TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA HAYIR!..
Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
www.tabularatalanayalanabalta.com
x
TANRI DÜŞÜNCESİ
Şu ayetler de Tanrı’nın içimizde olduğunu gösteren ayetlerdir:
“Ve kullarım sana beni sorarlarsa… ben çok yakınım; bana çağırdığında,
çağrısına cevap veririm. Öyleyse benim çağrıma uysunlar ve bana inansınlar. Belki doğru yola yönelirler.” (K. 2/186)
“Ve bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (K. 8/24)
“Ve hani sana, ‘Rabb’in gerçekten bütün insanları kuşatmıştır’ demiştik.”
(K. 17/60)
“O dedi: Korkmayın. Evet ben sizinle birlikteyim. Duyarım ve görürüm. Evet ben sizinle birlikteyim; duyarım ve görürüm.” (K. 20/46)
“… Biz, ona şah damarından yakınız!…” (K. 50/16)
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
“O anda, biz size ondan (ölümden) daha yakınız; ama göremezsiniz,” (K. 56/85)
Bu konuda bir de hadis vardır:
“Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.”
Bu anlattıklarımı anlayabilmek için insana “yakîyn” gelmelidir.
İÇİNDEKİLER
Sayılar, yazı sırasını gösterir…
A.
Adem’in Torunları, 18
Allah, 13
Allah Adının Geçtiği Deyimler…, 7
Allah’a Yaklaşmak, 14
Allah da, Dini de Tektir.., 58
Allah Diri mi?, 15
Allah ve Tanrı Kavramları. 17
Arif İçin Din Vardır; Ancak, Şeriat Yoktur…, 59
Tanrı Bir Hipotezdir, 42
Azınlıktayız, 48
B
Bakın, Neler Olmuş
Neler/Neler Çekmiş Düşünürler, 50
Baş Eğmem İnsan Suretindeki Bir Tanrı’ya, 39
“Bilmek, Bulmak, Susmak”, 19
Bir Engizisyon Duruşma Tutanağı, 51
C.
Cehaletin Sığınağı, 45
Ç.
“Çıkmaz Yol”, 60
D.
Din Konusu, 22
Dinlerin Demesi Gereken, 27
Düşünmek Rahatsız Eder, 40
E.
Ebedî Hayat, 54
En İyi Şey Gizemli Olandır, 35
Evrenin Düzeni İnançlara Göre Değişmez.., 24
G.
Gerçeğe Ulaşmak İsteyenlere…, 6
Giriş, 1
H.
Halka Anlatılmayan, 21
Hayal Et, 47
Hermesçilik, 20
Her Millete Peygamber Gönderdik…, 57
İ.
İlkelerimiz, 26
İllallah!, 34
İnsancıl Bir Düzeni İnsan Kuracak, 44
K.
Kadınlar, 33
Kadim Olan Boşluk mu?, 55
Kanıtınız Var mı?, 28
Kutsal Kitaplarda Tanrı, 9
M
Madde ve Ruh, 11
Maymun Soyundan Gelmek!, 30
N.
Nefret Hakkında, 52
Nefret Suçları Teriminin Ortaya Çıkışı, 54
O.
Ortak Atamız, 29
Ö.
Öte Dünya Sanısı, 36
R.
Rabbinin Katında, 16
S.
Sayın Albayım, 31
Sayın Arsel, 32
T.
Tanrı Anlayışı, 23
Tanrı’nın Birliği Konusunda,3
Tanrı Düşüncesi 1, 4
Tanrı Düşüncesi 2, 5
Tanrı Kavramı ve Tasarım, 25
Tanrı Kelimesini Kullanmak Günah mı?, 8
Tanrı Sözü…, 56
Tanrı Sözü Ne Demektir?, 10
Tanrı ve Din Tanımı, 2
Tanrı’nın Yeri Hakkında Ayetler, 12
Tanrı, Yüceltilmiş Bir Babadan Başka Bir Şey Değildir., 41
V.
Vicdan Sahipleri, 46
Y.
Yaratan ve Allah, 43…
Yaşam Nedir?, 49
Yaşatmak Dururken Öldürmek Niye?, 38
Z.
Zannını Tanrı Edinenler, 37
1. GİRİŞ
Daha güzel bir dünyanın, daha özgürlüklü bir dünya olmadan gerçekleşemeyeceği açık. Daha özgürlüklü bir dünyanın kurulabilmesi için de tabuların yıkılması gerekli. Her türlü tabu yıkılmalı. En başta da dinlerden , “inanç”lardan kaynaklanan tabular.
“Özgürlükleri bağlayan her türlü zincir kırılmalı, en başta da kafalardaki “iman zinciri”…
İman zincirine bağlı düşünce sabittir, değişmez… Atatürk bu konuda şöyle diyor:
“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur..”
Atatürk BU SÖZLERİ Kuran’daki şu ayet için söylüyor:
” Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”(Kuran – Fatır. 35/43)
Bu ayet ise doğanın değişken yapısına terstir.
Zincirli zihin gelişme gösteremez; değişmelere, gelişmelere ayak uyduramaz. Dünyamızdaki her türlü olumlu gelişme, dinin ve imanınki başta olmak üzere, tabuların zincirinden kurtulabildiği, yol bulabildiği ölçüde gerçekleşebilmiştir. Akıl, bilim, teknoloji, insan hakları alanında ulaşılan noktalar, bu yoldaki adımların ürünleridir.
Akıl ve bilim aydınlık kesimdedir. Din ve iman ise karanlık kesimde.
Aklın, bilimin ölçüleri bellidir. Gözlem vardır, deney vardır, nesnellik vardır…Yolu ışıklandıran da bunlardır. Öyleyse “Din”in üzerine nasıl gidilmesi gerektiği ortada ve son derece açık: Karanlığın üzerine nasıl gidilirse, “din”in üzerine de öyle gidilmelidir. Karanlıkla savaşılırken ışık gereklidir. Dinin, imanın üzerine gidilirken de…”
Böyle başlıyor Turan Dursun yayına çıkacak ilk kitabının önsözünde. Şeriatın kurşunları 4 eylül 1990 günü onu arkadan, yedi yerinden, vurup öldürmeden üç ay evvel…
Öldürüleceğini çok iyi biliyordu ve şöyle diyordu: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım.” Aydın ve cesur bir insan olarak ikincisini seçti o.
Ben yanmasam,
Sen yanmasan,
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Nazım Hikmet
Turan Dursun, mükemmel derecede Arapça bilgisi ve uzun yıllarını İslam’a adamış bir aydın olarak, yaşamı pahasına ve bunun bilincinde olarak dinin karanlıklarına ışığını tutmayı başarabildi. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitaplarının baskıları yüz bini geçti.
Turan Dursun Sitesi ise 1997 yılından beri zaman zaman aksayarak da olsa yayınını bugünlere ulaştırabildi ve en az yüz bin insana da ulaştı.
Büyük İslam bilgini, aydın ve cesur dostumu saygıyla anıyoruz.
(Yukarıdaki yazının büyük bölümü Turan Dursun bölümünden alınmıştır…)
Av. Hayri Balta, 22.7.2007
2. TANRI ve DİN TANIMI
Din, olumlu davranışları öğütler; dinsizlik ise olumsuz davranışları… Örneğin bir insan; ahlaklı mı, ahlaksız mı, arlı mı, arsız mı, hırlı mı, hırsız mı, namuslu mu, namussuz mu, bencil mi değil mi, denli mi, densiz mi, erdemli mi, erdemsiz mi, ilkeli mi, ilkesiz mi, mal-mülk peşinde mi yoksa gereksinimi kadarının kazanmak peşinde mi? Bütün bu olumlu ve olumsuz kavramları sayısızca çoğaltabiliriz.. İşte bütün bu kavramlar dinin inceleme konusudur.
Burada saydığımız olumsuz kavramlar; ahlaksızlık, namussuzluk, hırsızlık, kan dökücülük, mal-mülk düşkünlüğü gibi… bunların hepsi dinsizlik olarak nitelenir. İster sinagog’a, ister Kilise’ye, isterse camiye gitsin sonuç değişmez, ölçü budur. Bu saydıklarımızı alışkanlık haline getirenler, dinlerin günahkâr olarak kabul etmesine karşın, dinsiz sayılır…
İşte bu anlamda olmak üzere bütün bu olumsuz ilke ve davranışların zıttı olan kavramlar ise kötüye karşı iyi oldukları için kutsallaştırılır. Kutsallaştırılan bütün kavramlar Tanı kavramı ile adlandırılır….
Bu anlayışı ölçü almak koşulu ile bütün insanlık dinsizliği kabul etse ben kabul etmem. Bu anlamda olmak üzere bütün insanlar Tanrı’yı yadsısa ben, ölüm pahasına da olsa, yadsıyamam.
Din bu şekilde anlaşılması gerekirken insanlar, bu anlayışın dışına çıktıkları için Tanrı’dan uzaklaşmışlardır…
İnsan hakları Evrensel Sözleşmesinde “Herkesin düşünce, düşünceyi ifade etme, din ve inanç özgürlüğü vardır. Bu hak din ve inanç değiştirme özgürlüğünü de kapsar…” (Madde 18) Bu tür özgürlükler diğer sözleşmelerde de vardır. Örneğin: Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi gibi…
Ne var ki Tanrı sözü sayılan Kutsal Kitaplarda insanların insanlara tanığıdığı bu hakları kullanmaya kalkışmak ölüme davetiye çıkarmak anlamına gelir. Örneğin İslam’da dinini değiştiren mürtet sayılarak öldürülür. Bu anlayışın kaynağı Hadislerdir…Kuran’da ise din değiştirmek en büyük günahlardan sayılır…
Okuyalım Tanrı sözü olarak kabul edilen Kuran’da: “Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onun ki kabul edilmeyecektir. O âhrette de kaybedenlerdendir.” (K. 3/85). “Kim mürtet ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, ahrette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır.” (K. 2/217, 3/77, 4/89,137, 47/25-29)
Bir parça aklı ve sağduyusu olan insan insanların yaptığı yasalar; insanlığa din ve inancını değiştirme özgürlüğü tanırken Allah kendi kitabında bu tür davranışları niçin en büyük suçlardan saymıştır.
İnsanların koyduğu kurallar ile Tanrı’nın koydu kurallar karşılaştırıldığında insanların koyduğu kuralların daha insancıl olduğu görülür. Oysa Tanrı’nın yasaları daha insancıl olmalı değil mi idi? Nedir bu kâfirleri-müşrikleri, mürtetleri öldürmek… Bunların Müslüman olmadıkları için yaşama hakları yok mu? Kaldı ki Kura’na göre “Allah dilediğini Müslüman eder; dilediğini kafir…”
Din ve Tanrı konusunu akılcı açıdan bakılmalıdır. Atatürk’ün deyimiyle: “Her ne ki akla mantığa Uygundur; o dindir.” Tanrı bilgisine ve din duygusuna ulaşmış olanlar bu konulara akılcı ve bilimsel açıdan yaklaşırlar.
