KIZMAK YOK
- ÖP KOCANIN ELİNİ…
Biz küçükken “Öp babanın elini” diye şaka yapardı gençler. Şimdilerde bu şakanın yerini “öp kocanın elini” aldı. Nedeni de sayın Başbakanımızın davranışı.
Belki neden söz ettiğimi anlayamamışsınızdır. Öyle ise biraz gerilere gidelim. Şeker Bayramı’nın birinci gününe dönelim. Şeker Bayramı’nın birinci günü televizyonun haber programını hatırlayalım. Bayram’ın birinci günü televizyonda sayın Başbakanımızın Ege sahillerindeki bayramlaşmasını gördük. Sayın Başbakanımız yurttaşlarla bayramlaşmadan önce eşi ile bayramlaştı. Eşi ile bayramlaşması da şöyle oldu. Sayın eşi Semra hanımefendi, geldi, eşi kendisine sağ elini uzattı. O da öpüp başına koydu. Sonra da yanak yanağa gelerek birbirlerinin bayramını kutladılar.
Bunda ne var mı diyorsunuz? Çok şey var. Bir kere Batı ile aramızdaki ayrımı göstermesi bakımından çok önemli. Batıda baylar, bayanların elini öperler. Hiçbir bayan bir bayın elini öpmez. Böyle bir davranış akıllarına bile gelmez. İşte batı ile doğuyu birbirinden ayıran anlayış, Batı kadına verdiği değer nedeni ile bugün en gelişmiş ülkeler topluluğu olmakta…
Bu nedenledir ki büyük Atatürk kadının toplumdaki yerini alması için çaba gösterdi. Onun çabaları sonucudur ki kadın öğrenci oldu, öğretmen oldu, doktor oldu, avukat oldu, savcı oldu, yargıç oldu, mimar oldu, müzisyen oldu, ressam oldu, gazeteci oldu, hemşire oldu, oyuncu oldu ve toplumun her kesiminde yerini aldı.
Kadınlarımız şimdilerde kaymakam olma savaşında. ANAP iktidarına göre kadınlar kaymakam olamazmış. Savcı oluyor, yargıç oluyor, doktor oluyor ama yönetici olamıyor. Milletvekili oluyor, bakan oluyor ama kaymakam olamıyor. Ama bir gün gelecek kadınlarımız kaymakam da olacak, vali de olacak. Hindistan’da kadın başbakan olur, İngiltere’de kadın başbakan…
Bir kadına el öptürmek yerine, onunla tokalaşmak yerine, onun eli öpülmelidir…
Ankara, Barış, 26 Haziran 1986
- ÇOCUKLARIMIZA KIYMAYALIM
KIZMAK YOK
- YASAKLAR DÖNEMİ…
Tarih; ANAP iktidarını, pahalılığı yaratan, enflasyonu önleyemeyen, işsizliğe çare bulamayan, memura, işçiye, emekliye az para veren, grevsiz, yürüyüşsüz, toplantısız memleket yöneten, liberal ekonomi deyip de emeğini satamayanların iktidarı olarak tanımlayacaktır.
Sık sık duyulduğu gibi TRT’de kimi sözcüklerin kullanılması yasak. Öğretmenlerin-memurların sendika kurması yasak. İlerici parti kurulması yasak. Şu yayınlar yasak, şu film yasak, şu oyun yasak…
Bu yasaklar arasına şimdi Kitab-ı Mukaddesin satılması da girdi. – Bilindiği gibi kutsal kitaplar dizisinden olan Kitab-ı Mukaddes. Tevrat-Zebur, İncil’den oluşur. Kutsal kitaplar denince akla: Tevrat-Zebur, İncil, Kuran gelir.
Demek ki yasaklar kervanına Kitab-ı Mukaddes de girdi. Yahudilerin, Hıristiyanların kutsal kitabı olan Tevrat-Zebur-İncil’in niçin yasaklandığına ilişkin bir açıklama yok. Bu konuda 1941 yılında alınmış bir Bakanlar Kurulu kararı varmış.
Yasaklanan bu Kitab-ı Mukaddes 1866 yılında 4. Mehmet zamanında Türkçeye çevrilmiş, tercümeyi yapan da padişahın baş tercümanı Ali Bey’miş. Ali Bey’in el yazısı ile yapmış olduğu bu çeviri bu gün Hollanda’nın Leyden Üniversitesinde bulunuyormuş. Kitab-ı Mukaddes yine 1890 yıllarında Cami Baykurt tarafından yeniden Türkçeye çevrilmiş. Günümüze kadar gelen çeviri de onun çevirisi imiş.
Şirket yetkilileri: “Satışın yasaklanması değil, basımın durdurulması söz konusu…” diyormuş. Öyle anlaşılıyor ki yeniden basmak yasak… Doğrusu niçin bu yola gidildiğini anlamak güç…
Bir kere İslamiyet’te imanın koşulu olarak şöyle denir. Yaratana, elçilerine (dikkat edelim elçiye demiyor, elçilerine diyerek çoğul kullanılıyor), kitaplarına (burada da çoğul kullanılıyor: Kitaba demiyor, kitaplarına deniyor), meleklerine (iyi ve kötü duygulara) kaza ve kadere, ahrete deniyor…
Bu konuda Bakara suresi 4 ve 285’e bakınız.. Yine bu konuda halkımız arasında “4 kitabın 4’ü de hak!” denir… Tahrif edilmişse niçin 4 kitabın 4’üde Hak denir?.. Tanrı kendi kitaplarını nasıl tahrif ettirir?…
Demek ki diğer çevirilerin ne dediklerini anlamak ve onlara inanmak da İslamiyet’te imanın koşullarından…
Tanrının diğer elçileriyle söyledikleri Tevrat, Zebur, İncil’de yazılı. Bu nedenle yalnız Kuran-a demiyor, kitaplarına denerek çoğul kullanılıyor. Demek ki bir Müslüman yalnızca Kuran-ı değil diğer kutsal kitapları da okuyacak. Onlara da inanacak. Bu durumda bir dinsel buyrukla karşı karşıyayız. Bu buyruk Kuran’da sık sık yinelenir. Bakınız; K.2/41, 69, 73, 87, 91, 137; 5/41, 44, 68; 10/37…
Ezbere konuşmuyoruz. Kuran’ı kaynak gösteriyoruz…
Din adamları Kuran’dan önceki kutsal kitaplar değiştirildiğinden okumaya değmez diyerek Müslümanların diğer kutsal kitapları okumasını engellemeye çalışıyorlar. Oysa bu kitaplar okunup incelense Müslüman dünyası bilmediği çok gerçekle karşılaşır. Bu kitapların da okunmasında yararı vardır, zararı yoktur.
