BU ORTAMDAN KURTULMALIYIZ…

BU ORTAMDAN KURTULMALIYIZ…

 

 

KARDEŞİM HASAN BALTA VE BEN

X

 

 

 

 

ARKADAŞLARIM

x

İÇİNDEKİLER

 

A.

Adam – Adem

Aforoz

Ağam Nerde? Ben Nerde?

Akşamlar

Al Başına Belayı…

Allah’ın Dediği Oluyor

Ali Nadi Ünler’den:

Ankara Ankara… Sana Koşar Her Düşen Dara

Ankara Belediye Başkanlığına

Ankara Belediyesi Sosyal Konutlar Müdürlüğüne,

Ankara İl İmar Müdürlüğüne

Amerikan Hastanesi Müdürlüğüne

Anadolu’daki Aydınlar

Aspirin Bayer

Ayıbı Olan Ayıplar

Az Daha Kör Oluyordum…

B.

Bastık, Sucuk, Tarhana, Ceviz/Yemeyip de Ne Edeceğiz?

Baş Ağrısı

Beden Eğitimi Öğretmenliğim

Benim Kafada İmiş

Bir Ajan

Bir Aşk Esintisi

Bir Beleşçi

Bir Bu Eksikti

Bir Çelik Masa Aldık/Soğuktan Donup Kaldık

Bir Duyduğu mu Var Acaba?

Bir Edepsiz

Bir Söylenti

Bir Tarikata Girmenin Zorluğu

Bir Toplantı

Bir Toplantıdan Notlar

Bir Yabancı Dil Özlemi

Bir Yazar Böyle Bir Ortamda Nasıl Yazar

Biz De Bedeli Böyle Ödedik!..

Borç İçinde Bir Yaşam/Para Gelirmiş

Bu adama Moskova’dan

Boş Masa Olduğu Halde…

Bu Nasıl Milliyetçilik

Bu Ortamdan kurtulmalıyız

Büyük Sel

Büyük Sel’den Sonra

C

Cehaletimin Boyutları

Cehalet ve Yoksulluk Çemberi

CHP Oy Kaybediyor

Ç.

Çalıp Söylüyoruz, Yazıp Duruyoruz

Çalışma Programı

Çekilmez Yaşam

Çekingen Aşık

Çember Daralıyor

Çemberi Kırmak

D.

Dalgınlık

Dayan

Dersten Notlar

Dilekçe

Dilekçe Üstüne Dilekçe,/Bir Daire Bize Küçükçe

Doğa Yasası

Döküşme

Dr. Emin Kılıç Kale’nin Öğrencisi Olmak

Durum Saptaması

Düşlerime Giren Devlet

E.

En Büyük Yanılgımız

Esin Gelmedikçe

F.

Felsefe Çalışmaları

G.

Gaziantep Valisi Hayrettin Ersöz’e,

Gençlik İşte..

Gidiş Gelişine Dikkat!..

Giriş

Günlük Notlar İlmin Başı Sabır

“Güt!” Diye Bir Ses

H.

Hak Ettikleri İçin

Halkevindeyiz

Hangisine Yanayım

Hasan Kaya Öztaş

Heyecanlı Bekleyiş

Hoca ile Görüşmeme İzin Yok

Hoca’nın Sözleri

Homo İmiş Meğer

Huzursuzluk

İ

İçişleri Ve Adalet Bakanlığına,

İddianamenin Tebliği

İkilemde Kalmak

İnönü’nün Çabası

İşsiz Kalma Korkusu

İşten Atılmak

K.

Kabus Gibi Bir Yaşam

Kalaycı Veli

Kapıda Kalınca

Karakol Nezarethanesinde

Kararsızlık

Kardeşime Ceza

Kendi Kendine Gelin Güvey Olmak

Kendimle Konuşmalar

Kırmızı Kart

Kış Geliyor…

Komünistlik Belası

Komünist Zanlısı Hayri Balta’nın Mektubu

Komünizm Propagandası Yapan Memur

Konuşacak Yüzü Yok

Kör Salih

Kurban Bayramı

Kültürel ve Ekonomik Durumumum

L

Laklakı ile Geçen Günler

Limon Gibi Sıkmış Suyunu Çıkarmışlar

M.

Mason Kahvesi

“Mevlana Gecesi”

Milliyetçiliğin İlk Koşulu

Misyoner Neye Uğradığını Şaşırdı

Mide Kanaması

Muhtar Atmaz

MHD Öğrencilerine Genelge Muzaffer Hemşireye Mektup

Müzik Aşkı

Müzik Öğretmenliğim

N.

Nefis Muhasebesi ve Yeniden Doğuşun Başlangıcı

Nefret Çemberi

Ne Hal Bu Hal

Ne Mutlu Hocası Olanlara

Notlarıma Baktığımda…

O

Okuduk Ama Nasıl?..

Okunanlar ve Okunacaklar

Olumsuz Koşullar İçinde Bir Yaşam

Olası Tarih Soruları

35 Yaşından Sonra

Ö

Öğrenmenin Kuralları

Önemli Olan

P.

Para ile Ders

Pavyonsuz olmaz

Perişanlık

Program

Ptt Müdürlüğüne Gaziantep

R.

Ruhuma Ayna

S.

Sabretmek Gerekiyor

Sakıp Erdem

Sakıp Erdem Konuşmaları

Sanki Suç İşledik

Saygı Duyulacaklar

Sayın Cahit Şenol

Sayın Müdürüm

Sekreterimin Yaptığı

Selamünaleykümcü

Sendikaya Girmek İsteyince

Sevgili Öğretmenlerim

Söylentiler

SSK Genel Müdürlüğüne…

Susalım mı?

Ş.

Şeytanısını

T

Tanrı’da Olmak

Tedirginlik

Ters Tepki

Tertip, Ailecek

Türkçe Öğretmenliğim

U

Ucuz Kurtulduk

Unesco

Unutkanlık

V

Valinin Selamı

Vatandaşımız

Y.

Yanılgı

Yanlış Yaptım

Yarın Maç Var…

Yaşam Mücadele ile Kaimdir

Yaşanmamış Aşklar

“Yaşam Mücadele İle Kaimdir!..“

Yazı Konuları

Yazmak İstiyorum

Yedi Yıl Sonra Dönüp Notlarıma Baktığım da…

Yeniden Doğuşun Başlangıcı

Yoksulu Düşünür müsün?

23 Nisan

27 Mayıs Askeri Darbesinden Sonra Yapılan Söylentiler

Z.

Zübük

X

GİRİŞ

 

Anılarımın bu bölümü 1962 yılından başlamaktadır. Anılarımı bundan 47 yıl önce tuttuğum notlardan yararlanarak yazacağım.

Örneğin aşağıdaki notları nezarethanede iken yerde bulduğum Tekel İdaresinin çıkardığı Kulüp (Sert Harman) sigara paketinin üzerine yazmışım.

Aradan geçmiş 47 yıl ve ben içinde bulunduğum koşullar nedeniyle bir kere olsun dönüp yazdıklarıma bakamamışım.

O gün nezarethanede iken tuttuğum notlar hemen hemen silinmek üzere. Okumakta güçlük çekiyorum. Yazdıklarıma mercekle bakarak okumaya çalışıyorum. Bakalım ne kadarını aktarabileceğim.

Erinmeyelim, hemen başlayalım. Bakalım, neyle karşılaşacağım.

X

MİLLİYETÇİLİĞİN İLK KOŞULU…

 

Maarif Kahvesi yanında bulunan gazetecide vitrine asılı duran gazetelere bakıyordum.

Bir de baktım Zekeriya Beyaz başucumda. Yılışık yılışık gülüyor bana… Zaten kötü niyetli insanlar gülerek yaklaşır insana…

Göz göze gelince:

“Selamünaleyküm!..”  diye selam verdi.

Biliyordu benim Türkçeci olduğumu. Bilinçli olarak beni kışkırtmak istiyordu…

Altta kalır mıyım, istediğini verdim:

“Günaydın!..” dedim…

Elektrik çarpmışçasına sarsıldı. Mosmor oldu …

“Niçin selamünaleyküm demiyorsun?..”

İşi uzatmak istemedim. Çünkü ağzımdan çıkan sözleri kötüye kullanacaktı.

“Ben, dedim, Türküm!.. Türk olan Türkçe konuşur… Sizler gibi Arap hayranı olanlar da Arapça konuşur!” diye kestirip attım.

+

1500 yıldır çırpınır dururuz bu Arap din ve kültürünün tutsaklığından kurtulmak için.

  1. yüzyılda yaşamış divan şairimiz Mesihi:

 

“Mesihi gökten insen sana yer yok

Yürü var gel Arap’tan ya Acem’den…”

 

Bu durumdan şöyle yakınır ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca:

“Bin dört yüz  yıldır uykuda hala,

Uyarmazsan uyanacak gibi değil!..”

Gaziantep’in Üç Hoparlörlü İmamı Zekeriya Beyaz da milliyetçilik taslıyor bana.

+

Bunlar hem milliyetçiyiz diyorlar hem de Arap din ve kültürünün propagandasını yapıyorlar…

Milliyetçiliğin ilk koşulu Türkçeye saygı göstermektir…

 

Hayri Balta, 6.6.1961

X

KARAKOL NEZARETHANESİNDE

 

Soğuk bir Şubat günü idi. Her taraf ayaz kesiyordu. Takvim yaprakları 2 Şubat 1962’yi gösteriyordu. Ben geceyi karakol nezarethanesinde geçirecektim.

İçerde bir somya vardı. Üstünde bir şilte… Pis pis kokuyordu.

Atıldığım odanın tavanı yamuk bir biçimde idi. 4 metrekarelik daracık bir yerdi. Eski bir portakal sandığının parçalarını yan yana koyarak  oturak yapmışlar.

Yerde benden önce gelen konukların içtikleri sigaraların göpçükleri. Boş sigara kapakları, boş kibrit kutuları, sönmüş kibrit çöpleri…

Anlaşılan içerdekileri tuvalete götürmemişler onlarda odanın köşesinde ihtiyaçlarını gidermişler. Akan sidik uzantıları odanın ortasına doğru geliyordu. sidik kokusu insanın genzini yakıyordu.

Sağımdaki duvarın deliğinde ise buruşmuş yağlı kâğıtlar. Anlaşılan benden öncekiler helva ekmek yemişler, yağlı kâğıdını da duvarın deliğine sokuşturmuşlar…

Beni getiren memurun şef dediği, sertçe bir ifade ile: “Al şu sandalyeyi de geç içeride de orada otur, sesini çıkarma!..” dedi.

Loş bir karanlıkta odanın duvarlarına bakıyorum. Benden öncekiler nelerde neler yazmışlar duvarlara. En çok da adlarını yazmışlar; altına da girdikleri tarihi…

Verdikleri sandalye somyanın yanına koydum. Ben de yüzüm kapıya dönük oturmaya başladım. Kapının anahtar deliğinden ışık sızıyordu. Ben de kapıdan sızan ışığa dönük oturuyordum. Karanlık odada kapının anahtar deliğinden sızan ışık insanı teselli ediyordu ve yaşama bağlıyordu.

Niçin gözaltına alındığımı bilmiyordum. Düşünüp duruyordum. 2.2.1962

X

SUSALIM MI?

 

9.9.1961: Kişinin gücü olsa, zamanı olsa, geçim derdi olmasa da bir günde karşılaştığı olayları, kırdığı potları, aldığı renkleri oturup da yazabilse her gün bir roman yazar gibime geliyor.

Şu satırları yazarken usumda sıraladığım beş altı konu var. Ama bende oturup yazmaya güç yok… Yazmak istiyorum dün başımdan geçen olayları.

İş satı yaklaştı. Sakalı kestirmek gerek. Çoluk çocuğa ekmek gerek. Bütün bunlara karşın kendimi güçsüz hissediyorum.

Gücüm olsa dünya olaylarda kırdığım potlar güzel bir yazı konusu olurdu.

Örneğin dün Mahmut Bey’le karşılaştık. “Günaydın!” dedim kendisine. “Merhaba!” dedi bana öfkeyle. “Yahu, dedim, sen hem Türklük davası güdüyorsun hem de Arapların dili ile konuyorsun!”  dedim.

Bana: “siz devrim yobazısınız!” demesin mi? Bir de örnek verdi: “Ordu komutanları, askerleri ‘Merhaba Asker!’ diye selamlamıyor mu?…

Sonra beni suçlamaya başladı. “Sen geçen gün, Fevzi Çakmak için gerici dedin. İhanet ediyorsun ordunun paşasına. Kanıtla bakayım gericiliğini…” diye beni sıkıştırmasın mı? Ne desem aleyhime olacaktı…

Tartışmayı keserek kaleme geçtim. Kamil Ağa, ben selam vermeden bana: “ Aleykümselam!” deyince “Günaydın!” dedim ve ekledim: “Türk olan, aleykümselam demez, Günaydın!” der.

Bozuldu böyle deyince Kamil Ağa. ”Bozdun beni be Hayri Abi…” dedi.

Bozulsun ne yapalım. Binlercesi de beni bozuyor Türkçe’ye sahip çıktığım için…

Bu ne ki “Selamünaleyküm-Aleykümselam…” Bunlar karşısında susup sessiz kalmak daha mı iyi…

Hayri Balta

X

MUHTAR ATMAZ

 

29.11.1961: Muhtar Atmaz bizim Millî Eğitim Müdürlüğünde köy okulları yapan bir müteahhitti. İşe daha yeni başlamıştı. Öyle pek öğrenimi yoktu ama sağduyusu vardı. Temiz iş yapardı. Doğru dürüst bir adamdı.

Ben bu taşeronların ve müteahhitlerin hak ediş raporlarını yazarak avans almalarını sağlardım. Kimileri benimkileri öne al diye ricada bulunurdu. “Emeğini değerlendiririz…” derdi. Ama ben sıra dışına çıkmazdım. Muhtar Atmaz da benim bu huyumu bilirdi ve beni takdir ederdi. Bir gün hak ediş raporu yazdırmak için yanıma geldi. Odada İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay, diğer müteahhit ve taşeronlar da vardı.

Söz, nasıl oldu bilmiyorum Cezmi Öztemir’e geldi. Cezmi Öztemir benim dayım Tahir Öztemir’in büyük oğlu idi. İstanbul’da deri fabrikası vardı. Lise mezunu olduğu için askerliğini Gaziantep Mazmahor köyünde öğretmenlik yaparak bitirmek için gelmişti. O zamanlar lise bitirmişler için böyle bir kolaylık vardı. Tanınmış tiyatrocu Engin Cezzar da askerliğini öğretmenlik yaparak bitirmeye çalışıyordu. Gerek Cezmi Öztemir ve gerekse Engin Cezzar sık sık büromuza girip çıkarlardı. Cezmi Öztemir büromuza girip çıktığı halde beni tanımıyordu; ben de, beni tanamayan bir adama nasıl sahip çıkayım diyordum…

Konuşmalar sırsında Muhtar atmaz; sözü, Cezmi Öztemir’e getirdi:

– Bunun bir nenesi var. Her sene her camiye bir Isparta halısı hediye eder. Bunların kredisi hükümetten kuvvetlidir… Bunlar asil ailedir…

Cezmi Öztemir‘in nenesi (Babaannesi) benim de nenem (Anneannem) olurdu. Mustafa dedem öldüğü için nenem çocuklarının yanında yaşıyordu. Ne malı vardı, ne de mülkü, ne de emekliliği…

Demek istediğim öte yanında bir kuruşu bile yoktu. Değil öyle her camiye bir halı hediye etmek kendisinin üstünde oturacağı bir halısı bile yoktu.

Nenemin bu durumu beni çok üzerdi. Kazancım kendimden artmıyordu ki neneme yardım edeyim. Neneme yardım edememiş olmanın ezikliğini düşlerimde yaşarım. Kimi zaman ben nasıl torunum neneme bir çorap bile alıp hediye edemiyorum diye yakınırım. Bazen düşlerimde Neneme harçlık verdiğim olur…

Muhtar Atmaz’ı, o kadar kişinin yanında yalanlamayı doğru bulmadım. Gerçeği söylemiş olsa idim Muhtar Atmaz’ı utanca boğar, küçük düşürmüş olurdum…  “Ne sözünü ettiğin Cezmi Öztemir benim dayımın oğlu olur; ne de sözünün ettiğin Nenesi benim de Nenem olur dedim.”

Şimdi Muhtar Atmaz’la ne zaman karşılaşsam Nenem hakkında söylediği sözler aklıma gelir ve gülerim…

X

“MEVLANA GECESİ”

 

23.12.1961: Bizi sevenlerden kimileri öneri getiriyordu. “Yahu bunca zamandır müzikle uğraşıyorsunuz. Herkes merak ediyor, ne tür müzik yapıyorsunuz. Bir konser verin de müziğinizi tanımış olalım…”

Bu öneriler üzerine Hocamız konser vermeye karar verdi. Elbette konser için ön çalışma yapmak gerek. Başladık mı ön çalışma yapmaya. Aylarca çalıştık, hazırlandık. Konser vermeye hazır duruma geldik. Konserimizin adını da “MEVLANA GECESİ” koyduk…

Konseri, Öğretmen evi Salonunda (Eski Kilise ve Halkevi…) verecektik. Burasının salonu da sahnesi de büyüktü.

Konser günü salon yarısına kadar ancak dolmuştu. Gelenlerin çoğu Zekeriya Beyaz ekibindendi. O zaman Nurculuk akımı güçlü idi Gaziantep’te. 27 Mayıs devrimine tepkisel hareketlerin odak noktasını bunlar teşkil ediyordu.

Aşağıdaki gibi bir program listesi hazırladık. Bu programı gelen seyircilere vermek üzere çoğalttık. İşte program:

23.12.1961 YILI “MEVLANA GECESİ”NE AİT “MUSİKİDE HAYAT DERSLERİ PROGRAMI:

Eserin adı ve güftesi                                              Usulü                         Sahibi

  1. Dem, Nay ile… Dr.Emin Kılıç Kale
  2. Rast’a Giriş “ “
  3. Rast Peşrevi (1. ve 2. Hane) Sakil Benli Hasan Ağa
  4. Fıhristti Makamattan Rast Satırları Devr-i Revani Hindi Ahmet Avni Bey

“Kavli de kaddi gibi “Rast” olsa ger ol mehveşin

Hiç bükülmezdi beli uftade-i hasretkeşin”

  1. Rast Beste Fahte Dr.Emin Kılıç Kale

Secdedir her kande bir büt görsem ayinim benim

Hah Müslüm tut hah kâfir tut budur dinim benim

  1. Rast Nat-ı şerif’ten bir parça Darb-ı Türki    Buhurizade Mustafa  Itrı Dede
  2. Hüseyni’ye Giriş Dr. Emin Kılıç Kale
  3. Hüseyni Peşrevi, 1 ve 2. Hane Devr-i Kebir    Ahmet Dede
  4. Hüseyni Satırları, Fihristti Makamat’tan Düyek    Ahmet Avni Bey

Pestten eyler niyaze, saydı çün ol dilberi

Dil bulup ruhsat “Hüseyni”ye çıkardı işleri”

  1. Hüseyni ayininden bir Parça Devr-i Revani Hindi          Lâ edri (Bilinmiyor)
  2. Hüseyni İlâhi Evsat                                “     “     “

“Ravzana çün yüz süren bulur eman”

  1. Hüseyni Nefes Ağır Düyek “     “    “

“Yüzün gördüm dedim Elhamdülillah”

+

Ne var ki konserin yarısında bizim milliyetçi ve mukaddesatçı seyircilerin tümü hep birden ayağa salonu terk etti.

Bizim Osmanlıcıları Osmanlı müziği sarmamıştı.

İşin en ilginç olanı ise böyle bir müzikle uğraşan bizleri başta Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç olmak üzere, milliyetçi ve mukaddesatçıların, “Komünist” diye Emniyete jurnallemesidir…

Bunların cehaletlerinin boyutunu bu örnek bile göstermeye yeter…

Komünistlik nerde… Biz nerde…23.12.1961

X

  1. PTT Müdürlüğüne Gaziantep

11.1.1964

11.1.1964 günü saat 11’ri 5 geçe 03 numaradan Hatice Kale Ankara ile görüşmek üzere telefona çağrıldı.

Telefona çağrılan Hatice Kale, Ankara, PTT Genel Müdürlüğünde kontrol Mimar Mühendis olarak çalışan oğlu Polat Kale ile konuşacaktı.

Ne var ki oğlu ile iletişim kuramadı, konuşmak mümkün olmadı.

Bunun üzerine Hatice Kale,

“Santral, santral! Konuşamıyorum…” diye santralı aradı. Karşısına küçük bir çocuk çıkınca Hatice Kale çocuğa:

“Oğlum, biz Ankara ile konuşuyoruz aradığım sen değilsin. Bunda bir yanlışlık var…” dedi.

Bu sırada araya santral memuresi girdi. Hatice Kale’yi:

“Konuşsana, Niçin konuşmuyorsun? Salak salak ne duruyorsun?” diye tersledi.

Neye uğradığını şaşıran Hatice Kale,

“Hele sen bak kimse çıkmıyor…” diye  telefonu bana verdi.

Telefonu alınca benim de karşıma bir çocuk çıktı. Çocuk bana,

“Babasını aradığını, babasının adının Metin Özgözen!” olduğunu söyledi.

Çocuğa,

“Bunda bir yanlışlık var küçük! Aradığımız sen değilsin!” dedim.

Bu sırada araya giren santral memuresi,

“Salak salak ne konuşuyorsun, salak adam!” diye beni de tersledi ve öfke ile telefonu yüzüme kapattı.

Kapatmadan önce daha başka öfkeli  bazı sözler söyledi ise de pek anlayamadım.

Telefonun kapanması üzerine 03’ten santral memuresini aradım. Karşıma çıkan bir başka bayan,”03’teki Bayan Memureyi ne yapacağımı sordu. Kendisine,

“Ona, biraz daha nazik ve kibar olması gerekeceğini söyleyecektim!”

Sözlerim üzerine bayan memure olayı yaratan memureyi bana verdi. Kendisine durumu anlatıp,

“Biraz sakin olması gerektiğini…” söyledim ama sözümü bitirmeden öfke ile bana,

“Babanızın uşağı mı var… PTT size mi çalışacak? Elbette derim ya!” diyerek adımı sordu. Adımı, soyadımı söyledikten sonra ben de kendisine adını sordum.

“Adımı ne yapacaksın? Benim kim olduğum sizi ilgilendirmez. Vermeyeceğim işte…” diye söylenip durdu.

Kendisine;

“Bak ben adımı verdim. Sen adını vermeye korkuyorsun. Çünkü yaptığını sen de beğenmiyorsun… Hadi güle güle!..” diyerek telefonu kapattım.

Durumu bilgilerinize arz eder; bu gibi yakışıksız davranışlar içinde bulunan memur ve memurelere gereken uyarıların yapılmasını arz ederiz…

Saygılarımızla, 11.1.1964

Hatice Kale                                 Hayri Balta

Amerikan Hastanesi Saymanı    Amerikan Hastanesi Muhasebecisi

X

BİR YABANCI DİL ÖZLEMİ

 

Notlarıma bakıyorum. Kendi kendime bir hareket planı çizmişim. A, b, c, d,e olarak sıralamışım. (a) bölümünde kendime şöyle seslenmişim:

“ (a) İngilizce dersine özel önem verilecek İlmin kapısı bir de yabancı dil bilmektir. Bir yabancı dil bilmeyenlerin bildikleri boşunadır. Bu konuda Amerikalılardan yararlanılacaksın. Amerikan Hastanesinde çalıştığına göre İngilizceyi öğrenmelisin. Böyle bir ortam İngilizce öğrenmek isteyenlerin bir daha eline geçmez.

Bu arada uyku ile mücadele etmelisin. Uyuyacağına derslerine çalış. Uykudan fedakârlık etmezsen bilgisiz kalırsın; yerler seni. İyi bir daktilonun İngilizce bilmesi gerekir…”

1.3.1962 yılında düştüğüm bu notlara karşın İngilizceyi öğrenemedim. Amerikan Hastanesinde çalışan Amerikalılarla aramızda bur duvar vardı sanki. Onların çalışma saatleri yoğundu. Bizim de… Bir türlü konuşmamız kısmet olmadı.

Oysa daha sonraları İngilizce kurslarına da gittim. Zaman zaman İngilizce derslerine de çalıştım. Ortaokulda ve Lise de İngilizce derslerimiz de vardı. Ancak bildiklerimi unuttum. Çünkü bir dili öğrenmek için çevredekilerle İngilizce pratik yapma zorunluluğu vardı. Pratik yapmayınca da bildiklerimizi de unuttum.

Hâlâ kitaplığımda İngilizce ders kitapları var. İngilizce ders kitaplarına özlemle bakıp duruyorum. Ama artık gücüm de yok, zamanım da yok. Bu güne değin ihmal ettiğim İngilizce kitaplarına bakacak yüzüm de yok.

(b) bölümünde de şöyle seslenmişim kendi kendime:

“ (b) Musiki dersine özel önem verilecek. Önce Nay (Ney) üfleme öğrenilecek. Sonra kemana başlanacak.

Yeter bu utanç verici durum. Herkes Nay üflerken senin bakıp durman olur mu? Bir sen kaldın çalgı aleti çalmayan… Eğer bir çalgı aleti çalamazsan başına biterler. Gazeteleri, dergileri ve kitapları az oku. Musikiye daha fazla zaman ayır. Musikiyi öğren. Sesleri tanı; uyuma ve kendini daha fazla aldatma. “

1.3.2009 tarihinde böyle seslenmişim kendime. Bu seslenişten sonra Nay üflemeyi öğrendim. Öyle ki bir başkasına öğretecek kadar da iyi üfledim. Ne var ki musiki kulağım yok. Ben sesleri ayırt edebiliyorum ancak. Ama kimileri var ki iki ses arasındaki 9 komayı bile ayırt edecek kadar doğuştan kulak sahibi…

Kalp krizinden sonra ne Nay’ı ne de Tef’i elime alabildim. Birkaç kere denedimse de baktım nefesim  ve gücüm yetmiyor. İngilizce kitapları gibi bunları da bıraktım. Şimdi Naylarım ve Tef acıyarak bakıyor bana duvardaki yerlerinden.

(c) bölümünde de şöyle seslenmişim kendi kendime:

Ortaokul derslerine çalış; hem bilgin artar, hem de kültürün…

Dergi ve gazeteleri okumayı son plana al; ortaokul ders kitaplarına çalışmayı öne al.

Ne çıkar dergi ve gazete okumaktan; adama, bir ortaokul diploması bile yok derler.

Bu sıkıcı meslekte ne zamana kadar bekleyeceksin. Bu durumdan kurtulman gerek. Bunun da yolu öncelikle bir ortaokul diploması almaktan geçer; yoksa bir ölüden farkın kalmaz; yaşayan bir ölü…”

Bu satırları hareket planına aldığımda daha Akşam ortaokulu açılmamıştı. Amacım ortaokul ders kitaplarına çalışarak dışardan sınavlara girip okulu bitirmekti. Öyle ki bir keresinde Ortaokul 1, 2 ve 3. sınıfın bütün dersleri sınavlarına girdim bir dönemde. İlk girişimde yalnız dört ders kalmıştı vermediğim.

Biz okul dışından sınavlara girenlerin çokluğunu dikkate alan okul idaresi Millî Eğitim Bakanlığına başvurmuş; okumak isteyenlerin çokluğunu ileri sürerek bir Akşam Ortaokulu açılmasını istemiş.

Bunun üzerine kentimizde Akşam ortaokulu açıldı. Benim Ortaokulun bütün derslerinden dört dersim kaldığı halde ortaokula devam kararı aldım. Böylece 24. sıraya kaydımı yaptırdım.

Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da bu hareket planımda başarılı oldu. Tam 16 yıllık bir mücadele ve azim sonunda 49 yaşında avukat olmayı başardım. 10.9.2009

+

(d) bölümünde de şöyle seslenmişim kendi kendime:

Daktiloda kusursuz ve hızla yazmaya önem verilecek. Kusursuz yazabilmenin ilk koşulu da Türkçe / Dilbilgisi konusunu iyi öğreneceksin. Bu bilgi senin hızlı yazman yanında kusursuz yazmanı da sağlar. Hem hızlı hem de yazma ve noktalama bakımından kusursuz olmaya özen göstereceksin. Senin asıl mesleğin daktiloda yazı yazmaktır. Sıkışırsan, darda kalırsan seni kurtaracak olan daktilo ile yazı yazmak olacaktır. Ekmeği ancak daktilodan yiyeceksin. Bunun için de daktiloyu ilerletmelisin. Eğer çalışma sırasında uykun gelirse yüzüne su serp gitsin… Bu arada Sosyal adalet Dergisi ile Yön Dergisini okumayı da ihmal etmeyeceksin…”

Bu hareket planında da başarı oldum. Tahmin ettiğim gibi ekmeği de daha çok daktiloda hızlı ve kusursuz yazmak sayesinde yedim. Çünkü hızlı ve kusursuz yazmam çok işine yarıyordu işverenlerimin.

Daktilocu olmamın bir yararı daha oldu. Anılarımı, günlüklerimi, öykülerimi e fıkralarımı öğle yemeği tatilinde yazıyordum. Herkes öğle yemeği için çıktığında ben makinenin başına geçiyor yarım saat içinde günlük yazımı yazıp ondan sonra yemeğe çıkıyordum. Günlerim böyle dolu olduğu içinde yazdıklarıma ancak 47 yıl sonra bakma olanağı bulabildim…10.9.2009

Bitmedi, sürecek 28.9.2009

X

KARDEŞİME CEZA

 

Kardeşim Hasan Hoca’ya gelerek:

“Öğrenci olmak istediğini…” söylemiş.

Hoca da:

“Hele gel git! Beğenirsen işi kolay…” demiş.

Hasan Hoca’nın bu sözlerine üzülmüş.

Hoca bir gün bana sordu.

“Kardeşinden ne haber?” dedi.

“Size öğrenci olacağını söylemiş ama bana bir şey demedi…”

“Peki ona dersin ki: Az da olsa Hoca’nın beş dakikalık zamanını almışsın. Hocanın zamanı kıymetli imiş… Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmeli imişsin…Şimdi Hoca’nın zamanını aldığın için bir lira vermekle cezalandırıldın. Yine gelip Hoca’nın zamanını alabilirmişsin. Fakat yine cıvırsan başına geleceği kimse bilmezmiş…” dersin dedi.

Hoca’nın söylediklerime kardeşime söylediğimde:

“Ben cezamı gidip kendim öderim dedi…” 7.8.1960

X

AKŞAMLAR

4.2.1962

Akşamları severim. Öyle yüksekçe bir tepeden güneşin batışına, bulutların kızıllaşmasına bakarak değil de; daha çok kentte, caddelerde, kaldırımlarda severim ben akşamları…

Kış günlerinin akşamları daha çok sarar beni… Akşamları caddelerin görünümüne doyum olmaz.  Resmi iş yerleri , okullar, sinemalar boşalır akşam üzeri. Derken arkasından okullar… Kalabalıklardan geçilmez olur kaldırımlar…

İşte bu saatlerde işinden eve dönenler yok mu? Vurulurum onların evlerine dönüşlerine… Yorgun argın, düşünceli düşünceli bir yürüyüşleri var ki, seyrine doyum olmaz.

Elinde bir sepet; ya sebze, ya meyve, ya da başka bir yiyecek; muhakkak sepette ekmek… Boynunu içine çekerek yorgun argın, dalgın dalgın gider evine…

Bu kalabalık ortasında, akşam karanlığında,  birbirinin peşi sıra giden önü ve arkası renk renk ışıklı arabalar…İnsanı yıldızlar alemine atar…

Hele cadde boyunca sıralanan dükkanların, mağazaların, işyerlerinin ışıkları…Bu renk cümbüşünün kente verdiği görüntü bambaşka akşamları…

Akşamları ışıklar ortalığa çıkar; akşamlar yaşama ışıklar katar…Işıklar insanlara hava atar…

Bu ışıklar arasında evlerine dönenler yok mu? Ne seyrine doyum olmayan bir görüntü…

Bu görüntüler arasında insanlar aynı duygularla evlerine doğru koşar; havadaki kuşlar gibi yuvalarına döner…

İşte akşamlar böyle olur bizim kentte. Herkes evine döner; dolu dolu sepetlerle, filelerle, içlerinde ekmekle, sebzelerle, meyvelerle…4.2.1962

X

ESİN GELMEDİKÇE

 

Yazı yazabilmek için kendimi zorladığım olurdu; bu zorlamalar esin geldi sanıp da masanın başına oturduğumda olur genellikle. Kağıdı önüme koyduğum, kalemi elime aldığım halde; bir sözcük yazabilmek için dakikalarca beklediğim olurdu. Kağıtla kalem burun buruna gelerek bir şeyler yapabilmek için  homurdanır dururdu… Ancak boşa, esin gelmezse ne yapsan boşuna olurdu…

Bu nedenle zorlamam kendimi. Muhakkak vakti saati gelmeli; yani esin gelmeli. O zaman kendiliğinden dökülür kağıt üzerine sözcükler…

İnsanın yazdığı yazıyı başta kendisinin beğenmesi gerekir; işte esin gelmeden yazılan yazılar beğendirmez kendini…

Bu durumda yazabilmek başlı başına bir derttir. “Ah! Bir başlayabilsem, gerisini getiririm!” dersiniz… Dersiniz ama esin gelmeden başlarsanız başladığınızı bitiremezsiniz… Yazılan sözcüğü siler, yeniden yazarsın. Karalar yine yazarsın.  Yazdıklarını beğenmezsin, buruşturarak atarsın… Yazma eylemi sıkıntıya dönüşür…

Başınızı ellerinizin arasına alır, alın derilerinizi ufalar, böylece kendinizi zorladığınız halde yine yazamazsınız. Bırakmak istersin yazmayı, kolay kolay bırakamazsın da…

Zaten böyle durumlarda yazmayı bırakarak, dışarı çıkıp biraz gezmek, bir parça hava alarak esin gelmesini beklemek gerekir…

Esin gelmeden yazmak için kendini zorlarsan; kafan don kazanı gibi olur. Yani sen öyle hissedersin. Kafanın içi bomboş… Büyükçe boş bir kazan gibi gelir insana kafası… Buna psikolojide sürmenaj deniyor.

Dedim ya, yazı yazabilmek için konunun içten doğup gelmesi gerekiyor. Zorlama ile olmuyor. Zorlama ile yazılan yazı da beş para etmiyor; yazıdan başka her şeye benziyor. Yüz kararası oluyor yazar için esin gelmeden yazılan yazılar…

Muhakkak yazma isteği doğup gelmeli içinden. Zoraki yazsa da insan beğenmiyor yazdıklarını… Muhakkak esin gelmeli, yazı yazmak isteği içinden coşup gelmeli…5.2.1962

X

DÖKÜŞME

 

Yaşama sağlıklı gelmişim. Kendimi bakıcılar, korucular arasında bulmuşum..

Büyüdükçe hatır soranlarım da, yüze gülenlerim de, davranışlarımı hoş görenlerim de olmuş.

Yakından uzaktan, köylüsünden kentlisinden küçüklü büyüklü akrabalarım, yakınlarım; hatırımı sorardı komşularım. .

Oyun arkadaşlarım, iş arkadaşlarım da vardı, hem de sayısızdı.

Yaşama bunların arasında atılmışım. Hepsi de güler yüzlü sevecendiler. Dinçtiler, hatır soran, şefkat gösterendiler.

Toz Pembe görünürdü o zamanlar dünya gözüme… Şimdi tütüyor o dünya gözümde…

Acılarımızı, sevinçlerimizi paylaşırdık aramızda…

Çok neşeli idik. Bütün mevsimler sanki bahardı. Aylar günleri kovaladı, yıllar ayları.

Dedeler, neneler; babalar, analar ölmüş; teyzeler halalar, dayılar; şimdi öbür taraftalar…

Babam, anam, dedem, nenem, amcam, halam yanında,, dayılarım, teyzelerim… Ne güzel günlermiş o günlerim.

Beli bükülmüş, yel girmiş ayaklarına kalanların…

Komşu kızları gelin olmuş, çoğu çocuk getirmiş…

Komşu çocukları ekmek derdine düşmüş, birbirinden kopmuş…

Görünmez şimdi uzak yakın akrabalar, konu komşular…

Arkadaşlarına gelince bir selamlaşma kalmış bir de anılar…

Ne eski güler yüz, gençlik, ne dinçlik, ne dirlik….

Ne neş’e, ne eğlence, uğramaz oldu semtimize…

Dönüp bakıyorum dökülenlere; farkına varmadan olmuş bir döküşme…

Nasıl da çabuk geçmiş; günler, aylar, yıllar…

Dostunuz şimdi yalnızlığına ağlar…

X

BİR BELEŞÇİ

 

Bir  ilkokul öğrencisi. 10-11 yaşlarında….

Koltuğunda bir deste gazete.”Ulus, Akşam, Havadis yeni geldi!” diye bağırarak gitmekte.

Bağırarak gazete satıyor. Hızlı hızlı koşarak elindeki gazeteleri satmak istiyor. O kaldırımdan o kaldırıma, o dükkândan o dükkâna girip çıkıyor.

Bu arada 30-35 yaşlarında, kılığı kıyafeti düzgün biri çocuktan bir gazete istedi. Ayaküstü eline aldığı gazetenin sayfalarını çevirip bir göz gezdirdi…

Küçük gazetecinin eli hava kalmıştı. Ama gazeteyi alan para vermeye yanaşmamıştı.

Acele acele sayfaları çevirip bakıyordu. Aradığını bulamamış olacak ki gazeteyi katlayıp çocuğa verdi. Çocuk ise bu kılığı kıyafeti düzgün adamın yaptığına akıl erdirememişti.

Gazeteyi geri aldı adamın elinden; diğer gazetelerin arasına koydu ve “Gazete, yeni geldi!” diyerek yeniden koşmaya başladı.

Beleşçi benim kendisine baktığıma görünce hiç seslenmedi. Yalnızca yılışık yılışık güldü ve çekip gitti.

X

NEFİS MUHASEBESİ

ve

YENİDEN DOĞUŞ’UN BAŞLANGICI

 

Dönüp geçmişime baktıkça utanca düşüyorum. Acınacak, sıkılacak, utanılacak görüntülerle karşılaşıyorum. Bunları ben mi yapmışım, ben böyle mi imişim diyerek ağladığım, acı duyduğum çok olmuştur.

Kendi aptallıklarımı, kendi haksızlıklarımı, kendi yanlışlarımı gözlerimin önünden geçirince “bunları nasıl yapmışım” diye hayıflanıyorum.

Bu sorumsuzlukları nasıl yaptığımı ben de bilemiyorum.

Arada bir kendimi yargılıyorum. Toplumun vereceği yargı benim için önemli değil; çünkü hiçbir yargıç beni benim kadar bilemez, yargılayamaz ve cezalandıramaz….

Bu geçmişle nasıl yaşacağımı düşünüyorum.

Geçmişimden kaçıp gizlenmek istiyorum bir yerlere. Nereye gitsem, nereye gizlensem, yine kendi yanlışlarım çıkıyor karşıma.

Geçmişim benimle birlikte gidiyor gittiğim her yere… Nereye gidebilirim ki, geçmişim bende, içimde…

Peki, böyle bir adamın yaşamaya hakkı yok mu? Yaşamasın, kendini öldürsün mü?

Sorunun yanıtını yine ben veriyorum. “Hayır, ölmeyeceksin, yeniden doğacaksın… Geçmişinle yaşacaksın; ancak geçmişinden ders alacaksın…”

Şimdi çok mutluyum; çünkü kendimi tanıyorum…

Artık bütün kötülüklere öldüm, yeniden doğdum…

Olgunlaşmak istiyorum; geçmiş yanlışlarıma çakılıp kalmak istemiyorum. Bazen şöyle diyorum: “Geçmiş yanlışlarım olmasa ben nasıl böyle olgunlaşabilirim?..”

Anlaşılan olumsuz davranışların da olması gerekiyormuş insanın olgunlaşması için…

Olumsuz davranışlarımı değerlendirerek olgunlaşmak istiyorum.

İşte böyle¸kendimi bildiğim ve bir hedef belirlediğim için çok mutluyum.

Kuran’da şöyle bir ayet var. Tam bana göre:

“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!” (K. İsra. 17/14) – 1.10.1962

X

KOMÜNİSTLİK BELASI…

 

Bir bardak sütle peynir ekmek pekmezdi sabah kahvaltısında yediğim. Saat 11’e geldiği halde daha yediklerimi hazmedememiştim. Evde duramadım. Çocukların ağlaması yüzünden kaçarım ama ne kaçarım…

Zorlukla yürüyorum caddelerde, sokaklarda… Hazmı çok zor, duracak halim yok ayakta.  Bir yazlık kahveye giriyorum. “Oturup dinleneyim!” diyorum.  Oturamıyorum da, dinlenemiyorum da…

Yoldan gelip geçenlere bakıp oyalanayım diyorum. Bir sıkıntı, bir acı var içimde… Oldu olası bu süt ağır gelir bana…

Gazete okuyayım bari diyorum… Gazeteyi de okuyamıyorum.

Daireye geliyorum. Ayakta durur halim yok. İçimde bir basınç var sanki başıma doğru… Aklıma Hasan Dedemin süt içtikten sonra kalp krizi geçirerek öldüğü geliyor.

Dairede de duramıyorum. Biraz çıkıp gezeyim diyorum.

Güçlükle yazıyorum şu satırları. Boş duramadığım için yazıyorum bu satırları. Yoksa yazacağımdan değil…

Acaba diyorum bunların hepsi stresten mi? Nereden çıkardı bu teyzem oğlu komünistlik belasını başıma. Böyle teyze olur mu? Ne biçim adammış bu? 22.4.1962

(G. T. 16.11.2009)

X

ZÜBÜK

 

12.6.1962 Evde eşimin pişirdiği kabak kavurmasından yemiştim. Dişimi fırçalamak aklıma bile gelmemişti. Yemekte bulunan biber salçası ön dişimin üstüne yapışmış. Öyle duruyormuş kıpkırmızı…

Kuşakçıbaşı ve yanındaki Tuncay’la karşılaşmayayım mı? Tam adamlarına rastlamıştım. Bunlar ilerden bire beni suçlamak için uğraşır dururlar.

Bana:

“Ağzını yıkamamışsın, bari sil!” demesinler mi… Ne kadar mahcup olduğumu tahmin edemezsiniz…

+

18.6.1962 Müfterilerin evinin önünden, işyerlerinin önünden gidip gelmek istiyor canım… Onlarla karşılaşmayı, selamlaşmayı istiyor canım… Böylece onların karşımda ezilmişliklerini, yıkılmışlıklarını görmek istiyorum. Bundan da tanımsız zevk alacağımı sanıyorum. Gerçi bu duygu iyi bir şey değil;: değil ama onların yaptıkları da  çok kötü. Çok kötü  oyuna getirdiler beni… Bana pek koyu bir kara çaldılar. Saflığımı kötüye kullandılar…

Ne kadar alçakla idi o gazetelerde yaptıkları iftiralar. Ne yaman aşağıladılar beni…

Emniyetle işbirliği yaptıklarını nasıl olmuş da anlayamamıştım. Çok üzülüyorum bir aptal yerine konmuş olmama… Ama bütün bunların acısını çıkarıyorum şimdi. Ne yalan söyleyeyim sokaklarda kendileri ile karşılaşmak için geziyorum genellikle… Çünkü beni görünce kaçacak delik arıyorlar da…

Bazen karşılaşıyorum da… Beni görür görmez uykudan uyanmış gibi dikleşiyorlar. Beni görür görmez terbiye edilmiş bir uşak gibi iki kat oluyorlar…

Gülerek, zevkle seyrediyorum müfterilerin düştükleri bu ruhsal durumu… Bitmişler, ölmüşler… Günah, kötülük, işte böyle küçültür adamı. Belki de bana öyle geliyor…

Kolay mı bir adama iftira atmak…  Onun iyi niyetini sömürmek… Onu rezil etmek. Mahkemelerde süründürmek…

Tutmadı attıkları iftiralar. Şaşkınlık içindeler… Bitkinlik içindeler. Cezalarını çekiyorlar şimdi.  Yüzüme bakamıyorlar, benimle karşılaşmak istemiyorlar. Benimle karşılaştıklarında hangi yöne bakacaklarını şaşırıyorlar…

Kaçırıyorlar gözlerini gözlerimden. Ben ise gözlerinin içine bakarak ruhlarındaki pislikleri görüyorum. Ruhlarının derinliğine girerek varsa biraz insanlıkları onu da almak istiyorum…

Hoşlanmıyorum bundan, iyi bir şey değil ama. İnsanın elinde değil ki.

Ama ben bunlara insan gibi baktım. Ben kendisine: “Olur böyle şeyler; aldırma!…” dedim. Teyzem oğlu bana: “Zübük!” diye bağırdı ve uzaklaşıp gitti… Bu da benim çok zoruma gitti… Bunu duymamıştım; bunu da duymuş oldum…

X

“GÜT!” DİYE BİR SES

 

Dün çocuklar biraz temiz hava alsın diye İstasyon tarafına götürdüm. Temiz hava, sessizlik iç acıcı idi…

Elçin’le Gülçin oynadılar da oynadılar. İkisi birden gülüp eğleniyordu. Sandalyelere, sıralara çıkıp çıkıp iniyorlardı. Bu arada ben de bir onlara bir de elimdeki dergiye göz atıyordum.  Birden “Güt!” diye bir ses duydum. Hop etti yüreğim! Sağdan soldan “Çarptı, çarptı!” sesleri geliyordu.

Bir de baktım, Gülçin oturduğu sandalyeden tepesi üstü betona çakılmış; cambazlar gibi ayakları yukarda tepesi üstü, öylece duruyor…

O durumda yardıma çağırırmış gibi bana bakıyor. Kahveci, ben ve birkaç kişi hep birden koşuştuk. Gülçin’i yerden kaldırdık. Hem ağlıyor, hem de boynuma sarılıyordu…

Başını, boynunu yokluyorum kırık çıkık var mı yok mu diye. Yok… Yalnızca dudağı patlamış, ağzından kan geliyor. Hemen eve dönüyoruz. Gülçin; beni teselli etmeye çalışıyor: “Baba! Bak bir şey olmadı…” diyor.

Durmadan bana sevgi gösteriyor. Durmadan sarılıp sarılıp beni öpüyor, ben de kendisini…

Benim gözüm Gülçin’in üzerinde; bir türlü rahat yatıp uyuyamadı gece… Dalıp dalıp gidiyor, irkilerek uyanıyor.

Sabah oldu Gülçin uyanmıyor, öğle oldu Gülçin uyanmıyor, ikindi oldu Gülçin uyanmıyor. Soğuk soğuk terliyor.

Ne de güzel uyuyor. Bir şey olmayaydı bari… 28.6.1962

X

MHD ÖĞRENCİLERİNE

GENELGE

2.10.1962

 

 

Yeni bir yaşam ve inanç felsefesi doğmuştur. Hepimiz bu yolun yolcusuyuz.

Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini, kendin tarafından yargılama yoludur. Bu yol kusurlarını giderdiğin takdirde kendini beğenme yoludur.

Kendimizi beğenelim. Kendimizi beğenmiyorsak kusurlarımızı gidererek beğenmeye çalışalım. Kendimi beğenmek için düşünce ve davranışlarımızı durmadan gözden geçirmeliyiz. Olumlu düşünce ve davranışlarımız var diye. işimiz bitmiş sayılmaz. Olumlu düşünce ve davranışlarımızın etkisi altında kalarak kendimizden geçmemeliyiz. Olumsuz düşünce davranışlarımızın üzerinde duralım. Onların üzerine yüklenelim. Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımı istersek, bizden daha iyi gören, bizden daha iyi duyan, bizden daha iyi bilen kimse olamaz, olması doğa yasalarına aykırıdır.

Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımızı, görmek istersek, en iyi biz görebiliriz. Olumsuz düşünce davranışlarımız olacak. Çünkü 20. asrın olumlu bilgelerinin ışığı altında, sağduyu sahibi olarak kabul etmeliyiz ki, atalarımız hayvan âleminden gelmektedir. Bunu göz önünde tutarak olumsuz düşünce davranışlarımızı olumlu hale getirmek zorundayız. Bu yolda kararlı olarak direneceğiz. Bunu yapmadığımız sürece kendimizi beğenmeye hakkımız yoktur. Çünkü insan görünüşünde hayvan olarak kalmayı benimsemiş oluruz.

Düşünce davranışlarımızda olumlu omluk için çaba göstermeliyiz. Bu çaba zor olacaktır, yorucu olacaktır, çok sürecektir; ancak yılmayayım, çalışalım, çalışalım, çalışalım…

Şimdi yeni düşünce ve yaşayışımız yüzünden acılara katlanmaya hazır olalım. Düşünce ve yaşayışımız yüzünden bizlere yapılacak olan tedirgin edici suçlamalar karşısında sabırlı ve sessiz olmalıyız. Uğrayacağımız haksızlıklar, eğer özden isek, bizleri dünya görüşümüze daha çok bağlayacaktır.

Uğrayacağı haksızlıklar karşısında dönüş yapanlar kişiliklerini yitirmiş olurlar.

Birbirimizin yaşamı ile yakından ilgilenelim. Sorunlarımızı çözmek için bir araya geldiğimiz de kadın, erkek ayrımı yapmayalım. Birbirimizi ziyaret ettiğimizde kadın, erkek ve çocuklarla bir arada olmaktan sıkılmayalım. Çocuklarımızın bizler gibi olmasına yardımcı olalım.