Öyle halkın anladığı gibi herhangi bir dine bağlı olmak yetmez. Söylenen her söz, Tanrı da söylese, Peygamberler de söylese, akıl, ahlak, bilim, erdem ölçülerine vurulmadan kabul edilemez.
Mevlâna’nın dediği gibi “Dün söylenen dünle geçti cancağızım; bu gün için yeni şeyler söylemek lâzım…
Bu gün yurdumuzda, bırakın şeriatçı medyayı; Atatürk’e, Cumhuriyet ilkelerine bağlı ve de ilerici olduklarını söyleyen medyamızda bile şeriat bütün gerçekliği ile halkımıza anlatılmamaktadır. Öyle ki devlet radyoları bile gerçekleri gizlemekte, saçma sapan söylentileri, hurafeleri halkımıza empoze etme konusunda şeriatçı medya ile yarışmaktadır. Örnek verirsek TRT’nin Din ve Ahlak yayınları… Özel televizyonların Ruh Dünyası, UFO dünyası…
İlahiyatçılarımız, “KURAN MÜSLÜMANLIĞI” adı altında şeriat propagandası yapmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı derseniz o da adı geçenlerden geri kalmamaktadır. Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı şeriatçıların örgütlü finansmanıdır.
Bütün saydıklarım bu güne değin “İslam’da neyin olup neyin olmadığı konusunda” bir anlaşmaya varamamışlardır. Günümüz ahlak ve bilimine, hukuk ve toplum kurallarına ters düşen bir uygulama ile karşılaştıklarında hep bir ağızdan koro halinde “İslam’da bu yoktur!” demektedirler. Oysa yok dedikleri vardır…
Şimdi bir an düşünelim; yurdumuzda, bunların istediği gibi Kuran Müslümanlığı uygulanmaya başladı diyelim. Bunlar kendi kafalarına göre Müslümanlığı uygulayamazlar ki. Bunlar Kuran, Hadis gibi İslam’ın temel kuralları dışına çıkamazlar ki…
Bir kere şurası bilinmelidir ki şeriatçılara göre: “Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş iman esaslarının, ilâhî emirlerin ve yasakların bütününe ve herhangi birine inanmayan kişi kâfir” sayılır. (Bk. İslam’da Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan. Sözlük bölümü. Aynı zamanda D. Mehmet Doğan’ın Vadi Yayınlarınca yayınlanan BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK’ün Kâfir ve Lâik maddesine bakınız…)
Ali Rıza Demircan’ın dayanağı da şu âyetlerdir. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” (K. 5/44, 45)
”…Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.
Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (K. 2/85)
Kimi ilahiyatçılarımız, yeni bir buluşmuş gibi ülkeye Kuran Müslümanlığı dayatmaktadırlar. Sanki İslam dünyasında 1500 yıldır uygulanan Kuran Müslümanlığı değilmiş gibi…
İlahiyatçılarımızın gizlemeye çalıştıkları âyetleri dile getirmemi nasıl karşılayacaklardır.
Onların halkı aldatarak şeriata sürükleme hakkı var da; bizim halkımızı, Anayasa ve yasalarımız gereği yasak olan şeriat tehlikesinden korumaya k için gerçekleri dile hakkımız yok mudur?
Devletimizin Anayasasında her ne kadar “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” deniyorsa da; laik olmayan Cumhuriyetimiz irticaı, Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse etmekte ve hatta korumaktadır.
Böylece İslam’ın Sünni mezhebi devlet dini olma niteliğini sürdürmektedir. Bu laiklik dışı davranış sürdüğü sürece irtica; tesettür, inanç ve öğrenim özgürlüğü adı altında irtica, devleti kademe kademe ele geçirmeye devam edecektir.
Bu nedenle diyorum ki Sünni mezhebi de diğer din mensupları gibi kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya bırakılarak Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla şeriatın finanse edilmesine son verilmelidir.
Aksi takdirde şeriat delilerinin; Sivas, Malatya, Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas Madımak otelinde yaptıkları gibi; insanları otele tıkıp yakmaları, Atatürkçü laik aydınları öldürmeleri zaman zaman yinelenecektir.
Bu tür olaylara meydan verilmemesi için laiklik gereği Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir. Yoksa Abdurrahman Dilipak, 21.1.2000 tarihli Akit gazetesinde dediği gibi: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.”
Amacım Kuran’ın zalimler elinde bir cinayet aletine dönüşmesini önlemektir. Bunun için de Devletimizin, her türlü düşünce ve inanç sahiplerine, hakaret ve şiddete başvurmama koşulu ile, ifade özgürlüğü tanıması ve de; aklı, ahlakı, bilimi, gerçeği, hümanizmi savunanları şeriatçı militanların saldırısından koruması gerekir… Kaldı ki devletin aslî görevi de budur zaten…
Sanılmasın ki ben; Allah’ı, Dini, Kuran’ı küçük düşürmeye çalışıyorum. Hayır, ben Din gerçeğini, bütün dinlerin birbirlerinin orijini olduklarını anlatmaya çalışıyorum.
Her toplumun her çağda kendine göre bir hukuku vardır. Mevlana’nın bundan 700 yıl önce söylediği gibi: “Dünle söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün iç in yeni şeyler söylemek lazım!”
1400 yıl önceki hukuk kuralları (şeriat hükümleri) ile laikliğe yönelmiş toplumumuz yönetilemez. Bunun yanında da dinlerin ahlak, edep ve hikmete yönelten öğütleri ihmal edilmemeli ve öğütlerin de; ilahi değil, beşeri olduğu söylenmeli. Böylece; olgunlaşmış, sorumluluğunu bilen ahlak ve hukuk dışı olaylara karşı duyarlılığı olan yepyeni kuşaklar yetiştirilmelidir.
Tanrı anlayışı gerçek yörüngesine oturtulmalıdır. Toplumu sanal bir Tanrı kavramına yönlendirmeye son verilmelidir.
Bilinmelidir ki: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Gerçek olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Kişi (Zat) olarak yoktur, simge olarak vardır.”
Tanrı; doğru, güzel, iyi vb gibi etik değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Bu kavramlar ise insanın ruhunda vardır.
Bir örnekle görüşümü açıklamak istiyorum. Hıristiyanlıkta “Tanrı sevgidir!” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19) denir. Kiliselerinin kapılarında bu ayet asılıdır. Ne var ki bunun ne anlama geldiği çok az kişi tarafından anlaşılır. Bu demektir ki: “Sevgi” kavramı ile “nefret” kavramı ile karşılaştığınızda “Sevgi” tercih edilmelidir.
Çünkü Sevgi çok yüce bir kavramdır. Çünkü “sevgi” iyi olduğundan yüce (Tanrı); nefret ise kötü olduğundan, aşağı (Şeytan) sayılır.
Bu nedenle “Tanrı yücelerden yücedir!” denilir. Ne var ki din bilgisinden yoksun dinciler Tanrı’nın bilinmeyen bir yerde kürsüsü var sanır…
Bunun yanında Tanrı kavramı; doğa yasaları, toplum kuralları yanında; insanın, aklını, sağduyusun, kültürel birikimini ve vicdanını kapsar. Bunu da ancak erbabı anlar.
“Tanrı bizde tecelli etmeye her zaman hazırdır. Tanrı her zaman içimizde ve bizimle birlikte vardır. Ne var ki ondan kaçarız. Sorumluluktan kaçmak için O’nu hep hep kendi dışımızda ararız.
Bize düşen içimizde bulunan Tanrı’nın sesini (vahiy, ilham, esin, uyarı, cız…) duymak ve o sese kulak verip uymaktır.
Aklın, bilimin, çağın ahlak ve hukuk kurallarına uymadığımız sürece biz insanlara kurtuluş yoktur.”
İnsanlar akla, bilime göre karar vereceklerine dinin emirlerine göre karar veriyorlar. “Allah dünyayı yoktan var etti!” diyorlar. Böyle dedikleri an çıkmaza girdiklerini bilmiyorlar. Şu basit soru karşısında apışıp kalıyorlar. “Peki sen bir yaratan aradığına göre Allah’ı kim yarattı öyleyse?” denildiği zaman “O kendinden vardır!” diyorlar. Bu sözün bilimsel dayanağı var mı? Böyle bir sav bilimsel olabilir mi? Peki bu konuda da bir başkası: “Kendinden var olan maddedir” derse haksız mı?
Yaratan maddedir. Vardan var olur, yoktan bir şey var olmaz. Kaldı ki bu savın bilimsel bir dayanağı da vardır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!” Görüldüğü gibi insanlar akla değil imana; bilime değil dine inanıyorlar…
Şu gösterdiğim âyetlere dikkat etmenizi öneririm…
Kuran’dan: 2/186, 8/24, 15/99, 17/60, 20/46, 50/16, 51/21, 56/85, 58/7;
İncil’den: Yuhanna, 14/8, 17/21; Korintoslular 6/16; Vahiy 21/3.”
Görüşlerimin din dışı olduğunu ileri sürerek bana kızanlar, öfkelenenler; önce gösterdiğim bu âyetlerle bakarak düşüncelerim arasındaki benzerliğe dikkat etmelidir.
Din konusunu oluşturan bu bölümde demek istediğim: insanı, içinde uyumakta olan Tanrı’yı uyarmaya ve uyandırdığı bu Tanrı’yı yaşatmaya çalışmasıdır….
Bunun için de insanın akla, mantığa, bilime öncelik vermesi, gerçekçi olması; yaşamını, sağduyu ve vicdanının sesine uydurması gerekir.
Bunun içinde insanın çaba göstermesi gerekir. Bu iş öğütle, söylemekle olmaz. İnsanın yaratılışı elverişli olmalıdır. Yaratılışı elverişli olmayanlara ne desen boşunadır ve bu nedenle bu sözlerim gerçek arayışı içinde olanlaradır..
Av. Hayri BALTA, 1.8.2003
X
Hayri Bey,
Çok teşekkürler efendim. O kadar net ve doğru tanımlamışsınız ki eklenecek tek söz kalmamış.
Ellerinize beyninize sağlık diyorum.
Sağlıcakla,
Cetiner, 19.7.2004
X
Çetiner Dostum,
Önce sevgi sundum. Yazılarıma gösterdiğiniz ilgiden memnun oldum.
Değil mi ki tartıştığın inanç grubu var. Bu durumda gözden geçirerek yeniden yazdığım “aydınlanmaya katkı” adli kitabimin Tanrı bölümü ile ilgili olan yazımı kullanmanda yarar var.
Sitem için yazdığım yazlar dipsiz kuyuya atılan taslar gibi.
Gönderdiklerimin;
“… aldım, teşekkür ederim”
ya da
“… benim için zaman harcama!” demeye değmiyor eli
Düşünüyorum, sessiz kalan bu dostlara göndermeli mi göndermemeli mi?
Yavaş yavaş sileceğim ilgisiz kalan dostların mektup dosyamdaki adreslerini…
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
H.B. 11.10.2005
X
E. E.’den
Hayri Bey,
Umarım hala hayattasınızdır da yazdıklarımı okuyup bana bir cevap yollarsınız.