Sonra Tanrı sözü değiştirilemez, tahrif edilemez. Eğer tahrif edilmişse o söz Tanrı sözü değildir… Kaldı ki Tanrı sözü de bir simgedir…
Bilmiyorum, yasaklarla nereye varılacak. Bu yasaklar içinde en kötüsü, en tehlikelisi, insanın araştırmasını, düşünmesini engelleyen yasaklardır.
Ankara, Barış, 3 Şubat 1986
- ÖP KOCANIN ELİNİ
KIZMAK YOK
- DİN ve TANRI KONUSUNDA…
ANAP iktidarı geçtiğimiz günlerde “Tanrı’yı ve dini korumak düşüncesiyle” TCK 175. maddesini değiştirdi.
TCK 175’e göre: “Her kim devletçe tanınmış olan dinlerden birini tahkir maksadıyla dini işlerin yahut ibadet ve ayinin icrasını men veya ihlal ederse bir aydan altı aya kadar hapis olunur” şeklinde idi.
Getirilen değişiklikle hapislik cezası 6 aydan başlıyor.
Önce bir aydan başlıyordu, şimdi 6 aydan başlıyor.
Demek ki 1 aylık ceza yetmiyor ve yetmediği için 6 ay ceza verilmek isteniyor.
Anlaşılan ceza vermekle olmuyormuş. Gerçekten de tanrı ve din anlayışı insana kendisinden gerek. Kendisinde dinî bir eğilim, dinî bir idrak olmayan insanda yasakla, ceza ile din duygusu yaratmak.
Ne anlamsız, ne biçimsiz bir tutum Tanrı korkusu yaratmak!
İşin bir de başka yönü de var. 1982 Anayasası’nın 10. maddesinin 1. fıkrasında aynen şöyle yazar:
“Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
ANAP iktidarı getirdiği değişiklikle bu eşitlik ilkesini zedelemiştir.
Bir adam, bir başkasına “Ulan senin felsefi inancına …” dese hiç bir ceza görmeyecektir.
Bu gün birçok toplumlarda dinsel düşünce aşılmış, insanlar yaşamlarına felsefi inançları ile yön vermektedir.
Kaldı ki dine de, Tanrı’ya da küfreden insan bilinçli olarak küfretmemektedir.
Öfke ile küfür etmektedir.
Adanalı bir asker arkadaşım vardı…
Allahlı küfürden başka bir şey bilmezdi.
Küfür bir anormalliğin, bir kendinden geçmişliğin belirtisidir.
Sinirlenen insanın bilinçli davranması söz konusu değildir.
Uygulamamızda bile öfke ile yapılan hakaretimiz sözlerden dolayı sanıklara, hakaret kastı olmadığı için ceza verilmemektedir.
Yurdumuzda Adanalılar sinirlendikleri an ağızlarından çıkanı kulakları duymaz.
Adana’daki ceza yargıçlarının işi zor: Çünkü Adanalılar Allahsız küfür yapmaz…
Yargıçlar öfke ile ağzından çıkanı kulağı duymayanları nasıl cezalandıracaktır.
Bu küfürbazlarda manevi unsur olan kastı nasıl bulacaklardır?
Gerçekten de Adana’da çalışan ceza yargıçlarının işi zor olacaktır.
Asıl önemlisi Tanrı’nın insanlarca korunmaya gereksinimi var mı?
Tanrı kendini koruyamaz mı?
Kendi kendini koruyamayan Tanrı’ya Tanrı denir mi?
Asıl üstünde durulması gereken konu budur.
Bir Tanrı, insanların korumasına nasıl gereksinim duyar.
İnsanların korumasına gereksinimi olan bir “Tanrı’nın Tanrısallığından söz edebilir miyiz?
Çok şükür benim inandığım Tanrı’nın insanlar tarafından korunmaya gereksinimi yoktur…
Önce; Tanrı nedir? Din nedir? Bu kavramlara bir açıklık getirme zorunluluğu vardır.
Tanrı insanın biyolojik yapısının içindedir.
İnsan toplumun beğenmediği, yasaların suç saydığı bir işi yaparken içinden bir ses kendisini uyarır. “Cız” diye bir uyarıcı alır. İşte bu vicdan (Tanrı’dır…)
Din edebiyatında buna ruhul kudüs (Cebrail) denir…
Yunus Emre, bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
“Bir ben var bende tenden içeri!” demiştir…
Din ise bir yaşama yöntemidir.
Her kim Tanrı’ya ve dine karşı gelirse, geldiği an cezasını görmeye başlar.
Önce kötü eylemlerimizden kurtulmak gerekir.
Din edebiyatında buna “ölmek” denir.
Yani insan duyarsızsa, kötülüğe bağışıklık kazanmışsa; o insan, yaşarken bile ölüdür.
