MİNİK SERÇE

MİNİK SERÇE

Yalnız, yapayalnızken evimde, evimin sokağa bakan penceresinde, geçmişe, yaşadığım günlere dalmış, anılarımın içerisinde boğulmak üzereyken, birden pır pır seslerinin içerisinde kendime, o ana döndüm.

Küçük, mini minnacık bir serçeydi pencereme konan. Ürkmedi, çekinmedi benden. Önce hiç kıpırdamadım ürkütmemek için onu. Kesik kesik baş hareketleri ile kendini kolluyordu. Yavaşça kendimi geri çektim, kaçmadı. Mutfaktan aldığım bir tutam ekmeğin içini koparıp minik minik ufaladım avucumda. Yavaşça pencereye yaklaştım, biran için havalanıp tekrar kondu pencerenin kenarına. Avucumdaki ufaladığım ekmekleri yavaşça serpeledim. Hiç ilgilenmedi. Minik gagası ile tırtıklamadı bile. Demek ki karnı aç değildi. Tekrar süzülürcesine pencereden uzaklaştım. Bir çay tabağına su doldurdum. Döndüğümde pencerenin demirine konmuş sanki bir şeyler bekliyordu. Tabağı bıraktım, elimi yavaşça kendime çektim. Merdivenden iner gibi birer birer pencerenin demirlerini sekerek ekmek kırıntılarının üzerine kondu. Suya şöyle bir daldırdı gagasını… Sanki istediği bu da değildi. Dikkatlice, gri tüylerinin üzerinde gözlerimi gezdirdim. Doğanın griliğinde, o renk cümbüşünde ne güzel de gizlerlerdi kendilerini… İncecik çelimsiz pembe ayakları sıkıca yere basıyordu. Görünürde her hangi bir sakatlığı yoktu. O an sanki kendisini incelediğimi anlamışçasına kanatlarını havalandırdığında iç kısımlarda bir terslik fark etmedim.

Evcil herhalde dedim kendi kendime. Bir serçenin evcil olabileceğini hiç duymamıştım. Belki şehir içerisinde insanlara alışmış olabilir miydi? Bilemiyorum, ne kadar evcil olsa da bu narin serçeler yine de ürkektiler. Minicik canlarından başka neleri vardı ki. Koca şehirde ne kadar yalnız hissediyorsam kendimi, belki de o da benim gibi yalnızdı. Serçeler yalnızlık hisseder miydi? Sanmam. Tüm canlılar gibi yalnız olmaya mahkûmdular. Hele ki serçeler ilk kanat çırpışlarıyla kendi başlarına uçmaya, yemeye, kendi yuvalarını yapmaya, üremeye hazırlardı. Artık yalnızlardı…

Telefonum çalıyordu, serçemi bırakıp gitmek istemedim, kim bilir ne gereksiz bir sohbete katılmak zorunda kalacaktım. Hangi sohbet beni kendine çekiyordu ki. Hiç, hiç biri… Yine de gittim, aranmak, hatırlanmak, düşünülmek bile bazen, bazı yalnızlıklarda umut veriyordu bana. “Minik serçem benim” diye açtım telefonu. Karşıdaki ses durakladı, kim olduğunu umursamadan yalnız olmadığımı, şu an için yeni tanıştığım birisi ile ilk sohbetim, belki de son sohbetim olabileceğini söyledim. Çok ürkek olduğunu tam içeri girmek için bana kendisini tanıtmak üzere olduğunu söyledim. Neler diyorsun dedi karşı ses. Ben kim olduğunu, ne dediğini merak bile etmiyordum. Aklım pencerenin kenarındaydı zira. Pencereye doğru yöneldim, telefonu bıraktım, derinden alo alooo… sesleri gelirken pencerede buldum kendimi.

Sanırım o ana kadar aklıma gelmeyen tek şey ona dokunmaktı. Zira ürkeklerdi serçeler, kaçırabilirdim. Yavaşça işaret parmağımı öne çıkarıp, yılan kıvraklığında serçeme doğru uzattım. Hafifçe yanaştırdım, bir iki geri çekildi. Sonrasında gagası ile parmağıma bir iki tıkladı. Algılayamadığım bir anlık hareketle parmağıma kondu. Benimle dost olmak istiyordu. Benden kaçmamıştı. Ne kadar şanslıydım. O an içinde bulunduğum tüm umutsuzluktan sıyrılmış büyük bir mutluluk yaşıyordum. Heyecanlandım. Parmağımdan tekrar yere kondu. Olabildiğince yavaş hareket ettirerek parmağımın ucu ile hafifçe dokundum. Kaçmadı. Kaçmaması beni heyecanlandırıyordu. Oysaki ürkeklikleri ile tanıdığımız bu küçük serçeler isterlerse kaçmayabiliyorlardı.

Bir kez daha tanık olmuştum. Dünyada ilk olarak bildiğim insanın umutla yoğun bakımdan çıkışını beklediğim hastane bahçesinde, sırf serçeler için satın aldığım simitleri minik minik onlara hazırlayıp, bankta oturduğum yerde ayaklarımın dibine kadar gelmeleri, mutsuzluğumu, umutsuzluğumu ve üzüntümü o an için dondurmuştu. O küçük gagaları ile pıt pıt toprağın üzerindeki minik simit parçalarını ne de çabuk tüketiyorlardı. Bir aracın ya da birilerinin geçişi ile biranda ortalıktan kayboluyorlardı. Ne kadar simit parçaları birikse de kendilerini güvende hissetmedikçe toprağa konmuyorlardı. Onları izlemek bana huzur vermişti o an için.

Bir süre penceremi açık bırakmaya karar verdim. İsterse evimi paylaşabilir, istediği sevgiyi ona verebilir, ekmeğimden minik parça ayırabilirdim. Gider miydi, içeri girer miydi, bilmiyorum. Pencereyi rahatça görebileceğim koltuğa geçip onu izlemeye koyuldum. Koyduğum ekmeklerden birer birer yiyordu ürkek ürkek. Koyduğum suya kafasını daldırıp, ayakları ile başını tüm doğallığıyla öyle bir hızla kaşıdı ki, neler oluyordu anlamadım. Birden yoldan geçen arabanın sesi ile havalandı. Sokakta duran ağacın dalına konmuş olabilirdi. Oturduğum yerden kalktım, gözlerimle aradım, bulamadım.

Okuduğum kitaba kendimi vermeye çalıştım olmadı. Bir sayfayı bitirmiş ikinci sayfaya geçmiş olsam da geriye doğru baktım, biraz önce bu satırları ben mi okumuştum. Hiçbir şey anlamamıştım okuduklarımdan… Kitabı sehpaya bıraktım, yerimden kalktım. Sokağın her iki kenarında yolların, yılların bekçisi kavak ağaçlarından benim evime yakın olan ağacın dallarına dikkatlice baktım. Benim serçemi ararken gözlerim, kavak ağacının sedef yaprakları arasında seçmeye çalıştığım serçemden o kadar çok vardı ki hangisi benim pencereme konmuştu seçemedim.

Serçelerin kavak ağacındaki devinimleri, şehrin en işlek caddesinde yürürken hissettiğim yalnızlığımı hissettirmişti bana. Penceremi yaz boyunca bu sevimli serçelere açık bırakmaya karar verdim. Kışın, kuşlar için özel olarak aldığım ekmeklerden, bir parça da bu ağacın dalına koyacaktım bundan sonra.

YENER BALTA,11 Ağustos 2009