Diyorsunuz ki, Tanrı ; insanın iyiliğe,güzelliğe ulaşma çabasının sonucudur.
Ben Tanrıya inanmıyorum, kötülük yapmaktan zevk alıyorum diyelim…
Bir gece aşırı alkol alsam, arabayla kazara size çarpsam, sonra da sizi yol ortasında bırakıp kaçsam, siz felç olsanız, yürüyemeyecek hale gelseniz, ben çok mutlu bir şekilde hayatıma devam etsem. ve yıllar yıllar sonra 95 yaşında paşalar gibi bir hayat yaşayıp ölsem. Siz ise 95 yaşına kadar sürüm sürüm sürünüp, insanlara muhtaç bir halde ölseniz.
Ne güzel olurdu değil mi? Cennet yok cehennem yok. Ben krallar gibi yaşıyorum, iyilik umurumda değil.( çünkü ölümden sonra hayat yok ) siz rezil bir hayat yaşıyorsunuz.
Hayri Bey avukatlık mesleğinin gereği olarak ağzınız iyi laf yapıyor ama boş konuşuyorsunuz.Ayetleri birer birer ele alıyorsunuz. öncesindeki ya da sonrasındaki ayetlerle beraber okuduğunuzda daha farklı anlamlar elde edeceksiniz bunu biliyorsunuz ama işinize gelmiyor.
Lütfen bana dişe dokunur bir cevap verin… Her şey bu Dünyada mı kalıyor.. 60 senelik mi..
Saygılar
e.e. 7.12.206
x
Sayın E.E.
Önce sevgi size.
Öyle anlaşılıyor ki, ara sıra, girip çıkıyorsunuz Site’mize…
Yaşama gelince; yaşıyoruz işte buna yaşama denirse.
Çünkü 10 Kasım 206’da ağır bir kalp krizi geçirdim.
Şok tedavisi gördüm dirildim.
Kalbime pil takıldı; şimdi, Pilli Dede’yim…
Hadi dediğin gibi olsun.
Öbür dünyada Allah bizden hesap sorsun.
Ama yine oluyor bütün kötülükler.
Her gün cinayetleri, ırza geçmeleri yazıyor gazeteler…
Cennet Cehennem insanın ruhsal halidir.
Bunu idrak edebilmek için “Ölmeden önce ölüp dirilmelidir”…
Ölmeden önce öldük, yeniden doğduk, dirildik.
İşlediğimiz suçların cezasını daha yaşarken çektik…
Evet, Tanrı arayışında olmayanlar bizi bilemez.
Arayış içinde olmayan iyi nedir (sevap); kötü (günah) nedir bilmez.
Onlar Kuran’ın ifadesi ile “sağır, dilsiz ve de kördürler” göremez…
Tanrı, dirilerin Tanrısı’dır ölülerin değil…
Bul Diri’yi, karşısında saygı ile eğil…
Yoruldum, daha fazla yazamıyorum.
Ben az söyledim, sen çok anla diyorum…
Sevgiler size bizden…
İletindeki efendiliği esirgeme bizden.
H.B. 7.6.2006
+
E. E.
En azından cevap verdiğiniz için teşekkürler…
Umarım bir gün yaşadığımız hayattan pişman olmayız
Saygılar
E. E. 8.12.2006
3. TANRI’NIN BİRLİĞİ KONUSUNDA
İslamî Terimler Sözlüğü (Dr. Hasan Akay. İşaret Yayınları. 2. Baskı) tevhid’i şöyle tanımlar:
“TEVHİT (tevhîd) i. ar. Birlemek, bir şeyin bir ve tek olduğuna hükmetmek ve böylece inanmak.
Allah’ın varlığını, birliğini, dengi ve ortağı bulunmadığını tasdik etme suretiyle O’nun zâtını, aklın ve zihnin tasavvur edebileceği her şeyden uzak ve yüce tutmak, tenzih etmektir.
Tevhit inancına sahip olanlara “Tevhit ehli” denilir. Muvahhit (Allah’ın birliğine inanan, Allah’ı birleyen) ile eşanlamlıdır. Tevhit sözü, “Lâilâhe illallâh”tır. (Türkçesi: İlah yok Allah var…HB)
Allah Resulü buyurmuştur: “Lâilâhe illallâh diyen kimse cennete girer, »
Yine aynı sözlükte Allah’ın tanımım şöyle yapılmıştır: “Allah, kemal (yani mükemmeliyet, olgunluk) sıfatlarını kendinde toplamıştır.”
Tanımdan çıkarılan sonucu göre “O’nun zâtını, aklın ve zihnin tasavvur edebileceği her şeyden uzak ve yüce tutmak, tenzih etmektir.” diye kavranamayacak, bilinemeyecek bir Tanrı tanımım yapılırken; “Allah, kemal (yani mükemmeliyet, olgunluk) sıfatlarını kendinde toplamıştır.” derken kavranabilir, bilinebilir bir Tanrı tanımı yapılmaktadır kemal sıfatlarını kendinde toplamak insana özgü bir özelliktir…
Bu iki tanımdan hangisi İnsana yararlı olabilir. Kavranabilen, bilinebilen bir Tanrı tanımı mı; yoksa kavranamayan, bilinemeyen bir Tanrı tanımı mı?
Kavranamayan, bilinemeyen bir Tanrı tanımına inanırsak hayali bir varlığın arkasına düşmüş oluruz ve bunun bize bir yararı olmaz… Ama kavranabilen, bilinebilen bir Tanrı tanımına inanırsak bunun bize yararı olur.
Allah’ın “Bir”liğinden maksat, “iki”nin yarısı olan “bir” değildir. Buradaki “Bir” den maksat “birleştirici ortak” değerlerdir. (Evrensel Çağrı. Kur’an Meâli. Mustafa Sağ. s. 6)
Bu birleştirici ortak değerler Zerdüşt dinine tepkiden doğmaktadır. Bilindiği gibi Zerdüşt dininde ikilik (İki Tanrı) vardır.
Ahura Mazda iyiyi; Ahriman ise kötüyü simgeler.
Tek tanrılı dinler bu ikiliği bire indirger. Evrensel birleştirici olumlu ortak değerleri yüceltir ve “Rahmanî” olarak niteler ve yüceltir; olumsuz ortak değersizleri ise aşağılar ve kötülük (şeytanî) olarak niteler…
Evrensel ortak değerleri şöyle özetleyebiliriz:
Aklın, bilimin verilerine uymak. Toplumun yasalarına saygı duymak. İki yüzlülükten kaçınmak, kin ve nefretten uzak durmak. Alçak gönüllü, nazik, sevimli olmak. Kimseyi incitmemek, fuhşa, haksız kazanca, hırsızlığa karşı olmak, insan canına kıymamak. Barıştan, paylaşımcılıktan, dostluktan yana olmak. Kötü duygu ve düşüncelere sahip olmamak, doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi güzel huylara sahip olmak…
Elbette saydığım bu olumlu kavramların bir de olumsuz olanları vardır. Örneğin masallara, hurafelere inanmak. Aklı ve bilimi ikinci plana atmak. Toplum yasalarına aldırmamak, kendisinden iyi durumda olanları kıskanmak ve onlara kin ve nefret duymak. Gururlu, kibirli olmak, herkese tepeden bakmak. Daima kendi çıkarını düşünmek, kendi çıkarı için bütün olumsuzlukları yapmak.
Hemen yukarıdaki iki paragrafta olumlu ve olumsuz gibi kavramlar ikiliği temsil eder. Bu ikiliği “Bir” indirgemek; yani olumlu kavramları yaşam kuralları olarak kabul etmek “ortak değerleri birlemektir.” ki buna “Birlemek” anlamında “Tevhid” denir.
Bu olumlu ortak değerler, yüce kavramlar, üstün duygu ve düşünceler insanlık yararına olduğu için uyulması, (tapılması-uygulanması) gereken kurallar bütünü olarak kabul edilir ki buna Allah (Tanrı) yanında Allah’ın birliği (Tevhid) adı verilir.
Dindarım diyen bir kişinin daima olumlu ortak değerleri yüceltmesi ve onu yaşamına uygulaması gerekir. Kutsal kitaplar ön yargıdan uzak ve tarafsız bir bakış açısı izlenirse bu gerçek görülebilir.
Ne var ki kimi dindarlar haç çıkardıkları zaman, kelime-i şahadet getirdikleri zaman Allah’ı birlediklerini sanıyorlar ki bu büyük bir yanılgıdır.
Av. Hayri Balta, 11.2.2008
4. TANRI DÜŞÜNCESİ 1
Daha güzel bir dünyanın, daha özgürlüklü bir dünya olmadan gerçekleşemeyeceği açık. Daha özgürlüklü bir dünyanın kurulabilmesi için de tabuların yıkılması gerekli. Her türlü tabu yıkılmalı. En başta da dinlerden , “inanç”lardan kaynağını alan tabular.
“Özgürlükleri bağlayan her türlü zincir kırılmalı, en başta da kafalardaki “iman zinciri”…
İman zincirine bağlı düşünce sabittir, değişmez… Atatürk bu konuda şöyle diyor:
“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur..”
Atatürk BU SÖZLERİ Kuran’daki şu ayet için söylüyor:
” Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”(Kuran – Fatır. 35/43)
Bu ayet ise doğanın değişken yapısına terstir.
Zincirli zihin gelişme gösteremez; değişmelere, gelişmelere ayak uyduramaz. Dünyamızdaki her türlü olumlu gelişme, dinin ve imanınki başta olmak üzere, tabuların zincirinden kurtulabildiği, yol bulabildiği ölçüde gerçekleşebilmiştir. Akıl, bilim, teknoloji, insan hakları alanında ulaşılan noktalar, bu yoldaki adımların ürünleridir.
Akıl ve bilim aydınlık kesimdedir. Din ve iman ise karanlık kesimde.
Aklın, bilimin ölçüleri bellidir. Gözlem vardır, deney vardır, nesnellik vardır…Yolu ışıklandıran da bunlardır. Öyleyse “Din”in üzerine nasıl gidilmesi gerektiği ortada ve son derece açık: Karanlığın üzerine nasıl gidilirse, “din”in üzerine de öyle gidilmelidir. Karanlıkla savaşılırken ışık gereklidir. Dinin, imanın üzerine gidilirken de…”
Böyle başlıyor Turan Dursun yayına çıkacak ilk kitabının önsözünde. Şeriatın kurşunları 4 eylül 1990 günü onu arkadan, yedi yerinden, vurup öldürmeden üç ay evvel…
Öldürüleceğini çok iyi biliyordu ve şöyle diyordu: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım.” Aydın ve cesur bir insan olarak ikincisini seçti o.
Ben yanmasam,
Sen yanmasan,
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Nazım Hikmet
Turan Dursun, mükemmel derecede Arapça bilgisi ve uzun yıllarını İslam’a adamış bir aydın olarak, yaşamı pahasına ve bunun bilincinde olarak dinin karanlıklarına ışığını tutmayı başarabildi. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitaplarının baskıları yüz bini geçti.