Sonra şu önemli gerçeği de belirteyim: “Tan ölülerin değil dirilerin Tanrısıdır. (İncil, Matta, 20/22).
Anlayan beri gelsin…
Din, şeriat demek değildir.
Bunu da anlayan beri gelsin…
Din Allah’ın,
Şeriat, Peygamberlerin…
Bu konu için Kuran’daki şu ayete bakılmasını öneririm. (K. 30/30)
Cezanın, öldükten sonra, öte dünyada verileceği anlayışı bilimsel değildir…
İnsan, eğer ölmeden önce ölmüşse, suçunun cezasını yaşarken görür.
ANAP’lıların böyle bir Din ve Tanrı anlayışı olsaydı, öyle bir yasaya gerek duymazlardı.
Din anlayışı çok yüce bir duygudur. Yeter ki içimizde olan bu duyguyu duyalım.
İçimizden gelen uyarıcılara kulak verelim.
Benliğimizdeki akıl, sağduyu, vicdan bileşiminin, doğa yasalarının Tanrı olduğunu bilelim…
Ankara, Barış, 18 Ocak 1986
- YASAKLAR DÖNEMİ
KIZMAK YOK
- CEHENNEMLİK MİYİZ?
Kimsenin inancına karışmaya hakkımız yok. Allah bile kendi peygamberine: “Sen yalnızca bildirmekle yükümlüsün. Daha fazla ileriye gitme!” demiştir.
Bu gerçeği Sayın Cumhurbaşkanımız son konuşmasında dile getirmiştir.
Dinsel gerçek bu iken kendilerini Allah’ın mücahitleri sanan; dinden habersiz din adamları, son günlerde arka arkaya gazetelere demeçler vererek Türkiye Cumhuriyeti’nin aydın ve Atatürkçü yurttaşlarını suçlamışlar, onların cehennemlik olduğu hakkında demeçler vermişler.
Gelin sabah gazetesinde iki gün arka arkaya yayınlanan şu demeci birlikte okuyalım:
Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Genel Başkanı
“Bütün Kadınlar başlarını örtmek zorundadır. Bu Allah’ın emridir”
Allah’ın emri ise yalnız Müslümanlar için mi geçerlidir?
Allah’ın emri bütün insanlar için geçerli değil midir?
Allah emrini yerine getirendir…
Müslüman kadınlar dışındaki bütün kadınlar niçin başı açık gezmektedir…
“Müslüman Türk vatandaşı ya Allah’ın emri ya Atatürk ilkeleri şeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmaktadır”
Demeci daha geniş olarak okumak isterseniz 6 Ocak 1986 tarihli Sabah gazetesinde “Başörtü Kavgası” başlıklı habere göz atabilirsiniz. Habere baktığınızda Danıştay’a çatıldığını da göreceksiniz.
Aynı gazetede bir gün sonra İstanbul Müftü Vekili Cemal Çağlar da baş kaldırarak, “Başını örtmeyen cehenneme gider!” fetvasında bulundu.
Müftü vekili aynı konuda Danıştay’a da dokundu:
“Danıştay’ın başörtüsü konusundaki kararı Müslümanlığa hakarettir!” dedi.
Daha da ileri giderek: “Din işleriyle uğraşanlar devlet işleriyle uğraşmıyorsa, devlet işleriyle uğraşanlar da din işleriyle uğraşmasınlar!” diye tehdit etti.
Böyle derken, kendisinin de bir devlet memuru olduğunu unutuyor.
Oh, ne güzel, hem din işleriyle uğraşıyor, hem de devletten tıkır tıkır her ay maaş alıyor.
Arkalarında namaza duranlar ise devletten bir kuruş almıyor….
Bunlar ise dini hizmetleri karşılığında hem devletten maaş alıyorlar, hem de Allah’a kulluklarını eda etmiş oluyorlar.
Hani Allah’a kulluk karşılıksız olurdu.
Hani Müslümanlıkta ruhban sınıfı yoktu!…
Birkaç gün önce Sayın Başbakanımız İran’a gitmişti.
Televizyonumuz Başbakanımızın gezisini yansıtırken İran’dan görüntüler de sergiledi.
En çok dikkatimi çeken Irandaki kadınların çarşaflara bürünmüş, başörtülü görüntüleri idi.
Bu görüntüyü görünce Atatürk’ün büyüklüğünü bir kez daha aklıma geldi…
Şimdi olaya gerçekçi açıdan bakalım. Biz Cumhuriyet çocuklarının hangisinin eşinin, kızının, karısının başörtüsü var.
Yine Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmiş olan devlet ve hükümet büyüklerinin hangisinin eşinin, kızının, bacısının şeriat inançlarına göre çarşafa bürünüp başını, gözünü, yüzünü, örttüğü görülmüştür…
Öyleyse sorabiliriz: Bizler, eşlerimiz, kızlarımız, bacılarımız, devlet ve hükümet büyüklerimizin eşleri, kızları ve bacıları cehennemlik mi?
Değilse, bu sözde din görevlilerinin bizleri suçluluk duygusu içine atmalarına niçin izin verildi?
Oy için değil mi?
Ankara, Barış, 11Ocak 1986
- TANRI KONUSUNDA
KIZMAK YOK
- TOPLUMDA KADININ YERİ…
Övünmeye gelince övünürüz..
Eski Türklerde kadının yeri erkeğinin yanı deriz.
Kurultaylara kadın da katılır deriz.
Öyle ki törenlerde devlet başkanının yanında devlet bakanının eşi de bulunur deriz.
Gerçi bu geleneğimizle ne denli övünsek azdır.
