceza yasasına aykırı bulmuş olacak ki hakkımızda yayınlanan yazıları durdurmuş.

Bu yayınları yasaklamayı kafası almayan Yeni Ülkü yazarı manzum olarak soruyor:

“ESİNTİ:

 

NE DEMEK

-Ülkü’den bir soru-

 

Göz yüzün üzerine, kaş gözün üzerine,

Bağı dermekte gaye, hep üzüm üzerine,

Bes şunu anlamadık, bilen varsa söylesin:

Ne demek bu “görülen – bir lüzum üzerine!..

BAHÇECİ, 4.3.1962

X25

İFTİRACILARA DAVA AÇILIYOR

 

Savcılığın bu yasaklaması üzerine aleyhimizdeki yayınlar bıçak gibi kesildi.. Artık aleyhimizde bir tek sözcük olsun yayınlayamıyorlardı.

Aradan dört ay geçmişti ki Gaziantep Sabah gazetesinde bir haber. İşte, okuyalım:

 

“BİRGÜNDE 8 BASIN DAVASINA BAKILDI

 

SAVCI, YENİ ÜLKÜ SAHİP – SORUMLU MÜDÜR VE YAZARLARININ CEZALANDIRILMASINI İSTEDİ.

 

Dr. Emin Kılıç Kale’nin   davası

Bir süre önce Gazetemizde kendisi ile yaptığımız röportajdan ötürü, Dr. Emin Kılıç Kale hakkında Yeni Ükü gazetesinde yazılan “if­şaat” sebebi ile mahkemeye verilen Fehmi Anlar, Kemal Kalkan, İbrahim Küçükdağ, Nejdet Sevinç ve Bekir Kaynak’ın duruşmaları dün Toplu Basın mahkemesinde ya­pılmıştır.

Duruşmada savcı iddiasını okumuş ve sanıkların suçlarının sabit görüldüğünü bu sebeple cezalandırılmaları gerektiği söylemiş ve Basın Kanununun 16. maddesi delâletiyle 30. maddenin 4. ben­di ile cezalandırılmalarını    istemiştir.

Bu maddeye göre verilmesi istenen ceza 1 ay dan 6 aya kadar hapis, 1000 liradan 10.000 liraya kadar ağır para cezasıdır.

Duruşma, karar için  ileri bir güne bırakılmıştır.”

Gaziantep Basın Savcılığının dava açması üzerine Yeni Ülkü gazetesi yazarları ve bizim ajan provokatörlerin sesleri kesildi.

X26

GAZİANTEP AMERİKAN HASTANESİ

 

Küçüklüğümden beri Muhasebeciliğe hevesim vardı. Bu amaçla Kentimiz (Gaziantep) Ticaret Lisesinde açılan Muhasebe Kursuna devam ettim. Öğretmeniz de Ali İhsan Gereççi idi… Yeni öğretmen olmuştu. Uzun boylu, iri yarı, kırmızı tenli idealist bir gençti. Caddede yürüyüşüne dikkat ederdim. Hep yalnız gezerdi ve hayal aleminde idi… Anlaşılan düşündükleri vardı.

Bu kursa iki ay kadar devam ettim. Ne oldu, hangi engel çıktı bilmiyorum ama son günlerde kurstan tsan ayrıldım. Amerikan hastanesi muhasebeci arayınca bu gittiğim muhasebe kursuna güvenerek muhasebeden anlarım dedim…

Bu sırada Gaziantep Amerikan Hastanesinin muhasebecisi ayrılmış, Bir muhasebeci arıyorlarmış. Bizim Hoca’nın, Doktor olduğu için, Amerikan Hastanesi ile yakın teması vardı. Amerikan Hastanesi Müdürü Hoca’ya gelmiş.

– Bizim bir muhasebeciye ihtiyacımız var. Öğrencilerin arasında muhasebeden anlayan biri var mı?

Hocanın aklına hemen ben gelmişim. Böylece kendisinin yakınında olacaktım. Yazılarını kolaylıkla yazacaktım. Bu benim de işime geliyordu. Çünkü komünist zanlısı olarak çalıştığım ortamdan kurtulacaktım. Her ne kadar beraat etmişsem de iş arkadaşlarımın kuşkulu bakışları beni rahatsız ediyordu. Gerçi dava bitmiş ve ben beraat etmiştim; ama, yine de dairedeki arkadaşların bakışlarından rahatsız oluyordum.

Hocamız bana:

“Git, Amerikan Hastanesi Müdürü George Provaski ile görüş!” dedi.

Hemen George Provaski’nin yanına gittim. Beni sevecenlikle karşıladı.

“Çalıştığın yerde brüt ne kadar net ne kadar alırdın?” diye sormasın mı?..

Oysa ben brüt ne demek, net ne demek bilmiyordum ve kendime muhasebeci diyordum.

Bereket bozuntuya vermedim:

“Elime geçen miktar şu kadar?” diyerek durumu kurtardım. Aklıma  geldikçe hâlâ utanırım; net ile brüt’ün ne demek olduğunu bilememiş olmama…

George Provaski net ve brüt ayrımını bilememiş olmam üstünde pek durmadı.

“Git hemen işe başla!” dedi…

Bunun üzerine hemen Asım Ahi’nin yanına gittim.

“- İzin verirseniz ben ayrılacağım. Amerikan Hastanesine Muhasebeci olarak gireceğim…

İnşat Mühendisi Asım Ahi:

“- İşyerinin suyu mu çıktı. Niçin ayrılıyorsun?”

“- Orada elime daha çok para geçecek. Bu nedenle ayrılmak zorundayım…”

“- Daha çok para geçecekse eline, bulamam söyleyecek kelime…”

Bu konuşmadan sonra istifamı verdim. Kendilerinden bir de bonservis istedim. İşte verdikleri bonservis:

X27

BONSERVİSİM

 

Gaziantep İli

Bayındırlık Müdürlüğü

Milli Eğitim Tesisleri

İnşaat Bürosu

Sayı : 28/446

Adı, soyadı: Hayri Balta,

Baba adı: Mehmet

Doğ. Yeri, yılı: Gaziantep 1932

şi : Memur.

 

Yukarıda kimliği belirtilen fotoğrafı yapışık Hayri Balta; Müdürlüğümüze bağlı Okul Yaptırma Bürosunda sorum­lu yazman olarak üç yıl çalışmıştır.

İşlerini; işlerinin ağırlığına rağmen, disiplinli çalışmalarıyla aksatmadan yürütmüş, göstermiş olduğu becerikli tutumu ile kısa zamanda dikkati çek­miştir.

Çalışkanlığı, doğruluğu, özel ve iş hayatındaki ağır baş­lılığı, işine olan düşkünlüğü, iş arkadaşlarıyla geçimi, amirlerine karşı saygısı yüzünden haklı olarak takdirimizi kazanmıştır.

İşbu belge isteği üzerine verilmiştir. 31.12.1962

Milli Eğitim Müdürlüğü Yapı Teknik Elamanı      :

Müslüm Yeniay         : İmza

Bayındırlık Müdür Vekili Okul Yaptırma Bürosu Başkanı:

Asım Ahi, imza

Tasdik olunur. Milli Eğitim müdürü

Aziz Gözaçan

Mühür ve imza

31.10.1962

Bu bonservisi Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç okusun da görsünler; komünist, dinsiz diye iftira attıkları adamın aldığı bonservisi… Bir komünistte böyle bir bonservis verilir mi?

Hayatımı karartan bu adamlara ne desem az.. 10 işyerinden atıldım. 10 kadar ev değiştirmek, memleketim Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım. Tam otuz yıl polis tarafından izlendim.

Bilmem,  işledikleri günahın büyüklüğünü idrak edip de bir özür dileyebilirler mi? Nerede onlardaki bu basiret…Çünkü yazılmıştır:

“Onların kalpleri vardır; fakat onunla idrak etmezler. Gözleri vardır; lakin onunla göremezler. Kulakları vardır; amma onunla işitemezler…” (K. 7/179. 2/18, 171. 8/23. 22/46. ve ayrıca bakınız: Tevrat, İşaya. 6/9-10. İncil Matta. 13/13-14)

X28

GAZİLİĞİN KANITLANMASI

 

Amerikan Hastanesinde ilk şaşkınlığım çalışma saatlerini öğrenince oldu. Meğer Amerikan Hastanesi sabah 7’de işbaşı yaparmış taa akşam 17’ye kadar. Oysa Milli Eğitim Müdürlüğünde saat 9’da işbaşı yapardık taa 17’ye kadar…

İşbaşı saat dokuz olunca sabahları bana bol bol kitap okuma ve ders çalışmak için zaman kalırdı. Sabahları Hükümet konağa karşısında yazlık kahvede; kışın da kışlık Maarif kahvesinde oturarak rahat rahat dersime çalışır ve kitaplarımı, gazetelerimi okurdum. Burada saat 7’de işbaşı yapma zorunluluğunu duyunca Milli Eğitim Müdürlüğünden ayrıldığıma pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.

Artık işe yetişmek için sabahın 5’işinde ve en geç 6’ısında kalkmak zorunda idim. Ailecek kahvaltı yapmayı severdim ve bu da bir saat vaktimizi alırdı. Artık sabahları gazete, dergi ve kitap okumak bana haram olmuştu. Kahvaltıyı yapar yapmaz işe koşuyordum. Saat 7’de işbaşı yapıyordum.

Bu erken işe başlama koşulu daha ilk günden itibaren beni pişmanlığa boğmuştu ve bu pişmanlığı Amerikan Hastanesinde çalıştığım sürece yaşadım.

Sat 7’de işbaşı yapmak için en geç altıda kalkmak gerekiyordu. Bir saat içinde sabah kahvaltısını yapıp ancak işe yetişebiliyordum. Bu durumda sabahları gazete bile alamıyordum. Günlük gazetelerimi Hastanenin çarşı alışverişini yapan Mehmet Ağa öğleye doğru getirebiliyordu. Gelen gazetelerime şöyle bir göz atma olanağı bile bulamıyordum. Çünkü oturduğum masanın arkasındaki pencere koridora açılırdı. Bu koridordan da Amerikalı müdür ve hemşireler olur olmaz saatlerde lojmanlarına gidip gelirlerdi. Eğer elime gazete, dergi alıp da  şöyle başlıklarına bir göz atsam adımız “Çalışma saatinde gazete, dergi okuyor…” olacaktı.

Antep savaşında savaştıklarını kanıtlamak isteyen gaziler savaşa katıldıklarını iki kaynaktan kanıtlayabiliyorlardı.

Bir CHP il merkezinde bulunan defterden,

Bir de Amerikan hastanesindeki defterden.

Gaziantep CHP İl Başkanlığındaki defter Abdurrahman Öngel’de idi. O başvuranın adını eski yazı bilen birine okutur; defterde adı çıkanlara “Defterimizde adı var!..” diye onaylı bir belge verilirdi.

Antep savaşında Fransızlara karşı çarpışan çete mensupları savaştıklarını ve bu savaşta yaralandıklarını kanıtlamak için Hastaneye başvururlardı. Antep savaşı sırasında kenti bulunan tek hastane Amerikan hastanesi olduğu için Fransızlara karşı savaşta yaralananlar bu hastaneye yatırılırlarmış.

Yaralanıp hastanede yatanlar ise Amerikan hastanesine gelirdi. Hastanedeki defter de Hastane İdare Müdürü Abdullah Sinek adlı arkadaşta bulunurdu. O da kendisindeki deftere bakarak hastanede kaç gün yaralı kaldığını belgelerdi…

Bizim savaşa katılan malul gazilerimizin yıllarca sonra böyle melül mahzun savaştıklarını kanıtlama çabaları gözlerimin önünden gitmezdi…

X29

HIRSIZ VAR!

 

Hastanenin ambar memuru  bizim Hoca’nın eşi Hatice hanımdı. Bütün kapalı kapının anahtarları kendisinde idi ve bu anahtarları özenle cebinde taşırdı. Hastaneye ait malzemeden, erzaktan kimseye zırnık koklatmazdı.

Hatice hanım bir gün sızlanmaya başladı. “Hastanenin ambarında bir hırsız var…” İlkin bu sızıntılar Hatice hanımın kuşkuculuğuna ve işgüzarlığına bağlandı. Ne var ki Hatice hanım haftada bir sızlanıyordu. “Ambarda hırsız var. Yağ tenekelerini saydım çıktım. Bir de baktım bir tanesi EKSİK!..”

Demek ki bir teneke yağ çalınmış. Bir başka gün gelir domates, biber salçası bulunan hazır konserve kutulardan birinin çalındığını ileri sürerdi.

Hırsız yüzünden Hatice hanım ne yapacağını şaşırmıştı. Bir gün ambarın anahtarını içerde unutmuş ve kapıyı çekip çıkınca anahtarlar içeride kalmış. Öğle üzeri hastalar ve hemşireler için yemek pişmesi gerek. Zaman dar, bütün hastane personelinde bir telaş…

Yemek zamanında yetişmezse hastalara ve yemeğini hastaneden yiyen hemşirelere nasıl haber anlatılacak. Hastanede bir telaş, bir telaş ki sorma gitsin.

Hastanenin kara kuru, zayıf kısa boylu bir bahçıvanı vardı. Çalıştığım odanın penceresinden bahçede kendisini, sessiz sedasız çalışırken görürdüm…Kimi zaman çiçekleri çapalardı, kimi zaman ise çiçekleri sulardı.

İşte bizim bu bahçıvanın işgüzarlığı tutmuş. Marifetini göstermek için olsa gerek “Durun ben açarım!” demiş. Hatice hanım ve hastane müdürü:

“Nasıl olacak bu iş!” demişler.

Bahçıvanımız övünerek:

“Nasıl olacağını görürsünüz şimdi!” demiş. Müdür ve Hatice hanımın meraklı bakışları arasında ambarın bahçeye açılan penceresinin demir parmaklıkları arasından süzülüp içeri girmiş ve ambarın kapısını açmış…

Bu durumu gören Müdür ile Hatice hanım birbirine bakışmışlar. Demek ki ambara giren hırsız bu!

Hemen bizim bahçıvana :

“Bizimle İdareye kadar gelebilir misin?” demeleri üzerine bizim bahçıvanda şafak atmış ama iş işten geçmiş.

İdarede bahçıvan efendi “Evet demiş birkaç kere girip teneke teneke yağ ve kutu kutu salçalar aldım! Bir daha yapmam!” demiş ama bizim bahçıvana yol görünmüş.

X30

Dr. NUTE GELİYOR

 

Amerikan Hastanesinde ilk girdiğimde dikkatimi çeken bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim.

Dr. Nute  Hastanede çalışan Amerikalı doktorlardan. Ben çalışmaya başladığımda görev süresi dolmuş ve Amerika’ya gitmiş.

Bu doktor Hastanede çok çalışmış, bizimkilerle içli dışlı olmuş. Bizim yerli çalışanlardan hangisi ağzını açsa “Dr. Nute’nin hali başkaydı!..” diyor ve öve öve bitiremiyor.

Hem insanî yönünü övüyorlar hem de doktorluğunu. Demek ki bizimkilerin gönlünde yer etmiş…

Bir gün bir söylenti yayıldı hastanede: “Dr. Nute gelecekmiş!”

Bizimkilerde bir sevinç, bir sevinç, sorma gitsin…

Dr. Nute’nin geleceği herkese muştulandı. Dr. Nute’ye çok yakın olanlar getireceği armağanları bile hayal etmeye başladı. Kolay mı Amerika’dan geliyor. Gelirken de çok sevdikleri için eli boş gelmez ya…

Bu söylenti ve sevinç epey sürdü. Anlaşılan bizimkilerin ilgileneceği başka bir konu yok.

Derken bir gün Dr. Nute’nin geldiği söylendi. Gelmiş ve Hastanenin lojmanlarında kalıyormuş.

Gözler lojmanların kapısında. Lojmandan çıkıp gelecek hastanede çalışanlarının halini hatırını soracak, Amerika’dan getirdi hediyelerden verecek. Böylece bizim; aşçıların, hastabakıcıların, hemşirelerin ve diğer personelin gönlünü alacak…

Bir hafta kadar beklendi. Dr. Nute’den ses seda çıkmadı. Lojmanın kapısından çıkıp gelmedi. Hastanede bir sessizlik, bir sessizlik. Bu Dr. Nute, hastanenin lojmanından çıkıp da niçin hastaneye gelmedi…

Sonradan öğrendik ki Dr. Nute gelmiş de, gitmiş de…

Dr. Nute gelmiş, lojmanda bir gün kalmış. Hastaneye bile geçmemiş. Yalnız bu Dr. Nute’nin bir köpeği varmış; Amerika’ya giderken köpeğini  alıp  götürememiş, hastanede bırakmış.

Dr. Nute, çalıştığı misyoner şirketi Beyrut’ta bir görev vermiş. O da Beyrut’a giderken Gaziantep Amerikan hastanesinde kalan köpeğini “Calli’yi görüp seveyim!” demiş… Lojmanın bahçesinde “Cali”siyle oynaşmış durmuş… Sonra da  Beyrut’a uçmuş.

İşte sana bir misyoner; köpeğini sever, fakat yıllarca kendisi ile birlikte çalışan Türk ve dört gözle yolunu gözleyen Türkleri görmeden Beyrut’a geçer…

X31

ERMENİ LEYLA

 

Hastanede çalışan ermeni kökenli hemşireler ve hastabakıcılar da vardı. Bunlardan biri Hastabakıcı Leyla hanımdı Orta boylu, etine dolgun, esmer bir bayandı. 50 yaşlarında vardı. Hastanenin lojmanında kalırdı. Hastane içinde sessiz sedasız dolaşır dururdu.

Yalnız bir huyu vardı ve bu da benim dikkatimi çekerdi. Özellikle hastanede çalışan Türk işçileri ile karşılaştığında gülümseyerek okşarcasına onların yüzüne hafifçe bir tokat atardı. Sözde böylece şakalaşarak sevgi gösterisinde bulunurdu.

Döndü dolaştı, bir gün benimle karşılaştı. Yolumu kesti, önümde durdu ve bana da vurmaya kalkıştı. Elini havada yakaladım. “Bana vuramazsın, bir daha bana vurmaya kalkışırsan ben sana vururum ve sen de bir daha yerden kalkamazsın!” deyince neye uğradığını şaşırdı. Hiç beklemiyordu kendisine böyle davranacağımı ve bir daha da benimle konuşmadı. Konuşmadı ama bu olaydan sonra bir daha kimsenin yüzüne okşayarak vurduğunu görmedim.

X32

HOCAYA ŞİKAYET

 

Hastanede Ermeni kökenli birkaç da hemşire vardı. Bunlar da Leyla Hanım gibi hastanenin lojmanında kalırlardı. Adlarını unutmadıklarımdan biri Sabiha ve bire de Necla hanımdı. Sabiha hanımın bir de Behiye adlı küçük kardeşi vardı ve o da hemşirelik yapardı. Bu iki kardeş hemşire sonraları İstanbul Samatya’daki Ermeni hastanesine gittiler.

Bu Ermeni kökenli hemşirelerden birinin adı da Necla idi. Necla da orta boylu, kumral tenli, sarı kıvrım saçlı, mavi gözlü idi. Hepsinden çok gözleri ilgimi çekerdi. Hiç üzgün gördüğüm olmadı; daima neşeli idi ve gülümseyerek gezerdi…

Kendisi ile ilgilendiğimi bilirdi ve buna da sevinirdi. İlgimiz ve ilişkimiz daha öteye gitmedi. Ancak karşılaştığımızda sevecen bakışlarla selamlaşırdık; bu da bize yeterdi…

O yıllarda Halkevi Kültür Kolu Başkanı idim. Başkanımız Ali Nadi Ünlerdi. Tiyatro ve Halk Türküleri  çalışmaları benim yönetiminde yapılırdı. Halkevi Yönetim Kurulu 24 Temmuz 1923’te yapılan Lozan Barış antlaşmasını yıldönümünü kutlama kararı aldı. Kutlama, Çocuk Esirgeme Kurumunun Bahçesinde yapılacaktı.

Ali Nadi Bey bizlere:

“Eş dost neyiniz varsa getirebilirsiniz. İşte size bol bol davetiye!” dedi.

Biz Emin Kılıç Kale’nin öğrencileri bu kutlamaya toplu halde katıldık. Aramızda yalnız Hocamız Dr. Emin Kılıç Kale yoktu ve zaten o böyle toplantılara katılmayı da sevmezdi; ne var ki, bu kutlamaya toplu halde katılmamızı önerdi.

Ben de elimdeki davetiyelerden Amerikan hastanesi çalışanlarına da verdim. Bu kutlamaya Amerikan Hastanesinde çalışan kimi hemşireler de katıldı. Katılanlar arasında yeşil gözlü Necla Hemşire de vardı.

Kutlamada Halkevi Müzik kolundan olan gençler müzik gösterileri yaptılar. Halk türküleri okudular. Canı çeken kalkıp oynadı, halay sekti.

Kutlamada caz müziği de vardı. Bir ara dans müziği çalmaya başladı. Ben eşim ve çocuklarımla bir arada oturuyordum. Bir ara karşımızda oturan Necla hemşire ile göz göze geldim. Bana, bakışlarıyla: “Ne duruyorsun, beni dansa kaldırsana!” der gibi idi. Hemen kalktım, Necla hemşirenin yanına gittim. “Bu dansı bana lütfeder misin?” dedim. Hiç düşünmeden kucağıma atladı.

Pistin ortasında Necla hemşire ile sarma dolaş dans ediyorduk. Ben ilk defa dans ediyordum. Bereket falso yapmadım. Necla hanım beni çekip çeviriyordu… Bir falso yapmamı önlüyordu.

Ne var ki bizim bu dansımız Emin Kılıç Kale öğrencilerinin hoşuna gitmemiş. Birkaç gün sonra Derste beni hocaya şikayet ettiler. “Yazman elin kızını dansa davet etti. Kalkıp dans ettiler…” deyince Hoca biraz düşündü ve:

“Dans etmenin neresi ayıp! Siz de birini ayarlayıp dansa kaldırsaydınız! Elinizden tutan mı vardı? Elinden gelene yara helal olsun!” diyerek bana sahip çıktı.

X33

NOEL GECESİ

 

Hastanede bütün çalışanlarca sayılıp seviliyordum. Yıl sonuna doğru hastane müdürü odama girdi.

– Sen yazarmışsın… Noel gecesi için bir oyun yazıp sahneye koyabilir misin!” dedi.

İstediğim fırsat doğmuştu. Çünkü daktilo makinesi önümde olduğu halde kendime bir saniye olsun zaman ayıramıyordum. Ancak çalışma saati bitince kendi işlerime bakabiliyordum.

Yazma duygusu içimden dolup dolup geldiği halde “Çalışma saatinde kendi işi ile meşgul oluyor…” derler korkusu ile yazamıyordum.

Yılbaşına on beş gün vardı.  Noel Gecesine 15 gün kala müdür benden oyun yazmamı ve sahneye koymamı istiyordu. On beş gün içinde hem oyunu yaz, hem de oyunu yönet biraz zor olmayacak mıydı?..

– Zaman çok kısa ama ulaştırmaya çalışacağım!.. dedim.

Müdür  çok sevinmişti yılbaşı gecesini hazırlayacak olmama…

Hemen oyunu yazmaya başladım. Hem hastanenin işini yapıyordum, hem de oyun yazıyordum. İki gün içinde oyun bitti.

Oyunun adı Sakar Ali idi. Gaziantep’in folklorik özelliğini bir ciğerci dükkanındaki olaylara dayanarak anlatıyordum. Oyunu, oyundaki kişi sayısınca teksir makinesinde çoğalttım.

Bu teksir makinesinin nasıl yapılacağını da Şaban Solmaz Öğretmen, ki bu da öğrencilerimizdendi,  öğretmişti bana… Hocam Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarını kendi yaptığım teksir makinesi ile çoğaltıp öğrencilere dağıtıyordum.

Hastanenin konferans salonunu bize vermişlerdi. Noel Gecesini hazırlamaya başladık. Çalışma saati bitince her gün provalara başlıyorduk. İşçiler ilk olarak böyle bir geceye katılacaklardı. Birlikte halk oyunları oynayacaktık. Tiyatro oyununda rol alacaktık.

Kenar mahallelerden bir davulcu ile bir zurnacı getirttik. Onlar bize Gaziantep yöresel halk oyunlarını nasıl oynayacağımızı öğretiyorlardı. Davul zurna eşliğinde Gaziantep’in yöresel oyunlarını çok çabuk öğrendik.

Hemşireler içinde güzel sesli olanlar da varmış. Onlar içinde bir halk müziği topluluğu oluşturduk. Boyacıbaşı dediğimiz Fazıl Muhsinoğlu, ki bu da bizim öğrencilerdendi,  hastanede yemekhanede aşçı olarak çalışıyordu. Onun zaten Halkevi’nde Halk Türküleri ekibi vardı.  Klasik Türk Musikisini de Emin Kılıç Kale öğrencilerinden ayarladık. Her iki ekipte ritim tutmak bana düşmüştü. Zilli tef çalıyordum.

Yaptığımız çalışmalar sonucu oyunu da hazır duruma getirdik. Hastanede çalışan işçi, hemşire, doktor yılbaşı gecesi salonu doldurmuştu. O gece güzel bir yılbaşı gecesi düzenlemiştik… Aşçısından bahçıvanına oyunda rol aldık. Türküler söyledik, halay sektik oynadık, zıpladık….

Oynadığımız oyun seyircileri gülmekten kırıp geçirmişti. Oyun sonunda bir alkış bir alkış sorma gitsin…

Oyunun sonunda müdür hepimizi kutladı ve bana dönerek:

“- Önümüzdeki yıl da böyle bir gece yapsak iyi olacak! Aklında olsun..” dedi. Çünkü kendisi de gecenin açılış konuşmasını yapmıştı. Kendisine biçilen bu rol de hoşuna gitmişti anlaşılan.

Ertesi yıl da Noel Gecesi düzenlemiştik. Elbette yeni Noel Gecesi için yeni oyun gerekecekti.

Tuttum bu kez de “Şaşkın Başkan” adlı bir oyun yazdım. Bu oyunda da kendini beğenmiş bir doktorun hastalarla ilişkisini yine folklorik olarak anlatıyordum.

Bu arada ben aynı zamanda Gaziantep Halkevi’nin Tiyatro ve Kültür Kolunun başkanlığını yapıyordum. Orada da sahneye oyunlar koyuyorduk. Cabir Tekin, Mustafa Bakkaloğlu benden önceki Halkevi tiyatro kolunu yönetiyorlardı. Ne var ki o zaman ki Gaziantep Valisi Salih Tanyeri’nin isteği ile Halkevini canlandırmakla görevlendirilince bu iki arkadaş Halkevi tiyatro çalışmalarını bıraktı. Oysa  tiyatro konusunda çok usta idiler. Benim ise tiyatro konusunda hiçbir ön çalışmam yoktu. Buna karşın hem rejisörlük yapıyordum hem de oynuyordum. Oyuncularımız arasında da Ekrem Erkek. Vahittin Bozgeyik, Süleyman Karakuş ve birçok genç vardı. Daha çok da Cahit Atay’ın oyunlarını oynuyorduk. Elbette bu arada benim yazdığım Sakar Ali ile Şaşkın başkanı da sahneledik… Bu oyunlardan birinde başrolde oynayan Süleyman Karakuş, oyunda rol alan Vahittin Bozgeyik’e, rol gereği, öyle bir tekme attı ki az daha Vahittin Bozgeyik’in kaburga kemiklerini kırarak öldürecekti.

Burada bir anımı da anlatmadan geçemeyeceğim. Halkevinde düzenlediğimiz bir geceye Gaziantep Valisi Salih Tanyeri de gelmişti. En önde Başkanımız Ali Nadi Ünler ile birlikte oturuyordu. Serde atılganlık var ya. Geceye başlamadan önce perdeyi aralayarak sahneye çıktım. Gaziantep Valisi ve Ali Nadi Ünler bir metre önümde oturuyorlardı. Ben de el kol hareketleri ile Türk diline önem verilmesi konusunda bir konuşma yaptım. Ben konuşma yaparken Valinin, Ali Nadi Ünler’in kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadığını gördüm.

Gece bittikten ve vali gittikten sonra Ali Nadi Ünlere sordum:

– Başkan, Gaziantep Valisi kulağına eğilerek ne dedi?

– Canın sıkılmazsa söyleyeyim:

– Sıkılmaz! Söyle…

– Hayri Balta dedikleri buysa hiçbir şey değil!

Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın daha iyi derler ya… Gaziantep valisinin bu sözü kulağıma küpe oldu. Bir daha toplum karşısında ön hazırlık yapmadan çıkmadım. . Anlaşılan şu ki Gaziantep Emniyeti; beni, olduğumdan daha nitelikli ve kültürlü biri olarak göstermiş.  Gaziantep valisi de konuşmalarımdan cahil olduğumu anlayınca hayal kırıklığına uğramış…

X34

KÖYLERDE TİYATRO

 

Şimdi benim gibi cahil bir adamın başına gelene bakınız. Hani dedik ya iki oyun yazdık ve bu oyunları da Amerikan Hastanesinin Noel gecesinde oynadık…

Bu iki oyunu da Halkevi’nde arka arkaya oynamaya karar verdik. Verdik ama öyle canın istediği zaman oynatamazsın. Bunun için Vilayet’ten olur almalısın. Ne bileyim ben usul öyle imiş.

Neyse, Halkevi olarak başvurumuzu yaptık. İki oyunun da yazılısını istediler bizden. Ayrıca bizim Halkevi de kendiliğinden inceleme başlattı. Bilirkişi olarak Cemil Cahit Güzelbey’i seçtiler.

Bizim iki oyun da hem Vilayetçe hem de Halkevi’nce incelemeye alındı. Bekle ki bilirkişilerden izin çıksın… Buna karşın Halkevi Tiyatro kolu oyuncularınca provalara başladık. Biliyordum ki sonuç olumlu gelecek.

Sanki ben başıma gelecekleri bilmişçesine dikkatli davranmışım. Kaldı ki yazdığım oyunun hiçbir ideolojik yönü de yok. Edebî değeri olmayan bir perdelik sıradan oyunlar.

O zaman anladım ki devlet halkından korkuyor. Ayrıca anladım ki herkes de birbirinden korkuyor. Bu korku nedeniyle herkes birbirinin sansürcüsü oluyor. Aman onun yüzünden başımıza bir iş gelmesin diye…

Sonradan bu korkuyu ve korku yüzünden gazetecilerin sansürcülüğü ile de karşılaştım. Gazetenin bir okuru gazeteye telefon ediyor: “Bu adama yazdırırsanız, aboneliğimi bitiririm ve bir daha da abone olmam!” deyince bizim patronun etekleri tutuşuyor ve hemen bizim yazılar çekiliyor.

Bir keresinde 2000 yıllarından Gaziantep 27’de yazıyorduk. Ben ve eniştem Güner Samlı.

Gaziantep valisi Muammer Güler gazetenin patronuna telefon etmiş. Benden ve Güner Samlı’dan söz ederek: “Ne o, sol bir parti mi kuracaksın?” demiş… Demek ki bizim yazılarla Vali bile ilgileniyor.

Valinin ilgilenmesine ilişkin bir kısa anı daha. 1969 yılında Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum. Bir gün Ali Nadi Bey beni çağırdı. “Hayri bey, dedi. Vali Bey bana söyledi. Kurtuluş’ta yazmasın… Başına bir iş getirecekler…”

Şu hale bakın… O zaman öğrenim durumum da ortaokul 1’den terk… O zamanlar da adı solcuya çıkanlar bir kurşunla ortadan kaldırılıyordu. Dönem böyle bir dönemdi. Mecburen yazılarımıza çektik.

İşte böyle Gaziantep’te gibi bir yerde okuyucuların ve vilayetin baskısı nedeniyle; yazmadığım gazete kalmadı hemen hemen… Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın derler ya tam o hesap.

Oysa ben Gaziantep’in hemen hemen 10 yerel gazetesinde 48 yıldan bu yana yazarım ve bir yazım için de ne cezai ve ne de hukuksal bir davası ile karşılaşmadım. Ama patronların, okuyucuların ve de vilayetin  sansürcülüğü yüzünden zaman zaman yazılarım kesilip durdu.

Neyse konumuza dönelim sonunca Vilayet’çe ve Halkevi tarafından yapılan inceleme bitti.  Sorun yok…Biz provaları daha önceden yaptığımız için oyuna hazırdık.

Perdelerimizi haftada bir açıyorduk. Bir hafta Sakar Ali’yi ve bir hafta da Şaşkın Başkan’ın oynayarak Halkevi’ni şenlendiriyorduk.

Ayrıca bu oyunları köylere de götürüyorduk. Gidip oynadığımız köyler hatırımda kaldığına göre Karabük, Karacaburç ve Nurgana köyleri idi. Oyuncular ve aileleri olarak  bir otobüse sığmadığımız için iki otobüs dolusu köylerin yolunu tutardık. Köylüler tarafından ilgi ile karşılanırdık. Bir kaynaşma yaratırdık.

Ne var ki bizim bu etkinliklerimiz başta MİT’in ve Vilayetin ilgisini çekmiş olacak ki bizi Halkevi’nden uzaklaştırdılar. Cemal Aslan diye bir öğretmeni Halkevi’nin başına getirdiler. Bir daha Halkevi’ndeki o etkinlikleri ara ki bulasın…

X35

BAŞKAN DEDİĞİN DE BÖYLE OLMALI!..

 

Öğretmen Cemal Aslan ilginç bir tipti. Kendisi de eşi de sınıf öğretmeni idi. Eşi, Akyol ilkokulunda öğretmenlik yapardı ve benim iki büyük kızım Elçin ve Gülçin’in öğretmeni idi…

Cemal Aslan bizim Halkevi’ne başkan oldu. Amacı Halkevi’nin yaşatmak, geliştirmek değil de; tersine ekinliklerine son vermekmiş… Biz bunu sonradan anladık ama iş işten geçmişti. Kaldı ki bizim de yapacak bir şeyimiz de yoktu. Çünkü emir büyük yerden gelmişti.

Cemal Aslan’dan önce Gaziantep Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünlerdi. Ali Nadi Ünler’i, olayı tezgahlayanlar şöyle aldattı: “Sen yaşlısın, koşturup duramıyorsun. Senin yerine Başkan olarak Cemal Aslan’ı seçelim. Seni de Başkan vekili olarak görevlendirelim. Sen, deneyimlerinle ona ne yapması gerektiğini söylersin; o da genç olduğu için koşuşturup durur…” Böylece Cemal aslan Halkevi başkanı oldu.

Yıl 1969’du… Ben o zamanlar Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum… Gençliğin verdiği heyecanla ve de o günün moda siyaseti gereğince ateşli yazılar yazıyordum. Bu Cemal Aslan da cadde de her karşılaşmamızda; “Yav! Hayri Bey, sen ne güzel yazılar yazıyorsun. Zevkle okuyorum. Devam devam!” diyerek beni dolduruşa getiriyordu!..

Böylece benimle aynı düşüncede olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama bizim Halkçı çizgimizin dışında olduğunu şu olay vesilesiyle anladık. Başkan dediğin de böyle olur hani!…

Yeni seçimle beni Halkevi Tiyatro ve Kültür Kolu Başkanlığından uzaklaştırmışlardı. Ama ekip benim ekibimdi. İşte bu tiyatro ekibi bir etkinlik düzenlemeye karar vermiş… Halk ozanlarından şiirler okunacakmış Halk Türküleri Korusu da saz çalıp türküler okuyacakmış…tBu etkinliklerinin programını teksir makinesi ile çoğaltmışlar. O zamanlar daha fotokopi makinesi çıkmamıştı. Etkinlik tarihinden bir gün önce de dağıtmaya başlamışlar.

Elbette bu etkinlik Halkevi Yönetim Kurulundan ve de Başkandan habersiz olamazdı. Onların oluru ile yapılacak bu etkinlik de bizden sonraki ekibin ilk etkinliği olacaktı.

Akşama yapılacak bu etkinliğin programını eline alan Başkan doğru Vilayet’e ve de Emniyet 1. Şubeye… “Amanın, haberiniz olsun… Halkevindeki eskiden kalma solcular etkinlik yapacaklar!..”

Halkevi Başkanı bununla da yetinmemiş… Gaziantep’te ne kadar sağcı gazete varsa hepsini tek tek dolaşmış; “Solcular etkinlik yapacak. İşte programları. Nasıl bilirseniz öyle yapın!”

Etkinlik akşama olacak. Gazeteler büyük bir haber yakalamışlar gibi etkinliği gazetelerine haber olarak girmişler ve baskıya vermişler. Hem de yapılmayan geceyi izlemişler gibi  yorumlarda bulunarak…

Ne var ki etkinliğe bir saat kala Gaziantep Valiliğinden gönderilen sivil polisler “Valilikçe etkinliğe izin verilmediğini” bildirerek o geceki etkinliği durdurmuşlar. Elbette Valiliğin izin vermemesi üzerine ne oyun oynanmış ne de sazlar çalınıp türküler söylenmiş…

Ertesi gün sağcı gazetelerde çıkan haber: “Solcular halkımızın  mukaddesatı ile oynuyorlar. Milliyetçi ve mukaddesatçı halkımızı  zehirlemeye devam ediyorlar!”

Tam bir provokasyon… Ver amcanın kafası tutsun, pamuk yansın keyif olsun!…

Ertesi gün; yapılmamış bu etkinliği yapılmış gibi gösteren gazeteler  bozum oldular mı bilmem ama bizim taraftakiler sağcı gazetecilerin düştüğü bu gülünç durumu dillerine doladılar.

Ertesi gün, Fevzi Günenç, “Yapılmamış geceyi yapılmış gibi gösterdiler!” diye büyük puntolarla Kurtuluş gazetesinde açıkladı. İptal edilmiş etkinliği yapılmış gibi gösteren gazetecilerin yalan haberlerini yüzlerine vurdu.

İşte böyle gençler… Geçmişte ne provokasyonlar yapıldı. Bağımsızlık ve halkın refah seviyesini yükseltmek isteyen biz solcular hakkında. Nerede adı solcuya çıkmış olanlar varsa ya hapislerden geçirildi, ya da kurşunlardan.

Cemal Aslan gibi Başkanlar da bir başka boyutta yer aldı bu olaylarda.

Yaptılar da ne oldu… Getirip ülkeyi mafyaya, tarikatlara, cemaatlara, soygunculara, vurgunculara teslim ettiler…

Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!..

X36

BABANIN YANINDA YER ÇOKMUŞ

AMA BENİM İÇİN YER YOKMUŞ

 

Amerikan hastanesinde çalışıyorum. Muhasebe işlerine bakıyorum. Bir gün baktım içeri Dr. Nute girdi. Şaştım kaldım, bu adam bana selam bile vermezdi, ne oldu da birdenbire büroma girdi.

“Hayri Bey!” dedi “Sen, İncil ve Hıristiyanlık hakkında araştırma yapıyormuşsun. Bu konuda bilgin varmış. Bu hafta Kilisemizde sana konuşma öneriyoruz. Pazar ayinimizde bulunup konuşma yapar mısın?”

Yaşamında camiye kiliseye gitmemiş bir adam nasıl olur da kilise’de vaaz verir anlamadım.  Şaştım, kaldım…

“Olur, olur ama, görüşlerim, sizlerinki ile bağdaşmaz. Korkarım ki benim konuşmalarımı beğenmezsiniz…

Biraz düşündü, yüzüme baktı.

“Olsun!” dedi  “Babanın yanında yer çoktur. Sana da bir yer buluruz elbet!”

Bana İncil’den bir ayet okuyordu ve “aramızda sana da yer var!” demek istiyordu.

“Olur.” Dedim “Bir deneyelim bakalım…”

“Hangi gün olsun istersin. Hazırlanmak için kaç hafta gerek!”

“Önümüzdeki Pazar… Siz bana saatini söyleyin yeter…”

Pazar günü çabuk gelip çattı. Bak şu Allah’ın işine, benim gibi bir adam kilisede vaaz verecek…

Adımız, kimilerinin yanında çıkmış ya dinsize, ya komünistte… Merak ediyorlardır , bu adam ne söyleyecek bu cemaate…

Çıktım kürsüye, Baba’dan, oğlu İsa’dan söz edeceğime sözü getirdim Şeytan’a, İblis’e…

Dedim:

“Şeytan da, Melek de insanın içinde. Bunlar içimizdedir. Melek olumlu duygu ve düşüncelerimizi; şeytan ise olumsuz duygu ve düşüncelerimizi simgeler… Olumlu duygularımıza uyarsak Tanrı’nın yolunda sayılır; öyle ki giderek Tanrı’nın oğlu kızı oluruz; olumsuz duygularımıza uyarsak Şeytan’ın yolunda sayılır, Şeytanın oğlu kızı oluruz…”

“İtirazı olan var mı?” diye  sordum bir ara; baktım kimseden ses seda yok, devam ettim konuşmama…

Sonra sözü getirdim İsa’nın dağda şeytan tarafından denenmesine. Orada Şeytan, İsa’ya: “Hadi” diyor “Allah’ın seni koruyacaksa, at kendini şu dağdan da görelim Allah seni nasıl kurtaracak…” İsa’da şeytanın bu önerisine öfkelenerek: “Çekil ya şeytan Rab Allah’ı denemeyeceksin…”

Hepsi sözü nereye bağlayacağımı merak ediyordu. “Burada” dedim “Şeytan dediği insanın iç benliği…” “İsa, iç benliği ile konuşuyor…. İçindeki kuşkuları gidermeye çalışıyor. Şeytan dediği İsa’nın içinden geçen kuşkuya dayanan düşünceleridir. Yoksa öyle sanıldığı İnsanın dışında, İsa’nın dışında Bir Allah olmadığı  gibi Şeytan da yoktur. Ne varsa insanın kendi ruhsal dünyasında vardır…”

Bu sözlerim üzerine cemaatte bir kıpırdanma oldu. Anladım ki vakit tamam…

Vaazımı kısa keserek kürsüden indim. Çoğu göstermelik de olsa beni kutladılar ama ben biliyordum ki vaazım hoşlarına gitmemişti ve ben inandıklarının tam tersi sözler söylemiştim.

Tam kapıdan çıkarken güzel bir bayan önüme bir kutu tuttu kumbara gibi deliği olan:

“Allah’ın evi için lütfen bir yardımda bulununuz!”

Güzel bir bayanı reddetmek kolay değil ya. Onun için genç ve güzel kadınları görevlendiriyorlar insanları yolmak için…

Dedim: “Allah’ın, benim yardımıma ihtiyacı yok. Allah evini nereye yapacağını bilir. Allah’ın evi insanın yüreğidir…”

Genç ve güzel kadın neye uğradığını şaşırdı. “Böyle de vaiz mi olur!” demiştir muhakkak içinden…

Dr. Nute, sonradan bir daha yanıma uğramadı. Anladım ki “babanın yanında bana yer yokmuş…”

Bir daha da bana kimse bana vaizlik önerisinde bulunmadı.

X37

VAY SEN MİSİN SENDİKALI OLAN…

 

Gaziantep Amerikan Hastanesinde; ambar görevlisi, aşçı, bahçıvan, kaloriferci, kapıcı, marangoz, temizlikçi, terzi, ütücü… En az 15, 20 kişi kadar. Ben de muhasebeci olarak çalışıyordum ama işçi sayılırdım.

Bir de baktım marangoz ustası ile kaloriferci odama girdi…

“ Hayri bey biz sendikalı olacağız? Ne dersiniz!” dediler.

Ben de:

“Sendikalı olmak bir işçinin en doğal hakkıdır. İşçi dediğin sendikalı olmalıdır. Hemen sendikaya kaydınızı yaptırın!” dedim.

Sevindiler…

“- Sen de sendikaya kaydını yaptırırsan, hemen oluruz!” dediler.

Adım solcuya çıkmış ya. İşçilerin sendikalı olmasını benden bileceklerdi. Belki de iş akdimi feshedeceklerdi. Buna karşın:

“Öyleyse en başa beni yazın!” demekten kendimi alamadım.

Bunun üzerine depo görevlisi (Hatice Kale), kapıcı (Talip Güzelhan) ve bir aşçıdan (Nihat Doğrar) başka bütün işçiler Sağlık İş sendikasına üye olduk.

Ne var ki bizim bu atılımımızı çekemeyenler de vardı. Sendikaya üye olmayan kapıcı ve aşçının hakkımda  dedikodu yaptığı kulağımı geldi. Diyorlarmış ki: “Hayri Balta,  işverenin adamı. Hepiniz hakkında işverene bilgi veriyor…” Bu olayda da bir iftiraya uğramış oldum…

Bu benim çok zoruma gitti. Kavga çıkar diye yüzlerine gelmedim. Bunlar benim muhasebeci olmama da takmışlardı.

“O muhasebeden ne anlar, o defterci…” diyebiliyorlardı ve bunlar benim çocukluk arkadaşımdı. Hala da arkadaşız; çünkü Emin Kılıç Kale’nin öğrencileriyiz…

Haklılardı gerçi, muhasebe hakkında derli toplu bir bilgim yoktu;  ama, yine de muhasebe işlerine ben bakıyordum.

Sağlık İş Sendikasına üye olmamızın üzerinden bir hafta geçti geçmedi hastane müdürü George Pravrastki odama girdi. Suratından düşen bin parça… Tepeden inme sordu:

“- Egemen sınıflar ne demek!”

“- Bu da nereden çıktı?”

Meğer AP (Adalet Partisi) Milletvekili İbrahim Tevfik kutlar kendisine:

“- Ne zamandan beri hastanenizde komünist çalıştırmaya başladınız?” demiş. Benim takma adlarla “Gazetelerde yazı yazdığımı ve milleti egemen sınıflar ve egemen olmayan sınıflar diye ikiye ayırdığımı söylemiş…”

“- Şimdi de işçilerin başına geçmişsin hepsini sendikalı olmaya zorluyormuşsun!..”

Al başına belayı, şimdi ben ne yapacaktım… Nitekim de korktuğum başıma geldi.

“- Kendine bir iş arasan iyi olur, biz senin işine son verirsek bir daha hiçbir yerde iş bulamazsın!”

Şu uğradığım iftiraya bak ve de şu başıma gelene bak!… Ne büyük suçmuş bu sendikalı olmak…

Sözde bunlar misyoner ve bunların kitabında “Düşmanını seveceksin! Sağ yanağına vurana, sol yanağını çevireceksin…” (İncil. Matta. 5/43) yazılı.

Ertesi gün yine geldi odama. Baktım öfkesi burnunda. Eski sevecenliğini ve güler yüzlülüğü gitmiş, Yüzünden düşen bin parça…

Başımı kaldırıp yüzüne bakar bakmaz:

“Bundan böyle muhasebe ile ilgili işlerin bitince arşivin bulunduğu depoya gideceksin. Orada daha önce Hastanemizde yatıp çıkanların dosyaları var. O dosyaların tozunu alacak, alfabetik olarak sıraya koyacaksın.”

Anladım, işimi zora sokuyor ve beni istifaya zorluyor.

Bu davranışı o kadar ağırıma gitti ki hemen istifa edip gidesim geldi. Nereye gidebilirdim, ne iş yapabilirdim. Yeniden o debbağlığa ya da kilimciliğe dönmekten başka gidecek yerim yok ki… O çemberden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bir ben bilirim. Yeniden o ortama dönmek benim için ölümdü. Çaresiz deponun yolunu tuttum.