Turan Dursun Sitesi ise 1997 yılından beri zaman zaman aksayarak da olsa yayınını bugünlere ulaştırabildi ve en az yüz bin insana da ulaştı.
Büyük İslam bilgini, aydın ve cesur dostumu saygıyla anıyoruz.
(Yukarıdaki yazının büyük bölümü Turan Dursun bölümünden alınmıştır…)
Av. Bilge Balta, 22.7.2007
5. TANRI DÜŞÜNCESİ 2
İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığı günden bu yana Tanrı düşüncesi insanları meşgul etmiştir. Başlangıçta Tanrı düşüncesi insanların doğa karşısında, bilgisizliğinden, korkusundan, yetersizliğinden doğmuştur. Birsel baskını, bir yıldırım düşüp yangın çıkması, bir deprem olup onlarca kişinin ölmesi veya kaybolması üzerine ilkel insanlar bu olayların kendi günahları yüzünden Tanrılarının kendilerine verdiği ceza olarak kabul etmişlerdir.
Zamanla tek Tanrı düşüncesine indirgenen bu düşünce giderek gelişime uğramış ve günümüzde kimi aydınlarımız tarafından en sağlıklı bir zemine oturtturulmuştur. Artık Doğa’nın, Evren’in, insanın dışında bir Tanrı aramanın bilimsel düşünceye aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Tanrı sözcüğü, çeşitli kavramları simgeleyen dinsel bir terime dönüşmüştür. Bu gelişmeyi Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemiştir: “İnsan bilgi sahibi oldukça, korkudan kurtuldukça, imgesel varlık gider yerine bilge insan gelir.”
Bütün dinler kölelik dönemi ile egemenlerin toplumu yönetme ve
tepkisizleştirme (miskinleştirme) aracı olarak kullanılmıştır. Her ne kadar solcular dinlerin oluşmasını sınıfların ortaya çıkmasına bağlamışlarsa da; dinler, sınıflar olmadan ortaya çıkmıştır. Çünkü dinlerin nedeni toplumsaldır, kültüreldir, ruhsaldır. İlkel toplum aşamasında bile Allah, din inancı toplumu etkilemiştir. Sınıflar ortaya çıkmadan önce de insanlar din kurumunu oluşturmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinler ezilen sınıfları durağan, tepkisiz, miskin bir insan olarak eğitmiştir. Toplumun bireyleri hak aramaktan yoksun olarak haksızlıklara direnmeyi akıl bile edememiş, bu dünyayı cennete çevirmek dururken şu dinli şu dinsiz diye ortalığı kan gölüne çevirerek güzelim dünyayı cehennem etmiştir. Bu dünyayı cehenneme çevirirken de öldükten sonra cennette yaşamayı ummuştur. Bunun sonucunda insan kendisine yabancılaşmıştır. İnsan kendisine yabancılaşınca bilgisizliğe, yoksunluğa, yoksulluğa, bağışıklık kazanmıştır.
Şaşırtıcı olanı insanların bu durumda olması bir beceriymiş (meziyetmiş) gibi gösterilmiş; öyle ki insanlar pasifliğe, tepkisizliğe, miskinliğe özendirilmiştir. Bunların başında egemenlere şirin görünmek isteyen din adamları gelmektedir. Kaldı ki din adamları tarih boyunca egemenler tarafından kullanıla gelmiştir ve halen de bu durum sürüp gitmektedir. Egemenler de din adamlarının halkı uyutması karşılığında onları görüp gözetmiştir. Din adamlarının kendilerine sadakatlerini ödüllendirmiştir. Din adamları da bu görevi başarı ile yerine getirdikleri için her dönemde devletin, egemenleri tarafından korunmuş ve el üstünde tutulmuştur.
Din adamlarının asıl görevi din düşüncesinin insana, aslından gerçeğinden, saptırılarak yanlış öğretmektir. Şunu önemle belirtmek gereğini duyuyorum ki insanları -Tanrı’dan uzaklaştıran din adamlarıdır. Böylece insan başına geleni Tanrı’dan sanarak bütün haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara sabırla katlanmayı bir sınav sayacaktır. Oysa bütün bu haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara katlanmamayı bir insansal görev bilen toplumlar sefil ve perişan yaşamaktan kurtulmayı başarabilmişlerdir.
Tanrı kavramı ile din duygusu hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Tanrı kavramı, dinsel bir terimdir. Erdem’in içeriğinde bulunan bütün olumlu kavramları kapsayan simgesel bir demettir. Tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağı yukarı şöyle yapılır: “Eşi ve benzeri olmayan; bütün eksikliklerden uzak, her şeyi yoktan var eden, insanı ve diğer canlı cansız her şeyi yaratan, koruyan, rızkını veren, gücüne ve büyüklüğüne denk olmayan, her şeye gücü yeten (kadir olan), yazgımızı (kaderimizi) belirleyen, sonra da dilediğini kafir, dilediğini Müslüman eden, sonra da kafir ettiklerini cehenneme sokan, yaptıklarına akıl ermeyen dokunulmaz (la yüssel) bir varlıktır.”
Görüldüğü gibi ne kadar olumlu nitelikler varsa; imgesel (hayali) olan bir varlığa yağ çekilmektedir. Dalkavukluk yapılmaktadır. Oysa bu tanım bilime aykırıdır. Determinizmim kuralı gereğince her sonucun bir nedeni vardır. Yine Lavasion yasasına göre “Hiçbir şey yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz.” (Maddenin sakinimi yasası…) Bilimsel gerçeğe aykırı olan bu dünya görüşü; akla da, mantığa da aykırıdır.
Hele Kuran’da bulunan şu ayet insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü maddesindeki” “Herkes düşünme, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” (Mad. 9) ilkesine aykırı olduğu gibi Anayasamızın 10. maddesinde geçen “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Kuralına da aykırıdır. İşte ayet: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin, haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29) Ne demek “hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşmak?” ( K. Tevbe. 9/29) Böyle bir düşünceyi insanlığa kabul ettirmeye çalışanın kafasına çökerler terörist diye… Böyle bir anlayış günümüzün ahlak, akıl ve hukukuna aykırıdır.
Oysa dinin temeli akıldır. “Aklı olmayanın dini de yoktur” denir. Bütün dinlerin asıl amacı insanın kendi iradesini kullanarak kendini olgunlaştırıp mükemmelleştirmektir. Ama ne görüyoruz dinciler, bu anlayışın tersine olarak, insanları yalnızca tapınmaya yöneltmiştir. “Yat, kalk! Kabul eden Hak!” denilmiştir. Hatta öyle ki “Her türlü günahı ölünceye kadar işle; ancak ölürken tövbe et, bir salavat getir doğru cennetliksin!” denmiştir.
Akletmeden, düşünmeden, yatıp kalkmak, oruç tutmak, hac’ca gitmek, kurban kesmek insanı olgunlaştıracağına Müslüman olmayanları karşı kin ve düşmanlığa motive eder. Açık kanıtı yüzlerce cihat ve şiddet ayeti yanında K. 9/29 ayetidir. Yeniden okuyalım: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29) Oysa dindar olmak demek; ahlak, edep, marifet, hikmet ve her bakımdan bilgili, hikmetli bir bilge olmaya yönelmek demektir. Aklını insan ve insanlık yararına kullanmayı öğrenmek ve dini, ırkı, inancı ne olursa olsun insanları sevmektir.
Bu durumda Tanrı’nın akla, bilime ve mantığa uygun bir tanımı yapmak gerekmektedir. Böyle bir tanım ancak şu biçimde yapılabilir: “Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır. (Esmaül hüsna dedikleri…)” Bu tanım; akla, mantığa, bilime ve gerçeğe uygundur. Bu tanıma göre insanın kendisi dışında bir varlık araması büyük bir yanılgıdır. Gökte bulunan bir Tanrı’dan haber ve bilgi geldiğine inanmak insanın kendi aklına vurduğu en büyük kettir (engel). Tanrı (Allah) kavramı, bir çok kavramı içerir ve asıl anlamından da başka bir anlamda kullanılır (mecaz). Aksi durumda insan büyük bir yanılgıya düşerek toplumsal gerçeklere ters düşer.
Peygamberler; eski çağlarda toplumun din konusunda en bilgili ve bilge kişileri olup günümüzde bunlara aydın denir. Bunların toplum yararına olduğu sanılan bütün sözleri yüceltilerek Tanrı kelamı olarak nitelendirilir. Bütün kutsal kitaplar; peygamberlerin, din adamı bilgin ve bilge kişilerin sözleridir. Peygamberler kendilerini topluma kabul ettirmek için Allah’ın sevgili kulu olduklarını ileri sürerler. Oysa Tanrı rabbül alemindir. Bütün kullarını sever. Yeter ki insan, insanlığına yakışır bir erdemli yaşamı ilke olarak benimsesin ve yaşamına uygulasın. Peygamberlerini seven Tanrı, doğru dürüst yaşayan, kişiliğine leke sürmeyen insanları niçin sevmesin. Kaldı ki Tanrı’nın peygamberlerini sevdiği de kuşku götürür. Eğer dedikleri gibi sevmiş olsaydı onları, çocuklarını ve torunlarını ölümden kurtarırdı. Çünkü peygamberlerin çoğu öldürülmüştür; kimisin kafası kesilmiş, kimisi çarmıha gerilmiş, kimisi ağaçla birlikte diri diri kesilmiştir. En sevgili peygamberi olduğu ileri sürülen peygamberinin Hüseyin adlı torunu ile ailesi, çocukları Kerbela’da susuz bırakılarak öldürülmüş; büyük torunu Hasan ise zehirlenmiştir. Bütün bunlar olurken Allah kılını bile kımıldatmamıştır. Tanrı, peygamberlerini bu kadar severmiş de peygamberleri ve torunları öldürürken neredeydi?
Allah peygamberlerini severmiş de; niçin Isa çarmıhta ölmek üzere iken şöyle bağırttırmıştır. “Allah’ım, Allah’ım! Beni niçin bıraktın?” (İncil, Matta. 27/45, 46) İncil’deki bu ayetin kaynağı Tevrat’tır. Böylece Tevrat da geleceğe ilişkin bildirilenler yerine getirilmiş oluyor. Tevrat’ta İsa’nın haykırışı şöyle dile getiriliyor: “Allah’ım Allah’ım beni niçin bıraktın? Kurtuluşumdan, iniltimin sözlerinden niçin uzaktasın? Ey Allah’ım, gündüz çağırıyorum, fakat yanıt vermiyorsun, ve geceleyin bana rahat yok…” (Tevrat Mezmurlar. 22/1-3)
Bu sözler aslında Davut’un yakınmaları. Ancak yakınanlar yalnız Davut ve İsa değil. Bu yakınanlar arasında Eyüp Peygamber de var. Oysa bize Eyüp Peygamberi sabrın simgesi olarak gösterilmiştir. . (Bak. Tevrat, Eyüp. 10 Bölüm…) Niçin bunlar kendilerine yardım edeceğini sandıkları Allah’tan umduklarını bulamamışlardır. Dinciler bu sorulan sormayı akıl bile edemezler, çünkü çarpılacaklarından korkarlar. Dinciler Peygamberlerine bile yardımda- etmeyen imgesel bir varlıktan yardım umarlar. Ellerini açarak istekte bulunurlar. Bütün bu yalvarıp yakarmalarına karşı Allah’ın kimseye bir bağ maydanoz gönderdiği görülmemiştir… Ancak sen çalıp çabalarsan sıkıntılı durumdan kurtulabilirsin.