Çok eskiden beri var olan bu uygarlık bizim malımızdır…
Arap dünyası ile içli dışlı olunca, haremlik-selamlık yöntemi saraylarımızdan, köşklerimizden, evlerimize değin yerleşmiştir…
Büyük Atatürk kadın erkek eşitliğini sağlamak için çok çaba gösterdi.
Kadının yerini erkeğe eşit olarak çalışma yaşamının birçok kesiminde belirledi.
Bu gün kadınlarımız avukat, savcı, yargıç, doktor, eczacı, öğretmen, mühendis, mimar, müzisyen, ressam, gazeteci oluyorsa bunu her şeyden önce Büyük Atatürk’e borçluyuz.
Ne var ki Atatürk’ten sonra kadınlarımız toplumdaki yerini özgürce alamamaya başladı.
Her alanda kadınlarımız toplum yaşamından dışlandı.
Kadına verdiğimiz değer gittikçe önemini yitiriyor.
Örneğin geçenlerde bir dini bayram günü gazetelerimiz Başbakanla-eşinin bayramlaşmasını görüntülüyor….
Başbakanımızın eşi kocasının bayramını kutlarken işe ellerini öperek başlıyor. Bu fotoğrafı görünce içim sızladı. Bir koca Başbakan, topluma örnek olması gereken bir Başbakan, eşine bayramlaşmada elini öptürürse kadını aşağılamaktan zevk alan geri kalmış erkeklerimizin kadınlarımıza karşı davranışını var sen hesap et.
Aynı görüntü ile televizyonda da karşılaştım. Kaynanalar dizisinde bir köyde kuduz hastalığı kuşkusu ile karantinaya alınan Nuri Kantar evine kavuştuğunda karısı ellerine sarılıp öpüyor…
Kadın kocasının elini öper mi?
Hani kadın erkek eşitliği vardı. Kocası da olsak eşimize elimizi öptürürsek ona verdiğimiz değer anlamını yitirmez mi?
Oysa kadın bizlerin; anası, bacısı, kızı, sevgilisi, değil mi?
Halası, teyzesi değil mi?
Kadınlarımız karşısında niçin küçülüyoruz.
Bir toplum kadınlarını yücelttiği oranda yükselir.
Batı toplumunun doğu toplumlarını geride bırakıp geçmesinde kadına verdikleri değerin önemi yok mu?
Niçin bizler kadınlarımızın çekiciliği karşısında, güzelliği karşısında kendimize çeki düzen verip, sağlığımıza, giyimimize, tıraşımıza özen göstererek kendimizi çekici ve güzel kılmıyoruz da, kadınlara karşı sorumluluğumuzdan kurtulmak için onları katıp toplumdan soyutlamaya çalışıyoruz.
Kadın ile erkeğin birbirini etkilemesinin toplumda nasıl bir itici güç olacağını niçin hesaplayamıyoruz.
Kadının güzelliği, çekiciliği, estetiği karşısında içimizde uyanan erkeksi duygularımızdan kurtulmak için bütün yükü kadınlara yüklüyoruz.
Erkeksi duygularımızın uyanmasına neden oluyorlar diye niçin onları eve hapsetmek istiyoruz?
Erkeksi duygularımız uyanmasın diye kadınlarımızı kapatacağımıza erkek olarak kendi duygularımıza hakim olsak ve kendimizi kadınlarımıza beğendirme yolunda çaba gösterip nitelik kazansak kötü mü olur?..
Geçtiğimiz hafta içinde Ege Bölgesi’nde bir gezinti yapan, bir okulda kızlarla erkeklerin ayrı ayrı sınıflarda eğitildiğini gören Sayın Cumhurbaşkanımız ne denli üzülmüştü.
Bu konuda ne kadarda uyarıcı konuşmalar yapmıştı.
Dinleyen var ama anlayan kim.
Konunun önemini kavrayan kim.
12 Aralık 1985 günü Cumhuriyette kadınlarımızın bir yakınması vardı. Köy Hizmetleri Müdürlüğü 1. Bölge Müdürlüğü’nde kadın ve erkek işçilerin yemek yedikleri yerin ayrıldığı belirtiliyor.
Bu konuda yakınanlar da kadın işçilerimiz. Kadın işçilerimiz: “Niçin bizleri erkek arkadaşlarımızdan ayırıyorsunuz!” diyorlardı…
Şimdi ben de Atatürkçü (!) yöneticilerimizden soruyorum: Bizleri niçin analarımızdan, bacılarımızdan, karılarımızdan, kızlarımızdan, sevgililerimizden ayırmaya çalışıyorsunuz? Biz mi kadınlarımıza layık değiliz, yoksa kadınlarımız mı bize layık değil?
Kadınlarını yüceltmeyen toplumlar yücelemez…
Ah, ne olurdu bu gerçeğin bilincine varabilseydik…
Ankara, Barış, 21 Aralık 1985
- CEHENNEMLİK MİYİZ?
KIZMAK YOK
- SORU MU BU? (2)
Aşağıdaki soruları dikkatle okuyalım. İsterseniz, kendinizi öğrencilerin yerine koyunuz. Bir deneyin kendinizi bakalım. Soruların kaçta kaçını yanıtlayabileceksiniz.
Böylece kendi kendinizi din ve ahlak konusunda sınava çekmiş olursunuz.
Verdiğiniz yanıtların azlığına çokluğuna bakarak da dininizin ve ahlâkınızın ölçüsü hakkında bir görüş edinmiş olursunuz
Şimdi soruları sıralayalım. Bu sorular İstanbul Kadıköy Kız Lisesi Orta 3. sınıf öğrencilerine sorulmuştur.
İstanbul Kadıköy Lisesi Ortaokul 3. sınıf öğrencileri bu sorulara verdikleri yanıtlarla geçer not alamadıkları için tümden sınıfta kalmışlardır.