Orada elli altmış yıllık hasta zarfları toz toprak içinde karmakarış üst üste… Hangisini kaldırsan bir toz bulutu kaplıyor ortalığı. Şimdi öğleden önce muhasebe bürosunda, öğleden sonra da depoda, arşivde…

Kendisi de ara sıra gelip beni yokluyor, çalışıp çalışmadığıma bakıyor. Solcu olmak, sendikalı olmak bu kadar mı kötü bir işmiş… Olmayalım mı, emeğimizin karşılığını istemeyelim mi?

Arşivde çalıştığım günler öylesine stres içine girdim ki mide kanaması geçirdim. Ağzımdan pelte pelte kan geldi. Yaptığım iş değil de takınılan düşmanca tavır bana koydu. Bütün Amerikalılar bana düşmanları imişim gibi bakıyordu… Şimdi de bir başka çembere düşmüştüm. Ben bu düşmanca çemberden nasıl kurtulacaktım.

X38

AMERİKAN HASTANESİNDEN AYRILIŞ

 

Amerikan Hastanesinde çalışmaya başlayalı 5 yıl olmuş. Ama şimdi sendikaya üye olduğum için işten ayrılmaya zorlanıyorum. Hastane müdürü resmen: “Biz seni işten atarsak, bir daha hiçbir yerde iş bulamazsın!” diyor.

Burada yanıldım, “Buyrun beni işten atın!” demiş olsaydım 5 yıllık kıdem tazminatı yanında diğer yasal haklarımla elime epey para geçecekti. Bu parayla elbette bir iş yapardım. Hiçbir iş yapmasaydım bu para beni 5-6 ay idare ederdi.

Ancak ben Hastanede işe başladığımdan bu yana huzursuzdum. Huzursuzluğumun nedeni sabahları altıda kalkıp; banyo, el yüz temizliği, kahvaltı  falan  saat 7’de işbaşı yapmak zorunda oluşum idi. Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışırken saat 9’da işbaşı yapıyordum. Dergi, gazete, kitap okumak için bol bol zamanım oluyordu. Oysa Hastanede böyle bir vaktim olmuyordu. Uykudan uyanıp alelacele temizlik, kahvaltı ve 7’de işbaşı derken bana okumak için zaman kalmıyordu. Bu da beni çok rahatsız ediyordu.

Bu rahatsızlığa 5 yıl katlandım. Tutarlı bir mesleğim yoktu, beni geçindirecek mal varlığım ve gelirim yoktu. O zaman üç çocuklu beş kişilik bir ailem vardı. En küçük kızım Yener daha dünyaya gelmemişti.

Buradan ayrılsam Tabakhanede ya debbağlık ya da kilimcilik yapmak zorunda idim. Bu meslek ise hem kar getirmiyor hem de benim bu işlerde çalışmaya gücüm yetmiyordu.

Ne yapacağımı şaşırmış bir durumda öğleden önce muhasebe işlemlerini yapıyor öğleden sonra da arşivdeki tozlu raflarda bulunan dosyaları indirip, tozlarını temizledikten sonra, alfabetik olarak yeniden yerleştiriyordum.

Sendikalı olmayanlar benim bu cezalı durumuma bakarak alay edercesine “Sendikalı oldun, başına belayı satın aldın!” dercesine bana gülümsüyorlardı. Benim her gün, öğleden sonra, depoya girip akşama kadar orada çalışmamı tenzili rütbe sayıyorlardı.

Bu sıkıntılı durumda iken bir gün yolda Bekçi Hamo’nun kızı Hatice hanımla karşılaştım. Hatice hanımla birlikte Gaziantep Milli Eğitim Müdürlünde birlikte çalışmıştım. Aynı dairede çalışırdık ama bir yakınlığımız olmamıştı. Merhaba, merhaba!..

Kendi halinde esmer güzeli bir kızdı. Giydikleri kendisine yakışırdı. Kendisi de zaten en modern biçimde modaya uygun giyinirdi ve salt bu giyiniş tarzı ile dikkati çekerdi.

Hatice hanım bana “Nerede çalıştığımı” sordu. “Amerikan Hastanesinde” çalıştığımı söyleyince: “Bizimle birlikte çalışır mısın?” demesin mi?..

Anlattı, meğer Gaziantep’te Bayındırlık Bakanlığına bağlı yeni bir iş yeri kurulmuş. Kendisi de orada daktilo-sekreter olarak çalışıyormuş.

Benden sonra gitmiş, benimle olan konuşmasını eski Müdürümüz Mühendis Asım Ahi’ye anlatmış.

Bir de baktım Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı Okul Yaptırma Bürosunda amirim olan Mühendis Asım Ahi’den bir haber:

“Hayri Bey, Gaziantep’te, Bayındırlık Bakanlığına bağlı olarak Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğü kuruluyor. Bizimle birlikte çalışır mısın? Yapacağın iş Personel Şefliği…”

Ben personel şefliğinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum. İşin içinde bir de şeflik olunca hemen atladım. Kıdem tazminatı falan gözüme görünmedi. Saat 9’da işbaşı, 17’de çalışmaya son… Bana okumak ve yazmak için zaman kalacaktı.

Sabahları gün doğmadan kalkmak olmayacaktı. Uykumu da alacaktım. Hem 9’a kadar bol bol zamanım olacaktı. Hem de bir unvanım olacaktı. Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğü Personel Şefi…

Hemen istifayı bastım. 1.11.1962’de işbaşı yaptığım Amerikan Hastanesinden 1.12.1967’de ayrıldım. Hesaplarsak 5 yıl 1 ay çalışmışım… Ayrıldığım günün ertesi günü  yeni işyerinde işe başladım. Elime geçen ücret de Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin yüzde elli fazlası idi. Bu arada ben 35 yaşında idim. Bu yaşa kadar yakaladığım en güzel bir işi yapıyordum ve böylesi bir mutluluğu ilk olarak tadıyordum.

Bu duruma benim yanımda eşim de seviniyordu. Aldığım ücret de bize yetiyordu. Ne var ki bu durumumu kıskananlar oldu. Yakın akrabalarıma bir ateş düştü. Bunların adını anmak istemiyorum. Benim iyi bir iş bulmam ve rahat yaşamış olmam onlara battı. Öyle ki beni işten attırmak için  o zaman iktidarda olan Adalet Partisi Gaziantep il örgütüne baskı yapmaya başladılar.

Yerel gazetenin biri: “Benim gibi bir solcunun nasıl olur da devlet dairesinde işe alındığını soruyordu.

İşte sözü edilen yazı:

X39

FAKÜLTELİ LİSELİLER GEZERKEN

İLKOKULLU SOLCU ŞEF OLUR MU?

 

Aşırı sosyalist HAYRI BALTA işittiğimize göre 9, bölge müdürlüğü personel şefliğine getirilmiştir. Lise mezunu ve muadilleri veya yüksek tahsilden takıntılı nice Gaziantep’li gençler iş bulamazlarken, mukaddesatımıza düşman Moskova hayranlarını su başlarında masa sahibi olmaları Türkiye’mizin geleceği bakımından üzerinde durulması gereken bir problem olduğunu acaba ilgililer bilmezler mi? Hakiki milliyetçi ve bu vatana canlariyle bağlı olanlar, hürriyeti en mukaddes aşk gibi terennüm edenler kıyıda köşede kalırken kimler hesabına hizmet edeceği şöyle dursun hangi tahsil belgesine iltifat edilerek makam sahibi edilirler.

Onlarki yetkilerinden de kuvvet alarak el altından dairelerinin çalışmalarını sabote ederken saf ve masum kişilerin fikir ve inançlarını yok etmeye gayret gösterip hükümet İcra eden zevatı kötüleyerek, mevcut düzenin değişerek hayallerinde yaşayan düzeni kurmak sevdasıyla bu memleketin nimetleriyle midelerini doldururken bunlara seyirci, kalmamak aklı-selim sahibi daire   amirlerinin milli görevi olsa gerektir.

Yukarıda adı geçen meşhur Hayri Balta gibileri  koynunda saklayanlar ergeç hüsrana uğrayacaklardır,   ve   bu kadirşinas milletin sabrı bir gün gelip taşacaktır.

isim Adres Mahfuz

(Gaziantep Uyanış gazetesi.19.12.1968. YAZMASI SİZDEN DİZMESİ BİZDEN. YÖNETEN: Nuri Sabırsız)

Bütün bunlar yetmedi Emniyet Siyasi Şubedeki polisler de işyerime gelip giderek amirlerime, müdürlerime “benim tehlikeli bir adam olduğumu, derhal işten atılmam gerektiğini söyleyip durdular.”

Sonradan anladım ki bunlar Amerikan Hastanesine de gelip giderek “Bizler solcuları temizlemek için çalışıyoruz; sizler ise can düşmanınız solcuları işe alarak koruyorsunuz!” demişler. Amerikan Hastanesi Müdürünün iyice dolduruşa getirilmiş; bunu her karşılaşmamızda, yüz hatlarından anlıyordum. Ne zormuş bu ülkede solcu olmak, emekten yana, yoksuldan yana olmak.

Bu basit insanların yaptıkları edepsizlikleri anlatmak boynumuzun borcu olsun. Anlatayım da görün, insanların nasıl böyle pespaye duruma düşermiş…

X40

POLİSLER PEŞİMDE

 

Gaziantep Yapı işleri 9. Bölge Müdürlüğünde 1.12.1967 tarihinde işe başladım.

Yaptığım işten memnundum. Çalışanların, işe girip çıkanların sicil dosyalarını hazırlıyordum.

Dairede çalışanların hepsi ile de ilişkilerim iyi idi.

Aldığım ücret Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin iki misli idi. Elime bir albayın aldığı ücret kadar geçiyordu.

Borçlarımı tamamıyla ödemiştim. Artık bakkaldan, kasaptan ödünç alışveriş yapmıyordum…

İlk işim bir masa almak oldu. Artık masam vardı. Yazı makinemi masaya koyup yazıyordum. Okumaya yazmaya da bol bol zaman buluyordum…

Bu arada da işten çıkar çıkmaz Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulu’na gidiyordum. Okul, işyerime yakındı. Yaşım da otuz beş…

İşyerinde bir mesken kooperatifi kurduk. Kooperatifin başına da beni geçirdiler.  Hem Personel Şefi hem de Yapı İşleri 9. Bölge Çalışanları Kooperatif başkanı olmuştum.

İşyerimiz iki katlı idi. Benim odam ikinci katta idi.

Bir gün İsa Kaya adlı bir işçi arkadaş bana:

“Aşağıda iki kişi seni soruşturuyor! Hayri Balta burada mı çalışıyor diye bana sordular…” dedi.

Aklıma kötü bir şey gelmedi Sandım ki iş arıyorlar…

Merak ettim, kim bunlar diye aşağıya indim…

Baktım iki kişi, şaşkın bir durumda…

“Aradığınız kişi benim. Yoksa iş mi arıyorsunuz? İş arıyorsanız Md. Yardımcısı Asım Ahi ile Konuşmalısınız!”

“Olur!” dedi ikisi birden…

Üstlerinden bir yük kalkmış gibi hafiflemişlerdi.

Ben odama çıktım. Masama oturur oturmaz kafam aydı. Bunlar hiç de iş arayanlara benzemiyordu. Polis olduklarını anladım. Hemen aşağıya koştum. Baktım ortalıkta görünmüyorlar. Müdür yardımcısı İnşaat Mühendisi Asım Ahi’nin odasına girdim.

Asim Ahi şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Dili damağı tutulmuştu. Ne deyeceğini bilmiyordu.

“Bunlar, dedim, benim için geldiler değil mi?”

Yalanlamadı, sözü döndürüp dolaştırmadı.

“Evet!” dedi.

“Bir daha gelirlerse bana hemen bana haber ver!..” deyip yukarı çıktım.

Anladım ki bunlar bana rahat vermeyecekler.

Birkaç gün sonra öğle tatilinde işyerinden çıkıp eve giderken baktım arkamda Mit’in Gaziantep temsilcisi Mehmet Baykal….

O gün kar yağmıştı. Hava soğuk değildi ama kar diz boyu idi. Arabaların bıraktığı izden gidiyordum. Arkamdan gelen Mehmet Baykal’a yol açmak için araba tekerinin açtığı diğer yola geçtim. İstedim ki arkamdan gelen Mehmet Baykal’ın önünü açayım o da açtığım yoldan savuşup gitsin. Öyle olmadı. O da yolunu değiştirdi benim gittiğim yola geçti ve arkamdan yürümeye başladı…

Baktım, derdi benimle. Durdum. Yanıma yaklaşınca, döndüm, sordum:

“Derdin nedir arkadaş! Ne soracaksan bana sor!”

“Soracağın bir şey yok. Biz seni biliyoruz…”

“Peki biliyorsanız beni niçin rahatsız ediyorsunuz, Size yol verdim geçip gitmediniz. Yine arkama düştünüz. İnsan bu kadar rahatsız edilmez ki. Birkaç gün önce de  işyerime geldiniz…”

Bu sözlerim üzerine sesini çıkarmadı. Herhangi bir şey söylemedi. Önümden geçip gitti. Ama o kötü kötü bakışlarını hiç unutamadım. Sanki bir vatan hainine bakıyordu.

Akşam ortaokuluna devam eden 35 yaşında bir kişi, komünizmi bilse bilse ne kadar bilebilirdi? Kaldı ki benim komünizmle ilgili yeterli bir bilgim de yoktu. Herhangi bir örgütle bağım olmadığı gibi bir eylemim de yoktu. Ama iftiraya uğramıştım bir kere, beraat etmiş olsam da, gece gündüz polis peşimde…

X41

NEREDEN NEREYE

 

1965 yılları idi. Demirel Başbakan. O tarihlerde Türkiye’de Amerikan üslerinin bulunup bulunmadığı tartışılıyordu.

İşçi Partisi lideri Mehmet Ali Aybar; TBMM’nde kürsüye çıkıp da “Tesis  yok, üs var” deyince kıyamet kopmuştu.

Başbakan Demirel’in AP’li milletvekilleri her konuşmasında Çetin Altan’ın,  üstüne yürüyorlardı. 15’e yakın AP milletvekili: “Seni komünist bozuntusu!” diye döverek Çetin Altan’ı yere yığıyorlardı. Bir güzel dayak atıyorlardı. Bu olaylar nedeniyle Çetin Atlan, bir gözünün görme özelliğini yitirmişti.

Bunlar, Çetin Altan’ı dövmekle, bir gözünü görme kaybına  uğratmakla  memlekete, vatana hizmet ettiklerini sanıyorlardı. Bütün bunların yanında bir de milletvekili dokunulmazlığını kaldırmak istiyorlardı.

Biz; bir avuç solcu, Gaziantep’te buna tepki gösteriyorduk. Çünkü İşçi Partisi sayesinde duymadıklarımızı duyuyorduk. Bizi en çok rahatsız eden de ülkemizin Amerikan üsleri ile donatılmış olması idi.

Demirel ise bu gerçeğin bilinmesini istemiyordu. İki de birde “ÜS YOK TESİS VAR!” diyordu. Bu yalan da bizleri deli ediyordu.

Gaziantepli birkaç TİP’li ve diğer solcular Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto etmek için bir yürüyüş yapma kararı almışlar.

Bana da katılıp katılmayacağımı sordular. Bu güne bu gün adımız solcuya çıkmış bir aydınız. Katılmaz olur muyuz….

Gaziantep, Çetin Altan lehinde yapılacak protesto yürüyüşü için hop oturup hop kalkıyordu. Sağcı yerel gazeteler; solcuların; Gaziantep’in, 1957 olaylarındaki gibi, altını üstüne getireceğini yazarak halkımıza korku salıyorlardı.

Korkulan gün geldi. Biz Gaziantepli solcular İstasyon meydanında toplandık. Toplana toplana yüz kişi toplanmıştık. Kılığı kıyafeti düzgün, efendi görünümlü 10 – 15 kişi ancak vardı. Geriye kalanı işçi, köylü, esnaf ve birkaç da pejmürde giysili kişiler…

Ancak beklenildiği gibi hiçbir olay olmadı. Efendi efendi yürüdük, efendi efendi Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto ettik.

Bu yürüyüşten iki sonra Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışırken odacımız geldi.

– Müdür bey seni istiyor…

Hemen çıktım, Müdürümüz Halil Aksu’nun yanına gittim.

Elime bir fotoğraf tutuşturdu.

– Bak şu fotoğrafa! dedi.

Fotoğrafa baktım. Yürüyüşümüzün fotoğrafı idi. En önde yürüyenlerden biri de bendim.

Saf, saf…

– Ne var bu fotoğrafta? Pazar günü yaptığımız yürüyüşün fotoğrafı…

– Senden başka kılığı kıyafeti düzgün bir adam yok bunların içinde. Sen mi kaldın bunların önüne düşüp de ayaklandıracak?..

Koskoca müdür. Böyle bir suçlama yaparsa ne diyebilirsin. Masumane yapılan bir yürüyüş bile akıllara ayaklanma getiriyor.

Anladım ki sivil polisler yürüyüşün fotoğrafını çekmişler. Getirip müdürün masasına koymuşlar.

Hadi çık çıkabilirsen işin içinden. Bir haftaya kalmadı beni işimden ettiler…

“Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bu yıl gazeteci-yazar Çetin Altan’a verilmesi kararlaştırılan “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” töreni, 1 Şubat’ta İstanbul’da yapıldı. Çetin Altan’a, ödülünü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan verdi.” (Gazeteler…)

Bir zamanlar Mecliste dövülen Çetin Altan’a ödül veriliyor.Hem de Başbakan tarafından…

Nereden nereye geldiğimizin göstergesi bu

Tarih kimleri haklı çıkarıyor; kimleri de gereksizler kutusuna atıyor…

Düşünürseniz bulursunuz…

 

 

 

 

 

 

 

 

  1. KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

“Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden yakalanarak adalete sevk edilmiştir. GAZİANTEP, YENİ ÜLKÜ. 19.1.1962”

 

Bu haberi gazeteye verenler Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’dı. Bizimkiler bu haberle de yetinmedi.

Hoca’mızın Burhan Cahit Günenç’le 14 Şubat 1962 tarihli Sabah Gazetesinde yaptığı röportaj ortalığı karıştırmaya yetti. Bu röportaj üzerine seri halde Aleyhimizde yayınlara başladılar:

Şimdi yaptıkları bu yayınları başlıklar halindei veriyorum:

+

(Anlatan B.K. (Bekir Kaynak) ve N.S. (Necdet Sevinç) Yazan Anlaroğlu:

 

Ben-Sen-O; Biz-Siz-Onlar 27.2.1962

“Atatürk İşi azıttı” dedi. 28.2.1962 Yeni Ülkü,

Miden alırsa annen de helal dedi 1.3.1962, Yeni Ülkü,

Kılıç Kale Yemek Satıyor 2.3.1962, Yeni Ülkü,

 

Bereket yaptıkları bu yayını üç gün sonra, görülmekte olan bir dava hakkında yayın yapılamaz gerekçesi ile, Gaziantep Savcılığı tarafından durduruldu.

İşte haber:;

Emin Kılıç Kale Hakkındaki İfşaatı Durdurduk.

Görülen lüzum üzerine ifşaatımıza bir müddet ara verdiğimizi sayın okuyucularımıza bildiririz. Yeni Ülkü, 3.3.1962

 

Ne var ki hakkımda yapılan dedikodular almış başını gitmişti.

Bir gün aynı işyerinde ve aynı odada çalıştığım İnşaat Teknikeri Ahmet Bucaklı:

– Hayri bey hanımla aram iyi değil. Bana bir kadın ayarlasana!.. dedi.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Al başına belayı…

– Bu da nerden çıktı?

Utana sıkıla açıkladı:

– Ne bileyim, öyle diyorlar. Elinin altında çok kadın varmış…

– Git be kardeşim. Aklına başına topla. Ben kim kadın satıcılığı kim?..

 

Yapılan iftira sonucu adımız komünistte çıkmıştı ya. Komünistler de namus tanımazdı ya; kadın da satardı, uyuşturucu da…

 

Demek ki hakkımda kötü dedikodular yapılıyordu. Bu da beni rahatsız etmeye başladı.

Ahmet Bucaklı’ya sordum:

“Benim kadın sattığımı sana kim söyledi?”

“Yeni Ülkü gazetesinin başyazarı söyledi…”

 

Bu durumu Hocama aktardım. İkimiz birden bir yalanlama (tekzip) yazısı hazırlayarak Yeni Ülkü gazetesine gönderdik. Meğer çirkefe taş atmışız. Bize gelerek gerçeği öğreneceğine gönderdiğimiz yazıyı gazetede yayınladı.

Okuyalım:

 

  1. KOMİNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaate sahip olduğunuzu öğrendim.

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodulara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içine çiş atmak olur.

Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek röportaj veya  mülakat yoluna gider işte, Örneğin, bir kaç gün önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren uzun bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve    öğrendiklerini yazmaya başladı.

Saygı değer Kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yol­dan  yürüyünüz!..

Sevgilerle,

Musikide    Hayat Dersleri Öğrencisi Hayri Balta. 18.2.1962

+

Başyazar’ın Notu;

Bay  Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin alemi yok! Git kendini muhakemede savun…

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği, yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim. (Yeni Ülkü Gazetesi. 18.2.1962)

+

Bu başyazar ki daha komünizm yazmasını bilmiyordu ve başımıza başyazar kesilmişti… Haberin başlığına dikkat ederseniz Komünizm sözcüğünün “Kominist” olarak yazıldığını görürsünüz…

Gaziantep gibi bir yerde bir adamın komünist zanlısı olarak adının bir gazetede geçmesi onun ölüm fermanına eş değerdi…

 

  1. HOCAMIZA TUZAK SORULAR:

 

Yargılanmamın tutuksuz olarak sürmesine tertipçilerim katlanamıyordu. Tertip ve tuzaklarını sürdürüyorlardı. Bu amaçla Hocamızın muayenehanesine görevlendirdikleri bir genci göndermişlerdi. Amaçları Hocamızın ağzından kendisini suçlayıcı konuşmalar almaktı. Bunun ayrımında olan Hocamız, soruları ve yanıtlarını yazılı olarak verme gereği duydu. Böylece olası iftiraların önüne geçmiş oluyordu.

İşte bu yazıya geçirilmiş sorular ve yanıtları:

– Musikide Hayat dersleri Hocası  Dr. Emin Kılıç Kale’ye şu soruları  sordum.

Yüksek bir din’e mensup olduğumuz halde, memleketimiz niçin perişan, Avrupalılara, Amerikalılara; yani, Hıristiyanlara nasıl olup da el açıyoruz?

– Ben bunun cevabını 46 yıl önce buldum .   Simdi yaşım 65 olduğuna göre  17 yaşında bulduğum anlaşılıyor. Bulduğum şey hakkında soranlara icap eden cevapları vermekten hiç çekinmedim. Bunu millî ve insanî bir ödev olarak gördüm. Mesela:   dokuz buçuk senelik ordu hayatımda  (çünkü ben yedek yüzbaşıyım) bu buluştan bahsettim. Yedi senelik Amerikan kolej ve  Üniversite baya­tımda bundan bahsettim.  6 sene Halkevinde aynı şeyden bahsettim. Halkevi kapandıktan sonra  (kapatanların elleri kırılsın) 11 seneden beri de aynı  ödevi yerine getirmek için cayır cayır yanmaktayım…

Eğer sende de bir Türk lisesi öğrencisi olmak haysiyeti varsa hiç durma arayanların arasına katıl, evimin bulunduğu tepeye tırman,  senin aradığını  48 yıl önce bulan Hocanın önünde yer al.   Bir an önce bu benim 48 senedir taşıdığım ödeve sen de sarıl, Türk ve Müslüman isen…

– Yukarıdaki satırlarda Hoca ile tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra, İslam dininin kutsal varlığı hakkında, Allah hakkında bilgi istedim. Bana ilk önce terazi misali ile bir irşatta bulundu. Bu irşattaki derin manayı haklı ve önemli buldum. Hocanın bende yarattığı idrak sualimin azameti ile karşı karşıya gelerek titredim . Bu sualin cevabını almak için can-ı gönülden seneler verilmezse, kutsal varlığın mahiyetine saygısızlık edileceğine inandım ve bunu bana idrak ettiren Hocaya karşı ciddi bir saygı duydum.  İkinci sualin satırlarında tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra üçüncü suali sordum.

– Dersinizin adı yalnız “Hayat Dersleri” olsa kâfi gelmez miydi?  Musikide kelimesini niye ekledin?”

– Öteden beri biline gelen musiki, şarkta ve garpta,  eğlence manasına gelir. Eğlence ise  insanî değildir, insana yakışmaz. İnsanlar eğlenmez, çalışır ve düşünür.  Bundan dolayı olsa gerektir ki  İslam dininde  musiki makbul değildir; belki mekruhtur

Benim hayatımda eğlence denilen şey hiç yer almadığına göre (bunu beni sevenler de sevmeyenler de bilir.) Musiki ile ilgimin olmaması gerekirdi. Oysa musikim felsefemle  yaşıttır. Yani, 48 seneliktir.

İşte,   “Hayat  Dersleri”ne   “Musiki” kelimesini  eklemekle  bilhassa düşünürler ve aydınları (sen dahil) felsefemle at başı giden musikim ile, centilmence, ilgiye davet etmiş  oluyorum.

Bunun üzerine yukarıdaki satırlarla yine tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra şu soruyu sordum.”

– Musiki nedir?

– Derse gel, dinle!.. Başka sualin varsa sor…

– Yok

– Aferin seni beğendim. Verdiğin sözde dur.

Haysiyetli bir Türk genci olarak yukarıdaki satırları sana emanet ve helal ediyorum. Buna göre:

  1. İstediğini yap, hiç korkma!
  2. Bu yazıları istediğine oku, okurken de korkma.
  3. İstediğin yere yaz, yazarken korkma ve beni unutma.

Ey haysiyetli olmasını dilediğim zat, bu yazılarımı tekrar ve tekrar oku! Düşün!.

İçinde arzu duyarsan tereddütsüz derse gel! Muayenehaneye gel!… Yağmadan sen de hisseni al…

Sayın Öğreticim, Fuat Arpacıoğlu adlı öğrenci gittikten sonra, bana da şu notları yazdırdı:

“Bir öğrencimizin tertip ve iftira ile komünizm propagandası yapmaktan sanık olarak nezarete alınıp bırakıldığı sıralarda, aynı tertipçiler tarafından görevlendirilerek Hocamızın  muayenesine gönderilen  Fuat Arpacıoğlu adlı bir lise öğrencisinin soruları üzerine yazılmıştır. Bu öğrencinin amacı; Hocamıza tuzak sorularak sorarak aldığı yanıtları Emniyete götürüp vermekti. Bu amaçla Hocamızın güvenini kazanmak için kendisini şöyle tanıtmıştı:

Nurcularla konuşmadığını, onlardan ayrılalı 3-4 ay olduğunu, Güngürgeli Zekeriya Beyaz ve benzeri hoca ve vaizlerin ardında namaz kılınamayacağını, konuşmalarının dinlenilmeyeceğini, her yerde Dr. Emin Kılıç Kale’nin üstünlüğünü, gerçek yurtseverliğini ve gerçek Müslümanlığını, babasına dahi, her ne pahasına olursa olsun söyleyeceğini, onlara karşı Dr. Emin Kılıç Kale’yi savunacağını…” söyledikten sonra devamla:

Gidin Müslümanlığı Emin Kılıç’tan öğrenin diyeceğini ve daha buna benzer bir sürü yalanlar söyleyerek haysiyetli bir genç olduğunu…”  ileri sürdü.

Kendisine:

“Hayır sen haysiyetli değil, haysiyetli bir adam olmak için adaysın…” dendi.

Aramızda adının: “Haysiyete Sahip Çıkan Bir Öğrenci” olacağı söylendi…”

+

Ne var ki bu Haysiyetli Öğrenci bir daha ne muayenehaneye ne de derslere geldi. Ancak Hocamızın kendisine yazdırdığı notu muhakkak kendisini gönderen Nurculara vermiştir.

Ne ilginç değil mi? İşte bunlar yıllarca mücadeleden sonra geldiler iktidara… Bunlara göre amaca ulaşmak için her türlü hile ve iftira mübah idi…

+

Şimdi Hocamızın Sabah Gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportajı okumanın sırası geldi sanıyorum.

Tertipçiler bu röportajdan sonra gemi azıya aldılar. Gazetelerinde saldırıya geçtiler. Mahkemeyi etkilemek için aleyhimizde ver yansın ettiler.

Okuyucularım için bunları okumak çok eğlenceli olacaktır.

Hocamız bu röportajına çok güveniyordu ve bu röportajın İnönü’ye ulaşacağını sanıyordu. Asıl yanılgısı da İnönü’nün kendisine aferinler vereceğini sanıyordu. Ama umdu gibi olmadığı gibi Bu röportajdan bir yıl sonra polis kendisini de tutuklayıp Savcılığa vermesin mi?..

Ayıca böyle bir röportajı Hoca’mıza yakıştıramadığımı da açıkça söylemeliyim… “Ne demek Türkiye’nin üç Allah’ı var!..” demek?

İşte röportaj:

  1. Dr. EMİN KILIÇ KALE’NİN GAZİANTEP SABAH GAZETESİ İLE YAPTIĞI RÖPORTAJ

 

DR.EMİN KILIÇ  KALE İLE KONUŞTUK :

” TÜRKİYE’NİN ÜÇ ALLAHI VAR ”

 

Röportajı yapan: Burhan Cahit Günenç.

14 Şubat 1962. Gaziantep Sabah Gazetesi…

 

BAŞLARKEN: Gazete tarafından Dr. Emin Kılıç Kale ile röportaj yapmam için görevlendirildiğim zaman, bu kişi hakkında etrafımdakilerden hemen bilgi toplamaya başladım, kim bu Dr. Emin Kılıç Kale diye…

“Kimisi kızlardan, kadınlardan çok hoşlanan bir adam, hovarda, cinsi sapık.

Kimisi Tanrıyı, peygamberleri tanımayan bir dinsiz…

Kimisi hiç bir inancı olmayan bir mecnun. Başkaları, komünist, kendini Tanrı sanan bir kişi ve daha bilmem neler…”dediler ,

Benim yerimde gelin siz olunuz, ne yapardınız, nasıl gitmeye cesaret edebilirdiniz böyle bir kişinin yanına…

Bütün gücümü toplayarak daktiloyu sırtladığım gibi soluğu  Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazıhanesinde aldım .Kendisi ile röportaj yapmak için de daha önceden öğrencilerinden biri ile randevu istemiştim ..

Kapıdan içeri girince beni bir titremedir tutuverdi, “Geri dönsem mi?”diye… Emanet oturuyorum kanepenin bir köşesinde .Sonuçta uzun boylu, dev cüsseli, saçı sakalı apak, kafası cavlak bir kişi göründü…

– Ne arıyorsun? dedi, elimdeki daktiloyu görünce .

– Haa sen gazetecisin şu halde, gel bakalım, dedi .

Boş geçirilecek, kaybedilecek zamanının olmadığını ilk davranışında anladım.

– Hemen başlayalım, diye direkt olarak girdi. “Hoş geldin, boş geldin!” diye bir şey yok. Sor bakalım ne soracaksan, dedi. Sormaya başladım :

– Emin Kılıç Kale kim ?

1897 senesinde Gaziantep de doğmuştur. Baba tarafı Kale zadelere, ana tarafı ise Mütercim Asım’a dayanır .

Kaleağası zadeler denilen bir ailenin oğludur. Ailenin 400 senelik bir şeceresi olduğu söyleniyor.

27 sene sistemli bir öğrenim görmüştür. Öğreniminin 20 senesi Türk okullarında, 7 senesi Amerika’da ve kolejlerde geçmiştir.

Özel olarak bir çok öğretmenlerden musiki, felsefe, diniyat ve tasavvuf dersleri almıştır .

MEMLEKETTEKİ GÖREVLERİ:

1915 senesinden itibaren çeşitli cephelerde, savaş alanlarında 8 sene subay olarak çalışmıştır.

Bu 8 sene içinde Birinci Dünya savaşına, İstiklal savaşına, Antep savaşına katılmış. Bir sene de Mısır da esir olarak kalmıştır. Bu süre içinde tam 25 savaşa katılmıştır.

  1. Dünya savaşı sıralarında memleketteki kısmi seferberlik süresince 1.5 yıl daha askeri doktor olarak çalıştığından rütbesi yüzbaşılığa çıkarılmıştır.

194-0 senesinde Gaziantep’e gelerek hayata atılmıştır.

Bu arada 1945 senesinden itibaren  “MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ” adı altında çalışmalara başlamıştır .Bu çalışmaların 6 senesi  eski Halkevinde yapılmıştır .Dersler halen devam etmektedir .

BEN DEVRİMCİYİM:

“Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir. Osmanlıcadan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıcaya…Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp duruyor.

Söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol için de ne söyledim diye sık sık tekrar ettiriyor. Karşılıklı konuşmalar, tartışmalar arasında mantıksız konuşanlardan, anlayış gösterenden ve iyi bir fikir ortaya atanlardan 25 kuruşu aşmamak şartı ile mükafat olarak para kesiliyor.Toplanan bu paralar fakir öğrenci ve ailelerine yardım olarak veriliyor .

TÜRKİYE’NİN  ÜÇ ALLAHI  VAR:

Derslerin birisinde söz gelişi “Türkiye’nin üç Allah’ı var!” dedim; beni dinsizlikle, masonlukla  suçlamaya kalktılar. Şüpheye düştüler. 0 acizler ki Tanrının bir olduğundan habersizdiler. Evet yine söylüyorum, Türkiye’nin üç Tanrı’sı var:

Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk… Bunların memlekete hizmetlerini kim inkar edebilir?..  Ama bu çorak, verimsiz toprakta, bu ahlaksız toplumda Atatürk, İnönü ne yapsınlar? Kimin …nu yesinler.

Söylediklerimin anlaşılması için kafa yormak gerek… Dıştan bakıp da işin içine giremeyenler beni Tanrısızlıkla da suçlar, Masonlukla da, başka şekilde de suçlamaya kalka bilirlere..

DELİ DİYEBİLİRSİNİZ FAKAT:

– Bana deli diyebilirsiniz, çıldırmış diyebilirsiniz, fakat komünist asla…  İddialarım meydanda olduğuna göre, sorumluluk taşır. Ben bunun altından kalkarım. Memleketi için 9.5 sene savaşmış, onun uğrunda gözünü budaktan esirgememiş, memleketi için çıkacak her hangi bir tehlikede de hala başta gidecek olan ben, nasıl komünist olabilirim ?

Kale güzel bir fikir ortaya attığında galeyana gelen öğrenciler ellerine sarılıyor, defalarca öpüp başlarına koyuyorlar.

Bu arada sık sık “Allah ” çekiyor. Dokunulan her memleket yarası sonunda “Başımızın derdine bakalım, oturup ağlayalım!” diye içten feryadı basıyor.

Daha çok galeyana gelince, göğüslerine iki elini vurarak, bağırarak “esss, esss” diye bir kaç defa söyledikten sonra bir parçanın okunmasına geçiliyor. Bu sırada bütün öğrenciler ayni tempo, ayni ses üzerinden gerçekten hoş bir musiki topluluğu meydana getiriyorlar.

Sık sık komünist zanlısı olmaktan yakman Kale: “Bana komünist, dinsiz diyenler gelsinler evimde; Allah nedir, din nedir  öğrensinler!” diye açık oturuma davet ediyor ,

İnönü’ye temas eden Kale “Zavallı İnönü, cenaze yattı… Gel de kaldır. Borç gırtlakta, nasıl kaldırsın. Ölür diye korkuyorum .Yerini dolduracak yok, Bu çıplak  memlekette, köylüsü ayağında donla gezen  memlekette, karıma on bin liralık kürk manto  almaktan haya ederim. Biz kimse manto alamaz diyemeyiz, haram da diyemeyiz .

Ben Allah dedim, sen komünistsin dediler. Niye Allah demeyeyim. Ben Ondan öğrendiğimi ne anamdan, ne babamdan, ne gazeteciden, ne şundan, ne bundan öğrendim. Niye Allah demeyeyim .Harpten mi kaçtım, memleket uğrunda fedakarlıktan mı? Dükkan mı soydum? Adam mı öldürdüm? Ne yaptım ki bana komünist diyorlar .Niçin sosyal adalet olmasın? Sosyal adalete karşı olanlar zalimdir .Çıkarcılar, memleketini düşünmeyenlerdir…”

Bunları bir tarafa bırakalım.  Kalenderiz, Mangırsız, amma okumak öğrenmek zorundayız. İşimiz çok. Uyumaktan, yatmaktan memlekete hayır gelmez. Çalışmalıyız, çalışalım. Ağlanacak durumdayız.

Kale kendince  güzel bir açıklama yarınca ben filozof değil miyim diye etrafına  sormaktan da geri durmuyor. Bu arada yanındakilere bağırıp çağırıyor…

“İsteyen gidebilir. Kimseyi buraya davet etmedim . Amma isteyen de kalabilir .Tartışmalar sırasında isterseniz küfredin, yalnız nedenini açıklayın yeter.

Aklınıza gelen her türlü soruyu sormakta serbestsiniz. İster olumlu olsun ister olumsuz…”

– Ya suç olursa…diye sorunca

– Bana ne soran düşünsün… Ben kendisine sor demedim ki diye kendini savunuyor . (14 Şubat 1962 Sabah Gazetesi)

TÜRKİYE’DE İKİ SOYGUNCU VAR:

Kravatlı, kravatsız… Kravatlısı  soygunculuğun alâsını yapar .

Akşama derse gittim :

Akşam saat 8.30 da Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine bir öğrenci ile birlikte dersi izlemeye gittim.

İçeri girince kutu gibi muntazam bir oda ve bol ışıkla karşılaştım. Sandalyelere oturmuş temiz, düzgün kılıklı kişilerin kendi kendilerine birer musiki aleti ile  uğraştıklarını gördüm. Bir tanesinin sakalı bir karış, oldukça da genç. Nedenini sorunca anlatıldı : “Konservatuarda öğrenci imiş. Modellik yapacakmış. Sömestrden sonra. Bunun için sakalını uzatmış .

Burası Büyük bir kitaplık :

Odaya bir göz attım, Atatürk’ün küçük bir büstü ve onun altında eski Halk evine ait çalışmalardan kalma bir kaç resim var. Bütün duvarlar musiki aletleriyle dolu .Sol da üç beş ut, yanında iki keman, karşılıklı duvarlara asılı büyük zilli def, bir dolabın içinde çeşitli büyüklükte neyler doldurulmuş. E. Kılıç’ın öğrencilik senelerine ait resimler. Ortada büyükçe bir masa; üzerinde başta Kuran-ı kerim  olmak üzere çeşitli  dinlere ait kitaplarla, öbür köşede İngilizce, Türkçe çeşitli sözlükler… Dolaplardan hangisini açsanız kitaplarla dolu. Çoğu İngilizce, başka bir dolapta yalnız musikiye ait nota ve bilgi kitapları… Zengin bir kitaplık sözün kısası. Kullanılan araçlar: def, ney, keman vesaire saz

Kale biraz sonra geldi .Öğrencilere ve dinleyicilere bir soruları olup olmadığını sordu .Soruları olanlara cevaplarını verdi ,

Soru: Ölüm nedir ?

Cevap : Dangalaksın, dangalaksın .Yaşayabilmem için ne yapayım demiyor sun da ölümü düşünüyorsun. Ölümü yalnız sağlar düşünür, acılarını onlar duyar, Ne yapacaksın ölümü?..

Soru: Felsefe nedir ?

Cevap:Felsefe, varlıkların, var oldukları gibi incelenmesi ilmidir. Mevlana der ki : “Her ne ki insanı ilgilendirmez, insan onunla ilgilenir . Her ne ki insanı ilgilendirir,insan onunla ilgilenmez. .Biz işte böyleyiz .

Soru: Soygunculuk nedir ?

Cevap: Türkiye’de iki türlü soyguncu var:  Kravatlı, kravatsız. Kravat sızı dağda yol  keser, adam soyar… Yakalanır deliğe tıkılır. Kravatlısı soygunculuğun en alasını yapar, rahat rahat oturur gezer.

Soru :Peygamberler konusunda ne düşünüyorsunuz ?

Cevap : Peygamberler toplumun en mütekamil  insanlarıdır. Hazreti Muhammet sizin efendiniz değilse benim efendimdir. Onu sevdiğim kadar hiçbir kimseyi sevemem, Her davranışında bir mükemmeliyet vardır. Bilhassa kadınlara karşı çok hürmetkar davranmış. Peygamberin de bir insan olduğunu, hatalar yapabileceğini açıklamış olan ilk peygamberdir .

Soru: Doğumu nasıl önlemeli ?

Cevap :Doğumu önlemek için sigara içenleri evlenmekten men edin. İşte doğum kendiliğinden önlendi. Bunun yanında içki içenlere, yalan söyleyenlere, daha dokunmadık, onları da katacak  olursanız  evlenecek kaç kişi kalır ki…

Sorular arasında ve bittikten sonra zaman zaman klasik Türk musikisi parçaları okunarak gerek öğrencilerin, gerekse dinleyicilerin ilgi ile olayları takip “etmeleri sağlanıyor. Parçalar okunurken dört beş musiki aracının birden çalınması, kitle halinde 30 kişinin okuması, kişiyi birden başka bir aleme sürüklüyor. Gerçekten çok iyi hazırlanmış öğrenciler. Bütün parçalar notasına göre okundu . Usul hep birlikte vuruldu .

Emin Kılıç Kale’nin “Musikide Hayat Dersleri”‘ne  devam edebilmek için neler gerek? Derslere girmek için bir para alınmaz. Kadın erkek ayırımı gözetilmez. İsteyen kişiler ister âlim, ister öğretmen, ister müdür, ister milletvekili olsun herkes gelebilir.

İsteyen dinleyici olarak kalır, isteyen de sigara içmemeyi, içki kullanmamayı ve yalan söylememeyi kabullenerek derslere bilfiil katılabilir. Yeni öğrenciye bir usta öğrenci verilir .Bu öğrenci tarafından hem Hamparsun denilen Türk musikisinde kullanılan notalar, aynı zamanda diğer notalar öğretilir. Acemi öğrencinin yetiştiğine kanaat getiren eski öğrenci hazır olduklarını bildirir. Kale imtihan eder, yetişmişse bir musiki defteri aldırır, baş tarafına o gün için içine doğan Öğütleri yazar .Ayni zamanda vereceği ilk iki parçasının nota ve metnini de kendi eliyle deftere geçirir. Bundan sonra öğrenci o yazılış şeklini kopya etmeye çalışacaktır. Dinleyici olarak gelenlere niçin geldin, niçin gelmedin diye sorulmaz. Dinleyici kafasına takılan  her soruyu/ serbestçe sorabilir. istenilen zamanda dersin ortasında, arada kalkıp gidebilir. Kimse niçin gidiyorsun  diye soramaz; Dersler saat 20.30 da başlar normal olarak 23 de biter. Uzun sözün kısası Emin Kılıç Kale’nin davranış ve fikirleri üzerinde yorumlar yapmaktansa sizleri kendisi ile baş başa bırakalım daha iyi… İşte sorularımız ve cevapları:

13 Şubat 1962: Sabah Gazetesi Dr. Emin Kılıç Kale yazıyor: “Hayatta yalnız kendi felsefemin bendesi oldum, başka bir şeyin değil ”

Mülâkat name-i Emin Kılıç: Bay Dr. Emin Kılıç Kale’den mülakat isteyen bir vatandaşın önce aşağıdaki şartları  kabulü gerekir:

  1. Emin Kılıç, her şeyden önce, hiçbir (felsefe ekolü) ile ilgisi olmayan tamamen orijinal bir filozof olduğundan  kendisi ile yapılacak her hangi bir mülakat  tabii ki felsefesinin çerçevesi içinde olacaktır .
  2. Mülakata girişecek zata, felsefesinin ana hatlarından bazılarını önceden not ettirir.
  3. Mülakat çok dikkatle tespit edilmeli. Zira neşrinden evvel tarafından kontrolü şarttır. Bu hususta söz verilecektir. Söz yerine getirilmezse, mülakat yapan muhabir, Emin Kılıç tarafından, (Söze önem vermeyen) bir vatandaş olarak tavsif edilir .
  4. Emin Kılıç Kale’nin sözleri harfi harfine tespit edilerek basıldıktan sonra öbür tarafı kolaydır. Yani, mülakatı yapan muhabir, mülakatı gazetesinde istediği şekilde inceleyebilir; lehinde veya aleyhinde fikirler yürütebilir; tefsirlere girişebilir… ilahir. Fakat bütün bunlara Emin Kılıç tarafından karşılık verilmez .

Felsefenin ana hatları:

Hayatım 48 senelik muhkem ve tam sistemli bir felsefeye dayanır. Şimdi 65 yaşında olduğuma göre 17 yaşından itibaren felsefemin bendesiyim demektir . Gerçekten hayatta yalnız felsefemin bendesi oldum .Başka hiç bir şeyin bendesi olmadım .

Bu felsefe tamamen orijinaldir. Yani yerli malıdır. Yani kendi öz malımdır. 27 senelik uzun tahsil hayatım (Bunun 7 senesi Amerikan kolej ve Üniversitesinde geçmiştir ) bu felsefeme ancak cila vazifesi görmüştür ve iyi ol muştur .

Mülakata girişmeden önce felsefemin ana hatlarını vermek yerinde olur. Felsefemin Ana hatları şunlardır:-

(1) Felsefemi bizzat yaşarım. Fakat her hangi bir iddiadan tamamen uzaklardayım. Yani mesela, felsefem iyidir dahi demem.

(2) Bu felsefeden yalnız sorana bahsederim. Yani, sorulmadan felsefemden bahsetmeğe, felsefem hakkında yazmama imkan yoktur. (Anlaşılıyor ki ben kitap yazmam.

(3) Bana tevcih edilecek hiç bir sual yoktur ki cevap vermeyeyim. Muhakkak verilir. Fakat öbür tarafını düşünmem. Yani verdiğim cevaplar karşıyı tatmin eder veya etmez. Beğenilir veya beğenilmez. Umurumda değildir.

(4) Felsefemden bahsederken, yani cevaplar verirken; dinlerden, şark ve garp felsefesinden, tarikatlardan cemiyetlerden, toptan “izm” lerden ve nihayet şahıslardan … ilahir, bahsederim. Fakat bu bahsediş öyle bir bahsediştir ki bunların felsefemde rolü, yüksek biyoloji laboratuarlarımda kobayların fen adamlarına temin ettikleri role benzer. Mesela, İnönü’yü yükseltirim, yükseltirim, yükseltirim .Mesela Ali Fuat Başgil’i alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım. Dikkat edelim: Burada maksadım İnönü’yü medih (övmek) değildir ve olamaz. Burada yine maksadım Ali Fuat Başgil’i tahkir değildir ve olamaz. Ya ne yapıyorum? İnönü”nün yarattığı rolü tasvir ediyorum. Ayni veçhiyle Ali Fuat Başgil’in yaptığı rolü tasvir ediyorum. Bu analize göre  İnönü bana teşekkür etmemelidir; ayni vecihle Ali Fuat Başgil de bana kızmamalıdır.

(5) Temeli 1945’te Halkevinde atılan (0 mukaddes evi kapatanların elleri kırılsın) “Musikide Hayat Dersleri” adı altında yürüttüğüm derişlerin 17’nci senesine girmiş bulunuyoruz. Bu dersler felsefemin çerçevesi içinde olmuş yani  isteyenlere verilmiştir

Bu 17 senelik sure boyunca ” NÂME ” adı altında bazı konuları kaleme aldım . Son nâmenin sayısı 66 dır. Bu nâmeler incelenirse  felsefemin temellerinden beşincisi de kendisini göstermiş olur.