Sorunlarımıza çözüm bulmak toplandığımızda; hep birlikte düşünelim, tek tek konuşalım, konuşmamız gerekirse konuşalım…

Düşünce ve yaşayışımızı sevelim. Düşünce ve yaşayışımız uğruna katlanacağımız acılardan mutluluk duyalım. Gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşayalım. Kendimize güvenelim. Kendimizi beğenmeye çalışalım. Kendimizi beğenme yolunda karışılacağımız güçlüklerden yılmayalım ki yaşamaya hakkımız, ölmeye yüzümüz olsun…

Kendimize karşı sorumlu olma görevi (Sorumlu insan olma görevi) tabiat ana tarafından hepimize verilmiştir. Başkalarının bu sorumluluğu duymaması duyup da yapmaması yüzünden bizleri bu yükümlülükten kurtarmaz. Biz, kendimizden ve kendimize karşı sorumluyuz…

Görevimiz ağırdır, ağır olacaktır. Görevimizin ağır olmasının nedeni insanoğlunun sorumlu yaşamaktan kaçınmış olmasıdır. Bu kardeşlerimize karşı göstereceğimiz sevgi ve örnek yaşayışımız onların da sorumlu olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Kısaca onların da yeniden doğuşlarında payımız olmalıdır.

Yeni bir inanç ve yaşam felsefesi doğmuştur. Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini yargılama yoludur. Bu yol gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşama yoludur. 2.10.1962

X

YEDİ YIL SONRA DÖNÜP NOTLARIMA BAKTIĞIMDA…

 

Evet, 47 yıl sonra dönüp de notlarıma baktığımda olayın başlıca muhbir ve tertipçilerinden olan Cevat Güralp’la olan konuşmaları görüyorum. Kurşun kalemle yazdığım notlar biraz silinir gibi olmuşsa da okunuyor. Bu konuşmaları Gaziler caddesinde, eski Postanenin karşısında yapmışız…

Bu notları o günlerde yaşarken yazdığım için benim için önemi ve doğruluk payı büyüktür. Bakalım neler yazmışım:

Cevat Güralp’ın bir sorusuna yanıt veriyorum:

“Nazım Hikmet yasalara karşı gelmiştir. Onu kimse iyi diye savunamaz. Bizlerse yasalara saygı duymalıyız. Çünkü Anayasamız komünizmi yasaklamıştır. Biz Anayasaya karşı gelemeyiz…”

Anlaşılan o ki Cevap Güralp; ağzımdan laf koparabilmek için Nazım Hikmet hakkındaki görüşlerimi sormuş. Ben de o zamanki düşünce ve inandığım gibi bildiklerimi anlatmışım.

Bu konuşmaları yaparken Teyzem oğlu Necdet Sevinç de var yanımızda. O da bir tuzak soru ile konuşmamıza katılıyor:

“En iyi idare biçimi komünizmdir. Komünizmden başka kurtuluş yolumuz yok!” deyen Necdet Sevinç’e itiraz etmişim.

Şöyle demişim:

“Olamaz öyle şey… O baskı rejimidir. İnsanın elinden hürriyetini alır. Baskı, insan onuruna aykırıdır o rejim. Hele bir de öyle bir rejimin başına yetersiz, muhteris insanlar geçerse bütün teşkilatı ve meclisi uyutur kendine bağlarsa; işin içinden nasıl çıkacağız… İdeal bir yönetimde seçme seçilme hakkı olmalı. Bir rejimde demokrasi  ve sosyal adalet olmalı.

Bu sözleri duyan teyzem oğlu Necdet Sevinç bana çıkışmaya başlamıştı. Nerdeyse ağlayacaktı; istediği gibi komünizmi övmediğim için… Bilmeyerek benim için kurduğu tuzaktan kurtulmuştum.

“Sen devrimci olamazsın!” diye beni aşağılıyordu teyzem oğlu. Kendine göre ben bu suçlamasına karşı çıkarak asıl devrimci benim diye komünizmi övmeliydim. O da gidip Emniyete istediği gibi rapor verecekti. Kendisini teselli etmek için, gönlünü almak için komünizmi öveceğimi sanıyordu. Olmadı…

X

ANADOLUDAKİ AYDINLAR

 

(17.6.1963 tarihli Vatan gazetesinin 3. sayfasındaki “Politika ve Ötesi” köşesindeki Mehmet Kemal’in “ANADOLUDAKİ AYDINLAR” başlıklı yazısını okuduktan sonraki düşüncelerimdir:  …)

 

Açıklamada belirtilen yazıyı okuyunca çok duygulandım. Yazar, sanki bizimle yaşıyormuş gibi yaşamımızı betimlemiş.

Gerçekten Anadolu’nun, özellikle Gaziantep’in, durumu yazıda belirtildiği gibidir. Şöyle ki: Kentimizdeki düşünen aydınlar, caddelerde, sokaklarda, kırlarda gezerken siyasî polisin ezici, kahredici bakışları ile göz göze gelmektedir. Anlayışsız ve ilkel kişiler tarafından parmakla gösterilerek alaya alınmaktadır. Beddualarla, küfürlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca bağnaz vaiz ve hocalar tarafından cami kürsülerinde; Allahsızlığı, dinsizliği, komünistliği dile getirilmektedir.

Böylece asırlarca kendi halinde yaşayıp giden dindar yurttaşlarımızın dinsel ve duygusal duyguları tahrik edilmektedir. Tahrik edilenlerin bir kısmı aydınlara yazılı ve sözlü olarak sataşmaktadır. Bu yüzden laiklik ilkeleri ile bağdaşmayacak ulusumuz için yüz kararı olaylar olmaktadır. Bu olaylarla karşılaşan düşünür aydınlar yurt yönetiminin 27 Mayıs’tan sonra aldığı nazik ve olağanüstü koşulları göz önüne alarak işi başından aşkın üçayaklı bir masada iş görmek sorunda kalan sayın İnönü’ye iş çıkarmamak için susmakta, ortalığın durulmasını sabırla beklemektedir.

Ne var ki aydınların bilinçli suskunlunu “sükût ikrardandır” anlamına alan densizler, Emniyetle de işbirliği yapmış olmanın verdiği güven ve rahatlıkla Arap ideolojisiyle başka ideolojilere bilerek veya bilmeyerek hizmet etmektedir. Karşılaştığı ileri görüşlü yurtsever aydınların üzerine çullanmaktadır. Onlara kara çalmakta, çamur atmaktadır. Üstelik bir de Emniyete komünist olarak fişletmektedir ki bu olaylar yurtsever düşünür aydınların sesini kısmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen yöneticiler biz 27 Mayısçıları; Bayarcı, çıkarcı, ırkçı ve nurculara ezdirmemeli; hiç olmazsa bizleri yasal olarak korumalı ve zorbalar  karşısında dayanaksız koymamalıdır.

Geçmiş dönemin yaralarının sarılması gerekçesi ile aydınların baskı altında tutulması 27 Mayıs’ın ömrünü kısaltmaktan başka bir işe yaramaz.

Aydınlara yapılan bu baskı; aydınları yurt sorunları üzerinde düşünmekten, düşüncelerini söylemekten ve üzerine düşen görevi yerine getirmekten soğutmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen hükümet Atatürkçüleri ve aydınları sahipsiz koymalı; öyle ki desteklemelidir.

Anayasamızda belirtilen düşünce ve vicdan özgürlüğü yanında düşünceleri açıklama özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Bu evrensel değerlerin tek yanlı uygulanmasına seyirci kalmamalıdır. Bu seyirci kalışın komünistliği istenir duruma getireceği ve hâttâ komünizmin işine yarayacağı artık bilinmelidir.

Aydınlara yapılan bu yersiz ve gereksiz baskıdan zarar görecek olan yalnız ulusumuz olacaktır.

Hele Atatürkçülükte duraklama yaparak aydınları nurculukla komünistlik arasında bir seçme yapmaya zorlamak çok büyük bir yanlıştır. 25.6.1963

Hayri Balta

X

KENDİ KENDİNE GELİN GÜVEY OLMAK

 

Bu tarihlerde tanınmış piyanist Suna Kan Gaziantep’e gelmişti. “İlinizde müzisyen var mı?” diye sormuş olacak ki; bizim Hoca’dan söz etmişler. O da merak etmiş, “Mümkünse bir görüşelim!” demiş.

Durumu Hocamıza bildirmişler. O da “Olur, gelsin görüşelim!” demiş…

Gelmiş, Hoca ile görüşmüş; az da olsa biraz konuşmuş. Sonra da zamanının azlığından söz ederek izin isteyip gitmiş.

Öğrencileri Hoca’ya sormuşlar. “Nasıl buldun?” demişler. “Yandı o, vuruldu o!” diye kendisine pay çıkarmış.

Ne var ki Suna Kan bir daha Hoca’nın adını anmamış, Hoca’yı arayıp sormamış.

Bu konu Hoca’ya sorulduğunda Hoca da: “Hayatı kaymış onun; niçin beni arasın?” demiş…

Hocamız bu! Kendi kendine gelin güvey olmayı çok sever… 5.11.1963

X

UNESCO

 

Unesco gelmiş kentimize. Temsiller verip duruyor Halkevi’nde… Sergi düzenlemiş kütüphanelerde. Gidenlerin az olduğundan yakınılıyor. Nasıl gitsin halk çocukları… Biletler pahalı: En az 10 lira.

Parayı veren düdüğü çalıyor. Düdüğü çalanlar hep varlıklı kişiler.

Bildiğime göre Unesco uluslar arası bir kültür etkinliğidir.

Halkın yararlanması amacı ile kurulmuştur. Unesco, Bilgisiz halk yığınlarının bilinçlenmesine katkıda bulunmak için etkinliklerde bulunur.

Gel görelim ki yoksul, bilgisiz halk yığınlarının Unesco’nun kentimize geldiğinden haberi bile yok. Olsa bile her bilet 10 lira, nasıl verecek de 10 lirayı da girecek içeriye…

Gönül isterdi ki halk için parasız olsun. Gelsin, görsün, anlasın dünya nasıl değişmiş…

Ama halk yığınlarının uyanması; ne bizimkilerin ne de batılıların işine gelir…

Çünkü halk uyanırsa şimdiki parti liderlerini barlarda kapıcı, il başkanlarını da yüznumaralara bekçi durdurur. 5.11.1963

(G. T. 4.1.2010)

X

DURUM SAPTAMASI

 

15.2.1964 günü Sayın Öğreticime uğramıştım.

Bu buluşmamızda konu günümüzün durumundan açılmıştı. Bu arada ben, ilerici, saygı değer yazarlarımızdan Çetin Altan’ın da yazılarından ötürü hakkında dava açıldığını söyledim. Bunun üzerine Sayın Öğreticim memleketin durumu hakkında şu görüşlerini dile getirdi:

“Çetin Altan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve diğerlerinin görüş ve düşünceleri hiç de bizden aşağı değildir. Öyle olduğu halde başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememiş olmaları büyük bir eksikliktir. Yok, görüp de hâlâ yazı yazmaya hâlâ devam ediyorlarsa bu da onların davranışlarının anlamsızlığını gösterir.

Biz nasıl vedânâme yazarak sahneden çekildikse; bu yazarlar da başında İnönü’nün bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görerek bizim vedânâme örneği bir yazı ile durumu açıklayıp sahneden çekilebilirlerdi.

Duymalıydık ki; Çetin Altan bir büro açmış avukatlık yapıyor. Falih Rıfkı Atay inşaat müteahhitliği yapıyor. Aziz Nesin nakliyatçı, İlhan Selçuk başka bir işte…

Böyle yapmadıklarına göre başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememeleri büyük bir eksikliktir; yok gördükleri halde yazmaya devam ediyorlarsa ne yaptıklarını bilmemelerindendir.

Adı geçen bu yazarlar “var” sayılırlar. Var mı sorumlu, yok mu sorumlu?.. Elbette var sorumlu… Var sorumlu olduğuna göre; var’lar sorumluluklarının gereğini yerine getirmelidirler. Yerine getirmedikleri sürece başlarına her şey gelebilir; ancak, bizim buna üzülmeye hakkımız yoktur. Üzülmeyiz… Çünkü başlarına gelecek olayın yaratıcıları kendileridir. Bizim başımıza gelenler ise, “Kaza” faslına girer. ”Kaza” ya rıza göstermek gerekir. Netice herhalde olumlu olur…” dedi.

Sayın arkadaşlar, biliyorsunuz, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide mülakatlarımız yayınlanıyordu. Mülâkat bitti. Yakında ise bir imamla olan mektuplaşmamız yayınlanacaktı. Fakat yukarda belirtilen düşünce uyarınca Sayın Öğreticim bana: “Şimdi git, Oğuz Göğüş’ü (Oğuz Göğüş, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı derginin sahibidir.) gör. Ona söyle: Kendisine verdiğimiz imamdan gelen mektup ve İmam’a gönderdiğimiz mektup örneklerinin yayınlanmasını önce biz de arzu ediyorduk. Fakat şimdi o arzumuzdan feragat ettik. Ama yayınlayıp yayınlamamak kendisinin bileceği bir iştir. Yalnız bilsin ki biz yayınlanması isteğimizden caydık, de…” dedikten sonra:

“Şimdi biz, Cetin Altan, İlhan Selçiuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve benzeri yazarların yazı yazmakla iyi bir iş yapmadıklarını, kendilerine düşenin yazı hayatından çekilmek olduğunu söyleyip de bizim irtica ile çatışır durumda olan yazılarımızın yayınlanmasını istemekle biz de eksik iş yapmış olmaz mıyız?..

Biz, başında İnönü’nün bulunduğu bir hükümetle çatışacak, onun düşünce ve planlarını bozacak bir duruma düşmeyiz. Buna hakkımız yoktur. Bizim İnönü’ye saygımız vardır, sevgimiz vardır. Önce kendimize doğru olmalıyız… Bizden eksik iş zuhur olmaz. Bu önemli bir istasyondur. Bu konuyu bütün arkadaşların bilmesi iyi olur!” dedi.

Buna göre “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide bizimle ilgili yazılar yayınlanırsa bilinsin ki bu yazılar bizim isteğimiz dışındadır. 2.3.1964

Hayri Balta,

Yazman

NOT:

Sayın Öğreticim; 27 Mayıs Devrimi’nden bu güne kadar  geçen zamanı üç safhaya ayırarak şöyle demektedir:

  1. İrticaya taviz verilmesi,
  2. İrticanın gelişmesine göz yumulması,
  3. İrticanın benimsenmesi,

Bir ve ikinci safhada sahnede kalmaya gerekçemiz (beraat kağıdı) olduğu halde üçüncü safhada gerekçemiz yoktur. Sahne terk edilecektir.

X

NEFRET ÇEMBERİ

 

Durdu Bilen ilkokuldan arkadaşım. Bu gün karşılaştık. Bana: “Gazeteci İ. K.’dan sakınmamı söyledi. Pis tabiatı vardır. Seni söyletir; ağzından bir şey alıp başına bir iş açabilir.” dedi.

Sözlerini sürdürdü: “Başkasına kötülük etmesinden çekinmiyorum; beni ilgilendirmez, istiyorum ki seni diline dolamasın. Seninle tuz ekmeğimiz var.”

“Demek ki bir bildiğin var.” Dedim.

“Hayır bildiğim yok; sadece kuşkulanıyorum…” dedi. “Amerikalılardan İncil aldığını söyledi. Oysa benimle konuştuğunda İncil aleyhinde bulunurdu. Bu konuda kendisiyle tartışmıştık bile…”

Sonra sordu:

“Bu günlerde Amerikan Hastanesi’ne gidip geliyormuş, öyle mi?” dedi.

“Doğru, sözünü ettiğin kişiyi Hastanede iki kere görmüştüm.” dedim.

Bu arada İncil hakkındaki görüşlerimi de söyledim:

“Bizce İsa bir Filozof; İncil de bir ahlak ve felsefe kitabı!..” dedim.

Bana: “Düşünce özgürlüğü var. İstediğiniz gibi düşünebilirsiniz!” dedi.

“Yer yüzünde okunacak tek kitap İncil! Özellikle Yuhanna bölümü…” dedim.

“Olabilir!” dedi.

Kendisine: Teşekkür Ettim.

“Korkacak bir durumum yok ama yine de kötüye kullanacağı bir söz vermem eline…” dedim.

Durdu Bilen arkadaş haklıydı; sözünü ettiği kişi Yeni Ülkü gazetesinde aleyhimde yazılar yazmıştı.

Durdu Bilen’in bir bildiği vardı ama söylemiyordu.

Nefret çemberi içine düşmüşüz de haberimiz yok!.. 15.5.1964

(G. 11.1.2010)

X

YAZMAK İSTİYORUM

 

Yazmak istiyorum; çok konu var aklımda…

Ama yazamıyorum işte.

Böyle bir ortamda…

 

Huzurlu bir ortam bulamıyorum.

Sağlığım elverişli değil…

Belki de çok yoruluyorum…

 

Günde on saat çalışmak…

Ailemle, çoluk çocuğumla uğraşmak…

Çok ağır geliyor bana…

İstediğim gibi yazamamak…

 

Biliyorum yazmakla geçinemeyeceğimi

Geliyor bana; yazarlık için öğretmenlik ideal bir meslekmiş gibi…

 

O da benim için çok uzak, tatlı bir umut gibi geliyor.

Öğretmen olacağım da yazarlık yapacağım.

Tutunamamış insan, işte böylesine ham hayaller görüyor…

 

Yoktur sağlam bir ilkokul kültürüm…

Dışardan öğretmen okulunu nasıl bitiririm.

 

Şimdi ortaokulu dışarıdan bitirme çabasındayım.

Sonra da yine dışardan liseyi dışardan bitirmeye çalışacağım.

 

Ama bu arada da zaman buldukça,

Elimden geldikçe yazarım.

Bizimde yazgımız böyle imiş

Ne yapalım…

 

Hayri Balta, 31.5.1964

X

BİR EDEPSİZ

 

Marmara sinemasının önünde o kalabalığın arasında Nurcu genç, Mukaddesatçı genç arkadaşına: “Eğer seni sinkaf etmezsem bana da bilmem ne demesinler!” diye küfrederek sokak çocukları gibi şaka yapıyordu.

Elimde olmayarak dönüp bakınca göz göze geldik. Benim kendisini gördüğümü görünce bozuldu. Suçüstü yakalanmış olmanın tedirginliği ile ne yapacağını şaşırdı. Davranışının bir Müslüman’a yakışmadığını idrak etmesinden olsa gerek utandı, kıpkırmızı oldu. Başını eğerek çekip gideceğine ters tepki gösterdi. “Ne bakıyorsun?” diye bana da  sinkaf etmesin mi?

Duymazlıktan geldim. Dönüp ağzının üstüne bir tane çarpmak bizim yolumuza ters idi. En iyisi duyup duymazlıktan gelmekti. Yeteri kadar rezil olmuştu.

Bu adam daha önce de caddenin ortasında başımdaki meşin şapka yüzünden bana sövmüştü. “Başındaki şapkayı alasın; içine sıçıp yeniden başına geçiresin!” diye laf atmıştı.

Sözde bunlar milliyetçi ve mukaddesatçı… Bunlar milletin başına geçecekler de ülkeyi yönetecekler.

Memlekete kimler sahip çıkıyor… Ne olacak bu milletin hali?…

Düşüncelerimiz, inançlarımız ve davranışlarımızdan dolayı bizler nelerle karşılaştık… En iyisi bunların edepsizliğine ciddiye almamak… 16.12.1964

X

CEHALET VE YOKSULLUK ÇEMBERİ

 

Babam geldi, nerden duymuşsa duymuş… Yazı yazmamı istemiyor. “Çetini Altan gibi olmalısın ki öyle yazasın. Adamı tutukları gibi içeri atarlar!” diyor.

İki saattir yanımda, sokranıp duruyor. Yazdığım için bana destek olacağına köstek oluyor. Söylediğini bir daha, beş daha söylüyor.  Yazı yazmak için bocaladığımı, yazı yazmakla rahatladığımın ayrımına varmıyor.

Bu arada çocuklar ağlıyor nedense. Bir yandan çocuklar, bir yandan babam…

Çocukları yatırıncaya değin yüreğim ağzıma geldi. Ne var ki babam, susmuyor bir türlü…

Babam sokranmasını sürdürürken eşim girdi içeri. Oda sokranıyor:

“Gözü kör olsun yoksulluğun… Sırtım bir ceket görmedi şimdiye değin.” diyor.

Çocukların bezini yıkamış gelmiş, eli soğuktan titriyor. Soğuktan titreyen elini silkeliyor.

Bir yandan babam, bir yandan hocam, diğer yandan yakınlarım… Sözde beni koruyorlar, yazı yazmamı engelliyor.

Ben ne yapayım. Bu yoksulluk ve cehalet çemberini nasıl kırayım. Gözü kör olsun yoksulluğun…1.2.1967

X

CAHİT ŞENOL’A

1.8.1967

Sayın Cahit Şenol,

Sabah Gazetesi Genel Yayın Md.

 

Evde, bazı işlerim  çıktığı için yazımı gönderemedim.

Bundan böyle de yazılarımı günlük gönderemeyeceğim.

Bu yüzden özür diler, saygılarımı sunarım.

NOT: Çetin Altan için başlıklı yazımı koymadığın iyi oldu. Bundan sonra da koymayınız.

Yazıyı sonradan okuduğumda anladım ki Çetin Altan’a layık bir yazı değilmiş o…

Saygılarımla,

X

AFAROZ

 

Anı notlarım arasında karşılaştım. A 4 kâğıdının sekizde bir büyüklüğünde bir kâğıda tarih atarak şu notu düşmüşüm.

Bu notu hangi ortamda nasıl düştüğümü da hatırlamıyorum.

Sayın Öğreticimin bu sözleri hangi yazım üzerine söylediğini de hatırlamıyorum. Ama söylemiş, söylemese böyle bir not düşmezdim. İşte Sayın Öğreticimin bana söylediği söz. Olduğu gibi yazıyorum.

“Senin yazdığını kimse yazamayacaktır…” (Dr. Emin Kılıç Kale. 22.8.1967)

Sayın Öğreticim, bu sözleri beni motive etmek için mi söylemiştir; yoksa, bir gerçeği mi dile getirmiştir…

Bu sözleri söyleyen bir adam gelecek gördüğü bir yazara destek mi olmalı, köstek olmalı…

Olayların akışına göre köstek olacağına destek olmalı değil mi? Onun yazı yazması için önünü açmalı değil mi?

Ne var ki Sayın Öğreticim; benim yazı yazmamı engellemek ne gerekse yaptı. Yazı yazdığım için beni dergahından kovdu. Aforoz etti. Benimle konuşanı da aforoz edeceğini dile getirdi. Ne alçaklığım kaldı, ne eşekliğim kaldı. Bütün bunları “ÖLÜMSÜZ YAZMAN” adlı yapıtımda dile getirdim.

Bir insan yazı yazdığı için, halkı aydınlatmaya çalıştığı için aşağılanır mı? Bu nasıl bir anlayış?

Hem de “Senin yazdığını kimse yazamayacaktır…” denildiği halde…

“TASAVVUF’UN ÖZÜ” adlı dosyayı hazırlarken Sayın Öğreticimin yukarıdaki sözlerini hatırladım hep. Gerçekten “TASAVVUF’UN ÖZÜ”nde yazdıklarımı yazmaya kimse cesaret edemez…

TASAVVUF’UN ÖZÜ adlı dosyayı www.bilgebalta.com adresindeki sitemin ARŞİV bölümünde okuyabilirsiniz…

  1. T. 8.2.2010

X

KÂBUS GİBİ BİR YAŞAM

 

1 Ekim 1964

Borçlarımı tutmuşum.

Alfabetik olarak yazıyorum:

 

Abdullah Çörekçi’ye  60.00 lira

Adil Öztemir’e           315.00 lira

Ali Nadi Ünler’e           15.00 lira

Aliye Kural’a                20.00 lira

Bakkala-Kasap’a       200.00 lira

Cumhur Yaşar’a        578.15 lira

Doğan’a                     325.00 lira

Doktora                        36.00 lira

Eczacıya                      12.50 lira

Fotoğrafçıya                10.00 lira

Hatice Kale’ye             14.50 lira

Hatice Kösecik’e         26.50 lira

Hüseyin Patpat’a        35.00 lira

Kalle’ye                        92.36 lira

Kuşakçı’ya                   11.00 lira

Mehmet Tekerlek’e     30.00 lira

Sandığa                     200.00 lira

Terzi Hilmi’ye            178.00 lira

Vasıf Güllü’ye            105.00 lira

 

Bu kadar borç içinde ben nasıl yaşamışım.

Sokaklarda nasıl dolaşmışım

İnsanların yüzüne nasıl bakmışım.

 

Bu tarihte çalışıyordum Amerikan Hastanesinde,

İyi de ücret geçiyordu elime.

 

Demek ki aldığım ücret yetmiyormuş geçimime.

Ben de borçlanmışım yukarıdaki biçimde…

 

Gördüğüm kâbus gibi düşler, boşuna değilmiş.

Bu kâbus gibi yaşam ruhuma işlemiş…

+

Hayri Balta, 1 Ekim 1964

X

Sayın Balta,

Kâbusu seven bir millet olduğumuzdan dolayı, bize kabus yaşatmayanları adam yerine dahi koymuyoruz.

Eh, size kâbus olan bu yaşam; bu millete, cennetten köşe kapmak için çekilen normal sıkıntı sayılıyor…

Tanrı sevdiği kullarına çile çektirirmiş ya!

Ahmet Dursun, 13.2.2010

x

Sevgili Eren Bilge Ustam,

Ne denli içtenlikli, yürekli insanmışsın ta başından beri. İnsanlar borçlarını divik divik saklar, kimse duymasın ister. Sense devlet adamlarının  varlıklarını gizlemelerinin zıddına, borçlarını ilan ediyorsun kamuya.

Aradan 46 yıl geçmiş. Her geçen yıl gürz gibi inmiş işsizin, asgari ücretlinin, emeklinin sırtına. O sırt 46 kat ağırlaşan yükünün altında nasıl yaşıyor acaba? Bunu üç kuruşluk zam yapanlar düşünüyor mu?..

Keşke herkes senin gibi açık yüreklilikle borcunu ilan etse… Belki o zaman utanır yönetenler.

Ama hayır, ilan etmeyiz. Aç gezer, beylerle gezeriz biz.

Sevgiyle, büyük harflerle SAYGIYLA…

Fevzi Günenç, 15.2.2010

X

MUZAFFER HEMŞİRE’YE MEKTUP

 

Muzaffer Hanıma,

Seni unutmadık. Her zaman mektup yazmak istiyoruz; ancak Hayri’nin bir türlü eli değmiyor, geciktiriyor geciktirdiği kadar. Ben de yazamıyorum. Eni sonu dayanamadım. Okuma yazmayı öğreneyim de, mektuplarımı kendi yazayım, şu Hayri’nin muhtaç olmaktan kurtulayım, dedim…

Bunun üzerine başladım okuma yazma öğrenmeye fakat biraz okuyunca da başım ağrıyor. İki satırlık bir yazıda baştakini okuyup aşağıya gelinceye kadar yukarıda okuduğumu unutuyorum. Yeniden yukarıya geçip okuyorum; bu kez de aşağıda okuduklarımı unutuyorum ve de yoruluyorum.

Son günlerde perhizi bozdum. Elime geçeni atıştırdığımdan epeyce şişmanlamışım.

Geçen Amerikan Hastanesinde muayene oldum. Şişkinlik kalbimi sıkıştırıyormuş. Mis. Updegrafın emri ile yeniden perhize başladım. Şişmanlık başa bela imiş…

Şişmanlık nedeniyle yüreğim sıkışıyor ve bu yüzden de sinirleniyorum. Rejim yaptığımda da besinsiz kaldığım için sinirleniyorum. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım. Bir de bu sinirli halim üzerine sinirli olarak Hayri geliyor. Hiç yoktan mesele çıkarıyor. Çok şükür bu günlerde biraz düzeldi beni pek kırmıyor. Beni kırmazsa ben de kendisini kırmıyorum. Tabi ara sıra kaçırdığım oluyor. Ben sinirlenince Hayri de evden kaçıyor.

Sevgili Muzaffer Hanım, çocuklar seni bir türlü unutamadılar.  Hele Elçin iki günde bir seni düşünde görüyor.  “Muzaffer hanım şöyle yaptı… Muzaffer hanım bana fındık aldı!” deyip duruyor.

Neyse hele şu yazmayı bir öğreneyim de, şu Hayri’ye muhtaç olmaktan kurtulayım da sana çok şeyler yazacağım…

Hayri bu yılbaşı bir piyes yazdı. Hastanede oynandı. Seyredenler beğendi. Piyesi, Gaziantep’in ileri gelenleri izledi, beğendi.

Senin de izlemeni çok isterdik. Piyesi görmedin, bari yazılı dosyasını oku diye, bir tane gönderiyoruz. Bakalım beğenecek misin?

Saygılarımla, 2.1.1965

Meliha Balta,

+

Muzaffer Hanım, Amerikan Hastanesinde başhemşire idi. Kendisi Türk’tü. Bizimle yakın ilgi kurmuştu.

Uzun boylu, ince yapılı esmer güzeli 40 yaşlarında; ağırbaşlı, olgun bir hanımdı. Evli değildi, Hastanenin lojmanında yalnız yaşardı.

Eşimin ve çocuklarımın sağlık sorunları ile de yakından ilgilenirdi. Sanki aile dostumuz olmuştu.

Amerikan Hastanesi yetkilileri ile anlaşamadı. Yönetimle ilgili bazı istemleri yerine getirilmedi. Bunun üzerine çok durmadı, Hastaneden ayrılmak zorunda kaldı…

Ben de eşimin isteği üzerine, eşimin ağzından, Muzaffer Hanıma yukarıdaki mektubu yazdım. Önce eşime okudum. Onun olurunu aldıktan sonra bu mektubu Muzaffer Hanım’a gönderdik.

Hayri Balta,

X

MİSYONER NEYE UĞRADIĞINI ŞAŞIRDI

 

Akşam Amerikan Hastanesi doktoru Updegraflarda idik. Ben, Padişah (Mehmet Tekerlek, Ekrem Uytun… Dr. Updegarf bir aynı zamanda bir misyoner. Bize İncil dersi veriyor.

Konu İsa’nın Allah anlayışına dayandı.

Dr. Updegarf; İsa’nın, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanıyordu. Biz ise İsa’nın kendi dışında bir Allah’a inanmadığını söyleyince ne yapacağını şaşırıyordu.

Hemen İncil’i açıp bize İncil’den şu ayeti kanıt olarak gösteriyordu:

“Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler. Ben onlara ebedî ha­yat veririm; onlar da ebediyen helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz. Onları bana ve­ren Babam hepsinden büyüktür. Ba­banın elinden kapmağa kimsenin gücü yetmez. (İncil. Yuhanna. 10/27- 29)

Evet, İncil böyle yazıyordu ama hemen altındaki 30. ayette de İsa: ”Ben ve Baba biriz.” (İncil. Yuhanna. 10/30) diyordu ve ardından da şu ayetleri gösteriyorduk:

“Beni görmüş olan Babayı görmüştür.” (İncil. Yuhanna. 14/9)

Ve:

“Ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” (İncil. Yuhanna. 14/11)

Ne var ki bu ayetler Dr. Updegraf’ın dikkatini çekmiyordu. O, kendi kafasındakini okuyordu

Bu ayetler açıkça gösteriyor ki İsa, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanmıyordu.

Kendi gösterdiği ayetin hemen altında bulunan bu ayeti ve diğer iki ayeti gösterince Dr. Updegraff neye uğradığını şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Ancak şöyle diyebildi: “Bana birkaç gün izin verin; hazırlanmalıyım, düşünmeliyim…”

Biz bekliyoruz. Dr. Updegraf hazırlanıp gelecek.

Dr. Updegraf, açıklamalarımız karşısında bazen sinirleniyordu. Bizim kendi dışımızda bir Allah’a inanmamamızı bir türlü aklı almıyordu. Ancak bununla birlikte düşüncelerimize saygı göstermesini de biliyordu. Bazen da dayanamıyor görüşlerini şu şekilde dile getiriyordu:

“Düşünce ve görüşleriniz ağırdır. Kendi dışınızda bir Allah tanımadığınızı söylüyor ve işin kötüsü bunu da İsa’ya ve İncil’e mal ediyorsunuz. İsa böyle söylüyor, İncil böyle yazıyor diyorsunuz. Bu görüşlerinize dayanılır mı? Bütün inanışlar bir çırpıda gidiyor, bütün kavramlar tersine dönüyor. Yalnız insan kalıyor ortada; yapa yalnız, dayanaksız, dayanılır mı buna. Zor iş bu…” diyordu…

Evet, yalnız insan kalıyor ortalıkta; ama sorumluluğu ile baş başa olan bir insan… 8.4.1964

X

İŞSİZ KALMA KORKUSU

 

Bekçi Hamo’nun üvey kızı Emine Hanımla Millî Eğitim Müdürlüğünde birlikte çalışmıştık. Oradan tanışırız. Yakın bir dostluğumuz yok ama yine de beni unutmamış.

Bir gün yolda karşılaştık. Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğü kuruluyormuş. Orada çalıyormuş. Bana sordu:

“Sen de 9. Bölge Müdürlüğünde çalışır mısın? Ben Asım Bey’le konuşur, seni aldırım…” dedi.

Ben de:

“Olur!..” dedim.

Dedim ama içime de bir tedirginlik düştü.

Amerikan Hastanesinden ayrılmayı da göze alamıyordum. Çünkü çok şey aldım bunlardan. Batı uygarlığı ile temasa gelmiştim hiç olmazsa. İş ve çalışma ahlakını öğrenmiştim…

Akşam Ortaokulunu gidiyordum. “Ya yeni işyerim, okula gitmememe engel olursa…” diye kaygılanmaya başladım. Okumak benim için her şeyin üstünde idi. Ne olursa olsun Ortaokulu ve Liseyi bitirip bir yüksek okula gidecektim. Beni bu özlemimden kimse geri döndüremezdi.

Kaygılanıp duruyordum. “Ya, zamanında bırakmazlarsa, ya gece çalışması yaptırırlarsa, ya işbaşında rahatsız ederlerse…” diye her türlü olasılık geliyordu aklıma…

Öylesine gözümü korkutmuşlar ki; ya Asım Beyi başka bir yere atarlarsa, ya bir kazaya uğrar da başına bir şey gelirse, ya baskı yaparak fikrinden caydırırlarsa, ben kalacaktım işsiz olarak ortalıkta…

Ya Emniyet Müdürlüğü engel olursa, ya Cumhuriyet Savcılığından sabıkasızlık kaydı alamazsam…

Amerikan Hastanesinden istifa edecektim. Kıdem tazminatımdan da olacaktım. Bir de herhangi bir nedenle Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde işe başlayamazsam ortalıkta kalacaktım. Hem işimden olacaktım, hem de işsiz kalacaktım. Bu olasılıklar yüzünden huzurum kaçtı. 26.10.1967

x

İKİLEMDE KALMAK

 

Bende gerçeği görmeme, görüp de kabul etmeme takıntısı var. İki de bir Sayın Öğreticime karşı bir kızgınlık duyuyorum.

Onun üzerimdeki etkisini, yapıcı baskısını kabul etmek bana ağır geliyor. Aşağılık duygum kabarıyor.

Onun etkisi ile yeniden doğmuş olmamı; benim ona saygı duymamı gerektiriyor. Ne var ki kendi başıma buyruk  yaşama isteği de ağır basıyor… Anlaşılan tam bir ikilem içindeyim. Derslere gitsem mi, gitmesem mi ikilemi… Ama gerçekler beni ister istemez derslere gitmeye zorluyor. Çünkü orada hareketlerimi bir denetime tabi tutulmuş oluyor. Bu da beni olgunlaştırıyor. Elbette fırına girmek insanı yakar. Bu fırında yanmayı göze alamayanlar da yeniden doğuşa eremezler. 1.10.1964

X

SENDİKAYA GİRMEK İSTEYİNCE…

 

Notlarım arasında aşağıdaki notları gördüm. Şimdi bunları ne için not ettiğimi hatırlayamıyorum.

“Bir kimse suç işledikten sonra tövbe edinceye kadar Allah tarafından ihmal edilir. ”

Hangi olay üzerine böyle bir not düşmüşüm; aklıma gelmiyor.

Yine kimlerle tartışmışım da kendi kendime ulan demek zorunluluğunu duymuşum.

“Sen mi kaldın ulan; beygirle, eşekle,  itle çekişecek. Bırak ne halleri varsa görsün”

Bu notlarım altına da madde madde Hastane Notları diye de notlar düşmüşüm. Şimdi bunları da alt alta sıralıyorum. Ama niçinini, nedenini yazmamışım. İçinde yaşadığım koşullar nedeni ile de dönüp bakamamışım. Aradan geçmiş 46 yıla yakın bir zaman hiç birini hatırlayamıyorum. Ancak biz hastane işçileri Sağlık İş Sendikasına kayıtlarımızı yaptırma isteğimiz yüzeye çıkınca biz işçilere de baskı başladı.

Maaşlarımızda  ayarlama yapılsın istiyorduk.

Hastane mutfağında çalışan işçilere baskı yapılmaya başlanmıştı.

İşçibaşı Hanımın emrinde çalıştığı işçilere de baskısı artmıştı.

Ermeni Leyla işçilerimizin yüzüne sanki seviyormuşçasına hafifçe tokat atardı bu da benim çok zoruma giderdi. Bir gün aynı işlemi bana da yapmak isteyince kendisini sert bir şekilde azarladım. Bir daha da benimle konuşmadı.

Hastanede çalışan Ermeni çocukları hemşireler de vardı. Onlar sendikalı olmaya yanaşmıyorlardı. Bu da bizim zorumuza gidiyordu.

İşçileri sendikalı olmaya benim zorladığım inancıyla Hastane Müdürü George Pravrastki bana muğber olmuştu. Bana angarya işler çıkarak beni istifaya zorluyordu. Sözde bunların kitapları kendilerine “Düşmanlarınızı sevin!” diyordu. Sendikalı olmak isteyen beni bile sevemiyorlardı.

Hastane yönetimin biz işçilere de yemek vermesini istiyorduk; ama bizi ciddiye alan olmuyordu. Yemek konusunda bizi başarı ile oyalıyorlardı.

İşçibaşı Hanımın mutfakta benim hakkımda konuşması üzerine kendisini uyardım. “Bir muhasebe memuru aleyhinde mutfakta işçilere karşı konuşma yapılması doğru değildir!” dedim. Verecek yanıt bulamadı.

Hemşire yardımcısı öğrenci kızlara yapılan muameleler de beni rahatsız ediyordu. Dr. Cemil Özbal’ın ile Dr. Abdülkadir Göksel’in hastanedeki bu çalkantılar karşısında kayıtsız olmaları beni üzüyordu.

Kimi işçilere yapılan odun,gaz, peynir  gibi yardımlar da kesildi. Sanki bizlere sendikalı olursanız daha başınıza gelecekler var deniyordu. “Hastane kapanırsa iş bulamazsını, aç kalırsınız!” diye tehdit ediyorlardı.

Her yere “Geçmek yasak!” , “Durmak yasak!” levhalarının yazılarak hhastane içinde rahatça dolaşmamız engelleniyordu. İşçiler patlayan ampul yerine yenisini istediklerinde, yağ şişelerinin boşalması halinde; patlayan ampulü ve de boşalan şişelerini istiyorlardı.

Bunları yapanlar da “Senden gömleğini isteyene ceketini de ver!” bir dinin mensupları idi… 1.10.1964

X

NE MUTLU HOCASI OLANLARA…

 

11.7.1964: Halkevinde Hocanın Başkanlığında ders yapıyoruz. Bu gün Derste Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünler ile Öğretmen Okulu Müdürü Ali İhsan Kurt da var. Dinleyici olarak gelmişler.

Hocamız musikinin tanımını yapıyor.

Musiki: Mâna (anlam) ifade eden seslerin bir araya getirilmesi ile vücut bulan nağmelerdir; bu nağmelerin yaratacağı ahenk, etki veya haldir.

Örnek vermek gerekirse: DO bir sestir; Çarigah ise mâna taşıyan bir sestir. Bu aynı zamanda bir makamdır.

Bir de usul vardır. Buna usul ilmi, ilm-i edvar da denir; musiki nağmelerini ölçüye koyan bir ilimdir.

Bu ilim, Divan edebiyatının şiir kısmında rol oynayan aruz ilmine tekabül eder.

Türk musikisinde 150’ye yakın makam vardır.

Usul sayısı ise 110’u aşar…

Bu açıklamalardan sonra Sayın Öğreticim kendi hocalarını saymaya başlıyor.

“Zekai Dede’nin çırakları. Ahmet Avni Bey, Rauf Yekta Bey, Dr. Suphi ve Muallim Kazım…

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım benim hocamdır.

Bu sözlerinden sonra da sorumluluk duygusu konusunda düşüncesini açıklıyor:

“İnsan; elinde olarak olmayarak, bilerek bilmeyerek sorumluluk kavramını bozmaya çalışır; yani sorumluluk duygusunu yozlaştırır…

+

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım Sayın Öğreticimin Hocaları imiş. Dr. Emin Kılıç Kale de benim Hocamdır.

Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale; olumlu olumsuz yanlarını göstererek beni irşat etmiştir. Aynı zamanda benim de olumlu olumsuz yanlarımı göstererek beni irşat etmiştir.

Her ne yaptı ise beni sevdiği için yapmıştır. Benim tekâmülüm için yapmıştır.

Hocamın bana olan sevgisi yüce idi. Sevgisinin yüceliği sayesinde beni de yüceltmiştir.

Aramızda geçen olumlu ya da olumsuz ilişkiler ikimizin de tekâmülüne vesile olmuştur. İyi ki kendisine intisap etmiş ve kendisinden el almışımdır.

Ne mutlu hocası olanlara… Yazıklar olsun hocası olmayanlara.

Av. Hayri Balta, G. 27.4.2010

+

Sayın Balta,

Hocaya (Öğretici anlamında) sahip olmak ve saygı duymak elbet ki çok değerlidir.

Lakin bir de kendisine hoca (sanarak) veli, vasi, şef, şeyh edinenler var.

Onlara da yine inandığını iddia ettikleri kaynaktan örneklemeler vererek, hoca kavramını yanlışlıkla teslimiyete götürmelerini engellemek gerekir.

En iyisi onlara yine kendi kitaplarından seslenmek…

Ne malum, belki anlarlar.

Anlamazlar ise diğer kutsal addettikleri metinlerden de sunum yapabiliriz.

Saygı ile…

Ahmet Dursun, 26.4.2010

X

VALİ’NİN SELAMI

 

Memleket sorunları duyduğum ilgiden ötürü aktif olamadığım, yazıp çizemediğim için utanç duyuyorum.

İşçi Partisine katılmak, o parti saflarında çalışmak istiyorum. Sonra da düşünüyorum; buna kültürüm yeterli mi?” diyorum.

Basında sürekli çalışmaya kültürüm yetersiz. Yazmak istiyorum; bir iki yazı sonra tıkanır, takılır kalırsam diye korkuyorum…

Acaba diyorum İş Partisi’ne girsem zararım mı olur diye düşünüyorum. Çünkü gazetelerde adı çok kötü geçmiş bir kişiyim. Gerçi buna da aldırdığım yok… Ama işsiz, parasız, halimden ötürü çoluk çocuk perişan olacak. Buna hakkım var mı?

İyisi mi partili bir yazar olarak değil de bir yurttaş olarak aktif olmak, yurt gerçeklerini dile getirmek böylece üzerimize düşeni yapmak gerektir diyorum ama gönlüm parti saflarında olarak gazetenin bir köşesinde çarpışmaya can atıyorum.

Onun (Güner Samlı’nın) tek başına gazete çıkarması, tek başına uğraşması bana çok dokunuyor. Onun yalnız başına çalışıp çabalamasından kendimi suçlu buluyorum. Kendisine yardım edememiş olmanın acısını çekiyorum. Susmak, karanlığa karşı gelmemiş olmak bu savaşta ona yalnız başına bırakmak bana çok ağır geliyor.

Kendisine yardım edememiş olmanın nedenleri arasında Sayın Öğreticimin etkisi de var.

Bir de viran olası hanede evlad-ı ayalın varlığı beni düşündürüyor. Sağlık durumumum yeterli olmaması  da işin çabası… Ailemizin durumu ise ortada…

Şimdi iyi bir işte çalışıyorum. Bu işi de elimizden kaçırırsak işimiz bitik.

Çocuklarımın geleceği için bu işi elimden kaçırmamam gerek….

İşyerinde kafam sakin çalışmaktayım. Gelmeme, gitmeme pek o kadar karışan yok…

Şu an Emin Kılıç Kale’ye gidip gelmenin huzuru içindeyim.

Hırs yok, ihtiras yok, ne yaptığını bilmemek yok…

Sayın Öğreticim gerçekçidir. Örneğin hiç kimse diğerinin yanlışını yüzüne karşı söylemez. Oysa Sayın Öğreticim; insana, yanlışını çekinmeden söyler.

Bir örnek vermem gerekirse: Vali ve Millî Eğitim Müdürüne verdiğimiz selam üzerine söylediği sözler:

“Siz kimsiniz ki onlara selam veresiniz. Avukat değilsiniz, doktor değilsiniz, hâkim değilsiniz… İki tane baldırı çıplak…

Valinin size verdiği selamdan anlam çıkardım. Bunda bir anlam var; lehimize olarak…”

Artık ne demek istedi bilemiyorum. Şimdi ben Vali’ye ve Millî Eğitim Müdürüne selam vermiş olmanın utancı içindeyim.

Ben Vali’nin selam vereceği adam mıyım?..28.12.1964

X

OLUMSUZ KOŞULLAR İÇİNDE BİR YAŞAM…

 

İşyerine bir kırgınlık, bir bunalım içinde geliyorum.

Ne dersek diyelim. Eğer bende bu gün için bir değişiklik varsa; bu, Dr. Emin Kılıç sayesindedir.

Bu onun sayesinde oluş da beni kızdırıyor ya… Bu nedenle ona karşı düşünce ve davranışlarımda özveride bulunuyorum ya…Böyle diyorum ya; içinde bulunduğum iktisadi koşullar  benim daha fazla düşünmeme olanak sağlamıyor.

Kararsızlık, bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Hastanede çalışmamın şu yararları var. Hiç olmazsa düşüncelerim yüzünden rahatım. Burası batı uygarlığına açılan bir pencere olarak geliyor bana. İsa felsefesi ile daha yakın bir ortam. Gerçi onlar dini açıdan ele alıyorlar ama bana ne…

Yalnız başına bir odada çalışıyorum. İstediğim zaman dinleneceğim bir dinlenme odası var hiç olmazsa…

Hedefte ortaokulu bitirip liseye gitmek var. Dersler önümde bir dağ gibi duruyor. Zaman yok derslere çalışmaya. Zaman, ancak günlük gazeteleri okumaya yetiyor. İş yorgunluğu da çabası…

Ders kitaplarını elime alıp okumaya başlayınca uykum geliyor.  Evdeki aile ortamı da oturup derslerime çalışmaya elverişli değil…10.12.1964

x

YANILGI

 

Bir sayrılık var bende. Beğenmiyorum bu durumu. Üzerimde baskı kurmak isteyen bir kimsenin bana karşı tutumundan rahatsız oluyorum. Bu hal sık sık oluyor bende. Küçüklüğümden beri var.

Kim bana sertçe bir söz söylese, benimle çekişmeye kalksa davranışlarıma karışsa, geceleri uyuyamıyorum. Başım zonkluyor, şaşırıyorum. Elim ayağım dolaşıyor.

Herkeste bir asık surat… Yüzündeki tavır ile “Beni kazanamazsın, benimle dostluk kuramazsın!..” der gibi bir halleri var..

İstiyorum ki insanlar güler yüzlü olsun; asık suratlı olmasın… Ne var ki bizim toplumdaki insanların büyük çoğunluğu güler yüzden yoksun ve asık suratlı… Bu görüntü çektirdikleri fotoğraflarda bile görünüyor…

Fakat ben herkesin sevecen olmasını istiyorum; ne var ki bu düşüncemde de yanılıyorum…

İnsanların doğası bu… Bunu böyle kabul etmek zorundayız. Ama işte ben bunu kabul edemiyorum. İstiyorum ki insanlar güler yüzlü ve sevecen olsun…

Biliyorum, herkesten olgunluk beklemeye hakkım yok. Herkesi olduğu gibi kabul etmek zorundayız.

Onlardan olumluluk beklersek yanılırız, sükûtu hayale uğrarız…

Herkesten olumluluk, yücelik beklemeye ne hakkımız var.  21.9.1964

X

BASTIK, SUCUK, TARHANA, CEVİZ

YEMEYİP DE NE EDECEĞİZ?

 

Nasıl bir bunaltı ve tedirginlik içindeyim…

Bakkala, ekmekçiye, kasaba 900 liraya yakın bir borç… Eve, terziye, Hoca’ya vereceklerim de cabası…

Sigaram, rakım, gece yaşamım yok… Niçin böyle oluyor, bir türlü aklım ermiyor…

Aysel şimdilik gemiyi düze çıkardı sayılır. Yüksel’in durumunun ne olacağı belli değil. Babam ise işsiz, parasız, perişan bir durumda…

Hangisine yanayım. Bu işin içinden nasıl çıkayım…

Bir de bu durumda ortaokulu bitirme sorumluluğu ile karşı karşıyayım.