Ortaokulu bitirip liseye geçememişlerdir.
Bakalım sizlerin dini ve ahlak bilgi dereceniz ne kadar?
Şimdi sorulan sıralıyorum size…
Her soru 10 puan…
1-Emanetle ilgili bir ayet meali yazınız?
2-Karz-ı Hasan neye denir?
3-Mevlid törenleri Türkler ve Osmanlılar arasında ilk defa ne zaman yapılmıştır? Tarihi ile yazınız.
4-Hudeybiye anlaşması hangi savaşlardan sonra kaç tarihinde yapıldı?
5-Hazret-i Peygambere ilk gelen ayetlerin manasını yazınız.
6-Yesrid, Ümmü Eymen terimleri bize neyi hatırlatır?
7-Hazreti Peygamberimizin anne ve babasının soyunu yazınız. Hem de dede isimleriyle birlikte.
8-Hazreti Süleyman’ın ölümünden sonra kimler peygamber oldu? Sırasıyla yazınız.
9-Dünyadaki her şeyi mutluluğunuz için verdiğini bildirdiği Kuran ayetinin manasını yazınız.
10-Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması hangi olayla başlamıştır? Emeği geçenler kimlerdir? Olayları ve tarihlerini de yazınız.
Ne yalan söyleyelim, ben bu sorulardan 3. 5. ve 10. soruyu şöyle böyle yanıtlandırdım.
Aldığım puanları toplayınca 100 üzerinden 25 puan aldım. Yani ben de sınıfta kalmış oldum.
Bakalım sizler kaç üzerinden kaç puan alacaksınız.
Öğrencilere sorulan ve hepsinin de sınıfta kalmasına neden olan bu soruların altında Din Dersi Öğretmeni Cemalettin Çakmakçı’dan başka komisyon başkanı aynı zamanda okul müdürü Hüseyin Yazıcı, komisyon üyeleri H. Çıtlar ile İ. Dinler’in de imzaları var.
Allah aşkına bu soruların din ve ahlâk dersi ile ilgisi ne oranda? Bu soruların çoğu genel tarih sorusu. Çoğu da tutarsız… Örneğin: Bir yerde ayet mealini yazınız diyor. 5. soruda da ayetlerin manasını yazınız, diyor. Hele 3. soruda Türkler ve Osmanlılar denilmesi nasıl açıklanacak? Türkler ayrı, Osmanlılar ayrı mı?…
Demek ki soruyu hazırlayanların kafası karışık. Duru bir mantık süzgeci yok.
Sonra bu soruların din ve ahlak dersi ile ilgisini de kuramadım.
Din ve ahlak dersinde tarihi bilgiler değil, neyin doğru, neyin yanlış olduğu öğretilmelidir.
Örneğin, kopya çekmenin, densizliğin, tembelliğin, yalancılığın, hırsızlığın, gevezeliğin insana yakışmadığı öğretilmelidir.
Hele hele Allah’ın gazaba gelerek, insanları cezalandıracağı korkusu ile gencecik çocukları eğitmenin hiç bir yararı yoktur.
Yapılması gereken öğrencide kişiliğin geliştirilmesidir.
Öğrenciye, kendi davranışlarının sonucunda toplumda göreceği tepkiler ve yasalar karşısındaki durumu öğretilmelidir.
Yani öğrenciye neyin doğru neyin yanlış olduğu, neyi yaparsa mutlu olacağı anlatılmalıdır.
Yoksa Kars-ı Hasan’ı, Yesrid, Ümmü Eymen terimlerini bilse de olur, bilmese de olur.
Bilmese daha iyi olur…
Televizyonda “Bu çocuklar bizim çocuklarımız” diye sokağa atılmış çocukların yaşantısı gösterilmişti. Çocuklar sokağa nasıl atılır?
Bizim bile bilemeyeceğimiz sorular çocuklara sorulursa çocuklar sokağa atılmış olur.
Ne olur çocuklara kıymayalım efendiler.
Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Bu çocuklar Türk çocuklarıdır.
Onları hacıların, hocaların, şeriatçıların elinden kurtaralım…
Milli Eğitimi de hacılardan, hocalardan, şeriatçılardan arıtalım.
Ankara, Barış, 14 Ekim 1985
- TOPLUMDA KADININ YERİ
KIZMAK YOK
69-AYDIN DİN ADAMI…
Prof. Dr. Neşet Çağatay Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerindendi bir zamanlar. 1961-1973 yılları arasında İlahiyat Fakültesi’nde dekanlık da yapmış.
Bazı yazarlarımız, düşünürlerimiz, aydınlarımız, “din adamının aydın olamayacağı görüşünü ileri sürmüşlerse de” bu kanının yanlışlığının en belirgin kanıtı Prof. Dr. Neşet Çağatay’dır.
Gerçek Yayınları arasında çıkan 100 Soruda İslâm Tarihi adlı yapıtta adı geçen profesörün aydın bir din adamı olduğunun belgesidir. Bu yapıtı okuyanlar din adamlarının da aydın olabileceği kanısına varacaklardır.
Nokta Dergisi bu aydın din adamı ile röportaj yapmıştır. Neşet Çağatay, Nokta Dergisi’nin 39. sayısının 16. Sayfasındaki bu röportajda laiklik ve Diyanet İşleri Başkanlığının işlevi konusunda cesurca görüşler ileri sürmüştür.. Bu ilginç ve yararlı röportajın bir bölümünü aktarıyorum:
“Nokta: Laiklik devletin din işlerine karışmasını da gerektirir mi?
Çağatay: Bence, laiklik kavramı devletin din işlerine karışmasını gerektirmez. Devlet bu ilişkileri düzenleyebilir.