(15.1.1962 de bir dedi-kodu çıktı .Gaziantep tabiri ile buna verilecek en iyi isim “hakiye”dir. Bizim öğrenciler düşünmüşler bir gazeteci gelse de Hoca’dan bu “hakiye” ye dair mülakat alsa demişler.b Maksatları mülakattan faydalanmak. Beklemişler gelen giden yok. Hiç olmazsa mülakatı biz yapalım demişler. Bir kaç gün evvel geldiler .Benden “hakiye” hakkında düşüncemi sordular. Cevabı verdim . O cevap bir nâme oldu. Yani 66 numaralı nâme .Bu nameyi size takdim ediyorum

.

“Musikide Hayat Dersleri “Hocası

Dr. Emin Kılıç  Kale.

31.1.1962

+

16 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi

Mangırsızlık , Din , Tanrı ve…

Soru 1           : İnançlarınız,dünya görüşleriniz nelerdir ?

Cevap           : Psikoloji bakımından inanç ikiye ayrılır:

(1) Terbiyeye bağlı inanç, bu değer taşımaz .

(2)  Felsefeye bağlı inanç. Bu değer taşır. İnanç diye buna derler. (Şu ne güzel misaldir: Nice Halk Partisi prensiplerine inanan Halk partililer, sıkıştıkça, fedakarlık anları yaklaştıkça, birer birer Halk Partisini terk ettîler. Bu nasıl bir inançtır, yahu!..)

Buna göre, inancımı sormak demek felsefemi sormak olur. Felsefemin ana hatlarını ise bundan önce açıklamıştım. Dünya görüşüme gelince: Söylemeye hacet yoktur ki bir filozof olarak, dünya görüşüm felsefem açısından olur .

Soru 2           : Din,Tanrı görüşleriniz nelerdir ?

X

Cevap           : Din de ikiye ayrılır:

(1) Din, iyi manada terbiye eder, bu üzerinde durmayı değmez. Terbiyeden ne çıkar (kediyi terbiye etmişler .Eve gelen konuklara tepsi içinde muntazaman kahve ikram edermiş «Konuklar bu hali hayretle takip ederler. Bir gün konuklardan birisi, terbiyeli kedi kahveleri ikram ederken, cebinden çıkardığı bir fındık faresini  bırakıvermiş .Kedi tepsi ve fincanları bir tarafa atarak fareye koşmuş ) İşte terbiyenin mahiyeti…

Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Hz. Muhammed’in torunlarıdır. Hazreti Ali ise peygamberin damadı idi.

İslam dininde ise ahlakın değeri en başta gelir. Hazreti Muhammed’in, ahlakı itmam için geldiği bir çok ayetlerle tasrih edilmiştir.

Böyle olduğu halde Hazreti Hasan para karşılığında  karısı tarafından zehirlendi.

Hazreti Hüseyin hırs yüzünden katledildi.

Hazreti Ali ise şahsi menfaatler yüzünden evlatlığı tarafından hançerlendi.

İşte terbiyenin mahiyeti… Ve daha neler di neler …

(2) Din koca bir ilimdir .Uzun süre öğrenimi gerekir. Bundan ötürü erbabı arasında din denmez ilmi din denir.

Bu böyle olduğuna göre, basit bir öğrenim olan lise öğrenimine 11-12 sene verilsin de, ilmi din için böyle bir şey düşünülmesin bile. Sorarım size insaf ve mantık bunun neresinde? Zira ilmi din öyle biri ilimdir ki onunla yeteri kadar nurlanmayan  her hangi bir ilim adamının mensup olduğu her hangi bir ilimde kendine ve hemcinsine faydalı olmasına imkan ve ihtimal yoktur. Bir işaret : Bir taraftan feza çağının yaratılması için milyarlar sarf edilmekte. Diğer taraftan insanlık perişan; hatta bilmem ne kadar sene sonra genel açlık söz konusu imiş; şu tablo bir fecaat değil midir? Şüphesiz fecaattir. Fecaatin tek nedeni :yukarıda dediğim gibi ilim adamlarının ilmi dinden nasiplerinin olmamasıdır .

Tanrı konusuna gelince: Bu da ikiye ayrılır:

(1) Dini terbiye olarak alana göre Tanrı

(2) Dini bir ilim olarak alana göre Tanrı.

Dikkat edelim, hiç bu iki tarafın Tanrı görüşü bir olabilir mi?

Buna göre, benim Tanrı görüşüm şüphesiz ki var dır. Fakat ilmi din açısından…

Soru 3           : İlmi din açısından Tanrı görüşünüz nedir ?

Cevap           : 17 seneden beri devan ettiğimiz “Musikide Hayat Dersleri” olduğuna göre, bu dersler arasında ilmi din bakımından Tanrıya da yer verilmiştir.

Bu konuya ciddi ilgisi olan bir vatandaş dersimize gelmeli, ilmi din öğrenimine koyulmalı…

Soru 4           : Öğrencileriniz ve siz niçin meşin şapka giyiyorsunuz?

Cevap           : Öğrenciler deyimi yerinde değildir. Çünkü bu güzel şapkayı ben ve maalesef  ancak üç öğrencim giymektedir.

Esefe sebep öğrencilerimin çok mangırsız oluşu. Meşin şapka alacak kudrette olmamaları. Gönül ister ki bunlar biran önce mangırlaşsınlar her biri bu güzel şapkadan birer tane edinsin. Hatta ikişer tane edinsin. Biri yazlık; ‘biri içi fanilalı kışlık…

Biz temennimizle baş başa kalalım .Gelelim meşin şapka kullanmanın nedenine. Şuracıkta iki tane söyleyeyim yeter:

(1) çok ekonomiktir. Yedi senedir kullanıyorum mübarek gittikçe güzelleşiyor .Senede bir defa temizlemek ve bir defa boyamak yetiyor.

Biz kalenderler için ekonomi ekonomidir. İsrafa hiç tahammülümüz yoktur. Çünkü haramdan tarif edilemeyecek derecede korkarız .(Kalender: 0 kimseye derler ki felsefi ülküsü uğruna sineye çekeceği bir çok şeyler arasında bir tanesi de mangırsızlıktır.

(2) Çok sıhhidir .Fanilası kışın başı çok sıcak tutar. Yaza mahsus olan fanilasızı ise başa safa verir. Çünkü serin tutar.

İnsaf edelim: Amerika’da öğ­renimler görmüş bir dahiliye mütehassısı  doktor olarak hıfzısıhhaya saygı gösterirsem takdir mi edilmeliyim, yoksa tenkit mi?

+

17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi

Felsefem Dünya Çapındadır:

Soru 5           : Fikirleriniz hakkında yorumlar yapanlara karşı niçin cevap vermek istemiyorsunuz ?

Cevap           : Bu sorunuz sakattır. Gaziantep’e geleli 21 sene oldu. Bu sürenin 17 senesi içinde “Musikide Hayat Dersleri” yüzünden, beni tanımayan da kalmadı. Ne hazindir bay Burhan: İlk defa sen gel din de  fikrimi sordun. Bu acıklı durum karşısında sorduğun sual havada kaldı .Merhamet et bay Burhan, haksız mıyım ?

Soru 6            : Mülakat namenizin aynen yayınlanmasını istemekle neyi kastediyorsunuz? Bu biraz da gazetecinin görevine müdahale etmek olmaz mı ?

Cevap           : Tam aksine bay Burhan; mülakat nameyi ileri sürmekle başta mülakat kavramının haysiyetini koruyorum. Ondan sonra gazetenin haysiyetini koruyorum; Ondan sonra mülakat yapanın haysiyetini koruyorum, ondan sonra da kendi haysiyetimi korumuş oluyorum .

Soru 7           : Öğrencilerinizden birisinin komünist zanlısı olarak yargılanmak istenmesine  karşılık niçin onlara karşı öğrencinizi korumadınız?

Cevap           : Bu işin bir “hakiye” olduğunu daha önceden işaret etmiştim. “Hakiye”nin nesi korunacak? korunmaya kalkılırsa o iş “Hakiye”likten çıkar .

Bununla beraber şuna da dikkat edelim: Felsefemde saldırmaya yer verilmediği gibi savunmaya da yer yoktur. Burada savunmağa yer verilmemesi  tuhaf gelebilir. Halbuki hiçbir tuhaflık yoktur. Psikoloji ilmine dayanarak söyleriz ki savunma hissi temelini iddiadan alır . .Felsefemin iddia ile hiç bir ilişiği olmadığı yukarıda açıklanmıştı.

Hatıra şu gelebilir: Zanlı öğrenci emniyete gitti, sorguya çekildi .0 da cevap verdi .İhtimal cevabı müdafiimsi idi .Şimdi zanlı öğrenciye kendini savundu  mu diyeceğiz? Hayır hayır savunmadı .Öğrendiği felsefeye saygısızlık göstermedi. Ya ne yaptı? Sorulara cevap verdi . Felsefemizde ise bunun yeri vardır . Sonra zanlı öğrenciyi bay yargıca götürmüşler, orada da ayni iş olmuş; yani, öğrenci soru ile karşılaşmış, cevabını da vermiştir.

Benim düşünce tarzıma göre, bu bir savunma değil soruya cevaptır. Felsefem yerli yerinde durmaktadır…

Soru 8           : Kurmuş olduğunuz felsefe okulu ile memlekete neler kazandırmak amacındasınız?

Cevap           : Aferin sana ey bay Burhan… Niçin aferin verdim biliyor musunuz? Sayende güzel felsefemin bir yönünü açıklama fırsatı düştü . Haberin olsun ki, bunu okuyanların ve beni bilenlerin hepsinin haberi olsun ki, felsefem memleket çapında değil dünya çapındadır! Başlangıcından beri dünya çapındadır;  Halen ve feza çağında da dünya çapındadır.

Bu böyle olunca, amaç kalmaz, ya ne kalır? Bu çaptaki bir felsefeyi sormak soruşturmak problemi kalır? Öyle ise, ne mutlu onlara ki (memleketin içinden, memleketin dışından) sordular, soruşturdular ,

Soru 9           : Varoluşçuluk nedir? (Egzistansiyalizm)

Cevap           : Ey yarenimin oğlu bay Burhan : cevapnameyi niçin unutur görünürsün, orada bütün “izm”ler cüce ve perakende kalır, demedik mi? Gel bunu da o cücelerin yanına yatmalım! Şunu da söylemiş olayım: Bil ki, bütün “izm”ler, bütün tarikatlar, bütün cemiyetler (Masonluk, Vehabilik dahil) hiç olmazsa, insanlıktaki  asırlar boyu, her şeye rağmen devam eden perişanlığı duyan kişilerin .asil bir reaksiyonudur .Bu nokta önemlidir .Bay Burhan ilerde üzerinde durmalıyız .Çünkü psikoloji bakımından, perişanlığı duyan ilerici, duymayan gerici sayılır…

Dr. Emin Kılıç Kale ile röportajı yapan Burhan Cahit Günenç; 17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi

+

Hocamızın; Burhan Cahit Günenç’le yapmış olduğu bu röportajda:  “Türkiye’nin üç Allah’ı var. Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk…” demesi ve arkasından: “Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir.

Osmanlıca’dan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıca’ya…

Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp durması başta Zekeriya Beyaz, Necdet Sevinç olmak üzere Gaziantep’teki bütün Nurcuları çıldırtmaya yetmişti. .

Gaziantep gibi yerde bu sözler söylenmemeli idi. Eğer bu sözleri biz öğrencilerden biri söylemiş olsa idi onun başına gelecek vardı…

Hocamız bu röportajı ile kendisini sevmeyenlerin eline tutamak vermişti. Bu röportaj üzerine hem kendisine  hem de bana Gaziantep Yeni ülkü gazetesinde saldırılar başladı.

Burhan Cahit Günenç’in röportaj yaptığını duyan Yeni Ülkü gazetesi; Hocamızın röportajından bir gün önce okuyucularını hazırlamaya başlamıştı bile.

Anons aşağıdaki şekilde yapılıyordu:

 

  1. PERDE ARALANIYOR

 

Emin Kılıç Kale talebelerinin mühim ifşaatı

pek yakında gazetemizde…”

(Yeni Ülkü Gazetesi 14.2.1962)

 

Emin Kılıç Kale talebeleri dedikleri de Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç ve diğerleri…

Hocamızın Gaziantep Sabah gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportaj devam ederken Yeni ülkü gazetesi saldırıya geçmişti. İşte bunlardan birkaçı:

+

  1. KAÇ TANE

 

Emin Kılıç Kale’ye göre Türkiye’nin Allah’ı üç imiş.

İster misiniz bir Amerikalı kalksın gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarının sıralasın şu kadar, bir başkası Çin’in, Japonya’nın, Allah’ı var desin…

Ve, ister misiniz ki şehrin valisi, belediye reisi, o şehrin Allah’ı olsun.

Ya bir mahallenin muhtarı,

Ya her aile reisi?

Ya her aile reisi? Namzedi…

Hey, dur bakalım.İnönü’nün kölesi    olabilirsin ama onun Türkiye’nin  üç Allah’ı olduğunu iddia edemezsin…

Türkiye’ye hizmet etmiş nice adsız, sansız insanlar vardır. Bu gidişle kul, mumla arasan bulunmaz meta haline gelecek ve (Haşa sümme haşa) BÜTÜN DÜNYA SAKİNLERİ Allah veya Peygamber olduklarını iddia edecekler. Müritlerine “Dangalak!” derken kendini hiç düşünmedin mi?

GÖKHAN. Yeni Ülkü gazetesi. 16.2.1962

+

Görüyorsunuz ne kadar ipe sapa gelmez saçma sapan bir yazı. Ne var ki bu tür yazılarını aylarca sürdürdüler. İşte bir tane daha:

+

  1. PROFESÖR ve TALEBELERİ

 

Profesörleridir bir doktor

Mantıksız işleri pek çoktur

Banlarda aklın yeri yoktur

 

Vardır bir sıfatı hepsinin

Adı profesördür kendinin

Büyük düşmanıdırlar dinin

Hakikat bu, inan bu Emin

 

Kasketleri   kitap ciltleri

Meşindendir bütün şeyleri

Bir çeşit yerler yemekleri

Caddelerin  dik   direkleri

 

Candır ileri gelenleri

Müzik bunların perdeleri

Vardır üstadın besteleri

Şifa üstadın silleleri

Mustafa Eralp, 16.2.1962

+

Aşağıdaki yazıda Hocamızın yaptı röportaja değiniliyor:

 

  1. ALÇALTIRMIŞ (!)

 

Sabah gazetesinin “bir perde kalkıyor” diye ilan ettiği malûm perdesi kalkıyor ya; İşte o perdenin arkasından bir çok zırvalar yumurtlayan meşhur ve mâlum Doktor Kılıç Kale, Ord. Profesör Sayın Ali Fuat Başgil için “Ben onu alçaltırım” diyor. Ve bu alçaltırım kelimesini: Tıpkı, can çekişen mahlukların son nefeslerinde çıkardıkları hırıltılar gibi: “Alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım…” diye üç defa tekrarlıyor.

Biraz sakin olalım üstat(!)

Bütün âlemin çok iyi bilerek hürmet ettiği muhterem Başgil’i alçaltabilmeniz için; Evvela siz zat-ı malum’alilerinizin yükselmesi lazım gelmez mi???..

Sonra…

Bir O… otunuz, battal bir çınarı gölgeleyip alçalttığı nerede görülmüştür?.

Olacak şey mi bu nerede görülmüştür?

Mum güneşi karalasın. Paslı küflü bir bakır, bir altını alçaltsın, Bu olacak şey midir şu yirminci asırda. “Üç Rabbim var” diyerek ilk çağ’a taş çıkarsın!…

Sinan Bahçeci,18.2.1962

+

  1. PERDE ARALANIYOR!…

 

Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu söyleyen Dr. Emin Kılıç Kale “DANGALAKNAME’sİne bizzat kendi “CAN”ları cevap veriyor.

Bu ibret ve Dehşet verici ifşaat serisi pek yakında gazetemizde…

Yeni Ülkü, 18.2.1962

+

Hakaret namelerin tarihlerine göz atarsanız hep Hocamızın yaptığı röportajın tarihleri ile uyuşuyor. Bu röportaj Gaziantepli muhafazakar kesimi çılgına döndürmüştü. İşte bunlardan biri daha:

+

  1. BAŞYAZI:

 

KÖRRROL!..

 

Gözleri silme kör biri çıkar da:

Ben güneşin varlığına   inanmıyor, güneş ışığını     kabul   etmiyorum derse. Basiret    sahipleri ona gavri ihtiyari:

Bir defa    daha

“Körrol demezler mi?..”

Derler ya..

Pekî neden derler? Bir defa kör   olmuş birine ikinci bir defa körrol demekten maksat nedir?

Maksat: sen fiziki bakımdan kör olmuşsun, bari ruhi bakım dan da körrol da gülünç olmaktan kurtul demektir. Evet şair İzzet molla der ki: B!r göz kim olmaya ibret nazarında, sahibinin düşmanıdır baş üzerinde..

Neymiş efendim: bu adam Allanın varlığını ve Peygamber’in “Hakkaniyetini kabul etmiyormuş ve etmeyebilir imiş. Ne isti­yorlarmış kendisin­den?..

Haklı değil mi? Böylesi bir zındıktan kimin ne istemeye hakkı olabilir? Böylesi bir bi’karardan böylesi bir biçareden, böylesi bir muallaktaki adamdan ne istene, ne   beklenebilir? Hiç bir  şey…

Fakat ona denir ki: mademki sen böyle bir zavallısın ve zavallı olduğunu dilinle ikrar, kalbinle tasdik ediyorsun. O halde bu kof beyninle yalancı pehlivanlar gibi ortalıklarda dolaşmamalısın… Musikişinaslık perdesi altın­da genç dimağları zehirlememelisin. Salim fikirlerde istifham uyandıracak şekilde sahte pozlar takıma malısın. Sen bu zavallılığınla kendine za­vallıca bir hayat tarzı seçmelisin. Sen ölümlerden ölüm beğenmelisin. Beğenmelisin ki: kimseye za­rarın olmasın.

Sonra böylesi mahlukatlardan bu millet, bu vatanın müspet yolla bir şeyler beklediğini kim iddia ediyor ki?.. Bu memleket tımarhane midir ki delilerden menfaat beklesin?

Aslında böylesi bir müdafaanın, adalet huzurunda “Ben deliyim, beni tımarhaneye gönderin” diye işi mugalataya boğ­maya çalışan azılı caninin saçmalarından hiç bir farkı yoktur. Çünkü: her iki biçare de işledikleri denîce suçu, ölçüsüz bir açz içinde itiraf ediyor­lar demektir.

Bir sarhoş çıksın, ortalığı velveleye yersin, biz bu   suçunu onun    sarhoşluğuna bağışlayalım. Bir açık göz çıksın, bir    sürü  (izm) leri   kuyruğuna takarak şurda burda soytarılık etmek suretiyle güldürücülük maskesi altında salim fikirleri bulandırsın. Biz bu      yaptıklarını onun cingöz   oluşuna hamledelim. Bir   pos bedenli çıksın, bu ma’sum milletin*  mukadderatına küfretsin, üstelik de “Benden   ne istiyorlar” diye soğan keserek; milleti   kendine acındırmaya  çalışsın. Biz buna da seyirci kalalım, ha?…

Yağma  yok!…

ANLAROĞLÜ.   F. A. 20.2.1962

+

Bu yazıların art arda yayınlanması üzerine Hocaya:

“- Bunları mahkemeye verelim, hakaret etmelerini önleyelim!” dedim. Hoca bana darıldı. Ne alçaklığımı koydu ne de eşekliğimi…

“- Bunlar kim ki? Bunlar ölü… Sen ölüleri diri yerine (adam yerine) koyuyorsun. Adam yerine koyarak bu ölüleri diri sayarak muhatap alıyorsun…”

Ne var ki, bu hakaretçiler, tepki görmedikleri için şirretliklerini artırıyorlardı.  Saldırı oklarını bana doğru yöneltiyorlardı… Çünkü ben sahipsizdim, kimsesizdim… Üstelik bir diplomam da yoktu, silme cahildim… Ve de istismara elverişli bir kişiliğim vardı…

+

Saldırıları sürdürüp duruyorlar. Hocamız ise bakıp duruyor. Oysa yapılması gereken bunlara dava açıp susturmaktı…

  1. FEZA’YA ATARLAR

 

Bir adam meczup bir akıl hastası olur. Tımar haneye atarlar.

“Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu” söyleyen Dr.  Emin    Kılıç Kale    nasıl   bir meczuptur ki, tımarhaneye atalım??

Bizce tımarhane bîr akıl mektebidir. Böylelerini oraya atmak suç olur.

Bir türlü akıllanmak bilmeyen feza devri delilerini nereye atarlar biliyor musunuz??

Eğilin, kulağınıza söyleyelim:

– – Fezaya… (!)

Çimdik, 21.2.1962

+

Aynı tarihli gazetede bir tane daha:

 

  1. AYNAROZ MU?..

 

Milliyetçi   Fransızlar domates   uluğuyla   kovaladıkları Paris’Ii Jan Pol Sartır’ın kurduğu mezhebin   adı EGZİSTANSİA’LÎZM, yani mevcudiyetçiliktir. Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR’ın   kurduğu mezhebin adı nedir?..

Jan Fol Sartır’cılar, sadece ‘elle tutulur, gözle görülür varlıklara inanır ve sadece gönlerini gün etmek için yaşarlar.

Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR neye  inanır ve niçin yaşarlar?.,.

Jan Pol Sartır’cılar ASI GENÇLİK adı altında kız – erkek karmakarışık çılgınlıklar yapar ve tabii tesirlerden korunmak için MEŞİN CEKET giyerler.

Hemcinsleriyle çalışan Gaziantepli MEŞİN SAPKALILAR niçin MEŞİN “ŞAPKA giyerler?..

Eesiztansiyalizmim, iç yüzü dünyaca bilenen batıl bir mezheptir.

Acaba mevzii kalmış Gaziantep’!! MEŞİN ŞAPKALllARIN ve mezheplerinin esrarı nedir?”…

Yoksa AYNAROZ MU?…

SIRDERZADE, 21.2.1962

+

Darılmasını göze alarak Hoca’yı bir kere daha uyardım. Ne var ki bu kez de:

“- Değmez!” dedi.

İnsanoğlunun böyle savunma mekanizmaları da vardır sorumluluktan kaçmak için… Ama biz sustukça onlar şirretliklerini artırıyorlardı.

Meşin Şapka giymemize takmalarının nedeni. Gaziantep’te işçilere toplu sözleşme uyarınca meşin ceket, meşin şapka veriyorlardı.  Bilindiği gibi sendika ve sendikalı işçi dendiği zaman hemen akla komünistler geliyordu. Bizlerden dört kişinin meşin şapka giymesini de komünistliğimize yorumluyorlardı ve bu nedenle de, modaya uyarak,  saldırıya geçiyorlardı. Yani böylece CHP’li olmamızı, İnönü’yü savunmamızı, devrimciyiz dememizi, meşin şapka giymemiz komünistliğimize kanıt sayıyorlardı…

Bu röportaja karşın MHD öğrencileri; Hocamıza yapılan saldırıların nedeni olarak beni gösteriyorlardı. Oysa gericileri kızdıran asıl neden Hocamızın röportajında “Türkiye’nin üç Allah’ı var”, “Devrimciyim” demesi ve o zaman sağcıların Cumhurbaşkanı Prof. Dr.. Ali Fuat Başgil’i “alçaltırım, alçaltırım…” demesi idi. Bunlar sağcıların kaldıramayacağı sözlerdi.

Hocamız hakkında bu tür ipe sapa gelmez, ağır hakaretler ve seviyesiz küfürler içeren yazılardan daha çok var. Ne var ki bunları buraya aktarmayı yersiz görüyorum.  Merak edenler Gaziantep Yeni Ülkü Gazetesinin  1962 yılı 2. ve 3 ayı arşivine bakabilir… Ancak şurasını önemle belirteyim ki Hocamız bunlara yanıt vermediği gibi dava açmayı bile doğru bulmadı. “Yazsın dursunlar! Onlar benim nazarımda ölüdürler!” dedi…

 

  1. AV. REFİK DANİŞ’E MEKTUP

 

Aleyhimizde yapılan bu hakaret ve iftira yazıları üzerine CHP Gaziantep İl Yöneticilerinden Av. Refik Danış haber gönderdi. “Eğer isterseniz bu yayınları durdurabiliriz ve de bunları hem tazminata hem de para cezasına mahkum edebiliriz. Ancak bunun için bize vekalet vermeniz gerekir!” diye haber gönderdi.

Av. Refik Danış’ın bu isteği üzerine kendisine yazılan mektup aşağıdadır:

+

Sayın Avukat

Bay Refik Danış Kardeşimize,

1- Gerici dediğimiz şu çağ dışı güruhun hakkımda çıkardıkları çok rezilâne dedikodular münasebetiyle göstermiş olduğunuz asil ve devrimci ilgiden dolayı teşekkürlerimi takdim görevimdir .

2- Bu gerici vatandaşlar o kadar zavallı bir haldedirler ki onlar: bir nevi (ruhî hasta) nazarıyla bakmakta psikoloji bakımından isabet vardır…*

3- Bunlara karşı dava açmayı ve bu hususta zatıalinizi yormayı adeta bir zulüm olarak görüyorum. Yani bu güruh cezaya dahi lâyık değildir ( 27 Mayıs ihtilâlının, bir nevi Centilmen ihtilâl oluşunu, eğer yanılmıyorsam, “bu düşünce tarzına bağlamak yerinde olur!…) Buna göre zinde kuvvetlere çok önemli ve karışık ödevler düşmektedir…”

Zatıalinizi ilgilendirir diye, dört name takdim ettim. Bunlardan Vali beyefendiye ve bazı partili arkadaşlarımıza da takdim edilmiştir…

Selâm ve muhabbetlerimle…7.3.1962

Dr. Emin Kılıç Kale

 

Av. Refik Daniş’in bu ilgisi Hoca’yı memnun etmişti. Ne var ki iftiracılara dava açması  için vekalet vermemişti. Ama iftiracılar yayınlarını sürdürüyordu. Öylesine pervasızca sürdürüyorlardı ki buna Gaziantep Cumhuriyet Savcılığını bile dayanamamış ve yayını durdurmuş ve haklarında dava açmış. Biz bunu Yeni Ülkü’de çıkan aşağıdaki haberden öğreniyoruz.

 

  1. EMİN KILIÇ KALE HAKKINDAKİ İFŞAATI DURDURDUK.

 

İşte Yeni Ülkü gazetesinde çıkan haber::

 

“Görülen lüzum üzerine ifşaatımıza bir müddet ara verdiğimizi sayın okuyucularımıza bildiririz. Yeni Ülkü, 3.3.1962.”

 

Muhakkak savcılık görülmekte olan bir dava bulunurken davanın konusu ile ilgili olarak yayında bulunmayı ceza yasasına aykırı bulmuş olacak ki hakkımızda yayınlanan yazıları durdurmuş. Çünkü benim yargılanmam hala devam ediyordu.

Bu yayınların yasaklamasını kafası almayan Yeni Ülkü yazarı manzum olarak soruyor:

 

“ESİNTİ:

 

NE DEMEK

-Ülkü’den bir soru-

Göz yüzün üzerine, kaş gözün üzerine,

Bağı dermekte gaye, hep üzüm üzerine,

Bes şunu anlamadık, bilen varsa söylesin:

Ne demek bu “görülen – bir lüzum üzerine!..”

BAHÇECİ, 4.3.1962

+

Savcılığın bu yasaklaması üzerine aleyhimizdeki yayınlar bıçak gibi kesilip atıldı. Artık aleyhimizde bir tek sözcük olsun yayınlayamıyorlardı.

 

  1. “BİRGÜNDE 8 BASIN DAVASINA BAKILDI

 

Aradan dört ay geçmişti ki Gaziantep Sabah gazetesinde bir haber… Okuyalım:

 

SAVCI, YENİ ÜLKÜ SAHİP – SORUMLU MÜDÜR VE YAZARLARININ CEZALANDIRILMASINI İSTEDİ.

Dr. Emin Kılıç Kale’nin   davası

Bir süre önce Gazetemizde kendisi ile yaptığımız röportajdan ötürü, Dr. Emin Kılıç Kale hakkında Yeni Ükü gazetesinde yazılan “if­şaat” sebebi ile mahkemeye verilen Fehmi Anlar, Kemal Kalkan, İbrahim Küçükdağ, Nejdet Sevinç ve Bekir Kaynak’ın duruşmaları dün Toplu Basın mahkemesinde ya­pılmıştır.

Duruşmada savcı iddiasını okumuş ve sanıkların suçlarının sabit görüldüğünü bu sebeple cezalandırılmaları gerektiği söylemiş ve Basın Kanununun 16. maddesi delâletiyle 30. maddenin 4. ben­di ile cezalandırılmalarını    istemiştir.

Bu maddeye göre verilmesi istenen ceza 1 ay dan 6 aya kadar hapis, 1000 liradan 10.000 liraya kadar ağır para cezasıdır.

Duruşma, karar için  ileri bir güne bırakılmıştır.”

Gaziantep Basın Savcılığının açtığı bu dava üzerine Yeni Ülkü gazetesi yazarları ve bizim ajan provokatörlerin sesi kesildi.

 

  1. İSTİFA ETMEM İSTENİYOR

 

Bu yayınlar etkisini gösterdi. Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan beni çağırdı. Gazeteleri gösterdi. “Sen neymişsin be!” dedi ve devamla:

– Hemen istifanı ver, biz seni işten atarsak, bir daha başka yerde iş bulamazsın… İstifa etmen senin lehine olur…” dedi…

– Sayın müdürüm daha yargılama bitmedi.. Eğer yargılama sonunda mahkum olursam zaten burada çalışamam. Ama yargılama sonunda berat eder de suçsuzluğum anlaşılırsa bundan ötürü vicdan azabı çekmez misin?..

Bu sözlerim üzerine Müdürümüz Aziz Gözaçan düşünmeye başladı.  Düşündü, düşündü,

– İyisi mi bu konuyu vali beyle görüş… dedi.

Hemen yukarıda bulunan Gaziantep Valisi Osman Meriç’in yanına çıktım. Sekreterinden izin alarak odasına girdim. Odaya girdiğimde benim hakkımda yazılan yerel gazetedeki yazıları okuyordu.

Müdürümüz ben yukarıya çıkarken benim kendisinin yanına geldiğimi telefonla bildirdiği için kendimi tanıtmama meydan vermeden:

– Şu meşhur Hayri Balta sen misin?

– Evet benim…

– Nedir bu kepazelik?

– Bunların hepsi yalan ve iftiradır sayın valim. Bunlara inanmayın bana inanın. Yargılamanın sonunu bekleyelim. Eğer mahkum olursam bana dilediğini yapabilirsiniz. Ama ortada bir yargılama var. Yargı karar vermeden beni işimden ederseniz ve sonra ben de beraat edersem; o zaman vicdan azabı çekersiniz. Evliyim, üç çocuğum var. Siz beni işten atarsanız kimse de bana iş vermez…

Sözümü kesti… Biraz düşündü:

-Hadi git işine bak. Yargılama sonunu bekleyelim…

Bunun üzerine sevinçle aşağıya indim. Ben ininceye kadar durumu telefonda Müdürümüz Aziz Gözaçan’a bildirmiş olmalı ki . Aziz Gözaçan’nın yanına vardığımda gözlerinin içi gülüyordu…

– Tamam, dedi, yargılamanın sonunu bekleyeceğiz…

Böylece Milli Eğitim Müdürlüğündeki işimi sürdürdüm. Kimse de beni rahatsız etmedi. Öyle sanıyorum ki herkes iftiraya uğradığımı sanıyordu.

Bu sırada Bayındırlık Müdürlüğü ile Milli Eğitim Müdürlüğü ortaklaşa Okul Yaptırma Bürosu kurdu. Başına da müdür olarak Asim Ahi getirildi. Asım Ahi bizim Tabakhaneli idi. Uzaktan da olsa kendisi ile tanışıklığımız vardı. Beni de Okul Yaptırma Müdürlüğüne yazman olarak verdiler.

Okul yaptırma müdürlüğünde İlköğretim müfettişleri ile tanıştım. Onların raporlarını ben doldururdum. Kimi zaman gitmedikleri halde kendilerini köylere gitmiş gibi gösterirlerdi.

İçlerinde öyleleri olurdu ki elime köy adları bulunan bir liste uzatırdı. Günübirlik gidip geldiğimi yaz derlerdi. Bu da 27 Mayıs Milli Devriminden sonra oluyordu. Artık Atatürkçü öğretmenler de bunu yaparlarsa artık var gerisini sen hesapla…

Bu arada Gaziantep müteahhitlerini de tanımış oldum. Bunlar içinde esmer, orta boylu Muhtar Atmaz bu güne kadar unutamadıklarımdan. Bunların hak ediş raporlarını ben yazardım. Kimileri hak ediş raporlarını  öncelikle yazmamı isterlerdi. Öncelikle yaparsam bahşiş vereceklerini de ima ederlerdi. Ben ise hak ediş raporlarını bana gelişine göre sıraya kordum ve bekletmeden de yazardım. Raporları da İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay yazardı. Bana çok yakınlık gösterirdi. Aramızda bir dostluk kurulmuştu.

 

  1. HAKKIMDA DAVA AÇILIYOR

 

En sonunda Gaziantep Sorgu Yargıçlığına çağrıldım. Meğer hakkında dava açılmış. İşte hakkımda düzenlenen iddianame:

 

 

“T. C. Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı

Sayı:

Esas 127

İddia    69

Esas Hakkında İddianame

 

Gaziantep Sorgu hakimliğine,

Davacı        : H.U.

Sanık          : Hayri Balta. Mehmet oğlu 1932 doğumlu Yaprak Mah. Tabakhane Sukenarı sokak 46/1no’da oturur.

Suç             : Komünistlik propagandası yapmak…

 

Komünistlik propagandası yapmaktan sanık yukarıda hüviyeti yazılı Hayri Balta hakkında 20.1.1962 tarih ve 127/16sayılı talepname ile açılan davaya ait tanzim kılınan hazırlık ve ilk tahkikat evrakları incelendi:

Sanık Hayri Balta’nın fırsat buldukça ve muhtelif zamanlarda etrafına topladığı şahıslara komünistliğin iyi bir idare olduğunu ve refahın orada bulunduğundan bahisle komünistlik propagandası  yaptığı iddia, şahadet ve tekmil dosya münderecatıyla anlaşılmış olduğundan hareketine uyan T. C. K. nın 142/1-2. maddesi gereğince cezalandırılması ve duruşmanın Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesinde yapılmak üzere hakkında C.M.U. nun 196 ve 200. maddelerine tevfikan son tahkikatın açılmasına karar verilmesi iddia olunur. 12.5.1962

  1. Savcı Yd.

Emrullah Özcan

-10767-

imza”

 

Daha sonra Gaziantep Sorgu Yargıçlığından duruşma gününü belirten bir çağrı aldım. Belirtilen günde Sorgu Yargıçlığına gittim.

Baktım, kapıda Necdet Sevinç, Bekir Kaynak yanında bir kişi daha vardı. Bana bu tuzağı kuranlar şimdi de tanık olarak ifade vereceklerdi. Olacak iş miydi bu…

Gaziantep Sorgu Yargıçlığı ifademi  aldı. İfademde olanları kısaca ve bütün içtenliğimle anlattım. Benden sonra Necdet Sevinç ve arkadaşlarının da ifadesi alındı. Sonunda Sorgu Yargıcı kararını verdi:  “Ağır Cezada  yargılanmamın beni toplum önünde damgalayacağına; kaldı ki suçun unsurları da oluşmadığı için beraatıma karar verdi.

Sorgu Yargıçlığının bu kararına Savcılık itiraz etti ise de Gaziantep Asliye Ceza Yargıcı Sorgu Yargıçlığının kararını onaylayarak beratımı kesinleştirdi.

  1. KARAR

 

T.C.

Gaziantep Sorgu Hakimliği

Esas: 962/25

Karar : 962/104

C.M.U. 127/16.

Hakim : Abdullah Tartıcı

Kâtip: M. Ali Cengiz

Davacı: H. U.

 

Sanık: Hayri Balta, Mehmet oğlu, 1932 doğumlu, Hayriye’den doğma, Ga­ziantep’in Yaprak Mahallesi nü­fusunda kayıtlı olup halen aynı mahallede Sukenarı 46/2 numara­da oturur Millî Eğitim Müdürlü­ğünde memur.

Suç        :  Komünistlik propagandası yapmak.

Suç Tar. : 1962 yılı içerisinde.

Komünistlik propagandası yapmaktan sanık ve gayri mevkuf Hayri Balta hak­kında Gaziantep Sorgu Hakimliğinde ya­pılmakta olan ilk tahkikat neticesinde:

C.M.U. liginin iddianamesi ve dosya tetkik edildi.

Gereği düşünüldü :

Sanık Hayri Balta’nın her ne kadar komünizm propagandası yaptığı iddia edilmiş ise de:

Sanık Hayri Balta’nın Atatürk ilke­lerine bağlı aydın bir kimse olduğu, kamu tanıkları Bekir Kaynak, Necdet Se­vinç ve Cevat Güralp’ın olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri bulunmaları hesabiyle şahadetlerinin şayanı kabul ve samimi olmadığı ve esasen şahadetlerinin de bahse konu fiilin suç unsurları bakımından takdire müsait bir ciheti de olmadığı, kaldı ki muhbirlerden Bekir Kaynak’ın Hakimliğimizce ifadesi alındığı sırada ırkçı ve Turancı olduğunu açıkça ve çekinmeden söylediği, şu hale göre yurdumuzda yaşayan insanları muhtelif adlar altında ayırmak (meselâ: Türk, Çerkez, Arap, Kürt vesaire) ve milletleri kan birliği esasına istinat ettirmek ve aynı ırktan olduklarını iddia ettikleri  insanları geniş bir sınır içinde toplamak ve bunu temin etmek maksadıyla saldırgan bir karakter taşımak ve neticeten  bir hayal peşinde koşmaktan ibaret olan ırkçılık ve Turancılığın mevcut mevzuat karşısında takip ve tecziye edilmesinin icap edeceğinin teemmüle şayan olduğu ve böyle bir fikrî vasat içinde bulundukları anlaşılan muhbirlerin her aydını ve Atatürk ilkelerine bağlı ilerici fikirleri komünistlik olarak tavsif edecekleri ye bu  hadisede de öyle yaptıkları, sanıkta arama neticesi yakalanan Varlık, İmece ve sair broşür ve kitapların yasaklanmış kitaplardan olmadığı ve halen yayın hayatına devam ettikleri, sanığın vaki savunmasının samimi olduğu, emanetin 23.3.1962 tarih ve 126 sırasın­da kayıtlı sanıkla muhbirlerin konuşmalarını havi bandın hatalı olması hesabiyle konuşmaların tamamının anlaşılamadığı, ancak 9.5.1962 tarihli olup (8) sayfada tanzim edilen zaptın münzilerinin de teyit edecekleri veçhiyle sanık anlaşılabilen bazı konuşmasında: ”Bu günkü durumumuzu Atatürk ve İnönü’ye borçluyuz… İnsan sorumluluk duymalı, kanunlara, ailesine itaat etmeli, Allah varsa var, yoksa yok biz insanız sorumluluk duyacağız… Memleketin seçimle ve Demokrasi ile idaresi lâzımdır… Komünizm  otoriterdir; beni korkutuyor…” dediği ve bu konuşmaların komünizm propagandası yapmak şöyle dursun tam aksine savunmasını teyit eder mahiyette olduğu ve zaten konuşmalarının banda zabıta marifetiyle değil muhbirler tarafında alındığı ve bunlardan Necdet Sevinç’in Hakimliğimizce alınan ifadesinde banttaki konuşmaların önemli olmadığını söylediği, şu duruma göre tertip neticesi bantta suç teşkil edip de söylenmeyen sözlerin sanık tarafından şahitler önünde de söylenemeyeceği bunun akıl ve mantık icabı olduğu kaldı ki sanık tarafından sarf edilen ve yukarıya yazılan sözlerin savunmasını doğruladığı bu durumda sanığı mahkemeye sevk etmenin onu cemiyet önünde damgalamaktan başka bir işe yaramayacağı cihetle sanık Hayri Balta’nın C.M.U. Kanunun 197. inci maddesine tevfikan muhakemesinin menine ve ittihaz edilen kararın tasdik veya ademi tasdiki zımnında dosyanın Asliye Ceza Hakimliğine sunulmasına talebe muhalif olarak karar verildi. 19.7.1962

Katip M. Ali Cengiz               Hakim Abdullah Tartıcı. 11656

 

  1. AMERİKAN HASTANESİNE GEÇİYORUM

 

Bir gün Amerikan Hastanesi Müdürü Hoca’ya gelmiş.

– Bizim bir muhasebeciye ihtiyacımız var. Öğrencilerin arasında muhasebeden anlayan biri var mı?

Hocanın aklına hemen ben gelmişim. Böylece kendisinin yakınında olacaktım. Yazılarını kolaylıkla yazacaktım. Bu benim de işime geliyordu. Çünkü komünist zanlısı olarak çalıştığım ortamdan kurtulacaktım. Her ne kadar beraat etmişsem de iş arkadaşlarımın kuşkulu bakışları beni rahatsız ediyordu. Gerçi dava bitmiş ve ben beraat etmiştim; ama, yine de dairedeki arkadaşların bakışlarından rahatsız oluyordum.

 

Hoca’nın önerisini kabul ettim. Hemen Asım Ahi’nin yanına gittim.

“ İzin verirseniz ben ayrılacağım. Amerikan Hastanesine Muhasebeci olarak gireceğim…”

İnşat Mühendisi Asım Ahi:

“ İşyerinin suyu mu çıktı. Niçin ayrılıyorsun?”

“ Orada elime daha çok para geçecek. Bu nedenle ayrılmak zorundayım…”

“ Daha çok para geçecekse eline, bulamam söyleyecek kelime…”

Bu konuşmadan sonra istifamı verdim. Kendilerinden bir de bonservis istedim.

İşte verdikleri bonservis:

 

Gaziantep İli

Bayındırlık Müdürlüğü

Milli Eğitim Tesisleri

İnşaat Bürosu

Sayı : 28/446

 

 

Adı, soyadı   : Hayri Balta,

Baba adı       : Mehmet

Doğ. Yeri, yılı: Gaziantep 1932

İşi                  : Memur.

Yukarıda kimliği belirtilen fotoğrafı yapışık Hayri Balta; Müdürlüğümüze bağlı Okul Yaptırma Bürosunda sorum­lu yazman olarak üç yıl çalışmıştır.

İşlerini; işlerinin ağırlığına rağmen, disiplinli çalışmalarıyla aksatmadan yürütmüş, göstermiş olduğu becerikli tutumu ile kısa zamanda dikkati çek­miştir.

Çalışkanlığı, doğruluğu, özel ve iş hayatındaki ağır baş­lılığı, işine olan düşkünlüğü, iş arkadaşlarıyla geçimi, amirlerine karşı saygısı yüzünden haklı olarak takdirimizi kazanmıştır.

İşbu belge isteği üzerine verilmiştir. 31.12.1962

 

Müslüm Yeniay,

Milli Eğitim Müdürlüğü

Yapı Teknik Elamanı

İmza

Asım Ahi,

Okul Yaptırma Bürosu Başkanı:

İnşaat Mühendisi

Bayındırlık Müdür Vekili Oku

 

Aziz Gözaçan

Milli Eğitim müdürü

Mühür ve imza

Tasdik olunur.

31.10.1962

 

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç  görsün bakalım; komünist, dinsiz diye iftira attıkları adamın aldığı bonservisi… Bir komünistte böyle bir bonservis verilir mi?

Hayatımı karartan bu adamlara ne desem az..

10 işyerinden atıldım.

10 kadar ev değiştirmek, memleketim

Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım.

Tam otuz yıl polis tarafından izlendim.

Tam bir kuşatma altında yaşadım…

Bilmem,  işledikleri günahın büyüklüğünü idrak edip de bir özür dileyebilirler mi? Nerede onlardaki bu basiret…Çünkü yazılmıştır:

“Onların kalpleri vardır; fakat onunla idrak etmezler. Gözleri vardır; lakin onunla göremezler. Kulakları vardır; amma onunla işitemezler…” (K. 7/179. 2/18, 171. 8/23. 22/46. ve ayrıca bakınız: Tevrat, İşaya. 6/9-10. İncil Matta. 13/13-14)

 

Bu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz adımı dinsize, komünistte çıkardılar. Dostlarımı benden soyutladılar. Çevremi boşaltarak; beni, sahipsiz, kimsesiz bıraktıktan sonra ver yansın ettiler. Bu ne büyük kin ve nefret…

 

Küçüklüğümden beri Muhasebeciliğe hevesim vardı. Bu amaçla Kentimiz (Gaziantep) Ticaret Lisesinde açılan Muhasebe Kursuna devam ettim. Öğretmeniz de Ali İhsan Gereççi idi

Yeni öğretmen olmuştu. Uzun boylu, iri yarı, kırmızı tenli idealist bir gençti. Caddede yürüyüşü dikkatimi çekerdi. . Anlaşılan düşündükleri vardı.

Hep yalnız gezerdi ve hayal aleminde idi…

 

Bu kursa iki ay kadar devam ettim. Ne oldu, hangi engel çıktı bilmiyorum ama son günlerde kurstan ayrıldım. Amerikan hastanesi muhasebeci arayınca bu gittiğim muhasebe kursuna güvenerek muhasebeden anlarım dedim…

Hocamız bana:

“Git, Amerikan Hastanesi Müdürü George Provaski ile görüş!” dedi.

Hemen George Provaski’nin yanına gittim. Beni sevecenlikle karşıladı.

“Çalıştığın yerde brüt ne kadar net ne kadar alırdın?” diye sormasın mı?..

Oysa ben brüt ne demek, net ne demek bilmiyordum ve muhasebeciliğe soyunuyordum.

Bereket bozuntuya vermedim:

“Elime geçen miktar şu kadar?” diyerek durumu kurtardım. Aklıma  geldikçe hâlâ utanırım; net ile brüt’ün ne demek olduğunu bilememiş olmama…

George Provrastki net ve brüt ayrımını bilememiş olmamın üstüde pek durmadı…

“Git hemen işe başla!” dedi…

İlk şaşkınlığım çalışma saatlerini öğrenince oldu. Meğer Amerikan Hastanesi saat sabah 7’de işbaşı yaparmış taa akşam 17’ye kadar. Oysa Milli Eğitim Müdürlüğünde saat 9’da işbaşı yapardık taa 17’ye kadar…

İşbaşı saat dokuz olunca sabahları bana bol bol kitap okuma ve ders çalışmak için zaman kalırdı. Sabahları Hükümet konağa karşısında yazları  yazlık; kışın da kışlık Maarif kahvesinde oturarak rahat rahat dersime çalışır ve kitaplarımı, gazetelerimi okurdum. Burada saat 7’de işbaşı yapma zorunluluğunu öğrenince Milli Eğitim Müdürlüğünden ayrıldığıma pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.

Artık işe yetişmek için sabahın 7’işbaşı yapmak için en geç sabahın 6’ısında kalkmak zorunda idim. Ailecek kahvaltı yapmayı severdim ve bu da bir saat vaktimizi alırdı. Artık sabahları gazete, dergi ve kitap okumak bana haram olmuştu. Kahvaltıyı yapar yapmaz işe koşuyordum. Saat 7’de işbaşı yapıyordum.