Akşamüzeri işten çıkar çıkmaz hemen eve gittim, bitkindim, yattım. İngilizce dersine bile gidemedim.

Kafam kazan gibi. Borçları nasıl kapatacağım düşüncesi başımı patlatacak.

Eşime gelince az sonra pişmanlık duyuyor yaptıklarına…”Ah bir de şu sinirlenmeden kurtulsam!” diyor. Zaten o siniri değil mi yuvamızın neşesini kaçıran…

Çocuklar normal besinini alamıyor… Üstlerinde başlarında yok. Dört günde dört yüz gram et girmiyor eve… 7 kişilik bir ailesiyiz… İşte biz böyle bir haldeyiz.

Bir de “oruç tutmuyor” diyorlar bana. Ocağınız bata sizin. Ne zaman doyduk ki bir de aç kalalım…

Dün dayımlara gitmiş bizimkiler… Çocuklar, et diye, kurabiye diye sofranın başında birbirleri ile çekişmişler…

Anneleri: “Ne terbiyesiz çocuk bunlar, utandım!” diyor.

Ne yapmalılardı ya… Bizler gibi canımız istediği halde “Teşekkür ederim!”  diye burunları ile mi itmeli idiler…

Doğrusu canın çekerken yemek değil mi? Çocukların yaptığı da bu değil mi? Bunun anormallik neresinde…

Çocukların bu hallerini göre İlhan yengem bir naylon torbaya; bastık, ceviz, incir, sucuk, tarhana koymuş “evde yesinler!” diye…

Bunu görür görmez kırdım cevizi, yaptım bir bastık dürümü. Aç ölenler gibi yedim de şirinliğim kandı bir parça…

Ben böyle yaptıktan sonra ne diyebilirsin çocuklara… 15.1.1965

X

ADAM – ÂDEM

 

Dersteyiz. Hocamız, Mısır’daki esaret günlerini anlatıyor. “Öyle sıcaktı ki…” diyor: “Yumurtayı kuma gömerler; beş dakika sonra patlar….”

Sonra anlatmaya başlıyor.

Ben konuşmalarından önemli gördüklerimi not alıyorum:

“Aşık ölmüş diye salâ verirler; ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.”

Sayın Öğreticim insanları adam, âdem diye ikiye ayırırdı. Adam dediklerinin her yaptıklarını onların yaratılışına bağlardı ve onlardan hesap sormazdı. Ancak âdem dedikleri ki bizlerdik; her davranışımızın gerekçeli olmasını isterdi ve bu nedenle bizim olumsuz davranışlarımızı görünce bir yargıç gibi hesaba çekerdi. Gerekçemizi inandırıcı bulmazsa kulağımızı çekerdi… Biz derdi: “Âdemden sorumluluk bekleriz…”

Arkasından da şu beyti okurdu:

“Adama âdem gerek, âdem ede adamı.

Adam âdem olmayınca âdem etmez adamı…”

Bunları da keyifle okurdu; biz de keyifle dinlerdik. Ya adam kalacağız, ya da âdem olacağız… Yoktu bundan ötesi…

Adamlık yaptığımız zaman kulağımızı çekerdi; âdemlik yaptığımız zaman da “Aferin!” verirdi.

Adam iken âdem olana bir de örnek gösterirdi. Buna örnek olarak Yunus İmre derdi.

Kendisi Yunus Emre demezdi. Yunus İmre derdi. İmre’nin de Yunusa imrenmekten geldiğini söylerdi.

“Yunus Emre derler ama; doğrusu Yunus İmre’dir…” derdi.

Sonra âdem olamayanlar hakkında görüşlerini de belirtmeden duramazdı:

“Ne hakkım var insanın (adamın) yaşantısı değiştirmeye.  Ondan kendi düşünceme ve davranışıma göre eylem beklemeye… Onun normu, yaratılışı böyle… Elbette yanlış yapacak. Yanlış yaptığı zaman şaşmayınız; doğru yaptığı zaman şaşınız.. Bu nereden çıkmış, bu kimden el görmüş diye…”

Sonra biz öğrencilerine dönerek ve de Hacı Hüseyin’i, Meydancı’yı, Yazman’ı, göstererek:

“Aha bunlar rezildi. Aşağı idi. Kumarcı idi. Karısının ve çocukların rızkını rakıya şaraba verirlerdi. Şimdi yeniden doğuşa ermişlerdir. İmkânı yok şimdi ağızlarına bir dirhem rakı koyamazlar.”

Sonra da adı geçen bu öğrencilerine dönerek sorardı:

“Değil mi öyle? Değil mi lan?..”

Bu soruları yüzümüze karşı sormaktan da büyük bir zevk duyardı.

“Bakmayın siz benim kızgınlığıma, atıp tuttuğuma; bu sizleri adamlıktan kurtarıp âdem etmeye çalışmamdandır… Ayrılamam ben bu huyumdan… Bu benim görevim… Sizlere hizmetim…”

Bu arada Buhirîzade Itri’nin Mevlevi Nat’ın okumaya geçiyoruz.

Okumaya başlamadan önce şöyle demişti.

“Şimdi ben Buhirîzade Itri’nin solunda oturuyorum. İyi ki diyorum varmış. Darda kaldığım zaman ona sığınıyorum.  Gözlerim yaşararaktan okuyorum. Büyük bir mutluluk içinde genzim sızlayarak okuyorum.” 24.1.1965

X

NE HAL BU HAL

 

Babam yine iflas etmişti. Ekmek parasını bile kazanamıyordu. Hiç kimsenin yanında saygınlığı kalmamıştı. O da içkiye sığınıyordu. İçip içip saat üçe doğru eve geliyordu ve sabaha kadar da bize nutuk çekiyordu.

Bizi yaşadığı çağa çekmek istiyordu… Yok namaz kılmalıymışım, oruç tutmalıymışım, Emin Kılıç’a gitmemeliymişim…

Her gün yaşadığım bu baskı yetmiyormuş gibi eşimle bacılarım da bir türlü anlaşamıyorlardı.  Olur olmaz konularda çekişip duruyorlardı. Hemen hemen her gün kavga… Arada ben kalıyordum. Ne yapacağımı da bilmiyordum…

Bir yanda babam, bacılarım; bir yanda, eşim ve çocuklarım.

Baktım olmayacak baba ocağından ayrılmaya karar verdik.  Akyol’da bir ev kiraladık. Aldığım aylığın yarısı ev kirasına gidiyordu.

Ne var ki babam da, bacılarım da sık sık bize gelmeye başlamışlardı. Çünkü ekonomik durumları iyi değildi. Biz evden ayrılınca kendilerini boşlukta bulmuşlardı.  Bir taze çorbadan,  sıcak bir yuvadan yoksun kalmışlardı.  İstemeyereke de olsa öğle yemekleri için bize geliyorlardı.

+

Sabahleyin eşim tutturdu: “Baban, bacıların bu eve gelmeyecek!..”

Bu öneri bana çok ağır geldi. Babamın ve kardeşlerimin o yoksulluk, yoksunluk durum durumu beni çok etkiliyordu. Bu durum Tabakhane’deki baba evine taşınmamı gerektiriyordu. Onların bakımsız, kimsesiz kalmış olmasına dayanamıyordum.

Eşim ise Tabakhaneye gitmemek için direniyordu. Haklı idi. Aynı huzursuzluk ortamını yeniden yaşamak istemiyordu. “Tek Tabakhane’deki eve gitmeyelim de ne olursa olsun!” diyordu. Öyle ki ev kirasını da kendisinin vereceğini söylüyordu.

Bana. “Babanın bu eve gelmesini istemiyorum!” dedi.

Babam da kendisine bir yer açabilmek için olsa gerek: “Aysel’le, Yüksel’le geçinemediğini…” söyleyince:

“Başımda yerin var öyle ise!” dedi.

Ben de kendisine ”Niçin babamı umutlandırdın. Bana, eve koymayacağını söylüyordun…” deyince kızdı.

Bu konuşmamız sırasında annesi ve bacısı da yanımızda idi…

Onların yanında “Benim yakınlarım gelmeyecekse senin de yakınlarım gelmeyecek!” dedim.

Bunun üzerine bacısı bana: “Biz gelmezsek sen buna huzur verebilir misin?” dedi. Sanki huzursuzluğun kaynağı benmişim gibi…

Ben de: “Beni olduğum gibi kabul ediyorsa otursun; yoksa gitsin. Yeter ki beni değiştirmeye çalışmasın!” dedim.

Evin içinde, eşiklikte, bir kıyamet koptu. Üç çocuk evinde içinde bar bar bağırarak ağlaşıyordu. Bizim ki deli gibi saçını başını yolup bağırıyordu. Üstüme üstüme geliyordu….

Daha çok dayanamadım. Evden kaçtım.

Ne hal bu hal!… 3.1.1965

X

İLMİN BAŞI SABIR!

 

Cumhur Beyin evinde yapılan İngilizce dersindeyiz. Hocamız da Cumhur Yaşar…

Anladım ki kendimi zorluyorum. Ben İngilizce öğrenmeye hazır değilim. İçinde bulunduğum koşullar buna elvermiyor.

Kendimi zorluyorum olmuyor. Kendimi biraz zorlarsam başım ağrıyor, uykum geliyor. Bu ruhsal halimi beğenmiyorum. Zorlamakla kendimi aldatmış oluyorum.

On saat gözaltında sıksı bir çalışmadan zorla İngilizce ve musiki öğrenmeye çalışmak iğne ile kuyu kazmak gibidir. İşte ben bunu yapıyorum….

En büyük sorun öğrendiğimiz sözcükleri uygulama olanağı bulamamızdır. Çünkü çevremizde İngilizce konuşan bir topluluk yoktur. Bu nedenle öğrendiklerimizi uygulama alanı bulamıyoruz ve öğrendiklerimizi de dersten çıkınca unutuyoruz…

Olmuyor, sıkılıyorum. Ama devam edeceğim, bırakmayacağım. Çünkü ilmin başı sabır…  7.1.1965

X

KARARSIZLIK

 

İnsan kendinden utanır mı? Hem sahneye çık tef çal; hem de, tef çalmaktan utan… Olur mu bu?

Bu, bende oluyor… Atatürk devrimlerinin üzerimdeki etkisi bu…

 

Çok ayıp değil mi içinde bulunduğum bu ruhsal durum…

 

Devrimci dergilerde sık sık yazılır:

Bizim üzerinde çalıştığımız tekke musikisi: “Düm tek musikisi!” alaya alınır.

 

Anlıyorum ki gönüllü gönülsüz ilgileniyorum ben bu müsikiyle…

Dediğim gibi ussal (akılcı) davranmıyorum pek de öyle…

 

Demek ki ben kendi irademle değil; etki altında yapıyorum yapacaklarımı…

 

Öğretim sistemimiz mi yanlış nedir?

Diğer arkadaşlar da bir şeyler öğrenemiyor…

 

20 yıl olmuş bu dersler verilmeye başlayalı…20 yılda bir konser verecek ekip oluşturulamamış…

Değil bir ekip oluşturma; doğru dürüst bir konser verecek bir kişi  bile çıkmamış…

 

Bazen hoşuma gitmiyor da değil; çok da hoşuma gidiyor…

 

Buraya geleli yedi yıl oldu; yalnız başıma bir şarkı, bir türkü okuyacak yetenek bile edinememişim… Yalnız ben değil diğer arkadaşlar da benim gibi yeteneksiz…

Bununla birlikte ahlak felsefesi bakımından az mesafe almadım değil. Bunu da yadsımak hakkı saygısızlık olur.

Hayri Balta, 10.1.1965

X

TEDİRGİNLİK

 

İşten çıkınca derse çalışacak dermanım kalmıyor.

Yorgunluktan ayakta uyuyorum sanki…

 

Sürmenaj olmuşum, kafam durmuş çalışmıyor.

Bu arada başım da ağrıyor.

 

Ancak bir iki saat uyuduktan sonra kendime gelebiliyorum.

Bu durumda ortaokul derslerine nasıl çalışacağım, bilemiyorum.

 

Aşırı bir tedirginlik içindeyim. Gerçekte ise ne şuna, ne de buna kızıyorum.

Eğer kızıyorsam ben kendimde bir eksiklik buluyorum.

 

İçimde birkaç kişi vuruşup durmakta…

Düşüncelerim birbirleriyle çatışmakta…

 

Bu kararsızlık içinde bocalayıp duruyorum.

Belki de kendimi aldattığım için mutsuz oluyorum…

 

Çocuklar birbirleriyle kavga ediyorlar.

Bağrışıp çağrışıyorlar…

Çocukturlar, çocukluklarını yapacaklar.

Hele onlar çocuk…

Biz niçin boşu boşuna çekişip duruyoruz.

Asıl bize olmuş olacaklar…

 

Çok yorgunun dinlenmem gerek…

Evde de huzur yok.

İnsan evinde dinlenemezse nerede dinlenecek? 16.1.1965

X

HALKEVİNDEYİZ…

 

Halkevinde, dersteyiz…

 

Yeni gelenler var. Hepsi de genç… Bizleri izlemeye gelmişler…

 

Bir ara Mustafa Bakkaloğlu da geldi. Sevincinden bir basıp beş sıçrıyordu. Yeni bir tiyatro topluluğu kuracakmış… Sonra yine ayrılıp gitti…

 

Bir şarkıdan:

Neyin nevasına bais olmaz öz hevesi

Gördü gözüm, sevdi özüm, budur sözüm…

 

Hoca bir ara şöyle diyor:

Lisan-i ehli dil-i biz

Bilenle söyleşiriz…

+

Hocanın sözlerinden:

Kavak sallansın, söğüt sallansın da insan niçin sallanmasın. İnsan da güzel biri karşısında ve güzel bir nağme karşısında niçin eğilmesin…

Bir adam gördün kitap yazmış, bir adam gördün musiki ile hiç ilgisi yok; hiç durma kaç ondan…

Bakın size ne ölçüler veriyorum. Çünkü o daha kitap yazmanın nasıl bir iş olduğunu bilmiyor. 13.2.1965

X

AMERİKAN HASTANESİ MÜDÜRLÜĞÜNE

 

Amerikan Hastanesi Müdürlüğüne,

Gaziantep.

27.9.1967

 

iki yıldan beri Akşam Ortaokulu’na gidiyorum,     Bu yıl üçüncü sınıftayım.     Önümüzdeki yıl kentimizde açılacak olan Akşam Lisesi­ne; sonra da Üniversiteye gideceğim.  Çünkü okumak ve bilgi sahibi olmak benim tek amacım…

Buraya ayrılmak üzere girmediğimi göz önüne alarak şöyle bir istekte bulunmak zorundayım… Çünkü sınıflar ilerledikçe ders­ler ağırlaşıyor.  Dersler ağırlaştıkça çalışmak için zaman ihtiyacı beliriyor.     Oysa benim hiç zamanım yok…

İsteğim:  Bana, derslerime Çalışabilecek bir zaman verilmesidir.

Örneğin: Sabahları 9 ile 12 arası; öğleden sonraları ise:    13,30 ile 17.00 arası, Cumartesi günleri de 9.00 – 13.00 arası bir çalışma programı…

İsteğimin yerine getirilmemesi halinde bir iş arayacağımı saygılarımla arz ederim.

Not:

Çalışma saatlerimin kısaltılması halinde işlerimi aksatmayacağıma söz veriyorum.

Bu durumda ücretimden 50 liraya kadar bir ücret kesintisi de yapılabilir…

Hayri Balta, 27.9.1967

X

Amerikan Hastanesi Müdürlüğüne

Gaziantep

 

27.9.1967 tarihli dilekçeme bu güne değin yanıt verilmemesi üzerine, isteğimin Hastane idaresince kabul edilmediği kanısına vararak, görevimden istifa ediyorum.

Gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim.

Saygılarımla,

Hayri Balta, 4.10.1967

X

Amerikan. Hastanesi Müdürlüğüne,

Gaziantep.

12.10.1967

4.10.1367 tarihli istifa dilekçem üzerime iş arabaya başladım ve buldum. Bulduğum iş yerinde haftada 36,5 saat çalışacağım gibi maddi bakımdan da gerek şimdi ve gerekse gelecekte bu­raya buraya göre elime daha çok para geçecek.     Bunun yanında yılda iki maaş ikramiye ve bir kat da elbise gibi avantajlar var.

Yeni iş yeri Bayındırlık Bakanlığına bağlı yapı İşleri 9.  Bölge Müdürlüğüdür.     Bu dairedeki müdür muavini benim eski dairemde iken müdürümdü. Onunla ununla 4.10,1967 tarihli istifa dilekçeme göre 4.12.1967 de iş başı yap­mak üzere anlatmıştık. Ancak siz gelip de:

“Ayrılma gününüz 4 Ara­lık yerine 4 Ocak 1968 olsun;  okuman için gerekli zamanı da düşünüyorum; daha bir karara varmadım.”  deyince durumu yeni iş; yerim anlatmak zorunda kaldım.

Dün,   gireceğim. İş yerine gittim.     Eski müdürümle görüştüm. Ona sizin söylediklerinizi; yani:4 Ocak 1968’e kadar beklemesini, çünkü yapılması  gereken bir takım işler ol­duğu,nu”  söyleyince bana: “Üç ay beklememize imkan yok. Senin için iki ay bekleyeceğiz.     4 Aralık 1967 işbaşı yaparsan, Hastaneyi zor durumda bırakmamak iğin,  5 Ocak 1968’e kadar haftada bir gün sana izin veririz. Sen de cumartesi ve pazar günleri gider oranın işlerini yaparsın.”  dedi.

Bu ara şunu da söyledim: “Belki Hastane bana okumam için gerekli zamanı verecek… Böyle olarsa Hastaneyi tercih etmek zorunda kalacağım.    Çünkü bir  iş yerinden ayrılırken işverenin rızasını   amadan ayrılmak bana  ağır gelir.’* dedim.

0 zaman bana: “Beni sürünceme de bırakmaya hakkınız yok. İşyerin sana zaman tanıyacaksa hemen bildirmeli. îki ay bekleyip de sonunda gelmezsen biriken işlerin altından kalkama­yız.  Git hastane ile görüş. Hakkında bir karara varsınlar.     Sana bir hafta müsaade.    Bu bir hafta iğinde olculu veya olumsuz bir cevap getir.”  dedi.

Sayın Müdürüm,   durum bu.  Size olumlu teklifler aldığımı söylemiştim.     Fakat  ben bu iş yerini tercih ediyorum.  Çünkü bura­daki amirim beni tanıdığı gibi ben de onu tanırım…

Sizden dileğim:   18 Ekim 1967 gününe kadar hakkımda bir karara vararak içinde bulunduğum müşkül  durumdan beni kurtarınız. Çünkü en nihayet 18 Ekim 1967 Çarşamba gününe kadar .yeni gireceğim iş yerine  olumlu –  olumsuz bir cevap vermek zorundayım.

Derin saygılarımla…

Hayri Balta

 

Not: Eğer 4 Aralık 1967 de ayrılmama müsaade edilirse 5 Ocak 1967 tarihine kadar:

  1. Günlük raporu yaparak her iki deftere geçerim,
  2. îlaç ve ambar kartlarının giriş çıkışlarını işlerim,
  3. Aylık mizanı çıkarım,
  4. Bilançoyu çıkarır teslim ederim.
  5. Diğer işleri ise Hastane kâtiplerinden kim olsa yapabilir…

X

İÇİŞLERİ ve ADALET BAKANLIĞINA,

GAZİANTEP VALİSİ HAYRETTİN ERSÖZ’E,

1.1.1961

1) Sizlerin değerli zamanını almak zorundayım; özür dilerim.

2)1959 den beri; Gaziantep’te 3 yıl Millî Eğitim Müdürlüğünde, 5 yıl Amerikan Hastanesinde çalıştım. Şimdi de Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışıyorum.

3)  1.12.1967 tarihinde çalışmaya başladığım yeni işyerine Millî Emniyet ve Emniyet 1. Şube mensuplarınca baskı yapıldığını öğrendim.

4)  Yapılan baskının nedeni 1962 yılında men’i muhakeme kararı almış olduğum komünistlik suçlaması olsa gerektir. Karar ekli olarak sunulmuştur.

5) Sizlerden dileğim: EMNİYET MENSUPLARININ İŞVERENLERİMİ RAHAT BIRAKMASIDIR.

6) Beni takip etmesinler demiyorum. Şüpheleniyorlarsa bir polisle takip edeceklerine beş polisle takip etsinler… Varsa bir zararlı faaliyetim ilk fırsatta yargıç karşısına çıkarsınlar; ama, hiçbir zaman amirlerim nezdinde onurumla oynamasınlar…

Saygılarımla, 1.1.1961

Hayri Balta

NOT:

Olumlu ya da olumsuz yöndeki gelişmeleri gerektikçe bildireceğim.

 

Adresim:

Hayri Balta,

Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğü Personel Şefi,

Gaziantep

X

BORÇ İÇİNDE BİR YAŞAM

PARA GELİRMİŞ BU ADAMA MOSKOVA’DAN…

 

1.3.1968: Amerikan Hastanesinden ayrılıp Yapı İşleri 9. Bölge müdürlüğüne girdim ya; Polisler Amerikan Hastanesi İdare Müdürü Abdullah Sinek’ten telefonla “Niçin ayrıldığımı” sormuşlar.

Gidip kardeşim Hasan’dan DA beni sormuşlar. O da “Sorduğunuz adam benim kardeşim!” demiş.

Sonra, kilim almak bahanesiyle, Ekrem Güzelhan’ın (Çekirdekçi Dede) dükkânına gitmişler. Beni sormuşlar. O da “Benim onun hakkında olumsuz bir kanaatim yok!” demiş…

+

Müdür Yardımcımız Asım Ahi, benim asaletimi onaylamadı. “Müdür beyle görüşelim de ondan sonra…” dedi.

Ben de: “Müdür Beyle görüşecek ne var ki?” dedim.

Bunun üzerine:” Olsun bir kere daha görüşelim!” dedi.

Beni işten attırmak isteyen polisler; “Yazık, yapmayın, işten attırmayın, çoluğu çocuğu var!” diyenlere: “Moskova’dan yardım aldığımı söylüyorlarmış…” Ne yardım alması Moskova’dan; borç içinde kıvranıp duruyorum.

İŞTE BORÇLARIM:              LİRA

Ali Nadi ünler’e                        50.-

Doktora                                    50.-

Eczacı’ya                                 46.60

Abdullah Çörekçioğlu’na      150.-

Polat Kale’ye                         185.-

Nail Korkmaz                           30.-

Aliye Kural                               20.-

Kilis’e                                     167.-

Bakkal Cuma’ya                    147.-

Ekmekçi’ye                            117.90

Helvacı’ya                               16.55

Bakkal İbrahim’e                   175.10

Kasap’a                                 115.10

Gazeteci’ye                               15.—

Arkadaşlara                               16.-

Toplam                                  1.301.50

 

Ben bu durumda iken bir gün yanıma Mustafa Bakkaloğlu geldi. O günler Gaziantep’e Güneri Kocatepe yönetiminde bir tiyatro topluluğu gelmişti. İlk günler seyircileri varmış. Sonra seyirciler azalmaya başlayınca parasal zorluk çekmeye başlamışlar. Gaziantep’ten ayrılacaklarmış ama yol paraları yokmuş.

Mustafa Bakkaloğlu: “Aman ne varsa sende var. Ancak sen verirsin bunlara yol parasını. Bunlara yol parası ver de Gaziantep’teki bu zor durumdan kurtulsunlar. “

Gaziantep’te bu kadar varlıklı kişi var. Bu iş kala kala bana mı kaldı… Bu kadar borç harç içinde yaşarken; nerden aldım, nasıl buldum bilmiyorum. Bu topluluğa o zamanın parası ile 325.- tl yol parası verdim. Güneri Kocatepe memleketlerine gider gitmez adlığı parayı bana göndereceğine ilişkin söz vermişti.

Gidiş o gidiş…

Adımı anan, bir teşekkür eden bile olmadı…

+

Bu arada derslere Akşam Ortaokulu’na da devam ediyorum. Defterime aldığım karne notunu da yazmışım. Akşam Ortaokulu 4. Sınıf notlarım:

Türkçe               10

Tabiat Bilgisi        9

Tarih                    9

Yurttaşlık Bil.       9

Coğrafya            10

Ticaret                 9

Matematik          10

Fizik                     9

İngilizce                8

Benim gibi batağın içinde bocalayan bir adam durumu bu işte. Bir de Moskova’dan yardım aldığımı söyleyerek beni çevremden soyutlamaya çalışıyorlar.

Bu ülkede emeği ile geçinmek çok zor…1.3.1968

  1. T. 2.10.2010

X

SAYIN MÜDÜRÜM

Sayın Müdürüm,

Ankara, 7.1.1968

Yaptığınız babalığı unutmayacağım.

Bana isnat edilen suç tamamen tertip ve iftiradır. Ekli olarak sunduğum karar dikkatle okunursa sözlerimin doğruluğu anlaşılacaktır.

Asım Beyin isteği üzerine ekli başvuruyu yapmak zorunda kaldım.

Bir de:

“1. Ben sustukça onlar; bende bir şey var sanıyorlar. Buna bir son vermeliyim…

“2. Siz ayrılırsanız sahipsiz kalabilirim.

“3. Korkulacak bir şeyim yok. İstedikleri zaman yargıç karşısına çıkmaya hazarım.

“4. Millî Emniyet de olsa, hiçbir zaman, bir işçinin işverenine: “Bunu niye işe aldınız? Almamalı idiniz… Bilseydiniz almazdınız!..” diyemez …” Ancak: ‘Soruşturma altındadır; Hareketlerine dikkat edelim. Olumsuz bir davranışını görürsek birbirimize bildirelim!..” diyebilir

“5. Geçmişimden ve geleceğimden emin olabilirsiniz. Hiçbir zaman sizi zor durumda bırakmayacağımdan da emin olabilirsiniz.

Onlara değil bana inanınız…

Şarkta yaşıyoruz; bu kadarı olur artık…

Münasip gördüğünüz takdirde bu mektubumu ve ekini emniyet mensuplarına gösterebilirsiniz.

Babacan himayenizin devamını beklerim Sayın Müdürüm…7.1.1968

X

FELSEFE ÇALIŞMALARI

 

15.2.1968

İçişleri Bakanı Faruk Sükan:

“Hepsini yakından takip ediyoruz…Nefes alışlarını dahi biliyoruz…” diyor. (6.2.1968 tarihli Hürriyet Gazetesi…)

+

Kendi kendime: “Suçlu isem cezamı kanunlara göre yargıçlar mı verecek; yoksa polisler, müdürler mi verecek?” diyorum. Çünkü bıktım polislerin beni izleyip sıkıştırmasından…

Eğer beni işten atarlarsa düşüncesi yüzünden aklıma olmayacak düşünceler  geliyor:

  1. a)   Çocukların eline döviz verip caddelerde protesto yürüyüşü yap­mak,
  2. b)  Kira veremeyecek duruma gelirsem hükümet: konağı önüne ev eşyalarımı yığmak

Bu ruh hali içinde düşünüp duruyorum.

Değil mi ki bana komünist diyorlar… Hele şu komünistlik ne menem bir şeymiş?” diyerek felsefe kitaplarını okuyup not almaya çalışıyorum:

İşte tuttuğum notlar:

Filozof: Birçok sorulara kesin cevaplar bulmaya çalışan kimsedir…

Pratik: Bir düşünceyi gerçekleştirme olayıdır.

Teori: Gerçekleştirmek istediğimiz şeylere ilişkin bilgilerdir.

Felsefe: Evrene ait en genel meselelerin incelenmesidir.

Felsefenin amacı: Evreni, toplumu, insanı açıklamaktır.

Materyalizm: Evren’in bilimsel olarak açıklanmasıdır.

Madde: Evren, dünya, varlık ve bizi kuşatan dış âlem….

Düşünce:  Eşyalardan edindiğimiz bilgilerdir…

Ruh: Maddenin işlevidir, candır, düşüncedir, nefestir, ruhtur…

İrade: Düşünce, ruh…

İktidar: Madde, varlık…

+

Felsefenin temel problemi:

Öncelik maddede mi, ruhta mı?..

Yani evreni Allah mı yarattı? Yoksa evren ezelden beri mevcut mudur?

 

Filozoflar bu soruya verdikleri yanıtı verdikleri yanıta göre ikiye ayrılırlar.

“1. Bilimsel olan açıklaması : Materyalizm

“2. Bilimsel olmayan açıklaması ise: İdealizmdir…

 

İdealist:  Ruha öncelik tanır; ruhun maddeyi yarattığını ileri sürer….             ‘

Materyalist:     Maddenin ruhu yarattığını ileri sürer…

 

Felsefe şu soruya yanıt arar: İnsan beyni olduğu için mi düşünür? Yoksa, ruhu olduğu için mi düşünür?..

 

Halk arasında, materyalizm denince maddî zevklerden başka bir şey düşünmeyen bir kimse akla gelir. Oysa materyalizm olayları bilimsel olarak açıklama isteğinden doğmuştur.

 

Ahlakî idealizm: İnsanın kendisini bir ülküye, bir dâvaya adamasıdır…

Felsefî idealizm: Kâinatın ruhla açıklamasını esas alan dünya görüşüdür. Temel meselesi: “Esas öğe, en önemli ve en önce gelen eleman düşüncedir, ruhtur…” der.

Materyalizm: Bu dünya, bizim dışımızda var mı, yok mu sorusuna yanıt arar? Eğer bu dünya bizim dışımızda bizden ayrı olarak var dersen, sen bir materyalistsin; yok eğe, bu dünya bizimle var dersen sen bir idealistsin.

Bilgin:  Bilimsel düşünüşe (bağımsızlık, determinizm, doğ­ruluk…)  bağlı olarak akıl ve deney sınırları ‘içinde araştırma yapan kimsedir.

İnsan bilgisinin sınırı nedir? Neyi bilebilir? Bildiklerimiz, bilmek istediklerimizin kendisi midir?    Mutlak mıdır, yoksa rölatif midir?

Bilgilerimiz nereden geliyor? Kaynağı nedir? Doğuştan mı,   sonradan mı?.. Soruları felsefenin konusudur…

Felsefe ayrıca şu sorulara yanıt arar:

“1. âlemin (Evren’in) mahiyeti ve esası nedir?

“2. Bilgi teorisinin kaynağı nedir?

“3. Ahlak problemi nedir?

Felsefe, bilimlerin sonuçlarına dayanan sentezci ve ten­kitçi bir düşünce sistemidir…

Sistem; İçinde çatışma bulunmayan düşüncelerin uyumlu ve organik bir bütünlüğüdür…

Doktrin: Düşüncelerin organik topluluğudur.

Dünya ve hayat görüşü: Kişiler arasında; olayları, olguları. Anlamlandırış ve değerlendiriş farkından doğar.

Filozof: Devrinin bilgilerini aklî esaslar dâhilinde bir­leştirerek bir sistem meydana getiren kimseye denir.

Filos:  Dost seven demektir.

Sofia: Hikmet demektir.

Filozof: Gerçeği arayanları seven demektir.

Hikmet sevgisi: Olayların sebeplerini bilmek, gerçeği çıkar gözetmek­sizin araştırmak anlamına gelir.

Sofos: Hakikate, bilgiye sahip olmak anlamınadır.

İnsan ömrü bütün hakikatleri bilmeye. Yetmez; ama insan hakikatleri arayan bir kimse olabilir…

Genel olarak filozof bir hakikate yönelen, bir hakikat arayan insan olma anlamına gelir.

Teolojik idealizm: Tanrı âlemi yaratmıştır ve kendisi ger­çek olarak bizim dışımızda vardır.

Tanrı, hiçbir objeye tekabül etmeyen âlem vehmini bizde yaratmıştır.

Diyalektiğin Kanunları: Fenomenlerin Cihanşümul Bağlılığı!

1)  Sebep-sonuç

  1. a) Şartlar,
  2. b) Veriler,

2) Karşılıklı aksiyon; yani sebep sonuç, sonuç da sebep olur.

3) Zaruret-Kanun:

  1. a) İyi intibaklı organizma; az intibaklı organizmanın yerini alır,
  2. b) Fenomenlerin tabii oldukları zaruretin bir tezahürü yerçekimi,

4) Zaruret ve olağanlık

  1. a) Kuzey bölgesine yakın yerlerde kışın soğuk olması bir zarurettir…
  2. b) Kar’ın ne zaman yağacağa ise bir olasılıktır.

Sübjektif gerçeklik: Ancak düşüncemizde mevcut olan gerçek,

Objektif gerçeklik: Düşüncemiz dışından, düşüncelerimizden, bağım­sız olarak mevcut olan gerçeklik.

îmmateryalizm (Özdeksizçilik): Berkeley’in sistemi.  Objektif ger­çekliği, maddeyi yadsıyan öğreti… Özetle; Madde bizim dışımızda mevcut değildir; madde olarak gördüklerimiz ise bizim vehmimizdir,

Gnostisizm: Tanrısal gerçek.doğalaşarak kendini açığa vurmuş ve bilinmeyen hiçbir yanı kalmamıştır. “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, âlemi yarattım…”

Agnostisizm: a, olumsuzluk eki olduğundan bilinemezcilik demektir. Eşyanın, maddenin ve olayların bilenemeyeceğini, uğraş­manın boşuna olduğu öğreten öğretidir…

Bizim için eşya : Eşyanın gerçeklik olduğu, bizatihi eşya  : Eşyanın mevcudiyeti.

Atom: Cismin bölünemeyen en küçük parçası.

Madde : Bize duyularımız vasıtasıyla verilen objektif gerçeklik.

Mekân: İdealistlere göre eşyaya bizim verdiğimiz bir kalıptır; materyalistlere: göre ise bizim mekân içinde oluşumuz gerçeğidir.

Zaman: Dünya, bizden önce vardı, bizden sonra da var olacaktır.

Hareket: Mâddenin mevcudiyet tarzı. Hareketsiz madde olamaz. Ha­reketsiz madde, maddesiz hareket kadar anlaşılmaz bir şeydir.

Tutarlı olmak: Fikirleri bir düzene koymak.

Mekanik: Yer değiştirme şeklinde beliren hareketin tetkikidir.

Bitmedi, sürecek…

ENDİVÜDÜALİST: (BİREYCİLİK): Bireyi baş gerçek olarak öne süren dünya görüşü.  Tanrıcılık baş gerçeğinin yerine bireyi (insanı) geçirmiştir. Burjuva felsefesidir.

İdealizm, endivüdüalizm, metafizik bu üçü dialektik materyalizminin karşısındadır.

Bireyler tek tek başarılı olurlarsa toplum da başarılı olur. Bunlar başkalarını pek görmez. Önemli olan kendi ve düşünceleridir.

Solipsizm (Tekbencilik): Sadece bireysel ben’in varlığı­nı tanıyıp, kabul eden idealizm. İnsanlar ancak onun düşüncesinde vardırlar. Bunlar da varlığı düşünceye indirgerler..

İdealist defarmasyon: Olayların kendisi ile olan ilgisine bakar. Kendisi-hakkında iyi şeyler konuşulmayan toplantı iyi değil­dir.

Sektarizm (softalık) : Kendi inancında direnmeye denir. Hiçbir kanıt ve tanıta aldırmaz.  İnatçılığa dayanır. Kendisini önemser. Herkesin de kendisi gibi olmasını ister. Kendisinden başkası yaşam hakkı tanımaz.

İnancını kendisi doğrulamadığı gibi başkasının da doğrulayıp doğrulamamasına aldırış etmez.

Dokriner: Düşüncelerini kitaplarda olduğu gibi zikreder,  metinlere ve fikirlere önem verir. Dolayısıyla sekterdir. (softalık…)…

Materyalizmin gelişmesi idareci sınıfların imtiyazlarını destekleyen ideolojilere zarar verdiği için hâkim sınıflar materya­lizmin bilinmesini istemezler.

Pre – marksizm; Eski Yunan’dan Marks ve Engels’e kadar olan materyalist görüş.

Hareket:. Yer değiştiren maddedir. Düşen bir taş, ilerleyen bir tren…

Değişme: Bir şekilden diğer bir şekle geçiş.

MEETAFİZİK METODUN KARAKTERİ:

1- Ayniyet: Ezelden beri hiçbir değişme olmamıştır. Kâinat hareketsiz ve kendi kendinin aynı olarak kalmıştır.

Balıklar, kuşlar, memeliler yoktan var olmuş ve oluşların da bu yana hiçbir evrim geçirmemişlerdir.

2~ Eşyanın birbirinden tecrit edilmesi: At attır ve inek de inektir. Aralarında hiçbir münasebet yoktur.

3- Eşya ve aşılmaz bölümler: At attır.  Hep böyle olmuş­tur ve hep böyle kalacaktır.

Her zaman zengin ve fakir olacaktır.

4- Zıtların çatışması: Zıtlar arasında birliği reddeder. İki zıddın aynı zamanda bir arada bulunamayacağını ileri sürer.

MANTIK: Doğru düşünme sanatıdır, üç kuralı vardır:

1- Ayniyet prensibi, At attır ve at olarak kalacaktır.

2- Zıddiyetin reddi prensibi: Seçme zorunluluğu: Ya hayat, ya ölüm.

3- Üçüncü halin imkânsızlığı: Üçüncü bir ihtimalin yokluğu…

4- Zıtların çatışması: Zıtlar arasında birliği reddeder. İki zıddın aynı zamanda, bir arada bulunamayacağını ileri sürer.

Metafizik, mekanist anlayış, mantık; bu üçü daima bir ara­da çıkarlar karşımıza. Her üçü de bir sistemi ifade eder: Metafizik metod…

DİYALEKTİK: Esrarlı bir şey olduğu intibaı uyandırılır. Anlaşılması zor sanılır.

Kelime bilgisi ile tartışma sanatı da denir.

Felsefî anlamda ise: Büyük bir açık-seçikliğe lüzum gösteren bir düşünce metodudur.

Metafizik diyen hareketsizlik ifade eder; Diyalektik diyen hareket ve değişmeyi ifade eder. Hareket ve değişme diyalektiğin temelidir.

DİYALEKTİĞİN KANUNLARI:

  1. Diyalektik hareket: Hiçbir şey olduğu yerde kalmaz. Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. .Diyalektik demek hareket ve değişim demektir,

Eşya geçmiş ve gelecek bakımından incelenir,

  1. Diyalektik için kesin hiçbir şey yoktur. Hiçbir şeyin ebedî olmadığını ve bu günkü halinin değişmez bir hal olmadığını ifade eder.

Hiçbir şey oluşum ve geçiciliğin kesintisiz süreçten kurtulamaz. Süreç, İlerlemeyi ve gelişme kaydetmeyi ifade eder,

Oto dinamizm: Bizzat varlıktan gelen kuvvet demektir.

.Kantitatif: Cismin tabiatı ve mahiyetinde meydana gelmeyen değişiklik.  Suyun 1 dereceden 90 dereceye kadarki durumu.

Kalitatif: Cismin tabiatında ve mahiyetinde meydana gelen değişme.

4449 oy alıncaya kadar milletvekili değildir (kalitatif değişme); bir oy daha alınca milletvekilidir; kalitatif değişme…

Tarihî materyalizm: Diyalektik metodun toplumların tari­hine uygulanmasıdır.

Faşizm: Kapitalizmin makul ve zorla sevilir hale. Getirilmesidir.

Bizim sosyal durumumuzu; düşünce ve arzularımız tayin et­mez, içinde bulunduğumuz sosyal durumumuz tayin eder…

İnsan sarayda başka, kulübede başka düşünür.  Patronlar işçileri istismar ettiklerini anladıkları an istismara son verecek­lerdir, düşüncesi tamamen idealist bir düşüncedir.

İdeoloji: Bir fikirler demeti demektir…

İdeolojik faktör: Bir hareket ve tesir meydana getiren kuvvet demektir.

Obscurantizm: Belli bilgileri belli sınıfların bilmeleri gerektiğini savunan siyaset. Daha ziyade bilimin yayılmasına engel olma düşüncesi,

Fiksizm: (saptamcılık): Hayvan türlerinin hiç değişmeyip hep aynı kaldıklarını ileri süren öğreti. Bu görüşü Darvin. nazari­yesi yıkmıştır…

Spontane materyalizm: Bilinçsiz olarak objelerin bizden bağımsız olarak varlığını bilir. Yani sağduyu sahibi kimseler ve tımarhanelik olmayan kimseler şuursuz, bilinçsiz bir şekilde mater­yalisttirler.

Taharruşiyet: Canlı varlıkların, dış ve iç ortamın aksiyo­nuna intibak reaksiyonları ile karşılık verme istidadır.

Spesifik: Kendine has demektir.

Vülger: Kaba, basit.

Monizm: Ruh ve maddeyi bir sayan öğreti…

Vülger maddecilik: Her şey maddedir,  öyleyse düşünce de maddedir.

Dualizm: Birbirine indirgenemeyen iki başlangıç olduğunu kabul eden öğreti. Monizmin karşıtı, ruh’ ve maddeyi ayrı sayan öğretidir.

Usçuluk (rationalizme) Gerçek anlamıyla usa dayanan ve us dışı ulan her şeye karşı koyan öğretilerin genel adıdır.

Usa aykırılık (irrationalizm): Nitelik olarak akla karşıt olmak durumunu belirtir. :

Olguculuk: Metafiziğin yerine olgulara dayanan bir ilim koymaktır.

Fideizm: Tanrıya inanç yoluyla bağlanan öğretilerin ge­nel adı.  İnsan asla kanıtlanamayacak olanı kabul eder.

Neo-tomizm: Tanrının her şeye kadir, yaratıcısı olduğunu öğretir

Tabula Hasa (düz levha) Aptalların ve bilgisizlerin tabuları dümdüz kalır… İnsan doğduğu zaman anlığı üstüne hiçbir şey yazılmamıştır.  Düz bir kâğıt gibidir.

Kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir kişi gösterilemez.

Tanrı düşüncesi de doğuştan değildir. Çünkü Tanrı’dan habersiz topluluklarla, tek tanrıya, çok tanrıya inanan vs topluluklar da var

Mimetizm (taklitçilik): Toplumsal olayların, insanların, bilinçli ya da bilinçsiz olarak birbirlerini tekrarlamalarıyla meydana geldiğini ileri süren öğreti.  Bir de hayvanların ortama uyma içgüdüsü.

+

Yalnızca basit olguları saptayanlar; dünyamızın anlaşılmasını sağlayamazlar. Oysa dünyayı anlamak ve değiştirmek gerçeğin amacıdır…”

Bertol Brec

DİYALEKTİĞİN ÖZELLİKLERİ:

Bütün şeyler birbirine bağlıdır.

Bütün şeylar değişir.

Kalitatif değişme kantitel birikimin sonucudur.

Zıtlar daima mücadele halindedir.

  1. a)     Zıtlık içtedir,
  2. b)     Zıtlık yenileştiricidir.
  3. c)      Zıtlar birlik halindedir.

15.2.1968

X

PAVYONSUZ OLMAZ

 

Burç salonunda yapılan CHP Belediye Meclisi Gurubunun basın toplantısındayız.

Toplantıda da yerel basından çok cahil şirret bir gazeteci var. Sağcıların basında militanlığını yapan bu adam bir ara şöyle dedi:

“-Eğer TİP’in başında Mehmet Ali Aybar olmasa hemen TİP’e geçerdim. Benim gerçek yerim TİP’tir… Ancak Mehmet Ali Aybar sabıkalı bir solcu olduğu için o partiye gitmem…!

Ağzından çıkanı kulağı duymuyor, ne söylediğini bilmiyor. Sanki TİP, solcu bir parti değilmiş gibi…

Bu arada Selahattin Çolakoğlu¸CHP’nin basın bildirisini bu şirret ve cahil gazetecinin yayınlamasını istedi.

Bu adam:

“- Biraz düşünmeliyim!” dedi.

Bunun üzerine orada bulunanlar arasında bir gülüşme oldu. Oradakilerden biri::

“- Bu iş pavyonsuz olmaz!” dedi.

Bu sözler şirret gazetecinin hoşuna gitti:

“- Pavyon olsun da, isterse solun solu olsun!” dedi.

Bu konuşmalardan sonra hep birden kalkılıp pavyonu gidildi…

İşte yerel basının durumu…

Götür pavyona, bildiriler yer alsın basında…22.2.1969

X

35 YAŞINDAN SONRA…

 

Akşam Ortaokul son sınıfında okuyorum.

Fırsat buldukça derslere çalışıyorum. Kendimi, olası sorulara karşı hazırlıyorum.

 

İşte tarih sınavına hazırlanışım.

Önce çıkması olası soruları yazıyorum ve bunlara vereceğim yanıtları kafama yazıyorum.

 

İşte ben bütün derslere böyle hazırlandım,

Kendimden başka kimseye güvenmeyerek işi ciddiye aldım…

 

“1. Atilla, Avrupa’da neden tutunamadı?

“2. Hıristiyanlıkta ç eşitli mezhepler neden doğmuştur?

“3. Bizans, Batı Roma imparatorluğundan ayrıldıktan sonra neden yeni örf ve adet sahibi oldular?

“4. Göktürklerin Ortaasya’da tutunamayıp Batı’ya göçmelerinin nedeni?

“5. Göktürklerde askerlik örgütü ve günümüzle benzerlikleri?

“6. Göktürklerde din ve inanış?

“7. Eski Türk yazıtları neden önemli?

“8. İslamlıktan önceki yaşayışın İslam’a etkileri nelerdir?

“9. Roma kültürü hakkında bildikleriniz?

 

35 yaşından sonra; Ortaokulu, Lise’yi, Hukuk Fakültesini bitirdik ama bu nasıl oldu?

Büyük bir irade ile oldu…

+

Bazen da okuduklarımdan ve duyduklarımdan notlar alıyorum.

İşte bu notlardan bazıları, yazıyorum:

 

“İnsanoğlu gerçekten kaçıktır. Bir tek solucan var etmekten aciz olduğu halde; düzinelerle mabut yaratmaya kalkar.

İnsanoğlu gerçekten kaçırtır; çünkü işi gücü mabut icat etmektir.” (Montaigne)

Evet, insanın işi gücü Allah yaratmak!

Hayri Balta, 23.12.1969

X

ÇALIP SÖYLÜYORUZ, YAZIP DURUYORUZ…

 

Bazen kendi aramızda bizim evde toplanıyoruz: Fazıl Muhsinoğlu saz çalıyor; ben de tef. Eşlerimiz, çocuklarımız bize eşlik ediyor. Kimi zaman Fevzi Günenç ile Gülten  Aldaş da geliyor… Çalışmamız arasında dinlenmeye geçtiğimiz zaman da çaylar içiliyor, meyveler yeniyor ve söyleşiler sürüp gidiyor…

İşte okuduğumuz türküler:

  1. a)     Dağı Duman Olanın
  2. b)     Necibe
  3. c)     Şenkaya
  4. d)     Şişmanoğlu
  5. e)     Bebeğim
  6. f)       Osman Ağa Evde mi, Evde mi?
  7. g)     Şu Boyda Gitme Gidenler ile
  8. h)     Dere geçit vermezse

Her ne kadar Hocamız Dr. Emin Kılıç Kale’nin derslerinde: Dergah, tekke müziğine çalışırsak da biz kendi aramızda halk müziğini yeğlerdik. Hocamız da bu konuda bize: “Müzikle uğraşın da hangi müzik olursa olsun!”derdi.

Hocamızın derslerine gelenler  arasında Harat Baba adında bir meczup vardı. Bazı yıllar, sıcaklar bastırınca, Elazığ’a gidip geldiğini duyardık.

Kendisini hiçbir zaman gözüm tutmamıştı. Bazen vecde gelir kendisinden geçerdi. Ara sıra da ortaya bir söz atardı. Ama attığı sözlerin bir anlamı vardı.

Bir keresinde derslerimizi boşlayan biri için şöyle demişti: “Ne zararı var; ikrarı bizde, canı cehennemde.” Bu da benim aklımda yer etmişti.

Kim olursa olsun, kimden duyarsam duyayım beğenimi kazanan sözleri anında not ederdim. Aşağıdaki satırlar Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasında Muhasebede birlikte çalıştığımız arkadaşlardan Sabri Konuk adında bir arkadaşın söylediği sözler.

Ye zifiri (yağlı yiyecek), iç suyu varsın donarsa donsun

Ye şirini (tatlıyı), içme suyu, varsın yanarsa yansın…

Kimi zaman da şöyle derdi insanların kolaya kaçtıklarını anlatmak için:

Komşuda olan kolayda…

Ve yine aynı anlamda olmak üzere:

Hazıra hamıt…

Söylediği bu sözler halk arasında da çok kullanılırdı.

İşte böyle çalıp söyler, yazıp dururduk kendi kendimize. Ne var ki bundan rahatsız olanlar atıp tutarlarmış aleyhimizde…

Biz de aleyhimizde yapılan bu dedikoduları duyunca şöyle derdik kendi kendimize:

Aleyhimizde nifak eylemişler ama manevi himmet buyurmuşlar…

25.12.1969

X

BİR ÇELİK MASA ALDIK

SOĞUKTAN DONUP KALDIK

 

10.12.1968: Yaşım 36 olmuş. Bir masam, bir sandalyem yok oturup çalışacak.

İnsanın oturduğu yerde okuması, not alması çok zor oluyor.

Okuma, yazma alışkanlığım olduğuna göre bir masamın olması gerek diye düşünüyorum.

