TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

İçerinin havası boğuyor beni. Belki hava değil beni boğan, içinde bulunduğum ruh halim, bilemiyorum!

Kendimi dışarı atmalıyım. Şu an beni sıkan durumdan bulunduğum ortamla kurtulmaya başlamalıyım. Nedenini bilmediğim, belki de çok iyi bilip üzerinde durmadığım sıkıntımı gidermeyi sokakta aramalıyım.

Ankara’nın soğuk, hatta ayaza çalan kışında, buz ve çamur karışımı yollarında ine çıka yürüyorum. Yüzüme çalan soğuk, yanaklarımı sıyırıp kulaklarımı sızlatırken, gözlerim soğuktan yaşarıyor. Şu an üşümek umurumda değil. Belki yürümek unutturacak her şeyi.

Tarihi Ak Köprü, oturduğum semte ismini vermiş, üzerinden geçiyorum. Tüm Ankara’yı boylu boyunca dolanıyor bu dere. Bir zamanlar temiz aktığı isminden belli. Ama şu an üzerinden geçerken, kışın soğuğunda bile hissettiriyor çirkin keskin kokusuyla durumunu. İster istemez baktırıyor kendisine… Derenin içinde bir kaç araba lastiği, eski bir koltuk, patlamış lastik top, kurumuş otlara takılı rengi boz kumaş suyun akışında dolanıyor. Sağlı sollu dizili evlerin her türlü atığı daha bir kirletiyor görüntüyü…

Dere boyunca süzülen üç beş martı, bulundukları deniz şehrinden balık kamyonlarına takılıp toptancı halinin yükünü çeken dereyi kendilerine mekân tutmuşlar.

Sıkıldığım günlerde yaptığım şeylerden biridir yürümek. Bunca zaman hafta sonu çalışmış biri olarak, iki günün tatil olması rahatlatıyor beni. Kızılay’a kadar yürümek gözüme büyüyor. Yürüsem de belim bana dur diyecek onu biliyorum. En azından Kızılay’da gezebilmem için mesafeyi kısaltmam gerekiyor. Metroya binmek en iyisi diye geçiriyorum aklımdan. Griye çalan caddeyi aşıp, istasyona geçiyorum.

Trenin gelmesi için az zamanı bekliyorum. Hınca hınç insan dolu vagonda kendime kapı aralığında bir yer buluyorum. Yıllardır yaşadığım Ankara’da tanıdık bir yüze rastlamamak için kafamı kaldırmıyorum. Sanki randevulaşmış gibi tercih edemediğim kişilerle karşılaşmak o kadar doğal ki, şu an istemiyorum. Neyse ki üç durak sonrasında ineceğim.

Kızılay yine karmaşa, oradan oraya giden insanlar, gitmekten çok bekleyen arabalar, kontrol edilemeyen seyyar satıcılar, duyguları hedefleyen dilenciler…

Kızılay’dan Demirtepe’ye doğru çıkıyorum. İnsan kalabalığından sıyrılıp, Moda Çarşısı’na doğru yöneldim. Alışveriş merkezlerinin mantar gibi çoğalması, eski çarşıları öksüz çocuklar gibi bırakmış, tüm esnafın derdine dert katmış durumları yüzlerinden okunuyor. Alt katında daha çok çeyizliklerin bulunduğu dükkanların arasına sıkışmış eski bir plakçının vitrininde kaybediyorum kendimi… Yan yana dizili uzak doğu malları satan birbirine rakip dükkanlar bir iki müşteriyi ağırlıyorlar.

Her zaman severek zamanı unuttuğum sahafın önündeyim. Dükkânın önüne üst üste, yan yana dizilmiş eski kitap ve dergilerin içeriden dışarıya taşmış hali hoşuma gidiyor. Bu koku; eski, tozlu, kalmış, yıpranmış ve zamana dayanmış kitap kokusu bana hiç yabancı değil. Kimilerine alerji yapan, kimilerinin midesini kaldıran, kimilerinin kendine ait oluşturmadığı kitaplıklardaki kitaplar benim için o kadar tanıdıktı ki…

Ben beni bildim bileli, evimizde babama ait kitaplık bizim için her konuyu içeren bir kütüphane idi. Babam için kitapları biz çocukları kadar değerliydi. Konu ne olursa olsun babama sorduğumuz soruları, önce ön bilgi olarak bizlere açıklar, aradığı kitabı, kitaplıkta elini atıp bulmasıyla, gerekli bilgiye ulaşabileceğimiz kitabı bize uzatması, beni şaşkınlığa uğratırdı. Babamın bu kadar bilgi sahibi olması takdir edilecek, imrenilecek bir durumdu.