Bu erken işe başlama koşulu daha ilk günden itibaren beni pişmanlığa boğmuştu ve bu pişmanlığı Amerikan Hastanesinde çalıştığım sürece 5 yıllık süre içinde büyük bir acı ile yaşadım…

 

Sat 7’de işbaşı yapmak için en geç altıda kalkmak gerekiyordu. Bir saat içinde sabah kahvaltısını yapıp işe ancak yetişebiliyordum. Bu durumda sabahları gazete bile alamıyordum. Günlük gazetelerimi Hastanenin çarşı alışverişini yapan Mehmet Ağa öğleye doğru getirebiliyordu. Gelen gazetelerime şöyle bir göz atma olanağı bile bulamıyordum. Çünkü oturduğum masanın arkasındaki pencere koridora açılırdı. Bu koridordan da Amerikalı müdür ve hemşireler olur olmaz saatlerde evlerine gidip gelirlerdi. Eğer elime alıp da gazetenin, derginin  şöyle başlıklarına bir göz atsam adımız “Çalışma saatinde gazete, dergi okuyor…” olacaktı. Tam bir kuşatma altına alınmıştım. Ne yapacaktım, yarabbi ben!..

 

  1. GAZİLİĞİNİ BELGELEMEK İSTEYENLER

 

Gazi aylığı almak isteyen Gaziler, Antep savaşında savaştıklarını iki kaynaktan kanıtlıyorlardı. Bir CHP il merkezindeki defterden bir de Amerikan hastanesindeki defterden.

Gaziantep CHP İl Başkanlığındaki defter Abdurrahman Öngel’de idi. O başvuranın adını eski yazı bilen birine okutur; adını bulduklarını da başkana bildirir; o da, defterde adı var diye onaylı bir belge verirdi.

Antep savaşında Fransızlara karşı çarpışan çete mensupları savaştıklarını ve bu savaşta yaralandıklarını kanıtlamak için Hastaneye başvururlardı. Antep savaşı sırasında kentteki tek hastane Amerikan hastanesi olduğu için Fransızlara karşı savaşta yaralananlar bu hastaneye yatırılırmış.

Yaralanıp hastanede yatanlar ise yıllarca sonra Amerikan hastanesine geliyordu. Hastanedeki defter de İdare Müdürü Abdullah Sinek adlı arkadaşta bulunurdu. O da kendisindeki deftere bakarak hastanede kaç gün yaralı kaldığını belgelerdi… Bizim savaşa katılan malul gazilerimizin yıllarca sonra böyle savaştıklarını böyle boynu bükük kanıtlamaya  çabaları gözlerimin önünden gitmezdi…

 

  1. HIRSIZ VAR

 

Hastanenin ambar memuru  bizim Hoca’nın eşi Hatice hanımdı. Bütün kapalı kapının anahtarları kendisinde idi ve bu anahtarları özenle cebinde taşırdı. Hastaneye ait malzemeden, erzaktan kimseye zırnık koklatmazdı.

Hatice hanım bir gün sızlanmaya başladı. “Hastanenin ambarında bir hırsız var…” İlkin bu sızıntılar Hatice hanımın kuşkuculuğuna ve işgüzarlığına bağlandı. Ne var ki Hatice hanım haftada bir sızlanıyordu. “Ambarda hırsız var. Yağ tenekelerini saydım çıktım. Bir de baktım bir tanesi eksik!..”

Demek ki bir teneke yağ çalınmış.

Bir başka gün gelir domates, biber salçası bulunan hazır konserve kutulardan birinin çalındığını ileri sürerdi.

Hırsız yüzünden Hatice hanım ne yapacağını şaşırmıştı. Bir gün ambarın anahtarını içerde unutmuş ve kapıyı çekip çıkınca anahtarlar içeride kalmış. Öğle üzeri hastalar ve hemşireler için yemek pişmesi gerek. Zaman dar, bütün hastane personelinde bir telaş… Bizler hele neysek ne de;hastalara yemek yetişmezse ne olacak?..

Yemek zamanında yetişmezse hastalara ve yemeğini hastaneden yiyen hemşirelere nasıl haber anlatılacak. Bir telaş, bir telaş ki hastanede sorma gitsin.

Hastanenin kara kuru, zayıf kısa boylu bir bahçıvanı vardı. Çalıştığım odanın penceresinden kendisini sessiz sedasız çalışırken görürdüm. Kimi zaman bahçeyi çapalardı, kimi zaman ise çiçekleri sulardı.

Anahtarın ambarda kaldığını duyan bahçıvanın işgüzarlığı tutmuş. Marifetini göstermek için olsa gerek “Durun ben açarım!” demiş. Hatice hanım ve hastane müdürü:

“Nasıl olacak bu iş?” demişler.

Bahçıvanımız övünerek:

“Nasıl olacağını görürsünüz şimdi!” demiş. Müdür ve Hatice hanımın meraklı bakışları arasında ambarın bahçeye açılan penceresinin demir parmaklıkları arasından süzülüp içeri girmiş ve ambarın kapısını açmış…

Bu durumu gören Müdür ile Hatice hanım birbirine bakışmışlar. Demek ki ambara giren hırsız bu!

“Bizimle İdareye kadar gelir misin?” demeleri üzerine bizim bahçıvanda şafak atmış ama iş işten geçmiş.

İdarede bahçıvan efendi “Evet demiş birkaç kere girip teneke teneke yağ ve kutu kutu salça aldım! Bir daha yapmam!” demiş ama bizim bahçıvana yol görünmüş.

 

  1. Dr. NUTE GELİYOR

 

Amerikan Hastanesinde ilk girdiğimde dikkatimi çeken bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim.

Dr. Nute  Hastanede çalışan Amerikalı doktorlardan. Ben çalışmaya başladığımda görev süresi dolmuş ve Amerika’ya gitmiş.

Bu doktor Hastanede çok çalışmış, bizimkilerle içli dışlı olmuş. Bizim yerli çalışanlardan hangisi ağzını açsa “Dr. Nute’nin hali başkaydı!..” diyor ve öve öve bitiremiyor.

Hem insanî yönünü övüyorlar hem de doktorluğunu. Demek ki bizimkilerin gönlünde yer etmiş…

Bir gün bir söylenti yayıldı hastanede: “Dr. Nute gelecekmiş!”

Bizimkilerde bir sevinç, bir sevinç, sorma gitsin…

Dr. Nute’nin geleceği herkese muştulandı. Dr. Nute’ye çok yakın olanlar getireceği armağanları bile hayal etmeye başladı. Kolay mı Amerika’dan geliyor. Gelirken de çok sevdikleri için eli boş gelmez ya…

Bu söylenti ve sevinç epey sürdü. Anlaşılan bizimkilerin ilgileneceği başka bir konu yok.

Derken bir gün Dr. Nute’nin geldiği söylendi. Gelmiş ve Hastanenin lojmanında kalıyormuş.

Gözler lojmanların kapısında. Lojmandan çıkıp gelecek hastanede çalışanların halini hatırını soracak, Amerika’dan getirdiği hediyelerden verecek. Böylece bizim; aşçıların, hastabakıcıların, hemşirelerin ve diğer personelin gönlünü alacak…

Bir hafta kadar beklendi. Dr. Nute’den ses seda çıkmadı. Lojmanın kapısından çıkıp gelmedi. Hastanede bir sessizlik, bir sessizlik.

Bu Dr. Nute, hastane personelini niçin ziyaret etmedi?.. Sonradan öğrendik ki Dr. Nute gelmiş de, gitmiş de…

Dr. Nute gelmiş, lojmanda bir gün kalmış. Hastaneye bile geçmemiş. Yalnız bu Dr. Nute’nin bir köpeği varmış, alıp Amerika’ya götürememiş; ama, bol bol sevme fırsatını bulmuş köpeğini.

Dr. Nute, çalıştığı misyoner şirketi Beyrut’ta bir görev vermiş. O da Beyrut’a giderken Gaziantep Amerikan hastanesinde kalan köpeğini “Calli’yi görüp seveyim!” demiş… Lojmanın bahçesinde “Cali”siyle oynaşmış durmuş… Sonra da  Beyrut’a uçmuş.

İşte sana bir misyoner; köpeğini sever; fakat, aylarca kendisini dört gözle bekleyen hastane çalışanı Türkleri görmeden Beyrut’a geçer…

 

  1. ERMENİ LEYLA

 

Hastanede çalışan Ermeni kökenli hemşireler ve hastabakıcılar da vardı. Bunlardan biri Hastabakıcı Leyla hanımdı kısa boylu, şişmanca, etine dolgun, esmer bir bayandı. 50 yaşlarında vardı. Hastanenin lojmanında kalırdı. Hastane içinde sessiz sedasız dolaşır dururdu.

Yalnız bir huyu vardı ve bu da benim dikkatimi çekerdi. Özellikle hastanede çalışan Türk işçileri ile karşılaştığında gülümseyerek okşarcasına onların yüzüne hafifçe bir tokat atardı. Sözde böylece şakalaşarak sevgi gösterisinde bulunurdu.

Döndü dolaştı, bir gün benimle karşılaştı. Yolumu kesti, önümde durdu ve bana da vurmaya kalkıştı. Elini havada yakaladım. “Bana vuramazsın, bir daha bana vurmaya kalkışırsan ben sana vururum ve sen de bir daha yerden kalkamazsın!” deyince neye uğradığını şaşırdı.

Hiç beklemiyordu kendisine böyle davranacağımı ve bir daha da benimle konuşmadı. Konuşmadı ama bu olaydan sonra bir daha kimsenin yüzüne okşayarak vurduğunu görmedim.

 

  1. DANS ETTİK DİYE BENİ HOCAYA ŞİKAYET ETTİLER

 

Hastanede Ermeni kökenli birkaç hemşire daha vardı. Bunlar da Leyla Hanım gibi hastanenin lojmanında kalırlardı. Adlarını unutmadıklarımdan biri Sabiha, biri de küçük kız kardeşi Behiye idi.. Bu iki kardeş hemşire sonraları İstanbul Samatya’daki Ermeni hastanesine gittiler. Bunların Adıyaman’dan geldikleri söylenirdi.

Ermeni kökenli hemşirelerden birinin adı da Necla idi. Necla da orta boylu, kumral tenli, sarı kıvrım saçlı, mavi gözlü idi. Hepsinden çok gözleri ilgimi çekerdi. Hiç üzgün gördüğüm olmadı; daima neşeli idi ve gülümseyerek gezerdi ve bu da benim ilgimi çekerdi.

Kendisi ile ilgilendiğimi bilirdi ve buna da sevinirdi. İlgimiz ve ilişkimiz daha öteye gitmedi. Ancak karşılaştığımızda sevecen bakışlarla selamlaşırdık; bu da bize yeterdi…

O yıllarda Halkevi Kültür Kolu Başkanı idim. Tiyatro ve Musiki çalışmaları benim yönetiminde yapılırdı. Başkanımız Ali Nadi Ünlerdi. Halkevi Yönetim Kurulu 24 Temmuz 1923’te yapılan Lozan Barış antlaşmasını yıldönümünü kutlama kararı aldı. Kutlama, Allaben’deki Çocuk Esirgeme Kurumunun Bahçesinde yapılacaktı.

Ali Nadi Bey bizlere:

“Eş dost neyiniz varsa getirebilirsiniz. İşte size bol bol davetiye!” dedi.

Biz Emin Kılıç Kale’nin öğrencileri bu kutlamaya toplu halde katıldık. Aramızda yalnız Hocamız Dr. Emin Kılıç Kale yoktu ve zaten o böyle toplantılara katılmayı da sevmezdi; ne var ki, bu kutlamaya toplu halde katılmamızı önerdi.

Ben de elimdeki davetiyelerden Amerikan hastanesi çalışanlarına da verdim. Bu kutlamaya Amerikan Hastanesinde çalışan kimi hemşireler de katıldı. Katılanlar arasında yeşil gözlü Necla Hemşire de vardı.

Kutlamada Halkevi Müzik kolundan olan gençler müzik gösterileri yaptılar. Halk türküleri okudular. Canı çeken kalkıp oynadı, halay sekti.

Kutlamada caz müziği de vardı. Bir ara dans müziği çalmaya başladı. Ben eşim ve çocuklarımla bir arada oturuyordum. Bir ara karşımızda oturan Necla hemşire ile göz göze geldim. Bana, bakışlarıyla: “Ne duruyorsun, beni dansa kaldırsana!” der gibi idi. Hemen kalktım, Necla hemşirenin yanına gittim. “Bu dansı bana lütfeder misin?” dedim. Hiç düşünmeden kucağıma atladı.

Pistin ortasında Necla hemşire ile sarma dolaş dans ediyorduk. Ben ilk defa dans ediyordum. Bereket falso yapmadım. Necla hanım beni çekip çeviriyordu… Bir falso yapmamı önlüyordu.

Ne var ki bizim bu dansımız Emin Kılıç Kale öğrencilerinin tuhafına gitmiş.  Birkaç gün sonra Derste beni hocaya şikayet ettiler. “Yazman elin kızını dansa davet etti. Kalktılar dans ettiler…” deyince

Hoca biraz düşündü ve:

“Dans etmenin neresi ayıp! Siz de birini ayarlayıp dansa kaldırsaydınız! Elinden gelene yar helal olsun!” diyerek bana sahip çıktı. Öğrencilerde bir daha bu konuda sor sormadılar…

 

  1. NOEL GECESİ YAPIYORUZ

 

Hastanede bütün çalışanlarca sayılıp seviliyordum. Yıl sonuna doğru hastane müdürü odama girdi.

“- Sen yazarmışsın… Noel gecesi için bir oyun yazıp sahneye koyabilir misin!” dedi.

İstediğim fırsat doğmuştu. Çünkü daktilo makinesi önümde olduğu halde kendime bir saniye olsun zaman ayıramıyordum. Ancak çalışma saati bitince kendi işlerime bakabiliyordum.

Yazma duygusu içimden dolup dolup geldiği halde “Çalışma saatinde kendi işi ile meşgul oluyor…” derler korkusu ile yazamıyordum.

Yılbaşına on beş gün vardı.  Noel Gecesine 15 gün kala müdür benden oyun yazmamı ve sahneye koymamı istiyordu. On beş gün içinde hem oyunu yaz, hem de oyunu yönet biraz zor olmayacak mıydı?..

“- Zaman çok kısa ama ulaştırmaya çalışacağım!..” dedim.

Müdür  çok sevinmişti yılbaşı gecesini hazırlayacak olmama…

Hemen oyunu yazmaya başladım. Hem hastanenin işini yapıyordum, hem de oyun yazıyordum. İki gün içinde oyun bitti.

Oyunun adı Sakar Ali idi. Gaziantep’in folklorik özelliğini bir ciğerci dükkanındaki olaylara dayanarak anlatıyordum. Oyunu, oyundaki kişi sayısınca teksir makinesinde çoğalttım. Bu teksir makinesinin nasıl yapılacağını da Şaban Solmaz Öğretmen öğretmişti bana… Hocam Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarını kendi yaptığım teksir makinesi ile çoğaltıp öğrencilere dağıtıyordum.

Hastanenin konferans salonunu bize vermişlerdi. Noel Gecesini hazırlamaya başladık. Çalışma saati bitince her gün provalara başlıyorduk. İşçiler ilk olarak böyle bir geceye katılacaklardı. Birlikte halk oyunları oynayacaktık. Tiyatro oyununda rol alacaktık.

Kenar mahallelerden bir davulcu ile bir zurnacı getirttik. Onlar bize Gaziantep yöresel halk oyunlarını nasıl oynayacağımızı öğretiyorlardı. Davul zurna eşliğinde Gaziantep’in yöresel oyunlarını çok çabuk öğrendik.

Hemşireler içinde güzel sesli olanlar da varmış. Onlar içinde bir orkestra düzenledik. Boyacıbaşı dediğimiz Fazıl Muhsinoğlu, ki bu da bizim öğrencilerdendi,  hastanede aşevi bölümünde çalışıyordu. Onun zaten Halkevi’nde Halk Türküleri ekibi vardı.  Klasik Türk Musikisini de Emin Kılıç Kale öğrencilerinden ayarladık. Her iki ekipte ritim tutmak bana düşmüştü. Zilli tef çalıyordum.

Yaptığımız çalışmalar sonucu oyunu hazır duruma getirdik. Hastanede çalışan işçi, hemşire, doktor yılbaşı gecesi salonu doldurmuştuk. O gece güzel bir yılbaşı gecesi düzenlemiştik… Oynadık, zıpladık… Aşçısından bahçıvanına oyunda rol aldık. Türküler söyledik, halay sektik. Oynadığımız oyunda seyirciler gülmekten kırılıp geçmişti. Oyun sonunda bir alkış bir alkış ki sorma gitsin…

Oyunun sonunda müdür hepimizi kutladı ve bana dönerek:

“- Önümüzdeki yıl da böyle bir gece yapsak iyi olacak! Aklında olsun..” dedi. Çünkü kendisi de gecenin açılış konuşmasını yapmıştı. Kendisine biçilen bu rol de hoşuna gitmişti anlaşılan.

Ertesi yıl da Noel Gecesi düzenlemiştik. Elbette yeni Noel Gecesi için yeni oyun gerekecekti.

Tuttum bu kez de “Şaşkın Başkan” adlı bir oyun yazdım. Bu oyunda da kendini beğenmiş bir doktorun hastalarla ilişkisini yine folklorik olarak anlatıyordum.

Bu arada ben aynı zamanda Gaziantep Halkevi’nin Tiyatro ve Kültür Kolunun başkanlığını yapıyordum. Orada da sahneye oyunlar koyuyorduk. Cabir Tekin, Mustafa Bakkaloğlu benden önceki Halkevi tiyatro kolunu yönetiyorlardı. Ne var ki o zaman ki Gaziantep Valisi Salih Tanyeri’nin isteği ile Halkevini canlandırmakla görevlendirilince bu iki arkadaş Halkevi tiyatro çalışmalarını bıraktı. Oysa  tiyatro konusunda çok usta idiler. Benim ise tiyatro konusunda hiçbir ön çalışmam yoktu. Buna karşın hem rejisörlük yapıyordum hem oyun yazıyordum, hem de oynuyordum.

Oyuncularımız arasında da Ekrem Erkek. Vahittin Bozgeyik, Süleyman Karakuş, Fethi ve Kemal Göğüş kardeşler vardı… ve birçok genç vardı.

Daha çok da Cahit Atay’ın oyunlarını oynuyorduk. Elbette bu arada benim yazdığım Sakar Ali ile Şaşkın Başkanı da sahneliyordu. Bu oyunlardan birinde başrolde oynayan Süleyman Karakuş, oyunda rol alan Vahittin Bozgeyik’e, rol gereği, öyle bir tekme attı ki az daha Vahittin Bozgeyik’i öldürecekti.

Burada bir anımı da anlatmakta yarar görüyorum. Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın daha iyi derler ya…

Halkevinde düzenlediğimiz bir geceye Gaziantep Valisi Salih Tanyeri de gelmişti. En önde Başkanımız Ali Nadi Ünler ile birlikte oturuyordu. Serde atılganlık var ya. Gösteriye başlamadan önce perdeyi aralayarak sahneye çıktım. Gaziantep Valisi ve Ali Nadi Ünler bir metre önümde oturuyorlardı. Ben de el kol hareketleri ile Türk diline önem verilmesi gerektiği konusunda bir konuşma yaptım. Ben konuşma yaparken Valinin, Ali Nadi Ünler’in kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadığını gördüm.

Gece bittikten ve vali gittikten sonra Ali Nadi Ünlere sordum:

“- Başkan, Gaziantep Valisi kulağına eğilerek ne dedi?”

Canın sıkılmazsa söyleyeyim:

“- Hayri Balta dedikleri buysa hiçbir şey değil!”

Gaziantep valisinin bu sözü kulağıma küpe oldu. Bir daha toplum karşısında ön hazırlık yapmadan konuşma yapmadım.

Anlaşılan şu ki Gaziantep Emniyeti; beni, olduğumdan daha nitelikli ve kültürlü biri olarak göstermiş Gaziantep Valisi Salih Tanyeri’ye… Gaziantep valisi de konuşmalarımdan cahil olduğumu anlayınca hayal kırıklığına uğramış…

Bir cahil insan nasıl komünist olur?..

Biz cahiller sayesinde olduk işte…

Yukarıda bu cahillerin saldırılarını nasıl okudunuzsa; aşağıda da, bunlardan birkaçını daha okuyacaksınız. Biraz bekleyiniz…

 

  1. GAZİANTEP KÖYLERİNDE TİYATRO

 

Şimdi benim gibi cahil bir adamın başına gelene bakınız. Hani dedik ya iki oyun yazdık ve bu oyunları da Amerikan Hastanesinin Noel gecesinde oynadık…

Bu iki oyunu da Halkevi’nde arka arkaya oynamaya karar verdik. Verdik ama öyle canın çektiği  zaman oynatamazsın. Bunun için Vilayet’ten olur almalısın. Ne bileyim ben usul öyle imiş.

Neyse, Halkevi olarak başvurumuzu yaptık. İki oyunun da yazılısını istediler bizden. Ayrıca bizim Halkevi de kendiliğinden inceleme başlattı. Bilirkişi olarak Cemil Cahit Güzelbey’i seçtiler.

Bizim iki oyun da hem Vilayetçe hem de Halkevi’nce incelemeye alındı. Bekle ki bilirkişilerden izin çıksın… Buna karşın Halkevi Tiyatro kolu oyuncularınca provalara başladık. Biliyordum ki sonuç olumlu gelecek.

Sanki ben başıma gelecekleri bilmişçesine dikkatli davranmışım. Kaldı ki yazdığım oyunun hiçbir ideolojik yönü de yok. Edebî değeri olmayan bir perdelik sıradan oyunlar. Ne var ki bizim adımız komünistte çıkarmışlar; bir komünisttin başını boş bırakırlar mı?

O zaman anladım ki devlet halkından korkuyor. Ayrıca anladım ki herkes birbirinden de korkuyor. Bu korku nedeniyle herkes birbirinin sansürcüsü oluyor. Aman onun yüzünden başımıza bir iş gelmesin diye…

Sonradan bu korkuya bizim Emin Kılıç Kale öğrencilerinde ve Gaziantep gazetecilerinde de karşılaştım.

Gazetenin bir okuru gazeteye telefon ediyor: “Bu adama yazdırırsanız, aboneliğimi bitiririm ve bir daha da abone olmam!” deyince bizim patronun etekleri tutuşuyor ve hemen bizim yazılar çekiliyor.

Bir keresinde 2000 yıllarından Gaziantep 27’de yazıyorduk. Ben ve eniştem Güner Samlı.

Gaziantep valisi Muammer Güler (şimdi İstanbul Valisi) gazetenin patronuna telefon etmiş. Benden ve Güner Samlı’dan söz ederek: “Ne o, sol bir parti mi kuracaksın?” demiş…

Demek ki bizim yazılarla Vali bile ilgileniyor.

Değil mi ki söz Valinin ilgilenmesinden açıldı. Bir Vali ilgisi daha:

1969 yılında Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum. Bir gün Ali Nadi Bey beni çağırdı. “Hayri bey, dedi. Vali Bey bana söyledi. Kurtuluş’ta yazmasın… Başına bir iş getireceklermiş…”

Şu hale bakın… O zaman öğrenim durumum da ortaokul 1’den terk… O zamanlar ülkede adı solcuya çıkanlar bir kurşunla ortadan kaldırılıyordu. Mecburen yazılarımıza çektik.

İşte böyle Gaziantep’te gibi bir yerde okuyucuların ve vilayetin baskısı nedeniyle; yazmadığım gazete kalmadı hemen hemen… Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın derler ya tam o hesap.

Oysa ben Gaziantep’in hemen hemen 10 yerel gazetesinde 48 yıldan bu yana yazarım ve bir yazım için de ne cezai ve ne de hukuksal bir dava ile karşılaşmadım. Ama patronların, okuyucuların ve de vilayetin  sansürcülüğü yüzünden zaman zaman yazılarım kesilip durdu.

Neyse biz yine konumuza dönelim. Sonuna Emniyet ve Halkevi tarafından yapılan inceleme bitti.  Biz provaları daha önceden yaptığımız için oyuna hazırdık.

Perdelerimizi haftada bir açıyorduk. Bir hafta Sakar Ali’yi ve bir hafta da Şaşkın Başkan’ın oynayarak Halkevi’ni şenlendiriyorduk.

Ayrıca bu oyunları köylere de götürüyorduk. Gidip oynadığımız köyler hatırımda kaldığına göre Karabük, Karacaburç ve Nurgana köyleri idi.

Oyuncular ve aileleri olarak  bir otobüse sığmadığımız için iki otobüs dolusu Gaziantepli köylerin yolunu tutardık. Köylüler tarafından ilgi ile karşılanırdık. Köylülerle şehirliler bir kaynaşma yaratırdık.

Ne var ki bizim bu etkinliklerimiz başta MİT’in ve Vilayetin ilgisini çekmiş olacak ki bizi Halkevi’nden uzaklaştırdılar. Cemal Aslan diye bir öğretmeni Halkevi’nin başına getirdiler. Bir daha Halkevi’ndeki o etkinlikleri ara ki bulasın…

 

  1. BAŞKAN DEDİĞİN DE BÖYLE OLMALI!..

 

Öğretmen Cemal Aslan ilginç bir tipti. Kendisi de eşi de sınıf öğretmeni idi. Eşi, Akyol ilkokulunda öğretmenlik yapardı ve benim iki kızım Elçin ve Gülçin’in öğretmeni idi…

Cemal Aslan bizim Halkevi’ne başkan oldu. Amacı Halkevi’nin yaşatmak, geliştirmek değil de; tersine ekinliklerine son vermekmiş… Biz bunu sonradan anladık ama iş işten geçmişti. Kaldı ki bizim de yapacak bir şeyimiz de yoktu. Çünkü emir büyük yerden gelmişti.

Cemal Aslan’dan önce Gaziantep Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünlerdi. Ali Nadi Ünler’i, olayı tezgahlayanlar şöyle aldattı: “Sen yaşlısın, koşturup duramıyorsun. Senin yerine Başkan olarak Cemal Aslan’ı seçelim. Seni de Başkan vekili olarak görevlendirelim. Sen, deneyimlerinle ona ne yapması gerektiğini söylersin; o da genç olduğu için koşuşturup durur…” Böylece Cemal aslan Halkevi başkanı oldu.

Yıl 1969 yılı idi… Ben o zamanlar Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum… Gençliğin verdiği heyecanla ve de o günün moda siyaseti gereğince ateşli yazılar yazıyordum. Bu Cemal Aslan da cadde de her karşılaşmamızda; “Yav! Hayri Bey, sen ne güzel yazılar yazıyorsun. Zevkle okuyorum. Devam devam!” diyerek beni gaza getiriyordu!..

Böylece benimle aynı düşüncede olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama bizim Halkçı çizgimizin dışında olduğunu şu olay vesilesiyle anladık. Başkan dediğin de böyle olur hani!…

Yeni seçimle beni Halkevi Tiyatro ve Kültür Kolu Başkanlığından uzaklaştırmışlardı. Ama ekip benim ekibimdi. İşte bu tiyatro ekibi bir etkinlik düzenlemeye karar vermiş. Halk ozanlarından şiirler okuyacaklarmış ve de Halk Türküleri Korosu da türkü çalıp okuyacakmış. Bu etkinliklerinin programını da sıralayıp teksir makinesi ile çoğaltmışlar. O zamanlar daha fotokopi makinesi çıkmamıştı. Etkinlik tarihinden bir gün önce de çocuklar dağıtmaya başlamışlar.

Elbette böyle bir etkinlik Halkevi Yönetim Kurulundan ve de Başkandan habersiz olamazdı. Onların oluru ile yapacakları bu etkinlik de bizden sonraki ekibin ilk etkinliği olacaktı.

Diyelim akşama yapılacak bu etkinliğin programını eline alan Başkan doğru Vilayet’e ve de Emniyet 1. Şubeye… “Amanın, haberiniz olsun… Halkevindeki eskiden kalma solcular etkinlik yapacaklar!..”

Halkevi Başkanı bununla da yetinmemiş… Gaziantep’te ne kadar sağcı gazete varsa hepsini tek tek dolaşmış; “Solcular etkinlik yapacak. İşte programları. Nasıl bilirseniz öyle yapın!”

Etkinlik akşama olacak. Gazeteler büyük bir haber yakalamışlar gibi etkinliği gazetelerine haber olarak girmişler ve baskıya vermişler. Hem de yapılmayan geceyi izlemişler gibi  yorumlarda bulunarak…

Ne var ki etkinliğe bir saat kala Gaziantep Valiliğinden gönderilen sivil polisler “Valilikçe etkinliğe izin verilmediğini” bildirerek o geceki etkinliği durdurmuşlar. Elbette Valiliğin izin vermemesi üzerine ne oyun oynanmış ne de sazlar çalınıp türküler söylenmiş…

Ertesi gün sağcı gazetelerde çıkan haber: “Solcular halkımızın  mukaddesatı ile oynuyorlar. Milliyetçi ve mukaddesatçı halkımızı  zehirlemeye devam ediyorlar!” gibi haberler. Tam bir provokasyon… Derler ya: “Ver amcanın kafası tutsun, pamuk yansın keyif olsun!…”

Ertesi gün; yapılmamış bu etkinliği yapılmış gibi gösterenler bozum olmuşlar mıdır bilmem; ama bizim taraftakiler, sağcı tarafın düştüğü bu gülünç duruma gülüşüp durdular. Böylece sağcı gazetelerin provokasyonlarının ne boyutlara ulaştığını bir kere daha görmüş olduk…

Ertesi gün, Fevzi Günenç’in gazetesi Kurtuluş: “Yapılmamış geceyi yapılmış gibi gösterdiler!” diye büyük puntolarla  sağ gazetelerin yalan haberlerini yüzlerine vurdu…

İşte böyle gençler… Geçmişte bu tür provokasyonlar yaptılar…

Nerede adı solcuya çıkmış olanlar varsa ya hapislerden, ya işkencelerden ya da kurşunlardan geçirdiler…

Geçirdiler de ne oldu. Getirdiler ülkeyi mafyaya, tarikatlara, ve de şeriatçılara teslim ettiler.

Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!..

 

  1. BABANIN YANINDA YER ÇOKMUŞ

AMA BENİM İÇİN YOKMUŞ

 

Amerikan hastanesinde çalışıyorum. Muhasebe işlerine bakıyorum. Bir gün baktım içeri Dr. Updugraf girdi. Şaştım kaldım, bu adam bana selam bile vermezdi, ne oldu da birdenbire büroma girdi.

“Hayri Bey!” dedi “Sen, İncil ve Hıristiyanlık hakkında araştırma yapıyormuşsun. Bu konuda bilgin varmış. Bu hafta Kilisemizde sana konuşma öneriyoruz. Pazar ayinimizde bulunup konuşma yapar mısın?”

Yaşamında camiye gitmemiş bir adam nasıl olur da kilise’de vaaz verir anlamadım.  Şaştım, kaldım…

“Olur, olur ama, görüşlerim, sizlerinki ile bağdaşmaz. Korkarım ki benim konuşmalarımı beğenmezsiniz…

Biraz düşündü, yüzüme baktı.

“Olsun!” dedi  “Babanın yanında yer çoktur. Sana da bir yer buluruz elbet!”

Bana İncil’den bir ayet okuyarak “aramızda sana da yer var!” demek istiyordu.

“Olur.” Dedim “Bir deneyelim bakalım…”

“Hangi gün olsun istersin. Hazırlanmak için kaç hafta gerek!”

“Önümüzdeki Pazar… Siz bana saatini söyleyin yeter…”

Pazar günü çabuk gelip çattı. Bak şu Allah’ın işine, benim gibi bir adam vaiz kürsüsüne çıktı.

Adımız, kimilerinin yanında çıkmış ya dinsize, ya komünistte… Merak ediyorlardır , bu adam ne söyleyecek cemaate…

Çıktım kürsüye, Baba’dan, oğlu İsa’dan söz edeceğime sözü getirdim Şeytan’a, İblis’e…

Dedim:

“Şeytan da, Melek de insanın içinde. Bunlar içimizdedir. Melek olumlu düşüncelerimizi simgeler; Şeytan ise olumsuz duygularımızı…Olumlu duygularımıza uyarsak Tanrı’nın yolunda sayılır; öyle ki giderek Tanrı’nın oğlu kızı oluruz; olumsuz duygularımıza uyarsak Şeytan’ın yolunda sayılır, Şeytanın oğlu kızı oluruz…”

“İtirazı olan var mı?” diye  sordum bir ara; baktım kimseden ses seda yok, devam ettim sözlerime…

Sonra sözü getirdim İsa’nın dağda şeytan tarafından denenmesine. Orada Şeytan, İsa’ya: “Hadi” diyor “Allah’ın seni koruyacaksa, at kendini şu dağdan da Allah seni kurtaracak mı, kurtarmayacak mı? Görelim!..”

İsa’da şeytanın bu önerisine öfkelenerek: “Çekil ya şeytan Rab Allah’ı denemeyeceksin…”

Hepsi sözü nereye bağlayacağımı merak ediyordu. “Burada” dedim “Şeytan dediği insanın iç benliği…” dedim. “İsa, iç benliği ile hesaplaşıyor. İçindeki kuşkuları gidermeye çalışıyor. Şeytan dediği İsa’nın içinden geçen kuşkuya dayanan düşünceleridir. Yoksa öyle sanıldığı gibi:  İnsanın dışında, İsa’nın dışında Bir Allah olmadığı  gibi Şeytan da yoktur. Ne varsa insanın kendi ruhsal dünyasında vardır…”

Bu sözlerim üzerine cemaatte bir kıpırdanma oldu. Anladım ki vakit tamam…

Vaazımı kısa keserek kürsüden indim. Çoğu göstermelik de olsa beni kutladılar ama ben biliyordum ki vaazım hoşlarına gitmemişti ve ben inandıklarının tam tersi sözler söylemiştim.

Tam kapıdan çıkarken güzel bir bayan önüme bir kutu tuttu kumbara gibi deliği olan:

“Allah’ın evi için lütfen bir yardımda bulununuz!”

Güzel bir bayanı reddetmek kolay değil ya. Onun için genç ve güzel kadınları görevlendiriyorlar insanları aldatmak için… Bu bizimkilerde de var….

Dedim: “Allah’ın, benim yardımıma ihtiyacı yok. Allah evini nereye yapacağını bilir. Allah’ın evi insanın yüreğidir…”

Genç ve güzel kadın neye uğradığını şaşırdı. “Böyle de vaiz mi olur!” demiştir muhakkak içinden…

Dr. Updugraf, sonradan bir daha yanıma uğramadı. Anladım ki “babanın yanında bana yer yokmuş…”

Bir daha da bana kimse bana vaizlik önerisinde bulunmadı.

 

  1. SEN MİSİN SENDİKALI OLAN…

 

Gaziantep Amerikan Hastanesinde; ambar görevlisi, aşçı, bahçıvan, kaloriferci, kapıcı, marangoz, temizlikçiler, terziler, ütücüler… En az 15, 20 kişi kadar. Ben de muhasebeci olarak çalışıyordum ama işçi sayılırdım.

Bir de baktım marangoz ustası ile kaloriferci odama girdi…

“- Hayri bey biz sendikalı olacağız? Ne dersiniz!” dediler.

Ben de:

“- Sendikalı olmak bir işçinin en doğal hakkıdır. İşçi dediğin sendikalı olmalıdır. Hemen sendikaya kaydınızı yaptırın!” dedim.

Sevindiler…

“- Sen de sendikaya kaydını yaptırırsan, hemen oluruz!” dediler.

Adım solcuya çıkmış ya. İşçilerin sendikalı olmasını benden bileceklerdi. Belki de iş akdimi feshedeceklerdi. Buna karşın:

“- Öyleyse en başa beni yazın!” demekten kendimi alamadım.

Bunun üzerine depo görevlisi, kapıcı ve bir aşçıdan (Bu üçlü bizim Hoca’nın öğrencilerindendi) başka bütün işçiler Sağlık İş sendikasına üye olduk.

Ne var ki bizim bu atılımımızı çekemeyenler de vardı. Bu olayda da bir iftiraya uğradım. Sendikaya üye olmayan kapıcı ve aşçının hakkımda  dedikodu yaptığı kulağımı geldi. Diyorlarmış ki: “Hayri Balta,  işverenin adamı. Hepiniz hakkında işverene bilgi veriyor…” Ne kaderim varmış benim. Hep iftiraya uğruyorum. Demek ki iftiraya elverişle bir adamım…

Bu benim çok zoruma gitti. Kavga çıkar diye yüzlerine gelmedim. Bunlar benim muhasebeci olmama da takmışlardı.

“O muhasebeden ne anlar, o defterci…” diyebiliyorlardı ve bunlar benim çocukluk arkadaşımdı. Hala da arkadaşız; çünkü Emin Kılıç Kale’nin öğrencileriyiz…

Haklılardı gerçi, muhasebe hakkında derli toplu bir bilgim yoktu;  ama, yine de muhasebe işlerine ben bakıyordum. Ne gerek vardı hakkımda böyle dedikodular yapmaya…

Sağlık İş Sendikasına üye olmamızın üzerinden bir hafta geçti geçmedi Hastane Müdürü George Pravrastki odama girdi. Suratından düşen bin parça… Tepeden inme sordu:

“Egemen sınıflar ne demek!”

“Bu da nereden çıktı?”

Meğer AP (Adalet Partisi) Milletvekili İbrahim Tevfik kutlar kendisine:

“Ne zamandan beri hastanenizde komünist çalıştırmaya başladınız?” demiş. Benim takma adlarla “Gazetelerde yazı yazdığımı ve halkı egemen sınıflar aleyhine kışkırttığımı!..” söylemiş…

“Şimdi de işçilerin başına geçmişsin hepsini sendikalı olmaya zorluyormuşsun!..”

Al başına belayı, şimdi ben ne yapacaktım… Nitekim korktuğum da başıma geldi.

“Kendine bir iş arasan iyi olur…”

Şu uğradığım iftiraya ve de şu başıma gelene bak!… Ne büyük suçmuş bu sendikalı olmak…

Sözde bunlar misyoner ve bunların kitabında “Düşmanını seveceksin! Sağ yanağına vurana, sol yanağını çevireceksin…” (İncil. Matta. 5/43) yazılı.

Ertesi gün yine geldi odama. Baktım öfkesi burnunda. Eki sevecenliğini ve güler yüzlülüğü gitmiş, Yüzünden düşen bin parça…

Başımı kaldırıp yüzüne bakar bakmaz:

“- Bundan böyle muhasebe ile ilgili işlerin bitince arşivin bulunduğu depoya gideceksin. Orada daha önce Hastanemizde yatıp çıkanların dosyaları var. O dosyaların tozunu alacak, alfabetik olarak sıraya koyacaksın.”

Anladım, işimi zora sokuyor ve beni istifaya zorluyor.

Bu davranışı o kadar ağırıma gitti ki hemen istifa etmek geçti içimden… Nereye gidebilirdim, ne iş yapabilirdim. Yeniden o debbağlığa ya da kilimciliğe dönmekten başka gidecek yerim yok ki… O çemberden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bir ben bilirim. Yeniden o ortama dönmek benim için ölümdü. Çaresiz deponun yolunu tuttum.

Orada elli altmış yıllık hasta zarfları toz toprak içinde. Hangisini kaldırsan bir toz bulutu ortalığı kaplıyor. Şimdi öğleden önce muhasebe bürosunda, öğleden sonra da arşivde…

Kendisi de ara sıra gelip beni yokluyor, çalışıp çalışmadığıma bakıyor. Solcu olmak, sendikalı olmak bu kadar mı kötü bir işmiş… Olmayalım mı, emeğimizin karşılığını istemeyelim mi?

Benimle birlikte sendikaya yazılmayan kapıcı ve aşçı, depoya toz almaya gidip gelirken bana bakıp  bana bakıp kıs kıs gülüyorlardı. “Sonunda aradığını buldun!..” diye…

Arşivde çalıştığım günler öylesine stres içine girdim ki mide kanaması geçirdim. Yaptığım iş değil de takınılan düşmanca tavır bana koydu. Hastanedeki Amerikalılar bana düşmanları imişim gibi bakıyordu… Ben bu düşmanca çemberden nasıl kurtulacaktım.

Bir yeni kuşatma daha başlamıştı…

 

  1. AMERİKAN HASTANESİNDEN AYRILIŞ

 

Amerikan Hastanesinde çalışmaya başlayalı 5 yıl olmuş. Ama şimdi sendikaya üye olduğum için işten ayrılmaya zorlanıyorum. Hastane müdürü resmen: “Biz seni işten atarsak, bir daha hiçbir yerde iş bulamazsın!” diyor.

Burada yanıldım, “Buyrun beni işten atın!” demiş olsaydım 5 yıllık kıdem tazminatı yanında diğer yasal haklarımla elime epey para geçecekti. Bu parayla elbette bir iş yapardım. Hiçbir iş yapmasaydım bu para beni 5-6 ay idare ederdi.

Ancak ben Hastanede işe başladığımdan bu yana huzursuzdum. Huzursuzluğumun nedeni sabahları altıda kalkıp; banyo, el yüz temizliği, kahvaltı  falan  saat 7’de işbaşı yapmak zorunda oluşum idi. Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışırken saat 9’da işbaşı yapıyordum. Dergi, gazete, kitap okumak için bol bol zamanım oluyordu. Oysa Hastanede böyle bir vaktim olmuyordu. Uykudan uyanıp alelacele temizlik, kahvaltı ve 7’de işbaşı derken bana okumak için zaman kalmıyordu. Bu da beni çok rahatsız ediyordu.

Bu rahatsızlığa 5 yıl katlandım. Tutarlı bir mesleğim yoktu, beni geçindirecek mal varlığım ve gelirim yoktu. O zaman üç çocuklu beş kişilik bir ailem vardı. En küçük kızım Yener daha dünyaya gelmemişti.

Buradan ayrılsam Tabakhanede ya debbağlık ya da kilimcilik yapmak zorunda idim. Bu meslek ise hem kar getirmiyor hem de benim bu işlerde çalışmaya gücüm yetmiyordu.

Ne yapacağımı şaşırmış bir durumda öğleden önce muhasebe işlemlerini yapıyor öğleden sonra da arşivdeki tozlu raflarda bulunan dosyaları indirip, tozlarını temizledikten sonra, alfabetik olarak yeniden yerleştiriyordum.

Sendikalı olmayan arkadaşlar  benim bu cezalı durumuma bakarak alay edercesine “Sendikalı oldun, başına belayı satın aldın!” dercesine bana gülümsüyorlardı. Benim her gün, öğleden sonra, depoya girip akşama kadar orada çalışmamı tenzili rütbe sayıyorlardı. Ama benim karakterimde işverene yalakalık yoktu.

Bu sıkıntılı durumda iken bir gün yolda Bekçi Hamo’nun kızı Hatice hanımla karşılaştım. Hatice hanımla Gaziantep Milli Eğitim Müdürlünde birlikte çalışmıştım. Aynı dairede çalışırdık ama bir yakınlığımız olmamıştı. “Merhaba, merhaba!.. “

Kendi halinde esmer güzeli bir kızdı. Giydikleri kendisine yakışırdı. Kendisi de zaten modaya uygun en modern biçimde giyinirdi ve salt bu giyiniş tarzı ile dikkati çekerdi.

Hatice Hanım bana “Nerede çalıştığımı” sordu. “Amerikan Hastanesinde” çalıştığımı söyleyince: “Bizimle birlikte çalışır mısın?” demesin mi?..

Anlattı, meğer Gaziantep’te Bayındırlık Bakanlığına bağlı yeni bir iş yeri kurulmuş. Kendisi de orada daktilo-sekreter olarak çalışıyormuş.

Benden sonra gitmiş, benimle olan konuşmasını eski Müdürümüz Mühendis Asım Ahi’ye anlatmış.

Bir de baktım Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı Okul Yaptırma Bürosunda amirim olan Mühendis Asım Ahi’den bir haber:

“Hayri Bey, Gaziantep’te, Bayındırlık Bakanlığına bağlı olarak Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğü kuruluyor. Bizimle birlikte çalışır mısın? Yapacağın iş Personel Şefliği…”

Ben personel şefliğinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum. İşin içinde bir de şeflik olunca hemen atladım. Kıdem tazminatı falan gözüme görünmedi. Saat 9’da işbaşı, 17’de çalışmaya son… Bana okumak ve yazmak için zaman kalacaktı.

Sabahları gün doğmadan kalkmak olmayacaktı. Uykumu da alacaktım. Hem 9’a kadar bol bol zamanım olacaktı. Hem de bir unvanım olacaktı. Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğü Personel Şefi…

Hemen istifayı bastım. 1.11.1962’de işbaşı yaptığım Amerikan Hastanesinden 1.12.1967’de ayrıldım. Hesaplarsak 5 yıl 1 ay çalışmışım… Ayrıldığım günün ertesi günü  yeni işyerinde işe başladım. Elime geçen ücret de Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin yüzde elli fazla idi. Bu arada ben 35 yaşında idim. Bu yaşa kadar yakaladığım en güzel bir işi yapıyordum ve böylesi bir mutluluğu ilk olarak tadıyordum.

Bu duruma benim yanımda eşim de seviniyordu. Aldığım ücret de bize yetiyordu. Ne var ki bu durumumu kıskananlar oldu. Yakın akrabalarıma bir ateş düştü. Bunların adını anmak istemiyorum. Benim iyi bir iş bulmam ve rahat yaşamış olmam onlara battı. Öyle ki beni işten attırma faaliyetine bile başladılar. Emniyeti kışkırttılar, Adalet Partisine gidip geldiler. Beni işten attırmak için ne yapmak gerekiyorsa yaptılar… Sözde bunlar benim akrabalarımdı…

O zaman iktidarda olan Adalet Partisi örgütüne baskı yapmaya başladılar. Yerel gazetelerde “benim gibi bir solcunun nasıl olur da devlet dairesinde işe alındığı” konusunda, çarşaf çarşaf yazılar yayınladılar. Bütün bunlar yetmedi Emniyet Siyasi Şubedeki polisler de işyerime gelip giderek amirlerime, müdürlerime “benim tehlikeli bir adam olduğumu, derhal işten atılmam gerektiğini söyleyip durdular.

”Sonradan anladım ki bunlar aynı baskıyı Amerikan Hastanesinde çalışırken de yapmışlar. “Bizler solcuları temizlemek için çalışıyoruz; sizler ise can düşmanınız solcuları işe alarak koruyorsunuz!” demişler.

Çünkü Amerikan Hastanesi Müdürünün iyice dolduruşa getirildiğini, her karşılaşmamızda, yüz hatlarından anlıyordum.

Ne zormuş bu ülkede solcu olmak, emekten yana, yoksuldan yana olmak.

Anılarımızın bundan sonraki bölümünde de bu basit insanların yaptıkları iğrençlikleri, tertipleri, edepsizlikleri anlatmak boynumuzun borcu olsun… Anlatayım da görün bu sıradan basit  insanların nasıl pespaye duruma düşebileceklerini…

 

  1. POLİSLER PEŞİMDE

 

Gaziantep Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde 1.12.1967 tarihinde işe başladım.

Yaptığım işten memnundum. Çalışanların, işe girip çıkanların dosyalarını hazırlıyordum.

Dairede çalışanların hepsi ile de ilişkilerim iyi idi.

Aldığım ücret Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin iki misli idi. Elime bir albayın aldığı ücret kadar ücret geçiyordu.