Vatandaşın dine ihtiyacı var. Diyanet İşleri kurulmuş mesela. Vatandaş da bu kuruma gidip danışacak, başvuracak. Ama bugün Diyanet İşleri’ne bakıyoruz. Adam televizyona çıkıyor:
“Peygamber göğe çıktı Allah’la görüştü.” diyor.
YAHU BUNU SÖYLEYEN KAFİR OLUR! ALLAH İNSAN MI Kİ GÖRÜŞÜYORSUN!
Diyanet İşleri benim anladığım anlamda işlemin tamamen dışındadır. Bütün kabahat Diyanet İşlerinde… Dini halka gerçek anlamıyla vermiyor. Yalan yanlış yayınlar yapıyor, toplumu pisliklerden kurtaracak, vatan sevgisine bağlayacak tek bir yayın gördünüz mü Diyanet yayınlarında? Kasetlerle Kuran satıyor, binlerce Kuran kursu var, ne olacak Kuran kurslarında…”
Bunları bir din profesörü söylüyor…
Bu ağır suçlamalar karşısında, aradan bir haftayı aşkın bir süre geçmesine karşın, Diyanet İşlerinden ses çıkmamıştır. Bu röportajla: Diyanet İşleri işlevini yerine getirmemekle, halka yalan yanlış bilgiler vermekle, Allah’ı cisimleştirmekle, kişileştirmekle suçlanmaktadır.
Allah’ı cisimleştirme, kişileştirme suçlaması üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
Gerçekten de Diyanet İşleri Allah’ı cisimleştirmekte, kişileştirmektedir.
Peygamberin, Allah’la görüşmek üzere Burak atına binip de göğe çıkması ile Allah’ın bir yeri (mekanı) olmaz mı? Oysa “Allah zaman ve mekandan münezzeh değil mi?”…
Sonra Kuran’dan alınma şöyle bir ayet yok mu?
“Ben hiç bir yere sığmadım. Mümin kulumun kalbine sığdım.” (Hadis)
Kaf, 16’da: “Çünkü biz ‘ona şah damarından daha yakınız.”
Yine Enfal. 24’te şöyle yazmıyor mu: “Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.”
Bu ayetlere göre Allah, mekandan ve zamandan münezzeh olmuyor mu?
Bunlar Diyanet’i hiç düşündürmüyor mu?
Burak atına binilip görüşmek üzere yanına gidilen Allah:
“Mümin kulun kalbine nasıl sığar?”
“Kişi ile kalbi arasına nasıl girer?”
Zaten insanlık ne çekti ise Allah’ın ve Din’in ne demek olduğunu bilmeyenlerden çekmiştir.
İnsanlığın kurtuluşu Allah’ın ve din’in bütün gerçekliği ile anlaşılmasına bağlıdır…
Oysa Diyanet İşleri; dini gerçek anlamıyla toplumsal, tarihsel koşulları içinde vereceğine, tamamen yalan-yanlış bilgiler ve hayal ürünü olaylar anlatarak insan aklını işlemez duruma getiriyor.
Çelişkiler içinde kalan insan, derine dalarsam kafayı oynatırım düşüncesi ile kendisine sunulan yalanları, yanlışları kabul etmek zorunda kalıyor…
Böylece Tanrı’dan da uzak düşüyor…
Din düşüncesi insanı oyalayan düşüncelerin başında gelmektedir.
Sağlıklı düşünebilmenin başlıca yolu insanın dinsel düşüncelerini gerçekler üzerine oturtmasına bağlıdır…
Dinsel sorunlarından arınmış bir insan, karşılaştığı bütün sorunları rahatlıkla çözümler.
Yüzde doksanı dışarıdan ilkokul mezunu olan din adamlarının yalan yanlış bilgilerinden toplumu kurtarmak gerekir.
Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın yaptığı cesurca girişimlerdir…
Aydınlarımız, din konusunu bilgisiz din adamlarının elinden alarak gerçekleri ortaya çıkarmalı, dini toplumsal ve tarihsel koşullan ile halka anlatmalıdır.
Halkımızın aklını işlemez duruma getiren, onu korkular içine atan, atıl duruma sokan batıl inançlarından kurtarmalıdır.
Akla ve bilime uygun olarak sağlıklı düşünmesini sağlamalıdır.
Böylece hem milletimize, hem de insanlığa en büyük hizmeti yapmış oluruz.
Aydınlarımızın din konusunu açıklığa kavuşturmaması başlıca sorunumuz…
Ankara, Barış, 12 Ekim 1985
- SORU MU BU? (2)
KIZMAK YOK
- CESARETİN KAYNAĞI…
Geçtiğimiz haftalar içinde irticanın yeniden faaliyete geçtiğine tanık olduk.
İrticanın bu şahlanışı başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere Genel Kurmay Başkanlığı ve Atatürkçü aydınları tedirgin ettiği gözden kaçmamaktadır.
Bütün bunlara karşın şeriatçı akımlar yedi başlı ejderha gibi yurdun çeşitli yörelerinde şahlanmış… Daha bir hafta önce İstanbul ve Ankara gibi iki önemli büyük kentimizde kökü dışarıda olan Hizb-üt Tahrir adında amacı şeriat devleti kurmak olan bir örgüt camilerimizde, bazı evlerde, Hizb-üt Tahrir Anayasası başlığı altında bildiriler dağıtmaktan çekinmemiştir.
Hizb-üt Tahrir siyasi parti olup ideolojisi İslâm’dır.
Amaçları hilafeti getirmek, İslâm devleti kurmak, cihat yoluyla dünyayı İslâm’a davet etmektir.
Bunlara göre laik düzenler başta olmak üzere bütün diğer ülkeler küfür düzenidir.