On iki yaşlarında dini bütün bir Hıristiyan kızın ayakları lavların arasında kalmıştı. Lavlar çimento gibi donduğundan kızcağız ayaklarını çekip çıkaramıyordu. Sular ise kendisini boylayacak şekilde yükseliyordu. Kız ise durmadan Allah’a yalvarıyordu. “Allah’ım, Allah’ım ölmek istemiyorum. Ne olur beni kurtar!” Televizyon bu görüntülüyü sergiliyordu helikopterden… Donan lavlar kızcağızı ayaklarından yakalamıştı. Helikopter ip atıp kurtaramıyordu. Çünkü donmuş çimento lavlar ayaklarından yakalamıştı. Hepimiz merakla sonucu bekliyorduk. Sonunda kızcağız bütün yalvarıp yakarmalarına karşın gözlerimizin önünde yalvara yalvara ölüp gitti… Eğer gökyüzünde her şeyi gören, her şeye gücü yeten bir varlık olsaydı kızcağızı ne yapar eder kurtarırdı. Çünkü Allah böylesine acımasız ve gaddar olamazdı. Demek ki böyle bir Allah anlayışının bize bir yaran yok. Allah anlayışımızı akla, bilime ve mantığa uygun duruma getirmeliyiz ki onun bize yardımı olsun…
Yaratan (madde) insana akıl gibi bir organ, yetenek vermiştir. İnsan, aklını kullanarak kendisine yakışan bir yaşam sürdürmelidir. Aklını kullanarak bütün olası tehlikelere karşı önlem almalıdır. Yaşamını gerekçeli bir yaşama kodlayıp toplumsal ve yaşamsal sorunları göz önüne alarak önlem almalıdır.. Gerçeklere saygılı olmalı, insana yararlı olanı yapmalı, zararlı olanı yapmamalıdır. Bilimin doğrularına göre
yaşamak, doğanın ve toplumun yasalarını öğrenip öğretmelidir. Olumlu kavramları yaşamına uygulayarak huzurunu sağlamalıdır. Tersine bir yaşam yolu seçilirse güvensizlik, huzursuzluk, mutsuzluk içinde yaşar gider. Esen yel üzerine kıpırdayan yaprağın hışırtısından bile korkar. Korku içinde olanlar ise sağlıklı düşünüp sağlıklı karar veremezler.
“İncil’de “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar.” (İncil. Yuh. 1. Mek. 4/16) denir. Demek isteniyor ki sevgi olumlu, nefret ise olumsuzdur. Sevgi, nefrete göre iyidir, iyi olan yücedir ve yüce olan da Tanrıdır. Nefret ise şeytandandır. İnsan yaşamı boyunca nefret ve sevgi arasında bocalar durur. Eşiyle dostuyla, arkadaşlarıyla ters düşebilir. Bu durumda yeğlenmesi gereken sevgiye sarılmaktır. Çünkü nefret doğurgandır. Nefret, nefret getirir. Nefret ise kötülüğün anasıdır. Nefretin babası ise akılsızlık ve öfkedir. Bu ikili insanı yeni sorunlara ve çıkmazlara sürükler.
Bu durumda yukarıdan beri söylediklerimi yinelemek zorundayım. Tanrı; aklın, bilimin, kültürün, sağduyunun verilerine göre insanlarda oluşan ve doğruya, güzele, iyiye ve sevgiye dayanan anlayıştır, insanın değer verdiği genel doğrularla, olumlu kavramlar, üstün değerler, yüce düşünceleri kapsayan duygu ve davranışlar Allah kavramı içinde dile getirilir. Çünkü saydığım bu kavramlar yücedir. Ne ki yücedir o Tanrı’dır. Tanrı kavramı bu şekilde anlaşılmaz ise kutsal kitapların anlaşılmasına olanak yoktur. Öncelikle şu bilinmelidir ki yukarıda, gökte, bilinmeyen
bir yerden Peygamber gönderen, kitap indiren bir Allah yoktur. Bütün bu söylemlerin mecaz anlamları vardır ve insanın ilk işi bu kavramlarla ne anlatılmak istendiğini öğrenmektir.
Bu söylediklerimin iyi anlaşılması için kutsal kitaplardaki şu ayetlere bakılmalıdır: “Kendi içinizde Allah’ın varlığına ilişkin deliller vardır, görmez misiniz?” (K. 61/20-21). Bu demektir ki Allah’ı kendinizde arayın… İnsanlar sık sık “Allah’tan başka kimseden korkmam!” diyerek kabadayılık taslar… “Allah’tan başka kimseden korkmam!” deyenler içinde her türü ahlaksız, hortumcu, soyguncu, ırz düşmanı, kadın ve uyuşturucu satıcıları vardır. Bu sözleri söyleyen cehaletini haykırmaktır. Bunların elemleri o kadar kötüdür ki sözleri duyulmaz. Bunların “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demeleri bana çok komik gelir. Çünkü “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çiğ yemedim ki karnım ağrıya…” (Halk deyimi…) demektir. Başka bir anlamda da “Yanlış yapmadım ki korkayım!” demektir. Ne var ki böyle diyenler genellikle her türlü pisliğe bulaşmış olanlardır. Bu her türlü pisliğe bulaşmış olanların tabutu musalla taşma yatırıldığında imam sorar “Ey cemaat mevtayı nasıl bilirsiniz?” Hep birden “iyi biliriz!” denir. Çünkü Peygamberlerinin sözü vardır. “Ölülerinizi hayırla yad ediniz!” Oysa bunlar bizim ölülerimiz değildir. Bunlar kötülüğün (Şeytanın) oğludur. Şimdi her türlü pisliğe bulaşmış bu kişiler bizim ölümüz olabilir mi? Oysa “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çünkü ben doğru, dürüst, güzel ve erdemli aşıyorum. Bu nedenle kimden korkayım demektir” ki, bu anlayışın dayanağını Tevrat’ta buluruz:
“Rap (Allah) doğruluğumuzdur.” (Tevrat. Tekvin. 15/61) Yine aynı anlamda
olmak üzere Tevrat’ta üç ayet daha vardır: “Benim dayanağım, kayam Rap’tır.” (Tevrat 2. Samuel. 22/2-3 ve 22/32) Burada “Rab’in” karşılığı: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik ve erdemdir. Bu kavramlar yücedir. Yüce olan da Tanrı’dır… Erdemli yaşamı ilke edinen kişinin hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktur…
6. GERÇEĞE ULAŞMAK İSTEYENLERE…
Aşağıdaki sözleri OSHO’nun “BEN DİNİ DEĞİL DİNDARLIĞI ÖĞRETİYORUM” adlı kitabının 214 ve 217. sayfasından aktarıyorum.
Hacı Bektaş’ı Veli’nin şu dörtlüğüne ne kadar benzer:
“Hararet nar’dadır, saç’da değildir.
Keramet baştadır, taç’da değildir.
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.”
+
Aynı görüşü Mevlana’da aşağıdaki şu dizelerinde dile getirmektedir:
Ey Hacca gidenler nereye böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne.
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun gördünüzse suretsiz suretini onun,
Hac da siziniz, Kâbe de, ev sahibi de…”
Ne var ki Hacı Bektaş’ı Veli’nin, Mevlana’nın ve OSHO’nun söyledikleri yeterli değildir. Çünkü yeni yetişmekte olan bir genç öğretmensiz hiçbir şey öğrenemez. Bu gerçek din ilminde şöyle dile getirilir: “Öğretmeni olmayan öğrenci şeytanın öğrencisi olur”. Yani “mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.”
Gerçeğe (Tanrı’ya) ulaşmak isteyen bir arayıcı muhakkak ve muhakkak gerçeği bilen birinden öğrenim görmelidir. Aksi takdirde Aklın, vicdanın, Sağduyu’nun (Tanrı’nın) değil; beşerî duygularının, (Nefsinin=şeytanın) tutsağı olur.
Tek başına bilmek ve öğrenmek yetmez. Muhakkak öğrenciye öğreten ve yanlışlıklarını gösteren bir öğretmen gerektir. Mevlana Mesnevisi’nde öğretmensiz öğrenmek isteyeni “… kıçına batan tikeni kendi kendine çıkarmaya çalışan eşeğe benzeterek; eşek, kuyruğu ile kıçına batan tikeni çıkartmak istedikçe tiken kıçına daha çok batar…”
Aşağıdaki OSHO’nun yazdıklarını bu bilgiler ışığında okumakta yarar vardır.
+
Neden rahipler insanları; aydınlanma¬nın çok zor, neredeyse olanaksız bir gö-rev olduğuna ikna etmeyi başardılar?
Bu¬nun nedeni sizin zihniniz. Zihniniz her zaman zor olanla, imkansız olanla ilgile¬nir; çünkü bu onun için bir meydan oku¬madır ve ego daha büyük, daha büyük hale gelmek için meydan okumalara ge¬rek duyar.
Rahipler sizi; aydınlanmanın çok zor, neredeyse imkanız olduğuna İkna etmeyi başardılar. Milyonlarca insanın arasında sadece bir kez bir insan aydınlanır.
Sizi aydınlanmadan alıkoymak için çok akıllı¬ca bir yol kullandılar: egonuza meydan okudular ve her türlü ayinle, perhizle, kendine işkenceyle ilgilenmeye başladı¬nız. Yaşantınızı mümkün olduğunca bü¬yük bir ıstırap haline getirdiniz.
Fakat yaşamlarını bir işkence haline getirenler, mazoşistler aydınlanamazlar. Gittikçe daha çok kararırlar. Ve karanlık¬ta yaşayan bu insanlar köleler gibi çok kolay sürünmeye başlarlar, çünkü tüm zekalarını, tüm bilinçlerini bu tuhaf ça-balamalarında yitirmişlerdir.
Kışın sabahın erken saatlerinde güne¬şin akında dinlenen bir köpek gördünüz mü? Kuyruğunu görür ve hemen ne oldu¬ğuyla ilgilenmeye başlar. Kuyruğunu ya-kalamak için fırlar, fakat çılgına döner, çünkü bu şey pek tuhaftır. O zıplayınca kuyruk da zıplar ve kuyrukla köpek ara¬sındaki mesafe aynı kalır. Köpek dönüp durur.
Ben seyrettim, kuyruk zıpladıkça köpek daha da kararlı hale geliyor, tüm iradesini kullanıyor ve onu yakalamak için o yolu, bu yolu deneyip duruyor. Fa¬kat zavallı köpek onu yakalamanın müm¬kün olmadığını bilmiyor. O zaten onun bir parçası, onun için o zıpladıkça öteki de zıplıyor.
