NALBANT’IM…
NALBANT’IM…
Bir şehirden başka bir şehre göçmek!.. Kendi memleketini, kendi toprağını, çocukluğunu, tüm anılarını, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, mutluluklarını, geçmiş hayatını geride bırakarak… Bırakmak zorunda kalarak!.. Neden? Onlardan biri gibi olmadığından, onlar gibi düşünmediğinden, seni anlayamadıklarından, senin onlar gibi yaşamadığından…
Bizim gibi düşünmeyeni yaşatmayız diyerek. Herkes aynı fikirdeyken onun farklı bir fikri savunmasını, inanmamasını, ifade etmesine izin vermeyerek, onun olan yerde onu yaşatmayarak…
İşte, bir şehir dolayısıyla bir insana dar gelir, sığdırmazlar… Hayat mücadelesi yeni bir şehirde yeniden başlayarak, belki daha da zorlanarak… Onca çilenin, onca acının, onca suçlanmanın yıldırmadığı insan olarak, yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamak… Belki de her şeyin çok daha iyi olacağı yeni bir şehir…
Yıllar geçse de memleketinden kopamadı. Hep bir neden için Gaziantep’e gidip gelmişti. İşte yine bir nedenle Gaziantep yollarına düşmüştü bile… Derin düşüncelere dalacağı, belki onca saat gözüne uyku bile girmeyeceği uzun yolculuğa…
Her zaman okuyacak bir dergisi, kitabı, günlük gazetesi yanında olurdu. Gece yolcuğu olduğundan kitabından bir iki sayfa okusa da zorlanmıştı, ışık yetersizdi. Kapadı, çantasına koydu. Arkasına yaslanıp bedenini koltuğa yerleştirdi, hafif gerindi ayaklarını ön koltuğun altına uzatarak…
Yanında oturan adam kendinden yaşça büyüktü. Gece de olsa kasketini başından çıkarmamış, ellerini önünde birleştirmiş ayaklarını uzatmıştı. Başını hafif ona doğru çevirerek;
“Nerelisin hemşerim? diye sordu.
Bu sorunun istenmeyen bir sohbetin başlangıcı olduğunu çok iyi biliyordu.
“Gaziantepliyim.” demişti. O sormadı ona, onun nereli olduğunu.
“Neresinden?” diye ikinci soru gelmişti ardından,
“Evli misin?” demişti.
“Evet.” demişti ve devam etti.
“Çocuğun var mı?”
“Var.” demişti.
“Kaç çocuğun var?” diye devamı gelmişti sorunun.
“Dört.” demişti sıkılarak…”
“Oğlan mı, kız mı?” demesin mi…”
Sorudan çok ne vardı. Zaman öldüren boş insan sorularıydı bunlar… İyice sıkılmıştı gelen sorularla… Anlamıyordu da, kendi bir soru bile sormamıştı karşısındakine…
Biraz sessizlik olmuş, çaylar ikram edilmiş, muavin koridordan gelip geçmiş, sorulara kaldığı yerden devam etmek için, can alıcı soru sorulmuştu işte…
“Mesleğin ne?” demişti. Bu sorular sohbete dönüşmediğinden sabaha kadar sürebilirdi. Bir yerden yakalayıp, sohbete dalmak istiyordu. Bundan önceki yolculuklarından dolayı tecrübeliydi.
“Nalbant’ım!..” demişti.
Sohbet burada kendince bitmişti. Eğer gerçek mesleği olan avukatlığı söyleseydi, kırk yıllık davaların, danışacağı soruların ardı arkası kesilmeyeceğinden emindi. Nalbant’ım diyerek cevabı ile gelen soruları noktalamıştı.
Bir an nalbantlıkla ilgili sorular gelir mi diye aklından geçirse de, başını cama yaslayıp gözlerini kapamıştı.
YENER BALTA, 18 MART 2015