Daha fazla dayanamadım. Gittim, bir masa, bir sandalye aldım. 711 lira borçlandım. Bir aylık tutarındaki bu borcumu da taksitle ödeyecektim…

Bir masam, bir sandalyem oldu diye çok seviniyordum. Bu sevincin çok sürmedi, sevincim kursağımda kaldı. Masaya oturur oturmaz çelik masa aldığıma pişman oldum. Çünkü havalar soğumaya başlamıştı, çelik masa soğuğu emiyordu ve ayaklarımın romatizması çekilmez bir durum alıyordu.

Deneyimsizlik ne kötü… Daha önce bir masam olsaydı gider tahta masa alırdım; ayaklarım da soğuktan bu denli etkilenmezdi. Götürüp geri de veremezdim. Büyük bir pişmanlık çektim; ne var ki iş işten geçmişti.

Her masaya oturuşumda ayaklarımın romatizması tutuyordu. Bacaklarım üzerine battaniye almama karşın ağrılarım bir türlü geçmiyordu. Romatizma ağrıları çekilmez bir durum alınca yine varıp yatak odasındaki koltuğa oturuyordum. Okuyacaklarımı orada okumaya başlıyordum. Aldığım masanın işe yaramayacağı aldığım gün anlaşılmıştı.

Bu sıralar Anayasa kitapçığını okuyordum. Dikkatimi çeken konuları not alıyordum. İşte bunlardan ikisi:

Anayasa’nın 62 maddesine göre:

  1. a)    Dilekçelere mutlaka yanıt verilir.
  2. b)   İdarenin hiçbir eylemi yargı dışı bırakılamaz.

Bu notlar her olasılığa karşı alıyordum. Çünkü her an işten atılma korkusu yaşıyordum.

Hayri Balta, 10.12.1968

X

AĞAM NERDE?

BEN NERDE?

 

Hacca varan kişinin

Gönül yapmak işidir

Gönül Hak’kın beytidir.

Sakın sen emmaraden

+

Sen özünü bil nesin?

Hak sende, sen nerdesin?

Hak’kı bilmek dilersen

Geç ak ile karadan…

 

Kaygusuz Abdal. Büyük Saatli Maarif Takvimi, 29.1.1970

+

Bu sıkıntılı dönemde ben yine de tasavvuf kitaplarından notlar alıyordum. Yukarıda aldığım notlardan iki kıta görüyorsunuz.

Gazete ve dergiler yanında daha çok Tevrat, Kuran ve İncil okuyordum. Beğendiğim ya da din duygusuna aykırı bulduğum bazı ayetleri getirip Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye okuyordum. Sayın Öğreticim de bana bu nedenle “Kuran ve İncil Uzmanı” sıfatını takmıştı bana.

Bu arada şunu da belirtmeliyim Hayri Mutlu adında bir öğrencimiz daha vardı. Tarikatta adı Kuşakçıbaşı idi.  Sayın Öğreticim ona da “Tasavvuf Uzman”ı adını vermişti. Oysa benim tasavvuf ile ilgim ondan daha çoktu…İsterdim ki Sayın Öğreticim bana “Kuran, İncil ve Tasavvuf Uzmanı” adını taksın. Ancak bu düşüncemi hiçbir zaman dile getiremedim.  Çünkü onu kıskandığım düşüncesine varılmasından korktum.

Şunu da belirtmeliyim ki benim tasavvufla ilgim 1952 yılında başlar. O tarihte Debbağ Hacı Kimya’nın yanında debbağ kalfalığı yapıyordum. Hacı Kimya adlı ustam Mesnevi okurdu. Yanına kimi Mevleviler gelip giderdi. Birlikte Mesnevi okurlardı. Buradan anlıyorum ki benim Dinle, tasavvufla ilgimin başlangıcı 60 yıl öncesine rastlar.

60 yıldan bu yana ayakta, sokakta, yatakta yalnız dinî, tasavvufu kitapları değil tarihi ve felsefi kitapları da okuyup durdum.

Ne malda, ne parada, ne de şanda, şöhrette gözüm vardı.

Ne oldu? Sonunda adımız dinsize, komünistte, masona çıktı…

 

Oysa benim; dinsizlikle, komünistlikle, masonlukla yoktu ilgim…

Ne var ki bütün bunlar hakkında vardı yeterli bilgim…

.

Özetlersek şöyle diyebilirim:

 

Ağam nerde,

Ben nerde?..

Okuduk,. araştırdık diye

Başımız girdi derde…

 

İşte bizim ülke

Böyle bir ülkede…

Aydınlanmak istersen,

Başın girer derde…

 

Hayri Balta, 10.3.2011

X

SEVGİLİ ÖĞRETMENLERİM!..

 

Aşağıda Akşam ortaokulu ve Lise 1 öğretmenlerimin adlarını ve soyadlarını ve bana verdikleri notları okuyacaksınız…

Aradan geçmiş 40 yıl. Çoğunun yüzünü (simasını) hatırlayamıyorum; bu da beni çok üzüyor. Ne güzel insanlardı bunlar.

Cana yakındılar. Gözlerime şirin görünürdüler.

Sarılıp kucaklamak, kucaklayıp öpmek isterdim

Çoğu da benden küçüktü. Benim yaşıtta olanlar da, benden büyük olanlar da vardı.

Biliyorum; şimdi, emekli olmuştur, yerlerini yenileri almıştır. Belki içlerinde ölenler de vardır…

Bütün bunlardan kopardı beni kanı donuklar, sütü bozuklar.

Memleketimden koparmasalardı beni çoğunun düğünlerine, derneklerine katılırdım. Belki ölüm törenlerine de katılırdım.

Sokakta karşılaştığımda başımı eğer selam verirdim. Bütün bunlar büyük bir zevk olacaktı benim için…

Dediğim gibi beni bu yaşam mutluluklarını yaşamaktan yoksun koydular. Kanı donuk, sütü bozuklar…

Bunlar aynı zamanda tımarhalıktırlar…

Beddua etmek istiyorum  ama kendime yakıştıramıyorum…

 

12 Eylülleri, 12 Martları yaşadık arkadaşlar. Bu olaylar, ne varsa aklımızın kıyısında köşesinde silip attılar…

Bütün bu koşullarda yaşadığımız olumsuzluklar içinde kotardık: Akşam ortaokulunu, Akşam Lisesini, Hukuk Fakültesini…

Sözde biz bağımsız Cumhuriyetin yurttaşlarıydık; ama ne var ki bu Bağımsız Atatürk Cumhuriyetinde ne sürgünler, ne eziyetler yaşadık.

Türk demediler, Kürt demediler, Alevi Sünni demediler; çoğumuzu tundan tuna attılar.

Yaşadığım bütün bu olumsuz olaylar bize bağımsız bir ülkede yaşattılar.

Bunlar, anılarımızı bile aklımızdan silip attılar.

Bütün bunlar iliğimize kemiğimize işledi; unuttuk mu sanıyorlar…

Av. Hayri Balta, 1.4.2011

+

Akşam Ortaokulundaki Öğretmenlerim

(Alfabetik olarak…)

Alim Kuyucu

Asaf İlbay,

Hüseyin Totkanlı

İsmet İnanç

Kazım Tezkerecioğlu

Mustafa Güneri

Mustafa Soytürk

Nezahat Güngen

Sabri Turan

Saynur Çoşkun

Nezahat üngen

+

Lise 1. Sınıf Öğretmenlerim ve verdikleri notlar:

Alaaddin Turgut, İngilizce                9

  1. Uğur Cetinel, Edebiyat               9
  2. Uğur Çetinel, Kompozisyon       9

Hanifi Kelleboz, Cebir                     5

Hanifi Kelleboz, Geometri               8

Hayri Gül, Fizik                               5

Fethi Turgay, Kimya                       7

Mehmet Kar, Tarih                         9

Mehmet Bahadır, Coğrafya            7

Yaşar Ceyhan, Biyoloji                   9

Tahir Bey, Müzik                            9

X

ÖĞRENMENİN KURALLARI:

 

33 yaşında (1965’te) Akşam Ortaokuluna başladığımı bütün okuyucularım bilir.  Elbette bunu söylemesi kolay… Bunu şu nedenle belirttim. Anladım ki öğrenimin de bir çağı varmış. Hani derler ya “Öğrenmenin yaşı yoktur!..” diye… İşin aslı hiç de öyle değil…

Anladım ki insan yaşlandıkça öğrenmesi de zorlaşıyor. Bunun zorluğunu hem Akşam Ortaokulu, hem Akşam Lisesi hem de Hukuk Fakültesinde gördüm… Bu öğrenim tam 16 yıl sürdü. Bu 16 yıl içinde gündüzleri çalıştım akşamları ise okudum. Okul tatil olduğu günlerde de bütünlemeye kaldığım bazı derslere çalıştım.

Çocuklarım ara sıra bana takılırlardı: “Baba Okulu nasıl oluyor baba?” diye…

Baba Okulu zor oluyordu. İşten çıkıp okula koşuşturmanın yanı sıra okuduklarımı aklımda tutamıyordum. Bu zorluğu daha çok Hukuk Fakültesinde yaşadım. Çünkü ben Akşam Ortaokulu’nda ve de Akşam Lisesinde hep dinleyerek öğrenip görmüştüm. Hukuk Fakültesi öğretimini gündüz yaptığı için dersleri izleme olanağım olmuyordu. İşyerinden derslere izlemek için günde bir saat izin istedim. “Emsal olur!” diye vermediler. Bu günlerde çalıtığım işyeri sendika işverenlerden “okuma izni” için toplu sözleşme masasında dayatıyordu. Kendi işçisi olan bana ise günde bir saatlik izni vermiyordu. Çelişki işte…Ben de zorunlu olarak derslere gidemedim ve kitapları okuyarak sınavlara hazırlandım; hazırlandım ama gel bana sor!..

İşin zor olanı da şuydu. Sayfanın başından aşağıya doğru gelince başta okuduğumu unutuyordum. Yeniden başa geçtiğimde de bu kez sayfanın altında okuduklarımı unutuyordum.

Bu, dayanılacak gibi değildi, çıldıracak gibi oluyordum…

Bu kez de öğrenmenin yollarını öğreten kitaplar okumaya başlıyordum. Öğrenmenin yollarını gösteren kitaplarda da şöyle deniyordu:

“Aralıklı çalışma

Canlının durumu

Dikkat

İlgi

Ödül-ceza

Önceki bilgiler

Not alma,

Sağlık

Sürat

Teknik

Tekrar

Uygulama…”

Bu kuralları öğrenim yaşamımda uygulamaya çalıştım. En çok da okuduklarımdan not alırdım.Bu notlarıma ise işyerinde kaçamak yaparak çıkarıp bakardım. Kimi zamanlar yüz numarada bile çıkarıp bakardım. Sokakta yürürken, otobüste giderken hep notlarımla meşguldüm

Not almak da başka bir sorun. Sağ bileğim öylesine ağrırdı ki not tutmaktan. Bu gün bile zaman zaman ağrısını duyarım…

Ne diyordu öğrenme kurallarını bildiren notta.

Tekrar ve uygulama….

Bu tekrarlamayı ve uygulamayı uygulayıp durdum; mutfakta, sokakta, yatakta…

Bir de takvim yaprağından aldığım şu notlar beni yüreklendirirdi.

+

İnsan için çalışmaktan başka bir uğraşı yoktur.

Çalışanı Tanrı sever…

(25.6.1970 Saatli Maarif Takviminden…)

Av. Hayri Balta, 20.4.2011

+

KATKIDA BULUNANLAR:

-1. Sevgili Fevzi,.

Önce sevgi…

 

İletin mutlu etti beni…

En güzel tümcen ise:

Hem sevindirdi, hem güldürdü beni:

 

“90’ına merdiven dayamak,

18 yaşın enerjisi ile yazmak…”

 

Aşağılık insanlar aşağılar,

Suçlu insanlar suçlar…

Şimdi bize bunlar:

“Yaşı doksan,

İşi noksan!..” demeye başlar..,.

 

Sonra adı bile güzel geliyor kulağa,

“Filozof” ünvanına da verdin bana…”

Verdiğin bu ünvandan ötürü de

Teşekkür ederim sana…

 

Bazı günler 30 kişiye ileti gönderirim.

Gönderdiklerim,

Yazılarım hakkında görüş bildirsin isterim…

 

Ne var ki;

İletilerim dipsiz kuyuya atılan taş gibi…

Boşlukta kayan bir yıldız gibi…

“İletilerini alıyorum,

Teşekkür ediyorum…”

Deyenler bile o denli az ki…

 

Bu ezikliği senin yazıların gideriyor.

Bu kadar hastalık içinde bana güç veriyor…

 

Yanıt verirken yazımda bir iki değişiklik yaptım.

Eğer kullanıyorsan bunu kullan derim…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Teşekkürler sana…

 

Sevgilerimle,

Av. Eren Bilge, 20.4.2011

+

2.Merhaba Baba,

Sabahı beklemedim, eve girdiğimde okumak istedim. Evet yazın güzel ve sana yazılan da güzel.

Burada, öğrenme ile ilgili yazdığım bir çok cümleyi benim de öğrencilik dönemimde yaşadığım zorlukları seninle paylaştığımda sık sık bana yinelerdin. Hepsi çok tanıdık geldi bana, evet öğrenmek gerçekten güzel. Kitap okumadığımda kendimi suçlu gibi hissediyorum mesela…

Keşke senin kadar bilgi yüklü olabilsem…

Sevgiler Baba,

Yener Balta, 20.4.2011

+

3.Kayınpederim Hayri Balta’nın öğretilerini başkalarına iletmek ve geliştirmek üzere gösterdiği gayreti her zaman takdir etmişimdir.

Kendisi insanları özüne yönlendiren, inanarak iletişim kuran ve gelişmiş iletişim ve etkileme becerilerini çok iyi kullanabilen, eylemci bir kişiliğe sahiptir.

İletilerini takip edenler, yaşam felsefelerine olumlu katkılar kazanmaktadırlar.

Çalışma ve mücadele heyecanını kaybetmemesi dileklerimle…..

Reha Tezcan, 21.4.2011

+

Sevgili Reha,

Tarafınızdan anlaşılmış olmak beni mutlu etti.

Saptamalarınız güzel.

Olumlu duygu ve düşünceleriniz için teşekkür ederim.

Hayri Balta, 22.4.2011

+

4.Merhaba,

Eşekten düşmeyen onu anlamazmış derler.

Ben de akşam okullarında vakit geçirdim. Hem çocuğum vardı hem gece vardiyasında çalışıyor, hem okuyordum. İki yıl boyunca iş yerinde gündüz çalışmak nasıl bir şey öğrenemedim.

Anlattıklarınızı okuyunca aklıma geldi, yani eşekten düşen birini ancak eşekten düşen başka biri anlıyor.

Ezberleme taktikleri geliştirdim. Hani şu asker ocağında GESTAY formülü vardı ya.

Aynen onun gibi formüllerle ezberlemek.

Çok işime yaradı. Şimdi gençler yöntem falan geliştiremiyorlar, sadece onlara sunulanla yetiniyorlar.

Çünkü tanrının her şeye kadir olduğu öğretildi.

Oysa ki tanrı çalışanı sever, derdi babalarımız.

Rahmetli babam derdi ki; “Oğlum sen çalışırsan tanrı vermemekten utanır, mutlaka çalış” derdi.

Şimdikiler ise hamd et, şükret gibi nidalarla uyuyor, padişahım çok yaşa nidalarıyla uyanıyor.

İşte özetimiz bu.

Sayın Hayri bey, tanrıdan sizin için sağlıklı uzun ömür diliyorum.

Azim dolu hayatınız gençlerimize örnek olsun.

Saygı ile selamlarım.

Ahmet Dursun, 21.4.2011

X

olası tarih soruları

 

Şimdi söylemesi kolay. Aradan geçmiş kırk bir yıl. Bu kırk bir yılda neler geçmiş neler. Bunu ancak yaşayan bilir. Bir okul bitiriliyor ama bitiren ne zorluklar yaşıyor.

İşte bu zorluklardan biri. Derslere büyük bir ciddiyetle hazırlanırdım. En küçük olası soruları bile göz önüne getirerek hazırlanırdım. İşte bunlardan biri…. Çıkması olası tarih soruları…

Çıkması olası soruları tek tek yazardım. Her birine yazılı olarak yanıtlar verirdim. Doğru olup olmadıklarını kitaptan denetlerdim. Aşağıdaki sorular Akşam Ortaokulu son sınıfındaki tarih derslerine hazırlanışımın bir göstergesidir.

Her ne yaparsak yapalım işe ciddiyetle sarılmak gerekir. İşin büyüğü küçüğü, önemlisi önemsizi yoktur. İş iştir…Yaşamı böyle karşıladım ben.

Hazırlandığım soruların hemen hemen 10’da dokuzu beklediğim gibi çıkardı. Öğretmen başka kitaptan soru hazırlayacak değildi ya… Hangi kitabı okutuyorsa sorular da o kitaptan çıkacaktı…Ben de soruları bize okutulan ders kitaplarından çıkarırdım ve bu sorulara göre hazırlanırdım…

İşte olası sorular:

  1. Atila,  Avrupa’da neden tutunamadı?
  2. Hıristiyanlıkta çeşitli mezhepler neden doğmuştur?
  3. Bizans, Batı Roma imparatorluğundan ayrıldıktan sonra yeni örf ve adetler kurdular?
  4. Göktürklerin Ortaasya’da tutunamayıp Batı’ya göçmelerinin nedeni nedir?
  5. Göktürklerde askerlik teşkilatı ve günümüzdeki benzerlikleri?
  6. Göktürklerdeki din ve inanç?
  7. Eski Türk yazıtları neden önemli?
  8. İslamiyet’ten önceki yaşamın İslam’a etkileri nelerdir?
  9. Roma kültürü hakkında bildikleriniz?

Ben bu sorulara yanıt bulmaya çalışırken Gaziantep’in bağnazları, yobazları dinsiz, komünist, mason diye benimle uğraşırlardı. Her girdiğim işyerinden beni attırmaya çalışırlardı. Hiç birinin aklına bu adamı işsiz korsak çoluk çocuğu ne yer, ne içer diye sormak gelmezdi. Böylesine gözlerini kin ve nefret bürümüştü.

Yahu, 38 yaşına gelmiş, bir ortaokul diploması bile olmayan kişinin her yanı dinsiz, komünist, mason olsa ne yazar?

Kaldı ki dinsizlik de, komünistlik de, masonluk da başlı başına bir kültür zenginliği gerektirir. Bende ise bunların hiç biri yok. Tam bir kara cahilim… Tek tesellim şu ki benimle uğraşanlar benim gibi kara cahil bile değil… Tam tersine zır cahil… Hepsi de tam bir cehl-i mürekkep…

Hayri Balta, 10.5.2011

+

KATKIDA BULUNANLAR:

  1. Teşekkürler baba,

Her yazın bana yeni bir şeyler katıyor, bazılarını bilsem de hatırlatmış oluyorsun.

Yener Balta, 10.5.2011

+.

  1. Sevgili Ustam,

Bu cehl-i mürekkepler şu kadarını olsun düşünemiyor muydular acaba?

“Yahu bu adam mason olsa, masonlar ona sahip çıkar, böyle işsiz, yoksul, çaresiz bırakmazlardı…”

Burada o cehl-i mürekkeplerin amacı bir masonu deşifre etmek değil, birilerine yalakalık edip kemik kapmaktı.

Saygıyla ustam…

Fevzi Günenç, 10.5.2011

X

ÇEMBERİ KIRMAK

 

Anılarım arasında aşağıda okuyacağınız notlarla karşılaştım.

Sayın Öğreticim Dr. Emin kılıç Kale ile edep dairesinde tartışmalarımız da olmuştur. İşte bu tartışmalarımızdan biri.

Konumuz aydınların dünyayı anlayıp değiştirmesi üzerineydi. Sayın Öğreticimin dünyayı anlamak gibi bir sorunu vardı ama, dünyayı  değiştirmek gibi bir sorunu yoktu… Buna karşın Gaziantep  Sabah gazetesinde, Burhan Cahit Günenç‘le yaptığı röportajda da devrimciyim demekten çekinmiyordu. Devrimcilik, adından da anlaşılacağı gibi köhnemiş zihniyeti değiştirmek yerine yeni düşüncelere dayanan düzen getirmek değil mi idi?

İşte bu konuda ben konuya bir soru ile başlıyordum. İşte ilk soru:

–       Bir sinek sizi rahatsız etse elinizle kişilemez misiniz?

–       Kişilerim…

–       Gidip bu sinekleri üreten zibilliği kurutmak istemez misiniz?

–       Hayır!..

–       Sineğin sizi rahatsız etmesi mi gerek ille.

–       Evet!..

–  Zibilliği kurutmadığınız sürece sinek sizi rahatsız ettiği gibi gelecek kuşakları da rahatsız edecektir…

–  Nefsine mahkum olanlar gelecek kuşakları düşünecektir… Her insan başlı başına bir âlemdir…

Sayın Öğreticim bu sözlerle konuyu noktalıyordu. Artık bana susmaktan başka yol yoktu. Oysa ben o sıralarda sol kitaplar okuyordum. Bir örnek gerekirse bu sol kitaplardan birinde şöyle yazıyordu:

“Sadece basit olguları saptama ile yetinenler dünyamızın anlaşılmasını sağlayamazlar; oysa dünyayı anlamak ve değiştirmektir yaşamın, gerçeğin amacı…”

(Bertolt Brech, 1970)

Yine okuduğum diğer felsefe kitapları da şöyle diyordu:

“Eğer bir şahıs sosyal meselelerin dışında kalıyorsa; ona, kendi işiyle meşgul olan biri değil, işe yaramaz kimse gözü ile bakmalıyız.” (Pekles, M. Ö. 490-429)

Bu sözler beni Sayın Öğreticimin sözlerinden daha çok etkilemeye başlamıştı. İşte böylece bende Sayın Öğreticimin öğretisinden ilk kopuşların ilk belirtileri ortaya çıkıyordu…

Bu kitapları okumasaydım ben bu çemberi nasıl kıracaktım… Çemberi kırdık ama bu da bize çok pahalıya mal oldu… Varsın olsun, çemberin içinde kalmaktansa çemberi yarıp çıkmak daha iyi…

Hayri Balta, 1.6.2011

X

Dr. EMİN KILIÇ KALE’NİN ÖĞRENCİSİ OLMAK

 

Biliyorsunuz ben Emin Kılıç Kale’nin öğrencilerinden biriyim. Çok kişi geldi; gelenlerin çoğu gitti, çok azı derslere devam etti. Bunların da çoğu Sayın Öğreticimi kendilerine benzetti. Bunlar Sayın Öğreticimi anlamadı…Sayın Öğreticimi kendi dünya görüşlerine göre yorumladı.  Sayın Öğreticimin; Atatürkçü, çağdaş, cumhuriyetçi, ilerici yönü es geçildi.; onlara göre Sayın Öğreticim neredeyse Selametçi…

Bir kere şu gerçek bilinmeli ki Sayın Öğreticim Yerden değil Göktendi. Dünyadan değil Allah’tandı. Dünyanın malında mülkünde gözü yoktu. Bazı zaafları vardı; ancak bunlar da doğaldı.

Bana karşı olumsuz davranışlarına karşın; Sayın Öğreticimden, çok şey aldım. Bunların başında da gerçek Tanrı bilgisi ve din duygusu, ahlak dersleri, müzik gelir.

Onun sayesinde ölü idim, dirildim; gerçeklerden haberim yoktu, gerçeğe erdim…

Aramızda kimi zaman tartışmalar olmuştur. Bunlar benim tekamülüme hizmet etmiştir. Kendisine ne denli teşekkür etsem azdır.

Dersler bir forum havası içinde geçerdi. Gelen konuklar ve de öğrenciler kafasına takılanları sorardı. O da çekinmeden düşündüğü gibi yanıtlardı.

Bir konuk Sayın Öğreticime soruyor:

–       Lütfen Allah’ı bana göster?

–       Allah’ı ancak Allah olan gösterebilir…

Böyle bir yanıt karşısında haydi çık çıkabilirsen işin içinden… Elbette böyle bir soru soran, sorduğuna soracağına  bin pişman oluyor. Sayın Öğreticim daha fazla açıklama yapmıyor. Çünkü gerçeği açıklasa soruyu soranın kaldıramayacağını biliyor…

Bazen da Sayın Öğreticim kendisine sorulmadan ortaya bir fikir demeti atardı.İşte bunlardan biri:

. Hak’kın cemalini görmek, Hak’ka ermek istersen;  gördüğün ört, görmediğin söyleme…

Ortaya attığı fikir demetlerini bazen açıklar; bazen açıklamazdı. Bazen aşka gelir, nara atar gibi ünlenirdi: “Huvel baki!..” sonra da açıklardı. “Dünyada hiçbir şey kaybolmaz!..”

Bazen de dinsel konularda terim üretirdi. İşte bunlardan biri:

Ruhul Kudüs,

Ruhul Kubûh…

İnsanı olumlu davranışlara sürükleyen duyguya kutsal; olumsuz davranışlara, kabahate, suç işlemeye sürükleyen duyguya ise Ruhul Kubûh dedikten sonra eklerdi. Bunlar benim icadım…

Bazen cezbeye gelirdi. Durup dururken aklına geleni, kafasına eseni söylerdi. İşte bunlardan da biri:

“İnsanoğlu gerçekten kaçıktır; çünkü, işi gücü mabut üretmektir…”

Ne güzel anılar bunlar. İyi ki yaşatmış bütün bunları bize… Sayın Öğreticimin anıları önünde saygı ile eğilirim. Sağlığında kendisini incittiğim için özür dilerim…

Hayri Balta, 21.6.2011

X

KÜLTÜREL ve EKONOMİK DURUMUM

 

Komünist olarak yakalandığımda, ilkokulda iken öğrendiğim, aritmetikte dört işlemi yapmayı unutmuştum. Bir büyük harf ile nokta nerede kullanılır, yeni yeni öğrenmeye başlamıştım.  Aldığım nefes ile yediğim yemeğin nasıl olup da ayrı ayrı borulardan gittiğinin ayrımında değildim.

Evlenirken otuz lira kadar bir masrafım oldu. Bu otuz lirayı da halamın kocası Arap Enişte’den almıştım. Hala da ödeyememiş olmanın ezikliği içindeyim. Aradan o kadar zaman geçti ki şimdi de ödemeye utanıyorum. Çünkü aradan 14 yıl gibi bir zaman geçti. İnsan, 14 yılda otuz lira kadar bir borcu ödeyemez mi?

25 yaşında evlendim. Evleninceye değin evimizde bir kere olsun soba yanmamıştı. Hep tandırda ısınırdık. Evde soba yakmayı hanımın isteği üzerine kullanmaya başladık.

Pijamayı ilk olarak gerdek gecesi eşimin vermesi üzerine giymiştim. Bana kadından tatlı gelmişti.

30 yaşında bir  kol saati sahibi olmuştum.

Kadınların aybaşı gördüklerini evlendikten dört ay sonra öğrendim.

37 yaşında iken babam öldü. Babamın ölüsü için harcayacak para bulamamıştım; çünkü o tarihte işten atılmıştım.

Yaşım 40 oldu. Bu yaşa değin kendi paramla ancak iki takım elbise yaptırabildim. Bunun dışında bütün giydiklerim; amcamın ya da kardeşim Hasan’ın eskilerinden olmuştu…

İşte yaşamı böyle geçen cahil ve yoksul bir adam; ki o da ben, komünist olarak Gaziantep’in diline düşmüştüm. Ben ne dertteyim, onlar ne dertte.

Hayri Balta, 1970

X

ANKARA, ANKARA…

SANA KOŞAR HER DÜŞEN DARA…

 

Ankara’da ilk aylarım.

Genel İş Sendikası Genel Merkezinde çalışmaktayım.

 

Elime geçen para ile giderlerimi hesapladım.

Yarı yarıya bütçe açığı ile karşılaştım.

 

İşte bütçem Mayıs ayında.

Nasıl yaşayacağım bu parayla ben Ankara’da?…

1971 Mayıs Ayı   Bütçesi

                                                                         Lira            Lira    

Aylık ücreti (Genel-İş)                                 900.-

Ev kirası                                                                             505. –

Mutfak Gideri                                                                     750.-

Giyecek                                                                                50.-

Aydınlanma, su…                                                                 27.50

Ulaşım                                                                                  60.-

Okul giderleri (Dört kız bir de ben…)                                    22.-

Diğer giderler                                                                      118.25

Toplam                                                           900.-     1.532.75

Açık:                                                                      432.75

 

Görüldüğü gibi açık 432.75 lira.

Bu açık kapatılmaya çalışılıyor kız kardeşlerimin yardımıyla,

Bir de Hanımın dikişten kazandığı parayla.

Geldik bir kere Ankara’ya;

Ne yapıp yapıp dayanacağız buna…

 

Bu arada Akşam Lisesine de devam ediyorum.

18’de işten çıkıyorum; 18.20’de derse giriyorum.

 

Memleket, okul ve işyeri değişikliği benim öğrenme içgüdümü allak bullak etmiş…

Gaziantep’te iken 8, 9 üzerinden aldığım notlar şimdi 1’e, 2’ye düşmüş….

İşte ilk yazılıda aldığım notlar:

Askerlik                                   5

Biyoloji                                    8

Cebir                                        1

Coğrafya                                 8

Geometri                                 2

Edebiyat                                  8

Fizik                                       10

İngilizce                                   5

Kimya                                      3

Kompozisyon                        10

Müzik                                       9

Psikoloji                                   7

Tarih                                        8

 

Oysa Gaziantep’te iken düşük notlarım en az iki misli idi.

Öğretmenlerim, öğrenci arkadaşlarım bana imrenirdi.

 

Notlar zayıf diye umutsuzluğa kapılma…

Bu da geçer, unutma…

Yeter ki tuttuğun dalı koparma…

Ankara, Mayıs 1971

x

Sevgili Balta,

Ne güzel anılar bunlar…

FEV, 2.8.2011

X

HAK ETTİKLERİ İÇİN…

 

11.3.197 günü Gaziantep’ten Ankara’ya hareket ettim. Ertesi gün 12 Mart 1971 darbesi oldu. 12 Mart Muhtırası’ndan bir gün sonra da ben de; aşağıda adı geçenlere, hak ettikleri için, aşağıdaki yazıyı yazdım.

+

Sayın Zihni  Kutlar,

Gaziantep CHP İl Başkanı,

13.3.1971

 

Sizler beni,    fikren ve ruhen gelişmemiş kişilerin oyu hatırına, durup dururken, işimden attırdınız.

Bu gün de sizler şanlı ordumuzun üç maddelik muhtırası ile hak ettiğiniz biçimde iktidardan uzaklaştırıldınız.

Şükredin ki işiniz ve ekmeğiniz alınmadı elinizden; ancak o zaman anlardınız bir adamı işinden, ekmeğinden etmenin ne demek olduğunu…

Yaa   İşte  ‘böyle,   sizler bana  işimi kaybettirdiniz; ama felek  de  sizlere haysiyetinizi kaybettirdi.

Ne yapalım eden bulacak.     Hem üzülmeyiniz az bile size bunlar…

Hak  ettikleri  için: L. S.’ye, E. O.’ya, Ş. O.’ya, Y. H.’ye, S. M.’ye,

Bilgi ve ibret için : Gaziantep CHP İl Başkanlığına, Veliç Fabrikasına,Gaziantep Sabah gazetesine, Dr. Emin Kılıç Kale…

+

Beklediğim gibi hiç birinden yanıt gelmedi.

Ne diyebilirlerdi…

 

Her işte bir hikmet olduğuna inananlardanım.

Eğer, 13 Mart’ta Gaziantep’te olsa idim,

Toplanıp içeri atılanlardan biri de ben olurdum.

Bir gün önce Ankara’ya göçtüğüm için

Gaziantep Emniyet’inin elinden kurtuldum.

 

Yukarıda adını gizlediklerimden hepsi öldü; yalnız biri yaşıyor…

Öyle umuyorum ki o da son günlerini yaşıyor…

 

O yaşayan da, ben de ölüp gideceğiz vakti gelince…

Ancak bana yaptıkları iz bırakacak Gaziantep tarihinde…

 

Tanrım! Bir adam düşüncelerinden ötürü işinden, ekmeğinden edilir mi?

Düşüncelerinden ötürü bir insanı işinden edenlere insan denir mi?

Av. Hayri Balta, 26.8.2011

X

KATKIDA BULUNANLAR::

Tanrım! Bir adam düşüncelerinden ötürü işinden, ekmeğinden edilir mi?

El cevap: edilmez

Düşüncelerinden ötürü bir insanı işinden edenlere insan denir mi?

El cevap: denmez

Fevzi Günenç, 26.8.2011

X

BOŞ MASA OLDUĞU HALDE…

13.11.1962

 

Bu gün böyle denk geldi.

Kahvaltımı lokantada yapmam gerekti.

 

Oysa ben kahvaltımı evde; eşimle, çocuklarımla birlikte yapmayı severdim.

Bu gün nasıl oldu da böyle bir karar verdim.

 

Günlerde Ramazan’dı.

Lokantada çok boş masa vardı.

 

İçerde de benden başka müşteri yoktu.

Bir de baktım, diğer masalar boş olduğu halde,

Tanımadığım biri geldi, benim masaya oturdu.

Bu davranışı ise beni kuşkuya soktu.

Niçin boş masalara oturmadı da geldi karşıma oturdu.

 

Kahvaltısını ısmarladı.

Oruç yemiş olmasının gerekçesini de bana açıkladı:

Oysa gerekçesini bana açıklamaya ne gerek vardı…

 

“Midem ağrıdığından zorunlu olarak oruç yiyorum…”

 

Gerekçesini bana açıklamıştı.

Bir yanıt vermesem olmazdı…

 

“Miden ağrımasa oruç tutar mıydın?”

“Evet!, Elbette orucumu tutardım. ”

 

Biraz durakladıktan sonra, bir açıklama daha yaptı bana:

“Benim babam hoca…

Ama babamın hoca olmasının ne yararı var bana…”

 

Deyince ben de:

“Öyle ya babanın sini ayrı, senin sinin ayrı…

Girecek değilsiniz ya aynı sine…”

 

Bir süre sustu.  “Lanet olsun bizim toplum insanı rahat bırakmıyor…

Hepsi oruç tutuyor; bizi de oruç tutmaya zorluyor…”

 

Anlaşılan bu adam beni söyletmek istiyordu.

Benden aldıklarını da başkasına vermek istiyordu.

 

“Toplumdan çekinmesen oruç tutmaz mısın?”

 

Bu sorum üzerine ürktü.

Karşılık vermedi; yanıt olarak sadece güldü…

 

Sonra birdenbire dedi ki:

“Beni anlayamazsın ki?”

Biraz durakladıktan sonra,

Tepeden inme bir soru yöneltti.

 

“Dinin, namazın, orucun sizce bir zararı var mı?

Dinlerin insanlara etkisi olur mu?”

 

İşte bu soru üzerine anladım ki,

O kadar boş masa varken bunun gelip karşıma oturması hoş değildi.

 

Yine de şöyle demekten kendimi alamadım.

Ben bu huyumdan bir türlü kurtulamadım.

 

“Din, insandaki sorumluluk duygusunu yok eder…

Sorumluluk duygusu olmayan insan ise başkalarının yolundan gider…

 

Dinden kastım: Binlerce yıl öncesinden insanların dinine ve vicdanına şöyle ya da böyle dayatan zihniyettir.

Bu zihniyet  kendileri gibi düşünüp inanmayan insana kafir demiştir…“

 

Bu sözleri söyledikten sonra çantamdan bir kağıt kalem çıkardım.

Bu söylediklerimi bir kağıda iki kere yazdım,

Yazdıklarımı da imzaladım…

 

Sonra kağıdı ortasından ikiye böldüm.

Birini kendisine verdim; diğerini de ben aldım.

 

Böyle yapmaktan amacım söylediklerimin yanlış anlaşılması idi…

“Ne olur,  ne olmaz!” diye Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’ın iftiralarından sonra kendime göre aldığım önlemdi…

 

Kendi kendime karar almıştım.

Bundan böyle konuşmalarımı iki sayfa olarak yazacaktım.

Böylece kendimi güvence altına alacaktım.

 

Bakalım bir yararı olur mu?

Başım belâdan kurtulur mu?

 

Hayri Balta, 13.11.1962

X

ALİ NADİ ÜNLER’DEN:

 

Aziz Kardeşim Hayri Bey,

Gaziantep: 24 Ocak 1980

 

Yılbaşı tebrikiyle birlikte Hukuk fakültesini bitiriş belgesini almakla bahtiyar oldum.

Seni en samimi duygularımla kutlarım.

Bu başarına senin kadar sevinmiş olluğumu söylersem hiçte mübalağa etmiş olmam.

Hayatın boyunca bütün işle­rinde aynı başarıyı göstermeni Ulu Tanrıdan niyaz ederim.

Bu başarı sonunda her halde daha iyi bir işle görevlendirilmiş olacağınızı umarım.

Bu müjdeni almakla daha çok sevineceğimden şüphen olmasın…

Benim günlerim, aklıma estikçe, gazeteye yazı yazmakla  geçiriyor…

Senin yazdığın hayat hikâyemden sonra Birinci Dünya Savaşandaki gönüllü askerlik günlerini ve bundan sonra başlayan yedek subaylık hayatımı, esaret yaşantımı  Kurtuluş savaşında Garp cephesi öyküsünü de gazetede yayınlattım.

Bunları yazmakla o günleri tekrar yaşıyor ve bundan hususi bir zevk alıyorum. Antep’ geldiğinde istersen bu gazetelerin  koleksiyonunu emanet verebilirim size.

Son günlerde Hoca ( Emin Kılıç Kale) hayli tehlikeler atlattı. Bacakları şişti, bacağını kesecek oldular. Fakat şişin  indiğini ve biraz rahatladığını söylediler.

Kızımla birlikte size ve refikanız hanım.efendiye sevgi ve saygılı sunar, çocuklarınıza selamlarımla birlikte mutlu yaranlar dileriz.

Gözlerinizden öperim kardeşim efendim…

Âli Nadi Ünler, 24 Ocak 1980

+

Ali Nadi Ünler benden 35 yaş kadar büyüktü.

Ne var ki dostluğumuz da büyüktü.

 

Gaziantep Halkevi çalışmalarımızda başkanımızdı.

Dostluğumuz bir de buradan kaynaklanırdı.

Gaziantep Kurtuluş savaşına ilişkin anılarını el yazısı ile yazdıklarından önceki bölümlerini ben daktilo etmiştim.

Emeğime karşılık olarak da beş ciltlik KUTSAL İSYAN adlı kitap armağan etmişti.

Çok konuşmayı sevmeyen genellikle dinleyen olgun bir adamdı.

Gaziantep’in kurtuluş savaşında olduğu gibi Türkiye’nin kurtuluş savaşında da emeği geçmişti.

Ölmekten değil de diri diri gömülmekten korkardı.

Bir keresinde bana şöyle demişti. “Çocuklarıma söyledim. Ölümü gömmekte acele etmeyin.

Taa ki ölüm morluğu iyiden iyiye teşekkül edinceye kadar bekletin…”

Bilmem çocukları bu dileğini yerine getirdi mi?

Samimi ve vefalı dosttu.

Her yaz geziye çıktığında Ankara’daki evime kadar gelmeyi alışkanlık haline getirmişti.

Bu mektubunda Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin hastalık durumunu bildiriyor ki benim bundan haberim yoktu.

Günler ne de çabuk geldi gitti. Her iki büyüğümün anıları önünde saygı ile eğilirim. Ruhları şad olsun…

Av. Hayri Balta, 4.10.2011

X

SAKIP ERDEM…

 

Gaziantep basın tarihinde bir de Sakıp Erdem vardı.

Bir de baktık ki Sakıp Erdem Gaziantep’te. Kendisini; “Gaziantep’te sana çok iş çıkar!” diye getirmişler. Ne var ki  iş bulamamış, işsiz kalmış.

İşsiz kalınca kendisini getirtenlere başvurmuş. “Korkmayın biz varız!” demişler ama sahip çıkmamışlar.

O da GERÇEK adında bir gazete çıkarmaya başladı. Haftalıktı. Nurcularla kapışırdı. Onlar hakkında atar tutardı. Onlar da sık sık kendisini mahkemeye verirdi. Bu nedenle hakkında en çok dava açılan bir gazeteci oldu…

Sakıp Erdem’in avukatı anlatıyor:

“Sakıp Erdem’in 9 davasına baktım. Bu dokuz dava için bir kere 15 bin, bir kere 20 bin, bir kere 10 bin lira aldım. Masraflar çıktıktan sonra avukatlık ücreti olarak bana, her davadan bin lira kaldı. Yani toplam dokuz davadan 9 bin lira…”

Kendisine: “Muayyen kimselerle gezersen işsiz kalırsın!” demişler.

Muayyen kimseler dediği de Güner Samlı, Kürt Reşit (Reşit Güçkıran, bir de ben olsam gerek…

Avukat Yakınıyor: “Bir avukatın bu şekilde Gaziantep’ten ayrılması çok, çok acı!”, diyor.

Gelelim yine Sakıp Erdem’e. Sakıp Erdem, iki üç ay içinde GERÇEK gazetesini çıkaramaz duruma düştü. GERÇEK gazetesi aşırı solun bir gazetesi olarak kabul ediliyordu. Ama gazetede aşırı sol ile ilgili ideolojik bir yazı görmedim. Gaziantep’teki milliyetçi ve mukaddesatçı gazetelerle polemik yapıp dururdu.

Gaziantep halkına komünistlik; Moskova hayranı, din, namus tanımaz bir topluluk olarak tanıtılmıştı. Bunun için de büyük çoğunluk komünistlerden, adı komüniste çıkmış kişilerden bir öcü gibi korkardı.

Güner Samlı da o tarihlerde TOPLUM adlı haftalık bir dergi çıkarıyordu. Bu iki gazete  milliyetçi ve mukaddesatçılar arasında ve bir de Hükümet çevrelerinde Gaziantep’i komünistlerin pilot bölgesi olarak göstermeye yetmişti.

Sakıp Erdem, Gaziantep’te tutunabilmek için Haber Gazetesinde yazı vermek zorunda kaldığını söylüyordu.

Kendisini kararsız biri olarak gördüm. Seni görünce sana göre konuşuyor, beni görünce bana göre konuşuyor.

Doğru dürüst bir giyimi bile yoktu. Paltosuz gezerdi. Soğuk havalarda boyun atkısını sık sıkıya boynuna dolar. Ceketini ise alttan üstte son düğmesine değin iliklerdi.

Gaziantep’te 10 bin lira kazanmış. 5 binini ev kirası olarak vermiş. 5 lirasını da yazıhanesine harcamış.

Çok yakında kentimizden gitmek zorunda kalacağını da söylüyordu.

Akşam Güner Samlı’da idik. Sakıp Erdem de vardı. Gaziantep’te başından geçenleri şöyle anlatıyordu:

“İş Partisini tanıttığını,

Basına 60-70 bin lira kaptırdığına,

Kimsenin kendisini anlamadığını,

Hasta olduğunu, başı ağrıdığını, ara sıra kustuğunu, Amerikan Hastanesine yatmak istediğini söylüyordu…

Ağlayacak gibi bir durumu vardı.

Bir de baktık ki Sakıp Erdem Gaziantep’ten ayrılmış. Bir daha da Gaziantep’te görünmedi. Öldü mü, kaldı mı?.. Onu da bilmiyorum. 5.1.1965

Av. Hayri Balta,

X

KIŞ GELİYOR…

12.11.1974

 

Ankara’da Genel-İş Sendikası Genel Merkezi’nde çalışıyorum.  İş yerinde kalorifer var. Kar’ın yağışını pencereden baktıkça görüyorum.

Soğuğu pencereden gördükçe evdekiler aklıma geliyor; delirecek gibi oluyorum.

Evde odun kömür sobamız yok. 3 yıldır Ankara’dayız. Gaz sobasıyla idare ediyoruz… Gaz sobası oturduğumuz odayı ısıtıyor. Diğer odalar buz dolabı gibi…

Soba alacak paramız olmadığı gibi odun kömür alacak paramız da yok.

Kaldı ki kimseden ödünç istemeye yüzüm de yok. Ne yapsın eş dost; verdiler verecekleri kadar!.. Şu an başkalarına 15 bin lira kadar borcum var. Bu aldığım ücretin 15-20 katı.

Elime, ayda 800 lira geçiyor. Yarısı ev kirasına gidince 400 lira kalıyor bize. Bu para ailenin nesine yetecek?..

Ne yapacağımı şaşırdım. Sabah 6’da kalkıyorum. Kahvaltı derken saat 7 oluyor. Bir saat da yolda geçecek. 8’de işbaşı defterini imzalamamız gerekiyor. Genel Başkan Abdullah Baştürk’ün sendikaya gelir gelmez ilk işi işbaşı defterine bakmak oluyor. Kimler kaç dakika gecikmiş ona bakıyor. Çünkü işbaşı defterini imzalarken imza attığımız saati de, dakikası dakikasına,  yazmak gerek.

Çalışma saati biter bitmez Akşam Lisesine koşuyorum. Bereket sendikanın iki yüz metre ilerisinde dolmuş durağı var. İşten çıkar çıkmaz dolmuşa koşuyorum. Tam ders zili çalarken okula ulaşıyorum

Okuldan çıkıp eve ulaşmam saat 23’ü buluyor. Eve vardığımda bakıyorum çocuklar genellikle yatıyor. Yalnızca eşim gaz sobasının başında beni bekliyor. Günler dakikası dakikasına bölünmüş. Yaşamımın en çileli günlerini yaşıyorum.

Dikkatimi çeken bir durum var. Hiç kimse ayda 800 lira ile nasıl geçiniyorsun demiyor da; Akşam lisesine gidip gelmemi başına kakıyorlar.  “Okuyup da ne olacaksın bu yaştan sonra?..” diyorlar..

Çevremin bana çizmiş olduğu sınırı aşma çabam bunlara batıyor. İstiyorlar ki bana çizdikleri sınırı aşmayayım.

Benim için okuyup bir meslek sahibi olmaktan başka çıkış yolu yok…

Hayri Balta, 12.11.1974

*

KATKIDA BULUNANLAR:

1.Merhaba Baba,

Ben o zaman 9 yaşındaymışım. Gaz sobamızı hatırlıyorum, hatta çok soğuk bir akşam 5. duraktaki benzinciden Elgin ablamla birlikte, gaz almaya gittiğimiz aklımda.

Sallandıkça tuttuğumuz gaz sobasının gaz deposu baş kısmından dışarı gazı akıtıyordu. Düşme ve kaymalara rağmen ona baka baka eve gelmiştik.

Daha gaz sobalı anılar da var aklımda…

İki üç kez okudum, zira bana okuduğum en etkili romanların bir bölümü gibi bir  etki bıraktı, hele hele roman kahramanlarından biri de benim…

Bir de aklıma şu geldi, şu an maddi anlamda varlık içindesin. Ama bu varlıkla ilgili bir kez olsun senin ağzından bir şey duymadım. Bu kadar yokluk içerisinde yaşayıp da bu kadar varlığa sahip olup “ŞAŞIRMAMAN” şaşılacak şey!… Aman Allah şaşırtmsın.

Çok teşekkürler baba,

Seni seven kızın,

Yener Balta, 16 Kasım 2011-11-16+

+

2.Hayri Bey Kardeşim.

Değişen bir şey yok. Geliri az olan da sizin çektiklerinizi çekiyor

Teşekkür ederim

İsa Kartal, 16.11.2011

X

DİLEKÇE ÜSTÜNE DİLEKÇE

BİR DAİRE BİZE KÜÇÜKÇE

 

Ankara’ya göçeli beş yılı aşmış.

Beş yıldır kira vermek canımızı yakmış…

 

Düşmüşüz bir çembere;

Kurtulmak için çabalıyoruz habire.

 

Aylar çabuk geçiyor…

Aldığım ücretin yarısı ev kirasına gidiyor.

 

Kiracı olmak,

Ateşte oturmak…

 

Durumumu bilen dostlar,

Bize akıl yollar…

 

Verdikleri akıl,

“Belediyeye, Devlete takıl!.”

 

Bu nedenle

Bir dilekçe önce Belediyeye…

+

ANKARA BELEDİYESİ

SOSYAL KONUTLAR MÜDÜRLÜĞÜNE

ANKARA

24,11.1976

Özü: Sosyal konut verilmesi Hk.

 

Hiçbir yerde adıma kayıtlı taşınır ve taşınmaz malım yoktur.

Halen ve ilerden beri kiracı olarak aşağıdaki adreste oturmaktayım

Artan hayat pahalığı karşısında, dört çocuk altı kişilik ailemle birlikte, geçim zorluğu çekmekteyiz.

Belediyenizce yapılan sosyal konutlardan bir daire verilmesini arz ederim.

Saygılarımla

Hayri BALTA

Adres;

Hayri Balta, Mohaç  Sok, No: 49

Yenimahalle/ANKARA

+

Aradan geçti 7 ayı aşkın bir süre,

Hâla bir yanıt yok bize…

 

Elden gelen öğün olmaz

O da vaktinde gelmez…

Ankara Belediye Başkanlığına

Yazdık bir dilekçe de bu kez…

+

ANKARA BELEDİYE BAŞKANLIĞINA

15.7.1977

 

1971 yılından bu yana Ankara1da oturmaktayım»

1932 doğumluyum. Evli, dört çocuklu» eşimle birlikte altı kişilik bir ailem var.

Ailede benden Başka çalı­şan yoktur.