Borçlarımı tamamıyla ödemiştim. Artık bakkaldan, kasaptan ödünç alışveriş yapmıyordum…

İlk işim bir masa almak oldu. Artık masam vardı. Yazı makinemi masaya koyup yazıyordum. Okumaya yazmaya da bol bol zaman buluyordum…

Bu arada da işten çıkar çıkmaz Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulu’na gidiyordum. Okul, işyerime yakındı. Yaşım da otuz beş…

İşyerinde bir mesken kooperatifi kurduk. Kooperatifin başına da beni geçirmişlerdi.  Hem Personel Şefi hem de Yapı İşleri 9. Bölge Çalışanları Kooperatif başkanı olmuştum.

İşyerimiz iki katlı idi. Benim odam ikinci katta idi.

Bir gün İsa Kaya adlı bir işçi arkadaş bana:

“Aşağıda iki kişi seni soruşturuyor! Hayri Balta burada mı çalışıyor diye bana sordular…” dedi.

Aklıma kötü bir şey gelmedi Sandım ki iş arıyorlar…

Merak ettim, kim bunlar diye aşağıya indim…

Baktım iki kişi, beni karşılarında görünce elleri ayakları dolaştı.

“Aradığınız kişi benim. Yoksa iş mi arıyorsunuz? İş arıyorsanız Md. Yardımcısı Asım Ahi ile Konuşmalısınız!”

“Olur!” dedi ikisi birden…

Üstlerinden bir yük kalkmış gibi hafiflemişlerdi.

Ben odama çıktım. Masama oturur oturmaz kafam aydı. Bunlar hiç de iş arayanlara benzemiyordu. Polis olduklarını anladım. Hemen aşağıya koştum. Baktım ortalıkta görünmüyorlar. Müdür yardımcısı İnşaat Mühendisi Asım Ahi’nin odasına girdim.

Asim Ahi şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Dili damağı tutulmuştu. Ne diyeceğini bilmiyordu.

“Bunlar, dedim, benim için geldiler değil mi?”

Yalanlamadı, sözü döndürüp dolaştırmadı.

“Evet!” dedi.

“Bir daha gelirlerse bana hemen bana haber ver!..” deyip yukarı çıktım.

Anladım ki bunlar bana rahat vermeyecekler.

Birkaç gün sonra öğle tatilinde işyerinden çıkıp evimize yaya olarak giderken baktım arkamda Mit’in Gaziantep temsilcisi Mehmet Baykal….

O gün kar yağmıştı. Hava soğuk değildi ama kar diz boyu idi. Arabaların bıraktığı izden gidiyordum. Arkamdan gelen Mehmet Baykal’a yol açmak için araba tekerinin açtığı diğer yola geçtim. İstedim ki arkamdan gelen Mehmet Baykal’ın önünü açayım o da açtığım yoldan savuşup gitsin. Öyle olmadı. O da yolunu değiştirdi benim gittiğim yola geçti ve arkamdan yürümeye başladı…

Baktım, derdi benimle. Durdum. Yanıma yaklaşınca, döndüm, sordum:

“Derdin nedir arkadaş! Ne soracaksan bana sor!”

“Soracağın bir şey yok. Biz seni biliyoruz…”

“Peki biliyorsanız beni niçin rahatsız ediyorsunuz, Size yol verdim geçip gitmediniz. Yine arkama düştünüz. İnsan bu kadar rahatsız edilmez ki. Birkaç gün önce de  işyerime geldiniz…”

Bu sözlerim üzerine sesini çıkarmadı. Herhangi bir şey söylemedi. Önümden geçip gitti. Ama o kötü kötü bakışlarını hiç unutamadım. Sanki bir vatan hainine bakıyordu.

Akşam ortaokuluna devam eden 35 yaşında bir kişi, komünizmi bilse bilse ne kadar bilebilirdi? Kaldı ki benim komünizmle ilgili yeterli bir bilgim de yoktu. Herhangi bir örgütle bağım olmadığı gibi bir eylemim de yoktu.

Ama iftiraya uğramıştım bir kere, beraat etmiş olsam da, gece gündüz polis peşimde…Mahkeme kararını dikkate alan bile yok…

 

  1. YEREL BASINDA SALDIRILAR

 

  1. ALIN DAMARI ÇATLAK YAZI TURASI SİLİNMİŞ’E

 

Evvelsi gün yine Sabah gazetesinde, kızılın en kızılı, tüm kızılların yüz karası, bir mahluk, “Ben de Varım” başlıklı bir yazı yazmış. Bu yazıda enişte beyini allamış pullamış, Çetinofa hayran olduğunu Kemal Duykan’ı takdir ettiğini sütunlarına aktar­mış. Haksızda değil hani. Çünkü Hayri Balta de­nen ne idüğü belirsiz hepsini kabullenir    Mezhebi  geniş bir mahlukat. yazı turası silinmiş, alın damarı çatlamışa ne denir. Çünkü Çetinofa hayran olan Lenin için herşeyini verir.

 

HAYRİNAME

 

Solcu Baltayı Hayri, Moskofun hizmet eri

Şimdiyedek görmedik, sizden görülen şeri

Solcuları korumak, Kızıllarla hüneri

Çünkü asla kılmamış, sizde iman   cevheri

Soldan Kızıla gittin, dedik yola gel beri

Gelirine uygunmu, defteri    gideri

Güldürmez Allah seni, hep çekesin kederi

Seni bir gün yakalar, bu milli çarkın peri

İlericilik taslan, senki mantıktan feri

Senin yavan işlerin, utandırır beşeri

Başındaki bitenler, aciz etti berberi

Daha sende nice var, söylenecek söz yeri

Sise boğdun şehiri, görmez oldu göz feri

Artık gecene paydos, görür olduk seheri

Bakıyorum kızardın, döküyorsun kan teri

Nere dersen oraya git geberi geberi

 

(NURİ SABIRSIZ, Gaziantep Uyanış gazetesi. 29.12.1966)

BİR AÇIKLAMA:

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi. İyi bir soru sormuşsun, sorun düşündürdü beni.

“ALIN DAMARI ÇATLAK YAZI TURASI SİLİNMİŞ’E” ve “HAYRİNAME” başlıklı yazıları için dava açmak istedim; ancak Dr. Emin Kılıç Kale ve Öğrencileri dava açmamı önlediler. “Dava açmaya değmez. Dava açarak bu tür kişilere adam değeri verilmez!” dediler.

Elbette bunun asıl nedeni medeni cesaret yoksunluğudur. Didişmeyi göze alamama korkusudur. Bu tür kişiler sorumluluktan kaçmak için kendilerini böyle aldatırlar. Böylece bu yazısı kesesine kaldı; o da bundan cesaret aldı, ikincisini yazdı.

Ama umduğu gibi olmadı; Hayri Balta, bu kez kimseyi dinlemedi dava açtı, yüklü de bir tazminat aldı. Bu para ile Ankara Genel-İş Çalışanlarına baklava yedirdi. “Nerden çıktı bu herkese baklava yedirmek!” diyenlere de “Bu haksıza lanet baklavasıdır. denildi. “Afiyetle yiyin, yalnızca yedikten sonra Haksıza lanet olsun deyin!”

Yani Hayri Balta böylece “Haksıza Lanet baklavası yedirdi herkese!” Çok ilginç gelmiş olmalı ki herkese; hala söylenir dilden dile…

Yargıç kimlik testi sırasında kendisine öğrenim durumu sordu. “İlkokul mezunuyum diyeceğine Ortaokul mezunuyum!” dedi. Bu sırada duruşma salonunda bulunan herkesi kendisine güldürdü. Çünkü herkes kendisinin ilkokul mezunu olduğunu biliyordu.

Yargıç kendisini epey terletti. “Yazanı bilmiyorum!” demesi üzerine “Adam, isim Adres Mahfuz diyen birine gazetede yer verir mi?” dedi. Sonunda dava lehime bitti. Kendilerine o zamanın parası ile yüklü bir tazminat ödetti.

Uyanış gazetesi sahibi de, bana tazminat ödedikten sonra, “Yahu bana ne Hayri Balta’dan. Benimle bir alıp vereceği yok ki o adamın. Yetti artık senin yaptıkların diye diyerek işine son verdi.

Bu olaydan sonra epey dolaştı gazete gazete; en sonunda Olay gazetesi yer verdi kendisine…

+

Genel-İş’e tesadüfen geldi. Benim orada olduğumu bilseydi, gelemezdi. İyi ki ilkin tanımadım kendisini, yoksa orada bir kavga çıkardı; çıkardı ama Sendika da beni, kavga çıkardığım için, işten ederdi.

+

“Değişti” kanına gelince, kanım odur ki, zerre kadar değişme olmamıştır kendisinde. Cennet’ten kovulmuştur o, yediği yasak meyvelerle

Bu olayın önemi şuradadır. O zaman bir adamın komünist olarak suçlanması, toplumdan dışlanmasıdır. Benim çevremin boşaltılmasıdır. Biri çıkıp da kendisine: “Yahu ayıptır, bu adam kara cahildir. Komünistliği ne bilir!” deseydi. Hemen ona: “Bir komünistti mi koruyorsun!” denirdi. Sesi kesilirdi, kaldı ki beni savunmaya cesaret edenlerin çoğunun da sesi böyle kesildi….

İşte bu nedenledir ki herkes bana komünist demede iş birliği etti. Benim için en acı olanı ise mensup olduğum ocağın da aynı kafaya hizmet etmesiydi.

Bütün bu olaylar boşuna olmadı. Toplumdaki bu bilgisizlik, bu korku, bu medeni cesaret yoksunluğu nedeniyle; arkasız, savunmasız, kimsesiz kalan Hayri Balta, Bilge Balta oldu..

Burada bir gerçeği vurgulamakta yarar var. Bütün bu olaylarda Hayri Balta’ya destek veren biri var. O da Fevzi Günenç’tir. Salt bu nedenle olsun Fevzi Günenç, sayılıp, sevilmeye değerdir…

Şimdi kal sağlıcakla, yeniden sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 12.2.2006

+

  1. FAKÜLTELİ LİSELİLER GEZERKEN

İLKOKULLU SOLCU ŞEF OLUR MU?

 

Aşırı sosyalist HAYRI BALTA işittiğimize göre 9, bölge müdürlüğü personel şefliğine getirilmiştir. Lise mezunu ve muadilleri veya yüksek tahsilden takıntılı nice Gaziantepli gençler iş bulamazlarken, mukaddesatımıza düşman Moskova hayranlarını su başlarında masa sahibi olmaları Türkiye’mizin geleceği bakımından üzerinde durulması gereken bir problem olduğunu acaba ilgililer bilmezler mi? Hakiki milliyetçi ve bu vatana canlarıyla bağlı olanlar, hürriyeti en mukaddes aşk gibi terennüm edenler kıyıda köşede kalırken kimler hesabına hizmet edeceği şöyle dursun hangi tahsil belgesine iltifat edilerek makam sahibi edilirler.

Onlar ki yetkilerinden de kuvvet alarak el altından dairelerinin çalışmalarını sabote ederken saf ve masum kişilerin fikir ve inançlarını yok etmeye gayret gösterip hükümet İcra eden zevatı kötüleyerek, mevcut düzenin değişerek hayallerinde yaşayan düzeni kurmak sevdasıyla bu memleketin nimetleriyle midelerini doldururken bunlara seyirci, kalmamak aklı-selim sahibi daire   amirlerinin milli görevi olsa gerektir.

Yukarıda adı geçen meşhur Hayri Balta gibileri  koynunda saklayanlar ergeç hüsrana uğrayacaklardır,   ve   bu kadirşinas milletin sabrı bir gün gelip taşacaktır.

isim Adres Mahfuz

(Gaziantep Uyanış gazetesi.19.12.1968. YAZMASI SİZDEN DİZMESİ BİZDEN. YÖNETEN: Nuri Sabırsız)

+

AÇIKLAMA

 

19.12.1968 tarihli gazetenizin “Yazması Sizden Dizmesi Bizden” sütununda işim    ve geleceğimle oynanmıştır. Şöyle ki :

“Fakülte ve lise mezunları boş gezerken bir ilkokul mezunu nasıl şef olur? ” denmiştir. Oysa halen Akşam Ortaokula son sınıf öğrencisiyim bir iş yerinde işi diploması olana değil yapabilene yaptırırlar Ben bu iş yerime imtihanla ve son derecelerden birini alarak girdim Fakülte ve lise mezunları ile yarışacak kadar kendimi kültürlü ve bilgili sayarım.

Benim İçin “Mukaddesatımıza düşman; Moskova hayranı” denmiştir Oysa; Allah’ımı, peygamberlerimi tanırım.  Elhamdülillah Müslüman’ım. Allah’ın kokusunu aldığım içindir ki yaşantıma ahlâkî ve İnsancıl olmak üzere bir düzen verdim. Bütün kutsal kitapların yorum ve açıklaması üzerine isteyenle tartışmaya hazırım.

Moskova hayranı olmama gelince   bu    iftirayı şiddet ve nefretle reddederim,

“Hakiki milliyetçi olmadığım” ima edilmiştir. Oysa milliyetçi olduğum içindir ki iftiralara uğramaktayım. Milliyetçi ve mukaddesatçı bir adam bîr Moskova hayranını afişe ederken isim ve adres mahfuz mu dermiş Tanrı böylesi milliyetçi ve mukaddesatçılardan memleketi korusun.

“El altından dairemin çalışmasını sabote   ettiğim” ve ”Saf ve masum kişilerin fikir ve    inançlarını yok etmeye gayret göstererek hükümet icra  eden zevatı kötülediğim” yazılmıştır. Bunun da hesabı Yargıç karşısında müfteriden sorulacaktır.

Durumun 5680 sayılı Basın Kanununun 19. Maddesi gereğince aynı şekilde açıklanmasını rica ederim

Hayri Balta, 25.12.1968

X

  1. YÜRÜYÜŞ FOTOĞRAFLARIM MÜDÜRÜN ELİNDE

 

Başbakan Demirel’in AP’li milletvekilleri Çetin Altan’ın, her konuşmasında, üstüne yürüyorlardı. “Seni komünist bozuntusu!” diyerek. Kendisini  çökerterek bir güzel dayak atıyorlardı. Bu olaylar nedeniyle Çetin Atlan, bir gözünün de görme özelliğini yitirmişti.

Bunlar, Çetin Altan’ı dövmekle, bir gözünü görmezden getirmekle  memlekete, vatana hizmet ettiklerini sanıyorlardı.

Dayak atmak, bir gözünün görme özelliğini yitirmesine neden olmakla yetinmiyorlar; bir de milletvekili dokunulmazlığını kaldırmak istiyorlardı.

Biz; bir avuç solcu, Gaziantep’te buna isyan ediyorduk. Çünkü İşçi Partisi sayesinde duymadıklarımızı duyuyorduk. Bizi en çok rahatsız eden de ülkemizin Amerikan üsleri ile donatılmış olmasını duymamız idi…

Demirel ise bu gerçeğin bilinmesini istemiyordu. İki de birde “ÜS YOK TESİS VAR!” diyordu. Bu da bizi deli ediyordu.

Gaziantepli birkaç TİP’li ve diğer solcular Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto etmek için bir yürüyüş yapma kararı almışlar.

Bana da katılıp katılmayacağımı sordular. Bu güne bu gün adımız solcuya çıkmış bir aydınız. Katılmaz olur muyuz….

Gaziantep, Çetin Altan lehinde yapılacak protesto yürüyüşü için hop oturup hop kalkıyordu. Sağcı yerel gazeteler; solcuların; Gaziantep’in, 1957 olaylarındaki gibi, altını üstüne getireceğini yazarak halkımıza korku salıyorlardı.

Korkulan gün geldi. Biz Gaziantepli solcular İstasyon meydanında toplandık. Toplana toplana yüz kişi toplanmıştık. Kılığı kıyafeti düzgün, efendi görünümlü 10 – 15 kişi ancak vardı. Geriye kalanı işçi, köylü, esnaf ve birkaç da pejmürde giysili kişiler…

Ancak beklenildiği gibi hiçbir olay olmadı. Efendi efendi yürüdük, efendi efendi Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto ettik.

Bu yürüyüşten iki gün sonra Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışırken odacımız geldi.

– Müdür bey seni istiyor…

Hemen Müdürümüz Halil Aksu’nun yanına gittim.

Elime bir fotoğraf tutuşturdu.

– Bak şu fotoğrafa! dedi.

Fotoğrafa baktım. Yürüyüşümüzün fotoğrafı idi. En önde yürüyenlerden biri de bendim.

Saf, saf…

– Ne var bu fotoğrafta? Pazar günü yaptığımız yürüyüşün fotoğrafı…

– Senden başka kılığı kıyafeti düzgün bir adam yok bunların içinde. Sen mi kaldın bunların önüne düşüp de ayaklandıracak?..

Koskoca müdür. Böyle bir suçlama yaparsa ne diyebilirsin. Masumane yapılan bir yürüyüş bile akıllara ayaklanma getiriyor.

Anladım ki sivil polisler yürüyüşün fotoğrafını çekmişler. Getirip müdürün masasına koymuşlar.

Hadi çık çıkabilirsen işin içinden. Bir haftaya kalmadı beni işten attılar.

Tarih kimleri haklı çıkarıyor; kimleri de gereksizler kutusuna atıyor…

Düşünürseniz bulursunuz…

 

  1. GAZİANTEP UYANIŞ GAZETESİNDE YAPILAN ANONSLAR…

 

Şimdi gelelim 22.3.1969 tarihli Uyanış’ta yayınlanan anonslara. Bu anonsların açıklaması ZİLLİ KURT’UN ÇIRPINIŞI” ANILAR 5 adlı kitapta yapılmaktadır…

Anons Şöyle başlıyor:

 

MİLLET VE MUKADDESAT DÜŞMANLARININ

İÇ YÜZÜ

 

ANONSUN 1. YILDIZI:

“Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Gaziantep’e gelse ellerine ayaklarına kapanır yoruluncaya kadar sırtımda taşırım…”

ANONSUN 2. YILDIZI:

“Nazım Hlkmet’ln durumuna düşmemek İçin Türkiye’de Komünizm yasak olduğundan pro­pagandamızı sosyalizm, sosyal adalet perdesi altında yapacağız.”

ANONSUN 3.YILDIZI:

“Müslümanlarca namus malûm, mesela kız kardeşimin biriyle seviştiğini görsem, ikisini de bir odaya kapatır, kapının bekçiliğini de ben yaparım.”

ANONSUN 4.  YILDIZI:

“Savaşı Hz. Ali’nin kazandığını gören Muaviye askerlerinin mızraklarının başına Kur’an yapraklarını taktırdı, ne oldu? Ali savaşı kaybetti. …”

ANONSUN 5.  YILDIZI

“Allah varsa şu kâğıdı yırtmama engel olsun…”

ANONSUN 6. YILDIZI:

“Hz. Muhammet Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçidir…”

 

Bütün bu yayınlarla beni nefret kuşatması altına almak istiyorlardı. İşten atılmış olmamı haklı göstermek istiyorlardı.

Ne var ki Uyanış Gazetesi’nin sahibi: “Yahu “ben Hayri Balta’yı ne bilirim, ne de tanırım. Benim gazetemde memleket meseleleri ile ilgili görüşler dile gelmeli iken nasıl olur da bir adam aleyhinde neşriyat yapılabilir?” diyerek aleyhimde yapılacak yayını durdurmuş…

 

  1. KURTULUŞ GAZETESİNDEN AYRILIŞ

 

1969 yılı başında çalıştığım Gaziantep Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğündeki işimden partizanca bir tasarruf nedeniyle işten atılmam üzerine Fevzi Günenç’in gazetesi Kurtuluş’ta yazmaya başladım.

Bu gazetede aynı zamanda Gündem köşe başlığı ile başyazı, Balta köşe başlığı ile günlük fıkra, Sakar Ali İğneli Beşikte başlığı altında günlük eleştiriler ve Haşlamalar adını verdiğim şiirler yayınlanıyordu… Bu saydıklarımın hepsini de yazan bendim…

Bu yazılarım o zaman iktidarda olan ve beni işten attıran adalet Partisi yöneticilerini çok rahatsız etmiş olacak ki; bir gün Gaziantep Valisi; Gaziantep Kurtuluş savaşı Gazilerinden Ali Nadi Ünler ile bana haber göndermişti.

“- Hayri Balta’ya söyleyin Kurtuluş gazetesindeki yazılarına ara versin. Başına çorap örecekler…”

Düşünebiliyor musunuz beni koruması gereken bir vali; bana haber gönderiyor. “Aman yazılarına ara versin… Başına bir iş getirecekler!” diyor…

Valinin bu haberi o günlerde Adalet partisinin nasıl partizanlık yaptığının göstergesidir.

 

  1. SİYASİ POLİS ANKARADA EVİME GELİYOR

 

Bu gün evimizin kapısını çalan uzunu boylu, iri kıyım, esmer bir kişi; kapıyı açan kızıma,  polis kimliğini göstererek, aşağıdaki soruları sormuştur:

“Hayri Balta burada mı oturuyor?”

“Adres değişikliği olmuş mudur?”

“Yazıhanesi nerededir?”

“Şehir dışına çıkıyor mu?”

+

Suçum: “ATATÜRKÇÜ ve AYDIN BİR KİMSE” olmaktır.

1962 yılında Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışırken , kışkırtıcı bir ajan olduğu gerekçesi ile MHP’den kovulan ve hâlâ da askerliğini yapmamış olan Bizim Anadolu ve Hergün gazeteleri yazarlarından Necdet Sevinç’in (aynı zamanda teyzem oğlu olur) muhbirliği ve tertibi sonucu yargılandım ve yargılama sonucunda “Sanık Hayri Balta, Atatürkçü ve Aydın bir kimse olduğum” gerekçesiyle beraat ettim (¹)

Ne var ki beraat etmem hiçbir işe yaramadı. Her yeni taşındığım mahalledeki evime ve her yeni girdiğim iş yerine birkaç gün sonra gelen polislerin yaptığı soruşturma sonucu kişiliğim hakkında kuşku yaratılmış ve kimi zaman da işten atılmama neden olunmuştur.

Baktım olmayacak, 33 yaşından sonra, hem de emeğimden başka gelirim olmamasına karşın gündüzleri çalışarak akşamları akşam Ortaokulu’na gidip geldim. 4 yıl. 4 yıl da Akşam Lisesinde okudum. Ardından da yine hem çalışıp hem okuyarak Hukuk Fakültesini bitirdim. 5 yıl.

Şimdi yukarıdaki adreste avukatlık yapmaktayım. Ama devletin sivil polisleri evime gelerek çocuklarıma, “Geçmişte bir suçum olduğunu ve hakkımda her altı ayda bir rapor düzenlenmesi gereken bir kişi olduğumu” söyleyerek hukuka aykırı davranmaktadır. Aynı işi işyerime gelerek de yapmaktadır.

“Atatürkçü ve aydın bir kimse” olarak yurttaşlık görevimi yerine getirmekten başka hiçbir eylemim olmadı. Öyle milliyetçilik savında bulunup da askerlik görevimi yerine getirmekten kaçmadım. Yaşamımın her saniyesi için hesap vermeye hazırım. Yargılandığım Mahkemenin hükmüne itibar edilmiyorsa (ki itibar edilmemekte olduğu anlaşılmaktadır) yargısına itibar edeceğiniz bir mahkemede yargılanmaya hazırım.

Bir devletin kendi yurttaşlarına karşı böyle acımasızcasına davranması ne ile yorumlanabilir? Yargılanıp beraat etmek suçsuzluk için yeterli olmuyorsa bu mahkemeler niçin kurulmuştur.

1977 yılının 27 Mart’ında evimin önünde iki kişi tarafından kurşunlandım. 30 cm.den göğsüme sıkılan kurşunlar ciğerimi delik deşik etti. Beni öldürmek amacı ile vurup kaçanların bulunması amacı ile, resmî mercilere,  200 sayfaya yakın dilekçe verdiğim halde hâlâ ve hâlâ bu güne kadar yakalanamamışlardır. Devlet görevlileri; beni izleyeceklerine beni vuranları araştırıp bularak yargıya teslim etmelidir. Benimle bu kadar uğraşması anlamsızdır (¹).

Devletin görevlileri; beni vuranları yakalayıp adalete teslim edeceğine “Atatürkçü ve Aydın bir kimse olduğum için” benim peşime düşmekte mahallem ve aile bireylerimi kuşkuyu düşürerek benden koparmaya çalışmaktadır. Bana yapılan bu uygulamalar hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. El insaf…

Hiç olmazsa 12 eylül’den sonra bu tür uygulamalara bir son verilmesi isteğimdir.

Saygılarımla, 10.2.1982

Av. Hayri Balta,

Akın cad. Muhaç Sok. No. 49,

YENİMAHALLE/ANKARA

+

  1. Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 1962/25. K. 1962/104
  2. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Md.lüğü. 20.2.1978/11462
  3. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Md. 20.2.1978/35450
  4. Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı 1978/2733
  5. Gaziantep Sorgu Hakimliği 1981/53

DAĞITIM:

Gereği İçin:

  1. Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine/Ankara
  2. İçişleri Bakanlığına/Ankara
  3. Adalet Bakanlığına/Ankara

Bilgi için:

  1. Ankara Barosu Başkanlığına,
  2. Çocuklarıma

10.2.1982

 

(NOT: Bunların hiçbirinden bu güne değin yanıt gelmemiştir.)

X

X1

DÖNÜM NOKTASI

 

Evlilik olayı benim için döndüm noktasıdır. Ailemizde kopma, evlilik olayı ile başladı. Gelin görümce çekişmesi başlayınca huzurumuz kaçtı. Buna işsizlik, parasızlık da eklenince iyice bunalmaya başladım. Bu çıkmazdan çıkma çabası beni bunalımlara soktu. Para kazanamıyordum. Zaman zaman iş bulunca çalıştığım  debbağlık (dericilik) ve kilimcilikten utanç duyuyordum.

Ortaokuldaki arkadaşlarım avukat, mimar, mühendis, öğretmen olarak karşımda geziyorlardı. İlkokulda öğrendiklerini bile unutmuş; bir nokta, büyük harf nerede kullanılır bunu bile bilmiyordum. Aritmetik konularından dört işlem yapmayı büsbütün unutmuştum. Para getiren bir işim, mesleğim yoktu. Bana yol gösterecek, akıl koyacak bir büyüğüm yoktu. Daha önceleri belirttiğim gibi babam anamın ölümünden sonra kendine gelememişti.  Amcam ise hayal aleminde geziyordu, ki bunlar birinci bölümde anlatılmıştı.

Eşim benim bu durumumu görünce sessiz sedasız evde dikiş dikerek bütçemize katkıda bulunmaya başlamıştı. Zaman zaman bana ve babama harçlık bile veriyordu. Böyle bir duruma düşmüş olmak beni; strese ve hatta  depresyona sürüklüyordu. Bu çıkmazdan kurtulmak için çareler arıyordum. Para getiren bir mesleğim olsun istiyordum. Ne yapabilirdim. Eşim bana terzilik öğretmek istedi; öyle ki bir iki ders de almıştım. Elimin terziliğe yatkın olmadığını gören eşim bana terzilik öğretmekten vazgeçti…  Hiç unutmam, şimdi bile aklıma geldikçe; gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini düşünür dururum. Çünkü caddenin bir köşesinde kaldırıma oturarak elinde tahtadan yapılmış çember kasnağa bez geçiren bir adam; elindeki iğne ile beze batırıp çıkararak resimler çiziyordu. Annem de beze böyle  çiçekler yapardı. Hele menekşeyi çok güzel işlerdi. Annemin işlediği güllerden, menekşelerden yaptığı yastık kılıfları gözümün önünden gitmezdi. Küçükken annemden gördüğüm bu nakış işleme kafama kazındığı için kolayca  yapabilirim sandım. Adamdan, bir iğne ile bir kasnak aldım. Evde; babamdan ve kardeşlerimden, gizli gizli nakış işleyerek yeni bir meslek edinmeye çalışıyordum. Eşim benim para getirmeyecek olan bir iş öğrenme çabamı gördükçe benimle alay ediyordu. Sonra, ben de, bu işin para getirmeyeceği düşüncesine kapıldım, bıraktım…

X2

DİNSİZLİK VE KOMÜNİSTLİĞİM NEREDEN GELMEKTEDİR

 

Kendi kendime “Bu durumdan kurtulmanın bir tek yolu var: Devlet kapısında bir iş bulmak….” dedim. Ama ilkokulda öğrendiklerimi bile unutmuştum. Bu durumda ilkokulda öğrendiklerimi, ilkokul kitaplarına çalışarak, yeniden hatırlamak. Bu düşüncemi başkalarına ve eşime açmaya da utanıyordum. Çünkü yaşım 25 olmuş. Bu yaştan sonra yeniden derslere çalışıp da ilkokul diploması ile memur olmak benim için yıldızdan ıraktı. Ama başka kurtuluş yolum yoktu. Öncelikle ilkokul 4 ve 5. sınıf Matematik ve Türkçe-Dilbilgisi kitaplarını aldım. Okumaya 4 cü sınıf Türkçe’den başladım.

Mevsim kış olduğu için evde çalışamıyordum; çünkü evimizde soba yoktu. Tandıra girerek ders çalışırken de hemen uykum geliyordu. Yatağın sıcaklığından yararlanmak amacı ile gece eşimin koynundan doğrularak ders çalışıyordum. Eşim bana çıkışıyordu. “Yorganı üstümden alıp beni üşütüyorsun… Beni üşütüp de uykumu kaçırmaya hakkın yok!” diyordu.

Baktım olmayacak sabaha karşı kitaplarımı alarak, semtimizdeki sobası olan Sabahçı Kahvelerine gitmeye başladım. Sabahları kahve sakin oluyordu. Erkenden kalkan sabahçılar işe gitmeden önce kahvede buluşup sıcak çay içtikten sonra işe gidiyorlardı.  Bense sobanın sıcaklığında habire ders çalışıyordum. Ancak ara sıra başımı kaldırıp da çevreme baktığımda kahvedekilerin beni süzdüğünü görürdüm. Bir ara kahveci başım ucumda dikilerek: “Yahu Hayri bey sen ne okuyorsun böyle kendinden geçmişçesine…” dedi.

Masamda duran kitapların kapağını çevirerek bak işte ilkokul 4. ve 5. sınıflarının ders kitapları… dedim. Kahveci kitapların gerçekten ders kitapları olduğunu görünce başını sallayarak çekip gitti. Meğer sabahları kahveye gelip gidenler benim kitaplara dalmam üzerine “Hayri bey, dinsizlik ve komünistlik kitabı okuyor!” diyorlarmış…

X3

ARADIĞIN SENDE!..

 

İkinci dinsizlik, komünistlik öyküm çok daha ilginç. Küçüklüğümden beri okumaya düşkün biriyim. Çocukken okuduklarım başka, gençlik çağında okuduklarım başka idi…

16 yaşımdan bu yana günde en az bir gazete okuma alışkanlığım vardır. Örneğin 1948 yılında yayına başlayan Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin ilk sayısı arşivimdedir. 1932 doğumlu olduğuma göre; demek ki gazete okumaya 15 16 yaşımda başlamışım.

Çocukluğumda Kızıl Maske, Mandrake, Nat Pinkerton, Şerlok Holmez, Cingöz Recai’yi; gençliğimde ise Ömer Hayam’la Nezen’ Tevfik’in kitapları ve Mevlana’nın Mesnevi’si ilk okuduğum kitaplardandı.

Mesnevi’yi okurken babam gördü. Okuduğum kitabın adını sordu. “Mesnevi” dedim. Yüzünün rengi değişti. “Bu kitabı okuma, dinden çıkarsın!” dedi. Oysa ben o düşüncede değildim. Mesnevi okudukça ufkum açılıyordu.

Mesnevi’deki şu tür anlatımlar benim din anlayışımı değiştiriyordu. “Ey oğul, bir odadasın; gözün kapılarda, pencerelerde. Boşuna kapılara pencerelere bakıyorsun, aradığın sendedir sende…”

Hele şu satırları çok daha ilginçti: “Ey Allah arayıcısı, kendi kendine Allah’ı bulamazsın. Sen kendine bir mürşit (öğretici, yol gösterici) ara. Mürşitsiz Allah aramak kıçına tiken batan eşeğe benzer. Eşek, tikeni çıkarmak için kuyruğunu salladıkça tiken daha çok kıçına batar.Tenine batan dinki çıkarmak bu denli zor ise; gönlüne batan tikeni çıkarmak daha zordur. Bunun için bir öğretici bulmalısın ki tikeni çıkarsın…”

Sonra bağnazlar, yobazlar için yaptığı şu benzetme beni Mesnevi’ye daha çok bağlıyordu: “Ey oğul, bağnaz ve yobaza yol göstermeye kalkma. Onlar uçurumun kenarındaki bir tutam ot’u almak için uzanan eşeğe benzer. Eşek uçurumun kenarındaki ot’u almak için eğilir. Eşeğin sahibi de onu kurtarmak için kuyruğundan tutarak çekmeye başlar. Sahibi kuyruğundan çektikçe eşek daha çok uçuruma doğru eğilir… İyisi mi bırak eşeğin kuyruğunu, bir tutam ot’a aldansın, gitsin…”

X4

BABAMLA ZITLAŞMA…

 

Babam ile aramızda bir zıtlaşma başlamıştı. O bana “Mesnevi’yi okuma!” dedikçe; ben daha çok Mesnevi üzerine düşüyordum.  Öyle ki küçük kardeşim Hasan’ı beni izlemekle görevlendirmişti. O da beni izliyordu.

Bir keresinde yastığımın altına sakladığım Mesnevi’yi buldu, babama verdi. Babam bana: “Sen ne haber anlamaz adamsın!.. Ben sana okuma diyorum. Sen beni dinlemiyorsun!” diyerek beni azarladı.

Meğer hocanın biri kendisine:   “Mesnevi okuyan dinden imandan çıkar!” demiş.. Bu nedenle benim Mesnevi okumamı engellemeye çalışıyordu. Ben de bütün ısrarlarına karşın babamı dinlememem üzerine babam beni dinsiz olarak görmeye başladı. İşte böyle başladı benim dinsizliğimin…

Bu mahalle baskısı dedikleri İslam’da kuruluşundan beri var… Din kitaplarında Müslüman’a verilen bir emirdir bu mahalle baskısı.

EMRİ MA’RUF… NEHYİ ANIL MÜNKER. “Her kim bir münker görür ise hemen onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye muktedir olamazsa diliyle kınasın, korkutsun. Şayet diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle onu reddetsin, ondan nefret duysun.” (Riyaz’üs Salihin Tercümesi. 1. Cilt. 23. Bölüm… 8)

Konu ile ilgili ayetlerden biri de şudur: “Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebat edenleri çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakta oldukları fısklar yüzünden şiddetli bir azap ile yakaladık.” (K. 7/165)

X5

MÜRŞİT ARAYIŞI…

 

Mesnevi’nin dediği gibi mürşit aramaya başlamıştım; istiyordum ki beni içinde bulunduğum bu çıkmazdan kurtarsın. Çevremdeki arkadaşlar da benim gibi arayış içinde idi. Birkaç arkadaş Tekke camisinin müezzini Ali  hocanın cami içinde bulunan dergahına gittik. Caminin bir odasında Ali hocanın başına beş-altı kişi toplanmış ayin yapıyorlardı. Ali Hoca da Mansur çalıyordu.

Bizi göre kapı aldılar. Ali Hoca özellikle benimle ilgilendi. Birkaç soru sordu. Sonra ayin başladı. Kendisi Mansur çalarak ritim tutuyordu. Öğrencileri de kendisine eşlik ediyordu. Yere bağdaş kurarak oturuyorlardı. Yetersiz bir ışık vardı.

Bu ayini görünce Ali Hoca’dan bir feyiz alamayacağımı anladım. Hiçbir zaman şeriatçı bir görüşe eğilim duymadığım için Ali hoca’nın dergahına gidişim ilk ve son oldu.

Bu durumu mahallemizde attarlık yapan Sakıp Okuducu’ya aktarınca bana “İyisi mi sen Dr. Emin Kılıç Kale’ye git! Sen gidersen ben de giderim!” dedi.

Bu arada bana Emin Kılıç hakkında şu sözleri söyledi: “Bir söylediğini bir daha söylemiyor.. Derin bilgi sahibi… Bu arada müzik de öğretiyor..”

Sonra ekledi: Senin peşinde koştuğun futbol hakkında da şöyle diyormuş: “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.”

İşte bu söz benim ilgimi ekti. “Futbol, ahlak ve karakter yıkıcı bir oyundur.” Sözü üzerine; futbol yaşamında yaşadığım “ahlak ve karakter yıkıcı durumları” gözümün önüne geldi.

Gerçekten de isabetli bir pas atamazsan, gol kaçırırsan, ayağından top kaptırırsan” başta takım arkadaşların olmak üzere takım taraftarları akla gelmedik hakaretler yapıyorlardı. Futbolcu olmadığı halde futbol hakkında isabetli görüşlerde bulunan Dr. Emin Kılıç Kale’yi görmek isteğim artmıştı.

X6

  1. EMİN KILIÇ KALE’YE İNTİSAP…

 

Uzatmayalım Attar Sakıp Okuducu, Talip Güzelhan ve ben bir akşam Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine gittik (11.3.1958). İçeri girdiğimde15 kişi vardı Kiminin elinde ut, çoğunluğun elinde ney (nay) vardı. Kendisinin masasında  tef… İçeri girdiğimizde bir kişi Ulus gazetesi okuyor; diğerleri de dinliyordu. Hoca da arada bir yorumda bulunuyordu. Gazete okunduktan sonra meşk’e (müziğe) başlamadan önce bize döndü ve niçin geldiğimizi sordu.

Soru bana idi:

“Niçin geldiniz?”

“Öğrenci olmaya geldik!”

“Ama bu derslere gelmenin bir bedeli var!”

“Neymiş o!”

“Zamanı gelince bedeli söyleriz!”

“Kabu!” dedim.

Benimle birlikte gelenler de “Kabul ediyoruz!” dediler…

Sonra ban bir soru daha yöneltti:

“Senin dinin nedir?”

“Müslüman’ım!”

“Peki sigara içer misin?

“Evet!”

Birden bire hiddetlendi ve kükredi:.

“Peki, o sigara kokan ağzınla kelime-i şahadet getirmeye; o mübarek zatın adını ağzına almaya utanmaz mısın be adam!” diyerek beni azarladı.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Böyle bir azarlama 18-20 yaşlarımda yapılsaydı bana, muhakkak bir kavga çıkardı orada.

Yanıt vermeme meydan vermeden:

“Bu günden itibaren sigara yok. İşte vereceğin bedelin birincisi sigarayı terk etmek. Diğerlerini de zamanı gelince söyleriz… Bunları kabul etmezsen bizden feyz alamazsınız. İşinize gelmezse bundan böyle gelmezsiniz. Size gelin deyen de yok zaten…”

“Kabul, şu andan itibaren sigara yok!”

Benimle gelen Atar Sakıp da söz verdi. Talip ise sigara içmezdi zaten…

X7

DERSLERE BAŞLIYORUZ

 

Bir hafta sonra derse gittik. Öğrenciler, genellikle orta halli kimselerdi. İçlerinde öğretmenler, müdürler, mühendisler de vardı.

Öğrenciler arasında bizim mahalleden kuşakçılık yapan Hayri Mutlu da vardı. Onun Dr. Emin Kılıç Kale’ye gittiğinden haberimiz yoktu. İlk defa orada görünce şaşırdım. Meğer herkesten saklarmış. Tahminime göre bizlerin Hoca’dan haberdar olmamızı istemiyordu. Oradaki bilgiler kendisine kalsın istiyordu..

Dr. Emin Kılıç Kale, biz kendisine intisap ettiğimizde 62 yaşlarında idi. İri yarı uzun boylu, esmer tenli, dev gibi biri… Sakalları tümden ağarmıştı. Konuşurken ışıyan gözleri ile gözümüzün içine bakıyordu.

İkinci derste, içeri girdiğimizi görünce gözleri ışıdı ama sevincini belli etmemeye çalışıyordu. Sandalyemize oturur oturmaz bana sordu:

– Demek gelip gitmeye karar verdiniz? Peki niçin 3 iken ikiye düştünüz. Öbürü niçin gelmedi?

– Ondan haberimiz yok, niçin gelmediğini de bilmiyorum…

– Peki kendisi bilir. Zaten biz kimseye gel! demeyiz… dedikten sonra,

– Sigaradan ne haber?

Ben de saf saf ve de doğru sözlü olduğumu göstermek için:

– Bir tane içtim efendim? deyince birdenbire gürledi…

– Gel bakalım şimdi şuraya diyerek oturduğu masasının yanını gösterdi.

Yanına vardım. Ayakta bekliyordum ne ceza verecek diye. Bütün öğrenciler de alacağım cezayı biliyorlarmış gibi gülerek ikimize bakıyorlardı.

– Demek bir tane içtin ha?

– Evet bir tane içtim.

– Ha bir tane ha bin tane fark etmez…Şimdi ellerini kaldır tövbe et ve Allah’a secde et!.

Orada o kadar öğrencilerin arasında secdeye kapılarak dediğini yaptım ve daha da ileri giderek, nefsimi cezalandırmak amacı ile,  ayaklarına yüz sürdüm.

Kendisi başta olmak üzere içerdekilerin hepsi gülüşüyorlardı. Yerin dibine girmiştim. İtten rezil olmuştum.

Bu ceza üzerine geçmişimle ilgiyi kestim. Yepyeni bir insan olmuştum.

Benden sonra Talip’e döndü:

– Sen ne yaptın bakayım?

O da:

– Ben zaten sigara içmem! dedi…

Sonra yine bana döndü:

Bedel ödemeye hazır mısın?

– Evet!..

– Bu günden itibaren arkadaşlarınızla ilişkiye keseceksiniz. Kahvelere gitmeyeceksiniz. Asıl önemlisi  karılarınızla yatağı ayıracaksınız. Artık benden emir gelinceye kadar cıma’ya (cinsel ilişkiye) izin yok!.. Kabul mu?..

Al başına belayı. “Hayır!” desek… “Haydin bakalım! Burada işiniz yok,  dışarı!” diyecekti…

İkimiz birden:

– Kabul! dedik…

Bunun üzerine içerideki 15-20 kişi gülüşmeye başladı…

Biz “Kabul!” demiştik  ama işin içinden nasıl çıkacaktık. Daha üç dört aylık evli idik…

Uzatmayalım derse geçtik. Her derste önce öğrenciler gazetelerden seçtikleri yazılar okunurdu. Ondan sonra müzik derslerine geçilirdi. Bir saat kadar da meşk yapılırdı.

X8

SÖZ VERDİK AMA…

 

Dersten sonra evimize giderken Talip Güzelhan’a sordum.

– Yahu Talip biz ne yaptık böyle. Daha yeni evliyiz… Nasıl dayanacağız ayrılığa, nasıl ayıracağız yatakları… Bu işe hanımlara ne deyecek?

Talip gülerek:

– Boş ver yahu… Kendisinden bilet mi keseceğiz? Sen işine bak… Kılı bile duymaz…

– Ama söz verdik…

– Böyle bir durumda verilen söz yerine getirilmez. Sen işine bak!

– Yok arkadaş, ben sözümde duracağım…

Bu sırada evlerimize gelmiştik.

Yatma vakti gelince eşime:

– Hoca’nın emri var. Yataklarımızı ayıracağız. İzin çıkıncaya kadar da ayrı yatacağız.

Hanım neye uğradığını şaşırdı. Yeni evli olduğumuz için bir tartışma ortamı yaratmadı. Ama renginin değişmesinden anlamıştım ki bu iş çok ağırına gitmişti. Benim kendisinden hoşlanmadığımı sanarak böyle bir bahane uydurduğumu sanmıştı…

Benimle tartışmadı ama dayımlara, teyzemlere gittiğinde yakınmış:

– Hayri, artık benimle yatmıyor. Yatakları ayırdı.

Dayım, yengem ve teyzem şaşmış kalmış.

– Nasıl olur, daha yeni evlisiniz…

– Hocası böyle emretmiş. O da bakıp duruyor, koynuma girmiyor… deyerek ağlamaya başlamış.

Dayımın, teyzemin morali bozulmuş. Bu işe sebep Dr. Emin Kılıç demişler. Yapılacak iş Hayri’yi Emin Kılıç’tan ayırmak.

Bu konuşmalar olurken yanlarında teyzemin oğlu Necdet Sevinç de bulunuyormuş.

“Ne yapmalı, ne yapmalı!” diye tartışmışlar, düşünüp durmuşlar.

Bir ara dayım Adil Öztemir beni çağırdı.

– Hanımın senden şikayetçi… Koynuna girmiyormuşsun. Doğru mu?

– Evet doğru…

– Ama Hayri böyle iş olmaz. Yeni evlisiniz, ne karışır hocanız? Bırak bu saçmalıkları…

Daha önce “Bir sigara içtim!” dediğimde başıma gelenleri bildiğim için hanımla yatmayı göze alamıyordum. Allah bilir bu kez ne ceza verirdi; belki de beni kovardı…

Ne var ki daha fazla dayanamadım. Kaçamak yapmaya başladım. Bu konuda da hanımla sözleşmiştik. Kendisi ile yattığımı kimseye söylemeyecekti. Cinsellik duygusu ağır basmıştı.

X9

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ DERSE GELİYOR

 

Bir gün baktım, Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç derste. Hiç beklemiyordum.

Hoca’mızın o günlerde Gaziantep Sabah gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı bir röportajda Hoca: “Ben devrimciyim. Türkiye’nin üç Allah’ı var. Atatürk, İnönü, Hüseyin Cahit Yalçın…” demişti.

Böyle bir röportajı ben da yakışıksız ve uçuk bulmuştum. Bu röportaj Gaziantep’teki bütün dincileri rahatsız etmişti. Ne demek “Türkiye’nin üç Allah’ı var. Atatürk, İnönü ve Hüseyin Çahit Yalçın!…” Bunun üçünü de gericiler sevmezdi…Oysa hocamız bu sözleri mecaz anlamda söylemişti. Bu sözleri ile “Türkiye’nin üç büyüğü var!” demek istiyordu.

Bir de Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale meşin şapka giyerdi; “Temizlemesi kolay, bir de hiç eskimez ömür boyu gider!” derdi. Ben ve iki üç öğrenci daha Hoca’ya özenerek meşin şapka giymiştik. Kirlendiği zaman kolonya ile temizlerdik.

O günlerde Gaziantep Belediyesi işçilere meşin ceket ve meşin şapka veriyordu sosyal yardım olarak. Bizim de işçiler gibi meşin şapka takarak sokaklarda gezmemiz komünistliğimize kanıt olmuştu.

Zekeriya Beyaz ile Teyzem oğlu Necdet Sevinç dar kafalı oldukları için bu röportajı ve meşin şapka giyerek gezmemizi Hoca’nın ve bizlerin dinsizliğimize ve komünistliğimize yormuşlar.

Teyzem oğlu Necdet Sevinç, eşimin koynuna girmememin Emin Kılıç Kale yüzünden olması nedeniyle de Emin Kılıç’ı sevmiyordu…

O zamanlar Necdet Sevinç Zekeriya Beyaz’ın yamağı… Aralarından su sızmaz. Zekeriya Beyaz’la kararlaştırmışlar: Emin Kılıç’ın ders vermesini önleyecekler ve bir komünistten, dinsizden memleketi kurtaracaklar.

Oysa Hoca’nın komünistlikle ve de dinsizlikle zerre kadar ilgisi yoktu.  Kendisine göre bir dünya görüşü ve din anlayışı vardı ve kimseye de bu dünya görüşü ve din anlayışı için söz söyletmezdi. Ne var ki dünya görüşü ve din anlayışı halkın değer yargısına aykırı idi… Röportajda “Türkiye’nin üç Allah’ı var!” demesi dinsizliğine; ve yine röportajda devrimciyim, “Köylüsü donla gezen bir memlekette taksiye binmeye utanırım…” demesi ve meşin şapka giymesi de komünistliğine ve dinsiz sayılmasına yetmişti.