Misafirlik için gittiğim yeni evlerin bir kaçında değil bir kitaplık, tek bir kitaba bile rastlamamak beni hep şaşırtmıştır. Zira kitapsız bir yaşam düşünemiyorum.

Üst üste konmuş dergi ve kitapların arasından her zaman süzülerek içeri girdiğim sahaf bugün kapalı idi. Sanki dükkân açıkmış gibi kitapların dışarıda olması garipti. Demek ki kitaplar her zaman yerlerinde duruyordu.

Ne alırsan 1 TL. bölümü dikkatimi çekmiş, içlerinden bildik kitap ve yazar var mı diye aramıştım. Sait Faik Abasıyanık’ın iki kitabını, hele hele 1 TL.’lik bölümde bulmak beni sevindirmiş olsa da, böyle değerli bir yazarın kitabını sahaflara düşmesi beni düşündürmüştü.

Benim için okuduğum kitaplar kitaplığımda kalmalıydı. Her iki kitabı ayırmıştım. Diğer bir kitabın sol üst köşesinde ”1992 Haldun Taner Öykü Ödülü” ibaresi o kitabı almam için iyi bir nedendi.

Elimdeki kitap ince bir öykü kitabı idi. Kitabın ismi, ”Tutkulu Bir İstanbul Üçlemesi”, yazarı Didem Uslu idi. Daha önce ismini duymadığım bir yazardı. Ünlü ve ben bilmiyorsam bu benim ayıbımdı.

Amatör bir öykü yazarı olarak ödül almak ne güzel bir duygu olsa gerekti. Bu duyguyu yaşamak isterdim. Kitabın ilk sayfasında, ”değerli hocama” diye başlayan, verdiği desteklerden dolayı teşekkürünü belirten paragraf yazarın kendi el yazısı ile yazılmıştı. İsim, tarih ve imza… Kitabın sayfaları hiç açılmamış, hiç okunmamış, geçen 18 yıl, beyaz sayfaların rengini sarartmıştı. Kendi kitabıma yapılmış bir hakaret gibi üzülmüştüm. Hocanın kitaplığına sığamayan bu kitap, benim kitaplığımda yerini alacaktı.

Kapalı bir dükkandan alışveriş nasıl olacaktı? Bitişik dükkana kitapları almak istediğimi belirttim. ”Hemen dönecek mi?” diye sordum. Sert bir ifade ile, ”Bilmiyorum” dedi. Başka soru sormamam için gerekli mesajı vermişti. ”Peki parasını size bıraksam!..” desem de arasının iyi olmadığını ardı ardına sıraladığı anlamsız kelimelerle ifade etmişti. Diğer yandaki dükkana durumu açıkladığımda da benzer bir yanıt almıştım. Durum anlaşılmıştı. Çevre esnaf kendi aralarında iletişim kuramamışlardı.

Çantamdan kalem ve not kağıdı çıkarmış, seçtiğim kitapların yazar ve adlarını yazmış, kapının alt boşluğundan içeri itmeyi planlamıştım. Cüzdanımda en küçük kağıt para olarak 20 TL. vardı. Demir paraların içinde 3 TL. için 20 kuruş eksikti. Elimdeki kağıda eksik olan borcumu, bir sonraki Kızılay’a geldiğimde bırakacağımı da not düşerek kapının altından itelemiştim.

Elimdeki kitapları benimsemiş, hafta sonu için okumayı planlamıştım. İçimdeki huzursuzluk gitmiş, yerine eski olsalar da benim için yeni olan kitapları okuyacak olmanın huzuru kaplamıştı.

YENER BALTA,
7 ŞUBAT 2010