Oturduğum ev kiradır. Ev eşyamızdan başka ta­şınır veya taşınmaz bir şeyimiz yoktur.

Artan ev kiraları karşısında geçim durumumuz daha da sarsılmıştır. Aldığım ücretin yarısını ev kirasına vermekteyim.

Başkanlığınızdan isteğim:

Belediyenizce yapılmış veya yapılmakta olan sosyal konutlardan ekonomik ve sosyal durumum göz önüne alınarak bir daire verilmesidir.

Göstersin şu Halkçı Belediyemiz Halkçılığını…

Saygılarımla,

Hayri Balta

ADRES:

Hayri Balta

Yenimahalle, 6.  Durak Mohaç Sok, No.49

ANKARA

+

Dilekçe vermeye başladık bire kere,

Verdik dilekçe üstüne dilekçe…

Aşağıda adı geçen üç yere…

 

  1. ANKARA BELEDİYESİ SOSYAL KONUTLAR MÜDÜRLÜĞÜNE,
  2. ANKARA İL İMAR MÜDÜRLÜĞÜNE
  3. SSK GENEL MÜDÜRLÜĞÜNE…

 

Yanıt geldi yalnız Ankara İl imar Müdürlüğü’nden…

Bu da tüm umutlarımızı yıktı tümden…

 

T.C.

İMAR VE İSKAN BAKANLIĞI

ANKARA İL İMAR MÜDÜRLÜĞÜ

25 Temmuz 1977

Dosya: 060101.07

Sayı   :  2423

Konu  : Müracaatınız Hk.

 

Sayın Hayri Balta

 

Müdürlüğümüze vermiş  olduğunuz 15.7.1977 tarihli dilekçenizde söz konusu edilen hususlar incelenmiştir.

775 Sayılı Gecekondu Kanunu ve Uygulama Yönetmeliği uya­rınca, çeşitli gecekondu önleme bölgelerinde tespit edilen, pro­jeli arsa, kredili arsa ve “Tasarruflu ev yap” sistemi gibi yar­dımların, dar gelirli vatandaşlara kur’a ile dağıtımı Müdürlüğümüz­ce yürütülmekte olup, şimdilik 1969-1970-1971 yıllarında alınmış olan beyannamelerin değerlendirilmesinden sonra yeniden beyanname alınmaya başlanılacak ve bu durum çeşitli yayın organları ile ihtiyaç sahibi vatandaşlara duyurulacaktır.

Dilekçe ile adınıza herhangi bir tahsisin yapılması 775 Sa­yılı Kanuna aykırı düşeceğinden kayıtlarımız yeniden açıldığında, Sıhhiye, Tuna Cad. Halk Sok. No: 7 deki İl İmar Müdürlüğümüze yine Müdürlüğümüzden alacağınız yardım talep beyannamesi ile müracaat etmeniz gerekmektedir.

Bilgi alınmasını rica ederim.

Nâzım YILDIRIM

İnşaat Mühendisi

ANKARA ÎL İMAR MÜDÜR V.

İşte böyle sevgili dostlar…

Başımızda bir de kiracılık derdi var…

 

Hayri Balta,  26 Temmuz 1977

X

“YAŞAM MÜCADELE İLE KAİMDİR!..“

 

28.2.1977: Yarın yılık iznimi  kullanmaya başlayacağım. Öğleden önce Hukuk Fakültesi’ne; öğleden sonra ise işe gidip geleceğim. Sendika yöneticileri ile böyle anlaştık. İyi insanlar; bana, bu hakkı tanıdılar.

Bakalım olaylar nasıl gelişecek… Gerek işyerinden ve gerekse öğrenci olayları nedeniyle bir engel çıkacak mı?..

Korku içinde yaşıyorum; ya derse gidip gelmemize, ya yıllık iznimizi böyle kullanmamıza bir taş koyan çıkarsa diye…

Akşam yemeğinden sonra ders çalışmak istedim. Çalışamadım… Midemde bir rahatsızlık var. Yediklerimi öğütemiyorum. Midede bir zonklama hissediyorum… Kusacak gibi oluyorum. Bir de kalbim sıkışmaz mı? Ne yapacağımı şaşırıyorum… Bu durumla karşılaşmamak için derslere yemekten önce çalışmalıyım. Günlük ders çalışmamı bitirmeden yemek yeme yok!..

Önce derslere çalışmalıyım. Dersleri bitirdikten sonra da yemeğimi yemeliyim…

Hep karşıma çıkan engellerle boğuştum.  Engellerle karşılaştığım durumlarda babamın bir sözü gelir aklıma. Rahmetli, sık sık: “Yaşam mücadele ile kaimdir!..“

Yılma yok!.. Ne olursa olsun yaşam mücadelesine devam!..

“Yaşam mücadele ile kaimdir!..“

Hayri Balta, 28.2.1977

X

DÜŞLERİME GİREN DEVLET

 

Televizyonda, gece haberlerinde, Cumhurbaşkanın 4 yasayı onayladığı bildiriliyordu.

4+4+4 yanında; sabıka kaydı, 80 yıl saklanacağına 30 yıl saklanacağına ilişkin yasa…

Bu düşüncelerle yatağa girdim. Bir karabasan gibi sivil siyasi polis düşüme girdi.

Oysa ben sabıkalı da değilim. Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’ın işgüzarlığı ile yargılandığım mahkemede beraat etmiştim. Beraat etmiş olmam zerre kadar işe yaramadı. Bir suçlu, bir sabıkalı imişim gibi polis peşime düşmüştü. Üstelik bir de düşlerime giriyordu.

Hakkımda verilen “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kişidir…” kararının hiçbir etkisi yoktu.

Yaşlandıkça, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşadıkça, iktidarlar değiştikçe anladım ki ülkemizde en tehlikeli suç: Atatürkçü ve aydın olmakmış da benim haberim yokmuş…

Devlet nerede bir Atatürkçü, aydın görünce onun peşine düşüyor. Onu, potansiyel bir suçlu olarak görüyor. Çünkü bunların başat kişiliği laik olmak. Laik olmak ise; bütün dinleri İslam’la eşit görmektir. Bu ise İslam anlayışına aykırıdır. Çünkü “Allah nazarında geçerli din İslam’dır.” (K. 3/85)

Sonra Atatürkçü ve aydın kişinin dine karşı mesafeli bir yaşamı var. Bu ise ülke için çok büyük bir zarar…

Kısaca anlayacağınız hakkımızda verilen karar bizi hedef kişi olarak gösteriyor.

Hangi evde otururuz, kimin yanında çalışırız; bunu saptar ve sicilimize yazar. Herhangi bir darbe ve karışıklık olunca ilkin bizi toplar.

Düşümde evde ailecek sofra kurmuşuz; yemek yiyoruz. Aramızda bir de sivil polis var. Birbirimize soruyoruz: “Bunu biz çağırmadık! Nerden çıktı bu!”

Yer sofrasında imişiz; bağdaş kurmuş, aynı kaptan yemek yiyoruz.

Sivil polise dönerek şöyle diyorum. “Anladım ki devlet benim devlet dairesinde ve özel sektörde de çalışmamı istemiyor.  Şimdi ben babamın ve kardeşimin yanında dericilik yapıyorum. Artık devlet rahat edebilir. Git emniyetteki sicilime işle…”

İşte gördüğüm düş.

Ey Devlet!, Atatürkçü ve aydın bir kişi gördün mü hemen onun peşine düş…

Şimdi, gördüğüm bu düşler gerçek oldu.

Nerede Atatürkçü ve aydın bir kişi varsa Silivri’ye dolduruldu.

Av. Hayri Balta, 12.4.2012

X

KAPIDA KALINCA

 

Koşa koşa eve geldim.

Dinlenirsem kendime gelirim dedim.

 

Biraz rahatsızlık hissettim kendimde,

Halimi beğenmediler işyerinde.

 

“Hadi git biraz dinlen!..” dediler.

Gerçekten bana iyilik ettiler,

Anlayacağınız: Kıyak çektiler…

 

Saat 10.30’da eve geldim.

Kapı zilini çalarken kendimde değildim.

 

Bak sen şu başıma gelene.

Kimse yokmuş evde…

 

Çalarsın çalarsın kapıyı açan olmaz.

Ararsın aransın cebindeki anahtar bulunmaz.

 

Meğer anahtarı almayı unutmuşum.

Sizin anlayacağınız şimdi ben kapıda kalmışım.

 

Cep telefonu yok ki arayıp bulasın.

Diyesin: “Aman kapıda kaldım, ulaşın!..”

 

Kaldık mı şimdi kapıda.

Oturarak bekle kapının kaldırımında…

 

Otur otur yorulursun,

Kapının önünde volta atar durursun.

 

Tam 7 saattir kapıdayım..

Söyleyin dostlar şimdi ben ne yapayım?..

 

Böyle mi kormuş adama kapıda kalmak…

Çok zormuş eve gelip de evde kimseyi bulamamak…

 

Bekle babam bekle…

Bu bizimkiler nerde?

 

Bu olay aklımı başıma getirdi.

Şimdi evden çıkarken; yoklarım cebimi…

Anahtar cebimde mi değil mi?

Av. Hayri Balta, 12.5.2012

X

SEKRETERİM YAPTIĞI

 

Aşağıdaki notu sekreterime yazmışım:

Sayın…

Saat 10.30’da geldim ki sen yoksun. Komşulardan sordum: “Geldi, içerden bir şeyler alıp gitti!..” dediler. ^”Oysa ben sana Doğan adında bir arkadaş gelecek. Geldiğinde şu yazıyı ona ver diye bir yazılı belge bırakmıştım.Doğan geldiğinde bu belgeyi ona ver demiştim.

İşyerine geldim ki kapı kapalı. Komşuların dediği gibi gelip içerden alacağını alıp gitmişsin. Sonra sözünü ettim arkadaş geldi. Onunla saat 15’e değin oturduk. Bu saate değin sen yine gelmedim.

Eğer ben sana söylemiş olduğum gibi Sivas’taki kızım yanına gitmiş olsaydım; Doğan geldiğin de kapıda kalacaktı. Ben de senin sözümü dinlemediğini, kafana göre hareket ettiğini öğrenememiş olacaktım.

Oysa giderken de şöyle tembihlemiştim. “Burası bizim ekmek kapımız. İş saatlerinde açık tutmamız gerekir. Çünkü gelen olduğunda bizim nereye gittiğimizden ne zaman döneceğimizden haberi olsun…”

Yaptığın hata büyük. Buna emanete hıyanet denir halk arasında. Yani bu senin yaptığını Çorumlular bile yapmaz. “26.10.1985

+

Bıraktığım not böyle. Ben, işim çıktığım için Sivas’taki kızıma gitmeyi erteledim ve gerisin geri işyerime döndüm. Geldiğim de gördüm ki bizim sekreter, yokluğumdan yararlanarak, öğle üzeri işyerini kapatıp gitmiş.

Sekreterimin beni tepeleyeceğini hiç ummazdım. Halim selim de bir çocuktu…

Demek ki anlayamamışım.

Oysa kendisine çok güveniyordum…

Av. Hayri Balta, 9.6.2012

X

GİDİŞ GELİŞİNE DİKKAT!..

 

Genel İş Genel Merkezinde çalışmaya başlayalı daha 7 ay olmuştu. Akşamüzeri, çalışma saati bitmiş, iş tulumu çıkarmış ceketimi giyiyordum. Muhasebe Müdürü  Erol Saraçoğlu, kolumdan yakalayarak beni kapının arkasına çekti. Merakla yüzüne bakıyordum “Ne var yine?..” diye. Yavaşça kulağıma eğilerek:

–  Gidiş gelişine dikkat et!.. Belki sana kötülük etmek isteyenler  olur…

Kötü haber … Muhakkak bir bildiği, bir duyduğu vardır… Demek ki yine ortalığı karıştırıyorlar. Beni buradan da attırmaya çalışıyorlar.

–      Ne var yine bir müzevirlik mi yapıyorlar.

–  Bir şey yok ama Başkan Yardımcısı Mustafa Sığan telefonla yine senin ev adresini istiyor…

Bir not kağıdına ev adresimi yazıp Erol Beye verirken:

–       Al götür, Mustafa Sığan’a ver. Böylesi daha iyi… dedim.

Beni teselli ediyordu:

–       Korkma!..

Dedikten sonra verdiğim adresi aldı ve Mustafa Sığan’a vermek üzere çıkıp gitti.

Odadaki çalışma arkadaşlarım: Abdullah, Sadık, Sinan ve Nermin benim ne yapacağımı merak ediyorlardı.

Ben de kendilerine dönerek:

– Merak etmeyin, bunlar olağan şeyler… Bakalım başımıza daha gelecek neler ?..

Eve giderken hep bu uyarıyı düşündüm…

Yine bir kışkırtan olmuştur. Durup dururken ev adresim istenmez. Muhakkak yine şu peşimi bırakmayan ruh sağlığı bozuk akrabamdır.

Nedir benim bu ruh sağlığı bozuk akrabalardan çektiğim… Bir zamanlar Teyzem oğlu Necdet Sevinç… Şimdi de bu… İşi gücü Emniyeti ve MİT’i kışkırtıp beni yine işten attırmak…

Hayri Balta, 2.11. 1971

X

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

19.1.1962: Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden dolayı yakalanarak adalete sevk edilmiştir. 19.1.1962 TARİHLİ GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ

+

28.1.1962 İsmet Özüzümcü ile birlikte Öğretmenler Lokalinde oturuyorduk. İsmet Bey bana; “Gericilerin bize tertip hazırladıklarından, benim başıma gelenin bir şey olmadığından; gericilerin Emin Kılıç topluğunu mutlaka dağıtacaklarından toplumun bizden nefretinin Adliye, Emniyet ve diğer devlet dairelerine bulaşması sonucunda yasaya uyduracakları bir suçla bizleri suçlayacaklarını; bana bu tertibi uygulayanların gayet memnun olduklarını, maksatlarının bizi bu zan altına sokmak olduğunu bu zan altına girmemizin bile yeter olduğunu; Hoca’nın toplumun mukaddesatı ile oynadığını, öldürülmesinin normal olduğunu, Hoca’yı öldürenlerin Cennetlik olacağını umduklarını…” söyledi.

Gericilerin; “Bizlerin sol eğilimli olduğuna inandıklarını ille de dağıtacaklarını da…” ekledi. Konuşurken öylesine dikkatli idi ki K harfini söylemekten bile korkuyordu.

28.1.1962 Elçin yine rahatsızlanmıştı. İğne yaptırmak için Hoca’nın muayenehanesine götürdüm. Hoca ile konuşmaya daldık, unuttuk Elçin’e iğne vurmayı…

Hoca bana yine çıkışytı. Benim davranılarım ile kendisinin dvranışlarını karşılaştırdı. Bundan önce Zekeriya Beyaz ile bir çocuk daha gelmişti.Bu çocuklar 1. Şubenin adamları idiler…Hoca’nın ağzından suç sayılacak sözler almaya çalıştılar.. Ne biçim adamlar bunlar kimsenin kendilerinden başka düşünmesine tahammül edemiyorlar… İftira ile de olsa bizi ve de bizim gibi düşünenleri susturmaya çalışıyorlar. Ajanlar gittikten sonra Hoca “Oğlak!” diye çıkıştı bana… Nefse mahkûm olduğumu, sakat düşündüğümü söyledi.

Bu konuşmalar sırasında Padişah, Cumhur Bey, Murat Bey, Kuşakçı da vardı.  Hoca’yı onaylayarak beni kızdırmaya çalışıyorlardı.

Dikkat etmeliyim ben bunlara.Güvenmemeliyim hiçbirine…Ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler.ben işimi sağlam tutmalıyım.Öylesine dikkat etmeliyim ki bunların diline düşmekten kurtulayım… Artık Hoca’ya bile güvenmemeliyim beni komünist olarak suçladıktan sonra…

Ben çok saf biriyim. Düşüncelerimi söylemeden duramıyorum. Artık söyleyeceğime yazmalıyım…

+

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1 Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaata sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

+

Not: Gazeten olduğu gibi alınmış herhangi bir düzeltme yapılmamıştır. Adamlar KOMÜNİZM yazmaktan aciz…

X

HEYECANLI BEKLEYİŞ

 

Doğrusu iyi dayanıyor Eşim… Çekilecek şey mi aile yaşamım benim…

Yoktur evde ağza atacak; odun kömür gibi yakacak…

Üç çocuk, bir de babam…

Ailemin geçimi içindir bütün çabam…

Doğrusu iyi dayanıyor eşim Yener…

Çekilir mi yoksulluk içinde bir yaşam…

İçimde bir acı var, yanıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor bana kurulan bu tuzak… Bunların bana tuzak kurduğunu fark edememiş olmamı hiç hazmedemiyorum.

Yeryüzünde benim gibi basireti bağlanmış ikinci bir adam olabilir mi?

Hele şu gazetelerde hakkımda yapılan ifşaat anonslarına ya da tehdidine bir anlam veremiyorum doğrusu. Ben uyurken ne hesaplar yapıyormuş bu adamlar.

Bir yıl boyunca ne söylemişsem not etmişler anlaşılan. Şimdi de bunları gazetede yayınlayacaklarını yazıyorlar.

Çok şeyler söylemişim muhakkak. Hatırlayamıyorum şimdi ne söylemiş olduğumu… Söylenmemesi gereken sözleri nasıl olmuş da söylemişim, ona yanıyorum…

Beni gördükleri zaman elleri ayakları dolaşıyor. Kaçacak delik arıyorlar, utanıyorlar, kıpkırmızı oluyorlar. Buna karşın aleyhimde yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Ne biçim adam bunlar?..

Olacak iş mi bu? 27 Mayıs düşmanı, gerici ve çağdışı zihniyet sahibi insanlar toplumda söz sahibi olsunlar Benim gibi cahil birini; komünist diye yaftalayarak emniyeti ve yargıyı peşime düşürsünler… Buna bir anlam veremiyorum.

Gerçi tutuklanmayacağıma, tutuklu olarak alıkonulmayacağıma, yapılacak duruşma sonunda, hakkımda men’i muhakeme kararı verileceğine ve temize çıkacağıma bütün benliğimle inanıyorum.

Ama yine de bir korku, bir heyecan var içimde. 24.2.1962

X

KONUŞACAK YÜZÜ YOK!

 

Millî Eğitim Müdürlüğünün Halkevi karşısındaki Kitap Satış dükkânın önünde, Necdet Sevinçle karşılaştık.

Selam verdim, almadı… Her herhangi bir şey de demedi. Beni görmemezlikten geldi.

“Ne oo! Selamımızı da mı almıyorsun artık?” dedim…

Hiç seslenmedi, kafasını yere dikerek uzaklaştı gitti.

Ne deyebilirdim, konuşmazsa zorla konuşturacak değilim ya. 25.2.1962

+

DAYAN

 

Ne sağdayım, ne de aşırı solda

Dayan Hayri Balta dayan

Çok iş gelecek başına bu yolda

 

Ne sağla, ne aşırı solla ilgim var

Her ikisinden de

Ürkekliğim var, ürkekliğim var…

  1. B. 25.2.1962

X

ASPRİN BAYER

 

Çoktan geçmiş otuz yaşını

Çekse koparır öküz başını

Ayağında çarpana

Her adımda sallanır da sallanır

Şalvarının ortası…

 

Bir karton kutu elinde,

Girdi Öğretmenler Lokal’ine,

Lokaldekiler  baktı kötü kötü:

“Bunun ne işi var Öğretmenler Lokali’nde!..”

O ise ekmek parası derdinde…

 

Ayağında çarpana, kıçında şalvar

“Aspirin Bayer, Aspirin Bayer!..”

Emekçi kardeşim Aspirin Bayer satar!..

  1. B. 25.2.1962

X

BİR BU EKSİKTİ

 

31.3.1962: Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosu’nda yazman olarak çalışıyorum. Benimle birlikte Müslim Yeniay adında bir inşaat Teknikeri var. Bir de Ahmet Bucaklı adında Yapı Kalfası.

Durup dururken Ahmet Bucaklı bana:

“Sana bir şey soracağım… Kızmayacağını biliyorum…”

“Sor ne soracaksan. Kızmam…”

“Senin baldızın var mı?”

“Var!”

Bocalayıp duruyordu. Dilinin altında bir şey vardı, söyleyemiyordu…

“Söyle, söyle… dedim, Çekinme…”

“Sen, baldızını satıyormuşsun, öyle mi?”

Bu dedikodular gazetelerin hakkımdaki yayınları üzerine çıkıyor böyle… Kim bilir daha neler söyleniyor aleyhimizde…

“Yok, böyle bir şey… Kim söylemişse yalan söylemiştir…”

“Ne bileyim ağam… Hatta o çocuk bana böyle der demez… Yok yahu!. Ben Hayri Beyi tanırım, bizim yazmanımız… Ben o adamın karakterini bilirim. Öyle bir şey olsa saklamaz… dedim. Dedim ama yine de bir de sana sorayım dedim…”

Güldüm sessizce… Bu Ahmet Bucaklı ne safmış böyle… Hemen de inanıyor her söylenene…

“Yok, öyle bir şey… Olsa alır parayı sana da satardım. Hazır müşteri çıkmışken…”

Bana sakin ve sabırlı olmak düşüyordu. İşyerinde kavga çıkarırsam beni işten atmak isteyenlerin eline tutamak vermiş olurdum. Ben bu düşünceler içinde ya sabır çekerken… Ahmet Bucaklı anlatıyordu:

“Eşimle cinsel bakımdan uyuşmazlığımız var. Bu nedenle sık sık kavga ediyoruz… Eğer eline bir kadın geçerse bana haber ver. Onu ikinci eş olarak alacağım… Buna eşimi de razı ettim. Bana ses çıkarmayacak…”

Anlaşılan o ki; hâlâ beni kadın satıcısı olarak görüyor Ahmet Bucaklı… Ölür müsün, öldürür müsün? Yoksa ağzının üstüne bir tane indirir misin?..

Ağzının üstüne bir tane indirirsen, adımız işyerinde kavga çıkartmış olacak… İşveren de tutup bizi dışarı koyacak…31.3.1962

+

Hayri Abi,

Evet, Yılmaz Güney’i de böyle tahrik etmişlerdi.

Saygılar…

  1. Yalçın Efe, 15.7.2009

X

BU ORTAMDAN KURTULMALIYIZ

 

1.4.1962: Öğle yemeği için eve gittiğim de gördüm ki kardeşim Hasan’ın yüzü gözü şiş… Şaştım kaldım, “Kiminle kavga ettin?” diye sordum.

Anlattı: Nasihatçı Mahmut ve oğulları ile kavga etmiş.

Nasihatçı Mahmut ve çocukları DP taraftarı idi. Bizim aile de CHP’li…

Asker hükümeti deviriyor; halk arasına düşmanlık tohumu ekiliyor.

Konu sosyal adaletten açılmış. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.

Onlar:

“Zengine hürmet edilmeli!” demişler.

Kardeşim de:

“Evet, hürmet edilmeli ama dalkavukluk edilmemeli…” demiş.

Vay sen misin bunu deyen. Bu sözden alınmışlar. Kardeşimin kendilerine dalkavuk dediğini sanmışlar. Hemen saldırıya geçmişler. Kavga başlamış, baba ve iki oğlu Hasan’ın başına çökmüş. Bire karşı üç… Bir süre kapışmışlar…

Çevreden yetişenler kendilerini ayırmış… Ayırmışlar ama bizim Hasan’ın yüzü gözü şişmiş…

Bu bana çok ağır geldi. Ne var ki gidip onlarla bir de ben kavga edemem.

Bu ortamdan nasıl kurtulacağız? Bir an önce bu ortamdan sıyrılıp çıkmamız gerek ama nasıl çıkacağız bu yoksullukla…1.4.1962

X

CHP OY KAYBEDİYOR…

 

1.4.1962 Sabahleyin Naip Hamamına gittim. Aradı sırada giderim. Naip hamamını da çok severim.

Vardım ki hamam da Sait Nakkaş adında CHP’li bir dost var…

Beni güler yüzle karşıladı. Kafa dengi birini bulduğu için sevindiği belli oluyordu.

“Merhaba… Hoş geldin…”

“Merhaba, hoş bulduk…”

“İşler ne âlemde, bu işler böyle sürüp gitmez. “

27 Mayısçıların işi gevşek tuttuklarını anlatmak istiyordu.

“Merak etme, iyi olacak… Her şey düzelecek. Başımızda İnönü var… Korkma!”

“Sen başımızda İnönü var diyorsun ama işçiler yoksulluk ve işsizlik içinde. Öbür semtlerde eski Demokratlardan arkadaşlarım var… Bilmezler benim Cumhuriyet Halk Partili olduğumu. Konuşmalarını dinliyorum da; Gürsel’i, İnönü’yü, Başol’u (Yassıada Mahkemesi Başkanı) asmaktan, kesmekten söz ediyorlar. Bunu bizimkiler yapmadı. Yapmalılardı bir temizlik… Analarını bellemelilerdi…

“Ey işte kıymadılar. Kardeşkanı dökülmesin istediler…”

“Ne kardeşi yahu! Bunlar gâvurdan, çıfıttan da kötü… İhtilal sabahı Demokratların en kodamanı dahi; ‘âha malımız, âha mülkümüz… Hepsi sizin olsun. Yeter ki bize karışmayın, canımıza kıymayın…’ diyorlardı. Şimdi değil onlara, bir sakatçı uşağına bile söz söylenmiyor. Geçen gün eşeğinin üstünde değirmene un götüren köylü, eşeğine vurunca: ‘Vurma tecrübeli kaptana, sıkıştırma tecrübeli kaptanı!” diye kinayede bulunuyorlardı. Tecrübeli kaptan dedikleri İnönü idi… Böylece bizlere söz atıyorlardı…”

“Korkma bunlar böyle edepsizlik ederse, Ordu yine gelir. O zaman da hiç acımaz…”

“Ordunun gelmesi iyi mi ki? İki sırması olan başımıza belâ kesilecek… Gene de İnönü bu iki sırmalılardan iyi….”

Bu sözlerinden sonra biraz durdu düşündü. Yeniden söze başladı:

“İnönü’yü de gördük. Bu ise bir şey değil! Allah başımıza Atatürk gibi bir adam göndere de bu milleti kurtara… Yoksa ne halkçıyım deyesim ne de bunlara oy veresim kaldı… Aha senin oğlunun çükünü alırlar oy yerine… “

Daha da söyleyecekleri vardı. Anlaşılan Sait Usta’nın işleri kesat gidiyordu…

Ancak benim zamanım kalmamıştı.

“Benden de oy alamazlar, geçti artık!” deyerek kurnama girip yıkanmaya başladım.

Bu sıralar da Türkiye İşçi Partisi soldakilerin oyuna talip olmaktaydı…1.4.1962

X

BENİM KAFADA İMİŞ…

 

Köşe başındaki kitapçıda kitaplara bakıyorum. Elime Ahmet Refik’in bir şiir kitabı geçti.

Baktım, bana gelmez, yerine koydum.

Kitapçı:

“Ahmet Refik sağlam!”

Kitapçının bu sözünden bir şey anlamadım. Sordum:

“Yani sağ mı demek istiyorsun?”

“Yok, ölü…”

“Peki ne demek istiyorsun sağlam demekle?..”

Alaycı alaycı…

“Ahmet Refik de senin kafada demek istiyorum!” demesin mi?

Ne diyeceğimi şaşırdım. Şeytana lanet edip sesimi kestim…

“Ne varmış benim bu kafamda?” diyemedim.

Desem tartışma çıkacaktı…  4.4.1962

X

MASON KAHVESİ

 

Tabakhanedeki Çarmelik kahvesine oldum olası yaz günleri kimse gelmez. Issız olduğu için biz Tabakhaneli Emin Kılıç öğrenciler ara sıra gidip çay içeriz.

Bizim orada oturup çay içmemiş kimilerini rahatsız etmiş.

“Orası mason kahvesi…” diye kimse gelmiyormuş.

Bu dedikoduları ciddiye alan kahveci üç dört akşamdır kahvedeki radyoyu sonuna kadar açarak Kuran okutuyor. Böylece mason olmadığını, Müslüman olduğunu kanıtlamak istiyor.

Zavallı kahveci.. Zaten yaz günleri müşteri gelmez. Bizleri de kaçırınca hiç müşteri bulamayacak…4.4.1962

X

PARA İLE DERS…

 

Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’yı, “Sağa sola saz dersi veriyor. Nayını da satacakmış…” diye hocaya şikâyet etti.

Hoca da:

“Bizim hakkımızı versin de ne yaparsa yapsın…” dedi.

Dışarı çıktık Yolda gidiyoruz. Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’nın kendisine yaptığı öneriyi anlatıyordu.

Sözde Boyacıbaşı:”Bana parası ile nay dersi verir misin?” demiş.

Kendisi de

“Olur!” demiş…

Ben de

“Nasıl olur? İçeride, para ile ders veriyor!” diye adamı Hoca’ya şikâyet etmiştin. Şimdi de sen para ile ders vermeye kalkıyorsun? Bu nasıl oluyor?” deyince

“Parası ile değil mi, isteyene veririm!” demesin mi?.

Oysa bizde, hele öğrencilerin birbirine para ile ders vermesi en büyük cezayı gerektiren davranışlardan biri idi.

Şu insanoğlu ne tuhaf…4.4.1962

X

HUZURSUZLUK

 

Gece yarısı uykum kaçtı. Kalkıp bir döşek serdim yere. Yerde yatmak daha rahat geliyor bana. Gerçi yerde yatarken tabanın soğuğu belime vuruyor ama hiç olmazsa sık sık uyanmıyorum.

Karyolada yatarken rahat edemememin nedeni ağlayan çocukları eşimin yatağa almasıdır. Çocukları emzirirken, uyutmaya çalışırken ben de sık sık uyanıyorum. Çocukların ağlaması beni bir türlü uyutmuyor. Çocuklardan biri ağlamaya başlayınca diğerleri de ağlamaya başlıyor. Sanki sözleşmişler gibi birbirleri ile yarışıyorlar.

Yerde yatarsam da soğuk alıyorum tabandan. Böbreklerim ağrıyor.   Karyolada yatarsam uyuyamıyorum çocukların kulağımın dibinde ağlamasından…

Şaştım kaldım… 17.4.1962

X

EN BÜYÜK YANILGIMIZ…

 

20.4.1962: Bu günden öteye günlük tutmaya zorlayacağım kendimi. Çok yararı oluyor bana günlüklerimin. Huzurluğum gidiyor, boşalıyorum, rahatlıyorum…

Ancak günlüklerimi yazacak sakin bir ortam bulamıyorum. Evde çocuklar rahat vermiyor. Tek odalı bir evde de rahatça yazılmıyor… Hanım da rahatsız bu durumdan.

Akşam derste siyasi olayları tartıştık. Siyasal durumu buhran olarak adlandırdık. Ne zaman buhrandan kurtuldu ki bu memleket. 27 Mayıs devrimine “Geri tepen bir hükümet darbesi dedik!” Yeni bir darbenin olacağını sanmayan Hocamıza karşın ben yeni bir darbenin yakın olduğunu hissediyorum. Karşı devrimcilerin susturmak için bu kez Ordu’nun daha sert önlemler alacağını sanıyorum.

Ordu’ya da pek güvenim yok ya… Bizim en büyük yanılgımız Ordu’yu ilerici, solcu görmek…

Her şeyimiz bozuk. Osmanlıdan bu yana bozuk. Düşünüyorum, düşünüyorum da demokrasiden başka çıkış yolu göremiyorum.

Özgürlüğün değerini bildiğimden; totaliter bir yönetimi istemiyorum. Özgürlük tatlı şey, kutsal bir şey! Hem kendim için, hem de halkım için özgürlük vazgeçilmez bir hak… Ama şimdi o özgürlükten de yoksunuz.

Adamsan ülkenin kalkınmasını iste. İşçiye, köylüye, yoksula acı, merhamet eyle… Kötü gözle bakıyorlar işçi haklarından söz edene… ”Komünist mi acaba?” diyorlar. Kaderimiz böyle deyeceksin bütün toplumsal adaletsizliklere…

Böylelikle hem kendimizi aldatacağız, hem de kişiliğimizi zedeleyeceğiz… Hayır, hayır… Olmaz olsun böyle yaşam…

Toplumsal adaletsizlik karşısında sessiz kalmaktan utanıyorum. Gerçek kişiliğimi yansıtamıyorum. Bu da bana utanç veriyor…20.4.1962

X

HOCA’NIN SÖZLERİ

 

21.4.1962: Gaziantep Sabah gazetesinin 5.4.1962 tarihli nüshasında lehimizde olan bir yazıyı Hoca gösteriyorum. Yazı, Hoca’nın ilgisini çekiyor. Ve şöyle bir emir veriyor. Bu emri de ben yazıya geçiriyorum:

Kâtip (Kebuter) bu nüshadan yeteri kadar temin edip parası karşılığında bütün canlara verecek… İstanbul ve Ankara’daki canlar da dahil…

Memur olan bütün canlar bu yazıyı, beraat kağıdı çerçevesinde ellerinde bir silah gibi kullanacak.

Padişah ve Cumhur bu yazıyı muhiplere (Bizi sevenler…) de okuyacaklardır.

Cumhur: Kara Hayri’ye, Cingöz Beye,

Padişah: İsmet, Nejat,Celal Bey, (Av. Celal Kadri Barlas),Av. Hayri Öztaş, Av. Ekrem izgin…

Faydalanmada parola şu: “İşte Allah = Gizli kanunlar…:

Yazı özetle: “Hoca’nın söylediklerinin yasaya aykırı olmayıp; ancak, sözlerinin bir maksad-ı mahsusa matuf olarak yayınlamak suçtur …“ diyordu.

X

23 NİSAN

 

23 Nisan 1962 Ulusal Egemenlik Bayramı; köylüsü, kentlisi;

Yola dökülmüş. Tribüne dizilmiş eli biletlisi.

 

Dairenin bahçesinden izliyorum öğrencilerin geçişlerini…

Yanımda getirmişim izlesin diye büyük kızım Elçin’i…

 

Türlü giysiler içinde, türlü acayiplikler…

Kimine şalvar, kimine çarşaf giydirmişler.

 

Kim çocuklar da dansözler gibi giydirilmiş;

Adına da melekler takımı denmiş…

 

Çok da masraf yaptırılmış çocukların analarına, babalarına…

Öyle gariplikler, öyle acayiplikler ki;  yapmacık geliyor insana.

 

Seyircilere sürpriz yapılacak…

Seyirciler baktıkça şaşıp kalacak…

Bayrama katılanlar yanında

Analar babalar mutlu olacak…

 

Hele o bayan öğretmenler güzellik yarışmasına katılıyorlarmış gibi;

Açık saçık giyinmiş hepsi, defileye çıkıyorlarmış gibi…

 

Ellerinin, gözlerinin boyası da cabadan…

Gerçek yüzleri görülmüyor boyadan…

 

Ya o saçlarına verdikleri şekiller…

Anlaşılan artistlere özenmişler.

 

Bizim Aysel bile erkenden berbere gitmişti.

Altı lira vererek kendisini tanınmaz hale getirmişti.

 

Aklıma; karın tokluğuna kendini satan kadınlarımız geliyor.

Onların varlığı bayramı burnumdan getiriyor… 23 Nisan 1962

X

SANKİ SUÇ İŞLEDİK…

 

27.4.1962: Öğle yemeği için eve gittim. Eşim yemeği yetiştirememiş. Yemeğin pişmesini beklesem işe gecikeceğim.

Girdik ikinci sınıf bir lokantaya.  Aşçıya:

”Ne önerirsin bize?”

“Bu gün kıyma kebabı güzel! Bunu öneririm size…”

Çok sürmeden kıyma kebabı geldi önümüze. Kebabı yerken vitrinde duran irmik helvası ilişti gözüme… “Oldu olmaya bir de irmik helvası yesem ne olur ki…” dedim kendi kendime…

Sordum garsona:

“Helvanın porsiyonu kaça!”

Hemen yanıtladı:

“Bir lira…”

“Bir porsiyon getir bakalım!”

Cebimde topu topu beş lira var. “Felekten bir gün çalalım; şöyle lokantadan karnımız doya bir yemek yiyelim…” dedik. Dedik ama cebimizdeki para bitecek korkusuna düştük…

Gözüme büyüyor çarşıdan yediğim yiyeceklere para vermek.

Hesabı ödüyorum. İki lira kebap, bir lira da tatlı… etti mi sana üç lira…

Tatlı da tatlı olsa bari, saman gibi mübarek. İrmik helvası böyle mi olur? Yağ koymaya korkmuş, şeker koymaya korkmuş…

Neyse hesabı ödedikten sonra cebimde iki lira kaldı.

Kendi kendime bir hesap yapıyorum. Üç kere yemek yesek çarşıdan 9 lira eder. Sen belle 10 lira…

Daireye geldim. Bir de çay içmek istemesin mi canım…

Dilim varmıyor bir çay söylemeye… Bir öğle yemeği bir çayla birlikte 3.25 liraya mal olacak bize…

Karnımın bir yarısı da boş mu boş; kebap doyurmadı beni, tatlı da kandırmadı… Canım daha da tatlı yemek istiyor tatlı…

Bir öğle yemeği 3.25 lira. Yevmiyemin üçte biri…

Çayı karıştırırken düşünüyorum… Ayda yılda lokantadan bir yemek yedik; içim sızlıyor, sanki suç işledik…

Tövbe baba tövbe!… Bir daha çarşıdan yemek yemeyiz olur biter.

X

SAYGI DUYULACAKLAR…

 

28.4.1962: Öğle sonu işten çıktıktan sonra doğru eve… Üç çocuğun arasına düştüm. Elçin ağlar, Gülçin ağlar, Elgin ağlar…

Biri üstüme sıçrar, diğeri dizime oturmaya kalkar. Boğuşurlar, dövüşürler…

Elgin’in ağzında yara çıkmış. Susmaz da susmaz…

Öyle diyorum; şunun şurasında iki saattir çocukların arasındayım. Ya anaları ne yapsın bunlarla… Gece gündüz bu çocukların arasında… Yemeklerini mi yedirsin, Gülçin’le, Elgin’in memesini mi versin?.. Ağıtlarını mı dinlesin, Altlarını mı temizlesin… Üçünün birden bezini mi yıkasın? Hangi birine yetişsin…

Ya evin diğer işleri; kap kaçak, çamaşır yıkamak… Evi temizleyip süpürmek, komşudan su getirmek, yemek pişirmek… Sofrayı açıp toplamak, üstünden bulaşıkları yıkamak… Hep bu kadıncağızın üstünde…

Her gün, her saat bu böyle… Aşk olsun doğrusu; deli olmak işten bile değil bu ortamda… İyi dayanıyor doğrusu… Dayanmak denmez buna çile çekmek denir aslında… Adını da bu nedenle Yener koydum ya…

Ne yapsam tırnağı olamam ben bu kadının… Bir saat dayanamıyorum bizimkinin yıllardır çektiğine…

Böyle bir kadına saygı duyulur yalnızca.

+

Ne kadar kadir kıymet bilir bir insansın Sevgili Eren Bilge ustam…

Sen 47 yıl önce buydun. Yarım yüzyıla yakın zaman içinde ne değişti? Değişen bir şey var: Kadınlar şimdi fazladan bir de çalışıyorlar. Ama erkek yine de değerini bilemiyor kadınının.

Yazıklar olsun o erkeklere. Böylelerine hiç olmazsa bir günlüğüne ev kadınlığı cezası vermek gerek. O zaman anlarlar belki acımasızlıklarını.

Bu arada çektiği bütün çilelere yiğitçe göğüs geren o güzel anneye, Meliha ablaya kocaman bir tutam ışık yollayalım buradan.

Sevgi… Saygı…

FEV, 28.7.2009

X

TERTİP

 

30.7.1962: Hoca’nın Mâanoğlu köprüsü bitişiğindeki bahçesinde piknikteyiz.

Hoca, yaptığımız bu pikniğe Tertip derdi. Hoca’nın bahçesinde, 15 günde bir, Gaziantep deyimiyle sahre yapardık. Hocanın bütün öğrencileri pikniğe katılırdı. Yemek pişirip yerdik.

Bu piknikte konuklarımız da var. Osman Aksoy, Av. Celal Kadri Barlas, Av. Hayri Öztaş..

Az sonra Hoca da geldi. Hepimizin ve konuklarımızın da gelmiş olduğunu görünce sevindi. Sevinci gözlerinden okunuyordu…

Hemen sehpalar açıldı, notalar sehpaya yerleştirildi. Musikiye geçildi. Hocamız, neşelendikçe meşki kesiyor ve aklına geleni söylüyor:

“Musiki haram diyorlar; evet, o musiki haramdır. Bu musiki ise haram değildir. Çünkü bu musiki Allah diyor. Haşa!. Onların dediği Allah değil!..”

Hoca ayağa kalktı, sözlerine anlamlı anlamlı gülen Celal Kadri Beyin yanına giderek elini, ardı ardına, iki kere öptü…

Hoca, sık sık İngilizce üç kelime söyler. Sonra bunların Türkçesini de söyler: Dini-Felsefi-İlmî… Görüşlerinin bu açıdan olduğunu söyler. “Hiçbir şey olmasın ki bu üç kelimenin süzgecinden geçmemiş olsun!” der.

Hoca devamla anlatıyor:

“Tasavvufla uğraşan bir kişi herhangi bir sorunla karşılaşınca hangisi diye düşünüp bir karara varmalıdır. Tasavvufun görevi budur.

Horozu buldun mu hallonmayacak sorun yok. Öküzü boynuzundan yakalamasın. Bende o kuvvet var…

İsmail Hakkı şöyle buyurur:

Derviş yapacağın üç şey vardır:

  1. Az konuşmak,
  2. Az yemek
  3. Az konuşmak

Güneş kadar vücuda zararlı bir şey yoktur.

İsa’nın en büyük düşmanı Hıristiyanlardır…”

+

Tuhafıma giden bir nokta var. Hoca, bu Osman Aksoy’la bunca yıldır arkadaş olduklarını söyler… Hoca’nın yaşı şu,Osman Aksoy’un yaşı şu…

Bu zamana değin birbirlerini anlayamamış olmaları şaşırtıcı bir olay. Hala yeni yeni fikri tartışmaya giriyorlar. Öyle sanıyordum ki birbirleri ile tartışacak konuları kalmamış olmalı idi bu zamana değin. Ama bir fikir birliği yok aralarında…

+

Hoca konukları ile biz de ayrı bir yerde topluluk oluşturmuşuz.

Yılmaz anlatıyor:

“Babam bana, Kuran-ı hatmettirdi. Din hocamla Cuma namazına gitmeme de ses çıkarmazdı. Hatta Polat ile Yıldız bacım iki kere hatmettiler Kuran’ı…

Bunu sözler üzerine Boyacıbaşı:

“Nasıl izin verdi de sen o eski yazıyı öğrendin. O Kuran’a emek verdin… Olur mu böyle şey!.. Yazık değil mi sekiz yaşında bir çocuğa Kuran öğretmek…”

Yılmaz:

“Babam,  demek ki bir şey görmemiş!” dedi ve konuyu değiştirdi.

Yılmazın bu anlatımları bana inandırıcı gelmedi…

X

AYIBI OLAN AYIPLAR…

 

Müdürle görüşmem gerekiyordu. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim… Müdür Bey yoktu, beklemem gerekti.

Beklerken, dairedeki bir memur arkadaş yanıma yaklaştı. Dairemizde çalışan birinden söz ediyordu.”Onun doğru dürüst biri olmadığını” söylüyordu…

Oysa sözünü ettiği arkadaşı; çalışkan, iyi iş çıkaran biri olarak bilirim.

Sordum:

“Nesi var? O da mı komünist yoksa?” diye takıldım…

“Yok!, dedi, Komünistten de beter!..”

Devam etti:

“Böyle adamlar ayıplarını kapatmak için çok çalışırlar.“ dedi ama ayıbını söylemedi.

Ben de:

“Ama bir insan böyle de karalanmaz ki! Ayıbının ne olduğunu söylemen gerek!..” dememe karşın arkadaşın ayıbının ne olduğunu söylemedi. Ben de daha fazla ısrar etmedim. Söylemesin içinde kalsın, kendinin olsun…

Böylece adamcağız hakkında bir kuşku yaratmış oldu…29.4.1962

X

BAŞ AĞRISI

 

Öğleye doğru ağrıdı başım.

Düşündüm, neden ağrır acaba bu başım

Ağrıması için bir şey mi yaptım?..

Akşamdan kalma, rakı sigara içmiş değilim.

Uykusuz kalmamışım,

Gece sabaha kadar çalışmamışım…

Niçin ağrır bu başım…

 

Akşam, yağlı, yağda kavrulmuş kızartma gibi yiyecekler de yemedim.

Sabahleyin de çok yemedim, şimdi de aç değilim…

Peki, niçin ağrır bu başım…

Şaştım…

 

Birden geldi aklıma… İki günden beri yüznumaraya gitmemiştim…

Doğru yüznumaraya gittim…

Oh! Rahatladım.

Ağrımıyor artık başım.

Demek ki durduğu yerde ağrımazmış bu başım.

Bir nedeni varmış anladım.

29.4.1962

X

BU NASIL MİLLİYETÇİLİK

 

Öğle sonu uyudum biraz. Geçti başımın ağrısı. Buna karşın içimde bir sıkıntı…

Yatmadan önce Millî Yol adlı haftalık bir dergi okumuştum. 27 Nisan 1962 tarihli ve 14. sayı… Kapağın ardında tarafsız, milliyetçi siyasi dergi diye yazıyor.

Bunların, Milliyetçilik gibi genel bir kavramının ardına gizlenmesini bir türlü hazmedemiyorum. Sanki biz milliyetçi değilmişiz gibi…

Milliyetçilik; Atatürkçülüğü de, Türkçülüğü de kapsar tartışma götürmeden…

Bunlar; milliyetçilik adı altında kendi dünya görüşlerini dayatıyorlar. Atatürkçü aydınlara, 27 Mayıs devrimini yapanlara komünist diye saldırıyorlar…

Solcu, solak dediği yayınlar gençliğin özgürlük savaşını sahiplenirlerken; bunlar, bir yıl önceki 27 – 28 olaylarını bir kalkışma, bir isyan olarak yansıtıyorlar… Boşuna mı yapıldı bu gençlik hareketi…

Bu gençler; Cumhuriyeti,Türklüğü korumak için göğüslerini kurşunlara siper etmediler mi? Atatürk kazanımlarını korumak değil mi idi amaçları?..

Millî Birlik Komitesi üyelerine hakaret, İnönü’ye hakaret, Türkün bağımsızlığına sahip çıkanlara hakaret, aydınlara hakaret, ilerici gençlere hakaret…

Türkçülüğe ve milliyetçiliğe sahip çıkmalarını bir türlü anlayamıyorum bu dergiyi çıkaranların…

Necdet Sevinç de bu derginin yazarlarından, muhabirlerinden… Bunun bana yaptığı da ortada… Gel de bunların milliyetçiliğine inan… 30.4.1962

X

LAKLAKI İLE GEÇEN GÜNLER

 

Millî Eğitim müdürlüğü Sicil Bürosu, hiçbir özür dinlemeyeceğini söyleyerek, Cumartesi Pazar günleri de çalıştırmak istiyor beni.

Ben ise Okul Yaptırma Bürosu’nda çalışıyorum. Şefimiz İnş Müh. Asım Ahi ise; “Gitmeyeceğimi…” söyledi onlara…

Sonra da bana: “Gitmeyeceksin, ellerinden ne gelirse yapsınlar…” dedi. Böylece ben kaldım arada…

Ne tembel adam bunlar… Zamanında işlerini yapmıyorlar, laklakı ile gün geçiriyorlar. İşler birikince de beni yardıma çağırıyorlar. İstiyorlar ki bir hamlede bütün işlerini bitireyim…

Oysa beş tane daha daktilo var ellerinin altında. Beş daktilo bu dile kolay… Neler yapmaz bu beş daktilo bir günde… Ne var ki iki üç daktilo başına buyruk. Söz geçiremez onlara kimse… Diğer ikisi de işe yaramaz. Kala kala ben kalıyorum ortada… “Ver Hayri’ye, ver Hayri’ye…” Girdim gireli bu böyle…

Bir yerden daktilo mu isterler, “Git Hayri!”

Ne biçim adam bunlar. Hele o sicil yazmanı 9’da gelir; 10’da işe başlar. 12’ye çeyrek kala kitler çekmeyi, dolabı… Sonra da oturur tatil zilin çalmasını bekler.

Öğle sonu çalışmasında da böyle yapar bu adam… Öğle sonları daha da erken kitler çekmeceyi, dolabı… Saat 17’de çalışma bitecek… Bu başlar 16,30’da o odadan o odaya, o masadan o masaya…

Yüzlerine bakmamak için çaba gösteriyorum. Bunlarla bir arada çalışmak bana ağır geliyor.

Eğer çalışma günlerinin hakkını verseler beni Cumartesi ve Pazar günleri çağırmalarına gerek kalmaz.

Asım Bey, gayet haklı bana izin vermemekle. O da görüyor bunların çalışma saatlerini laklakı ile geçirdiklerini.

Asım Bey; “Gitmeyeceksin!” dedi ya… “Gitmeyeceğim…” Bakalım bana ne yapacaklar. 6.5.1962

X

YOKSULU DÜŞÜNÜR MÜSÜN?..

 

7.5.1962: Uyudum öğleden sonra. İçimde bir sıkıntı var akşamüstü.