X10

ZEKERİYA BEYAZ ve NECDET SEVİNÇ ÖĞRENCİMİZ OLUYOR

 

O zamanlar Gaziantep’te Üç Hoparlörlü İmam olarak tanınan Zekeriya Beyaz Gaziantep’te hem milliyetçilik hem de Nurculuk militanlığı yapıyordu. Asıl önemlisi Zekeriya Beyaz polise istihbarat topluyordu; açıkçası polise ajanlık yapıyordu. Bunu da bir röportajında kendisi anlatıyordu. Sonradan öğrendim ki teyzem oğlu Necdet Sevinç de polis ajanı. Bu da mahkeme kararında açıklanıyordu.

Ne var ki bizler, bu ikilinin polis ajanı, olduklarını bilmiyorduk.

Hoca, Zekeriya Beyaz’a sordu:

– Senin adın ne? Ne iş yaparsın?

– Zekeriya Beyaz, imamlık yaparım.

Hoca Zekeriya Beyaz’ın imam olduğunu öğrenince bozuldu. İmamları sevmezdi. İmamların dünya görüşü ile kendi dünya görüşü uyuşmazdı. Fakat belli etmedi.

– Peki buraya niçin geldiniz?

– Öğrenciniz olmaya geldik. Senden feyz alarak aydınlanacağız…

Necdet Sevinç’e bir şey sormadı. O da başıyla Zekeriya Beyaz’ı tasdik ediyordu.

– O halde birkaç ders gelip gidiniz, ondan sonra görüşürüz…

Hocanın bu ikiliden rahatsız olduğunu hissetmiştim.

Neyse uzatmayalım üçüncü gelişinde Hoca sordu:

– Ne yaptınız, karar verdiniz mi?

– Evet!..

Bunun üzerine Hoca Zekeriya Beyaz’a:

– Bundan böyle senin buradaki adın Zekeriya Peygamber olacak…

Zekeriya Beyaz buna bozuldu ama ses çıkarmadı. Bizleri de bir gülüşmedir aldı… Çünkü biz biliyorduk Zekeriya Beyaz’a “Zekeriya Peygamber” demesindeki amacı… Aslında Zekeriya Beyaz’la alay ediyordu ve Zekeriya Beyaz bunun ayrımında değildi……

Hocanın bir adedi vardı. Kimilerini kızdırıp kaçırmak için lakap takardı. Hepimizin bir takma adı vardı. Bana taktığı ad Futbolcu idi. Mehmet Tekerlek’in adı Padişah idi. Dangalaklar Padişahı. Bu adı da Mehmet Tekerlek’e şöyle bir olay üzerine vermiş.

Meğer Hoca, bir hemşire ile senli benli imiş. Mehmet Tekerlek de o hemşirenin peşine takılmış. Hemşire de Hocaya durumu aktarınca; Hoca kendisine Dangalaklar Padişahı demiş. “Adam, hocasının sevgilisini sever mi?” diye…

Tabakhanedeki kuşakçı Hayri Mutlu’ya da mesleğinden ötürü Kuşakçı adını takmıştı. Kuşakçı bazen olumsuz bir iş yaptığında ona bir başka adla hitap ederdi ve biz de gülüşürdük.

Hocamız, Zekeriya Beyaz’a; “Zekeriya Peygamber!” dedikçe Zekeriya Beyaz önce kabarır sonra bozulurdu. Bizler de onun bu durumuna bakarak gülüşürdük.

Hoca derslerde genellikle dindeki batıl görüşlerle hurafelere çok takılırdı. Sünnilerin kabul edemeyeceği görüşler ileri sürerdi. Din’e tasavvuf açısından bakardı.  Ancak halkın inançlarına saygı gösterirdi. Onlarla tartışmaya girmezdi. Öyle ki kendisine muayene için gelen hastalarının yanında sık sık, içten bir “Allah!” deyişi olurdu ki buna yürekler dayanmazdı. Ama derslerde bizimle baş başa kalınca bambaşka bir insan olurdu…

Hoca’nın derslerde yaptığı konuşmalar Sünni İmam Zekeriya Beyaz’ın zoruna gidiyordu… Ben ise Hoca’nın bu konuşmalarını defterime not edip duruyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç ise benim not etmemi dikkatle izliyorlardı. Ancak ben, Hoca’nın konuşmalarındaki  suç konusu olabilecek olanları, deftere yazarken, yumuşatıp değiştirerek geçiyordum.…

Neyse uzatmayalım bütün bunlara karşın Zekeriya Beyaz’la Necdet Sevinç derslere gelip gidiyorlardı.

Birkaç ders daha gelip gitmelerinden sonra Hoca sordu:

– Karar verdiniz mi öğrenci olmaya…

– Evet, kararımızı verdik.

– Peki size bir delil, musahip, yol gösterici gerek.

Hocamız Zekeriya Beyaz ve Neçdet Sevinç’e yol arkadaşı olarak kimi görevlendireceğini düşünürken İkisi birden atıldı:

– Hayri Balta olsun…

– Olsun!..

Hoca bana dönerek:

– Bu ikiliyi sana çırak olarak verdim. Sen bunların tüylerini yol, cavcavlak duruma getir. Sonra ben de bunları pişir yerim…

Benim bunların tüylerini yolmamın anlamı ikisini de geleneksel din düşüncesinden, batıl itikatlardan, hurafelerden kurtarmaktı. Bütün değer yargılarını törpülemekti. Ama bu ikilinin amacı başka imiş. Bana tuzak sorular sorarak komünistliğime kanıt olacak konuşmalarımı Emniyete yetiştirmekmiş.

X11

DEVLET KAPISINDA İŞ

 

Artık bu ikili her dersten çıkışta benim peşime takılıyordu. Kimi zaman yanlarında başka gençler de bulunuyordu. Bana akla hayale gelmedik sorular soruyorlardı. Ben de bu sorularına hiç çekinmeden düşündüğüm gibi yanıt veriyordum.  Ancak bir önsezi ile suç konusu olacak yanıtlar vermiyordum. Meğer bütün konuşmalarım, yazıya geçirilerek Emniyet 1. Şubedeki dosyama konuyormuş… Elbette bana yapılan bu kalleşlikten haberim yok…

O zamanlar ben yine dericilik ve kilimcilik yapıyordum. Çoğu zaman da boş geziyordum. Boş gezmem nedeniyle de Hoca’nın nağmelerini ve mektuplarını ben yazıyordum.

Hocamız, bana kefil olarak Nejat Yetkin’den Olivetti marka bir yazı makinesi aldı. Yazı yazacağı zaman ben makineyi alır Hoca’nın evine giderdim. Kendisi söyler ben yazardım. Bir yazıyı en az üç dört kere yazdırırdı. Çok titizdi. Bir virgülün, bir noktanın yanlış yerde kullanılması üzerine yazıyı, baştan sonra yeniden yazdırırdı. Böylece nefsimi kırarak beni eğittiğini sanırdı.

Bir gün yazı yazdığımız sırada içeri gezici başöğretmen Ömer Özbaş girdi. Hoca kendisine:

– Biraz bekle, şu yazıyı bitirelim de öyle sohbet edelim… dedi.

Ömer Özbaş, başıyla onayladıktan sonra karşımızdaki sandalyelerden birine oturdu.

Ömer Özbaş bize hayretle bakıyordu. Ben ise on parmakla bakmadan hızlı hızlı yazıyordum. Benim bu hızlı yazışım dikkatini çekmiş olacak ki Hoca’ya sordu:

– Katibin böyle yazmayı nereden öğrenmiş?

– Bu Ticaret Lisesinde açılan kursa gitti. Orada da Güneyanadolu Bölgesinde düzenlenen daktilo yarışmasında, hızlı ve yanlışsız yazmada, birinci oldu. Ödül olarak kendisine Atatürk’ün Nutku’nu verdiler.

Ömer Özbaş;

– Dur da bunu bizim Milli Eğitime daktilo olarak alalım. İyi bir yazmana gerek var… Birkaç gün bekleyin millî eğitim müdürü ile konuşayım…

Hoca ile birbirimize bakıştık. Aradığımız iş olanağı doğmuştu. Hoca benim dericilikten, kilimcilikten kurtulmamı istiyordu. Daha önce Teknik Ziraat Müdürlüğünde çalışan öğrenci arkadaşlardan Cumhur Yaşar’ın yanına yerleştirmişti. Cumhur Yaşar’ın yanında çalışmam benim için iyi bir deney olmuştu…

Çok geçmeden Ömer Özbaş müjdeyi getirdi.

– Hademe kadrosu boş. Hademe kadrosuna alır; daktilo yazmanı olarak çalıştırırız…

Düşünmeden kabul ettik. Devlet kapısı olsun da hademe kadrosu olsun…(31.2.1059)

Sınava tabi tutmadan hemen Gaziantep millî eğitim  müdürlüğü Sicil Bürosunda daktilo olarak çalışmaya başladım. Eğer bir sınava tabi tutsalar kazanamazdım; çünkü ilkokul mezunu idim ve ilkokulda öğrendiklerimi unutmuştum…

X12

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

 

Bu olay benim yaşantımda bir dönüm noktası oldu. Dericilikte, kilimcilikte sabah ezanı okunurken işe kalkardım. Şimdi ise saat 9’da işe başlıyorduk. Bu ise bana bol bol okuma olanağı veriyordu. Elime geçen para da dericilikte, kilimcilikte geçen paranın iki misli idi.

Milli Eğitim Müdürlüğü ise Emniyet Müdürlüğünün tam karşısında idi. Emniyet müdürlüğüne girip çıkanları da zaman zaman görüyordum. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç de yan yana Emniyet Müdürlüğüne gelip gidiyorlardı. Meğer Gaziantep’teki komünistlerle ilgili olarak Emniyet Müdürlüğüne, özellikle de bizimle ilgili olarak, rapor verirlermiş…

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’le her ders sonucu benim peşime takılıyordu. Hoca bu ikiliyi bana öğrenci (delil, musahip) olarak vermişti ya… Ben de onların sordukları bütün sorulara bütün samimiyetimle yanıt veriyordum. Merak edenler; bu konuşmalarımız için Sitemizin ARŞİV bölümünde  yayınlanmakta olan “SAVUNMAM” adlı dosyaya bakabilirler.

Bunlar bana akla hayale gelmeyen sorular soruyorlardı. Ben de bunlara çok bilmiş edasıyla bildiklerimi  saf saf anlatıyordum. Sordukları sorular, genellikle, dinî, siyasi ve toplumsal konularda idi.

Meğer verdiğim bütün yanıtlar doğru Emniyet 1. Şubedeki dosyama giriyormuş…Gerçi kendilerin verdiğim yanıtlarda suça konu olacak hiçbir sözüm yoktu.

Kaldı ki ben o güne değin komünistlik hakkında ne bir kitap okumuş ne de bir kimse ile komünistlik hakkında konuşmuştum… Konuşmalarımız daha çok dinî, tasavvufi ve halkın toplumsal durumu, yoksulluğu ve işsizliği idi. Çünkü ben yaşıyordum yoksulluğu ve işsizliği…

X13

GÖZALTI

 

Gaziantep İl Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışırken daha önce hiç görmediğim biri geldi. “Hayri bey, bir tanıklık yapmak üzere benimle gelir misin?” dedi.

“Olur, dedim, kapıdaki boyacıda ayakkabım var, onu alıp da geleyim!”

“Önemli değil, çok sürmez, hemen gitmemiz gerek!”

O gün işe gelirken hükümet konağı önündeki boyacıya ayakkabılarımı vermiştim. O da bana ayakkabım yerine bir çarpana vermişti ve ben ayağımdaki o çarpana ile işyerine girmiştim. Ayağımda boyacının verdiği çarpana… Beni götürmeye gelen adamla birlikte çıktık; doğru hemen bitişiğimizde bulunan Siyasi Şubeye…

Siyasi Şubede neler olduğunu merak edenler Sitemizin ARŞİV bölümünde bulunan “SAVUNMAM” adlı dosyaya bakabilirler.  Bu dosyayı; muhbir ve tertipçilerimle olan konuşmalarımızı o günün heyecanı ile tuttuğum notlara göre hazırlamıştım.  Emniyet 1. Şubedeki sorgulanmamı bu dosyada anlattığım için anlattığım için burada ayrıntıya girmeyeceğim.

Emniyette beni fişlediler. Önden ve profilden fotoğrafımı çektiler. Parmak izlerimi aldılar. Bu da benim çok ağırıma gitmişti.

Emniyetteki işlemler bittikten sonra beni Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesine çıkardılar. Nöbetçi Sulh Ceza yargıcının sorularını bütün içtenliğimle yanıtladım. Bunun üzerine Sulh Ceza Yargıcı tutuksuz olarak yargılanmama karar vererek beni serbest bıraktı.

Yargıç, sorduğu sorulara verdiğim yanıtlardan anladı ki benim komünizm hakkında hiçbir bilgim yok.

Duruşma sonunda Yargıç kararını:  “…tutuklanmasına mahal olmadığına ve tutuksuz olarak yargılamasına…” diye açıkladı.

Polisler, yargıcın verdiği bu kararı şaşkınlıkla karşıladılar… Beni bırakırlarken:  “Nasıl olur da tutuklamaz!” diye birbirlerine dert yanıyorlardı.

X14

SENDE KOMÜNİSTLİKİ VAR MI?

 

Mahkemeden çıkınca doğru Hocanın yanına. Olanları Hocamıza anlattım. Hepsini ilgiyle dinledi.

– Ben sana bir şey soracağım. Sen de komünistlik var mı?

– Bu soruyu bana nasıl sorarsın? Sen benim komünist olup olmadığımı bilmiyor musun?

Artık ben damgayı yemiştim. Çamur at, izi kalsın kabilinden herkes benden kuşkulanacaktı… Hocam bile “Sen de komünistlik var mı?” diye bana kuşku ile baktıktan sonra..

“Beni çok yakından bilen hocam da kuşkulandıktan sonra var gerisini sen hesap eyle… Dediğim gibi de oldu. Hele teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz yerel basında günü gününe aleyhimde  yayınlara başladıktan sonra benim komünistliğime; dinsizliğim yanında, bir de namus tanımazlığım eklendi… Malum komünistlikte namus kavramı yok ya…

Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in, kentimiz Yeni Ülkü gazetesindeki yayınları ölçü tanımaz bir şekilde sürüyordu. Bu yazılar üzerine anladım ki teyzem oğlunun benden alınmaz bir ihaneti varmış. Bir komünisti yakalatan kahraman olmak sevdası ile aleyhimde yazılar döşeniyordu.

X15

İSTİFA ETMEM İSTENİYOR

 

Yazdığı yazılarda ne komünistliğim kalıyor, ne dinsizliğim kalıyor, ne namus tanımazlığım kalıyor ve ne de Atatürk’e hakaret etmediğim kalıyor.  Vay teyzeoğlu vay… Meğer sen neymişsin…

Bu yayınlar üzerine Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan beni çağırdı. Gazeteleri gösterdi. “Sen neymişsin be!” dedi ve devamla:

– Hemen istifanı ver, biz seni işten atarsak, bir daha başka yerde iş bulamazsın… İstifa etmen senin lehine olur…”

– Sayın Müdürüm daha yargılama bitmedi.. Eğer yargılama sonunda mahkum olursam zaten burada çalışamam. Ama yargılama sonunda berat eder de suçsuzluğum anlaşılırsa bundan ötürü vicdan azabı çekmez misin?..

Bu sözlerim üzerine Müdürümüz Aziz Gözaçan düşünmeye başladı.  Düşündü, düşündü,

– İyisi mi bu konuyu vali beyle görüş… dedi.

Hemen yukarıda bulunan Gaziantep Valisi Osman Meriç’in yanına çıktım. Sekreterinden izin alarak odasına girdim. Odaya girdiğimde benim hakkımda yazılan yerel gazetedeki yazıları okuyordu.

Müdürümüz ben yukarıya çıkarken benim kendisinin yanına geldiğimi telefonla bildirdiği için kendimi tanıtmama meydan vermeden:

– Şu meşhur Hayri Balta sen misin?

– Evet benim…

– Nedir bu kepazelik?

– Bunların hepsi yalan ve iftiradır sayın Valim. Bunlara inanmayın bana inanın. Yargılamanın sonunu bekleyelim. Eğer mahkum olursam bana dilediğini yapabilirsiniz. Ama ortada bir yargılama kararı olmadan beni işimden ederseniz ve ben de beraat edersem; o zaman vicdan azabı çekersiniz. Evliyim, üç çocuğum var. Siz beni işten atarsanız kimse de bana iş vermez…

O zaman ki Gaziantep Valisinin adı Osman Meriç’ti… Sözümü kesti… Biraz düşündü düşündü:

-Hadi git işine bak. Yargılama sonunu bekleyelim…

Bunun üzerine sevinçle aşağıya indim. Ben ininceye kadar durumu telefonda Müdürümüz Aziz Gözaçan’a bildirmiş. Aziz Gözaçan’nın yanına vardığımda gözlerinin içi gülüyordu…

– Tamam, dedi, yargılamanın sonunu bekleyeceğiz…

  1. Böylece Milli Eğitim Müdürlüğündeki işimi sürdürdüm. Kimse de beni rahatsız etmedi. Öyle sanıyorum ki herkes iftiraya uğradığımı sanıyordu.

X16

OKUL YAPTIRMA BÜROSU

 

Bu sırada Bayındırlık Müdürlüğü ile Milli Eğitim Müdürlüğü ortaklaşa Okul Yaptırma Bürosu kurdu. Başına da müdür olarak Asim Ahi getirildi. Asım Ahi bizim Tabakhaneli idi. Uzaktan da olsa kendisi ile tanışıklığımız vardı. Beni de Okul Yaptırma Bürosu’na yazman olarak verdiler.

Okul Yaptırma Bürosu’nda İlköğretim Müfettişleri ile tanıştım. Onların raporlarını ben doldururdum. Kimi zaman gitmedikleri halde kendilerini köylere gitmiş gibi gösterirlerdi. İçlerinde öyleleri vardı ki elime köy adları bulunan bir liste uzatırlardı. Günübirlik gidip geldiğimi yaz derlerdi. Bu da 27 Mayıs Milli Devriminden sonra oluyordu.

Bu arada Gaziantep müteahhitlerini de tanımış oldum. Bunlar içinde esmer, orta boylu Muhtar Atmaz bu güne kadar unutamadıklarımdan. Bunların hak ediş raporlarını ben yapardım. Kimileri hak ediş raporlarını  öncelikle yazmamı isterlerdi. Öncelikle yaparsam bahşiş vereceklerini de ima ederlerdi. Ben ise hak ediş raporlarını bana gelişine göre sıraya kordum ve bekletmeden de yazardım. Raporları da İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay yazardı. Bana çok yakınlık gösterirdi. Aramızda bir dostluk kurulmuştu.

X17

YARGILAMA BAŞLIYOR

 

En sonunda Gaziantep Sorgu Yargıçlığına çağrıldım. Meğer hakkında dava açılmış.

İşte hakkımda düzenlenen iddianame:

 

“T. C. Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı

Sayı:

Esas 127

İddia    69

Esas Hakkında İddianame

Gaziantep Sorgu hakimliğine,

Davacı  : H.U.

Sanık               : Hayri Balta. Mehmet oğlu 1932 doğumlu Yaprak Mah.Tabakhane Su kenarı sokak 46/1no’da oturur.

Suç                   : Komünistlik propagandası yapmak

Komünistlik propagandası yapmaktan sanık yukarıda hüviyeti yazılı Hayri Balta hakkında 20.1.1962 tarih ve 127/16sayılı talepname ile açılan davaya ait tanzim kılınan hazırlık ve ilk tahkikat evrakları incelendi:

Sanık Hayri Balta’nın fırsat buldukça ve muhtelif zamanlarda etrafına topladığı şahıslara komünistliğin iyi bir idare olduğunu ve refahın orada bulunduğundan bahisle komünistlik propagandası  yaptığı iddia, şahadet ve tekmil dosya münderecatıyla anlaşılmış olduğundan hareketine uyan T. C. K. nun 142/1-2. maddesi gereğince cezalandırılması ve duruşmanın Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesinde yapılmak üzere hakkında C.M.U. nun 196 ve 200. maddelerine tevfikan son tahkikatın açılmasına karar verilmesi iddia olunur. 12.5.1962

  1. Savcı Yd.

Emrullah Özcan

-10767-

imza”

Gaziantep Sorgu Yargıçlığı ifademi  aldıktan sonra; Ağır Ceza  yargılanmamın beni toplum önünde damgalayacağına; kaldı ki suçun unsurları da oluşmadığından, beraatımı karar verdi.

Sorgu Yargıçlığının bu kararına Savcılık itiraz etti ise de Gaziantep Asliye Ceza Yargıcı Sorgu Yargıçlığının kararını onaylayarak beratımı kesinleştirdi.

Ne var ki adımı dinsize, komünistte çıkardılar. Dostlarımı benden soyutladılar. Çevremi boşaltarak; beni, sahipsiz, kimsesiz bıraktıktan sonra ver yansın ettiler.

Önce şu haberi okuyalım:

 

X18

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden yakalanarak adalete sevk edilmiştir. GAZİANTEP, YENİ ÜLKÜ. 19.1.1962

+

Bu haberi gazeteye verenler bizimkilerdi: Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz.

Bizimkiler bu haberle de yetinmedi.  Aleyhimizde yayınlara başladılar. Benimle aynı büroda çalışan Ahmet Bucaklı’ya benim kadın sattığımı bile söylemişler.

Ahmet Bucaklı bir gün yanıma yaklaştı.

– Hayri bey hanımla aram iyi değil. Bana bir kadın bulsan dedi.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Al başına belayı…

– Bu da nerden çıktı?

Utana sıkıla açıkladı:

– Ne bileyim, öyle diyorlar. Elinin altında çok kadın varmış…

– Git be kardeşim. Aklına başına topla. Ben kim kadın satıcılığı kim?

Yapılan iftira sonucu adımız komünistte çıkmıştı ya. Komünistler de namus tanımazdı ya; kadın da satardı, uyuşturucu da…

Demek ki hakkımda kötü dedikodular yapılıyordu. Bu da beni rahatsız etmeye başladı.

Ahmet Bucaklı’ya sordum:

“- Benim kadın sattığımı sana kim söyledi?”

“- Yeni Ülkü gazetesinin başyazarı söyledi…”

Bu durumu Hocama aktardım. İkimiz birden bir yalanlama (tekzip) yazısı hazırlayarak Yeni Ülkü gazetesine gönderdik. Meğer çirkefe taş atmışız. Bize gelerek gerçeği öğreneceğine aşağıdaki yazıyı gazetede yayınladı.

Okuyalım:

X19

KOMİNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

  1. Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaate sahip olduğunuzu öğrendim.

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodulara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içine çiş atmak olur.

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek röportaj veya mülakat yoluna gider.
  2. İşte, Örneğin, bir kaç gün önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren uzun bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı.
  3. Saygı değer Kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yol­dan yürüyünüz!..

Sevgilerle,

MUSİKİDE    HAYAT DESLERİ ÖĞRENCİSİ

AYDIN YENER (HAYRİ BALTA.) (18.2.1962)

+

Başyazar’ın Notu;

Bay  Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin alemi yok! Git kendini muhakemede savun…

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği, yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

(Yeni Ülkü Gazetesi. 18.2.1962)

+

Bu başyazar ki daha komünizm yazmasını (Az yukarıdaki haberin başlığı…) bilmiyordu ve başımıza başyazar olmuştu… Haberin başlığına dikkat ederseniz Komünizm sözcüğünün “Kominist” olarak yazıldığını görürsünüz…

Gaziantep gibi bir yerde bir adamın komünist zanlısı olarak bir gazetede adının geçmesi onun ölüm fermanına eş değerdi.

 

X20

ÖĞRENCİNİN SORULARI

 

Yargılanmamın tutuksuz olarak sürmesine tertipçilerim katlanamıyordu. Tertip ve tuzaklarını sürdürüyorlardı. Bu amaçla Hocamızın muayenehanesine görevlendirdikleri bir genci gönderiyorlardı. Amaçları Hocamızın ağzından suca konu olabilecek konuşmalar alabilmekti. Bunun ayrımında olan Hocamız, söyleyeceklerini yazılı olarak söylemek gereğini duydu.

İşte yazıya geçirilen soru ve yanıtlar:

– Musikide Hayat dersleri Hocası  Dr. Emin Kılıç Kale’ye şu soruları  sordum:  Yüksek bir din’e mensup olduğumuz halde, memleketimiz niçin perişan, Avrupalılara, Amerikalılara; yani, Hıristiyanlara nasıl olup da el açıyoruz?

– Ben bunun cevabını 46 yıl önce buldum .   Simdi yaşım 65 olduğuna göre  17 yaşında bulduğum anlaşılıyor. Bulduğum şey hakkında soranlara icap eden cevapları vermekten biç çekinmedim. Bunu millî ve insanî bir ödev olarak gördüm. Mesela:   dokuz buçuk senelik ordu (askerlik) hayatımda  (çünkü ben yedek yüzbaşıyım) bu buluştan bahsettim. Yedi senelik Amerikan kolej ve  Üniversite baya­tımda bundan bahsettim.  6 sene Halkevinde aynı şeyden bahsettim. Halkevi kapandıktan sonra  (kapatanların elleri kırılsın) 11 seneden beri de aynı  ödevi yerine getirmek için cayır cayır yanmaktayım…

Eğer sende de bir Türk lisesi öğrencisi olmak haysiyeti varsa hiç durma arayanların arasına katıl, evimin bulunduğu tepeye tırman,  senin aradığını  48 yıl önce bulan Hocanın önünde yer al.   Bir ân önce bu benin 48 senedir taşıdığım ödeve sen de sarıl, Türk ve Müslüman isen.

– Yukarıdaki satırlarda Hoca ile tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra, İslam dininin kutsal varlığı hakkında, Allah hakkında bilgi istedim. Bana ilk önce terazi misali ile bir irşatta bulundu. Bu irşattaki derin manâyı haklı ve önemli buldum. Hocanın bende yarattığı idrak sualimin azameti ile karşı karşıya gelerek titredim . Bu sualin cevabını almak için can-ı gönülden seneler verilmezse, kutsal varlığın mahiyetine saygısızlık edileceğine inandım ve bunu bana idrak ettiren Hocaya karşı ciddi bir saygı duydum.

İkinci sualin satırlarında tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra üçüncü suali sordum.

– Dersinizin adı yalnız “Hayat Dersleri” olsa kâfi gelmez miydi?  Musikide kelimesini niye ekledin?”

– Öteden beri biline gelen musiki, şarkta ve garpta,  eğlence mânasına gelir. Eğlence ise  insanî değildir, insana yakışmaz. İnsanlar eğlenmez, çalışır ve düşünür.  Bundan dolayı olsa gerektir ki  İslam dininde  musiki makbul değildir; belki mekruhtur

Benim hayatımda eğlence denilen şey hiç yer almadığına göre (bunu beni sevenler de sevmeyenler de bilir.) Musiki ile ilgimin olmaması gerekirdi. Oysa musikim felsefemle  yaşıttır. Yani, 48 seneliktir.

İşte,   “Hayat  Dersleri”ne   “Musiki” kelimesini  eklemekle  bilhassa düşünürler ve aydınları (sen dahil) felsefemle at başı giden musikim ile ilgiye, centilmence, davet etmiş  oluyorum.”

Yukarıdaki satırlarla yine tıpa tıp mutabık kaldıktan sonra şu soruyu sordum.

– Musiki nedir?

– Derse gel, dinle!.. Başka sualin varsa sor…

– Yok

– Aferin seni beğendim. Verdiğin sözde dur.

Haysiyetli bir Türk genci olarak yukarıdaki satırları sana emanet ve helal ediyorum. Buna göre:

  1. İstediğini yap, hiç korkma!
  2. Bu yazıları istediğine oku, okurken de korkma.
  3. İstediğin yerde yaz, yazarken korkma ve beni unutma.

Ey haysiyetli olmasını dilediğim zat, bu yazılarımı tekrar ve tekrar oku! Düşün!.

İçinde arzu duyarsan tereddütsüz derse gel! Muayenehaneye gel!… Yağmadan sen de hisseni al…

Fuat Arpacıoğlu adlı öğrenci gittikten sonra bana şu notları yazdırdı:

Bir öğrencimizin tertip ve iftira ile komünizm propagandası yapmaktan sanık olarak nezarete alınıp bırakıldığı sıralarda, aynı tertipçiler tarafından görevlendirilerek Hocamızın  muayenesine gönderilen  Fuat Arpacıoğlu adlı bir lise öğrencisinin soruları üzerine yazılmıştır. Bu öğrencinin amacı; Hocamıza tuzak sorularak sorarak aldığı yanıtları Emniyete götürüp vermekti. Bu amaçla Hocamızın güvenini kazanmak için kendisini şöyle tanıtmıştı:

“Nurcularla konuşmadığını, onlardan ayrılalı 3-4 ay olduğunu, Güngergeli Zekeriya Beyaz ve benzeri hoca ve vaizlerin ardında namaz kılınamayacağını, konuşmalarının dinlenilmeyeceğini, her yerde Dr. Emin Kılıç Kale’nin üstünlüğünü, gerçek yurtseverliğini ve gerçek Müslümanlığını, babasına dahi, her ne pahasına olursa olsun söyleyeceğini, onlara karşı Dr. Emin kılıç Kale’yi savunacağını…” söyledikten sonra devamla:

Gidin Müslümanlığı Emin Kılıç’tan öğrenin diyeceğini ve daha buna benzer bir sürü yalanlar söyleyerek haysiyetli bir genç olduğunu…”  ileri sürdü.

Kendisine:

“Hayır sen haysiyetli değil, haysiyetli bir adam olmak için adaysın…” dendi.

Aramızda adının: “Haysiyete Sahip Çıkan Bir Öğrenci” olacağı söylendi…”

Ne var ki bu Haysiyetli Öğrenci bir daha ne muayenehaneye ne de derslere geldi. Ancak Hocamızın notu kendisine yazdırdığı notları kendisini gönderen Nurculara verdi.

Ne ilginç değil mi?

X21

ORALIĞI KARIŞTIRAN RÖPORTAJ

 

Şimdi Hocamızın Sabah Gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportajı okumanın sırası geldi sanıyorum.

Tertipçiler bu röportajdan sonra gemi azıya aldılar. Gazetelerinde saldırıya geçtiler. Mahkemeyi etkilemek için aleyhimizde ver yansın ettiler.

Okuyucularım için bunları okumak çok eğlenceli olacaktır.

Hocamız bu röportajına çok güveniyordu ve bu röportajın İnönü’ye ulaşacağını sanıyordu.

İşte röportaj:

DR.EMİN KILIÇ  KALE İLE KONUŞTUK :

” TÜRKİYE’NİN ÜÇ ALLAHI VAR ”

 

Röportajı yapan: Burhan Cahit Günenç.

14 Şubat 1962. Gaziantep Sabah Gazetesi…

 

BAŞLARKEN: Gazete tarafından Dr. Emin Kılıç Kale ile röportaj yapmam için görevlendirildiğim zaman, bu kişi hakkında etrafımdakilerden hemen bilgi toplamaya başladım, kim bu Dr. Emin Kılıç Kale diye…

“Kimisi kızlardan, kadınlardan çok hoşlanan bir adam, hovarda, cinsi sapık.

Kimisi Tanrıyı, peygamberleri tanımayan bir dinsiz…

Kimisi hiç bir inancı olmayan bir mecnun. Başkaları; komünist, kendini Tanrı sanan bir kişi ve daha bilmem neler…”dediler ,

Benim yerimde gelin siz olunuz, ne yapardınız, nasıl gitmeye cesaret edebilirdiniz böyle bir kişinin yanına…

Bütün gücümü toplayarak daktiloyu sırtladığım gibi soluğu  Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazıhanesinde aldım .Kendisi ile röportaj yapmak için de daha önceden öğrencilerinden biri ile randevu istemiştim ..

Kapıdan içeri girince beni bir titremedir tutuverdi, “Geri dönsem mi?” diye… Emanet oturuyorum kanepenin bir köşesinde .Sonuçta uzun boylu, dev cüsseli, saçı sakalı apak, kafası cavlak bir kişi göründü…

– Ne arıyorsun? dedi, elimdeki daktiloyu görünce .

– Haa sen gazetecisin şu halde, gel bakalım, dedi .

Boş geçirilecek, kaybedilecek zamanının olmadığını ilk davranışında anladım.

– Hemen başlayalım, diye direkt olarak girdi. “Hoş geldin, boş geldin!” diye bir şey yok. Sor bakalım ne soracaksan, dedi. Sormaya başladım :

– Emin Kılıç Kale kim ?

1897 senesinde Gaziantep de doğmuştur. Baba tarafı Kale zadelere, ana tarafı ise Mütercim Asım’a dayanır .

Kaleağası zadeler denilen bir ailenin oğludur. Ailenin 400 senelik bir şeceresi olduğu söyleniyor.

27 sene sistemli bir öğrenim görmüştür. Öğreniminin 20 senesi Türk okullarında, 7 senesi Amerika’da ve kolejlerde geçmiştir.

Özel olarak bir çok öğretmenlerden musiki, felsefe, diniyat ve tasavvuf dersleri almıştır .

MEMLEKETTEKİ GÖREVLERİ:

1915 senesinden itibaren çeşitli cephelerde, savaş alanlarında 8 sene subay olarak çalışmıştır.

Bu 8 sene içinde Birinci Dünya savaşına, İstiklal savaşına, Antep savaşına katılmış. Bir sene de Mısır da esir olarak kalmıştır. Bu süre içinde tam 25 savaşa katılmıştır.

  1. Dünya savaşı sıralarında memleketteki kısmi seferberlik süresince 1.5 yıl daha askeri doktor olarak çalıştığından rütbesi yüzbaşılığa çıkarılmıştır.

1940 senesinde Gaziantep’e gelerek hayata atılmıştır.

Bu arada 1945 senesinden itibaren  “MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ” adı altında çalışmalara başlamıştır .Bu çalışmaların 6 senesi  eski Halkevinde yapılmıştır .Dersler halen devam etmektedir .

BEN DEVRİMCİYİM:

“Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir. Osmanlıcadan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıcaya…Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp duruyor.

Söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol için de ne söyledim diye sık sık tekrar ettiriyor. Karşılıklı konuşmalar, tartışmalar arasında mantıksız konuşanlardan, anlayış gösterenden ve iyi bir fikir ortaya atanlardan 25 kuruşu aşmamak şartı ile mükafat olarak para kesiliyor.Toplanan bu paralar fakir öğrenci ve ailelerine yardım olarak veriliyor .

TÜRKİYE’NİN  ÜÇ ALLAHI  VAR:

Derslerin birisinde söz gelişi “Türkiye’nin üç Allah’ı var!” dedim; beni dinsizlikle, masonlukla  suçlamaya kalktılar. Şüpheye düştüler. 0 acizler ki Tanrının bir olduğundan habersizdiler. Evet yine söylüyorum, Türkiye’nin üç Tanrı’sı var:

Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk… Bunların memlekete hizmetlerini kim inkar edebilir?..  Ama bu çorak, verimsiz toprakta, bu ahlaksız toplumda Atatürk, İnönü ne yapsınlar? Kimin … nu yesinler.

Söylediklerimin anlaşılması için kafa yormak gerek… Dıştan bakıp da işin içine giremeyenler beni Tanrısızlıkla da suçlar, Masonlukla da, başka şekilde de suçlamaya kalka bilirlere..

DELİ DİYEBİLİRSİNİZ FAKAT:

– Bana deli diyebilirsiniz, çıldırmış diyebilirsiniz, fakat komünist asla…  İddialarım meydanda olduğuna göre, sorumluluk taşır. Ben bunun altından kalkarım. Memleketi için 9.5 sene savaşmış, onun uğrunda gözünü budaktan esirgememiş, memleketi için çıkacak her hangi bir tehlikede de hala başta gidecek olan ben, nasıl komünist olabilirim ?

Kale güzel bir fikir ortaya attığında galeyana gelen öğrenciler ellerine sarılıyor, defalarca öpüp başlarına koyuyorlar.

Bu arada sık sık “Allah ” çekiyor. Dokunulan her memleket yarası sonunda “Başımızın derdine bakalım, oturup ağlayalım!” diye içten feryadı basıyor.

Daha çok galeyana gelince, göğüslerine iki elini vurarak, bağırarak “esss, esss” diye bir kaç defa söyledikten sonra bir parçanın okunmasına geçiliyor. Bu sırada bütün öğrenciler ayni tempo, ayni ses üzerinden gerçekten hoş bir musiki topluluğu meydana getiriyorlar.

Sık sık komünist zanlısı olmaktan yakman Kale: “Bana komünist, dinsiz deyenler gelsinler evimde; Allah nedir, din nedir  öğrensinler!” diye açık oturuma davet ediyor ,

İnönü’ye temas eden Kale “Zavallı İnönü, cenaze yattı… Gel de kaldır. Borç gırtlakta, nasıl kaldırsın. Ölür diye korkuyorum .Yerini dolduracak yok, Bu çıplak  memlekette, köylüsü ayağında donla gezen  memlekette, karıma on bin liralık kürk manto  almaktan haya ederim. Biz kimse manto alamaz diyemeyiz, haram da diyemeyiz .

Ben Allah dedim, sen komünistsin dediler. Niye Allah demeyeyim. Ben Ondan öğrendiğimi ne anamdan, ne babamdan, ne gazeteciden, ne şundan, ne bundan öğrendim. Niye Allah demeyeyim .Harpten mi kaçtım, memleket uğrunda fedakarlıktan mı? Dükkan mı soydum? Adam mı öldürdüm? Ne yaptım ki bana komünist diyorlar .Niçin sosyal adalet olmasın? Sosyal adalete karşı olanlar zalimdir .Çıkarcılar, memleketini düşünmeyenlerdir…”

Bunları bir tarafa bırakalım.  Kalenderiz, Mangırsız, amma okumak öğrenmek zorundayız. İşimiz çok. Uyumaktan, yatmaktan memlekete hayır gelmez. Çalışmalıyız, çalışalım. Ağlanacak durumdayız.

Kale kendince  güzel bir açıklama yapınca “Ben filozof değil miyim?” diye etrafına  sormaktan da geri durmuyor. Bu arada yanındakilere bağırıp çağırıyor…

“İsteyen gidebilir. Kimseyi buraya davet etmedim. Amma isteyen de kalabilir .Tartışmalar sırasında isterseniz küfredin, yalnız nedenini açıklayın yeter.

Aklınıza gelen her türlü soruyu sormakta serbestsiniz. İster olumlu olsun ister olumsuz…”

– Ya suç olursa…diye sorunca

– Bana ne soran düşünsün… Ben kendisine sor demedim ki diye kendini savunuyor . (14 Şubat 1962 Sabah Gazetesi)

TÜRKİYE’DE İKİ SOYGUNCU VAR:

Kravatlı, kravatsız… Kravatlısı  soygunculuğun alâsını yapar .

Akşama derse gittim :

Akşam saat 8.30 da Dr. Emin Kılıç Kale’nin evine bir öğrenci ile birlikte dersi izlemeye gittim.

İçeri girince kutu gibi muntazam bir oda ve bol ışıkla karşılaştım. Sandalyelere oturmuş temiz, düzgün kılıklı kişilerin kendi kendilerine birer musiki aleti ile  uğraştıklarını gördüm. Bir tanesinin sakalı bir karış, oldukça da genç. Nedenini sorunca anlatıldı : “Konservatuarda öğrenci imiş. Modellik yapacakmış. Sömestrden sonra. Bunun için sakalını uzatmış .

Burası Büyük bir kitaplık :

Odaya bir göz attım, Atatürk’ün küçük bir büstü ve onun altında eski Halk evine ait çalışmalardan kalma bir kaç resim var. Bütün duvarlar musiki aletleriyle dolu .Sol da üç beş ud, yanında iki keman, karşılıklı duvarlara asılı büyük zilli def, bir dolabın içinde çeşitli büyüklükte neyler doldurulmuş.

  1. Kılıç’ın öğrencilik senelerine ait resimler. Ortada büyükçe bir masa; üzerinde başta Kuran-ı kerim olmak üzere çeşitli dinlere ait kitaplarla, öbür köşede İngilizce, Türkçe çeşitli sözlükler… Dolaplardan hangisini açsanız kitaplarla dolu. Çoğu İngilizce, başka bir dolapta yalnız musikiye ait nota ve bilgi kitapları… Zengin bir kitaplık sözün kısası. Kullanılan araçlar: def, ney, keman vesaire…

Kale biraz sonra geldi .Öğrencilere ve dinleyicilere bir soruları olup olmadığını sordu .Soruları olanlara cevaplarını verdi.

Soru: Ölüm nedir ?

Cevap : Dangalaksın, dangalaksın .Yaşayabilmem için ne yapayım demiyorsun da ölümü düşünüyorsun. Ölümü yalnız sağlar düşünür, acılarını onlar duyar, Ne yapacaksın ölümü?..

Soru: Felsefe nedir ?

Cevap: Felsefe, varlıkların, var oldukları gibi incelenmesi ilmidir.

Mevlana der ki : “Her ne ki insanı ilgilendirmez, insan onunla ilgilenir . Her ne ki insanı ilgilendirir, insan onunla ilgilenmez. .Biz işte böyleyiz .

Soru: Soygunculuk nedir ?

Cevap: Türkiye’de iki türlü soyguncu var:  Kravatlı, kravatsız. Kravatsızı dağda yol  keser, adam soyar… Yakalanır deliğe tıkılır. Kravatlısı soygunculuğun en alasını yapar, rahat rahat oturur gezer.

Soru :Peygamberler konusunda ne düşünüyorsunuz ?

Cevap : Peygamberler toplumun en mütekamil  insanlarıdır. Hazreti Muhammet sizin efendiniz değilse benim efendimdir. Onu sevdiğim kadar hiçbir kimseyi sevemem, Her davranışında bir mükemmeliyet vardır. Bilhassa kadınlara karşı çok hürmetkar davranmış. Peygamberin de bir insan olduğunu, hatalar yapabileceğini açıklamış olan ilk peygamberdir .

Soru: Doğumu nasıl önlemeli ?

Cevap :Doğumu önlemek için sigara içenleri evlenmekten men edin. İşte doğum kendiliğinden önlendi. Bunun yanında içki içenlere, yalan söyleyenlere, daha dokunmadık, onları da katacak  olursanız  evlenecek kaç kişi kalır ki…

Sorular arasında ve bittikten sonra zaman zaman klasik Türk musikisi parçaları okunarak gerek öğrencilerin, gerekse dinleyicilerin ilgi ile olayları takip etmeleri sağlanıyor. Parçalar okunurken dört beş musiki aracının birden çalınması, kitle halinde 30 kişinin okuması, kişiyi birden başka bir aleme sürüklüyor. Gerçekten çok iyi hazırlanmış öğrenciler. Bütün parçalar notasına göre okundu . Usul hep birlikte vuruldu .

Emin Kılıç Kale’nin “Musikide Hayat Dersleri”‘ne  devam edebilmek için neler gerek? Derslere girmek için bir para alınmaz. Kadın erkek ayırımı gözetilmez. İsteyen kişiler ister âlim, ister öğretmen, ister müdür, ister milletvekili olsun herkes gelebilir.

İsteyen dinleyici olarak kalır, isteyen de sigara içmemeyi, içki kullanmamayı ve yalan söylememeyi kabullenerek derslere bilfiil katılabilir.

Yeni öğrenciye bir usta öğrenci verilir .Bu öğrenci tarafından hem Hamparsum denilen Türk musikisinde kullanılan notalar, aynı zamanda diğer notalar öğretilir. Acemi öğrencinin yetiştiğine kanaat getiren eski öğrenci hazır olduklarını bildirir. Kale imtihan eder, yetişmişse bir musiki defteri aldırır, baş tarafına o gün için içine doğan Öğütleri yazar .Ayni zamanda vereceği ilk iki parçasının nota ve metnini de kendi eliyle deftere geçirir. Bundan sonra öğrenci o yazılış şeklini kopya etmeye çalışacaktır. Dinleyici olarak gelenlere niçin geldin, niçin gelmedin diye sorulmaz. Dinleyici kafasına takılan  her soruyu/ serbestçe sorabilir. istenilen zamanda dersin ortasında, arada kalkıp gidebilir. Kimse niçin gidiyorsun  diye soramaz;

Dersler saat 20.30 da başlar normal olarak 23 de biter. Uzun sözün kısası Emin Kılıç Kale’nin davranış ve fikirleri üzerinde yorumlar yapmaktansa sizleri kendisi ile baş başa bırakalım daha iyi…

İşte sorularımız ve cevapları:

(13 Şubat 1962: Sabah Gazetesi)

Dr. Emin Kılıç Kale yazıyor:

“Hayatta yalnız kendi felsefemin bendesi oldum, başka bir şeyin değil ”

Mülâkat name-i Emin Kılıç: Bay Dr. Emin Kılıç Kale’den mülakat isteyen bir vatandaşın önce aşağıdaki şartları  kabulü gerekir:

  1. Emin Kılıç, her şeyden önce, hiçbir (felsefe ekolü) ile ilgisi olmayan tamamen orijinal bir filozof olduğundan kendisi ile yapılacak her hangi bir mülakat tabii ki felsefesinin çerçevesi içinde olacaktır .
  2. Mülakata girişecek zata, felsefesinin ana hatlarından bazılarını önceden not ettirir.
  3. Mülakat çok dikkatle tespit edilmeli. Zira neşrinden evvel tarafından kontrolü şarttır. Bu hususta söz verilecektir. Söz yerine getirilmezse, mülakat yapan muhabir, Emin Kılıç tarafından, (söze önem vermeyen) bir vatandaş olarak tavsif edilir .
  4. Emin Kılıç Kale’nin sözleri harfi harfine tespit edilerek basıldıktan sonra öbür tarafı kolaydır. Yani, mülakatı yapan muhabir, mülakatı gazetesinde istediği şekilde inceleyebilir; lehinde veya aleyhinde fikirler yürütebilir; tefsirlere girişebilir… ilahir. Fakat bütün bunlara Emin Kılıç tarafından karşılık verilmez .

Felsefenin ana hatları:

Hayatım 48 senelik muhkem ve tam sistemli bir felsefeye dayanır. Şimdi 65 yaşında olduğuma göre 17 yaşından itibaren felsefemin bendesiyim demektir . Gerçekten hayatta yalnız felsefemin bendesi oldum .Başka hiç bir şeyin bendesi olmadım .

Bu felsefe tamamen orijinaldir. Yani yerli malıdır. Yani kendi öz malımdır. 27 senelik uzun tahsil hayatım (Bunun 7 senesi Amerikan kolej ve Üniversitesinde geçmiştir…) bu felsefeme ancak cila vazifesi görmüştür ve iyi olmuştur .

Mülakata girişmeden önce felsefemin ana hatlarını vermek yerinde olur.

Felsefemin Ana hatları şunlardır:-

(1) Felsefemi bizzat yaşarım. Fakat her hangi bir iddiadan tamamen uzaklardayım. Yani mesela, felsefem iyidir dahi demem.

(2) Bu felsefeden yalnız sorana bahsederim. Yani, sorulmadan felsefemden bahsetmeğe, felsefem hakkında yazmama imkan yoktur. (Anlaşılıyor ki ben kitap yazmam.)

(3) Bana tevcih edilecek hiç bir sual yoktur ki cevap vermeyeyim. Muhakkak verilir. Fakat öbür tarafını düşünmem. Yani verdiğim cevaplar karşıyı tatmin eder veya etmez. Beğenilir veya beğenilmez. Umurumda değildir.