Küfür içinde olan kafirleri, imana gelmezlerse, ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Bu ortadan kaldırma eylemi, İslam’a göre, Allah’ın buyruğudur.
Bu ortadan kaldırma eyleminin İslâm adına cihat denir.
Bütün insanlar ya Müslüman olacak ya ölecek.
Burada bir hatırlatma yapalım. Hani dinde zorlama yoktu… Dinde zorlama var. Bakınız bu konuda Gazali ne demektedir: “İnanmayanlar kılıçla yola gelir. Kılıç dil ve mantığın yapamadığını yapmıştır.” Gazali’nin dayanağı da Kur’an… Bakınız; 5/33, 9/5… Bunun gibi daha pek çok!…
Kökünün dışarıda, Ürdün’de, olduğu söylenen Hizb-üt Tahrir Örgütü’nün Ankara’da dağıttığı bildirilerde:
- İçki içen, herkesin önünde kırbaçlanacak.
- Kişisel özgürlük, düşünce özgürlüğü diye bir özgürlük söz konusu olamaz.
- Milliyetçilik (Yani Türkçülük) eşittir komünizm.
- Süsünü gösteren kadın cezalandırılacaktır.
Şimdi de Hizb-üt Tahrir Anayasası’nda bazı maddeleri görelim:
- “Cumhuriyet’i ilga edip hilafet getirilecektir.
- Egemenlik milletin değil şeriatındır.
- İslâmi partiler dışında başka partilere müsaade edilemez.
- Geçerli nikâh şeriat nikâhıdır.
- Devletin resmi dili Arapça olmalıdır.
Bütün bunların yanında Emniyet Genel Müdürü Bedük’ün açıklaması da şöyle:
“On bir dinci örgüt var. Beşi yasa dışı, altısı ise sessiz ve derinden çalışıyor.”
Yine gazeteler: Fatih’te irtica havası estiren “Mahmut Hoca’ya dikkat!” diye başlık atıyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki şeriatçı akımlar eyleme geçmiş durumdalar.
Bir yerlerden cesaret alıyorlar.
Kendilerine cesaret verenler var.
Acaba diyorum, şeriatçi akımlar cesareti ANAP’tan almasın… Çünkü Ordu Milletvekili Prof. Dr. Bahriye Üçok, 11 Nisan 1984’te Büyük Meclis’e bir konuşma yapıyor:
“Diyanet İşleri Gazetesi’nde: İslâm ilkelerine zıt bir durum tatbik edilmek istendiğinde devlete itaat edilmez, deniyor. Yani biz şeriat kurallarına ters düşen bir kanun çıkaracak olsak halkı isyana teşvik etmiş mi olacağız, doğru mu?” diye soruyor.
Bunun üzerine ANAP’lılar “Doğru!” diye bağırıyor.
Öyle ki Maliye Bakanı Alptemuçin:
“Bu meclisin vaktini işgal etmeye hakkınız yok!” diye milletvekili Sayın Bahriye Üçok’a çıkışmayı ihmal etmiyor…
ANAP milletvekilleri Diyanet İşleri Gazetesi’nde yazılan bir yazı gereğince şeriat kurallarına ters düşen bir kanun çıkarılması halinde halkın buna isyan etmesini olağan gördüğüne göre bizim bu şeriatçı eylemcilere ne demeye hakkımız var.
Açıkça görülüyor ki şeriatçı, cesareti ANAP iktidarından alıyor.
Ama bilmiyorlar ki Atatürk’ün ruhuna karşı gelmeye ANAP iktidarının da, şeriatçı eylemcilerin de gücü yetmeyecektir.
Ankara, Barış, 8 Ekim 1985
KIZMAK YOK
- TARİKATÇI MI OLALIM?
Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığı 9.7.1985 tarih ve 1739 sayı ile incelenerek, Lise ve dengi okul öğrencilerine eğitim ve öğretim açısından tavsiye edilen İslam dergisi’nde, Nokta Dergisi’nin 38. sayısının 53. sayfasında belirtildiğine göre:
“Az ye, az iç, az uyu, az konuş, çok zikret, çok düşün, tefekkür et. Tarikat denilen bir meslek var ya, bu mesleğin köküdür bunlar. Bazı insanlar derler ki, bu tarikat nereden çıktı? Müslümanlık yetmiyor mu? Bunun aslı Kuran ve hadis’tir. Çünkü tarikatta gaye istikametin istikametini emreden Kuran’dır.”
Bu Yazıya göre gençlerimiz açıkça tarikata girmeye zorlanıyor. Tarikatçılığın dayanağı da Kuran olarak gösteriliyor. Acaba Kuran hangi tarikata girmeyi tavsiye ediliyor? Çünkü tarikat denen meczup üretme kurumu tek değil ki, belki yüze yakın tarikat var. Bu tarikatların hepsinde de insanoğlunun aklı iş göremez duruma getirilir. Aklın sorularına yanıt aranması günah sayılır. Duyguların akıldan üstünlüğü savunuluyor. Düşünme, araştırma yerine inanç savunulur.
Birbirleri ile çelişen tasavvufî şiirler insanı aptallaştırır. Tarikatçının gerçekle, dünya ile bağları kopar. Bir hayal alemine dalar. Meczuplaşır gider. Bu nedenledir ki 30.11.1925 tarihinde 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Yasası çıkarılmıştır. Bakınız, bu yasanın gerekçesinde ne denmektedir:
“Tekke ve zaviyeler ortaçağ kurumlandır. Modem bir devlette bunların yeri yoktur. Tekkeler cehalet ve irtica merkezidir. Tekkelerin amacı halkın düşüncesinde öldürücü hurafeler yaşatmaktır.”