Bu Kardeşim Hasan ne yaptığını bilmiyor. Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden konuşuyor. Beni azarlayarak üzüyor. Benim çektiğim sıkıntılar san ki azmış gibi…

Sıkıntımın nedeni: Adımız komünistte çıktı ya… Rahat vermeyecek bunlar bana…

Bu aşağılık insanlar başıma iş açtılar. Bana iftira attılar. Eziliyorum ben bu iftiranın ağırlığı altında.

Sonra da şöyle diyorum kendi kendime: “Aman açsınlar da görelim. Bu sıkıntıdan kurtulurum hiç olmazsa, yeni duruma göre bakarım başımın çaresine…”

+

Bu toplumda kişilik sahibi olmak çok zormuş. Bendeki değişimi en yakın arkadaşlarım bile çekemiyor. Her biri türlü gerekçelerle beni suçlamaya çalışıyorlar…

+

Bizim çarşıdaki bakkala acıyorum. Dükkânındaki mallarına bakıyorum. Dükkânındakilerin hepsini bir günde satsa, bedeli bir günlük geçimine yetmez…

Bu toplumda yaşayan insanlar niçin yoksul. Beni bunların yoksulluğu üzüyor. Halkın yoksulluğunu dile getirdiğim zaman da başımıza iş açıyorlar…

+

Ne yapmalıyız, susmalı mıyız? Susmayacağım işte, elinizden ne geliyorsa onu yapın…

X

OKUNANLAR ve OKUNACAKLAR…

 

7.5.1962: Saat 23’e değin kitap okudum.

Bu hafta içinde okuduklarım: A. K.’in “Asıl Adalet” ve “Hoş geldin Halil İbrahim” adlı iki şiir kitabı ile Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı kitabı…

Bu kitaplardan sonra Yaşar Kemal’in “İnce Memet”ini okumaya başlayacağım.. Bunu bitirince da sırada masamda duran “Savulun Amerikalı Geliyor”…

Bunun da arkasından sıra Rıfat Ilgaz’ın “Bizim Koğuş” adlı romanı da masamın bir köşesinde. Böylece sıraya koydum okuyacaklarımı…

Neyse ki zevk aldığım iki uğraşım var:

Bir, kitap okumak…

İki, yazı yazmak…

Bunlar da olmasa anlamsız bir şey olacak yaşamak…

X

LİMON GİBİ SIKMIŞ SUYUNU ÇIKARMIŞLAR…

 

7.5.1962: Odacı diye bir adam getirdiler. Yüzüne bakamıyor insan. Ölmüş bitmiş, kurumuş… Yokluk, yoksulluk, toplumsal adaletsizlik canına tak demiş. Acıdığımdan “Şunu getir, şunu götür!” diyemiyorum.

İnsanları nasıl olur da bu duruma gelinceye değin sömürürler…

Bunu da bir dairede yalnız ben görüyorum.

“İnsanlar nasıl olur da bu kadar duyarsız olur…” diyorum kendi kendime…

X

TERTİP, AİLECEK…

 

8.5.1962: Dayım beni çağırmış. Saat 15’de bekliyormuş mağazasında. Yaptıklarının etkisine bakacak anlaşılan…

Vardım, sordu bana:

“Aysel’in arkadaşı ile gezmesini sen mi istedin?”

“Evet!” dedim. “Haberim var her şeyden…”

Sonra, Necdet Sevinç’in bana yaptıklarını mazur göstermeye çalıştı. Ne var ki özrü kabahatinden büyüktü Dayımın…

“Ben, diyor, medenî cesareti artsın diye izin verdim kendisine… Vali ile konuşsun, Emniyet Müdürü ile konuşsun, Açılsın biraz dedim… Böyle olsun istemedim…”

İtiraf ediyor, tertibin bir parçası olduğunu dayım bana. … Nenemin de haberi var bu işten, Teyzemin de…

Necdet’in tecrübesi artsın diye benim ömür boyu başımı yaktıklarından haberleri yok.

Sonra konu; Necdet’in benim arkamdan Zübük diye bağırmasına geldi.

Necdet’in senin arkandan “Zübük!” diye bağırmasını ben istemedim.

Ya, Necdet Sevinç beni görünce, yüzüme karşı, küstahçasına, “Zübük!” demesin mi?.. Ölür müsün, öldürür müsün?

X

KÖR SALİH…

 

8.5.1962: Kör Salih’le konuştuk Maarif Bahçesinde.

Bana insanlıktan, insanın insanı sömürmemesi gerektiğinden, ulusal gelirden, kapitalizmden ve neler nelerden söz ediyor. Hiç beklemezdim kendisinden..

“İyi niyet, iyi niyet ama neler dönüyor ortalıkta. İnönü’ye, Sıtkı Ulay Paşa’ya atıp tutuyorlar. İnanmam onlara…” diyor.

Sonra İnönü hükümetini de eleştiriyor:

“Yapsalardı yaparlardı şimdiye dek… Bunlarda da bir hayır yok!” diyor.

Sonra da yakınıyor: “Bu ulusun hali ne olacak? Şaştım yahu!”… diyor…

Ve devam ediyor:

“Şimdiye değin Köy Enstitüleri açılmalıydı, toprak reformu yapılmalıydı… İşsiz işçi kalmamalıydı…” diyor…

Şaştım kaldım anlattıklarını dinleyince… İlkokul öğrenimi bile yok Kör Salih’in…

Kör Salih, öyle anlaşılıyor ki gözleri görenden daha iyi görüyor…

X

HOMO İMİŞ MEĞER…

 

10.5.1962: N ile giderken yolda R ile karşılaştık. R, bize selam verdi ama anlamadığım bir şekilde utangaçtı… Doğal değildi bize selam verişi. Ürkekti, ürkekliği her halinden belli oluyordu.

Benimle yakın bir arkadaşlığı yoktu ama N ile çok sıkı fıkı bir arkadaşlığı vardı. Durup bizimle konuşmadan uzaklaşması dikkatimi çekti. N’ye:

“R ile aranız açık mı ne?” dedim.

“Açık ya! Ben mi kaldım elin homosu ile arkadaşlık edecek?..” demesin mi?

Şaşırmıştım, inanamamıştım… Nasıl olurdu… Öfke ile söylemiş olmasındı…

“Yok, yok gerçekten homo… Bu var ya bu sözde sporcu, sözde centilmen… Bunlar Ankara’ya bir spor yarışmasına gidiyorlar. Üç arkadaşa bir oda vermişler.  Geceyarısı bu T’nin önüne elini uzatmış. O da bunu fırsat bilerek hakkından gelmiş… Ne var ki bunu M adındaki üçüncü sporcu görmüş…

Bu böyle bir adam işte… Kim inanır bu adam böyle böyle desem…

Hatta ben bunu yüzüne karşı da söylerim… Hem bir arkadaş aracılığıyla söyledim bile… Gelip de, arkadaş niçin hakkında böyle konuşursun bile demedi…

Hem bizzat hakkındaN gelen de söyledi bunun homo olduğunu…

Sen inanma onun Allahçı, Ruhçu gözükmesine… Boşuna mı geziyor gencecik çocuklarla… Bu işin keyifçisi olmuş namussuz …

+

İnanamadım bir türlü… Gece uyur uyanık gözümün önüne geldi bu arkadaş…

Arkadaşlığımız yok ama bu R ile; 10 yıldır selamlaşırız. Şimdi aynı dairede aynı odada karşı karşıya çalışıyoruz…

Beni ilgilendirmez… İlgilendirmez ama durup dururken fikrimi kurcalıyor işte…

Ne inanılmaz işler oluyor şu dünyada

+

Sayın Balta,

Kısa, özlü ama mükemmel. Kalemine kuvvet.

Devam et lütfen eski anıları taşımaya ama gücün yettiği kadar.

Selam, sevgi, saygı…

Fevzi Günenç, 3.8.2009

X

KURBAN BAYRAMI…

 

14.5.1962: Kurban Bayramının ilk günü… Sabahın erken saatinde Köse Kadir’in kahvesinde oturuyorum. Şu an milyonlarca hayvanın yatırılıp boğazlanması geliyor gözlerimin önüne. Ürperiyorum. Sanki çocuklarımı yatırıp kesiyorlarmış gibi acı çekiyorum.

Katmerleşmiş bir cehalet asırlardır sürüp gidiyor. Sanki Allah kan istermiş gibi hayvanların kanı akıtılıyor.

Ne zaman bitecek bu vahşet, bu kıyım…

Bir yiğit çıkmayacak mı bu kıyıma son verecek?..

Hayvanların boğazında bıçakların mekik gibi gelip gittiğini gözümün önüne getirdikçe içim sızlıyor içim…

Şu anda kahvedeki radyo insanlığın adaletinden söz ediyor. Bu gün insanlığın en büyük ibadetinin kutlandığı günmüş…

Ne ibadeti yahu kıyım bu kıyım hayvan kıyımı…

Kitaplarındaki şu ayetten haberleri yok bunların: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (K. Hac, 22/37, Diy.)

Ne var ki “kurbanlarınızı kesin!” diyen ayetler de var. Var, var biliyorum;: ama,  ben bunların içinden olması gerekeni alıyorum. İnsana yakışanı alıyorum.

Artık bu çağda kurban kesmekle ibadet olur mu?

X

HOCA İLE GÖRÜŞMEME İZİN YOK!..

 

 

18.5.1962: Milliği Eğitim Müdürü ile görüşmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorum. İçerde biri var, çıkar çıkmaz ben gireceğim… O da çıkmıyor bir türlü… Beklerken öyle yanıyorum ki teyzem oğlunun bana yaptığı oyuna… İki yüzlülük bu kadar olur… İkiyüzlü bu adam aynaya baktığında kendini nasıl görüyor acaba?

Hadi ben çok saftım aldandım… Benim gibi saf bir adama bunlar bu kadar acımasız mı davranmalı idiler… Ya şu gazetelerde aleyhimde yazdıkları yazılara ne demeli…

Dayımın, yengemin, nenemin, teyzemin eli var bana kurulan bu tuzakta. Söz de beni Emin Kılıç’tan kurtaracaklar ve eşimin koynuna sokacaklar…

İçerde, Müdürümüz Aziz Gözaçan’ın yanında İlköğretim Müfettişi Nurettin Uçkan var. O da içerden çıkmıyor bir türlü… Şimdi giremezsem bir daha hiç giremem Müdürün yanına… Daha fazla bekleyemezdim, kapıyı çaldım, “Gir!” sesini beklemeden itip girdim.

Müdürden Hoca’nın derslerine gitmek için izin isteyeceğim. Çünkü tutuklanıp bırakıldıktan sonra bana Hoca’nın derslerine gitmeyi yasaklamıştı.

Anlattım başıma gelenleri ve bana yapılanın iftira olduğunu… Müdür Bey:

“Ben yetkili değilim valiye git!”

“Efendim, beni oraya gitmekten men’eden sizsiniz; vali değil ki…” dedim.

“Olmaz, Valiyi görmelisin?” dedi.

Daha fazla ısrar edemedim. Valiye gidip niçin beni Hoca’ya göndermediğini soracağım.

Ama saçım, sakalım… Tıraş olmam lazım…

Doğru berbere… Taş taş üstüne olsa bu gün Valiyi görmeliyim. Bakalım ne varmış Hoca’ya gitmemde de bu denli korkutmuş bizim Müdürü bu Valimiz..

Bu kez de Valinin makamımın kapısındayım… Vali’yi de yalnız bırakmıyorlar ki canım. Valinin makamına giren girene, çıkan çıkana… Ben sabırla bekledim. En sonunda “mesai bitti zili” çaldı. Bu zil üzerine içeridekiler Vali ile birlikte çıktılar.

Benimle birlikte bir kişi daha bekliyordu Valiyi. Vali bey bana:

“Bekle, şimdi geleceğim…” diyerek konuklarıyla birlikte aşağıya indi. Anlaşılan Müdür, benim Valiye geleceğimi telefonla bildirmiş kendisine…

Bu arada ben hemen Hoca’nın Karagöz caddesindeki muayenesine gidip durumu anlattım… Döndüğümde baktım ki Valinin arabası hükümet konağı önünde. Hemen yukarıya çıktım. Kapıyı vurarak içeriye girdim.

“Özür dilerim, sizi rahatsız ediyorum!”

Otur, şuraya dedi bana.

Ben de Müdür beyle olan konuşmamı anlattım. “Sizden dedim Hoca’nın derslerine gitmek için izin istiyorum dedim.”

Bu sözlerim üzerine öfkelendi, kıpkırmızı oldu. Anladım ki bana izin yok…

Sonra kendini topladı. Bir Vali’ye yakışır biçimde:

“Ben nasıl derslere git diyebilirim sana. Olayların gelişmesini bekleyelim hele… Şimdi sen git, Müdürün ne derse onu yap!”

Bunun üzerine başka bir şey demem edepsizlik olacaktı Vali’ye karşı.

“Baş üstüne, baş üstüne !” diyerek koşarcasına çıktım Vali’nin yanından

Hiç beklemiyordum bu sonucu.

Hoca ile bu konuyu indirip kaldırmıştık. O, Valinin bizi koruduğunu söylüyordu… Ben ise

“Hayır bizi koruduğu falan yok, o tarafsız davranmaya çalışıyor ancak…” diyordum.

Anlattım Hoca’ya Vali ile olan konuşmamızı. Hoca ise Valinin bu olumsuz davranışına “Plan, aldırma… Vali bizden yana..”diyordu.

Ne planı yahu! “Ben nasıl olur da seni oraya gönderirim!” diyor. Bunun plan neresinde. Gerçeği bir türlü kabullenemiyor Hoca.

Herifler peşimizde, bizi gözetliyorlar. Eğer zerre kadar suç olacak bir davranışımızı yakalasalar bizi içeri alacaklar.. Biz hâla Vali bizi koruyor diyelim…

Ne var ki Hoca; “Valinin bizi koruduğunu, hatta Valinin bize karşı sempati duyduğunu…” o kadar rahatlıkla söylüyordu ki şaştım kaldım.

“Ben aynı kanatta değilim!” deyince ne aptallığım kaldı, ne alçaklığım… Vali bizi seviyor diyordu da başka bir şey demiyordu. Vali bizi seviyormuş da niçin benimle hocanın görüşmesine izin vermiyordu? Burada bir muhakeme bozukluğu vardı.

Hoca, gönderdiği birkaç yazının Vali tarafından kabul edilmesini Vali’nin bize sevgi duymasına yorumluyordu. Oysaki gönderdiği yazılar Hoca’nın dosyasına giriyor. Hoca bu bilmiyor. Hoca hep kendine yontuyor.

İyi adam, güzel adam ama hep kendi çıkarına yorumluyor olayları….

X

VATANDAŞIMIZ…

 

15.2.1962: Bir vatandaş konuyor. Bilgiç bilgiç.

“Benim kızım Fatma Anamızdan yüksek mi ki koluna bilezik taksin. “Hatta takarsan keserim, demişim, kendisine… Fatma anamız koluna bilezik takmadı ki…”

Nerden biliyor Fatma anamızın koluna bilezik takmadığını…

Hem hep 1400 önceki yaşama özenmek neden?

Benim buna bir türlü aklım almıyor…

X

HASAN KAYA ÖZTAŞ…

 

16.2.1962: Öğretmenler Lokalini işleten Kaya Öztaş’ın Sabah gazetesinde bir yazısının çıkması üzerine Yeni ülkü Gazetesinden Kovboy İbrahim yanıma gelerek Kaya Öztaş hakkında yazdığı yazıyı okudu. Kaya Öztaş aleyhinde atıp tutuyordu, esip yağıyordu:

“Biz adamın sinkaf… Onların Sabah’ı varsa bizim de Yeni Ülkü gazetemiz var. Biz adamla yayın yolu ile baş edemezsek başka yoldan çaresine bakarız. Daha olmazsa matbaaya çeker icabına bakarız…” derken Kaya Öztaş’a hakaretlerini sürdürüyordu. “Bıçak atmaktan, kırmızı boya çalmaktan!..” söz ediyordu. “Kendisini gel kahve içelim diye matbaaya çağırırmış da, mahzene indirip icabına bakarmış da…”

Kaya Öztaş’ı, 20 öğretmen 20 koldan aramışlar, bulamamışlar. Bulsalarmış icabına bakacaklarmış; ama bulamamışlar… 2. Şubedeki aramışlar Kaya Öztaş’ı; ama bulamamışlar… Kaya Öztaş kaçmış… Gazi Terbiye’de okuyor imiş…

Bir ara dönüp gitmek istedi. Gidemedi, yeniden döndü. Yine kıpkırmızı, kendinden geçmiş bir şekilde: “Beni mi çağırdınız?” dedi.

Sakin ve doğal bir ses tonu ile:

“Hayır!” dedim.

Sessizce uzaklaştı gitti işyerimden… Huzursuz bir hali vardı. Elinde Aziz Nesin’in Zübük adlı haftalık gazetesi vardı.

Sanıyordu ki benim Kaya Öztaş ile temasım vardı. Duyduklarımı Hasan Kaya’ya iletecektim…

Ben de solcuyum ya… Ne denli peşin hüküm taşıyorlar bu solcular hakkında… Akıllarına solcuları yok etmekten başka bir şey gelmiyor..

Kovboy İbrahim bu işe benimle birlikte çalışan Ahmet Bucaklı’nın da canının sıkıldığını söyledi. Ne çıkarmış canım çanım öğretmenler lokalinde oyun oynanırsa… Oyunun oynamak da psikolojik bir ihtiyaçmış…

Kovboy’un yanındaki öğretmen bana: “Kaya Öztaş, hakkımızda atıp tutuyordu…”

Ben de:

“Doğru, atıp tutuyor…” diye kendisine hak verince sesini çıkarmadı.

Benden bunu beklemiyordu. Beklediği benim Kaya Öztaş’a sahip çıkmamdı. İşyerinde tartışmaya neden olur muyum?…

Anladım ki bir odada çalıştığım Ahmet Bucaklı Yeni Ülkü gazetesi ile irtibat halinde… Benim hakkımda onlara bilgi aktarıyor…

Nasıl çembere almışlar bizi…

+

Dün sorgu yargıçlığında ifade verdim. İki saat sürdü. Yargıç soruları uzattı da uzattı.

Sorgu Yargıçlığına girerken; kapıda, Zekeriya Beyaz’ı, Necdet Sevinç’i ve diğer muhbirleri gördüm.

Bir şaşkınlık ve telaş içinde idiler. Nurculardan bir tanık daha vardı; baktım, o gitmiş…

Bu nurcu, bizim derse gelerek Haysiyete sahip çıkmıştı… Anlaşılıyor ki hepsi derslere casusluk amacı ile gelmiş gitmiş…

X

ÇEMBER DARALIYOR…

 

1.3.1962 Kuşakçı ile birlikte Tabakhaneye doğru giderken Ticaret Sarayı önünde Bekir Kaynak’la karşılaştık. Bekir Kaynak Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’le birlikte hareket edenlerden…

Bekir Kaynak, bizi görünce bozuldu, sıkıldı, kızdı, kızardı… Hızlı adımlarla önümüzden geçip uzaklaştı. Bir ara dönüp bize baktı. Suçluluk duygusu içinde biraz da mahcup bur görünümde…

Akşamına bir de baktım Hoca’nın muayenesinde. Anlaşılan bir şeyler sorup bir şeyler yakalamak derdinde.

Adamlar bize çembere almışlar ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yok…

X

İŞTEN ATILMAK…

 

2.3.1962 Saat 15’te Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan Bey’le koridorda karşılaştım. Bana: “durumlar nasıl?” dedi.

Ben de:

“İyi, herhangi bir sorun yok!” dedim.

“Bu günkü gazeteleri okudun mu?” dedi ve devamla: “Git bir kere İsmail beyle görüş. Olmazsa bir istifa mektubu yaz!” Böylesi daha iyi olur. Yoksa ben atmak zorunda kalırım… Bu da senin için olmaz!.. “ dedi.

İsmail Bey, Sicil İşlerinde memur… Memurların sorunlarına o bakar.

Bu “İstifanı yaz getir!” sözü beni şok etti. Hiç beklemiyordum. Demek ki hakkında baskı var, korkuyor adamcağız,

Bu durumda benim Vali Beye çıkmam gerektiğini anladım. Ertesi gün sabahleyin erkenden, 8,30’da Valiyi makamında ziyaret ettim. Kısaca olayı anlattım. “İşten atılmamamı, duruşmaların sonuna kadar beklenmesini….” rica ettim.

“Olur!” dedi. Böylece işten atılmaktan kurtuldum…

X

UCUZ KURTULDUK…

 

15.3.1962: Bu gün izinliyim. Çocuklara çiçek aşısı yaptıracağım. Hükümet konağı önündeyiz… Bir ara Elçin yanımdan uzaklaştı. Birde baktım bir araba Elçin’in üstüne doğru geliyor…

Elle işaret ettim. Araba durmadı, Elçin’e doğru geldi, geldi… Bu durumu görenlerin yüreği ağzına geldi ve korkudan bağrışmalar oldu. Elçin bunun üzerine tehlikeyi sezdi ve birdenbire dönüş yaptı ve arabanın kendisini ezmesinden kurtuldu.

Korku içinde bağırarak jeepin arkasından koştu, yanıma geldi.

Hâlâ o sahne gözümün önüne geldikçe araba Elçini çiğneyecek… Çünkü araba Elçin’i az daha ezecekti. O an elim ayağım titremişti…

Bu Elçin’in ikinci ölümden kurtuluşu:

Birincisinde beş metre yüksekliğindeki yazlık tahtan düşmüştü.

Şimdi ise arabanın kendisini çiğnemesinden kurtulmuştu…

X

BİR AJAN…

 

15.3.1962 Emniyet Müdürlüğü önünden geçerken açık kapıdan Zekeriya Beyaz’ı Emniyet Müdür Muavini ile görüşürken gördüm. Zekeriya Beyaz haftada en az bir kere Emniyet Müdürlüğüne gelirdi ve ben kendisini Milli Eğitim müdürlüğündeki pencereden görürdüm. Öylesine bir sevinçli gelirdi ki emniyet Müdürlüğüne görülmeye değerdi…

Ne var ki ben bunun, Emniyet’e ajanlık yaptığını kendi itirafları sonucu öğrendim.

Ne kadar saf bir adamım ben…

X

YAZI KONULARI…

10.3.1962

  1. Yazdıklarımın vebali yanlış anlayanların boynunadır.
  2. Babamın termometresi
  3. Çocuklarımıza takılan altınları satarak odun aldık.
  4. İkin öncesinden sokaklarda konuşan Sokrat gibi…
  5. Andre Jit’in “Ayrı Yol” adlı kitabını okudum. Hannup çekirdeği gibi…
  6. Gaziantep’in tanınmış öğretmenlerinin ürke ürke derse girmeleri…
  7. Beddua eden Allah K. 3/119, 111. süre.
  8. Kötü şefaatte bulunanların ondan payı vardır. K. 4/85
  9. Arabacı, kapıcılık yapan, kestaneci, şerbetçi kuşakçı kalfaları, altmışından sonra masıra saran kilimci kalfası,
  10. “Biz öğrenciyiz; sen bize vereceğin kitaplarda okuyacağımız yerlerin çiz de öyle ver!..” dyen teyzem oğlu Necdet Sevinç. Meğer altını çizerek verdiği bu dergileri götürüp Siyasi Şubeye verirmiş: Hayri Balta bize komünistlik propagandası yapıyor diye…
  11. Benden gazete istemeleri ve Nazım Hikmet hakkında soru sormaları…
  12. Teyzemoğlu’nun Necdet Teymur’un kırtasiyeci dükkânında elimde gördüğü İmece dergisini istemesi…
  13. Köy Ensititüleri konusundaki tartışmam…
  14. Aysel’in sorununu bana bildirmesi…
  15. Midesi alırsa insanın yapmayacak şeyi yoktur… Anayasa’nın 20 maddesi…
  16. Necdet Sevinç’e okuması için Kuran vermem…
  17. Yön dergisindeki grafiği göstermem…
  18. Bekir Kaynak’ı, Fakir Baykurt’un Onuncu Köy adlı romanının okuması için görevlendirmem…
  19. Derslerine çalışırsan kopya çekme ihtiyacı duymaz; huzur içinde sınavlara girersin. Bu ruh hali, insanın Cennet’e olmasını…
  20. Kime komünist diyorlarsa onun kitaplarını okuyun…
  21. Niçin yaralı kuş gibi çırpıyorsun?..
  22. Necdet Sevinç bana şöyle diyor: “Biz sizinle tanışmakta niçin bu kadar gecikmişiz…” Bu sözleri bana söylerken rol yapıyordu. Sözde ağlamaklı ve üzüntülü bir şekilde tanışmamakla kaybının olduğu söylüyordu…
  23. Aziz Nesin’in Adana’ya gelişini protesto eden gericiler; yakalanınca: “Biz onun lehinde nümayiş yapıyorduk!” demeleri. Ne şahsiyetsiz insanlar bunlar…
  24. Beni bunlara kitap vermeye iten nedenler: Komünist dedikleri insanların nelerden söz ettiklerini görmeleri içindir…
  25. Ayine tuttum özüme, Allah göründü gözüme…
  26. Rum genci Suryanus olayı…
  27. Yunus Emre’nin bir ben var bende benden içeri… Nesimi konusu…
  28. Aklı Selim kitabındaki hadis…
  29. Mevlana’nın şiiri….
  30. “Ben görmediğim Allah’a tapmam.” Hz. Ali’nin sözü…
  31. Üç dükkânın önünü örnek göstermem…
  32. Necdet Sevinç, Zekeriya Beyaz ve arkadaşlarına göre göre Millî Eğitim Bakanı başta olmak üzere tüm bakanlar komünist…
  33. Bana “Mahkemenin sonucunu bile biliyoruz…” diyorlar.
  34. Birinci Şube Şefi, benim için, komşumuz Memik Çavuş’a (Memik Güzelhan) “Asmalı bu adamı asmalı!” demiş. O da gelip bana söylüyor…
  35. Gavur Ali, benim hakkında “komünisttir o!” sözleri üzerine: “Öyleyse görüşmeyelim bu Hayri Balta ile…” diyor…
  36. Beni birkaç kişi ile görüşürken gören bir memur: “Az daha konuşmasına müdahale edecektim. Zehrini bu masum çocuklara akıtmasın!” diye…
  37. Bir yoksul işçinin kahvede sobanın başında katıksız somun ekmek yemesi ve yerken de herkese buyur etmesi…
  38. Birinci Şube şefi babama: “Bu mikroların kökünü kurutmalı!..” demiş.

         Bu 38 konuda yazı yazmak için not almışım. Ancak olaylar öylesine gelişti ki dönüp bakmaya bile zaman bulamadığım için çoğunu unutmuşum. Tam elli yıl sonra bu notlarıma bakıyorum… Çoğunu unutmuşum… Demek ki insan aklına güvenmemeli. Yazacaklarını gününde yazmalı ya da yazacaklarını bütün ayrıntılıarı ile not etmeli…

X

SELÂMÜNALEYKÜMCÜ!..

 

12.3.1962: Daireden çıktım. Gazete satıcısı İhsan Genç’in dükkânının önünde duran gazete ve dergilere bakıyordum. Birde baktım Bay Casus Zekeriya Beyaz “selamünaleyküm!” diyerek yanıma sokuldu. Döndüm:

“Günaydın!” dedim.

Sinirlenen Zekeriya Beyaz yeniden:

“Selamünaleyküm!” dedi.

Ben de yeniden:

“Günaydın!” dedim…

Bay Casus yeniden “Selamünaleyküm!” dedi ise de ben hiç sesimi çıkarmadım.

Bay Casus, başladı abuk sabuk konuşmaya. Sesimi çıkarmayarak yanından uzaklaştım… Çünkü “İncil’de domuzun önüne inci atma!” diyordu.

Peygambere yapılan Ayşe iftirası gibi bunlar da bize iftira ediyorlar. Yunus Emre’yi de sorguya çeken bir Molla Kasım gelme di mi?…

(G. T. 16.11.2009)

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

+

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışardan bakanlarda bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var,var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa… Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

X

ÖNEMLİ OLAN…

 

27.6.1962 Kuran’da Recm konusunu incelerken (K. 5/44-45: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimdir, kafirdir…) o günün koşullarını göz önüne almaksızın aşırı bir hassasiyet göstermemem gerekir.

Bu sırada beni rahatsız eden Elçin’i, Gülçin’i ve de eşimi üzücü davranışım; o anda kendime hakim olamayışımdan olmuştur.

Bu gibi işlerde Kuran araştırmalarım geriye bırakılmalıdır; çünkü Eşimi ve çocuklarımın gönlünü kırmaktansa kitabın kapağını kapatmak daha doğru bir davranıştır.

Önemli olan önce iş, sonra eş ve çocuklar, sonra da akraba ve dostlardır…

X

UNUTKANLIK

 

4.10.1962: Hava bulanıktı. En dikkatsiz bir kişi bile biraz sonra yağmur yağacağından kuşku duymazdı.

O gün işe giderken “Bu gün havada yağmur var. Yağmurluğumu alayım!” demiştim.

İşten öğle yemeği için eve dönmek zamanı geldiğinde pencereden baktım ki yağmur ıslatacak derece yağıyor. O an aklıma yağmurluk geldi; ama, ne yazık ki, aklıma almak geldiği halde, yağmurluğu (şemsiyeyi) evde unutmuştum. Yağmurluk evde unutulunca kişi ıslanacak ve hatta hasta olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Bir yağmurluk unutkanlığı nelere mal olacak. Aklına gelmişken yağmurluk almayı unut. Şimdi dışarıda yağmur yağıyor ve ben yağmurluğu unuttuğum için pencereden bakarak yağmurun dinmesini bekliyorum. Boşu boşuna vakit geçiriyorum.

İşte böyle yağmurluğu almayı unutursan pencereden bakarak yağmurun dinmesini beklersin…

Unutkanlık mı, ihmalkarlık mı?… Ne dersen de…

X

BİR SÖYLENTİ

 

17.1.1963: Eşim duymuş gittiği bir düğünde.

Gaziantep’in neresinde bir düğün, neresinde kadınlar arası bir toplantı olursa olsun veya kırda, bayırda, aile bahçesinde bir araya gelen kadınlar; hangi kadının boynunda gerdanlık, dudağında boya, kulağında küpe, kolunda bilezik göremezlerse hemen şöyle diyorlarmış: “Bu kadın da Emin Kılıççılardan…”

Gerçekten böylemiydi, bileziğe, yüzüğe, küpeye, beşibirliğe karşı mı idi bizim topluluk. Ama bir şey dikkatimi çekerdi. Bize gelen kadınlar makyaj yapmazdı.

Bu konuda bir uygulamamız yoktu. İsteyen istediğini takardı, kimse de kendisine karışmazdı. Ama halk bizi böyle algılıyor. Belki de bize mensup olan kadınların gösterişten kaçınacağını sanıyor.

Gerçi bize gelip giden bayanlar içinde ziynet eşyası takanlarla, makyaj yapanlarla karşılaşmadım. Anlaşılan alçak gönüllü (mütevazi) bir yaşam sürdürenlerin, zenginliklerini gösterir ziynet eşyasını takmayı, makyaj yapmayı kendilerine yakıştıramıyorlar ve halk da bizlerin gösterişten sakındığımızı sanıyor…

+

Bir insan gerekçeli yaşadığı sürece yükselir.

Cennet, huzur ve güven içinde olmak demektir.

Hayri Balta,

X

İNÖNÜ’NÜN ÇABASI…

 

6.4.1963: İnönü bu gün biz halk çocuklarının değil de; mutlu azınlığın sözcülüğünü ve koruyuculuğunu yapıyor.

Her an yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan Hükümetin yıkılmaması için elinden gelen çabayı gösteriyor.

Masanın dördüncü ayağını oluşturmaya çalışıyor. Bizleri de kendisine yardımcı olmaya çağırıyor.

 

Atatürk’le birlikte kurdukların Cumhuriyetin bütün bütün yıkılmaması için verilmemesi gereken ödünleri veriyor.

İkinci Dünya Savaşında ateşten kurtardığı bir ülkenin bir kardeş kavgasına girmemesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bekliyorum, bunu önlemeye ömrü yetecek mi?

X

KENDİMLE KONUŞMALAR…

 

17.6.1963: Ulan bin kere dedik sana. “Tanrı’ya karşı gelme !” diye. Niçin güçsüz istencin (iraden)  bu denli.

Bak işte ellerinin içi yanıyor; boynunun damarları ağrıyor, başın zonkluyor, sol kürek kemiğinin üzerindeki bir damar acı acı ağrıyor.

Üstünde bir kırıklık, bir eziklik var. Artık bu sorunu çözümlemelisin.

X

MÜZİK AŞKI…

 

26.6.1963: Sağlığın iyiye doğru düzelmekte. Bunun değerini bil. Bozma, baltalama.

Musikiye girmek için güçlü olmak gere Musikide geride olduğu için boyunduruk takmak istiyorlar sana.

Sen de onur varsa, insanlıktan zerre değin; musikide uçacak değin ilerlemelisin…

İşte bir türlü yaramıyor sana; yine ağrıyor boğazın, boynun, omuzun… Ellerin yine yanıyor acı acı… İsteksiz isteksiz, duracakmış gibi çalışıyor yüreğin.

Başında, gözlerinde ağrı; sen niçin önem veriyorsun bu habercilere…

Bak sağlığın yine bozulmakta, yürek çarpıntıların yine artmakta. Kendine hâkim olmalısın, gidişin gidiş değil…

Aklı başında kimse bile bile Cehennem ateşine girmez.  Bu sorunu çözümlemelisin artık.

X

SABRETMEK GEREKİYOR…

 

25.7.1963: Düşünüp duruyorum. Şu çocuklar büyüse, söz dinlese, susunuz dediğim zaman sussa…

Ya da iki odalı bir evimiz olsa, odanın birine kapağı atsam… Ya da bir iki ay için kafamı dinlendirecek bir yere gidebilsem. Ya da bağa gidip bir iki ay kalsam diye düşünüyorum…

Hiç olmazsa oralarda sessiz sedasız bir ortamda okuyup yazabilirdim…

Evet, insan, rahatça okuyup yazabileceği bir ortamın özlemini çekiyor.

Geçim zorluğu, çalışmak zorunluluğu,  yoksulluk, yorgunluk üst üste geliyor. Okumaya, yazmaya zaman kalmıyor. Bu durumda sabretmekten başka çıkış yollu yok…

Bu geçim zorluğu, darlık, yoksunluk, yokluk bir gün de düzelmez. Zaman gerekir.

Olduğu kadar olsun! Ne yapalım zorla güzellik olmaz ya… Biz de yazgımıza razı olmak zorundayız. Yazgımızı değiştirmeye gücümüz yetmiyor işte.

“Sabreden derviş muradına erermiş!” derler. Ben de sabretmeliyim.  Şu an için sabırlı olmaktan başka yolum yok. Dayanmak zorundayım…

X

BİR AŞK ESİNTİSİ…

 

Hemşirelerin oturma odası.

Odamdan görünmez orası…

 

Konuşması, gülüşmesi çok güzel gelir kulağa.

Buda yeter beni yıkmaya…

 

Boyu boslu, yaşına göre çok gösterişlidir.

Çok da güzel görünür göze kâfir.

 

Her gün gelir bitişiğimdeki odaya.

Göremem kendisini duvar var aramızda.

 

Dedim ya ancak sesi, gülüşü gelir kulağa,

Bu ses, bu gülüş çok tatlı gelir bana…

 

Bir kere konuşmadım karşı karşıya…

Tatlı tatlı gülümser her  karşılaşmamızda…

 

Her gülüşünde ürperir her yanım.

Her karşılaşmamızda vites değiştirir canım.

 

Konuşmalarını, gülüşmelerini sanki bana,

Duyurmak için yapıyor yandaki odada…

 

Ben pısırık da, pusar dinlerim.

İçimde kalır ilgim, hislerim…

 

O da bunu bilir.

Üstüme üstüme gelir…

 

Hissederim ilgi duyduğunu,

Bilirim aramızda birçok engel olduğunu…

 

Gülüşüne dayanamam ben…

Niçin bu kadar neşeli,

Niçin bu kadar şen…

Hayri Balta, 5.11.1963

X

HANGİSİNE YANAYIM

 

5.11.1963: Kendimi beğenir gibi oluyorum. Ne var ki dönüp kendime bakınca hiç de beğenecek yanım olmadığını görüyorum. Cahilliğimden utanıyorum. Bu cehalet çemberini nasıl kıracağım. O denli bilgisizim ki bunun altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Ama halk, en yakınlarım bile beni komünist olarak biliyor. Oysa insan komünistim demekle komünist olamaz ki… Komünistlik bir bilgi ve kültür işidir. Akılcı ve bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmaktır. Bense şunun şurasında bir ilkokul mezunuyum. İlkokulda öğrendiklerimin yüzde doksanını da unutmuş bir kişiyim.

31 yaşımda olmama karşın bir hiçim. Oysa gazetelerde, dergilerde 31 yaşına gelenler içinde edebiyat, sanat ve kültür alanında adlarını tarihe yazdırmış çok yazarlar, sanatçılar görüyorum.

Ben, kendi cahilliğime mi yanayım; beni komünist olarak bilenlerin cahilliğine mi yanayım?

X

DALGINLIK

 

7.4.1964: Dün Güney Ecza Deposundan gelen faturaları ödenmesi için yukarıya gönderdikten az sonra

Çağırdılar beni yukarıya.

 

“Hayri Bey, bu faturaları gözden geçirdiniz mi? Geçirmediniz mi?

“Geçirdim!”

“Ya bu 300 liralık yanlışlık ne?”

Şaşırdım…

 

Çok mahcup oldum, utandım.

Kulaklarıma kadar kızardım.

“ Nasıl olmuş da gözümden kaçmış!” diyebildim.

 

Ama gel sen sor bana bunu…

Abdullah Bey (Abdullah Sinek) ve Mehmet Ağa karşısında olmamalıydı bu…

 

Aşağı büroma geldim.

Epey bir süre kendime gelemedim.

Yaptığım bu yanlışlığı günlerce aklımdan silemedim.

 

Sanki büyük bir suç işlemişim gibi kendime kızıp duruyorum.

Ben bu yanlışlığı nasıl yaparım diye kendimi sorguluyorum.

 

Elim ayağım buz gibi…

İnsan yanılmaz mı, yanılır yanılır da…

Senin suçunu arayanlar arasında çalışırsan,

Yanlışlığın iner başına balyoz gibi…

Hayri Balta,

X

YANLIŞ YAPTIM…

 

10.4.1964: Her gün saat altıda kalkmam gerek işe zamanında yetişmem için.

Saat altıya beş kala uyanıyorum. Biyolojik saat beni uyarıyor. Uyanıyorum ama gözlerimden uyku akıyor. “Beş dakika daha uyu!” diyen biri var içimde.

Hemen ardından  “Şimdi yataktan kalkmalısın! Yoksa, zamanında işe yetişemezsin…” diyen karşıt bir ses…

Buna karşın önceki ses durmuyor. “Gece geç yattığımı, uykunun tatlı olduğunu…” ileri sürerek beni kandırmaya çalışıyor.

Uyumakla uyuyamamak arasında bocalayıp duruyorum. “Biraz daha yatayım, bu gün de traş olmadan gidersem ne olur?” diyerek kendi kendime mazeret uyduruyorum.

Karşı duygu varlığını duyuruyor. “Hemen kalkmalısın. Asil at kendisine kamçı vurdurmaz!..”

Bu ikilem arasında bocalayıp dururken bir de bakmışsın ki saat 6’yı 6geçiyor.

Kendi kendime “Niçin Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrıldın da bu Amerikan Hastanesine geldin!.” Diyorum. Bir pişmanlık duygusu beni yiyip bitiriyor.

Evet, çok yanlış yaptım Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrılmakla…

Ne güzeldi o günler. Uykumu alıyordum. Günlük gazetelerimi okuyordum. Öğleye değin 3 saat; 1,5 saat öğle tatili yaptıktan sonra işbaşı yapıyor saat 17’de işten çıkıyordum. Yani öğle tatili de içinde olmak üzere günde 8 saat çalışıyordum. Şimdi öğle saati dışında tam sekiz saat çalışıyorum; 7’da işbaşı öğleden önce 5 saat. Öğle tatili iki saat, 14’te işe başlayıp 17’de işten çıkınca okumaya yazmaya zaman bulamıyorum.

Memur statüsünden işçi statüsüne geçmek yanılgılarımın başında gelir. Ne var ki iş işten geçmiştir. Saat 9’da işbaşı yapmak nerde… Saat 7’de işbaşı yapmak nerde…

Hayri Balta,

X

TERS TEPKİ…

 

17.12.1964 Sayın Öğreticimle birlikte evine doğru gidiyorduk.

Tam eski postanenin önünde Necdet Sevinç’le karşılaştık. O da kız kardeşi ile birlikte idi.

Tam yanımızda iken Sayın Öğreticimin yolunu kesti. Yol vermediği gibi bir de koltuk attı…

Bu davranışına hep birlikte gülüştük….

Sayın Öğreticim onun bu davranışını yorumladı::

“Bize ilgi duyuyor. İlgi yalnızca sevgisini göstererek mi olur; ilgi böyle ters tepki göstererek de olur…”

Hoca, Necdet Sevinç’in bu basit davranışını şu yorumunu da ekledi:

“Bizimle ilgilisi  olsun da; sevmeyerek olsun!…”

X

ŞEYTANISINI…

 

Yaptıkları aklıma geldikçe

Boğdum hayalini hayalimde

Belki bin kere…

 

Yüreğim kalkıyor yüreğim…

Şimdi ben n’deyim,

Ne edeyim?

 

Gözü kör olsun feleğin…

Rahat bıraksa bari beni

Hayalin…

Hayri Balta. 29.7.1967

X

ÇEKİLMEZ YAŞAM

 

Yaramazlık yaptıkları için Elçin’e, Gülçin’e, Elgin’e darıldım.

Bana akıl verdikleri için babamı ve eşimi kırdım.

Yemek yiyemedim,

Yatamadım,

Dışarı çıkamadım.

Okuyamadım,

Bir satırlık olsun yazamadım.

 

Hava almak için dışarı çıktım

Konuşacak kimse bulamadım.

Yine eve kaçtım.

 

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de akrep çıktı karşıma.

Girdik akreple savaşa,

Öldürdük sonunda…

 

Anlaşılan hiçbir yerde huzur yok bana…

Evde huzur yok, dışarıda konuşacak adam

Böylesine çekilmez mi olurmuş yaşam…

Hayri Balta, 18.8.1967

X

BİR YAZAR, BÖYLE BİR ORTAMDA NASIL YAZAR?..

 

Akşam yemeği:

Peynir, ekmek, kavun yemek istersin.

Evde kavun yok, ekmek kalmamış,

Çarşıya gidersin…

Bakkalda da kavun kalmamış

Ne dersin…

Alırsın ekmeği,

Eve dönersin…

 

Akşam yemeği::

Mercimekli pilava razı olursun…

Midemde rahatsızlık var: Gastrit…

Mercimekli pilav, gastritli midenin düşmanı,

Akşam, akşam mercimekli pilavı nasıl yersin?..

*

Elçin, Gülçin hava almak için dışarı çıkmak ister,

“Yemeğimizi yiyelim de ondan sonra…” deyince

İkisi birden ağlar…

 

Akşam yemeği:

Elginin dişi ağrır, ağlar…

 

Akşam yemeği:

Yener ilaç kutularıyla oynar,

Birini yitirir… Ağlar…

*

Akşam akşam Babam rakı içer:

“Peynirle kavun rakı ile iyi giderdi!” der.

İçerler…

Rakıyı, kavunsuz peynirle içer…

İçer içer, kavunsuz rakı içtiğine içerler…

Ne oldu bilmem bu arada:

Yener Babama…

“Yalan söylüyorsun!” der.

Babam, iki yaşındaki Yener’in bu sözüne

İçerler…

 

Bütün bunlara canım sıkılır, isterim dışarı çıkmak.

Evden de sıkıcı sokak…

 

Yeniden dönerim eve; eski tas eski hamam…

Huzursuzluk adına ne ararsan tamam…

 

Bu kez eşim de katılır koroya,

O da yakınıp durur otururken sofraya…

 

Akrep öldürmektedir, Kardeşim Hasan da

Yukarda, tavan arasında…

 

Bunlar bir akşam üstü yaşanır…

Bütün bunlar hemen hemen

Her akşam yaşanır…

 

Böyle bir ortamda nasıl yazılır?..

Bakalım Hayri Balta.

Bütün bunlara nereye kadar dayanır…

18.8.1967

X

Merhaba Baba,

Ortam böyleyken böyle güzel yazdığına göre her şey istediğin gibi olsaymış kim bilir neler yazarmışsın…

Ellerine sağlık.

Bu arada torunlar da güldü bu yazdıklarına, anne hep ağlıyormuşsun ne diyorlar.

Ben de usluydum diyorum ama.

Sevgiler. Gülçin, 5.2.2010

 

XXX

RUHUMA AYNA…

 

İki gündür bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Müziğe gerektiği şekilde önem vermeyişimin bunalımı içindeyim. Arkadaşlar gittikçe ilerliyorlar; yarın başıma kalfa olacaklar, bense yerimde sayıyorum. Bunu düşünmek bile uykularımı kaçırıyor…

Umutsuzluğa düşmenin yeri yok. Yıllardır savsakladığım müziğe ya gerektiği gibi önem vermeliyim, ya da vesayet altında yaşamayı kabul etmeliyim.

Hüseyin Patpat’ın derslerini kaçırmamalıyım; çok iyi öğretiyor ya da bana öyle geliyor.

Aşkla, hoplayarak, zıplayarak katılamıyorum müziğe. Kendimi aldatıyorum açıkçası…

İngilizce çalışmam da öyle… Oysa müzikte olsun, İngilizcede olsun geri kalmak beni geçenlerin baskısı altına girmek demektir. Onların baskısı altına girmek; yani onların öğretmenliğini kabul etmek istemiyorsan çalışmalısın. Hem de çok çalışmalısın. O hoyrat kişiler ruhunu ezip bitirecekler…

Emin Kılıç’tan ayrı düşmemek için müziğe ve İngilizceye gereken önem verilecek.; yoksa söz hakkın olmaz… Bir kenarda pısırık pısırık oturursun…

Atatürk’ün ruhu karşısında sorumlu duruma mı düşüyorum diye düşünüyorum. Çünkü devrimlere aykırı, dilimize aykırı bir müzik… Düşündükçe anlıyorum ki bu kararsızlığım duygusal.

Bu düşünceler beni tedirgin ediyor. Kararsızlık içinde bocalatıyor. Öyle görüyorum ki arkadaşlar da çabuk kavrayamıyor. Ölgün, solgun bir durumdalar. Söz vermiş olma uğruna katlanıp duruyorlar.

Müziği seviyorsan gerektirdiğini yapmalısın; yoksa ayrılıp çekilmelisin… Müziğe gereken önemi verirsem çabucak kavrayacağımı umuyorum; ama içinde bulunduğum koşullar beni benden alıyor… İşte böylece ruhen huzursuzluk ve tedirginlik çekiyorum…

Başkalarının beni geçeceği düşüncesi beni rahatsız ediyor… Ne bencil düşünce… Hiç kimse beni geçmesin istiyorum.  2.1.1965

XX

 

BİR TOPLANTI…

 

Çoğunun gözü saatte…

Akılları, fikirleri gitmekte…

 

Dikkatleri başka yerde…

Hepsi de huzursuzluk içinde…

 

Bu huzursuzluk her davranışlarında göze çarpıyor.

İnsanın, başı ağrıyor,

Her kafadan bir ses çıkıyor…

 

Bilmiyorum benim mi sinirlerim bozuk.

Neden niçin bu insanlar soğuk…

3.1.1965

 

 

BİR TOPLANTIDAN NOTLAR

 

Çoğunun gözü saatte…

Akılları, fikirleri gitmekte…

 

Dikkatleri başka yerde…

Hepsi de huzursuzluk içinde…

 

Bu huzursuzluk her davranışlarında göze çarpıyor.

İnsanın, başı ağrıyor,

Her kafadan bir ses çıkıyor…

 

Bilmiyorum benim mi sinirlerim bozuk.

Neden niçin bu insanlar soğuk…

3.1.1965

 

SAKIP ERDEM KONUŞMALARI…

 

Akşam Aysellerde idik; Sakıp Erdem de vardı.

İşçi Parti lehine konuşmalar yapıyordu. Bu arada 60-70 bin lira para kaptırdığını, kimsenin kendisini anlamadığını, hasta olduğunu, başı ağrıdığını ara sıra kustuğunu, hastaneye yatmak istediğini söyledi.

Bunları söylerken ağlayacak gibi bir ruhsal durumu vardı.

Bana yakınlık gösterdi.

Bu arada bir avukattan söz etti. O avukatı Gaziantep’e: Gaziantep’te çok iş var diye getirmişler. Artık kim getirmiş, niçin getirmiş bunları anlayamadım. Sormadım da çünkü Güner’e anlatıyordu.

Avukat işsiz kalınca da kendisini getirenlere başvurmuş. Onlar da kendisine: “Korkmayın biz varız!” demişler.

Bu avukat yalnız Sakıp Erdem’in 9 davasına bakmış. Baktığı bu davalar için 15 bin lira bir kere, 20 lira bir kere, 10 lira bir kere almış. Masraflar çıktıktan sonra elinde 9 lira kalmış….

Avukata: “Muayyen kimselerle gezersen işsiz kalırsın!” demişler. Avukat bakmış, Gaziantep’te iş yapamıyor. Bunun üzerine Gaziantep’ten ayrılıp gitmiş.