(4) Felsefemden bahsederken, yani cevaplar verirken; dinlerden, şark ve garp felsefesinden, tarikatlardan cemiyetlerden, toptan “izm” lerden ve nihayet şahıslardan … ilahir, bahsederim. Fakat bu bahsediş öyle bir bahsediştir ki bunların felsefemde rolü, yüksek biyoloji laboratuarlarımda kobayların fen adamlarına temin ettikleri role benzer.

Mesela, İnönü’yü yükseltirim, yükseltirim, yükseltirim .Mesela Ali Fuat Başgil’i alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım. Dikkat edelim: Burada maksadım İnönü’yü medih (övmek) değildir ve olamaz. Burada yine maksadım Ali Fuat Başgil’i tahkir değildir ve olamaz. Ya ne yapıyorum? İnönü”nün yarattığı rolü tasvir ediyorum. Ayni vechiyle Ali Fuat Başgil’in yaptığı rolü tasvir ediyorum. Bu analize göre  İnönü bana teşekkür etmemelidir; ayni vecihle Ali Fuat Başgil de bana kızmamalıdır.

(5) Temeli 1945’te Halkevinde atılan (0 mukaddes evi kapatanların elleri kırılsın) “Musikide Hayat Dersleri” adı altında yürüttüğüm derslerin 17’nci senesine girmiş bulunuyoruz. Bu dersler felsefemin çerçevesi içinde olmuş yani  isteyenlere verilmiştir

Bu 17 senelik sure boyunca ” NÂME ” adı altında bazı konuları kaleme aldım . Son nâmenin sayısı 66 dır. Bu nâmeler incelenirse  felsefemin temellerinden beşincisi de kendisini göstermiş olur.

15.1.1962 de bir dedi-kodu çıktı .Gaziantep tabiri ile buna verilecek en iyi isim “hakiye”dir. Bizim öğrenciler düşünmüşler bir gazeteci gelse de Hoca’dan bu “hakiye” ye dair mülakat alsa demişler. Maksatları mülakattan faydalanmak. Beklemişler gelen giden yok. Hiç olmazsa mülakatı biz yapalım demişler. Bir kaç gün evvel geldiler .Benden “hakiye” hakkında düşüncemi sordular. Cevabı verdim . O cevap bir nâme oldu. Yani 66 numaralı nâme .Bu nameyi size takdim ediyorum .

“Musikide Hayat Dersleri “Hocası

Dr. Emin Kılıç  Kale. 31.1.1962

(16 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

Mangırsızlık , Din , Tanrı ve…

 

Soru 1  : İnançlarınız,dünya görüşleriniz nelerdir ?

Cevap  : Psikoloji bakımından inanç ikiye ayrılır:

(1) Terbiyeye bağlı inanç, bu değer taşımaz .

(2)  Felsefeye bağlı inanç. Bu değer taşır. İnanç diye buna derler. (Şu ne güzel misaldir: Nice Halk Partisi prensiplerine inanan Halk partililer, sıkıştıkça, fedakarlık anları yaklaştıkça, birer birer Halk Partisini terk ettîler. Bu nasıl bir inançtır, yahu!..)

Buna göre, inancımı sormak demek felsefemi sormak olur. Felsefemin ana hatlarını ise bundan önce açıklamıştım. Dünya görüşüme gelince: Söylemeye hacet yoktur ki bir filozof olarak, dünya görüşüm felsefem açısından olur .

Soru 2  : Din,Tanrı görüşleriniz nelerdir ?

Cevap  : Din de ikiye ayrılır:

(1) Din, iyi manada terbiye eder, bu üzerinde durmayı değmez. Terbiyeden ne çıkar (kediyi terbiye etmişler .Eve gelen konuklara tepsi içinde muntazaman kahve ikram edermiş… Konuklar bu hali hayretle takip ederler. Bir gün konuklardan birisi, terbiyeli kedi kahveleri ikram ederken, cebinden çıkardığı bir fındık faresini  bırakıvermiş .Kedi tepsi ve fincanları bir tarafa atarak fareye koşmuş  İşte terbiyenin mahiyeti…

Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Hz. Muhammed’in torunlarıdır. Hazreti Ali ise peygamberin damadı idi.

İslam dininde ise ahlakın değeri en başta gelir. Hazreti Muhammed’in, ahlakı itmam için geldiği bir çok ayetlerle tasrih edilmiştir.

Böyle olduğu halde Hazreti Hasan para karşılığında  karısı tarafından zehirlendi.

Hazreti Hüseyin hırs yüzünden katledildi.

Hazreti Ali ise şahsi menfaatler yüzünden evlatlığı tarafından hançerlendi.

İşte terbiyenin mahiyeti… Ve daha neler neler …

(2) Din koca bir ilimdir .Uzun süre öğrenimi gerekir. Bundan ötürü erbabı arasında din denmez ilmi din denir.

Bu böyle olduğuna göre, basit bir öğrenim olan lise öğrenimine 11-12 sene verilsin de, ilmi din için böyle bir şey düşünülmesin bile. Sorarım size insaf ve mantık bunun neresinde? Zira ilmi din öyle biri ilimdir ki onunla yeteri kadar nurlanmayan  her hangi bir ilim adamının mensup olduğu her hangi bir ilimde kendine ve hemcinsine faydalı olmasına imkan ve ihtimal yoktur.

Bir işaret : Bir taraftan feza çağının yaratılması için milyarlar sarf edilmekte. Diğer taraftan insanlık perişan; hatta bilmem ne kadar sene sonra genel açlık söz konusu imiş; şu tablo bir fecaat değil midir? Şüphesiz fecaattir. Fecaatin tek nedeni :yukarıda dediğim gibi ilim adamlarının ilmi dinden nasiplerinin olmamasıdır .

Tanrı konusuna gelince: Bu da ikiye ayrılır:

(1) Dini terbiye olarak alana göre Tanrı

(2) Dini bir ilim olarak alana göre Tanrı.

Dikkat edelim, hiç bu iki tarafın Tanrı görüşü bir olabilir mi?

Buna göre, benim Tanrı görüşüm şüphesiz ki vardır. Fakat ilmi din açısından…

Soru 3  : İlmi din açısından Tanrı görüşünüz nedir ?

Cevap  : 17 seneden beri devan ettiğimiz “Musikide Hayat Dersleri” olduğuna göre, bu dersler arasında ilmi din bakımından Tanrıya da yer verilmiştir.

Bu konuya ciddi ilgisi olan bir vatandaş dersimize gelmeli, ilmi din öğrenimine koyulmalı…

Soru 4  : Öğrencileriniz ve siz niçin meşin şapka giyiyorsunuz?

Cevap  : Öğrenciler deyimi yerinde değildir. Çünkü bu güzel şapkayı ben ve maalesef  ancak üç öğrencim giymektedir.

Esefe sebep öğrencilerimin çok mangırsız oluşu. Meşin şapka alacak kudrette olmamaları. Gönül ister ki bunlar biran önce mangırlaşsınlar her biri bu güzel şapkadan birer tane edinsin. Hatta ikişer tane edinsin. Biri yazlık; ‘biri içi fanilalı kışlık…

Biz temennimizle baş başa kalalım .Gelelim meşin şapka kullanmanın nedenine. Şuracıkta iki tane söyleyeyim yeter:

(1) Çok ekonomiktir. Yedi senedir kullanıyorum mübarek gittikçe güzelleşiyor .Senede bir defa temizlemek ve bir defa boyamak yetiyor.

Biz kalenderler için ekonomi ekonomidir. İsrafa hiç tahammülümüz yoktur. Çünkü haramdan tarif edilemeyecek derecede korkarız .(Kalender: 0 kimseye derler ki felsefi ülküsü uğruna sineye çekeceği bir çok şeyler arasında bir tanesi de mangırsızlıktır.

(2) Çok sıhhidir .Fanilası kışın başı çok sıcak tutar. Yaza mahsus olan fanilasızı ise başa safa verir. Çünkü serin tutar.

İnsaf edelim: Amerika’da öğ­renimler görmüş bir dahiliye mütehassısı  doktor olarak hıfzısıhhaya saygı gösterirsem takdir mi edilmeliyim, yoksa tenkit mi?

(17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

 

Felsefem Dünya Çapındadır:

Soru 5  : Fikirleriniz hakkında yorumlar yapanlara karşı niçin cevap vermek istemiyorsunuz ?

Cevap  : Bu sorunuz sakattır. Gaziantep’e geleli 21 sene oldu. Bu sürenin 17 senesi içinde “Musikide Hayat Dersleri” yüzünden, beni tanımayan da kalmadı. Ne hazindir bay Burhan: İlk defa sen gel din de  fikrimi sordun. Bu acıklı durum karşısında sorduğun sual havada kaldı .Merhamet et bay Burhan, haksız mıyım ?

Soru 6  : Mülakat namenizin aynen yayınlanmasını istemekle neyi kastediyorsunuz? Bu biraz da gazetecinin görevine müdahale etmek olmaz mı ?

Cevap  : Tam aksine bay Burhan; mülakat nameyi ileri sürmekle başta mülakat kavramının haysiyetini koruyorum. Ondan sonra gazetenin haysiyetini koruyorum; ondan sonra mülakat yapanın haysiyetini koruyorum, ondan sonra da kendi haysiyetimi korumuş oluyorum .

Soru 7  : Öğrencilerinizden birisinin komünist zanlısı olarak yargılanmak istenmesine  karşılık niçin onlara karşı öğrencinizi korumadınız?

Cevap  : Bu işin bir “hakiye” olduğunu daha önceden işaret etmiştim. “Hakiye”nin nesi korunacak? korunmaya kalkılırsa o iş “Hakiye”likten çıkar .

Bununla beraber şuna da dikkat edelim: Felsefemde saldırmaya yer verilmediği gibi savunmaya da yer yoktur. Burada savunmağa yer verilmemesi  tuhaf gelebilir. Halbuki hiçbir tuhaflık yoktur. Psikoloji ilmine dayanarak söyleriz ki savunma hissi temelini iddiadan alır . .Felsefemin iddia ile hiç bir ilişiği olmadığı yukarıda açıklanmıştı.

Hatıra şu gelebilir: Zanlı öğrenci emniyete gitti, sorguya çekildi .0 da cevap verdi .İhtimal cevabı müdafiimsi idi .Şimdi zanlı öğrenciye kendini savundu  mu diyeceğiz? Hayır hayır savunmadı .Öğrendiği felsefeye saygısızlık göstermedi. Ya ne yaptı? Sorulara cevap verdi . Felsefemizde ise bunun yeri vardır . Sonra zanlı öğrenciyi bay yargıca götürmüşler, orada da ayni iş olmuş; yani, öğrenci soru ile karşılaşmış, cevabını da vermiştir.

Benim düşünce tarzıma göre, bu bir savunma değil soruya cevaptır. Felsefem yerli yerinde durmaktadır…

Soru 8  : Kurmuş olduğunuz felsefe okulu ile memlekete neler kazandırmak amacındasınız?

Cevap  : Aferin sana ey bay Burhan… Niçin aferin verdim biliyor musunuz? Sayende güzel felsefemin bir yönünü açıklama fırsatı düştü . Haberin olsun ki, bunu okuyanların ve beni bilenlerin hepsinin haberi olsun ki, felsefem memleket çapında değil dünya çapındadır! Başlangıcından beri dünya çapındadır;  Halen ve feza çağında da dünya çapındadır.

Bu böyle olunca, amaç kalmaz, ya ne kalır? Bu çaptaki bir felsefeyi sormak soruşturmak problemi kalır? Öyle ise, ne mutlu onlara ki (memleketin içinden, memleketin dışından) sordular, soruşturdular ,

Soru 9  : Varoluşçuluk nedir? (Egzistansiyalizm)

Cevap  : Ey yarenimin oğlu bay Burhan : cevapnameyi niçin unutur görünürsün, orada bütün “izm”ler cüce ve perakende kalır, demedik mi? Gel bunu da o cücelerin yanına yatıralım! Şunu da söylemiş olayım: Bil ki, bütün “izm”ler, bütün tarikatlar, bütün cemiyetler (Masonluk, Vehabilik dahil) hiç olmazsa, insanlıktaki  asırlar boyu, her şeye rağmen devam eden perişanlığı duyan kişilerin .asil bir reaksiyonudur .Bu nokta önemlidir .Bay Burhan ilerde üzerinde durmalıyız .Çünkü psikoloji bakımından perişanlığı duyan ilerici, duymayan gerici sayılır…

Dr. Emin Kılıç Kale ile röportajı yapan Burhan Cahit Günenç;

(17 Şubat 1962 Gaziantep Sabah Gazetesi)

X22

SALDIRILAR BAŞLIYOR

 

Hocamızın; Burhan Cahit Günenç’le yapmış olduğu bu röportajda:

“Türkiye’nin üç Allah’ı var. Birincisi Hüseyin Cahit Yalçın, ikincisi İnönü, üçüncüsü Atatürk…” demesi ve arkasından:

“Devrimcilik yalnız bir yönlü olmaz .Bunun için A’sından Z’ sine kadar devrimci  olmak  gerekir.

Osmanlıca’dan  nefret   ediyorum. Lanet  olsun  Osmanlıca’ya…

Ohh! ne güzel benim öz dilim. Ne olur bana yardım edin, şu lanet  Osmanlıcadan kurtulayım!” diye çırpınıp durması başta Zekeriya Beyaz, Necdet Sevinç olmak üzere Gaziantep’teki bütün milliyetçi ve mukaddesatçıları çıldırtmaya yetmişti. .

Gaziantep gibi yerde bu sözler söylenmemeli idi. Eğer bu sözleri biz öğrencilerden biri söylemiş olsa idi onun başına gelecek vardı…

Hocamız bu röportajı ile kendisini sevmeyenlerin eline tutamak vermişti. Bu röportaj üzerine hem kendisi hem de benim hakkında Gaziantep Yeni ülkü gazetesinde saldırılar başladı.

Burhan Cahit Günenç’in röportaj yaptığını duyan Yeni Ülkü gazetesi; Hocamızın röportajının duyulması üzerine okuyucularını hazırlamaya başlamıştı bile.

Anons aşağıdaki şekilde yapılıyordu:

 

“PERDE ARALANIYOR

Emin Kılıç Kale talebelerinin mühim ifşaatı

pek yakında gazetemizde…”

(Yeni Ülkü Gazetesi 14.2.1962)

 

Emin Kılıç Kale talebeleri dedikleri de Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç ve diğerleri…

Hocamızın Gaziantep Sabah gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportaj devam ederken Yeni ülkü gazetesi saldırıya geçmişti. İşte bunlardan birkaçı:

+

KAÇ TANE

 

Emin Kılıç Kale’ye göre Türkiye’nin Allah’ı üç imiş.

İster misiniz bir Amerikalı kalksın gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarının sıralasın şu kadar, bir başkası Çin’in, Japonya’nın, Allah’ı var desin…

Ve, ister misiniz ki şehrin valisi, belediye reisi, o şehrin Allah’ı olsun.

Ya bir mahallenin muhtarı,

Ya her aile reisi?

Ya her aile reisi? Namzedi…

Hey, dur bakalım.İnönü’nün kölesi    olabilirsin ama onun Türkiye’nin  üç Allah’ı olduğunu iddia edemezsin…

Türkiye’ye hizmet etmiş nice adsız, sansız insanlar vardır. Bu gidişle kul, mumla arasan bulunmaz meta haline gelecek ve (Haşa sümme haşa) BÜTÜN DÜNYA SAKİNLERİ Allah veya Peygamber olduklarını iddia edecekler. Müritlerine “Dangalak!” derken kendini hiç düşünmedin mi?

GÖKHAN. Yeni Ülkü gazetesi. 16.2.1962

 

Görüyorsunuz ne kadar ipe sapa gelmez saçma sapan bir yazı. Ne var ki bu tür yazıları günlerce sürdürdüler. İşte bir tane daha:

 

PROFESÖR ve TALEBELERİ

 

Profesörleridir bir doktor

Mantıksız işleri pek çoktur

Banlarda aklın yeri yoktur

 

Vardır bir sıfatı hepsinin

Adı profesördür kendinin

Büyük düşmanıdırlar dinin

Hakikat bu, inan bu Emin

 

Kasketleri   kitap ciltleri

Meşindendir bütün şeyleri

Bir çeşit yerler yemekleri

Caddelerin  dik   direkleri

 

Candır ileri gelenleri

Müzik bunların perdeleri

Vardır üstadın besteleri

Şifa üstadın silleleri

 

Aşağıdaki yazıda Hocamızın yaptı röportaja değiniliyor:

 

ALÇALTIRMIŞ (!)

 

Sabah gazetesinin “bir perde kalkıyor” diye ilan ettiği malûm perdesi kalkıyor ya; İşte o perdenin arkasından bir çok zırvalar yumurtlayan meşhur ve mâlum Doktor Kılıç Kale, Ord. Profesör Sayın Ali Fuat Başgil için “Ben onu alçaltırım” diyor. Ve bu alçaltırım kelimesini: Tıpkı, can çekişen mahlukların son nefeslerinde çıkardıkları hırıltılar gibi: “Alçaltırım, alçaltırım, alçaltırım…” diye üç defa tekrarlıyor.

Biraz sakin olalım üstat (!)

Bütün âlemin çok iyi bilerek hürmet ettiği muhterem Başgil’i alçaltabilmeniz için ; Evvela siz zat-ı malum’alilerinizin yükselmesi lazım gelmez mi???..

Sonra…

Bir O… otunun, battal bir çınarı gölgeleyip alçalttığı nerede görülmüştür?.

Olacak şey mi bu nerede görülmüştür?

Mum güneşi karalasın. Paslı küflü bir bakır, bir altını alçaltsın, Bu olacak şey midir şu yirminci asırda. “Üç Rabbim var” diyerek, diyerek ilk çağ’a taş çıkarsın!…

Sinan Bahçeci,18.2.1962

+

PERDE ARALANIYOR!…

 

Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu söyleyen Dr. Emin Kılıç Kale “DANGALAKNAMEsİne bizzat kendi “CAN”ları cevap veriyor.

Bu ibret ve Dehşet verici ifşaat serisi pek yakında gazetemizde…

Yeni Ülkü, 18.2.1962

 

Hakaret namelerin tarihlerine göz atarsanız hep Hocamızın yaptığı röportajın tarihleri ile uyuşuyor. Bu röportaj Gaziantepli muhafazakar kesimi çılgına döndürmüştü. İşte bunlardan biri daha:

 

BAŞYAZI:

 

KÖRRROL!..

 

Gözleri silme kör biri çıkar da:

– Ben güneşin varlığına   inanmıyor, güneş ışığını     kabul   etmiyorum derse. Basiret    sahipleri ona gavri ihtiyari:

– Bir defa    daha   körrol demezler mi?..

Derler ya..

Pekî neden derler? Bir defa kör   olmuş birine ikinci bir defa körrol demekten maksat nedir?

Maksat: sen fiziki bakımdan kör olmuşsun, bari ruhi bakım dan da körrol da gülünç olmaktan kurtul demektir. Evet şair İzzet molla der ki: “B!r göz kim olmaya ibret nazarında, sahibinin düşmanıdır baş üzerinde..”

Neymiş efendim: bu adam Allanın varlığını ve Peygamber’in “Hakkaniyetini kabul etmiyormuş ve etmeyebilir imiş. Ne isti­yorlarmış kendisin­den?..

Haklı değil mi? Böylesi bir zındıktan kimin ne istemeye hakkı olabilir? Böylesi bir bi’karardan böylesi bir biçareden, böylesi bir muallaktaki adamdan ne istene, ne   beklenebilir? Hiç bir  şey…

Fakat ona denir ki: mademki sen böyle bir zavallısın ve zavallı olduğunu dilinle ikrar, kalbinle tasdik ediyorsun. O halde bu kof beyninle yalancı pehlivanlar gibi ortalıklarda dolaşmamalısın… Musikişinaslık perdesi altın­da genç dimağları zehirlememelisin. Salim fikirlerde istifham uyandıracak şekilde sahte pozlar takıma malısın. Sen bu zavallılığınla kendine za­vallıca bir hayat tarzı seçmelisin. Sen ölümlerden ölüm beğenmelisin. Beğenmelisin ki: kimseye za­rarın olmasın.

Sonra böylesi mahlukatlardan bu millet, bu vatanın müspet yolla bir şeyler beklediğini kim iddia ediyor ki?.. Bu memleket tımarhane midir ki delilerden menfaat beklesin?

Aslında böylesi bir müdafaanın, adalet huzurunda “Ben deliyim, beni tımarhaneye gönderin” diye işi mugalataya boğ­maya çalışan azılı caninin saçmalarından hiç bir farkı yoktur. Çünkü: her iki biçare de işledikleri denîce suçu, ölçüsüz bir açz içinde itiraf ediyor­lar demektir.

Bir sarhoş çıksın, ortalığı velveleye yersin, biz bu   suçunu onun    sarhoşluğuna bağışlayalım. Bir açık göz çıksın, bir    sürü  (izm) leri   kuyruğuna takarak şurda burda soytarılık etmek suretiyle güldürücülük maskesi altında salim fikirleri bulandırsın. Biz bu      yaptıklarını onun cingöz   oluşuna hamledelim. Bir   pos bedenli çıksın, bu ma’sum milletin*  mukadderatına küfretsin, üstelik de “Benden   ne istiyorlar” diye soğan keserek; milleti   kendine acındırmaya  çalışsın. Biz buna da seyirci kalalım, ha?… Yağma  yok!…

ANLAROĞLÜ.   F. A. 20.2.1962

 

Bu yazıların art arda yayınlanması üzerine Hocaya:

“- Bunları mahkemeye verelim, hakaret etmelerini önleyelim!” dedim. Hoca bana darıldı. Ne alçaklığımı koydu ne de eşekliğimi.

“- Bunlar kim ki? Bunlar ölü… Sen ölüleri diri yerine (adam yerine) koyuyorsun. Adam yerine koyarak bu ölüleri diri sayarak muhatap alıyorsun…”

Ne var ki, bu hakaretçiler, tepki görmedikleri için şirretliklerini artırıyorlardı.

 

FEZA’YA ATARLAR

 

Bir adam meczup bir akıl hastası olur. Tımar haneye atarlar.

“Türkiye’nin Üç Allah’ı olduğunu” söyleyen Dr.  Emin    Kılıç Kale    nasıl   bir meczuptur ki, tımarhaneye atalım??

Bizce tımarhane bîr akıl mektebidir. Böylelerini oraya atmak suç olur.

Bir türlü akıllanmak bilmeyen feza devri delilerini nereye atarlar biliyor musunuz??

Eğilin, kulağınıza söyleyelim:

– – Fezaya… (!)

Çimdik, 21.2.1962

 

Aynı tarihli gazetede bir tane daha:

 

AYNAROZ MU?..

 

Milliyetçi   Fransızlar domates   uluğuyla   kovaladıkları Paris’Ii Jan Pol Sartır’ın kurduğu mezhebin   adı EGZİSTANSİA’LÎZM, yani mevcudiyetçiliktir. Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR’ın   kurduğu mezhebin adı nedir?..

Jan Fol Sartır’cılar, sadece ‘elle tutulur, gözle görülür varlıklara inanır ve sadece günlerini gün etmek için yaşarlar.

Gaziantepli MEŞİN ŞAPKALILAR neye  inanır ve niçin yaşarlar?.,.

Jan Pol Sartır’cılar ASI GENÇLİK adı altında kız – erkek karmakarışık çılgınlıklar yapar ve tabii tesirlerden korunmak için MEŞİN CEKET giyerler.

Hemcinsleriyle çalışan Gaziantepli MEŞİN SAPKALILAR niçin MEŞİN “ŞAPKA giyerler?..

Eesiztansiyalizmim, iç yüzü dünyaca bilenen batıl bir mezheptir.

Acaba mevzii kalmış Gaziantep’!! MEŞİN ŞAPKALlLAR’ın ve mezheplerinin esrarı nedir?”…

Yoksa AYNAROZ MU?…

SIRDERZADE, 21.2.1962

 

Hoca’yı, bir kere daha uyardım darılmasını göze alarak. Ne var ki bu kez de:

“- Değmez!” dedi.

İnsanoğlunun böyle savunma mekanizmaları da vardır sorumluluktan kaçmak için… Ama biz sustukça onlar şirretliklerini artırıyorlardı.

Meşin Şapka giymemize takmalarının nedeni de sonra anladım. Gaziantep’te işçilere toplu sözleşme uyarınca meşin ceket, meşin şapka veriyorlardı.  Bilindiği gibi sendika ve sendikalı işçi dediğim zaman bunların aklına hemen komünistler geliyordu. Bizlerden dört kişinin meşin şapka giymesini de komünistliğimize yorumluyorlardı ve bu nedenle, modaya uyarak,  saldırıya geçiyorlardı. Yani böylece CHP’li olmamız,İnönü’yü savunmamız, meşin şapka giymemiz komünistliğimize yeterli kanıt oluyordu.

Bu röportaja karşın Hocamıza yapılan saldırıların nedeni olarak beni gösteriyorlardı. Oysa gericileri kızdıran Hocamızın röportajında “Türkiye’nin üç Allah’ı var” demesi ve o zaman sağcıların Cumhurbaşkanı adayı Prof. Dr.. Ali Fuat Başgil’e “alçaltırım, alçaltırım…” demesi ve milliyetçi ve mukaddesatçıların  kaldıramayacağı diğer sözleri söylemesiydi…

Hocamız hakkında bu tür ipe sapa gelmez, saçma sapan, edebî niteliği olmayan, ağır hakaretler ve seviyesiz küfürler içeren yazılardan daha çok var. Ne var ki bunları buraya aktarmayı yersiz görüyorum.  Merak edenler Gaziantep Yeni Ülkü gazetesi’nin  arşivindeki 1962 yılı 2.ve 3 ayı arşivine bakabilir… Ancak şurasını önemle belirteyim ki Hocamız bunlara yanıt vermediği gibi dava açmayı bile doğru bulmadı. “Yazsın dursunlar! Onlar benim nazarımda ölüdürler!” deyip dururdu…

X23

  1. REFİK DANIŞ DAYANAMIYOR

 

Aleyhimizde yapılan bu hakaret ve iftira yazıları üzerine CHP Gaziantep İl Yöneticilerinden Av. Refik Danış haber gönderdi. “Eğer isterseniz bu yayınları durdurabiliriz ve de bunları hem tazminata hem de para cezasına mahkum edebiliriz. Ancak bunun için bize vekalet vermeniz gerekir!” diye haber gönderdi.

Av. Refik Danış’ın bu isteği üzerine kendisine yazılan mektup aşağıdadır:

 

Sıra no 7.3.1962/33

Sayın Avukat

Bay Refik Danış Kardeşimize,

1- Gerici dediğimiz şu çağ dışı güruhun hakkımda çıkardıkları çok rezilâne dedikodular münasebetiyle göstermiş olduğunuz asil ve devrimci ilgiden dolayı teşekkürlerimi takdim görevimdir .

2- Bu gerici vatandaşlar o kadar zavallı bir haldedirler ki onlar: bir nevi (ruhî hasta) nazarıyla bakmakta psikoloji bakımından isabet vardır…*

3- Bunlara karşı dâva açmayı ve bu hususta zatıalinizi yormayı adeta bir zulüm olarak görüyorum. Yani bu güruh cezaya dahi lâyık değildir ( 27 Mayıs ihtilâlinin, bir nevi Centilmen ihtilâl oluşunu, eğer yanılmıyorsam, “bu düşünce tarzına bağlamak yerinde olur!…) Buna göre zinde kuvvetlere çok önemli ve karışık ödevler düşmektedir…”

Zatıalînizi ilgilendirir diye, dört nâme takdim ettim. Bunlardan Vali beyefendiye ve bazı partili arkadaşlarımıza da takdim edilmiştir…

Selâm ve muhabbetlerimle,

Dr. Emin Kılıç Kale, 7.3.1962

X24

SAVCILIK SALDIRILARI DURDURUYOR

 

Av. Refik DanIş’In bu ilgisi Hoca’yı memnun etmişti. Ne var ki iftiracılara dava açması  için vekalet vermemişti. Ama iftiracılar yayınlarını sürdürüyordu. Öylesine pervasızca sürdürüyorlardı ki buna Gaziantep Cumhuriyet Savcılığını bile dayanamamış ve yayını durdurmuş ve haklarında dava açmış. Biz bunu Yeni Ülkü’de çıkan aşağıdaki haberden öğreniyoruz.

İşte Yeni Ülkü gazetesinde çıkan haber:

 

“EMİN KILIÇ KALE HAKKINDAKİ İFŞAATI DURDURDUK.

 

Görülen lüzum üzerine ifşaatımıza bir müddet ara verdiğimizi sayın okuyucularımıza bildiririz. Yeni Ülkü, 3.3.1962.”

Muhakkak savcılık görülmekte olan bir dava bulunurken davanın konusu ile ilgili yayında bulunmayı ceza yasasına aykırı bulmuş olacak ki hakkımızda yayınlanan yazıları durdurmuş.

Bu yayınları yasaklamayı kafası almayan Yeni Ülkü yazarı manzum olarak soruyor:

“ESİNTİ:

 

NE DEMEK

-Ülkü’den bir soru-

 

Göz yüzün üzerine, kaş gözün üzerine,

Bağı dermekte gaye, hep üzüm üzerine,

Bes şunu anlamadık, bilen varsa söylesin:

Ne demek bu “görülen – bir lüzum üzerine!..

BAHÇECİ, 4.3.1962

X25

İFTİRACILARA DAVA AÇILIYOR

 

Savcılığın bu yasaklaması üzerine aleyhimizdeki yayınlar bıçak gibi kesildi.. Artık aleyhimizde bir tek sözcük olsun yayınlayamıyorlardı.

Aradan dört ay geçmişti ki Gaziantep Sabah gazetesinde bir haber. İşte, okuyalım:

 

“BİRGÜNDE 8 BASIN DAVASINA BAKILDI

 

SAVCI, YENİ ÜLKÜ SAHİP – SORUMLU MÜDÜR VE YAZARLARININ CEZALANDIRILMASINI İSTEDİ.

 

Dr. Emin Kılıç Kale’nin   davası

Bir süre önce Gazetemizde kendisi ile yaptığımız röportajdan ötürü, Dr. Emin Kılıç Kale hakkında Yeni Ükü gazetesinde yazılan “if­şaat” sebebi ile mahkemeye verilen Fehmi Anlar, Kemal Kalkan, İbrahim Küçükdağ, Nejdet Sevinç ve Bekir Kaynak’ın duruşmaları dün Toplu Basın mahkemesinde ya­pılmıştır.

Duruşmada savcı iddiasını okumuş ve sanıkların suçlarının sabit görüldüğünü bu sebeple cezalandırılmaları gerektiği söylemiş ve Basın Kanununun 16. maddesi delâletiyle 30. maddenin 4. ben­di ile cezalandırılmalarını    istemiştir.

Bu maddeye göre verilmesi istenen ceza 1 ay dan 6 aya kadar hapis, 1000 liradan 10.000 liraya kadar ağır para cezasıdır.

Duruşma, karar için  ileri bir güne bırakılmıştır.”

Gaziantep Basın Savcılığının dava açması üzerine Yeni Ülkü gazetesi yazarları ve bizim ajan provokatörlerin sesleri kesildi.

X26

GAZİANTEP AMERİKAN HASTANESİ

 

Küçüklüğümden beri Muhasebeciliğe hevesim vardı. Bu amaçla Kentimiz (Gaziantep) Ticaret Lisesinde açılan Muhasebe Kursuna devam ettim. Öğretmeniz de Ali İhsan Gereççi idi… Yeni öğretmen olmuştu. Uzun boylu, iri yarı, kırmızı tenli idealist bir gençti. Caddede yürüyüşüne dikkat ederdim. Hep yalnız gezerdi ve hayal aleminde idi… Anlaşılan düşündükleri vardı.

Bu kursa iki ay kadar devam ettim. Ne oldu, hangi engel çıktı bilmiyorum ama son günlerde kurstan tsan ayrıldım. Amerikan hastanesi muhasebeci arayınca bu gittiğim muhasebe kursuna güvenerek muhasebeden anlarım dedim…

Bu sırada Gaziantep Amerikan Hastanesinin muhasebecisi ayrılmış, Bir muhasebeci arıyorlarmış. Bizim Hoca’nın, Doktor olduğu için, Amerikan Hastanesi ile yakın teması vardı. Amerikan Hastanesi Müdürü Hoca’ya gelmiş.

– Bizim bir muhasebeciye ihtiyacımız var. Öğrencilerin arasında muhasebeden anlayan biri var mı?

Hocanın aklına hemen ben gelmişim. Böylece kendisinin yakınında olacaktım. Yazılarını kolaylıkla yazacaktım. Bu benim de işime geliyordu. Çünkü komünist zanlısı olarak çalıştığım ortamdan kurtulacaktım. Her ne kadar beraat etmişsem de iş arkadaşlarımın kuşkulu bakışları beni rahatsız ediyordu. Gerçi dava bitmiş ve ben beraat etmiştim; ama, yine de dairedeki arkadaşların bakışlarından rahatsız oluyordum.

Hocamız bana:

“Git, Amerikan Hastanesi Müdürü George Provaski ile görüş!” dedi.

Hemen George Provaski’nin yanına gittim. Beni sevecenlikle karşıladı.

“Çalıştığın yerde brüt ne kadar net ne kadar alırdın?” diye sormasın mı?..

Oysa ben brüt ne demek, net ne demek bilmiyordum ve kendime muhasebeci diyordum.

Bereket bozuntuya vermedim:

“Elime geçen miktar şu kadar?” diyerek durumu kurtardım. Aklıma  geldikçe hâlâ utanırım; net ile brüt’ün ne demek olduğunu bilememiş olmama…

George Provaski net ve brüt ayrımını bilememiş olmam üstünde pek durmadı.

“Git hemen işe başla!” dedi…

Bunun üzerine hemen Asım Ahi’nin yanına gittim.

“- İzin verirseniz ben ayrılacağım. Amerikan Hastanesine Muhasebeci olarak gireceğim…

İnşat Mühendisi Asım Ahi:

“- İşyerinin suyu mu çıktı. Niçin ayrılıyorsun?”

“- Orada elime daha çok para geçecek. Bu nedenle ayrılmak zorundayım…”

“- Daha çok para geçecekse eline, bulamam söyleyecek kelime…”

Bu konuşmadan sonra istifamı verdim. Kendilerinden bir de bonservis istedim. İşte verdikleri bonservis:

X27

BONSERVİSİM

 

Gaziantep İli

Bayındırlık Müdürlüğü

Milli Eğitim Tesisleri

İnşaat Bürosu

Sayı : 28/446

Adı, soyadı: Hayri Balta,

Baba adı: Mehmet

Doğ. Yeri, yılı: Gaziantep 1932

şi : Memur.

 

Yukarıda kimliği belirtilen fotoğrafı yapışık Hayri Balta; Müdürlüğümüze bağlı Okul Yaptırma Bürosunda sorum­lu yazman olarak üç yıl çalışmıştır.

İşlerini; işlerinin ağırlığına rağmen, disiplinli çalışmalarıyla aksatmadan yürütmüş, göstermiş olduğu becerikli tutumu ile kısa zamanda dikkati çek­miştir.

Çalışkanlığı, doğruluğu, özel ve iş hayatındaki ağır baş­lılığı, işine olan düşkünlüğü, iş arkadaşlarıyla geçimi, amirlerine karşı saygısı yüzünden haklı olarak takdirimizi kazanmıştır.

İşbu belge isteği üzerine verilmiştir. 31.12.1962

Milli Eğitim Müdürlüğü Yapı Teknik Elamanı      :

Müslüm Yeniay         : İmza

Bayındırlık Müdür Vekili Okul Yaptırma Bürosu Başkanı:

Asım Ahi, imza

Tasdik olunur. Milli Eğitim müdürü

Aziz Gözaçan

Mühür ve imza

31.10.1962

Bu bonservisi Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç okusun da görsünler; komünist, dinsiz diye iftira attıkları adamın aldığı bonservisi… Bir komünistte böyle bir bonservis verilir mi?

Hayatımı karartan bu adamlara ne desem az.. 10 işyerinden atıldım. 10 kadar ev değiştirmek, memleketim Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım. Tam otuz yıl polis tarafından izlendim.

Bilmem,  işledikleri günahın büyüklüğünü idrak edip de bir özür dileyebilirler mi? Nerede onlardaki bu basiret…Çünkü yazılmıştır:

“Onların kalpleri vardır; fakat onunla idrak etmezler. Gözleri vardır; lakin onunla göremezler. Kulakları vardır; amma onunla işitemezler…” (K. 7/179. 2/18, 171. 8/23. 22/46. ve ayrıca bakınız: Tevrat, İşaya. 6/9-10. İncil Matta. 13/13-14)

X28

GAZİLİĞİN KANITLANMASI

 

Amerikan Hastanesinde ilk şaşkınlığım çalışma saatlerini öğrenince oldu. Meğer Amerikan Hastanesi sabah 7’de işbaşı yaparmış taa akşam 17’ye kadar. Oysa Milli Eğitim Müdürlüğünde saat 9’da işbaşı yapardık taa 17’ye kadar…

İşbaşı saat dokuz olunca sabahları bana bol bol kitap okuma ve ders çalışmak için zaman kalırdı. Sabahları Hükümet konağa karşısında yazlık kahvede; kışın da kışlık Maarif kahvesinde oturarak rahat rahat dersime çalışır ve kitaplarımı, gazetelerimi okurdum. Burada saat 7’de işbaşı yapma zorunluluğunu duyunca Milli Eğitim Müdürlüğünden ayrıldığıma pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.

Artık işe yetişmek için sabahın 5’işinde ve en geç 6’ısında kalkmak zorunda idim. Ailecek kahvaltı yapmayı severdim ve bu da bir saat vaktimizi alırdı. Artık sabahları gazete, dergi ve kitap okumak bana haram olmuştu. Kahvaltıyı yapar yapmaz işe koşuyordum. Saat 7’de işbaşı yapıyordum.

Bu erken işe başlama koşulu daha ilk günden itibaren beni pişmanlığa boğmuştu ve bu pişmanlığı Amerikan Hastanesinde çalıştığım sürece yaşadım.

Sat 7’de işbaşı yapmak için en geç altıda kalkmak gerekiyordu. Bir saat içinde sabah kahvaltısını yapıp ancak işe yetişebiliyordum. Bu durumda sabahları gazete bile alamıyordum. Günlük gazetelerimi Hastanenin çarşı alışverişini yapan Mehmet Ağa öğleye doğru getirebiliyordu. Gelen gazetelerime şöyle bir göz atma olanağı bile bulamıyordum. Çünkü oturduğum masanın arkasındaki pencere koridora açılırdı. Bu koridordan da Amerikalı müdür ve hemşireler olur olmaz saatlerde lojmanlarına gidip gelirlerdi. Eğer elime gazete, dergi alıp da  şöyle başlıklarına bir göz atsam adımız “Çalışma saatinde gazete, dergi okuyor…” olacaktı.

Antep savaşında savaştıklarını kanıtlamak isteyen gaziler savaşa katıldıklarını iki kaynaktan kanıtlayabiliyorlardı.

Bir CHP il merkezinde bulunan defterden,

Bir de Amerikan hastanesindeki defterden.

Gaziantep CHP İl Başkanlığındaki defter Abdurrahman Öngel’de idi. O başvuranın adını eski yazı bilen birine okutur; defterde adı çıkanlara “Defterimizde adı var!..” diye onaylı bir belge verilirdi.

Antep savaşında Fransızlara karşı çarpışan çete mensupları savaştıklarını ve bu savaşta yaralandıklarını kanıtlamak için Hastaneye başvururlardı. Antep savaşı sırasında kenti bulunan tek hastane Amerikan hastanesi olduğu için Fransızlara karşı savaşta yaralananlar bu hastaneye yatırılırlarmış.

Yaralanıp hastanede yatanlar ise Amerikan hastanesine gelirdi. Hastanedeki defter de Hastane İdare Müdürü Abdullah Sinek adlı arkadaşta bulunurdu. O da kendisindeki deftere bakarak hastanede kaç gün yaralı kaldığını belgelerdi…

Bizim savaşa katılan malul gazilerimizin yıllarca sonra böyle melül mahzun savaştıklarını kanıtlama çabaları gözlerimin önünden gitmezdi…

X29

HIRSIZ VAR!

 

Hastanenin ambar memuru  bizim Hoca’nın eşi Hatice hanımdı. Bütün kapalı kapının anahtarları kendisinde idi ve bu anahtarları özenle cebinde taşırdı. Hastaneye ait malzemeden, erzaktan kimseye zırnık koklatmazdı.

Hatice hanım bir gün sızlanmaya başladı. “Hastanenin ambarında bir hırsız var…” İlkin bu sızıntılar Hatice hanımın kuşkuculuğuna ve işgüzarlığına bağlandı. Ne var ki Hatice hanım haftada bir sızlanıyordu. “Ambarda hırsız var. Yağ tenekelerini saydım çıktım. Bir de baktım bir tanesi EKSİK!..”

Demek ki bir teneke yağ çalınmış. Bir başka gün gelir domates, biber salçası bulunan hazır konserve kutulardan birinin çalındığını ileri sürerdi.

Hırsız yüzünden Hatice hanım ne yapacağını şaşırmıştı. Bir gün ambarın anahtarını içerde unutmuş ve kapıyı çekip çıkınca anahtarlar içeride kalmış. Öğle üzeri hastalar ve hemşireler için yemek pişmesi gerek. Zaman dar, bütün hastane personelinde bir telaş…

Yemek zamanında yetişmezse hastalara ve yemeğini hastaneden yiyen hemşirelere nasıl haber anlatılacak. Hastanede bir telaş, bir telaş ki sorma gitsin.

Hastanenin kara kuru, zayıf kısa boylu bir bahçıvanı vardı. Çalıştığım odanın penceresinden bahçede kendisini, sessiz sedasız çalışırken görürdüm…Kimi zaman çiçekleri çapalardı, kimi zaman ise çiçekleri sulardı.

İşte bizim bu bahçıvanın işgüzarlığı tutmuş. Marifetini göstermek için olsa gerek “Durun ben açarım!” demiş. Hatice hanım ve hastane müdürü:

“Nasıl olacak bu iş!” demişler.

Bahçıvanımız övünerek:

“Nasıl olacağını görürsünüz şimdi!” demiş. Müdür ve Hatice hanımın meraklı bakışları arasında ambarın bahçeye açılan penceresinin demir parmaklıkları arasından süzülüp içeri girmiş ve ambarın kapısını açmış…

Bu durumu gören Müdür ile Hatice hanım birbirine bakışmışlar. Demek ki ambara giren hırsız bu!

Hemen bizim bahçıvana :

“Bizimle İdareye kadar gelebilir misin?” demeleri üzerine bizim bahçıvanda şafak atmış ama iş işten geçmiş.

İdarede bahçıvan efendi “Evet demiş birkaç kere girip teneke teneke yağ ve kutu kutu salçalar aldım! Bir daha yapmam!” demiş ama bizim bahçıvana yol görünmüş.

X30

Dr. NUTE GELİYOR

 

Amerikan Hastanesinde ilk girdiğimde dikkatimi çeken bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim.

Dr. Nute  Hastanede çalışan Amerikalı doktorlardan. Ben çalışmaya başladığımda görev süresi dolmuş ve Amerika’ya gitmiş.

Bu doktor Hastanede çok çalışmış, bizimkilerle içli dışlı olmuş. Bizim yerli çalışanlardan hangisi ağzını açsa “Dr. Nute’nin hali başkaydı!..” diyor ve öve öve bitiremiyor.

Hem insanî yönünü övüyorlar hem de doktorluğunu. Demek ki bizimkilerin gönlünde yer etmiş…

Bir gün bir söylenti yayıldı hastanede: “Dr. Nute gelecekmiş!”

Bizimkilerde bir sevinç, bir sevinç, sorma gitsin…

Dr. Nute’nin geleceği herkese muştulandı. Dr. Nute’ye çok yakın olanlar getireceği armağanları bile hayal etmeye başladı. Kolay mı Amerika’dan geliyor. Gelirken de çok sevdikleri için eli boş gelmez ya…

Bu söylenti ve sevinç epey sürdü. Anlaşılan bizimkilerin ilgileneceği başka bir konu yok.

Derken bir gün Dr. Nute’nin geldiği söylendi. Gelmiş ve Hastanenin lojmanlarında kalıyormuş.

Gözler lojmanların kapısında. Lojmandan çıkıp gelecek hastanede çalışanlarının halini hatırını soracak, Amerika’dan getirdi hediyelerden verecek. Böylece bizim; aşçıların, hastabakıcıların, hemşirelerin ve diğer personelin gönlünü alacak…

Bir hafta kadar beklendi. Dr. Nute’den ses seda çıkmadı. Lojmanın kapısından çıkıp gelmedi. Hastanede bir sessizlik, bir sessizlik. Bu Dr. Nute, hastanenin lojmanından çıkıp da niçin hastaneye gelmedi…

Sonradan öğrendik ki Dr. Nute gelmiş de, gitmiş de…

Dr. Nute gelmiş, lojmanda bir gün kalmış. Hastaneye bile geçmemiş. Yalnız bu Dr. Nute’nin bir köpeği varmış; Amerika’ya giderken köpeğini  alıp  götürememiş, hastanede bırakmış.

Dr. Nute, çalıştığı misyoner şirketi Beyrut’ta bir görev vermiş. O da Beyrut’a giderken Gaziantep Amerikan hastanesinde kalan köpeğini “Calli’yi görüp seveyim!” demiş… Lojmanın bahçesinde “Cali”siyle oynaşmış durmuş… Sonra da  Beyrut’a uçmuş.

İşte sana bir misyoner; köpeğini sever, fakat yıllarca kendisi ile birlikte çalışan Türk ve dört gözle yolunu gözleyen Türkleri görmeden Beyrut’a geçer…

X31

ERMENİ LEYLA

 

Hastanede çalışan ermeni kökenli hemşireler ve hastabakıcılar da vardı. Bunlardan biri Hastabakıcı Leyla hanımdı Orta boylu, etine dolgun, esmer bir bayandı. 50 yaşlarında vardı. Hastanenin lojmanında kalırdı. Hastane içinde sessiz sedasız dolaşır dururdu.

Yalnız bir huyu vardı ve bu da benim dikkatimi çekerdi. Özellikle hastanede çalışan Türk işçileri ile karşılaştığında gülümseyerek okşarcasına onların yüzüne hafifçe bir tokat atardı. Sözde böylece şakalaşarak sevgi gösterisinde bulunurdu.

Döndü dolaştı, bir gün benimle karşılaştı. Yolumu kesti, önümde durdu ve bana da vurmaya kalkıştı. Elini havada yakaladım. “Bana vuramazsın, bir daha bana vurmaya kalkışırsan ben sana vururum ve sen de bir daha yerden kalkamazsın!” deyince neye uğradığını şaşırdı. Hiç beklemiyordu kendisine böyle davranacağımı ve bir daha da benimle konuşmadı. Konuşmadı ama bu olaydan sonra bir daha kimsenin yüzüne okşayarak vurduğunu görmedim.

X32

HOCAYA ŞİKAYET

 

Hastanede Ermeni kökenli birkaç da hemşire vardı. Bunlar da Leyla Hanım gibi hastanenin lojmanında kalırlardı. Adlarını unutmadıklarımdan biri Sabiha ve bire de Necla hanımdı. Sabiha hanımın bir de Behiye adlı küçük kardeşi vardı ve o da hemşirelik yapardı. Bu iki kardeş hemşire sonraları İstanbul Samatya’daki Ermeni hastanesine gittiler.