Aydınlanma zor değil, olanaksız değil. Ona ulaşmak için bir şey yapmanıza gerek yok; o sadece sizin yaradılıştan gelen do¬ğanız, sizin öznelliğiniz. Tüm yapmanız gereken bir an için tümüyle gevşemeniz, tüm çabaları unutmanız, öyle ki zihninizi çelecek hiçbir şey olmasın. Bu bilinç hali birden farkına varır ki ‘Ben oyum!’
Aydınlanma dünyadaki en kolay şey¬dir. Fakat rahipler tüm dünyanın aydın-lanmasını istemediler. Yoksa insanlar; Hı¬ristiyan, Katolik, Hindu olmazlardı. Ay-dınlanmamaları gerekiyordu, kendi do¬ğalarına karşı kör olmaları gerekiyordu. Ve rahipler çok akıllıca bir yol buldular: hiçbir şey yapmalarına gerek yoktu, sadece size bunun çok zor olduğu, olanaksız bir iş olduğu fikrini vermeliydiler, o za¬man egonuz hemen ilgilenecekti. Ego as¬la açık olanla ilgilenmez, o asla sizin ol¬duğunuz şeyle ilgilenmez. 0 sadece uzak hedeflerle ilgilenir . Hedef ne kadar uzak¬sa ilgi o kadar büyüktür.
Fakat aydınlanma hedef değildir, siz¬den bir santim bile uzak değildir o. O siz-siniz! Arayan aranandır, gözleyen gözle¬nendir, bilen bilinendir.
+
Bir kez doğanızın aydınlanma olduğu¬nu anladığınızda…. Gerçekte din anlamı-na gelen Sanskritçe sözcük dhanııa’dır. Doğa, sizin doğanız anlamına gelir. Kilise veya ilahiyat anlamına gelmez; sadece doğanız anlamına gelir. Örneğin, ateşin dharma’sı nedir? Sıcak olmak. Suyun dharma’sı nedir? Aşağıya akmak. İnsanın dharma’sı nedir? Aydınlanmak, tanrısallı¬ğım tanımak.
Ben ancak doğanıza ulaşmanın kolay¬lığını, çabasızlığını anlayabilirseniz size zeki derim. Eğer bunu anlayamıyorsanız zeki değilsinizdir. Sadece çabalayan bir egoistsinizdir -tıpkı diğer egoistlerin en zengin insan olmaya çalıştıkları, bazı egoistlerin de en güçlü, bazılarının da en aydınlanmış olmaya çalıştıkları gibi.
Fakat ego için aydınlanma mümkün değildir. Zenginlik mümkündür, güç mümkündür, prestij mümkündür; bunlar zor, çok zor şeylerdir.
Tümüyle kendinizi bırakmanız, son derece huzurlu, gerilimsiz, sessiz bir va-roluş halinde olmanız gerekir… ve birden patlama gelir.
İster bunu kavrayın ister kavramayın hepiniz aydınlanmış doğdunuz. Toplum bunu anlamanızı istemiyor, politikacılar bunu anlamanızı istemiyor, çünkü bu çı¬kar çevrelerine karşı. Aydınlanmadığınız için onlar kanınızı emiyorlar, tüm insan¬lığı aptalca etiketlere indirgiyorlar -Hıris¬tiyan, Hindu, Müslüman, sanki siz şey¬mişsiniz, bir malmışsınız gibi. Onlar kim olduğunuzu alnınıza etiketlediler.
7. ALLAH ADININ GEÇTİĞİ DEYİMLER…
Allah sözcüğü, kapsamı en geniş olan bir kavramdır.Aklını imana kurban etmemiş olan bir insan; Allah adı geçince, bu sözle ne denmek istediğini anlamaya çalışır.
Sözü uzatmadan ilk örneği Kuran’dan verelim. Örneğimiz için şu iki ayeti gündeme getirelim:
“Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resulüne itaat edin.” (K. 8/1)
Diyanet Vakfı yorumluyor: (Ganimetlerin Allah’a ait olması demek, savaşta alınan mal ve mülkün İslam devletine ait olması demektir.)
“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” (K. 8/41)
Bu ayeti de Kuran yorumluyor: (Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir.)
Gerçekten de yerin ve öğün maliki Allah malı mülkü, ganimeti neylesin… Demek ki burada Allah kavramı ile sözü edilen Allah’ın resulü, İslam Peygamberinin yakınları, yetimler, yoksullar, ve yolda kalmış yolculardır…
Ayetler ve ayetlerin kendi yorumları gayet açıktır. Ama bütün bu açık belirtilere karşın isteyen kendi kafasında yarattığı Allah’a ganimetlerden pay ayırabilir. Bu da bizi değil kendisini ilgilendirir.
Aşağıda Milliyet yazarı Hasan Pulur, Allah adının geçtiği deyimleri sıralamış. Hasan Pulur’un yazısını dikkatle okuyan okuyucumuz Allah kavramı geçen deyimlerini anlamını kolayca bulabilir.
Hele Bakın bakalım… Sizler ne anlam çıkarabileceksiniz.
Elbette Hasan Pulur, bu yazısı ile elinde fener Allah adına halkı dolandıran din sahtekarlarına da değiniyor…
Av. Hayri Balta, 28.9.2008
8. TANRI KELİMESİNİ KULLANMAK GÜNAH MI?
Şair olduğunu, zaman zaman şiirlerinde ‘Tanrı’ kelimesini kullandığı için kimileri tarafından eleştirildiğini, ‘Tanrı’ kelimesini kullanmanın günah olduğunu söylediklerini belirten M. rumuzlu okurum, “gerçekten Allah için Tanrı ismini kullanmak günah mıdır?” diye soruyor.
CEVAP: ‘Allah’ anlamında kullanılan Türkçe ‘Tanrı’ sözcüğü, Arapça’daki ‘İlâh’ kelimesinin karşılığıdır. İlâh sözcüğü Allah için de, putlar için de kullanılır. Yani İlâh deyince evrenin sahibi Allah da kastedilmiş olabilir, herhangi bir put da kullananın niyeti ne ise ona göre değer kazanır. Tanrı da öyle, kullananın niyetine bağlıdır. Her millet, evrenin yaratanını ifade için bir kelime kullanmıştır. İranlılar Allah için ‘Hodâ’, İngilizler ‘God’, Almanlar ‘Got’ derler. Türkler de O’nun için Tanrı adını kullanmışlardır.
Türk insanına bir türlü aklım ermiyor. Neden Türkçe’ye bu kadar soğukturlar? 1905 civarında vefat etmiş bulunan büyük Mürşid Harputlu Hacı Ömer Baba, Dîvânının başında şöyle diyor:
“Et tevbe cürme iptidâ
Sana gele bûy-i Hudâ
Olma huzurundan cüda
Gelmez mi gör feyz-i Hudâ”
Anlamı: Önce suçtan tevbe et ki sana Hudâ (Tanrı) kokusu gelsin. Sakın O’nun huzurundan ayrılma da bak bakalım Hudâ’nın feyzi gelmez mi sana?
Şimdi bu büyük insan, Farsça olan Hudâ kelimesini rahatlıkla kullanıyor. Ve bu dizeleri herkes gönül huzuru ile hattâ göz yaşlarıyla okuyor. Peki Farsça Hudâ sözcüğünü kullanmaktan ötürü kimse rahatsızlık duymaz da neden Türkçe ‘Tanrı’ kelimesinin günah olduğunu söylerler?
Kim demiş günah diye? Bir şeyin günah olması için dinde haram olması gerekir. Kur’ân’da veya Hadiste Tanrı kelimesini kullanmak haramdır, günahtır diye bir şey yok. Siz o tür sözlere hiç değer vermeyin. Bir zamanlar ezan da Türkçe’ye çevrilmiş ve “Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak” cümlesi “Eşhedu en lâilâhe illallah” cümlesinin çevirisi olarak yıllarca okunmuştur. Bu çeviriyi yapanlar da o zamanın Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki âlimlerdir. Bunlar hep günah mı işlemişlerdi? Delilsiz olarak din hakkında konuşmak Allah’a iftira olur. İftira ise işte asıl günah odur!
Süleyman Ateş, Vatan gazetesi, 5.10.2008
9. KUTSAL KİTAPLARDA TANRI
Tanrı: Madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Ruh olarak yoktur, sanal olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Zat olarak yoktur, sıfat olarak vardır.
Tanrı, simgesel bir anlatımdır.
TEVRAT:
“Meskenimi aranıza koyacağım ve aranızda yürüyeceğim.” (Tevrat. Levililer, 26/11)
İNCİL:
“Çünkü biz diri Tanrı’nın tapınağıyız.” (İncil. 2. Kor. 6/16)
“Ey Baba, sen bendesin ben de sendeyim!” (İncil. Yuh. 17/21)
“Filupus, ‘Ya Ra., Baba’yı bize göster” dedi. ‘Bu bize yeter!” İsa, “Ey Filippos, bunca zaman sizinle birlikte buhlundum da benri tanımadın mı?’ diye yanıtladı.’Beni görmüş olan Baba’yı görmüştür. Sen nasıl, bize Baba’yı göster, diyorsun’Ben Baba’dayım, Baba da benderi. Size söylediğim s özleri kendiliğimden söylemiyorum. Bende kalıcı olan Baba kendi işlerini yapmaktadır.” (İncil. Yuh. 14/8)
İsa, kendisini kabul edenlere Tanrı’nın çocukları olma yetkisi verdi.” (İncil. Yuh. 1/12)
“İşte Allah’ın çadırı insanlarla beraberdir ve kendisi onlarla beraber oturacaktır.” (İncil. Vahiy, 21/3)
“Tanrı, ölülerin Tanrı’sı değil; ancak dirilerin, yaşayanların, Tanrı’sıdır.” (İncil. Mat. 22/23)
Tanrı tapınağı olduğunuzu ve Tanrı ruhunun sizlerde konut kurduğunu bilmiyor musun?” (İncil. 1. Kor. 19/20)
KURAN’DAN
“Ben çok yakınım.” (K. 2/183)
“Bilsinler ki ben onlara yakınım.” (K. 2/186)
“Korkmayın, ben sizinle birlikteyim; görür ve işitirim.” (K. 5/4, 12, 20/46)
“Her nerede olursanız olun ; O, sizinle beraberdir.” (K. 8/17)
“Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek olan şeye çağırdığı zaman icabet edin.Allah’ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun katında toplanacağınızı bilin.” (K. 8/24)
“İnsanlara, Allah tarafından Hak (Gerçek) indirilmiştir.” (10/18)
“Rabbin insanları kuşatmıştır.” (K. 17/60)
“Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (K. 50/16)
“Kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır, görmez misiniz.” (K. 5l/21)
“Biz ise ona, o zaman sizden çok yakınız; fakat siz göremezsiniz.” (K. 56/85)
“Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığınız okları siz atmadınız, Allah attı.” (K. 57/4)
“İnsan nerede, kaç kişi olursa olsun, Allah onunlar beraberdir.” (K. 58/7)
“Allah’ı unutan kendini de unutmuştur.” (K. 59/19)
10. TANRI SÖZÜ NE DEMEKTİR?
Her bilimin ya da ilmin, sosyal ya da fen, kendine özgü terimleri vardır. Örneğin hukuk terimlerini hukukçu olmayan anlayamaz; tıbbîı terimleri doktor olmayan anlayamaz; yine kimya formül ve terimlerini kimyacı olmayan anlayamaz.