Sakıp Erdem, Gaziantep’te tutunabilmek için Haber gazetesinde yazı yazdığını da söyledi.

Kararsız bir davranışı vardı. Ne yapacağını bilmiyordu. Gaziantep’te 10 bin lira kazanmış. 5 bin lirasını ev kirası için vermiş; 5 bin lirasını da yazıhanesi için harcamış. Peki, kendisi ne yemiş içmiş…

Kendisi Osman Tuzcu’nun kaynı idi sanırsam. Ancak Osman Tuzcu kendisi ile ilgilenmeyince Gaziantep’te zor günler yaşamaya başladı.

Hayri Balta, 3.1.1965

 

DERSTEN NOTLAR…

 

Dersteyiz. Hocamız:

“Gözüm yoktur gözüm, asla cihanda!”

Şarkısını okunmakta…

Öğrenciler neyle, ut’la, tefle kendisine eşlik etmekte.

 

Ara sıra durup düşünmekte,

Düşündükten sonra şöyle demekte:

“İnsanın son hedefi dindar olmaktır…”

 

İçki, sigara bilmez.

Ayaklarını yıkamadan yatağa girmez…

 

İngilizceyi ana dili gibi bilir.

Kuran, İncil, Tevrat kaybolsa yeniden yazabilir…

 

Gök kubbenin altında hiçbir haham, imam, papaz, kendisiyle tartışamaz

Hepsini kaldırır yere vurur; kimse kendisi ile aşık atamaz…

 

İki tapusu vardır: Birisi Maanoğlu köprüsü altındaki susuz bostan;

Birisi de dedesinden kalma bir ev, kocaman…

 

Hocalar kendisi hakkında şöyle der:

“Onun yanına gitmeyiz. Onda şeytan gücü var.

Adamı kaldırdı mı yere çalar…

 

Komünizm hakkında şöyle demektedir:

“Komünizm, yeni tarzda bir çarlık felsefesinden başka bir şey değildir!”

 

Sık sık:

“Şerire karşı koymayın!

Çirkefe taş atmayın!

Ne olursa olsun, doğruluktan şaşmayın…”

 

“Sözünüz evet evet! Hayır hayır! Olsun…

Konuştuklarınız, sözlerinizde hikmet bulsun…”

 

“Olduğunuz gibi görünün, özünün sözünüze uygun olsun…

Olun ki insanlar size saygı duysun…

 

İşte biz

Böyle bir Hoca’nın öğrencileriyiz…

24.1.1965

 

BİR DUYDUĞU MU VAR ACABA?

 

Halkevindeyiz. Geçen hafta ders yapmadık. Çünkü geçen hafta bu salonda Halkevliler Gecesi yaptık.

Bayan dinleyicilerimiz her zamankinden çok.

Sayın Öğreticim konuşuyor:

“Yıkılma yok, olmadı tazelen…

Yıkılmak nefistendir. Çünkü arzun (isteğin) var. Arzun yerine gelmedi diye yıkılma, tazelen… Nefsine uyma, tazelenmek uluhiyetten gelir.

Tekrarda yarar vardır.

8 yıl savaştan sonra bir hafta istirahat yaptım. Ondan sonra 16 yıl okudum.

Sen bir insansın yahu!…

Ölü ile Diri olur mu?”

Sayın Öğreticim çok çaba gösteriyor. Eski neş’esi ve şenliği yok.

İsteyerek değil kendini zorlayarak çalıyor nayını… Çok yerde şaşırdığından anlıyorum neşesinin olmadığını…

Kafası başka şeyle meşgul…

Eski dinçliği de kalmamış. Zorluk çekiyor konuşurken ve nay üflerken.

Huzursuz bir hali var, hiç böyle perişan görmemiştim kendisini. Gün geçtikçe eski neşesini yitiriyor.

Bir duyduğu mu var acaba?.. 29.5.1965

 

 

CAHİT ŞENOL’A

1.8.1967

Sayın Cahit Şenol,

Sabah Gazetesi Genel Yayın Md.

 

Evde, bazı işlerim  çıktığı için yazımı gönderemedim.

Bundan böyle de yazılarımı günlük gönderemeyeceğim.

Bu yüzden özür diler, saygılarımı sunarım.

NOT: Çetin Altan için başlıklı yazımı koymadığın iyi oldu. Bundan sonra da koymayınız.

Yazıyı sonradan okuduğumda anladım ki Çetin Altan’a layık bir yazı değilmiş o…

Saygılarımla,

H.B. 1.8.1967

 

CEHALETİMİN BOYUTLARI..

 

Şu an 35 yaşındayım.

Hâlâ cahilim…

 

Ne demek?

35 yaşında

Hâlâ cahilim demek…

 

Elin adamı 35 yaşında filozof oluyor.

Onlarca kitap yazıyor…

 

Öğrenmek isteyen acele etmesin,

“İlmin başı sabırmış!”

Yeter ki bunu bilsin…

 

Bile bile bunu bildim.

“İlmin başı sabır!” dedim.

 

Öğrendikçe cehaletimi anlıyorum.

Cehaletimi anladıkça,

Cahilliğime yanıyorum.

Ve de cahilliğimden utanıyorum.

 

Hayri Balta, 24.8.1967

 

MİDE KANAMASI…

 

Dün mide kanaması geçirdim işyerinde.

Kanlı kanlı kustum, kahve renginde pelte pelte…

 

Hastane çalışmak bende stres yaratıyor.

İşçilere: “Sendikaya üye olmak sizin yararınızadır!” dediğim için Müdür bana cephe alıyor.

 

Ne yapalım yani; işçilere doğruyu söylemeyelim mi?

İşçileri emeği hakkında söz sahibi etmeyelim mi?

 

Bu nedenle de Müdür bana angarya işler yüklüyor.

Beni kaçırmak için ne gerekse onu yapıyor.

 

Hele yavan yavan bakması yok mu; beni yıkıyor…

Bütün bunlar mideme vuruyor.

Yorgunluk, sinir öfke yapıyor.

Yediğim yemek bana zarar veriyor.

 

Yemeklerden sonra biraz uyumak iyi geliyor;

Geliyor ama, o da tatil gününden başka elime geçmiyor.

 

Ne yapalım; yaşamı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.

Sabırlı olup dayanmak gerekiyor.

Bir önce bu hastaneden kurtulmak gerekiyor.

İşçilerin sendikalı olmasından sonra Yönetim İyiden iyiye bana cephe almaya başladı.

Zaten adımız komünistte çıkmış; herkes bana öcü gibi bakıyor…

 

Bu koşullar içinde yaşamak ise

Haklı olarak mideme vuruyor…

Ve de mide kanama yapıyor…

 

Hayri Balta, 26.10.1967

 

 

 

 

 

KALAYCI VELİ…

 

20.12.1969: Öğle yemeği için eve gidiyorum.. Veli çevirdi beni. Akyol’da kalaycılık yapar. Esmer, ufak tefek, kısa boylu gencin biri.

Sözü uzatmayalım, konuya girelim:

– Hayri bey bir dakika?

– Buyur!..

– Ne var, ne yok?

– Sağlığın…

Dilinin altında bir şey var. Söylemeye çekiniyor.

– Ne var? Bir şey mi oldu yoksa?

– Dün, dün sen öğle üzeri kahveye girerek bir çay içmiş­tin. Ben de kahveciye: “Alma!” demiştim ya…

– Evet!

– Sen çıktıktan sonra kahvede oturanlardan biri bana: ” Sende mi komünist oldun?” demesin mi kahvenin için­de, herkesin önünde…

– Peki sen ne dedin?

– Tartışmak istemedim.

– İyi yapmışsın…

İkimiz de başımızı salladık: “Cık, cık!..” diye.

Ben:

– Bari bilir mi komünistlik, sosyalistlik ne demek?

– Bilir sanırdım. Hattâ bir kere tartışmıştık da bana: “Ben sosyalisttim. Git, istersen beni şikâyet eti!” de­mişti. Şaştım kahvenin içinde senin hakkında böyle de­mesine..

“Aldırma, olur böyle şeyler…” dedim Veliye…

İkimiz de başımızı sallayarak ayrıldık.

Komünistliği “Şapka asıp girmek” sanan bir toplumda yaşamak çok zordur.

Ne yaparsın ki yüksek öğrenim görmüş kişiler bile bu anlayışı aşamamıştır…

Bir toplum ki çağının iktisadî doktrinlerinden haber­siz; o toplumun kalkınmasına olanak var mı?

Taş gibi bir şartlanmışlık içinde bulunan bir toplumda böylesine bir bilgisizlik varken; kalkınmanın itici gücü olan ve sinesinde potansiyel güç taşıyan halkın kalkınma çabasına katkısı ne oranda ola­bilir?

Her şeye egemenlerin hâkim olduğu bir devlet sağdan soldan yardım alarak varlığını ne zamana değin sürdürecek?..

Hele komünistliği bilsem, hele komünist olsam gam yemem…

Benim gibi yarı cahil bir adam bilse bilse ne bilir? Yapsa yapsa ne yapar?

Bu korku neden? Bu koşullanmışlık, bu baskı neden?

Özetleyeyim mi? Hepsi cahillikten…20.12.1969

Hayri Balta,

+

Şaheserler güzel ortamlarda değil, zor ortamlarda yazılır Sevgili Gülçin.

Baba’nın bu masal gibi anlatısı, okuyanları anlattığı o zor ortama bile imrendiriyor.

Bir insanın oradan buraya gelmesi inanılacak gibi değil.

Çok az görülmüş bir şey.

Mucizelerimizi kendimiz yaratabiliyoruz demek ki.

Amaaa, gel de bu nelere mal oldu yaratılan bu mucize, bir de Ustama sor.

Sağlık dileklerimle.

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Sevgili Ustam,,

Doğru söyleye söyleye, dokuz köyden kovularak, o yarım mide ile 43 yılda bunca eser vermek, yılmadan inandığı doğruyu sürdürmek her babayiğidin işi değil.

Saygıyla…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Cahilliğinden utanan genç bir adam, cahilliği yenme sebatını gösterirse, sonunda Eren Bilge olabiliyor demek ki…

Bunu da bir ders notu olarak kafalarının bir yerine yazsın insanlar.

Cehaletten kurtulmanın yaşı yoktur.

Yeter ki kurtulmayı iste.

En güzel örnek Sayın Avukat Eren Bilge Hayri Balta…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Eren Bilge Balta ustam,

Bir olaya tanık olmuştum yıllar önce. Doktrinler tartışılıyordu. Sinan Bahçeci isimli zır cahil bir gazeteci “nerde bir izm varsa … ” şeklinde kaba küfür savurmuştu. Ona “izm”in bilim olduğunu anlatmaya boşuna çalışmıştım. Ne yazık ki bu adan cahilliğini anlayamadan, her gün 2.70’lik şişe rakı içerek,  20 yıl daha yaşadı.

Yukarıdaki düzeltmelerden dolayı yaptığım ukalalıklarımı bağışla. Sen 41 yıl önce yazılan yazının yerelliğini bozmak istemediğinden düzeltmemişsin ama seni benim kadar yakından tanımayan kimi okurlar, bunları bugün de böyle bildiğini sanacaklar. Anımsatayım, dedim. Yargı senin. Saygı, sevgi…

FEV, 29.4.2010

Not: Benim de sevdiğim o güzel insan Kalaycı Veli hâlâ sağlıklı olarak yaşıyor. Hatta kafası daha da sağlıklı o yıllara göre. Soran olursa komünistliğin ne olduğunu tartışacak düzeyde artık. Çünkü okuyor o. Ne zaman karşılaşsak en azından bir Cumhuriyet görürüm elinde. Kimi zaman da okurken dalmışlığından selâmımla kaldırırım onu.

+

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi…

Uyarın üzerine gerekli düzeltmeyi yaptım.

Veli’ye diyecekken

Nasıl olmuş da Veliye diye yazmışım şaştım kaldım.

 

Bilirim seni, Yaman’sın…

Beni yanlışlarımla baş başa koymazsın…

 

Sevgiler sana,

Şimdi kal sağlıcakla,

Av. Hayri Balta

 

AĞAM NERDE?

BEN NERDE?

 

Hacca varan kişinin

Gönül yapmak işidir

Gönül Hak’kın beytidir.

Sakın sen emmaraden

+

Sen özünü bil nesin?

Hak sende, sen nerdesin?

Hak’kı bilmek dilersen

Geç ak ile karadan…

 

Kaygusuz Abdal. Büyük Saatli Maarif Takvimi, 29.1.1970

+

Bu sıkıntılı dönemde ben yine de tasavvuf kitaplarından notlar alıyordum. Yukarıda aldığım notlardan iki kıta görüyorsunuz.

Gazete ve dergiler yanında daha çok Tevrat, Kuran ve İncil okuyordum. Beğendiğim ya da din duygusuna aykırı bulduğum bazı ayetleri getirip Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye okuyordum. Sayın Öğreticim de bana bu nedenle “Kuran ve İncil Uzmanı” sıfatını takmıştı bana.

Bu arada şunu da belirtmeliyim Hayri Mutlu adında bir öğrencimiz daha vardı. Tarikatta adı Kuşakçıbaşı idi.  Sayın Öğreticim ona da “Tasavvuf Uzman”ı adını vermişti. Oysa benim tasavvuf ile ilgim ondan daha çoktu…İsterdim ki Sayın Öğreticim bana “Kuran, İncil ve Tasavvuf Uzmanı” adını taksın. Ancak bu düşüncemi hiçbir zaman dile getiremedim.  Çünkü onu kıskandığım düşüncesine varılmasından korktum.

Şunu da belirtmeliyim ki benim tasavvufla ilgim 1952 yılında başlar. O tarihte Debbağ Hacı Kimya’nın yanında debbağ kalfalığı yapıyordum. Hacı Kimya adlı ustam Mesnevi okurdu. Yanına kimi Mevleviler gelip giderdi. Birlikte Mesnevi okurlardı. Buradan anlıyorum ki benim Dinle, tasavvufla ilgimin başlangıcı 60 yıl öncesine rastlar.

60 yıldan bu yana ayakta, sokakta, yatakta yalnız dinî, tasavvufu kitapları değil tarihi ve felsefi kitapları da okuyup durdum.

Ne malda, ne parada, ne de şanda, şöhrette gözüm vardı.

Ne oldu? Sonunda adımız dinsize, komünistte, masona çıktı…

 

Oysa benim; dinsizlikle, komünistlikle, masonlukla yoktu ilgim…

Ne var ki bütün bunlar hakkında vardı yeterli bilgim…

.

Özetlersek şöyle diyebilirim:

 

Ağam nerde,

Ben nerde?..

Okuduk,. araştırdık diye

Başımız girdi derde…

 

İşte bizim ülke

Böyle bir ülke…

Aydınlanmak istersen,

Başın girer derde…

 

Hayri Balta, 10.3.2011

 

ANKARA, ANKARA…

SANA KOŞAR HER DÜŞEN DARA…

 

Ankara’da ilk aylarım.

Genel İş Sendikası Genel Merkezinde çalışmaktayım.

 

Elime geçen para ile giderlerimi hesapladım.

Yarı yarıya bütçe açığı ile karşılaştım.

 

İşte bütçem Mayıs ayında.

Nasıl yaşayacağım bu parayla ben Ankara’da?…

1971 Mayıs Ayı   Bütçesi

                                                                    Lira                Lira    

Aylık ücreti (Genel-İş)                                 900.-

Ev kirası                                                                             505. –

Mutfak Gideri                                                                     750.-

Giyecek                                                                                50.-

Aydınlanma, su…                                                                 27.50

Ulaşım                                                                                  60.-

Okul giderleri (Dört kız bir de ben…)                                    22.-

Diğer giderler                                                                      118.25

Toplam                                                           900.-     1.532.75

Açık:                                                                      432.75

 

Görüldüğü gibi açık 432.75 lira.

Bu açık kapatılmaya çalışılıyor kız kardeşlerimin yardımıyla,

Bir de Hanımın dikişten kazandığı parayla.

Geldik bir kere Ankara’ya;

Ne yapıp yapıp dayanacağız buna…

 

Bu arada Akşam Lisesine de devam ediyorum.

18’de işten çıkıyorum; 18.20’de derse giriyorum.

 

Memleket, okul ve işyeri değişikliği benim öğrenme içgüdümü allak bullak etmiş…

Gaziantep’te iken 8, 9 üzerinden aldığım notlar şimdi 1’e, 2’ye düşmüş….

İşte ilk yazılıda aldığım notlar:

Askerlik                                   5

Biyoloji                                    8

Cebir                                        1

Coğrafya                                 8

Geometri                                 2

Edebiyat                                  8

Fizik                                       10

İngilizce                                   5

Kimya                                      3

Kompozisyon                        10

Müzik                                       9

Psikoloji                                   7

Tarih                                        8

 

Oysa Gaziantep’te iken düşük notlarım en az iki misli idi.

Öğretmenlerim, öğrenci arkadaşlarım bana imrenirdi.

 

Notlar zayıf diye umutsuzluğa kapılma…

Bu da geçer, unutma…

Yeter ki tuttuğun dalı bırakma…

Ankara, Mayıs 1971

x

Sevgili Balta,

Ne güzel anılar bunlar…

FEV, 2.8.2011

 

İÇİŞLERİ ve ADALET BAKANLIĞINA,

GAZİANTEP VALİSİ HAYRETTİN ERSÖZ’E,

1.1.1971

1) Sizlerin değerli zamanını almak zorundayım; özür dilerim.

2)1959 den beri; Millî Eğitim Müdürlüğünde 3 yıl, Amerikan Hastanesinde  5 yıl çalıştım. Şimdi de Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışıyorum.

3)  1.12.1967 tarihinde çalışmaya başladığım yeni işyerine Millî Emniyet ve Emniyet 1. Şube mensuplarınca baskı yapıldığını öğrendim.

4)  Yapılan baskının nedeni 1962 yılında men’i muhakeme kararı almış olduğum komünistlik suçlaması olsa gerektir. Karar ekli olarak sunulmuştur.

5) Sizlerden dileğim: EMNİYET MENSUPLARININ İŞVERENLERİMİ RAHAT BIRAKMASIDIR.

6) Beni takip etmesinler demiyorum. Şüpheleniyorlarsa bir polisle takip edeceklerine beş polisle takip etsinler… Varsa bir zararlı faaliyetim ilk fırsatta yargıç karşısına çıkarsınlar; ama, hiçbir zaman amirlerim nezdinde onurumla oynamasınlar…

Saygılarımla, 1.1.1971

Hayri Balta

NOT:

Olumlu ya da olumsuz yöndeki gelişmeleri gerektikçe bildireceğim.

 

Adresim:

Hayri Balta,

Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğü Personel Şefi,

Gaziantep

 

HAK ETTİKLERİ İÇİN…

 

11.3.1971 günü Gaziantep’ten Ankara’ya hareket ettim. Ertesi gün 12 Mart 1971 darbesi oldu. 12 Mart Muhtırası’ndan bir gün sonra da ben de; aşağıda adı geçenlere, hak ettikleri için, aşağıdaki yazıyı yazdım.

+

Sayın Zihni  Kutlar,

Gaziantep CHP İl Başkanı,

13.3.1971

 

Sizler beni,    fikren ve ruhen gelişmemiş kişilerin oyu hatırına, durup dururken, işimden attırdınız.

Bu gün de sizler şanlı ordumuzun üç maddelik muhtırası ile hak ettiğiniz biçimde iktidardan uzaklaştırıldınız.

Şükredin ki işiniz ve ekmeğiniz alınmadı elinizden; ancak o zaman anlardınız bir adamı işinden, ekmeğinden etmenin ne demek olduğunu…

Yaa   İşte  ‘böyle,   sizler bana  işimi kaybettirdiniz; ama felek  de  sizlere haysiyetinizi kaybettirdi.

Ne yapalım eden bulacak.     Hem üzülmeyiniz az bile size bunlar…

Hak  ettikleri  için: L. S.’ye, E. O.’ya, Ş. O.’ya, Y. H.’ye, S. M.’ye,

Bilgi ve ibret için : Gaziantep CHP İl Başkanlığına, Veliç Fabrikasına, Gaziantep Sabah gazetesine, Dr. Emin Kılıç Kale’ye…

+

Beklediğim gibi hiç birinden yanıt gelmedi.

Ne diyebilirlerdi…

 

Her işte bir hikmet olduğuna inananlardanım.

Eğer, 13 Mart’ta Gaziantep’te olsa idim,

Toplanıp içeri atılanlardan biri de ben olurdum.

Bir gün önce Ankara’ya göçtüğüm için

Gaziantep Emniyet’inin elinden kurtuldum.

 

Yukarıda adını gizlediklerimden hepsi öldü; yalnız biri yaşıyor…

Öyle umuyorum ki o da son günlerini yaşıyor…

 

O yaşayan da, ben de ölüp gideceğiz vakti gelince…

Ancak bana yaptıkları iz bırakacak Gaziantep tarihinde…

 

Tanrım! Bir adam düşüncelerinden ötürü işinden, ekmeğinden edilir mi?

Düşüncelerinden ötürü bir insanı işinden edenlere insan denir mi?

Av. Hayri Balta, 26.8.2011

+

KATKIDA BULUNANLAR::

Tanrım! Bir adam düşüncelerinden ötürü işinden, ekmeğinden edilir mi?

El cevap: edilmez

Düşüncelerinden ötürü bir insanı işinden edenlere insan denir mi?

El cevap: denmez

Fevzi Günenç, 26.8.2011

 

GİDİŞ GELİŞİNE DİKKAT!..

 

Genel İş Genel Merkezinde çalışmaya başlayalı daha 7 ay olmuştu. Akşamüzeri, çalışma saati bitmiş, iş tulumumu çıkarmış ceketimi giyiyordum. Muhasebe Müdürü  Erol Saraçoğlu, kolumdan yakalayarak beni kapının arkasına çekti. Merakla yüzüne bakıyordum “Ne var yine?..” diye. Yavaşça kulağıma eğilerek:

–  Gidiş gelişine dikkat et!.. Belki sana kötülük etmek isteyenler  olur…

Kötü haber … Muhakkak bir bildiği, bir duyduğu vardır… Demek ki yine ortalığı karıştırıyorlar. Beni buradan da attırmaya çalışıyorlar.

–      Ne var yine bir müzevirlik mi yapıyorlar.

–  Bir şey yok ama Başkan Yardımcısı Mustafa Sığan telefonla yine senin ev adresini istiyor…

Bir not kağıdına ev adresimi yazıp Erol Beye verirken:

–       Al götür, Mustafa Sığan’a ver. Böylesi daha iyi… dedim.

Beni teselli ediyordu:

–       Korkma!..

Dedikten sonra verdiğim adresi aldı ve Mustafa Sığan’a vermek üzere çıkıp gitti.

Odadaki çalışma arkadaşlarım: Abdullah, Sadık, Sinan ve Nermin benim ne yapacağımı merak ediyorlardı.

Ben de kendilerine dönerek:

– Merak etmeyin, bunlar olağan şeyler… Bakalım başımıza daha gelecek neler ?..

Eve giderken hep bu uyarıyı düşündüm…

Yine bir kışkırtan olmuştur. Durup dururken ev adresim istenmez. Muhakkak yine şu peşimi bırakmayan ruh sağlığı bozuk akrabamdır.

Nedir benim bu ruh sağlığı bozuk akrabalardan çektiğim… Bir zamanlar Teyzem oğlu Necdet Sevinç… Şimdi de bu… İşi gücü Emniyeti ve MİT’i kışkırtıp beni yine işten attırmak…

Hayri Balta, 2.11. 1971

 

KIŞ GELİYOR…

12.11.1974

 

Ankara’da Genel-İş Sendikası Genel Merkezi’nde çalışıyorum.  İş yerinde kalorifer var. Kar’ın yağışını pencereden baktıkça görüyorum.

Soğuğu pencereden gördükçe evdekiler aklıma geliyor; delirecek gibi oluyorum.

Evde odun kömür sobamız yok. 3 yıldır Ankara’dayız. Gaz sobasıyla idare ediyoruz… Gaz sobası oturduğumuz odayı ısıtıyor. Diğer odalar buz dolabı gibi…

Soba alacak paramız olmadığı gibi odun kömür alacak paramız da yok.

Kaldı ki kimseden ödünç istemeye yüzüm de yok. Ne yapsın eş dost; verdiler verecekleri kadar!.. Şu an başkalarına 15 bin lira kadar borcum var. Bu aldığım ücretin 15-20 katı.

Elime, ayda 900 lira geçiyor. Yarısı ev kirasına gidince 450 lira kalıyor bize. Bu para ailenin nesine yetecek?..

Ne yapacağımı şaşırdım. Sabah 6’da kalkıyorum. Kahvaltı derken saat 7 oluyor. Bir saat da yolda geçecek. 8’de işbaşı defterini imzalamamız gerekiyor. Genel Başkan Abdullah Baştürk’ün sendikaya gelir gelmez ilk işi işbaşı defterine bakmak oluyor. Kimler kaç dakika gecikmiş ona bakıyor. Çünkü işbaşı defterini imzalarken imza attığımız saati de, dakikası dakikasına,  yazmak zorundayız…

Çalışma saati biter bitmez Akşam Lisesine koşuyorum. Bereket sendikanın iki yüz metre ilerisinde dolmuş durağı var. İşten çıkar çıkmaz dolmuşa koşuyorum. Tam ders zili çalarken okula ulaşıyorum

Okuldan çıkıp eve ulaşmam saat 23’ü buluyor. Eve vardığımda bakıyorum çocuklar genellikle yatıyor. Yalnızca eşim gaz sobasının başında beni bekliyor. Günler dakikası dakikasına bölünmüş. Yaşamımın en çileli günlerini yaşıyorum.

Dikkatimi çeken bir durum var. Hiç kimse ayda 900 lira ile nasıl geçiniyorsun demiyor da; Akşam lisesine gidip gelmemi başına kakıyorlar.  “Okuyup da ne olacaksın bu yaştan sonra?..” diyorlar..

Çevremin bana çizmiş olduğu sınırı aşma çabam bunlara batıyor. İstiyorlar ki bana çizdikleri sınırı aşmayayım.

Benim için okuyup bir meslek sahibi olmaktan başka çıkış yolu yok…

Hayri Balta, 12.11.1974

*

KATKIDA BULUNANLAR:

1.Merhaba Baba,

Ben o zaman 9 yaşındaymışım. Gaz sobamızı hatırlıyorum, hatta çok soğuk bir akşam 5. duraktaki benzinciden Elgin ablamla birlikte, gaz almaya gittiğimiz aklımda.

Sallandıkça tuttuğumuz gaz sobasının gaz deposu baş kısmından dışarı gazı akıtıyordu. Düşme ve kaymalara rağmen ona baka baka eve gelmiştik.

Daha gaz sobalı anılar da var aklımda…

İki üç kez okudum, zira bana okuduğum en etkili romanların bir bölümü gibi bir  etki bıraktı, hele hele roman kahramanlarından biri de benim…

Bir de aklıma şu geldi, şu an maddi anlamda varlık içindesin. Ama bu varlıkla ilgili bir kez olsun senin ağzından bir şey duymadım. Bu kadar yokluk içerisinde yaşayıp da bu kadar varlığa sahip olup “ŞAŞIRMAMAN” şaşılacak şey!… Aman Allah şaşırtmasın.

Çok teşekkürler baba,

Seni seven kızın,

Yener Balta, 16 Kasım 2011

+

2.Hayri Bey Kardeşim.

Değişen bir şey yok. Geliri az olan da sizin çektiklerinizi çekiyor

Teşekkür ederim

İsa Kartal, 16.11.2011

 

 

ALİ NADİ ÜNLER’DEN:

 

Aziz Kardeşim Hayri Bey,

Gaziantep: 24 Ocak 1980

 

Yılbaşı tebrikiyle birlikte Hukuk fakültesini bitiriş belgesini almakla bahtiyar oldum.

Seni en samimi duygularımla kutlarım.

Bu başarına senin kadar sevinmiş olluğumu söylersem hiçte mübalağa etmiş olmam.

Hayatın boyunca bütün işle­rinde aynı başarıyı göstermeni Ulu Tanrıdan niyaz ederim.

Bu başarı sonunda her halde daha iyi bir işle görevlendirilmiş olacağınızı umarım.

Bu müjdeni almakla daha çok sevineceğimden şüphen olmasın…

Benim günlerim, aklıma estikçe, gazeteye yazı yazmakla  geçiriyor…

Senin yazdığın hayat hikâyemden sonra Birinci Dünya Savaşandaki gönüllü askerlik günlerini ve bundan sonra başlayan yedek subaylık hayatımı, esaret yaşantımı  Kurtuluş savaşında Garp cephesi öyküsünü de gazetede yayınlattım.

Bunları yazmakla o günleri tekrar yaşıyor ve bundan hususi bir zevk alıyorum. Antep’ geldiğinde istersen bu gazetelerin  koleksiyonunu emanet verebilirim size.

Son günlerde Hoca ( Emin Kılıç Kale) hayli tehlikeler atlattı. Bacakları şişti, bacağını kesecek oldular. Fakat şişin  indiğini ve biraz rahatladığını söylediler.

Kızımla birlikte size ve refikanız hanım.efendiye sevgi ve saygılı sunar, çocuklarınıza selamlarımla birlikte mutlu yaranlar dileriz.

Gözlerinizden öperim kardeşim efendim…

Âli Nadi Ünler, 24 Ocak 1980

+

Ali Nadi Ünler benden 35 yaş kadar büyüktü.

Ne var ki dostluğumuz büyüktü.

 

Gaziantep Halkevi çalışmalarımızda başkanımızdı.

Dostluğumuz bir de buradan kaynaklanırdı.

 

Gaziantep Kurtuluş savaşına ilişkin anılarını el yazısı ile yazdıklarından önceki bölümlerini ben daktilo etmiştim.

Emeğime karşılık olarak da beş ciltlik KUTSAL İSYAN adlı kitap armağan etmişti.

 

Çok konuşmayı sevmeyen genellikle dinleyen olgun bir adamdı.

Gaziantep’in kurtuluş savaşında olduğu gibi Türkiye’nin kurtuluş savaşında da emeği geçmişti.

 

Ölmekten değil de diri diri gömülmekten korkardı.

Bir keresinde bana şöyle demişti. “Çocuklarıma söyledim. Ölümü gömmekte acele etmeyin.

Taa ki ölüm morluğu iyiden iyiye teşekkül edinceye kadar bekletin…”

 

Bilmem çocukları bu dileğini,

Yerine getirdi mi?

Samimi ve vefalı dosttu.

Her yaz geziye çıktığında Ankara’daki evime kadar gelmeyi alışkanlık haline getirmişti.

 

Bu mektubunda Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin hastalık durumunu bildiriyor ki benim bundan haberim yoktu.

Günler ne de çabuk geldi gitti. Her iki büyüğümün anıları önünde saygı ile eğilirim.

Ruhları şad olsun…

Av. Hayri Balta, 4.10.2011

 

 

YAŞANMAMIŞ AŞKLAR…

 

29.4.1969: Türk Amerikan Derneğinin düzenlemiş olduğu Tarsus Koleji’nin konserindeyiz. Musikide Hayat dersleri öğrencilerin hemen hemen hepsi gelmiş… Kimileri eşlerini de getirmiş…

Yer gösteren bir bayan gezinip duruyor ortalıkta. Güzel mi güzel… Sarışın, uzun boylu, etli canlı… Göğüslerini ite ite yürüyor ortalıkta. Özellikle seçmişler anlaşılan…

Şimdi, hızla geçip gitti yanımdan, parfüm kokusu da koşturuyor arkasından..

Bir de baktım çatık kaşlı… Bir daha kendisine bakasım kalmadı. Ne yapayım ben; beni, suratıyla döven güzeli… Kendisine ilgim kalmadı, bütün neşem kaçtı.

Ben bu düşünceler içinde iken aynı sırada beş koltuk solumda oturan gözlüklü bir bayanın beni izlediğini gördüm. Başımı çevirdim, görmezden geldim. Ancak biraz sonra dönüp baktım ki hâlâ bana bakıyor, şaştım kaldım. Elimde olmayarak gülümsedim. Gülümsememe gülümseme ile karşılık vermesin mi?

Erkek milleti değil miyiz? On karımız olsa da bir yenisini kaçırmak istemeyiz…

Ara sıra başımı çevirip kaçamak bakışlar atıyorum. İster inanın, ister inanmayın o, hâlâ bana bakıyor…

Bilmem, bütün aşklar böyle mi başlar… Nasıl yaşanır böylesine imkânsız aşklar. Ne çıkar kuruca kuruya kaçamak bakışlardan. Konuşma olmazsa, tanışma olmazsa, gülümseme olmazsa, gezme olmazsa, sevgi olmazsa…

Duygularımızı olsun dile getiremiyoruz… Aramızda beş koltukluk bir uzaklık var, bunu bile aşamıyoruz.

Bakışacağız yalnızca, bundan öte izin yok bize…

Konsere bitti. Bir şey anlamadım pek. Gâvurca söyleyip durdular. Çek, çek, çek… Sek, sek, sek… Rak rak,  rakırak… Kumbaya kumbaya diye uzatıp durdular.

Bizlerin bir şey anlayıp anlamadıklarına aldırmadılar. Kendileri çaldı, kendileri oynadı. Bize de yalnızca sessiz sedasız bakmak kaldı.

Herkes dağılıyordu. Kara gözlüklü bayan salondan çıkarken dönüp dönüp bana bakıyordu.

+

Eren Bilge Ustam,

“Yaşanmamış Aşklar” güzel olmasına güzel de… İnsan yazarımızın kendisine ilgi gösteren bayana bu kadar duyarsız kalabileceğine inanmıyor. Keşke bir adım fazla atsaydı da kendisiyle birlikte okuyanlar da mutlu olsaydı.

Hayret, kara düzen nasıl olmuş da sevgiyle bakışma özgürlüğünü olsun engelleyememiş.

Ayrıca kulağımız alışık olmadığı o güzel seslere sonsuza kadar öyle yabancı kalmadı, değil mi?

Keşke bugünün notu olarak eklenseydi.

Sevgi, saygı..

Fevzi Günenç, 3.8.2009

+

Hayri Abi,

Bazı aşklar böyle mi oluyor?

Konserde başlayıp, konserde bitiyor.

Saygılarımla,

Yalçın Efe, 3.8.2009

 

NOTLARIMA BAKTIĞIMDA…

 

Notlarıma baktığımda olayın başlıca muhbir ve tertipçilerinden olan Cevat Güralp’la olan konuşmaları görüyorum. Kurşun kalemle yazdığım notlar biraz silinir gibi olmuşsa da okunuyor. Bu konuşmaları Gaziler caddesinde, eski Postanenin karşısında yapmışız…

Bu notları o günlerde yaşarken yazdığım için benim için önemi ve doğruluk payı büyüktür. Bakalım neler yazmışım:

Cevat Güralp’ın bir sorusuna yanıt veriyorum:

“Nazım Hikmet yasalara karşı gelmiştir. Onu kimse iyi diye savunamaz. Bizlerse yasalara saygı duymalıyız. Çünkü Anayasamız komünizmi yasaklamıştır. Biz Anayasaya karşı gelemeyiz…”

Anlaşılan o ki Cevap Güralp; ağzımdan laf koparabilmek için Nazım Hikmet hakkındaki görüşlerimi sormuş. Ben de o zamanki düşünce ve inandığım gibi bildiklerimi anlatmışım.

Bu konuşmaları yaparken Teyzem oğlu Necdet Sevinç de var yanımızda. O da bir tuzak soru ile konuşmamıza katılıyor:

“En iyi idare biçimi komünizmdir. Komünizmden başka kurtuluş yolumuz yok!” diyen Necdet Sevinç’e itiraz etmişim.

Şöyle demişim:

“Olamaz öyle şey… O baskı rejimidir. İnsanın elinden hürriyetini alır. Baskı, insan onuruna aykırıdır. Hele bir de öyle bir rejimin başına yetersiz, muhteris insanlar geçerse bütün teşkilatı ve meclisi uyutur kendine bağlarsa; işin içinden nasıl çıkacağız… İdeal bir yönetimde seçme seçilme hakkı olmalı. Bir rejimde demokrasi  ve sosyal adalet olmalı.”

Bu sözleri duyan teyzem oğlu Necdet Sevinç bana çıkışmaya başlamıştı. Nerdeyse ağlayacaktı; istediği gibi komünizmi övmediğim için…

Bilmeyerek benim için kurduğu tuzaktan kurtulmuştum.

“Sen devrimci olamazsın!” diye beni aşağılıyordu teyzem oğlu. Kendine göre ben bu suçlamasına karşı çıkarak asıl devrimci benim diye komünizmi övmeliydim. O da gidip Emniyete istediği gibi rapor verecek.

Gönlünü almak için komünizmi öveceğimi sanıyordu. Olmadı…

 

BİR TARİKATA GİRMENİN ZORLUĞU…

 

4.9.1964 Bir korku var hepimizde. Bu korkunun çıkması gerek içimizden. En doğal bir hakkımızı yerine getirmek istesek bile yapmaya korkuyoruz. Hep acaba görürler mi korkusu içindeyiz. Demek ki görmeseler yapacağız o hareketi. Acaba görürlerse bizi mahkemeye verirler mi? Çünkü yanlış bir davranışımız görülür görülmez doğru Hoca’ya…

Bu korku insana ne yapacağını şaşırtıyor. İnsanın içinde bir isyan duygusu beliriyor. İnsan açık seçik olamıyor. Hep gerginlik, kızgınlık, korku içinde bocalıyor. Böylece yapılmaması gerekenler yanında yapılması gerekenler de yapılmamış oluyor. İşte bir tarikata girmenin en zor yanı bu…

Bunun sonucudur ki arkadaşlar bir araya gelmekten korkuyoruz. İşin kötüsü bu sorunu ortaya atıp tartışmaktan da korkuyoruz. Çünkü nasıl bir ortam ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz.

Evet, Emin kılıç Kale hiçbirimize özgürlük tanımıyor. Doğru, fakat bizler özgürlüğün nasıl kullanılacağını bilmeyen kimseleriz.

Özgürlük istemeye hakkımız yok. Nereden belli, yine özgürlüğü kötüye kullanmayacağımız. Gerektiğinde özgürlüğü doğru, yerinde kullanabilir miyiz? Gücümüz yeter mi bilmiyorum özgürlüğü yerinde kullanmaya…

İyi ya da kötü bir şeyler olmuşsak; bu, Emin Kılıç Kale’nin baskısı sayesinde olmuştur. Bu baskı olmasaydı kim bilir biz ne olmuştuk?…

Kötü bir kişiliğimiz olduğu için mi kötü olacaktık?.. Sanmam… Ne yapılacağını bilmediğimiz için kötü olacaktık…

Hayri Balta, 17.5.2010

 

27 MAYIS ASKERİ DARBESİNDEN SONRA

YAPILAN SÖYLENTİLER:

 

  1. 27 Mayıs sabahı Radyoda yapılan bildiriler üzerine: “Menderes’in bir oyunu. Göreceksiniz hepsini içeri basacak. Böyle yapmakla Halkçıları ininden çıkaracak.”
  2. 3. Orda Komutanı askeri darbeyi kabul etmemiş. Ankara’ya karşı yürüyüşe geçmiş.”
  3. “Askerler, İçişleri eski Bakanı Namık Gedik’i pencereden aşağı atmışlar…”
  4. “Menderes, her gece Eyüp Sultan camisine giderek namaz kılıyormuş…”
  5. Amerikalılar, askerlere: “Menderes’in imzası olmadan para vermeyiz!” demişler.
  6. Alparslan Türkeş, tabanca ile Cemal Gürsel’i omzundan vurmuş. Onun için Cemal Gürsel’in sol tarafı tutmuyormuş…”
  7. Diyarbakır’da halk gösteri yapmış. Polis dağıtmak istemiş başaramamış. Halk ile polis karşı karşıya oldu için Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edilmiş. Şimdi Diyarbakır’da sıkıyönetim varmış.
  8. Ankara’da Yassıada filmleri gösterilirken Halk, Menderes’i her görüşte “Yaşa Varol!” diye alkışlaması üzerine filmlerin gösterilmesini yasaklamışlar…

9.Emekli Subaylar 27 Mayıs’a karşı ayaklanmaya başlayacaklarmış. Orduda geçimsizlik başlamış…

  1. Celal Bayar Ölmüşmüş…
  2. Menderes kurtulsa imiş 27 Mayısçıları affedermiş.
  3. 27 Mayıs’tan sonra; ekmek pahalanmış, işsizlik artmış
  4. Bırakın, Menderes’i ben asayım deyen adam eşekten düşmüş ve eşeğin yuları adamın boynuna dolanarak öldürmüş.
  5. Menderes diyesiymiş ki “Her işçinin boynunda bir kravat olacakmış…” Ne demekse…

X

Bu söylentiler Demokrat partililer tarafından çıkarılan söylentiler olup umut tazeliyorlar……

 

DÖKÜŞME

 

Yaşama sağlıklı gelmişim. Kendimi bakıcılar, korucular arasında bulmuşum..

Büyüdükçe hatır soranlarım da, yüze gülenlerim de, davranışlarımı hoş görenlerim de olmuş.

Yakından uzaktan, köylüsünden kentlisinden küçüklü büyüklü akrabalarım, yakınlarım; hatırımı sorardı komşularım. .

Oyun arkadaşlarım, iş arkadaşlarım da vardı, hem de sayısızdı.

Yaşama bunların arasında atılmışım. Hepsi de güler yüzlü sevecendiler. Dinçtiler, hatır soran, şefkat gösterendiler.

Toz Pembe görünürdü o zamanlar dünya gözüme… Şimdi tütüyor o dünya gözümde…

Acılarımızı, sevinçlerimizi paylaşırdık aramızda…

Çok neşeli idik. Bütün mevsimler sanki bahardı. Aylar günleri kovaladı, yıllar ayları.

Dedeler, neneler; babalar, analar ölmüş; teyzeler halalar, dayılar; şimdi öbür taraftalar…

Babam, anam, dedem, nenem, amcam, halam yanında dayılarım, teyzelerim… Ne güzel günlermiş o günlerim.

Beli bükülmüş, yel girmiş ayaklarına kalanların…

Komşu kızları gelin olmuş, çoluk çocuğa ermiş…

Komşu çocukları ekmek derdine düşmüş, birbirinden kopmuş…

Görünmez şimdi uzak yakın akrabalar, konu komşular…

Arkadaşlara gelince bir selamlaşma kalmış bir de anılar…

Ne eski güler yüz, gençlik, ne dinçlik, ne dirlik….

Ne neş’e, ne eğlence, uğramaz oldu semtimize…

Dönüp bakıyorum dökülenlere; farkına varmadan olmuş bir döküşme…

Nasıl da çabuk geçmiş; günler, aylar, yıllar…

Dostunuz şimdi yalnızlığına ağlar…19.9.2010

 

AFAROZ

 

Anı notlarım arasında karşılaştım. A 4 kâğıdının sekizde bir büyüklüğünde bir kâğıda tarih atarak şu notu düşmüşüm.

Bu notu hangi ortamda nasıl düştüğümü da hatırlamıyorum.

Sayın Öğreticimin bu sözleri hangi yazım üzerine söylediğini de hatırlamıyorum. Ama söylemiş, söylemese böyle bir not düşmezdim.

İşte Sayın Öğreticimin bana söylediği söz. Olduğu gibi yazmışım…

“Senin yazdığını kimse yazamayacaktır…” (Dr. Emin Kılıç Kale. 22.8.1967)

Sayın Öğreticim, bu sözleri beni motive etmek için mi söylemiştir; yoksa, bir gerçeği mi dile getirmiştir…

Bu sözleri söyleyen bir adam gelecek gördüğü bir yazara destek mi olmalı, köstek olmalı…

Olayların akışına göre köstek olacağına destek olmalı değil mi? Onun yazı yazması için önünü açmalı değil mi?

Ne var ki Sayın Öğreticim; benim yazı yazmamı engellemek ne gerekse yaptı. Yazı yazdığım için beni dergahından kovdu. Aforoz etti. Benimle konuşanı da aforoz edeceğini dile getirdi. Ne alçaklığım kaldı, ne eşekliğim kaldı. Bütün bunları “ÖLÜMSÜZ YAZMAN” adlı yapıtımda dile getirdim.

Bir insan yazı yazdığı için, halkı aydınlatmaya çalıştığı için aşağılanır mı? Bu nasıl bir anlayış?

Hem de “Senin yazdığını kimse yazamayacaktır…” denildiği halde…

Gerçektende din bölümündeki yazıları her adın yazamaz.

Merak edenler www.tabularatalanayalanabalta.com adresindeki sitemin E-KİTAPLARINDAKİ  din bölümüne bakabilir…

11.10.2010

 

olası tarih soruları

 

Şimdi söylemesi kolay. Aradan geçmiş kırk bir yıl. Bu kırk bir yılda neler geçmiş neler. Bunu ancak yaşayan bilir. Bir okul bitiriliyor ama bitiren ne zorluklar yaşıyor.

İşte bu zorluklardan biri. Derslere büyük bir ciddiyetle hazırlanırdım. En küçük olası soruları bile göz önüne getirerek hazırlanırdım. İşte bunlardan biri…. Çıkması olası tarih soruları…

Çıkması olası soruları tek tek yazardım. Her birine yazılı olarak yanıtlar verirdim. Doğru olup olmadıklarını kitaptan denetlerdim. Aşağıdaki sorular Akşam Ortaokulu son sınıfındaki tarih derslerine hazırlanışımın bir göstergesidir.

Her ne yaparsak yapalım işe ciddiyetle sarılmak gerekir. İşin büyüğü küçüğü, önemlisi önemsizi yoktur. İş iştir…Yaşamı böyle karşıladım ben.

Hazırlandığım soruların hemen hemen 10’da dokuzu beklediğim gibi çıkardı. Öğretmen başka kitaptan soru hazırlayacak değildi ya… Hangi kitabı okutuyorsa sorular da o kitaptan çıkacaktı…Ben de soruları bize okutulan ders kitaplarından çıkarırdım ve bu sorulara göre hazırlanırdım…

İşte olası sorular:

  1. Atila,  Avrupa’da neden tutunamadı?
  2. Hıristiyanlıkta çeşitli mezhepler neden doğmuştur?
  3. Bizans, Batı Roma imparatorluğundan ayrıldıktan sonra yeni örf ve adetler kurdular?
  4. Göktürklerin Ortaasya’da tutunamayıp Batı’ya göçmelerinin nedeni nedir?
  5. Göktürklerde askerlik teşkilatı ve günümüzdeki benzerlikleri?
  6. Göktürklerdeki din ve inanç?
  7. Eski Türk yazıtları neden önemli?
  8. İslamiyet’ten önceki yaşamın İslam’a etkileri nelerdir?
  9. Roma kültürü hakkında bildikleriniz?

Ben bu sorulara yanıt bulmaya çalışırken Gaziantep’in bağnazları, yobazları dinsiz, komünist, mason diye benimle uğraşırlardı. Her girdiğim işyerinden beni attırmaya çalışırlardı. Hiç birinin aklına bu adamı işsiz korsak çoluk çocuğu ne yer, ne içer diye sormak gelmezdi. Böylesine gözlerini kin ve nefret bürümüştü.

Yahu, 38 yaşına gelmiş, bir ortaokul diploması bile olmayan kişinin her yanı dinsiz, komünist, mason olsa ne yazar?

Kaldı ki dinsizlik de, komünistlik de, masonluk da başlı başına bir kültür zenginliği gerektirir. Bende ise bunların hiç biri yok. Tam bir kara cahilim… Tek tesellim şu ki benimle uğraşanlar benim gibi kara cahil bile değil… Tam tersine zır cahil… Hepsi de tam bir cehl-i mürekkep…

Hayri Balta, 10.5.2011

+

KATKIDA BULUNANLAR:

  1. Teşekkürler baba,

Her yazın bana yeni bir şeyler katıyor, bazılarını bilsem de hatırlatmış oluyorsun.

Yener Balta, 10.5.2011

+.

  1. Sevgili Ustam,

Bu cehl-i mürekkepler şu kadarını olsun düşünemiyor muydular acaba?

“Yahu bu adam mason olsa, masonlar ona sahip çıkar, böyle işsiz, yoksul, çaresiz bırakmazlardı…”

Burada o cehl-i mürekkeplerin amacı bir masonu deşifre etmek değil, birilerine yalakalık edip kemik kapmaktı.

Saygıyla ustam…

Fevzi Günenç, 10.5.2011

 

 

DÜŞLERİME GİREN DEVLET

 

Televizyonda, gece haberlerinde, Cumhurbaşkanın 4 yasayı onayladığı bildiriliyordu.

4+4+4 yanında; sabıka kaydının 80 yıl saklanacağına 30 yıl saklanacağına ilişkin yasa…

Bu düşüncelerle yatağa girdim. Bir karabasan gibi sivil siyasi polis düşüme girdi.

Oysa ben sabıkalı da değilim. Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’ın işgüzarlığı ile yargılandığım mahkemede beraat etmiştim. Beraat etmiş olmam zerre kadar işe yaramadı. Bir suçlu, bir sabıkalı imişim gibi polis peşime düşmüştü. Üstelik bir de düşlerime giriyordu.

Hakkımda verilen “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kişidir…” kararının hiçbir etkisi yoktu.