Bu konuda Atatürk şöyle demiştir:
“Tekkelerin amacı halkı meczup ve aptal yapmaktır. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz!”
Durum böyle iken, bu konuda çıkarılmış bir de yasa varken Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nca 1985 yılında ortaöğretim gençliğine tavsiye edilen dergilerde tarikatçılığın önerilmesi ne ile açıklanacaktır?
Atatürkçü olduklarını söyleyenler bu gelişmelerden irkilmez mi? Atatürk’ün ruhuna karşı hiç mi sorumlulukları yok. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi mi olsun istiyorlar?..
Bu gidişe dur denmezse sonuç gerçekten kötü olacak. Milli Eğitim Bakanlığı’nı bir süre yürüten Vehbi Dinçerler’in attığı tohumlar yeşermeden temizlenmelidir. Yeni Milli Eğitim Bakanı’nın bu konuda ne gibi önlemler alacağı Atatürk ilkelerine bağlı yurttaşların merakla beklediği bir konudur.
Ankara Barış, 28 Eylül 1985
- CESARETİN KAYNAĞI
KIZMAK YOK
66-EN BÜYÜK SAVAŞ…
Bu günlerde Atatürk’ün şu sözünü ekrana getiriyorlar:
“En büyük savaş cahilliğe karşı yapılan savaştır.”
Yine geçen gün TRT televizyonu bilgisizliğe karşı savaşla ilgili olarak özdeyiş getirdi ekrana:
“Bilgisizliğe karşı savaş açalım.”
Kitap yazma seferberliği nedeniyle okulların kapılarına, yol kavşaklarına da pankartlar asmışlar: Bunların hepsini burada yazmaya yerimiz elverişli değil. Bunlardan birini yazarsak yeter
“Karanlığı aydınlat, bir vatandaşa ışık ol!”
Okulların açılacağı günleri fırsat bilerek bu tür özdeyişler üzerinde niçin duruluyor acaba.
Öyle sanıyorum ki bu sözlerle düşünce özgürlüğü kavramına sahip çıkılıyor.
Düşünce açıklamanın saygınlığına değinilmek isteniyor.
Düşüncelerini açıkladıklarından dolayı içerde yatanların varlığı unutturulmak isteniyor.
Ama unutulur mu?..
Gerçekten de düşünceleri yüzünden içerde yatan bu denli yurttaşımız varken ve bunları genel affın dışında tutma çabaları yoğunlaşmışken kalkıp da televizyon ekranlarında
“Cahilliğe karşı savaşalım”
“En büyük savaş cahilliğe karşı yapılan savaştır”
“Karanlığı aydınlat, bir vatandaşa ışık ol” diye düşünce özgürlüğüne saygı gösterisinde bulunmak tam bir doğulu kurnazlığıdır.
Okullarımızın başında bulunan Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı’nın Darvin kuramına savaş açtığı bir gerçekken hangi yurttaş kalkıp da “Karanlığı aydınlatarak bir vatandaşa ışık olmaya” kalkabilir.
Koskoca Bakanlık okullara gönderdiği kitaplarda: “Maymunun insana dönüştüğünü kim görmüş?” diyebiliyor.
Ardından: “Kurbağanın balığa dönüştüğünü kim görmüş?” diyerek Darvin’in evrim kuramına karşı çıkabiliyor.
Şimdi bu safsatalara karşı çıkarak: Arkadaş, “Allah’ın balçıktan yaptığı insana üfleyerek can verdiğini, canlandırdığını, bu insanın kaburga kemiğinden de kadını yarattığını kim görmüş?” diyerek yurttaşa ışık olmaya kalksa, vay dinsiz, vay zındık, suçlaması ile karşılaşamayacağımızı kim ileri sürebilir.
Bu gün okullarda din dışı düşünce engellenirken, bütün öğrencileri dinsel düşüncelerle eğiterek koşullandırılmış insan yaratmaya çalışılırken kalkıp da, yurttaşa nasıl ışık olacaksın?
Bu karanlık ortama ışık olabilmek için gerçekten bir Donkişot olmak gerekiyor.
Karanlık öylesine yoğun, öylesine koyu, öylesine katı ki, karanlığa savaş açanın başına gelecek olan Donkişot’un başına gelecek olandan hiç de aşağı olamaz.
En azından enseden bir kurşun… Haydi yallah!…
Bunların “Karanlığı aydınlatmaktan” amacı Türk-İslam sentezi içinde Osmanlıya övgü dizmektir. Yapılan ganimet savaşlarının, yapılan fetihlerin erdeminden söz etmektir. Akıncı ruhları uyandırmaktır. Ne olacak akıncı ruhları uyandırırsan? Dünyanın ulaştığı teknikten, bilimden, gerçekçi düşüncesinden yoksun olursan.
Sen bilimsel düşünceye sırt çevir, dinsel düşünceyi kalkınmanın, yükselmenin temeli say. Din dışında bir düşünceyi kabul etme. Bundan sonra gel “Karanlığı aydınlatmaya” çalış. Olacak iş mi?
Bilimsel düşünce ile dinsel düşünceyi birleştirmeye çalış, ondan sonra da kalk karanlığı aydınlatmaya çalış. Aydınlatamazsınız; çünkü bilimsel düşünce: “İki kere iki dört eder” der. Dinsel düşünce ise: “Allah her şeye kadir” der. Bu düşünceye göre: Allah, isterse iki kere ikiyi beş edebilir.
Bu çelişki karşısında akıl kısa devre yapar, pat diye patlar…
Sizler, gerçekten karanlığı aydınlatmaya çalışmak istiyorsanız önce şu düşünceleri suç sayan yasakları ortadan kaldırın…
Ankara, Barış, 26 Eylül 1985
- TARİKATÇI MI OLALIM?