Din ilminin de (Bilim değil) kendine özgü terimleri vardır. Bu terimlerin ne anlama geldiğini bilmeyenler de Tanrı’yı ve dini anlayamaz.
Bu terimlerin başında Tanrı Sözü (Allah Kelâmı) gelir. Bizim ileri gelen din adamlarımız yanında ilâhiyatçılarımız bile Tanrı sözü dendiği zaman bu sözlerin Evren’in dışında var olduğu sanılan güçlü bir varlığın sözü olduğunu sanır. Kutsal kitapların birbirini tutmadığını, birbiri ile çeliştiğini görünce de, öncekiler değiştirilmiştir; değişmeyen kitap bizimkidir (Kuran) der.
Oysa bütün kutsal kitaplar, Peygamber denilen ve denilmeyen kişilerce söylenmiş ve yazıya alınmıştır.
Örneğin Tevrat; günümüzden 37 asır öncesinden başlayarak M.Ö. 17 asır içinde Yahudi din ileri gelenlerince yazılmıştır ki bunlara kâhin. Şimdi bunların adlarını burada sıralamak yazımızın sınırlarını aşar. Yine de birkaç örnek vermek gereğini duyuyorum. Örneğin Zebur ki buna Mezmur’lar da denir. “Mezmur’lardan 116’sının başlığı vardır. Bunlardan 73’ü İ.Ö. 1011-971 yıllarında egemenlik süren İsrail Kralı Davut’a aittir. Başlıklarda belirtilen öteki yazarlardan bazıları ise Asaf, Korahoğulları, Musa ve Davut’un oğlu Süleyman’dır. “ (Zebur (Mezmurlar) Kitabı Mukaddes Şirketi, 1. Basım, Ocak 1996. Önsöz.)
Tevrat’ta bulunan “Süleyman’ın Özdeyişleri (Meselleri)’nde ise bunların yazarı tek başına İsrail Kralı Süleyman değildir. Süleyman’ın yanı sıra İ.Ö. 715-686 yıllarında İsrail’de egemenlik süren kral Hizkiya yanında, İsrail bilgelerinden Agur’un, Kral Lamuel’in sözleridir.” (Süleyman’ın Özdeyişleri. Yeni Yaşam Yayınları-Kitabı Mukaddes Şirketi ortak yayını. 1. Basım. 19896. Önsöz)
Yukarıda adı geçenlerden yalnız ikisine Peygamber denir. Diğerlerine Peygamber bile denmez. Buna karşı söyledikleri Kuran’da bile Tanrı Sözü olarak kabul edilir.. Ne var ki Tevrat ile Zebur’da baştan sona Tanrı’dan dilekte bulunanlar insandır. Aşağıda bulunan bir insanın yukarda sandığı Tanrı’ya yakarışlarıdır; tıpkı, Kuran’daki Fatiha süresi ve birçok âyet gibi.
İncil’e gelince; İncil, İsa’nın ölümünden 60-70 yıl sonra Matta, Markos, Luka, Yuhanna adlı çırakları tarafından yazılmıştır. Bunlar İsa ile yaşadıkları olayları ve İsa’dan duydukları sözleri yazıya almışlardır. Bu dört çırağın yanında İsa’yı tanımamış olan, öyle ki bir zamanlar İsa’ya düşman olan, Hıristiyanların çoğunu Romalılara ihbar ederek tutuklattırıp öldürten Yuhanna’nın sözleridir. Yuhanna, İncil’de geçen âyetlerin kendisine ait olduğunu şöyle açıklamaktadır. “Rab (İsa) değil, ben söylüyorum.” (İncil. Kor. 1. Mek. 7/12”
Şimdi yukarda adı geçenlerin ki bunların çoğu peygamber bile değildir, sözlerine Tanrı Sözü denirse İslam Peygamberi’nin sözlerine de dinsel gelenek nedeniyle Tanrı Sözü denmiştir. Bu gerçeği de Kuran’dan öğreniyoruz: “Bu söz şanlı şerefli bir elçi’nin sözleridir.” (Bak Kuran. 69/40. Ömer Rıza Doğrul ve Abdülbaki Gölpınarlı, Doç. Dr. Ziya kazıcı ile Doç Dr. Ncip Taylan çevirisi).
Bu konuda Osmanlı İmparatorluğunun en büyük din bilginlerinden Şeyh Bedrettin Simavi de şöyle demektedir: “Kuran, Peygamber Muhammed’in sözleridir; ama, Tanrı sözü demeyen kâfir” olur.” (Varidat) Anlamı: Kuran ‘daki sözler Tanrısaldır ve yücedir…
Eğer Kuran Tanrı’nın sözleri olmuş olsaydı Tanrı spermin (meni’nin) insanın neresinde üretildiğini bilirdi. Ne var ki İslam Peygamberinin yaşadığı dönemde tıb ilmî gelişmediği için spermin (meni) nerede oluştuğu bilinmiyordu. İslam Peygamberi de o zamanın anlayışına göre görüşlerini şöyle açıklıyordu: “İnsan, neden yaratıldığına bir kere basın. O, atılıp dökülen bir sudan yaratıldı ki, bel kemiği ile kaburga kemikleri arasından çıkar.” (K. 86/5-7. Doç. Dr. Ziya Kazıcı, Doç. Dr. Necip Taylan çevirisi. Çağrı yayınları. İstanbul. 1993)
İnsanlara gerçeği açıklayan, doğru yolu gösteren ve insanın tekâmülüne hizmet eden bütün hikmetli güzel sözler, kim tarafından söylenirse söylensin, Tanrı sözüdür.
Ne var ki başta din adamları olmak üzere bizim ilahiyatçı Dr. Doç. Ve Profesörlerimizin bu gerçeklerden haberi yoktur ve bunlar Tanrı ve Din lehine olmak üzere yalanda yarışırlar ve uydurmada uyuşurlar. Verdikleri dinsel eğitim sayesinde halkımız da Ramazanın birinci günü İstanbul’daki Oruç Baba türbesine doluşarak “AŞ, EŞ ve İŞ İSTERLER.” ( D.B. Tercüman. 28.10.2003)
Bu Tanrı ve Din bilgisinden yoksun olan din adamlarımızı ve de ilâhiyatçılarımızı, gerçeği öğretmek için, değil ilkokul, Ana Okulundan başlamak üzere yepyeni bir eğitimden geçirmek gerektir. H.B. 27.10.2003
11. MADDE ve RUH
Yayın hayatına Eylül ayı başında yayınlanmaya başlan VATAN gazetesinde Prof. Dr. Süleyman Ateş ”Dini sorular ve cevaplar” başlığı altında yurttaşlarımızın sorularına yanıt vermektedir. Eskiden Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan S. Ateş hocamız Vatan gazetesinin 9,10,11 Eylül 2002 tarihli Vatan gazetesinde art darda Ruh ile ilgili yazılar yazdı.
Birinci yazıda “Berzâh âleminde ruh nerede bulunacak?”, İkinci yazıda “Ruh kabirde tekrar bedene döner mi?”, üçüncü yazı: “Kabir azabı bedensel midir ruhsal mıdır?
Bu üç yazıdan, açıklamam gereken bölümlerde alıntılar yapacağım. İsteyen, adını verdiğim gazetelerden tamamını okuyarak; yalan yazdığım ya da saptırdığım yönler bulurlarsa bana bildirebilirler.
Birinci yazı: “1. Ölüm halinde ise ruh, tamamen bedenin etkisinden kurtularak; gezer, dolaşır, içinde yaşadığı bedenin de çevresinde bulunur, hatta ilk zamanda henüz yeni bedenden kurtulduğu için kendisini hâlâ beden içinde sanır. Yoksa ruhun bir daha bedene dönmesi, ona yeniden hayat vermesi mümkün değildir. Bu Allah’ın yaratılış yasasına ve ayetlerin açık ifadesine aykırıdır.”
İkinci yazı: “1. Genellikle akait (inanç) kitaplarında ruhun, kabirde bedene döneceği yazılmaktadır. Bu inanç, sağlam olmayan bir iki-kişi rivayetine dayandırılmaktadır. Ruhun, kabirde bedene döneceğini anlatın hadisler, metin bakımından Kuran’a aykırıdır.
2. Ötelerinde tâ dirilecekleri güne kadar, bir berzah (geçit, ara zaman) vardır” ayeti, (ayetin yeri bildirilmemiştir) ölümle bedenden ayrılan ruhun, kıyamete dek bedene bir daha dönmeyeceğini vurgulamaktadır. 3. Burada bir anımı bir anımı yad etmek istiyorum: 1979 yılında Ankara İlâhiyat Fakültesi’nden dört hoca, Özbekistan’a gitmiştik. Hoca âlemdar Camii’ne geldik. Burada Yusuf Can Kari adlı, 60-65yaşlarında bir zat ağlamaklı, titrek ve heyecanlı bir sesle dedi ki:
‘Buyurun, namazdan önce (herhalde sabah namazından ) rüyâda gördüm. Hoca Alembardâr sizi karşılamak için kabrinden ayağa kalktı, size kıyam etti.’ Bu olay, ruhun bedeninin bulunduğu kabre geldiğini gösterir.”
Üçüncü yazı: “Özü şu topraktan çıkan beden, zamanla değişikliğe uğrar, gelişir, büyür, ihtiyarlar ve içindeki ruhu kaybedince de yine toprağa düşüp bozulur, çözülür, dağılır, aslı olan toprağa karışır. Ama deneylerden geçip olgunlaşmak, ruhsal bilgiler ve haller kazanmak için beden içine konup bir süre beden de konuk gibi kalan ruh, ölmez, yaşar. İşte insan olduğu zaman kabir sevabı ve azabı ölen bedenine değil, ölmeyen ruhunadır. Yoksa öldükten sonra kabre konulmayan izi tozu kaybolan insanlarda vardır. Öyle ise hadisteki kabir kelimesiyle kastedilen, insanın ölümünden sonraki durumudur.”
Hocamız kendi inancına göre ruh hakkındaki görüşünü açıklamış. Hocamızın kendi görüşlerini açıklama hakkında olduğu gibi bizim de kendi görüşlerimizi açıklama hakkımız vardır. Önce Hocamızın düştüğü çelişkiyi vurgulayalım ve ondan sonra ruh hakkındaki düşüncelerimizi açıklayalım.