Yaşlandıkça, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşadıkça, iktidarlar değiştikçe anladım ki ülkemizde en tehlikeli suç: Atatürkçü ve aydın olmakmış da benim haberim yokmuş…

Devlet nerede bir Atatürkçü, aydın görünce onun peşine düşüyor. Onu, potansiyel bir suçlu olarak görüyor. Çünkü bunların başat kişiliği laik olmak. Laik olmak ise; bütün dinleri İslam’la eşit görmektir. Bu ise İslam anlayışına aykırıdır. Çünkü “Allah nazarında geçerli din İslam’dır.” (K. 3/85)

Sonra Atatürkçü ve aydın kişinin dine karşı mesafeli bir yaşamı var. Bu ise ülke için çok büyük bir zarar…

Kısaca anlayacağınız hakkımızda verilen karar bizi hedef kişi olarak gösteriyor.

Hangi evde otururuz, kimin yanında çalışırız; bunu saptar ve sicilimize yazar. Herhangi bir darbe ve karışıklık olunca ilkin bizi toplar.

Düşümde evde ailecek sofra kurmuşuz; yemek yiyoruz. Aramızda bir de sivil polis var. Birbirimize soruyoruz: “Bunu biz çağırmadık! Nerden çıktı bu!”

Yer sofrasında imişiz; bağdaş kurmuş, aynı kaptan yemek yiyoruz.

Sivil polise dönerek şöyle diyorum. “Anladım ki devlet benim devlet dairesinde ve özel sektörde de çalışmamı istemiyor.  Şimdi ben babamın ve kardeşimin yanında dericilik yapıyorum. Artık devlet rahat edebilir. Git emniyetteki sicilime işle…”

İşte gördüğüm düş.

Ey Devlet!, Atatürkçü ve aydın bir kişi gördün mü hemen onun peşine düş…

Şimdi, gördüğüm bu düşler gerçek oldu.

Nerede Atatürkçü ve aydın bir kişi varsa Silivri’ye dolduruldu.

Av. Hayri Balta, 12.4.2012

 

KAPIDA KALINCA

 

Koşa koşa eve geldim.

Dinlenirsem kendime gelirim dedim.

 

Biraz rahatsızlık hissettim kendimde,

Halimi beğenmediler işyerinde.

 

“Hadi git biraz dinlen!..” dediler.

Gerçekten bana iyilik ettiler,

Anlayacağınız: Kıyak çektiler…

 

Saat 10.30’da eve geldim.

Kapı zilini çalarken kendimde değildim.

 

Bak sen şu başıma gelene.

Kimse yokmuş evde…

 

Çalarsın çalarsın kapıyı açan olmaz.

Ararsın aransın cebindeki anahtar bulunmaz.

 

Meğer anahtarı almayı unutmuşum.

Sizin anlayacağınız şimdi ben kapıda kalmışım.

 

Cep telefonu yok ki arayıp bulasın.

Diyesin: “Aman kapıda kaldım, ulaşın!..”

 

Kaldık mı şimdi kapıda.

Oturarak bekle kapının kaldırımında…

 

Otur otur yorulursun,

Kapının önünde volta atar durursun.

 

Tam 7 saattir kapıdayım..

Söyleyin dostlar şimdi ben ne yapayım?..

 

Böyle mi kormuş adama kapıda kalmak…

Çok zormuş eve gelip de evde kimseyi bulamamak…

 

Bekle babam bekle…

Bu bizimkiler nerde?

 

Bu olay aklımı başıma getirdi.

Şimdi evden çıkarken; yoklarım cebimi…

Anahtar cebimde mi değil mi?

Av. Hayri Balta, 12.5.2012

 

 

GENÇLİK İŞTE..

 

Gençlik işte.

Ama bir öz var içimizde…

 

Ben, Fevzi Günenç, Mehmet Muhsinoğlu,

Bir şeyler yapmak ister bir arada oldu mu?..

 

Budumuz ne ki etimiz ne ola?

Bir Dergi çıkarmak amacıyla geldik bir araya…

 

Eski Halkevi’nin altındaki Öğretmen Lokali’nin yazlık bahçesindeyiz.

Üçümüz de, garsona birer dondurma sipariş etmekteyiz.

 

Beyaz örtülü masalar dizilmiş sıra sıra…

Siyah pantolonlu, beyaz gömlekli, papyon kravatlı garsonlar,

Döner durur masalar arasında…

 

Çınar , söğüt ağaçlarının gölgesindeyiz.

Görüşlerimizi ileri sürmekteyiz.

 

Önce çıkaracağımız dergiye ad vermeye çalışıyoruz.

Sonunda derginin adının HEYD PARK olmasında anlaşıyoruz.

 

Biliyorsunuz Heyd Park İngiltere’de bir parkın adı.

Diler gelir bu parkta İngiliz halkının feryadı…

 

Düşünceleri açıklamak, hükümeti eleştirmek serbes…

Konuşur rahatça kürsüye çıkan herkes…

 

Bizde öyle olsun istiyoruz.

Düşüncelerini açıklamak isteyene yer vermek istiyoruz…

 

Gençlik hayali işte,

Bir kıvılcım çakmıştı içimizde…

 

Üçümüz de ancak 18-20 yaşlarında…

Demokrat Parti yeni gelmiş iktidara…

 

Ne para, ne pul var ortada.

Bir daha da gelemedik bir araya,

Hayallerimiz bile palavra…

 

İşte böyle bir anımız var…

Bakalım diğer arkadaşlar,

Bu olayı nasıl hatırlar?…

 

Av. Hayri Balta, 25.7.2012

 

BEDEN EĞİTİMİ ÖĞRETMENLİĞİM

 

Askerliğimi, İstanbul Ayazağa Süvari Okulunda er olarak yapıyorum. Futbolu en iyi oynadığım günlerde beni askere aldılar. Aklımda ne gelecek kaygısı, ne iş kurma kaygısı… Varsa da yoksa da askerden dönüşte yine futbol… Bu istek bende çılgınlık derecesinde…

Bir gün emir geldi. Süvari Okulu’ndaki bütün er ve erbaşlar Eğitim Meydanına…

Bütün er ve erbaşlar Eğitim Meydanında bölük bölük sıralanmış.

Bir de baktım Milli Futbolcu Çoşkun Özarı yedek subay olarak karşımda…

Hepimize beden eğitimi yaptıracak. Eğitime başlamadan önce hepimizle tek tek konuşma yolunu seçti. Özellikle futbolcu olanları arıyordu. Benim için gün doğmuştu. İlk olarak bir işe yarayacaktı futbolculuğum.

Coşkun Özarı’ya Gaziantep’li olduğumu, Gaziantep liginde oynadığımı söyleyince sevindi. Öyle sanıyorum ki futbolcu olarak bir ben çıktım koca okulda.

Bu sırada nerden, nasıl çıktı bir fotoğrafçı geziniyor ortalıkta. Hemen öneride bulundum Coşkun Özarı’ya: “Fotoğraf çektirelim!..”

İkimiz yan yana ayakta bir fotoğraf çektirdim. Milli Takım Futbolcusu ile fotoğraf çektirmek benim için övünç vesilesiydi. Ne denli sevindiğimi tahmin edemezsiniz…

Coşkun Özarı ile arkadaşlığımız kısa zamanda ilerlemişti. Okulun bütün erleri, erbaşları ikimize bakıyordu. Ben ise, Coşkun Özarı’nın soruları yanıtlıyordum.

Konuşmamız bitmişti. Tam yerime geçmek için arkamı dönüp giderken beni çağırdı. “Gel!, dedi, bu gün beden eğitimini er ve erbaşlara sen yaptır!..”

Futbolcu kafası işte. Bu da benim için bir övünç vesilesi idi. Okulun bütün er ve erbaşlarına komut vererek “Yat, kalk!..” diyecektim…

Emir emirdi. Ne de olsa Coşkun Özarı komutanızdı. Komutanımız emretmiştİ. Er ve erbaşları beden eğitimi dersi verecektim.

Aldım askerleri karşıma. Futbol antrenmanlarında gördüklerimi er ve erbaşlara yaptırmaya başladım. Askerler ilk olarak böyle bir beden eğitimi yapıyordu. Yerlerde yatıp yuvarlanıyordu. Sağ elleri sol ayaklarını,sol elleri ile sağ ayaklarını tutuyorlardı. Coşkun Özarı da benim bu yaptırdığım beden eğitimi uygulamasını beğendiğini belirtmek için başı ile onay veriyordu.

Elİmden gelse akşama kadar ders vererek ne denli bilgiç olduğumu kanıtlayacaktım. Ancak, Özarı, “Tamam, dedi,  vakit doldu. Herkes bölüğüne gidecek!…”

Bu anı benim ilk öğretmenliğime ilişkin. Benim üç öğretmenliğim daha var… Bir bostanlara yazı tahtası götürerek arkadaşlara ve eşimin arkadaşının ortaokul öğrencisi oğluna Türkçe dersi vermek. Bir de Özel Müzik Dershanesinde Org dersi vermek…

Bu öğretmenliklerimi de önümüzde ki haftalarda anlatmaya çalışacağım…

Yaa… İşte böyle benim böyle öğretmenliğim de var…

Av. Hayri Balta, 4.8.2012

+

Hayri Abi,

Ben öğretmenlerimden bir şey öğrenmedim, diyemem ama az şey öğrendim.

Üstelik pek çok öğretmenim var ki, beni okuldan soğuttu.

Siz olmasaydınız, bu hayatla ben nasıl başa çıkarmışım, diyorum hep.

Sevgiler Hayri abi.

Yalçın Efe, 4.8.2012

 

MÜZİK ÖĞRETMENLİĞİM

 

Ankara’dayım. Evdeyim, Yalnız başınayım. Bilgisayarın başındayım.

Masamdaki telefon çaldı. Açtım, karşımda Müzik Dershanesi sahibi.

–       Hayırdır inşallah… Aramazdın hiç…

–       Hayır, hayır… Korkacak bir şey yok…

–       Evet!..

Biraz durdu, yutkundu, düşündü söyleyeceklerini derledi topladı.

–     Hayri Bey, bu gün Org Öğretmenimiz gelemeyecekmiş. Telefonla bildirdi. Öğrenciler ise geldi. Sınıfta öğretmen bekliyorlar. Öyle ki anaları ile babaları ile gelenler de var.  Aksine bu gün de ilk ders… Çoğundan da ders ücretlerini aldık… Şimdi ders vermeden gönderirsek saygınlığımızı yitiririz… Belki de öğrencilerimizin çoğunu kaçırırız…

–     Eee!…

–     Ne olur, yalnız bu gün için bir saatliğine gel. Öğrencilere ilk müzik bilgilerini ver… Bu günü kurtarırsak gerisi kolay. O olmazsa, başkası ile anlaşırız… Aman ne olursun bizİ kurtar…

Baktım gerçekten dershane sahibi zorda.  Bir dostluğumuz da var. Bana da çok yakınlık gösterir. Gönülsüz de olsa kabul ettik. Çünkü yeni kalp krizi geçirmişiz yorgunluğa gelmez.

Sordum, dersin başlamasına 15 dakika kalmış.

–       Atla gel taksiye… Taksi paranı veririm…

Atladık taksiye, doğru dershaneye…

Öğretmen geldi diye içerdekilere haber verildi. Öğrencilerde bir sevinç bir sevinç sorma gitsin…

İçerde 10 öğrenci beni bekliyor. Kimilerinin anası, kimilerinin babası yanlarında.

–       Siz dışarı çıkın, dedim onlara…

Ortaokul öğrencileri olduğu için müzik bilgileri vardı. Yine de ben bir yoklayayım, dedim. Sordum:

–       Porte nedir, bilenler parmak kaldırsın…

Onu da parmak kaldırdı. Porteyi anlatmanın anlamı kalmadı. Bir soru daha sordum.

–       İçinizde solfej yapabilecekler var mı?

Yalnız bir kişi parmak kaldırdı.

–       Sırala bakayım dedim. Eksiksiz sıraladı.

Bu da beni sevindirdi… Sıra önlerindeki orgların tuşlarını tanıtmaya geldi.

Sordum:

– Tuşların bazıları beyaz, bazıları siyah; beyazlar uzun, siyahlar kısa. Bunların ne olduğunu anlatabilecek olan var mı?..

Bunların ne anlama geldiğini anlattım. Dikkatle beni dinliyorlardı.  Dershane sahibi de ara sıra girip çıkıyordu. Eli ile mükemmel diye beni heveslendiriyordu…

İlk ders olduğu için müzik hakkında genel bilgiler verdim. Öğrenciler anlattıklarımı ilgi ile dinliyorlardı. Bir bölümü de söylediklerimi not alıyordu.

Ne var ki her sınıfta olduğu gibi yaramazlık yapan, dersi kaynatmaya çalan öğrenciler de vardı. Kız öğrencilerde dersi kaynatma gibi bir çaba yoktu. Ne var ki bu öğrencilerin dersi kaynatma çabalarını görmezden geldim.

Bir de baktım zil çaldı.

–     Bu günlük bu kadar. Haftaya asıl öğretmeniniz gelecek. Hepinize teşekkür ediyorum, başarılar diliyorum… Sağlıcakla kalın diyorum…

Eve geldim… Doğru yatağa… Kalbimde bir ağrı, bir ağrı…

Öğretmenlik bu değin mi zormuş…

Av. Hayri Balta, 13.8.2012

+

Hayri Abi,

Öğretmenlik değil zor. Sizin ağır sağlık koşullarınızdandır kalp ağrısı.

Aslında sizin kalitede ya da ona yakın, her ilde birkaç öğretmen olsa yeterdi. Ülke bu hale getirilemezdi.

Saygılarımla,

Yalçın Efe, 13.8.2012

 

TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİM

 

İnsan beklemedik olaylarla karşılaşıyor;

Çapını karşılaştığı olaylarla anlıyor…

 

Ben nerde, Türkçe öğretmenliği nerde?

Durup dururken Türkçe öğretmenliği çıktı bir de…

 

Eşim terzilik yaparak ev giderine katkıda bulunurdu.

Bu nedenle de evimize gelip giden çok olurdu…

 

Eşimin müşterilerinden birinin oğlu Ortaokula başlamış.

Ancak Türkçe derslerini başaramamış.

 

Yazı veriyorum ya yerel gazetelere …

Bilmese Türkçe, yazabilir mi gazetede…

 

Önermiş eşime:

“Eşiniz, Türkçe ders vermez mi bizim Önder’e…”

Eşim de demiş: ”Ne bileyim, sorayım hele bir kere!…”

 

Önerdi akşam bana.

Hanım, “Doğrusunu söyleyeyim mi sana?..

 

Öğretecek kadar Türkçe bilemem.

Yarım bilgimle çocuğu bildiğinden de edemem!..”

 

Eşim, dinlemede beni.

Bir de baktım öğrenci Önder eve geldi.

 

Dayatma yapılmıştı…

İş, şimdi bana kaldı.

 

Yaz bakalım dedim Önder’e:

“Büyük harf kullanılır nerede?..”

 

Tek tek  yazdırdım büyük harfin kullanıldığı yerleri,

İsterim önümüzdeki derse kadar bunu ezberlemeni…

 

Uzatmayalım, sonra sesli harfleri, ardından sessizleri…

Kalın seslileri, ince seslileri;

Düzleri, yuvarlakları,

Genişleri, darları….

Sert yumuşak, sürekli süreksiz sessizleri…

 

Dört hafta sıra ile,

Türkçe dersi verdim Önder’e…

 

İlk sınavda yeterli not almış,

Ana baba buna şaşmış kalmış…

 

Bir de baktım elbiselik lacivert bir kumaş evdeki masada…

Bu kez ben şaştım kaldım bu yoktu hesapta…

 

Şimdi aldı mı eşimle beni bir kaygı…

Nereden bulup da verecektik, biz terziye parayı…

Av. Hayri Balta, 27.8.2012

 

AL BAŞINA BELAYI…

 

Çocukluğum, gençliğim Tabakhane’de geçti.

Giyimim, kuşamım bana özgü idi. Çevremdeki bütün gençler şalvar, siyah kemer, ceket giyer, başlarına da kasket geçirirlerdi. Ben ve kardeşim de pantolon giyer, gömleğimizin üstünden de kravatımızı eksik etmezdik. Bu ise diğer gençlerin dikkati çekerdi. Bu giyim biçimimizi zengin bir aileden oluşumuza bağlarlardı.

Bizim semtte yeni yetişen gençler birbirine posta koymaya çalışırlardı. Böylece kimseden korkmadıklarını kanıtlamış olurlardı.

Bir gece yarısı kahveden çıkmış eve dönüyordum. O tarihlerde 20 yaşında olabilirdim. Tam evimizin önüne geldiğim sırada önüme, ben yaşta iki genç çıktı aniden. Belli ki yolumu gözlüyorlarmış.  Ayaklarında şalvar. Bellerinde siyah kemer. Gömleklerinin üstünde ceketten uzun, paltodan kısa kabadayılara özgü paltodan vardı. Başlarında da şapka…

Selam verdim, yol verdim geçip gitmediler. Tam önümde durdular. Anladım ki niyetleri kötü. Bana ders vermek istiyorlar. Beni tahrik etmek için de ellerinden geleni yaptılar. İstiyorlardı ki kendilerine karşılık vereyim; onlar da bunu bahane ederek başıma çöksünler.

Ani karar vermek zorunda idim.  Ya kendilerine uyup kavga etmeliydim, ya da hakaretlerine aldırmadan çekip gitmeliydim…

Karşımda durmuş ne yapacağımı bekliyorlardı. Benim aklıma ise kötü kötü şeyler geliyordu. Biliyordum en ufak bir davranışımda ikisi birden başıma çökecekti. Hazırlıklı gelmişlerdi. Bellerinde ya kama, ya da ceplerinde ustura vardı. Bunu adım gibi biliyordum. Ben de ise hiçbir savunma aracı yok… Kavga edersem muhakkak beni bıçaklayacaklardı ya da yüzüme ustura çalacaklardı.

Onları sakinleştirmek gerekti. “Benim size karşı bir husumetim yok.. Bırakın evime gideyim. Ben size ne yaptım ki?..” dedim… Alttan almam karşısında şaşırdılar. Sakinleştiler… Birbirlerine bakıştılar… Önümden çekildiler.

İçimden: “Şunları kucaklayıp kucaklayıp Alleben’e atayım dedim. Atabilirdim, çünkü benden böyle bir davranış beklemiyorlardı.

Sonra kendi kendime dedim; “Kaldırıp Allaben’e attın!.. diyelim. Bunlar bunun altında kalırlar mı? Kendime düşman yaratmayayım!..”, diyerek bu düşüncemden vazgeçtim. Daha hapse girecek yaşta değildim. Hapiste yaşanan olaylar beni bu düşüncemden vazgeçirdi…

Yiğitliğin onda dokuzu kaçmak dedim kendi kendime. Sessizce önlerinden geçip eve doğru yöneldim.

Bu olayı düşünürüm zaman zaman. Eğer çağrılarına uyup kavga etseydim. Ya bıçaklanırdım, ya ustura yerdim…

Bir daha ne ben onlara ne de onlar bana karıştı…

Sonradan intikam almaya kalksaydım yaşamımın yönü değişirdi…

Sağduyum sayesinde büyük bir beladan kurtulmuş oldum…

Şimdi bile en doğru hareketti yaptığım için kendime aferin veririm..

Av. Hayri Balta, 10.9.2012

 

KIRMIZI KART

 

Futbol maçına çıkıp da kırmızı kart görmeyen var mı bilmem…

Bir kırmızı kart olayı da benim başımdan geçti.

Yıl 1954. Çınarlı kulübünde oynuyorum. Şehreküstü ile maçımız var.

Gaziantep’te bütün maçlar heyecanlı olurdu.  Özellikle Şehreküstü ile yapılan maçlar ilgi çekerdi.

Takımlar sahaya çıkınca bir alkış bir kopardı. Bir tezahürat bir tezahürat ki deme gitsen.

Bu alkışlar, bu tezahüratlar biz futbolcuları mutluluktan coştururdu. Maçla başlayan, maçla biten mutluluk bizi motive etmekten başka bir işe yaramazdı. Maçtan sonra elimiz boş dönerdik. Yine tezgahımızın başına geçirdik. Beleşe oynayıp çırpınmamız bize kalırdı.

Şimdi futbol çok gelir getiren bir kazanç yolu oldu. Bunları gördükçe beleşe çırpındığımız o günler gelir aklıma…

Maça çıkınca. Hakem; “Türk sporu adını üç kere…” deyince biz üç kere hep bir ağızdan “Sağol!.. Sağol!…” diye haykırıp sahaya dağılırdık…

Ondan sonra kaptanlar hakemlerin önünde saha paylaşımı yapardı. Kaptanlarımız, yelli havalarda, yelin yönüne aykırı bir sahayı seçerdi. Böylece topu arkamıza almış olurduk.

Bir maçta ben sol açık oynuyorum. Zaten nerede boşluk varsa orada görev verirlerdi. Genelde ise ortahaf oynardım. Şimdilerde burada  oynayanlara libero, oyun kurucu diyorlar…

Şimdi sahalara bakıyorum hep çimenle donatılmış. Bizim sahalar ise toprak zemindi. Mucur taşları düştüğümüz zaman ayaklarımızda, bacaklarımızda ufak sıyrıklar, yarıklar açarak kanatırdı. Her ne kadar tekmelik taksak da yediğimiz tekmeler ayak bacaklarımızda iz bırakırdı… Bu gün bile ayaklarımda bu tekmelerin izi var…

Bir ara solaçıkta iken top bana geldi. Önümde Şehreküstülü Rıfat adında, bir oyuncu vardı. Ona bir çalım atınca önümde kimse kalmayacaktı. Benim için gol fırsatı doğmuş olacaktı. Bu oyuncuyu çalımladım. Önüm açılmıştı. Tam ileri doğru hamle yapacakken karşımdaki oyuncu arkamdan sağ böğrüme bir yumruk indirdi. Ben yumruğu yiyince iki büklüm oldum. Ben iki büklüm olunca topu ayağımdan kaptı ve iki metre kadar uzaklaştı. Nedense hakem onun bana vurduğunu görmemişti.

Hakemimiz de Karamaça adı verilen Saip Aksoy’du. Bütün futbolcular ve seyirciler tarafından oyunculuğundan bu yana sevilirdi. Öyle ki Gaziantep futbolu denince akla gelen ilk isim Karamaça olurdu. Esmer olduğu için kendisine kara denildiğini sanıyorum ama niçin maça adını yakıştırdıklarını bir türlü bulamadım.

Nasıl oldu, neden yaptım bilmiyorum. Yumruğu yiyince eğilip yerden nohut büyüklüğünde bir taş alıp uzaklaşan Rıfat’a öfke ile attım. Benim yumruk yediğimi görmeyen hakem; çakıl taşı attığımı görünce oyunu durdurdu. Bana kırmızı kart gösterdi.

Böylece futbol yaşamımda ilk ve son kırmızı kartı görmüş oldum. Oysa sarı kart bile gördüğümü hatırlamıyorum..

Kırmızı kart görülür de sahada durulur mu… Büyük bir utanç içinde başım yerde oyundan çıktım…

Bu gün bile o çakıl taşını niçin attığıma bir anlam veremiyorum.

İnsanın bazen ne yaptığını bilmeden bilinçsizce davranışları oluyor.

Bu da benim zaman zaman hatırladığım bilinçsizce davranışlarımdan biri…

Hatırlayınca kendimden utanıyorum…

Av. Hayri Balta, 21.9.2012

+

Eren Bilge Ustam,

Anılarında o günleri seninle birlikte yaşayarak bir zamanların orta haf futbolcusu Hayri Balta’sını da sevdik, seni bugün sevdiğimiz kadar…

Yumruğu yediğine mi yanarsın, golün atılamayışına mı, yoksa kırmızı karta mı? Geçmiş zaman olsa ya yine de canımızı acıttı o böğre inen yumruk.

Bugünkü yürek zenginliğin futbolun parasal olanaklarıyla ölçülemez. İyi ki bırakmışsın top işini. Yoksa seni nasıl severdik.

FEV, 22.9.2012

 

YARIN MAÇ VAR…

 

Pazar günü yapılacak maçın kaygısına cumartesinden düşerdik. Bütün oyuncuları bir heyecan bir telaş sarardı.

Cumartesi günü öğleye değin bütün işler biterdi. Kaldı ki dericisi de, kilimcisi de, kuşakçısı da cumartesi öğleye kadar elindeki işi bitirirdi. Öğle vakti dükkanın önünde oturur işverenimizi beklerdik. Buna Hesap Kesme olayı adı verilirdi.

Patron gelir işlediğimiz  derinin, kilimin, kuşağın karşılığını hesaplayarak işçilerin ücretini verirdi.

Haftalığımızı alınca, tut ki bizi tutasın. Bey de bizdik, paşa da…

İpi koparan kahveye, kulübe koşardı. Kulüpte yarınki maç üzerine hesaplar yapılırdı. Kimlerin oynayacağı her zaman cumartesinden belli olurdu. Biz de pek yedek oyuncu da bulunmazdı. Bütün oyuncuların oynayacağı yer cumartesinden belli idi.

Kulüpten sonra akşam yemeği için evlerimize dağılırdık. Sanki acele işimiz varmış gibi yemeklerimizi çabucak yer yutar; doğru kahveye koşardık.

Kahvede bütün  konuşmalar yarınki maç üzerine olurdu. Daha önceki maçlardaki oyunlarımız gözden geçirilirdi. Yanlışlarımız üzerinde durulurdu. Önümüzdeki maçta bunun yenilenmemesi istenirdi. Elbette bu arada kimi oyuncular tavlanın başına geçerek birbirleri ile yarışırlardı. Kimileri dörtlü grup oluşturarak kağıt oyununa geçerdi. Dama oynayanlarımız da olurdu. Yarın ki maçın heyecanı ile hepimizde bir heyecan sarardı. Ne var ki zaman bir türlü geçmek bilmezdi.

Evlerimize çekilip uyumaya çalışsak maçın heyecanı yüzünden gözümüze uyku girmezdi. Yatakta dönüp dururduk. Bu yüzden kendimizi kahveye atardık.

Gece yarısına doğru kahvenin kapanma saati gelirdi. Kahve kapanacak olunca bizi yeni yer kaygısı sarardı. Genelde gece yarısı hamama koşardık. Biz Tabakhaneli gençlerin her hafta uğrak yeri Tabakhane’deki Naip Hamamı idi. Hamamcı bizi, biz hamamcıyı tanırdık.

Böylece iki üç saatimiz de hamamda geçerdi. Kimimiz kendi kendimizi yıkar, kimimiz de birbirimize yardım erdik. Kimi zaman yağlı köfte yapar açlığımızı giderirdik. Göbek taşında terlerken şarkılar türküler de söylenirdi. Bütün gençlerin maç gecesi yaşadığı sevinci, mutluluğu hiçbirimiz hiçbir yerde duymazdık.

Bu gün bile o mutlu günlerin özlemi ile yaşarım… Ne gelecek kaygısı, ne geçim kaygısı yaşardık. Neşe içinde geçip giden bir gençlik… Bu gençlik çağından sonra hepimizin mutluluğu son buldu. Çünkü ülkemize kapitalizm girdi. Derici, kilimci, kuşakçı dükkanları tek tek kapandı gitti.

Kimimiz Alamancı oldu, kimimiz gurbet ellerde düştü, kimimiz pavyonlarda, lokantalarda garson oldu. Kimimiz devlet kapısında hademe, odacı, kapıcı…

Kapitalizm sanki çöl fırtınası gibi hepimizi darmadağın etti…

Şimdi o günleri özlemle anıyorum…

Av. Hayri Balta, 5.10.2012

 

AZ DAHA KÖR OLUYORDUM…

 

“Başka işin mi yok be adam… Futbolun peşinde gençliğini tüketmek sana ne kazandırır?” diyen bir kişi çıkmadı…Ta ki 25 yaşına kadar. 25 yaşında iken Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin şu sözleri aklımı başına getirdi: “Futbol ahlak ve karakter yıkıcı bir spordur…”

Bu sözler üzerine futbol yaşamımı gözlerimin önünden geldi geçti. Gerçekten de futbol ahlak ve karakter yıkıcı bir spordu.

Golü kaçırdın mı, topu kaptırdın mı, pas veremedin mi başta tribünlerden olmak üzere oyun arkadaşların tarafından bile aşağılanman kaçınılmaz…Bu ise insanda kişilik bırakmaz…

Bir de şu dikkatimi çekerdi. Varlıklı ailelerin çocukları futbol sahalarda gözükmezdi. Örneğin Barlas, Göğüş, Kutlar gibi tanınmış ailelerin çocukları spor alanlarında gözükmezdi. Hep bizim gibi orta halli, yoksul aile çocukları aferin kazanmak için çırpınır dururdu. Onların çocukları ise geleceklerini güvenceye almak için okulda başarılı olmaya çalışırlardı. Bu nedenle de bu ailelerin çocukları okuyup bir meslek sahibi olurdu. Bizler ise futbol bizi bırakınca cascavlak ortada kalırdık…

Mesleksiz kalmanın acısını ömür boyu çeker dururuz… Benim yaşamım buna en güzel örnektir… Bütün bunların yanında eli ayağı kırılanlar, aylarca sakatlık çekenlerimiz de olurdu…

Bunların hangi birini sayayım. Bunları saymayı başka bir yazıya bırakayım da yaşadığım bir olayı anlatayım. Az daha kör oluyordum…

Evet, az daha kör oluyordum. Çınarlı ile Kale Spor maç yapıyordu. Ben Çınarlı’da oynuyordum; kardeşim Hasan ise karşı takım Kale Spor’da…

Kale kulübünden Çınarlı’ya geçtiğim için Kale Spor tarafları bana öfke kusuyordu. Bu, tribünlerdeki tezahürattan anlaşılıyordu. Dedik ya, “Futbol ahlak ve karakter yıkıcı bir spordur!” diye…

Nasıl oldu bilmiyorum kardeşim Hasan’la karşı karşıyayız… Karşımda bir tek o var. Eğer onu geçersem kaleci ile karşı karşıyayım. Top ayağımda hızla kaleye akarken nasıl oldu bilmiyorum kardeşim Hasan bana tosladı. Bir de baktım havada uçuyorum. Elbette havada duracak değilim ya sırtüstü yere çakıldım. Kısa süre bir baygınlık geçirmişim. Kendime geldiğim de koltuklayarak ayağa kaldırmaya çalışıyorlar. Duydum ki Kale kulübünün taraftarları beni yere indirdiği için Hasan’ı lehlinde tezahürat yapıyorlar. Benim ise gözlerim görmüyordu. Geçici bir körlük yaşıyordum. Sağımda ve solumda bulunan Karamaça ile Kenan Beye gözlerimin görmediğini söyledim. “Merak etme biraz sonra geçer!..” dediler…

Av. Hayri Balta, 17.10.2012

+

Merhabalar

Az önce iletini okudum ve futbolun ilgimi çekmediğini belirterek yazında geçen bir tümceye itiraz edeceğim.  Emin Kılıç Kale ”Futbol ahlak ve karakter yıkıcı bir spordur” demiş. Burada dikkat isteriz; ‘spordur’ denmiş.

Takım oyunları doğası gereği rakipler oluşturur ve yine doğal olarak takımların da izleyenleri vardır, ama az ama çok. İzleyenler sempati duydukları takımları çeşitli yöntemlerle desteklerler.

Bu salt futbola özgü değildir; Voleybol, Basketbol, Kriket ve onlarca spor dalı.

Düşündüm de , futboldan başka hangi sporlar ahlak ve karakter yıkıcı olabilir diye; basketbol da yıkıcı, voleybol da. E hentbol de takım oyunu o halde o da yıkıcı!

Spor insan bedenini ve beynini geliştirir (örn. bilardo) ayrıca insan ilişkilerine katkısı vardır.

Sen daha iyi bilirsin, takım arkadaşlığı yaşadın en azından.

Takım ya da bireysel sporlar bedensel olduğu kadar zihinsel disiplini de gerektirir.

Ve özünde rekabet olduğu için (sporcular için geçerlidir) insanı motive eder.

İzleyenler; içinde bulundukları kültür ortamına uygun davranışlarla takımlarına destek olurlar.

Ve doğaldır ki takımlarının kazanmasını isterler. Tribün tezahüratının rakip takımın morali üzerine olumsuz  etkisi olur, istenen de budur.  Moralin (Özgüven) bozuksa oyuna (takım ya da bireysel) dikkatini vermen zordur ve kaybetme olasılığı yüksektir.

Karakteri yeterince oturmamış bir insanın doğaldır ki ahlak gelişimi de yetersizdir.

Hatırladığım kadarı ile sen eve futbol maçlarını naklen veren bir TV kanalı istiyordun (ya da aldın).

Öğreticin benim tanımadığım bir insan, ama sözleri pek akılcı değil, dikkate alınacak  bir kişi olduğunu sanmıyorum. Sen de aynı kanıda olmalısın ki; bugün bile ahlak ve karakter yoksunu insanların oynadığı oyunları izlemek için onca masrafı göze alıyorsun !

Sevgi ve saygılarımla sağlık diliyorum sana.

Servet Şahin, 17.10.2012

 

BÜYÜK SEL

 

Tarihini hatırlayamıyorum. Ama hafızamı kazınmış bir türlü çıkaramıyorum.

Biz bu tarihi 1950’lili yıllar diyelim.

O tarihlerde ben 18; kardeşim Hasan ise 17 yaşındayız. Babamızın yanında dericilik yapmaktayız.

Dükkanda babam yok, evde işi var.

Biz kardeşim Hasan’la birlikte kokmasın diye koyun derilerini tuzluyoruz. Böyle tuzlayıp tuzlayıp biriktiririz. Sayı tamam olunca işleme sokup sahtiyan durumuna getireceğiz. Dükkanın penceresinden sokağa bakıyorum. Dükkanımızın bulunduğu sokak Sukenarı sokağı. Sokağın hemen bitişinde Alleben deresi akıp gidiyor…

Sokakta yağan doluyu izliyorum. Nohut büyüklüğünde dolular hışım gibi yağıyor. Kısa sürede dolu birikintileri küçük küçük göletler oluşturuyor, göletlerde biriktikçe de topak topak akmaya başlıyor.

Kardeşim Hasan’la birlikte deri tuzluyoruz. Olacakların ayrımında değiliz.

Bir de baktım dükkanımız sel suları ile dolmaya başladı. Deriler ıslanmasın diye büyük bir telaşla göbek hizasında bulunan tezgahlara koyuyoruz… Daha biz derileri tezgahlara koymayı bitirmeden sel suları dükkanı doldurmaya, tezgahları aşmaya başladı. Başımı kaldırıp sokağa baktım ki Alleben deresi taşmış, sokaktan  akan seller büyük bir uğultu ile akıyor ve dükkanımız ise hızla dolmaya başlıyor… Bu uğultu çok uzun süre kulaklarımdan gitmedi… Düşlerime bile girdi…

Sel suları göbeğimizi asmış durumda. Dolu topakları içinde kalmış durumdayız. Soğuktan donacak gibiyiz ama canımızı değil derileri kurtarmak kaygısındayız…

Biraz daha gecikirsek dükkanda kalıp boğulmamız ya da dolu soğuğundan donmamız işten bile değil.

Ani bir kararla kardeşime seslendim:

“Hasan bırak derileri, canımızı kurtarmaya bakalım!..”

Ben önde Hasan arkamda dükkandan çıkıyoruz. Selin akıntısına kapılmamız an meselesi. Dışarı çıkıyoruz. Kardeşimle el ele tutuşuyoruz. Boşta kalan sol elimle dükkanımızın sokağa bakan pencere demirlerine tutunarak sele karşı dirençle hemen bitişiktebulunan Hasan Balta sokağına kendimizi güçlükle atıyoruz. Hasan Balta sokağındaki sel sularının hızı kesilmiş durumda ama sokakta da sel suları göbek hizasında.

Hemen evimize giriyoruz. Evde bulunan Babam, amcam, nenem büyük bir telaş içinde balta arıyorlar. Amaçları eve bitişik olan dükkanın arka duvarını delip bizi kurtarmak.

Bizi karşılarında görünce boynumuza sarılıyorlar. “Şükür Yaratan’a diyerek!..” sevinçlerini belirtiyorlar. Bize de canı yürekten birer “Aferin!..” veriyorlar.

Bu sel olayı az daha canımızı alıyordu. Dükkanda biraz daha oyalansaydık ya dolu topakları arasında donarak, ya da sel suları içinde boğularak ölecektik.

O Selden biz canımızı kurtarmıştık ama Allaben kendisini kurtaramadı. Alleben deresini cezalandırırcasına betona gömdüler. Bu sel olayından sonra Allaben’in o güzelim cennet görüntüsü tarihe karıştı. Şimdi o güzelim ağaçlıklar,  ördeklerin yumurtladığı sazlıklar yok oldu gitti. Artık Alleben deresi değil Beton deresi idi. O berrak sular yerine Beton deresinden berrak  Alleben suyu yerine Gaziantep’in çirkef gibi olmuş kanalizasyon suları akıp gidiyor…

Av. Hayri Balta, 9 Kasım 2012

 

BÜYÜK SEL’DEN SONRA

 

Bir önceki yazımızda Büyük Sel’den söz etmiştik. Aynı konuyu kaldığı yerden sürdürüyoruz.

Büyük sel dericilerin dükkanlarına gidip geldikleri Tahta Köprü’yü alıp götürmüştü. Şimdi  bir gün önceki köprünün yerinde yeller esiyordu.

Bu durumda Sinler’den gelen dericiler; ya Mezbaha Köprüsü’ne ya da, taş Köprü’ye yöneliyorlardı. Bu da dericilere zor geliyordu. Ayrıca Sinler’dekiler (Şimdiki Münifpaşa İlkokulu’nun bulunduğu yerde oturanlar…) Kalealtında kurulan pazara ve Uzunçarşı’ya gideceklerin de yolu uzuyordu. İşte bu Tahta Köprü suyun beri tarafında oturanların ulaşım yol idi…

Bu durumu önlemek için hemen yeni bir köprü yapılması çalışmasına başladı dericiler. Köprünün gideri için gerekli parayı dericiler kendi aralarında toplamışlardı. Ancak yeni yapılan köprü yıkılan köprüden farklı idi. Bu kez Tahta Köprü’ye baraj biçiminde yapmışlardı. Kapak daima kapalı dururdu. Gelen Alleben deresinin suları baraj kapaklarını aşarak yoluna devam ederdi.

Barajda biriken sular insan boyunu aşıyordu. Böyle bir gölet bizler için suya girip çimme, yüzme nedeni oluyordu.

Artık Tahta Köprü’den balıklama atlayarak artistlik yapanlara mı, bağdaş kurarak suya atlayanlara mı bakarsın. Tahta Köprünün önünde oluşan baraj bizim için eğlencelik olmuştu… Hemen her öğle sonu özellikle gençler çimmek için bu baraja koşarlardı. Tabakhanelilerde suya atlayıp yüzenlere bakarlardı. Anlaşılan Büyük Sel’in gelmesi biz gençlerin işine yaramıştı.

Büyük Sel’in gelmesi biz gençlerin bir işine daha yaramıştı. Taş Köprü’ye yakın barajın suları alçalırdı. Sular diz boyuna ancak gelirdi. Berrak sularda suyun dibi görülürdü. Bir de baktık ki suyun dibi bozuk paralarla dolu. Büyük Sel; Ekmekçi Muhtarın Berber Memik’in, Attar Taha’nın kasalarındaki paraları sürüklemiş dereye götürmüştü. Suyun dibinde çil çil bozuk paralar duruyordu. Bize ise bu bozuk paraları eşeleyip eşeleyip çıkarmak düşüyordu.

Bizim için gün doğmuştu. Artık babamızdan harçlık istemek derdinden de kurtulmuştuk. Dereye girip suyun dibindeki paraları topluyorduk.

Yalnızca madeni paralar vardı. Kağıt paraları sel suları alıp götürmüştü. Kim bilir kağıt paralar hangi çalılığa takılıp kalmıştı. Bu kağıt paralar arayıp bulmak dere boyunca araştırma yapmamızı gerektirirdi. Kağıt parların kullanılacak halde olmayacağını da tahmin ediyorduk. Bu düşünce ile kağıt para aramaktan vazgeçtik.

Büyük Sel evimizin hayatında gömülü olan paraları da toprağın yüzüne çıkarmıştı. Bu paraları Büyük Halalarımın gömdüğü söyleniyordu. Fransız Savaşında kaç kaç, kaç göç başlayınca Hasan Dedem aile efradını kağnı arabaları ile daha iç bölgelerdeki köylere göndermiş…

İşte Büyük Halalarım bu kaç göç sırasında paraları hayata gömmüşler; bir daha da çıkarma fırsatı bulamadıkları için olsa gerek Büyük Sel bu madeni paraların üstündeki toprağı da alıp götürmüştü. Hasan kardeşimle bu paraları eşeleyip çıkarmak bana kalmıştı. Ne var ki bu paraları tedavülden kalkmıştı. Hiçbirine kırık mangır vermiyorlardı.  Biz de bu paraları kilo ile bakırcılara satmak zorunda kalmıştık…

Ne günlermiş o gençlik günleri, bu gençlik günlerini zaman zaman düşlerimde görürüm. Ne renkli düşler o düşler…

Av. Hayri Balta, 7.12.2012

 

OKUDUK AMA NASIL?..

 

Hukuk Fakültesi 3. Sınıfında okuyorum. Önümüzdeki birkaç gün içinde sınavlar var.

Dogmatik Hukuk’un ne demek olduğunu bilmiyorum. Kendi kendime soruyorum yanıt bulamıyorum. Ya sınavda bu sorulursa… Demek ki hazırlıklı olmak gerek…Öncelikle bu dogmatik hukuku bilmem gerek…

Öğrenmekte çok zorluk çekiyorum. Yaş kırk  beş…

Sayfanın başında okuduğumu sayfanın sonuna doğru unutuyorum. Hadi yeniden baştan…

Sendikada çalışıyorum. Çalışma saati bitince bütün çalışanlar evine gidiyor.. Ben kalıyorum yalnız başına, koca sendikada…

Günün yorgunluğu üzerime çökmüş. Bunun yanında kaloriferin sıcaklığı uykumu getiriyor. Başım masaya düşüyor, yarı uyanık yarı uyur dalıp gidiyor uyur uyanık bocalayıp duruyorum….

Bir de bakıyorum ki böylece iki saat geçmiş ve ben iki saat içinde bir kelime öğrenemiyorum…

Artık gitme vakti geldi. Kitaplarımı çantama koyuyorum.Ne yapalım zorlama ile olmuyor… Yarın cumartesi, arkasından Pazar…”Dinlenirsem belki kendime gelirim!..” diyorum….

Ne çile yarabbi bu… Bu durumda bu okulu nasıl bitireceğim…

Bu olasılık aklımdan geçince çıldıracak gibi oluyor. Ortaokulu, Liseyi bitirmiş Hukuk Fakültesi üçe gelmişim. “Artık gücüm yetmiyor!..” diyerek vazgeçmek olur mu?

Karar veriyorum: Ne pahasına olursa olsun bu okul bitirilecek…

Hayri Balta, 4.1.2013

 

BİZ DE BEDELİ BÖYLE ÖDEDİK!..

 

Ankara’ya geleli üç yıl oluyor…

 

Ayağımdaki ayakkabı Hasan Balta’nın,

Sırtımdaki palto Yüksel Balta’nın,

Yeşil Yün Kazak Aysel Samlı’nın,

Ceket ve Pantolon Güner Samlı’nın,

Sırtımdaki gömlek Ejder Kalelioğlu’nun,

Boynumdaki boyun atkısı Vakıf Arı’nın,

Çorap ise bir başkasının armağanı,

 

Kiralık oturduğumuz evin aylık kirası 500 lira… Oturduğumuz ev  bizim hanımın dayısının mülkü; eğer başkasının olsa 1000 liradan aşağı oturtmazlar…

Yediğimiz de içtiğimizde de bir şey yok…

Şu an evde bir yoklama yapılsa100 gram peynir, zeytin bulamazlar…

 

Gece yaşantım yok. Kahveye gitmem, içki içmem, kahve – gazino bilmem; ama yine de geçinemiyorum…

 

Şu an çevreme 25 bin lira borçluyum. Cebimde ise 25 lira var…Eve bir kuruş bile bırakamadım.

Eşim eskileri satarak para sağlamaya çalışıyor…

Radyo ve televizyon vergisini nasıl denkleştireceğimi düşünüyorum.

Orta dereceli okula giden dört kızıma cep harçlığı veremiyorum…

 

3 aydır kız kardeşlerimden ödünç para alarak geçiniyorum.

Ve ben işçi haklarını koruyan sendikada çalışıyorum. Ağzımı açıp da söyleyemiyorum: “Önce çalıştırdığın işçilerin karnını doyur!” diye…Ve bizim başkan da “Faşizme ihtar eylemi için direnişe geçiyor…”

Ankara, 30.3.2013

+

Yazılmaz mı böyle bir yaşam. Bunlar yazılmayacak da ne yazılacak?…

Böyle bir yaşama dayanmaya yürek isterim. İkide bir de siyasi polis geliyor sendika; “Atın bunu buradan; bu, tehlikeli bir adam!..”

Yahu böyle cıbıldak bir adamın her yeri tehlike olsa ne yazar…

Böyle bir adam nasıl olur da solcu olmaz…

Bu ülkede fikir sahibi olmak ne zormuş…

Av. Hayri Balta, 31.1.2013

+

YENER:

Eh aşkolsun baba, ağlattın beni, o günleri bilmez miyim, hatırlamaz mıyım…

Hayri:

Yazmayalım mı, Yaptıklarının üstünü kapatalım mı?

YENER:

Yo yo iyi etmişsin, her zaman takdir ederim baba yazmalarını. olur mu öyle şey… duygulandım sadece

Hayri:

Ben sizlere örnek olsun diye yazıyorum…

+

++

TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:

Alfabetik olarak:

 

 

ANILAR: 15 KİTAP

  1. 1Alleben (Kaybolan Cennet) ve Fevzi Günenç’in Yazdıkları…
  2. Bir Aydın Adayı
  3. Bu Ortamdan Kurtulmalıyız
  4. Cahilin Dünyası
  5. Cehaletin Boyutları
  6. Dindar Filozof
  7. Halkevi Çalışmaları
  8. İtilmiş Bir adam
  9. Ayzly’e Mektup
  10. Muhbir ve Tertipçilerim
  11. Ölümsüz Yazman
  12. Son Nokta
  13. Röportaj ve …
  14. Zllli Kurt
  15. Zilli Kurt’un Çırpınışı

ATATÜRK: 3 KİTAP

  1. Atatürk Budur
  2. Son Mesaj Yalanı
  3. Temyiz Dilekçesi

DİN KONUSUNDA: 25 KİTAP

  1. Allah’ı Algılamak
  2. Allah Aşkı
  3. Allah Denince
  4. Ariflerin Dünyası
  5. Aydınlanma
  6. Din Konusunda
  7. Dinsel Tartışma
  8. Gerçeği Düşünmek
  9. Kızma Yok
  10. Misyonerin 100 Sorusuna Yanıt
  11. Ölümsüz Medüz
  12. Sırların Sırrı
  13. SSS 1 (Sevenler Soranlar Sövenler)
  14. SSS 2 Adsız Mehmet
  15. SSS 3 Küfürbazlar
  16. SSS 4  Dayatmaya Karşı
  17. SSS 5  Suat Emiroğlu
  18. SSS 6 Sayın Kul
  19. SSS 7 Bil-Bul-Sus
  20. SSS 8 Görüşler
  21. Taç’a Atılanlar
  22. Tanrı’ya Yakınlık
  23. Tanrı Düşüncesi
  24. Tanrı Sözü Ne Demektir?
  25. Takvimlerden 1

FIKRALAR: 17 KİTAP

  1. Allahın İmzası
  2. Bay Şafık
  3. Bu Adama Yazdırmayın
  4. Canı Kim Alıyor
  5. Dayak Olayı
  6. Edep  Yahu!..
  7. Erenlerden
  8. Gaziantep Ekspres
  9. Gaziantep Sabah
  10. Gönül Tamircisi
  11. Karanlıkta Alkışlar
  12. Laikleri Şişe Geçireceğim
  13. Papaz ve Şeytan
  14. Sanal Katılım
  15. Şakir Efendi
  16. Şeytanın Dölleri
  17. Tatlı Su Müslümanları

LAİKLİK: 5 KİTAP

  1. Laiklik
  2. Laik’im
  3. Laiklerin El Kitabı
  4. Laikliği Benimsemeden…
  5. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir

ÖYKÜLER: 3 KİTAP

  1. Cambazlar
  2. Muzır’dan Kes!..
  3. Yitmiş Bir Adam

MEKTUP: 4 KİTAP

  1. Aydınlara Mektup 1
  2. Mektup 2
  3. Mektup3
  4. Mektup 4

ŞİİR: 3 KİTAP

  1. Doğma Şunların Üstüne
  2. Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim
  3. Şiir Üstüne

+

BİR DE BUNLARIN ÜTÜNE SİTEDE YAYINLANAN ve e-kitaplara AKTARILANMAYAN 14 KİTABI EKLERSEK ŞU AN 86 KİTABINIZ SİTEMİZDE YAYINLANMAKTADIR… BİR BU KADAR DA HAZIR AMA YAYINLANMAYI BEKLEYENLER VAR…

+

NOT:

Sizde bulunmayan kitaplar için www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemizin E-KİTAPLAR bölümüne bakabilirsiniz…

Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz: hayri@tabularatalanayalanabalta.com

Av. Hayri Balta, 3.3.2013

X