Bu Ermeni kökenli hemşirelerden birinin adı da Necla idi. Necla da orta boylu, kumral tenli, sarı kıvrım saçlı, mavi gözlü idi. Hepsinden çok gözleri ilgimi çekerdi. Hiç üzgün gördüğüm olmadı; daima neşeli idi ve gülümseyerek gezerdi…

Kendisi ile ilgilendiğimi bilirdi ve buna da sevinirdi. İlgimiz ve ilişkimiz daha öteye gitmedi. Ancak karşılaştığımızda sevecen bakışlarla selamlaşırdık; bu da bize yeterdi…

O yıllarda Halkevi Kültür Kolu Başkanı idim. Başkanımız Ali Nadi Ünlerdi. Tiyatro ve Halk Türküleri  çalışmaları benim yönetiminde yapılırdı. Halkevi Yönetim Kurulu 24 Temmuz 1923’te yapılan Lozan Barış antlaşmasını yıldönümünü kutlama kararı aldı. Kutlama, Çocuk Esirgeme Kurumunun Bahçesinde yapılacaktı.

Ali Nadi Bey bizlere:

“Eş dost neyiniz varsa getirebilirsiniz. İşte size bol bol davetiye!” dedi.

Biz Emin Kılıç Kale’nin öğrencileri bu kutlamaya toplu halde katıldık. Aramızda yalnız Hocamız Dr. Emin Kılıç Kale yoktu ve zaten o böyle toplantılara katılmayı da sevmezdi; ne var ki, bu kutlamaya toplu halde katılmamızı önerdi.

Ben de elimdeki davetiyelerden Amerikan hastanesi çalışanlarına da verdim. Bu kutlamaya Amerikan Hastanesinde çalışan kimi hemşireler de katıldı. Katılanlar arasında yeşil gözlü Necla Hemşire de vardı.

Kutlamada Halkevi Müzik kolundan olan gençler müzik gösterileri yaptılar. Halk türküleri okudular. Canı çeken kalkıp oynadı, halay sekti.

Kutlamada caz müziği de vardı. Bir ara dans müziği çalmaya başladı. Ben eşim ve çocuklarımla bir arada oturuyordum. Bir ara karşımızda oturan Necla hemşire ile göz göze geldim. Bana, bakışlarıyla: “Ne duruyorsun, beni dansa kaldırsana!” der gibi idi. Hemen kalktım, Necla hemşirenin yanına gittim. “Bu dansı bana lütfeder misin?” dedim. Hiç düşünmeden kucağıma atladı.

Pistin ortasında Necla hemşire ile sarma dolaş dans ediyorduk. Ben ilk defa dans ediyordum. Bereket falso yapmadım. Necla hanım beni çekip çeviriyordu… Bir falso yapmamı önlüyordu.

Ne var ki bizim bu dansımız Emin Kılıç Kale öğrencilerinin hoşuna gitmemiş. Birkaç gün sonra Derste beni hocaya şikayet ettiler. “Yazman elin kızını dansa davet etti. Kalkıp dans ettiler…” deyince Hoca biraz düşündü ve:

“Dans etmenin neresi ayıp! Siz de birini ayarlayıp dansa kaldırsaydınız! Elinizden tutan mı vardı? Elinden gelene yara helal olsun!” diyerek bana sahip çıktı.

X33

NOEL GECESİ

 

Hastanede bütün çalışanlarca sayılıp seviliyordum. Yıl sonuna doğru hastane müdürü odama girdi.

– Sen yazarmışsın… Noel gecesi için bir oyun yazıp sahneye koyabilir misin!” dedi.

İstediğim fırsat doğmuştu. Çünkü daktilo makinesi önümde olduğu halde kendime bir saniye olsun zaman ayıramıyordum. Ancak çalışma saati bitince kendi işlerime bakabiliyordum.

Yazma duygusu içimden dolup dolup geldiği halde “Çalışma saatinde kendi işi ile meşgul oluyor…” derler korkusu ile yazamıyordum.

Yılbaşına on beş gün vardı.  Noel Gecesine 15 gün kala müdür benden oyun yazmamı ve sahneye koymamı istiyordu. On beş gün içinde hem oyunu yaz, hem de oyunu yönet biraz zor olmayacak mıydı?..

– Zaman çok kısa ama ulaştırmaya çalışacağım!.. dedim.

Müdür  çok sevinmişti yılbaşı gecesini hazırlayacak olmama…

Hemen oyunu yazmaya başladım. Hem hastanenin işini yapıyordum, hem de oyun yazıyordum. İki gün içinde oyun bitti.

Oyunun adı Sakar Ali idi. Gaziantep’in folklorik özelliğini bir ciğerci dükkanındaki olaylara dayanarak anlatıyordum. Oyunu, oyundaki kişi sayısınca teksir makinesinde çoğalttım.

Bu teksir makinesinin nasıl yapılacağını da Şaban Solmaz Öğretmen, ki bu da öğrencilerimizdendi,  öğretmişti bana… Hocam Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarını kendi yaptığım teksir makinesi ile çoğaltıp öğrencilere dağıtıyordum.

Hastanenin konferans salonunu bize vermişlerdi. Noel Gecesini hazırlamaya başladık. Çalışma saati bitince her gün provalara başlıyorduk. İşçiler ilk olarak böyle bir geceye katılacaklardı. Birlikte halk oyunları oynayacaktık. Tiyatro oyununda rol alacaktık.

Kenar mahallelerden bir davulcu ile bir zurnacı getirttik. Onlar bize Gaziantep yöresel halk oyunlarını nasıl oynayacağımızı öğretiyorlardı. Davul zurna eşliğinde Gaziantep’in yöresel oyunlarını çok çabuk öğrendik.

Hemşireler içinde güzel sesli olanlar da varmış. Onlar içinde bir halk müziği topluluğu oluşturduk. Boyacıbaşı dediğimiz Fazıl Muhsinoğlu, ki bu da bizim öğrencilerdendi,  hastanede yemekhanede aşçı olarak çalışıyordu. Onun zaten Halkevi’nde Halk Türküleri ekibi vardı.  Klasik Türk Musikisini de Emin Kılıç Kale öğrencilerinden ayarladık. Her iki ekipte ritim tutmak bana düşmüştü. Zilli tef çalıyordum.

Yaptığımız çalışmalar sonucu oyunu da hazır duruma getirdik. Hastanede çalışan işçi, hemşire, doktor yılbaşı gecesi salonu doldurmuştu. O gece güzel bir yılbaşı gecesi düzenlemiştik… Aşçısından bahçıvanına oyunda rol aldık. Türküler söyledik, halay sektik oynadık, zıpladık….

Oynadığımız oyun seyircileri gülmekten kırıp geçirmişti. Oyun sonunda bir alkış bir alkış sorma gitsin…

Oyunun sonunda müdür hepimizi kutladı ve bana dönerek:

“- Önümüzdeki yıl da böyle bir gece yapsak iyi olacak! Aklında olsun..” dedi. Çünkü kendisi de gecenin açılış konuşmasını yapmıştı. Kendisine biçilen bu rol de hoşuna gitmişti anlaşılan.

Ertesi yıl da Noel Gecesi düzenlemiştik. Elbette yeni Noel Gecesi için yeni oyun gerekecekti.

Tuttum bu kez de “Şaşkın Başkan” adlı bir oyun yazdım. Bu oyunda da kendini beğenmiş bir doktorun hastalarla ilişkisini yine folklorik olarak anlatıyordum.

Bu arada ben aynı zamanda Gaziantep Halkevi’nin Tiyatro ve Kültür Kolunun başkanlığını yapıyordum. Orada da sahneye oyunlar koyuyorduk. Cabir Tekin, Mustafa Bakkaloğlu benden önceki Halkevi tiyatro kolunu yönetiyorlardı. Ne var ki o zaman ki Gaziantep Valisi Salih Tanyeri’nin isteği ile Halkevini canlandırmakla görevlendirilince bu iki arkadaş Halkevi tiyatro çalışmalarını bıraktı. Oysa  tiyatro konusunda çok usta idiler. Benim ise tiyatro konusunda hiçbir ön çalışmam yoktu. Buna karşın hem rejisörlük yapıyordum hem de oynuyordum. Oyuncularımız arasında da Ekrem Erkek. Vahittin Bozgeyik, Süleyman Karakuş ve birçok genç vardı. Daha çok da Cahit Atay’ın oyunlarını oynuyorduk. Elbette bu arada benim yazdığım Sakar Ali ile Şaşkın başkanı da sahneledik… Bu oyunlardan birinde başrolde oynayan Süleyman Karakuş, oyunda rol alan Vahittin Bozgeyik’e, rol gereği, öyle bir tekme attı ki az daha Vahittin Bozgeyik’in kaburga kemiklerini kırarak öldürecekti.

Burada bir anımı da anlatmadan geçemeyeceğim. Halkevinde düzenlediğimiz bir geceye Gaziantep Valisi Salih Tanyeri de gelmişti. En önde Başkanımız Ali Nadi Ünler ile birlikte oturuyordu. Serde atılganlık var ya. Geceye başlamadan önce perdeyi aralayarak sahneye çıktım. Gaziantep Valisi ve Ali Nadi Ünler bir metre önümde oturuyorlardı. Ben de el kol hareketleri ile Türk diline önem verilmesi konusunda bir konuşma yaptım. Ben konuşma yaparken Valinin, Ali Nadi Ünler’in kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadığını gördüm.

Gece bittikten ve vali gittikten sonra Ali Nadi Ünlere sordum:

– Başkan, Gaziantep Valisi kulağına eğilerek ne dedi?

– Canın sıkılmazsa söyleyeyim:

– Sıkılmaz! Söyle…

– Hayri Balta dedikleri buysa hiçbir şey değil!

Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın daha iyi derler ya… Gaziantep valisinin bu sözü kulağıma küpe oldu. Bir daha toplum karşısında ön hazırlık yapmadan çıkmadım. . Anlaşılan şu ki Gaziantep Emniyeti; beni, olduğumdan daha nitelikli ve kültürlü biri olarak göstermiş.  Gaziantep valisi de konuşmalarımdan cahil olduğumu anlayınca hayal kırıklığına uğramış…

X34

KÖYLERDE TİYATRO

 

Şimdi benim gibi cahil bir adamın başına gelene bakınız. Hani dedik ya iki oyun yazdık ve bu oyunları da Amerikan Hastanesinin Noel gecesinde oynadık…

Bu iki oyunu da Halkevi’nde arka arkaya oynamaya karar verdik. Verdik ama öyle canın istediği zaman oynatamazsın. Bunun için Vilayet’ten olur almalısın. Ne bileyim ben usul öyle imiş.

Neyse, Halkevi olarak başvurumuzu yaptık. İki oyunun da yazılısını istediler bizden. Ayrıca bizim Halkevi de kendiliğinden inceleme başlattı. Bilirkişi olarak Cemil Cahit Güzelbey’i seçtiler.

Bizim iki oyun da hem Vilayetçe hem de Halkevi’nce incelemeye alındı. Bekle ki bilirkişilerden izin çıksın… Buna karşın Halkevi Tiyatro kolu oyuncularınca provalara başladık. Biliyordum ki sonuç olumlu gelecek.

Sanki ben başıma gelecekleri bilmişçesine dikkatli davranmışım. Kaldı ki yazdığım oyunun hiçbir ideolojik yönü de yok. Edebî değeri olmayan bir perdelik sıradan oyunlar.

O zaman anladım ki devlet halkından korkuyor. Ayrıca anladım ki herkes de birbirinden korkuyor. Bu korku nedeniyle herkes birbirinin sansürcüsü oluyor. Aman onun yüzünden başımıza bir iş gelmesin diye…

Sonradan bu korkuyu ve korku yüzünden gazetecilerin sansürcülüğü ile de karşılaştım. Gazetenin bir okuru gazeteye telefon ediyor: “Bu adama yazdırırsanız, aboneliğimi bitiririm ve bir daha da abone olmam!” deyince bizim patronun etekleri tutuşuyor ve hemen bizim yazılar çekiliyor.

Bir keresinde 2000 yıllarından Gaziantep 27’de yazıyorduk. Ben ve eniştem Güner Samlı.

Gaziantep valisi Muammer Güler gazetenin patronuna telefon etmiş. Benden ve Güner Samlı’dan söz ederek: “Ne o, sol bir parti mi kuracaksın?” demiş… Demek ki bizim yazılarla Vali bile ilgileniyor.

Valinin ilgilenmesine ilişkin bir kısa anı daha. 1969 yılında Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum. Bir gün Ali Nadi Bey beni çağırdı. “Hayri bey, dedi. Vali Bey bana söyledi. Kurtuluş’ta yazmasın… Başına bir iş getirecekler…”

Şu hale bakın… O zaman öğrenim durumum da ortaokul 1’den terk… O zamanlar da adı solcuya çıkanlar bir kurşunla ortadan kaldırılıyordu. Dönem böyle bir dönemdi. Mecburen yazılarımıza çektik.

İşte böyle Gaziantep’te gibi bir yerde okuyucuların ve vilayetin baskısı nedeniyle; yazmadığım gazete kalmadı hemen hemen… Bir adamın adı çıkacağına canı çıksın derler ya tam o hesap.

Oysa ben Gaziantep’in hemen hemen 10 yerel gazetesinde 48 yıldan bu yana yazarım ve bir yazım için de ne cezai ve ne de hukuksal bir davası ile karşılaşmadım. Ama patronların, okuyucuların ve de vilayetin  sansürcülüğü yüzünden zaman zaman yazılarım kesilip durdu.

Neyse konumuza dönelim sonunca Vilayet’çe ve Halkevi tarafından yapılan inceleme bitti.  Sorun yok…Biz provaları daha önceden yaptığımız için oyuna hazırdık.

Perdelerimizi haftada bir açıyorduk. Bir hafta Sakar Ali’yi ve bir hafta da Şaşkın Başkan’ın oynayarak Halkevi’ni şenlendiriyorduk.

Ayrıca bu oyunları köylere de götürüyorduk. Gidip oynadığımız köyler hatırımda kaldığına göre Karabük, Karacaburç ve Nurgana köyleri idi. Oyuncular ve aileleri olarak  bir otobüse sığmadığımız için iki otobüs dolusu köylerin yolunu tutardık. Köylüler tarafından ilgi ile karşılanırdık. Bir kaynaşma yaratırdık.

Ne var ki bizim bu etkinliklerimiz başta MİT’in ve Vilayetin ilgisini çekmiş olacak ki bizi Halkevi’nden uzaklaştırdılar. Cemal Aslan diye bir öğretmeni Halkevi’nin başına getirdiler. Bir daha Halkevi’ndeki o etkinlikleri ara ki bulasın…

X35

BAŞKAN DEDİĞİN DE BÖYLE OLMALI!..

 

Öğretmen Cemal Aslan ilginç bir tipti. Kendisi de eşi de sınıf öğretmeni idi. Eşi, Akyol ilkokulunda öğretmenlik yapardı ve benim iki büyük kızım Elçin ve Gülçin’in öğretmeni idi…

Cemal Aslan bizim Halkevi’ne başkan oldu. Amacı Halkevi’nin yaşatmak, geliştirmek değil de; tersine ekinliklerine son vermekmiş… Biz bunu sonradan anladık ama iş işten geçmişti. Kaldı ki bizim de yapacak bir şeyimiz de yoktu. Çünkü emir büyük yerden gelmişti.

Cemal Aslan’dan önce Gaziantep Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünlerdi. Ali Nadi Ünler’i, olayı tezgahlayanlar şöyle aldattı: “Sen yaşlısın, koşturup duramıyorsun. Senin yerine Başkan olarak Cemal Aslan’ı seçelim. Seni de Başkan vekili olarak görevlendirelim. Sen, deneyimlerinle ona ne yapması gerektiğini söylersin; o da genç olduğu için koşuşturup durur…” Böylece Cemal aslan Halkevi başkanı oldu.

Yıl 1969’du… Ben o zamanlar Fevzi Günenç’in Kurtuluş gazetesinde yazıyordum… Gençliğin verdiği heyecanla ve de o günün moda siyaseti gereğince ateşli yazılar yazıyordum. Bu Cemal Aslan da cadde de her karşılaşmamızda; “Yav! Hayri Bey, sen ne güzel yazılar yazıyorsun. Zevkle okuyorum. Devam devam!” diyerek beni dolduruşa getiriyordu!..

Böylece benimle aynı düşüncede olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama bizim Halkçı çizgimizin dışında olduğunu şu olay vesilesiyle anladık. Başkan dediğin de böyle olur hani!…

Yeni seçimle beni Halkevi Tiyatro ve Kültür Kolu Başkanlığından uzaklaştırmışlardı. Ama ekip benim ekibimdi. İşte bu tiyatro ekibi bir etkinlik düzenlemeye karar vermiş… Halk ozanlarından şiirler okunacakmış Halk Türküleri Korusu da saz çalıp türküler okuyacakmış…tBu etkinliklerinin programını teksir makinesi ile çoğaltmışlar. O zamanlar daha fotokopi makinesi çıkmamıştı. Etkinlik tarihinden bir gün önce de dağıtmaya başlamışlar.

Elbette bu etkinlik Halkevi Yönetim Kurulundan ve de Başkandan habersiz olamazdı. Onların oluru ile yapılacak bu etkinlik de bizden sonraki ekibin ilk etkinliği olacaktı.

Akşama yapılacak bu etkinliğin programını eline alan Başkan doğru Vilayet’e ve de Emniyet 1. Şubeye… “Amanın, haberiniz olsun… Halkevindeki eskiden kalma solcular etkinlik yapacaklar!..”

Halkevi Başkanı bununla da yetinmemiş… Gaziantep’te ne kadar sağcı gazete varsa hepsini tek tek dolaşmış; “Solcular etkinlik yapacak. İşte programları. Nasıl bilirseniz öyle yapın!”

Etkinlik akşama olacak. Gazeteler büyük bir haber yakalamışlar gibi etkinliği gazetelerine haber olarak girmişler ve baskıya vermişler. Hem de yapılmayan geceyi izlemişler gibi  yorumlarda bulunarak…

Ne var ki etkinliğe bir saat kala Gaziantep Valiliğinden gönderilen sivil polisler “Valilikçe etkinliğe izin verilmediğini” bildirerek o geceki etkinliği durdurmuşlar. Elbette Valiliğin izin vermemesi üzerine ne oyun oynanmış ne de sazlar çalınıp türküler söylenmiş…

Ertesi gün sağcı gazetelerde çıkan haber: “Solcular halkımızın  mukaddesatı ile oynuyorlar. Milliyetçi ve mukaddesatçı halkımızı  zehirlemeye devam ediyorlar!”

Tam bir provokasyon… Ver amcanın kafası tutsun, pamuk yansın keyif olsun!…

Ertesi gün; yapılmamış bu etkinliği yapılmış gibi gösteren gazeteler  bozum oldular mı bilmem ama bizim taraftakiler sağcı gazetecilerin düştüğü bu gülünç durumu dillerine doladılar.

Ertesi gün, Fevzi Günenç, “Yapılmamış geceyi yapılmış gibi gösterdiler!” diye büyük puntolarla Kurtuluş gazetesinde açıkladı. İptal edilmiş etkinliği yapılmış gibi gösteren gazetecilerin yalan haberlerini yüzlerine vurdu.

İşte böyle gençler… Geçmişte ne provokasyonlar yapıldı. Bağımsızlık ve halkın refah seviyesini yükseltmek isteyen biz solcular hakkında. Nerede adı solcuya çıkmış olanlar varsa ya hapislerden geçirildi, ya da kurşunlardan.

Cemal Aslan gibi Başkanlar da bir başka boyutta yer aldı bu olaylarda.

Yaptılar da ne oldu… Getirip ülkeyi mafyaya, tarikatlara, cemaatlara, soygunculara, vurgunculara teslim ettiler…

Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!..

X36

BABANIN YANINDA YER ÇOKMUŞ

AMA BENİM İÇİN YER YOKMUŞ

 

Amerikan hastanesinde çalışıyorum. Muhasebe işlerine bakıyorum. Bir gün baktım içeri Dr. Nute girdi. Şaştım kaldım, bu adam bana selam bile vermezdi, ne oldu da birdenbire büroma girdi.

“Hayri Bey!” dedi “Sen, İncil ve Hıristiyanlık hakkında araştırma yapıyormuşsun. Bu konuda bilgin varmış. Bu hafta Kilisemizde sana konuşma öneriyoruz. Pazar ayinimizde bulunup konuşma yapar mısın?”

Yaşamında camiye kiliseye gitmemiş bir adam nasıl olur da kilise’de vaaz verir anlamadım.  Şaştım, kaldım…

“Olur, olur ama, görüşlerim, sizlerinki ile bağdaşmaz. Korkarım ki benim konuşmalarımı beğenmezsiniz…

Biraz düşündü, yüzüme baktı.

“Olsun!” dedi  “Babanın yanında yer çoktur. Sana da bir yer buluruz elbet!”

Bana İncil’den bir ayet okuyordu ve “aramızda sana da yer var!” demek istiyordu.

“Olur.” Dedim “Bir deneyelim bakalım…”

“Hangi gün olsun istersin. Hazırlanmak için kaç hafta gerek!”

“Önümüzdeki Pazar… Siz bana saatini söyleyin yeter…”

Pazar günü çabuk gelip çattı. Bak şu Allah’ın işine, benim gibi bir adam kilisede vaaz verecek…

Adımız, kimilerinin yanında çıkmış ya dinsize, ya komünistte… Merak ediyorlardır , bu adam ne söyleyecek bu cemaate…

Çıktım kürsüye, Baba’dan, oğlu İsa’dan söz edeceğime sözü getirdim Şeytan’a, İblis’e…

Dedim:

“Şeytan da, Melek de insanın içinde. Bunlar içimizdedir. Melek olumlu duygu ve düşüncelerimizi; şeytan ise olumsuz duygu ve düşüncelerimizi simgeler… Olumlu duygularımıza uyarsak Tanrı’nın yolunda sayılır; öyle ki giderek Tanrı’nın oğlu kızı oluruz; olumsuz duygularımıza uyarsak Şeytan’ın yolunda sayılır, Şeytanın oğlu kızı oluruz…”

“İtirazı olan var mı?” diye  sordum bir ara; baktım kimseden ses seda yok, devam ettim konuşmama…

Sonra sözü getirdim İsa’nın dağda şeytan tarafından denenmesine. Orada Şeytan, İsa’ya: “Hadi” diyor “Allah’ın seni koruyacaksa, at kendini şu dağdan da görelim Allah seni nasıl kurtaracak…” İsa’da şeytanın bu önerisine öfkelenerek: “Çekil ya şeytan Rab Allah’ı denemeyeceksin…”

Hepsi sözü nereye bağlayacağımı merak ediyordu. “Burada” dedim “Şeytan dediği insanın iç benliği…” “İsa, iç benliği ile konuşuyor…. İçindeki kuşkuları gidermeye çalışıyor. Şeytan dediği İsa’nın içinden geçen kuşkuya dayanan düşünceleridir. Yoksa öyle sanıldığı İnsanın dışında, İsa’nın dışında Bir Allah olmadığı  gibi Şeytan da yoktur. Ne varsa insanın kendi ruhsal dünyasında vardır…”

Bu sözlerim üzerine cemaatte bir kıpırdanma oldu. Anladım ki vakit tamam…

Vaazımı kısa keserek kürsüden indim. Çoğu göstermelik de olsa beni kutladılar ama ben biliyordum ki vaazım hoşlarına gitmemişti ve ben inandıklarının tam tersi sözler söylemiştim.

Tam kapıdan çıkarken güzel bir bayan önüme bir kutu tuttu kumbara gibi deliği olan:

“Allah’ın evi için lütfen bir yardımda bulununuz!”

Güzel bir bayanı reddetmek kolay değil ya. Onun için genç ve güzel kadınları görevlendiriyorlar insanları yolmak için…

Dedim: “Allah’ın, benim yardımıma ihtiyacı yok. Allah evini nereye yapacağını bilir. Allah’ın evi insanın yüreğidir…”

Genç ve güzel kadın neye uğradığını şaşırdı. “Böyle de vaiz mi olur!” demiştir muhakkak içinden…

Dr. Nute, sonradan bir daha yanıma uğramadı. Anladım ki “babanın yanında bana yer yokmuş…”

Bir daha da bana kimse bana vaizlik önerisinde bulunmadı.

X37

VAY SEN MİSİN SENDİKALI OLAN…

 

Gaziantep Amerikan Hastanesinde; ambar görevlisi, aşçı, bahçıvan, kaloriferci, kapıcı, marangoz, temizlikçi, terzi, ütücü… En az 15, 20 kişi kadar. Ben de muhasebeci olarak çalışıyordum ama işçi sayılırdım.

Bir de baktım marangoz ustası ile kaloriferci odama girdi…

“ Hayri bey biz sendikalı olacağız? Ne dersiniz!” dediler.

Ben de:

“Sendikalı olmak bir işçinin en doğal hakkıdır. İşçi dediğin sendikalı olmalıdır. Hemen sendikaya kaydınızı yaptırın!” dedim.

Sevindiler…

“- Sen de sendikaya kaydını yaptırırsan, hemen oluruz!” dediler.

Adım solcuya çıkmış ya. İşçilerin sendikalı olmasını benden bileceklerdi. Belki de iş akdimi feshedeceklerdi. Buna karşın:

“Öyleyse en başa beni yazın!” demekten kendimi alamadım.

Bunun üzerine depo görevlisi (Hatice Kale), kapıcı (Talip Güzelhan) ve bir aşçıdan (Nihat Doğrar) başka bütün işçiler Sağlık İş sendikasına üye olduk.

Ne var ki bizim bu atılımımızı çekemeyenler de vardı. Sendikaya üye olmayan kapıcı ve aşçının hakkımda  dedikodu yaptığı kulağımı geldi. Diyorlarmış ki: “Hayri Balta,  işverenin adamı. Hepiniz hakkında işverene bilgi veriyor…” Bu olayda da bir iftiraya uğramış oldum…

Bu benim çok zoruma gitti. Kavga çıkar diye yüzlerine gelmedim. Bunlar benim muhasebeci olmama da takmışlardı.

“O muhasebeden ne anlar, o defterci…” diyebiliyorlardı ve bunlar benim çocukluk arkadaşımdı. Hala da arkadaşız; çünkü Emin Kılıç Kale’nin öğrencileriyiz…

Haklılardı gerçi, muhasebe hakkında derli toplu bir bilgim yoktu;  ama, yine de muhasebe işlerine ben bakıyordum.

Sağlık İş Sendikasına üye olmamızın üzerinden bir hafta geçti geçmedi hastane müdürü George Pravrastki odama girdi. Suratından düşen bin parça… Tepeden inme sordu:

“- Egemen sınıflar ne demek!”

“- Bu da nereden çıktı?”

Meğer AP (Adalet Partisi) Milletvekili İbrahim Tevfik kutlar kendisine:

“- Ne zamandan beri hastanenizde komünist çalıştırmaya başladınız?” demiş. Benim takma adlarla “Gazetelerde yazı yazdığımı ve milleti egemen sınıflar ve egemen olmayan sınıflar diye ikiye ayırdığımı söylemiş…”

“- Şimdi de işçilerin başına geçmişsin hepsini sendikalı olmaya zorluyormuşsun!..”

Al başına belayı, şimdi ben ne yapacaktım… Nitekim de korktuğum başıma geldi.

“- Kendine bir iş arasan iyi olur, biz senin işine son verirsek bir daha hiçbir yerde iş bulamazsın!”

Şu uğradığım iftiraya bak ve de şu başıma gelene bak!… Ne büyük suçmuş bu sendikalı olmak…

Sözde bunlar misyoner ve bunların kitabında “Düşmanını seveceksin! Sağ yanağına vurana, sol yanağını çevireceksin…” (İncil. Matta. 5/43) yazılı.

Ertesi gün yine geldi odama. Baktım öfkesi burnunda. Eski sevecenliğini ve güler yüzlülüğü gitmiş, Yüzünden düşen bin parça…

Başımı kaldırıp yüzüne bakar bakmaz:

“Bundan böyle muhasebe ile ilgili işlerin bitince arşivin bulunduğu depoya gideceksin. Orada daha önce Hastanemizde yatıp çıkanların dosyaları var. O dosyaların tozunu alacak, alfabetik olarak sıraya koyacaksın.”

Anladım, işimi zora sokuyor ve beni istifaya zorluyor.

Bu davranışı o kadar ağırıma gitti ki hemen istifa edip gidesim geldi. Nereye gidebilirdim, ne iş yapabilirdim. Yeniden o debbağlığa ya da kilimciliğe dönmekten başka gidecek yerim yok ki… O çemberden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bir ben bilirim. Yeniden o ortama dönmek benim için ölümdü. Çaresiz deponun yolunu tuttum.

Orada elli altmış yıllık hasta zarfları toz toprak içinde karmakarış üst üste… Hangisini kaldırsan bir toz bulutu kaplıyor ortalığı. Şimdi öğleden önce muhasebe bürosunda, öğleden sonra da depoda, arşivde…

Kendisi de ara sıra gelip beni yokluyor, çalışıp çalışmadığıma bakıyor. Solcu olmak, sendikalı olmak bu kadar mı kötü bir işmiş… Olmayalım mı, emeğimizin karşılığını istemeyelim mi?

Arşivde çalıştığım günler öylesine stres içine girdim ki mide kanaması geçirdim. Ağzımdan pelte pelte kan geldi. Yaptığım iş değil de takınılan düşmanca tavır bana koydu. Bütün Amerikalılar bana düşmanları imişim gibi bakıyordu… Şimdi de bir başka çembere düşmüştüm. Ben bu düşmanca çemberden nasıl kurtulacaktım.

X38

AMERİKAN HASTANESİNDEN AYRILIŞ

 

Amerikan Hastanesinde çalışmaya başlayalı 5 yıl olmuş. Ama şimdi sendikaya üye olduğum için işten ayrılmaya zorlanıyorum. Hastane müdürü resmen: “Biz seni işten atarsak, bir daha hiçbir yerde iş bulamazsın!” diyor.

Burada yanıldım, “Buyrun beni işten atın!” demiş olsaydım 5 yıllık kıdem tazminatı yanında diğer yasal haklarımla elime epey para geçecekti. Bu parayla elbette bir iş yapardım. Hiçbir iş yapmasaydım bu para beni 5-6 ay idare ederdi.

Ancak ben Hastanede işe başladığımdan bu yana huzursuzdum. Huzursuzluğumun nedeni sabahları altıda kalkıp; banyo, el yüz temizliği, kahvaltı  falan  saat 7’de işbaşı yapmak zorunda oluşum idi. Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışırken saat 9’da işbaşı yapıyordum. Dergi, gazete, kitap okumak için bol bol zamanım oluyordu. Oysa Hastanede böyle bir vaktim olmuyordu. Uykudan uyanıp alelacele temizlik, kahvaltı ve 7’de işbaşı derken bana okumak için zaman kalmıyordu. Bu da beni çok rahatsız ediyordu.

Bu rahatsızlığa 5 yıl katlandım. Tutarlı bir mesleğim yoktu, beni geçindirecek mal varlığım ve gelirim yoktu. O zaman üç çocuklu beş kişilik bir ailem vardı. En küçük kızım Yener daha dünyaya gelmemişti.

Buradan ayrılsam Tabakhanede ya debbağlık ya da kilimcilik yapmak zorunda idim. Bu meslek ise hem kar getirmiyor hem de benim bu işlerde çalışmaya gücüm yetmiyordu.

Ne yapacağımı şaşırmış bir durumda öğleden önce muhasebe işlemlerini yapıyor öğleden sonra da arşivdeki tozlu raflarda bulunan dosyaları indirip, tozlarını temizledikten sonra, alfabetik olarak yeniden yerleştiriyordum.

Sendikalı olmayanlar benim bu cezalı durumuma bakarak alay edercesine “Sendikalı oldun, başına belayı satın aldın!” dercesine bana gülümsüyorlardı. Benim her gün, öğleden sonra, depoya girip akşama kadar orada çalışmamı tenzili rütbe sayıyorlardı.

Bu sıkıntılı durumda iken bir gün yolda Bekçi Hamo’nun kızı Hatice hanımla karşılaştım. Hatice hanımla birlikte Gaziantep Milli Eğitim Müdürlünde birlikte çalışmıştım. Aynı dairede çalışırdık ama bir yakınlığımız olmamıştı. Merhaba, merhaba!..

Kendi halinde esmer güzeli bir kızdı. Giydikleri kendisine yakışırdı. Kendisi de zaten en modern biçimde modaya uygun giyinirdi ve salt bu giyiniş tarzı ile dikkati çekerdi.

Hatice hanım bana “Nerede çalıştığımı” sordu. “Amerikan Hastanesinde” çalıştığımı söyleyince: “Bizimle birlikte çalışır mısın?” demesin mi?..

Anlattı, meğer Gaziantep’te Bayındırlık Bakanlığına bağlı yeni bir iş yeri kurulmuş. Kendisi de orada daktilo-sekreter olarak çalışıyormuş.

Benden sonra gitmiş, benimle olan konuşmasını eski Müdürümüz Mühendis Asım Ahi’ye anlatmış.

Bir de baktım Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı Okul Yaptırma Bürosunda amirim olan Mühendis Asım Ahi’den bir haber:

“Hayri Bey, Gaziantep’te, Bayındırlık Bakanlığına bağlı olarak Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğü kuruluyor. Bizimle birlikte çalışır mısın? Yapacağın iş Personel Şefliği…”

Ben personel şefliğinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum. İşin içinde bir de şeflik olunca hemen atladım. Kıdem tazminatı falan gözüme görünmedi. Saat 9’da işbaşı, 17’de çalışmaya son… Bana okumak ve yazmak için zaman kalacaktı.

Sabahları gün doğmadan kalkmak olmayacaktı. Uykumu da alacaktım. Hem 9’a kadar bol bol zamanım olacaktı. Hem de bir unvanım olacaktı. Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğü Personel Şefi…

Hemen istifayı bastım. 1.11.1962’de işbaşı yaptığım Amerikan Hastanesinden 1.12.1967’de ayrıldım. Hesaplarsak 5 yıl 1 ay çalışmışım… Ayrıldığım günün ertesi günü  yeni işyerinde işe başladım. Elime geçen ücret de Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin yüzde elli fazlası idi. Bu arada ben 35 yaşında idim. Bu yaşa kadar yakaladığım en güzel bir işi yapıyordum ve böylesi bir mutluluğu ilk olarak tadıyordum.

Bu duruma benim yanımda eşim de seviniyordu. Aldığım ücret de bize yetiyordu. Ne var ki bu durumumu kıskananlar oldu. Yakın akrabalarıma bir ateş düştü. Bunların adını anmak istemiyorum. Benim iyi bir iş bulmam ve rahat yaşamış olmam onlara battı. Öyle ki beni işten attırmak için  o zaman iktidarda olan Adalet Partisi Gaziantep il örgütüne baskı yapmaya başladılar.

Yerel gazetenin biri: “Benim gibi bir solcunun nasıl olur da devlet dairesinde işe alındığını soruyordu.

İşte sözü edilen yazı:

X39

FAKÜLTELİ LİSELİLER GEZERKEN

İLKOKULLU SOLCU ŞEF OLUR MU?

 

Aşırı sosyalist HAYRI BALTA işittiğimize göre 9, bölge müdürlüğü personel şefliğine getirilmiştir. Lise mezunu ve muadilleri veya yüksek tahsilden takıntılı nice Gaziantep’li gençler iş bulamazlarken, mukaddesatımıza düşman Moskova hayranlarını su başlarında masa sahibi olmaları Türkiye’mizin geleceği bakımından üzerinde durulması gereken bir problem olduğunu acaba ilgililer bilmezler mi? Hakiki milliyetçi ve bu vatana canlariyle bağlı olanlar, hürriyeti en mukaddes aşk gibi terennüm edenler kıyıda köşede kalırken kimler hesabına hizmet edeceği şöyle dursun hangi tahsil belgesine iltifat edilerek makam sahibi edilirler.

Onlarki yetkilerinden de kuvvet alarak el altından dairelerinin çalışmalarını sabote ederken saf ve masum kişilerin fikir ve inançlarını yok etmeye gayret gösterip hükümet İcra eden zevatı kötüleyerek, mevcut düzenin değişerek hayallerinde yaşayan düzeni kurmak sevdasıyla bu memleketin nimetleriyle midelerini doldururken bunlara seyirci, kalmamak aklı-selim sahibi daire   amirlerinin milli görevi olsa gerektir.

Yukarıda adı geçen meşhur Hayri Balta gibileri  koynunda saklayanlar ergeç hüsrana uğrayacaklardır,   ve   bu kadirşinas milletin sabrı bir gün gelip taşacaktır.

isim Adres Mahfuz

(Gaziantep Uyanış gazetesi.19.12.1968. YAZMASI SİZDEN DİZMESİ BİZDEN. YÖNETEN: Nuri Sabırsız)

Bütün bunlar yetmedi Emniyet Siyasi Şubedeki polisler de işyerime gelip giderek amirlerime, müdürlerime “benim tehlikeli bir adam olduğumu, derhal işten atılmam gerektiğini söyleyip durdular.”

Sonradan anladım ki bunlar Amerikan Hastanesine de gelip giderek “Bizler solcuları temizlemek için çalışıyoruz; sizler ise can düşmanınız solcuları işe alarak koruyorsunuz!” demişler. Amerikan Hastanesi Müdürünün iyice dolduruşa getirilmiş; bunu her karşılaşmamızda, yüz hatlarından anlıyordum. Ne zormuş bu ülkede solcu olmak, emekten yana, yoksuldan yana olmak.

Bu basit insanların yaptıkları edepsizlikleri anlatmak boynumuzun borcu olsun. Anlatayım da görün, insanların nasıl böyle pespaye duruma düşermiş…

X40

POLİSLER PEŞİMDE

 

Gaziantep Yapı işleri 9. Bölge Müdürlüğünde 1.12.1967 tarihinde işe başladım.

Yaptığım işten memnundum. Çalışanların, işe girip çıkanların sicil dosyalarını hazırlıyordum.

Dairede çalışanların hepsi ile de ilişkilerim iyi idi.

Aldığım ücret Amerikan Hastanesinde aldığım ücretin iki misli idi. Elime bir albayın aldığı ücret kadar geçiyordu.

Borçlarımı tamamıyla ödemiştim. Artık bakkaldan, kasaptan ödünç alışveriş yapmıyordum…

İlk işim bir masa almak oldu. Artık masam vardı. Yazı makinemi masaya koyup yazıyordum. Okumaya yazmaya da bol bol zaman buluyordum…

Bu arada da işten çıkar çıkmaz Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulu’na gidiyordum. Okul, işyerime yakındı. Yaşım da otuz beş…

İşyerinde bir mesken kooperatifi kurduk. Kooperatifin başına da beni geçirdiler.  Hem Personel Şefi hem de Yapı İşleri 9. Bölge Çalışanları Kooperatif başkanı olmuştum.

İşyerimiz iki katlı idi. Benim odam ikinci katta idi.

Bir gün İsa Kaya adlı bir işçi arkadaş bana:

“Aşağıda iki kişi seni soruşturuyor! Hayri Balta burada mı çalışıyor diye bana sordular…” dedi.

Aklıma kötü bir şey gelmedi Sandım ki iş arıyorlar…

Merak ettim, kim bunlar diye aşağıya indim…

Baktım iki kişi, şaşkın bir durumda…

“Aradığınız kişi benim. Yoksa iş mi arıyorsunuz? İş arıyorsanız Md. Yardımcısı Asım Ahi ile Konuşmalısınız!”

“Olur!” dedi ikisi birden…

Üstlerinden bir yük kalkmış gibi hafiflemişlerdi.

Ben odama çıktım. Masama oturur oturmaz kafam aydı. Bunlar hiç de iş arayanlara benzemiyordu. Polis olduklarını anladım. Hemen aşağıya koştum. Baktım ortalıkta görünmüyorlar. Müdür yardımcısı İnşaat Mühendisi Asım Ahi’nin odasına girdim.

Asim Ahi şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Dili damağı tutulmuştu. Ne deyeceğini bilmiyordu.

“Bunlar, dedim, benim için geldiler değil mi?”

Yalanlamadı, sözü döndürüp dolaştırmadı.

“Evet!” dedi.

“Bir daha gelirlerse bana hemen bana haber ver!..” deyip yukarı çıktım.

Anladım ki bunlar bana rahat vermeyecekler.

Birkaç gün sonra öğle tatilinde işyerinden çıkıp eve giderken baktım arkamda Mit’in Gaziantep temsilcisi Mehmet Baykal….

O gün kar yağmıştı. Hava soğuk değildi ama kar diz boyu idi. Arabaların bıraktığı izden gidiyordum. Arkamdan gelen Mehmet Baykal’a yol açmak için araba tekerinin açtığı diğer yola geçtim. İstedim ki arkamdan gelen Mehmet Baykal’ın önünü açayım o da açtığım yoldan savuşup gitsin. Öyle olmadı. O da yolunu değiştirdi benim gittiğim yola geçti ve arkamdan yürümeye başladı…

Baktım, derdi benimle. Durdum. Yanıma yaklaşınca, döndüm, sordum:

“Derdin nedir arkadaş! Ne soracaksan bana sor!”

“Soracağın bir şey yok. Biz seni biliyoruz…”

“Peki biliyorsanız beni niçin rahatsız ediyorsunuz, Size yol verdim geçip gitmediniz. Yine arkama düştünüz. İnsan bu kadar rahatsız edilmez ki. Birkaç gün önce de  işyerime geldiniz…”

Bu sözlerim üzerine sesini çıkarmadı. Herhangi bir şey söylemedi. Önümden geçip gitti. Ama o kötü kötü bakışlarını hiç unutamadım. Sanki bir vatan hainine bakıyordu.

Akşam ortaokuluna devam eden 35 yaşında bir kişi, komünizmi bilse bilse ne kadar bilebilirdi? Kaldı ki benim komünizmle ilgili yeterli bir bilgim de yoktu. Herhangi bir örgütle bağım olmadığı gibi bir eylemim de yoktu. Ama iftiraya uğramıştım bir kere, beraat etmiş olsam da, gece gündüz polis peşimde…

X41

NEREDEN NEREYE

 

1965 yılları idi. Demirel Başbakan. O tarihlerde Türkiye’de Amerikan üslerinin bulunup bulunmadığı tartışılıyordu.

İşçi Partisi lideri Mehmet Ali Aybar; TBMM’nde kürsüye çıkıp da “Tesis  yok, üs var” deyince kıyamet kopmuştu.

Başbakan Demirel’in AP’li milletvekilleri her konuşmasında Çetin Altan’ın,  üstüne yürüyorlardı. 15’e yakın AP milletvekili: “Seni komünist bozuntusu!” diye döverek Çetin Altan’ı yere yığıyorlardı. Bir güzel dayak atıyorlardı. Bu olaylar nedeniyle Çetin Atlan, bir gözünün görme özelliğini yitirmişti.

Bunlar, Çetin Altan’ı dövmekle, bir gözünü görme kaybına  uğratmakla  memlekete, vatana hizmet ettiklerini sanıyorlardı. Bütün bunların yanında bir de milletvekili dokunulmazlığını kaldırmak istiyorlardı.

Biz; bir avuç solcu, Gaziantep’te buna tepki gösteriyorduk. Çünkü İşçi Partisi sayesinde duymadıklarımızı duyuyorduk. Bizi en çok rahatsız eden de ülkemizin Amerikan üsleri ile donatılmış olması idi.

Demirel ise bu gerçeğin bilinmesini istemiyordu. İki de birde “ÜS YOK TESİS VAR!” diyordu. Bu yalan da bizleri deli ediyordu.

Gaziantepli birkaç TİP’li ve diğer solcular Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto etmek için bir yürüyüş yapma kararı almışlar.

Bana da katılıp katılmayacağımı sordular. Bu güne bu gün adımız solcuya çıkmış bir aydınız. Katılmaz olur muyuz….

Gaziantep, Çetin Altan lehinde yapılacak protesto yürüyüşü için hop oturup hop kalkıyordu. Sağcı yerel gazeteler; solcuların; Gaziantep’in, 1957 olaylarındaki gibi, altını üstüne getireceğini yazarak halkımıza korku salıyorlardı.

Korkulan gün geldi. Biz Gaziantepli solcular İstasyon meydanında toplandık. Toplana toplana yüz kişi toplanmıştık. Kılığı kıyafeti düzgün, efendi görünümlü 10 – 15 kişi ancak vardı. Geriye kalanı işçi, köylü, esnaf ve birkaç da pejmürde giysili kişiler…

Ancak beklenildiği gibi hiçbir olay olmadı. Efendi efendi yürüdük, efendi efendi Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını protesto ettik.

Bu yürüyüşten iki sonra Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışırken odacımız geldi.

– Müdür bey seni istiyor…

Hemen çıktım, Müdürümüz Halil Aksu’nun yanına gittim.

Elime bir fotoğraf tutuşturdu.

– Bak şu fotoğrafa! dedi.

Fotoğrafa baktım. Yürüyüşümüzün fotoğrafı idi. En önde yürüyenlerden biri de bendim.

Saf, saf…

– Ne var bu fotoğrafta? Pazar günü yaptığımız yürüyüşün fotoğrafı…

– Senden başka kılığı kıyafeti düzgün bir adam yok bunların içinde. Sen mi kaldın bunların önüne düşüp de ayaklandıracak?..

Koskoca müdür. Böyle bir suçlama yaparsa ne diyebilirsin. Masumane yapılan bir yürüyüş bile akıllara ayaklanma getiriyor.

Anladım ki sivil polisler yürüyüşün fotoğrafını çekmişler. Getirip müdürün masasına koymuşlar.

Hadi çık çıkabilirsen işin içinden. Bir haftaya kalmadı beni işimden ettiler…

“Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bu yıl gazeteci-yazar Çetin Altan’a verilmesi kararlaştırılan “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” töreni, 1 Şubat’ta İstanbul’da yapıldı. Çetin Altan’a, ödülünü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan verdi.” (Gazeteler…)

Bir zamanlar Mecliste dövülen Çetin Altan’a ödül veriliyor.Hem de Başbakan tarafından…

Nereden nereye geldiğimizin göstergesi bu

Tarih kimleri haklı çıkarıyor; kimleri de gereksizler kutusuna atıyor…

Düşünürseniz bulursunuz…

X41

KURTULUŞ GAZETESİ

 

Gaziantep Yapıişleri 9. Bölge Müdürlüğündeki işimden atılınca Fevzi Günenç’in gazetesi Kurtuluş’ta yazmaya başladım.

Bu gazetede aynı zamanda Gündem köşe başlığı ile başyazı, Balta köşe başlığı ile günlük fıkra, Sakar Ali İğneli Beşikte başlığı altında günlük değinmeler eleştiriler yanında Haşlamalar adını verdiğim şiirlerim yayınlanıyordu.

Bu yazılarım o zaman iktidarda olan ve beni işten attıran adalet Partisi yöneticilerini çok rahatsız etmiş olacak ki; bir gün Gaziantep Valisi; Gaziantep Kurtuluş savaşı Gazilerinden Ali Nadi Ünler ile bana haber göndermişti.

“- Hayri Balta’ya söyleyin Kurtuluş gazetesindeki yazılarına ara versin. Başına çorap örecekler…”

Bunun üzerine gazetedeki yazılarıma ara verdim.

Düşünebiliyor musunuz beni koruması gereken bir vali; bana haber gönderiyor. “Aman yazılarına ara versin… Başına bir iş getirecekler!” diyor…

X