Âyete dayandırarak: “…ölümle bedenden ayrılan ruhun, kıyamete dek bedene bir daha dönmeyeceğini vurgulamaktadır.” dediği halde; Özbekistan’daki türbedar Yusuf Can Kari adlı, 60-65 yaşlarında bir zat ağlamaklı, titrek ve heyecanlı bir sesle dedi ki:” Buyurun, namazdan önce (hr halde sabah namazından önce)rüyada gördüm. ‘Hoca Alembardâr sizi karşılamak için kabrinden ayağa kalktı, size kıyam etti.’ dediğini söyleyerek “Bu olay, ruhun bedeninin bulunduğu kabre geldiğini gösterir.” demekle Kuran’a ters düştüğünün ayrımına varmıyor… Kimse de Hoca, bu nasıl olur, nasıl olur da Kuran’a aykırı beyanda bulunursun? diye sormuyor, soramıyor…
Türbedarın gördüğü rüyayı gerçek sanıyor, rüyada bir keramet ve hikmet arıyor. Halk ; ruhun yeniden bedene ödeneceğine inandığına göre, halkın inancına saygı göstermek gerekçesiyle halkın ağzınca konuşuyorlar. Türbedara “Hayır! Kuran bu anlayışı kabul etmemektedir.” Diyemiyorlar ve bu olay, ruhun bedeninin bulunduğu kabre geldiğini gösterir, diyerek işin içinden sıyrılıp çıkıyorlar.
Öncelikle şunu bilmeliyiz dünyaya gelmiş geçmiş düşünürler madde mi – ruh mu sorusuna yanıt aramışlardır. İlkin insanlar maddelere, bitkilere, hayvanlara insanlara ruh izafe etmişlerdir. Sanmışlardır ki görünenlerin dışında bir de görünmeyeni var; buna da, ruh denir diyerek önceliği ruha vermişler ve maddeyi yaratan ruhtur demişlerdir. Giderek bu ruh dediklerine Tanrı (Allah) vermişlerdir.
Anlayacağınız bunlara göre: Maddeyi ruh, yani, Tanrı (Allah) yaratır. Peki sizler bir yaratıcı aradığınıza göre o ruhu = Tanrı’yı (Allah’ı) kim yaratmıştır. Değil mi ki yaratıcı arıyorsun? Yaratıcıyı kim yaratmış öyleyse.
Böyle bir soru sorulunca elektrik akımına kapılmışlar gibi sarsılıyorlar. “Orasını karıştırma, onun yaratılışı zatındandır” diye okuz fokuz yapıyorlar. Güzel, biz orasını karıştırmayalım ama; orası, bizim her işimize karışıyor.
İkinci görüşte olanlar ki bunlar da maddeyi yaratan ruh değil, ruhu yaratan maddedir demişlerdir ki bunlara da maddeciler adı verilir ki ben de anadan doğma bu görüşteyim. Maddecilere göre ruh, maddenin işlevidir (fonksiyonudur). Maddenin olmadığı yerde ruh olamaz. Şimdi burada ruhçulara sorduğumuz soruyu sorabiliriz: Peki, maddeyi kim yarattı. Bu soruya bilim yanıt vererek tartışmayı noktalıyor. “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz.” (Maddenin sakınımı yasası-lavezion).
Eğer ruh maddeden önce olup da sonradan bedene girmiş olsaydı örnek verirsek bir bebeğin doğar doğmaz konuşması gerekirdi. Altına edeceği zaman haber vermesi gerekirdi. Tıkır tıkır yürümesi gerekirdi hemen. Ama ne görüyoruz, bütün canlılarda doğumdan sonra bir ruhsuzluk var. Beden geliştikçe ruh (düşünce, hareket…) de gelişiyor. Eğer ruh bedene dışardan gelip girmiş olsaydı, bebeğin de İsa mitinde olduğu gibi doğar doğmaz konuşması gerekirdi.
Kaldı ki ruhun Türkçe karşılığı can, düşünce, nefes demektir. İnsan son nefesini verirken, çevresindekiler, “Son nefesini verdi, canı çıktı, ruhu uçtu!” derler. Ne diyelim, insanoğlu gelmişken gitmeye yanaşmıyor; ruh hayali ile de olsa yaşamak kendisine tatlı geliyor. Bizlerin gerçeği söylemesi de hayal aleminde yaşayanlara batıyor.
Şimdi Hocamızın şu sözleri üzerinde durabiliriz artık: “1. Ölüm halinde ise ruh, tamamen bedenin etkisinden kurtularak; gezer, dolaşır..”. Hocamıza göre insan ölünce ruh bedenden sıyrılıp çıkarak gezip dolaşmaya başlıyor.
Biran için Hocamıza hak verelim. İnsan ölünce ruh bedeni bırakıp çıkıyor, diyelim. Ölen adamın bir ruhu bedenden sıyrılıp çıktı, istediği gibi gezip dolaşıyor. Bir gün aklına esti acaba kızım ne yapıyor diye merak ederek kızının evine gitti. Pencereden baktı ki kızı yatağında kocası ile sevişiyor. Adamın ruhunda röntgencilik var. Acaba diyor, kızım bu işi nasıl yapar diye dikkatle inceliyor ki yataktaki kızı değil yabancı bir kadın… Ruh, neye uğradığını şaşırıyor, vay namussuz damat vay diyor ama bir şey yapamıyor.
Öyle ki o sırada kızı içeriye giriyor kocasını kendi yatağında bir başka kadınla aşna-fişna yaparken görüyor. Tıpkı Ömer kızı Hafsa’nın kocasını kendi gününde, kendi yatağında cariye Maria ile aşna-fişna yaparken basması gibi…
Kocasını basan kadın kocasına haklı olarak: “Nasıl yapabilirsin böyle bir şeyi alçak herif?”diyor. Bunun üzerine kocası suç bastırmak istiyor: “Sen ne karışıyorsun, erkek değil miyim. İstediğim gibi gönlümü eğlerim! İşine gelmiyorsa çekip gidebilirsin edepsiz kadın” diyerek basıyor sopayı ve tutup kapı dışarı koyuyor karısını…
Aldatılan kadının babasının ruhu bütün bunları izliyor; ama elinden bir şey gelmiyor. Ruh olduğu için karışamıyor. Çünkü ruhun böyle bir şeyi yapmaya gücü yok. Bu babanın ruhuna ne kadar ağır gelir bir düşünün bakalım. Hem ruh olacaksın, hem bakacaksın, hem de elinden bir şey gelmeyecek. Gerçekten böyle bir ruh olarak yaşamaktansa ruhen de olsa yaşamamak bana daha iyi gelir insana ve doğrusu da budur…
Doğa bütün bunları hesaplamıştır. Bu nedenle insan ölünce ruh diye bir şey kalmaz. Toprak gömerler kendisini toprağa karır toprak olur hiç olmazsa besin enerjisi olarak işe yarar. Ruh olarak ortalıkta aylak aylak gezip dolaşıyorsa, hiçbir iş yapamıyorsa, ne işe yarar. Olmasın daha iyi ki doğa bu iyiliği de insanlara yapmıştır.
Hem hayvanların ruhu nereye gidiyor. İnsanın hastalıklarına çare bulmak üzeri, domuz, fare, köpek üzerinde deneme yapacaksınız; hem de hayvanların ruhu yok deyeceksiniz. Olur mu böylesine bilgisizlik… Peki insanların ruhu öbür dünyaya gidiyor da bu hayvanların ruhu nereye gidiyor… Bu nedenle diyorum ki hayvanların, akılsızların, temyiz kudreti olmayanların dinsel sorumluluğu yoktur. Din, Tanrı yalnız insanlar içindir ve bu da Tek Tanrılı dinlerin dayattığı gibi değildir. Söylediklerimi anlayan varsa beri gelsin, H. Balta önlerinde saygı ile eğilsin…
Gelelim Hocamızın 2. yanıtına. Hocamız, ayete dayanarak şöyle diyor: “… ölümle bedenden ayrılan ruhun, kıyamete dek bedene bir daha dönmeyeceğini vurgulamaktadır.” Peki, bu ruh kıyamete kadar ne yapıyor, aylak aylak dolaşıp duruyor mu? Yoksa bilim kurgu filmlerindeki ve bazı bilim adamları gibi sonradan canlandırılmak üzere donduruluyor mu. Ha nı bilim adamları umutsuz hastaları tedavisi yapılmadığı için , ilacı bulununcaya kadar ölümcül hastaları dondururlar ya…
Bizimkilerin buna da yanıtı hazır: “Efendim akılla iman bir arada olmaz?” Doğru, akılla iman bir arada olamaz. Bir ermişin dediği gibi “Akıl var iman yok; iman var, akıl yok…” Bu nedenledir ki aklın önemini yadsır bizimkiler. Bunların en ileri gelenleri de Mevlana’dır…Peki akıl işe yaramayacaksa niçin bu aklı bize vermiş Doğa (Tanrı) bize?
Artık gerçekçi olmanın zamanı gelmiş ve geçmektedir. Şu güzelim dünyaya gelmişken yaşamı değerlendirelim. Sağlığımızı koruyarak yaşamaya bakalım. Sevelim, sevilelim… Herhangi bir kimseyi inciterek huzurumuzu yitirmeyelim. Olumsuz iş yaparak korkuyu tatmayalım.
Bizimkiler ölüm kavramından ne murat edildiğini bile bilmiyorlar. Cehalet bu kadar olur. Dinlerin anlatmak istediği ölüm: İnsanın kötülüğe bağışıklık kazanarak duyarsız ve sorumsuz olmasını, yani yaşarken ölmesini ifade eder… Kötülüğe bağışıklık kazanmış kişinin sorumluluk duygusu dumura uğrar. Bunlar ölü sayılır ve Tanrı ve Din (İnsansal değerleri kabul etmek) sorumluluk duygusu sahibi olan diriler içindir…
Bu ne aç gözlülük, bu dünyada yaşadığı yetmiyormuş gibi bir de öldükten sonra yaşamak istiyorlar. Sen yaşarken ölmemeye bak. Ye yedir, bir gönül ele getir….
H.B.17.9.2002
12. TANRI’NIN YERİ HAKKINDA AYETLER
Şu ayetler de Tanrı’nın içimizde olduğunu gösteren âyetlerdir:
“Ve kullarım sana beni sorarlarsa… ben çok yakınım; bana çağırdığında,
çağrısına cevap veririm. Öyleyse benim çağrıma uysunlar ve bana inansınlar. Belki doğru yola yönelirler.” (K. 2/186)
“Ve bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (K. 8/24)
“Ve hani sana, ‘Rabb’in gerçekten bütün insanları kuşatmıştır’ demiştik.”
(K. 17/60)
“O dedi: Korkmayın. Evet ben sizinle birlikteyim. Duyarım ve görürüm. Evet ben sizinle birlikteyim; duyarım ve görürüm.” (K. 20/46)
“… Biz, ona şah damarından yakınız!…” (K. 50/16)
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
“O anda, biz size ondan (ölümden) daha yakınız; ama göremezsiniz,” (K. 56/85)
Bu konuda bir de hadis vardır: “Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.”
Bu anlattıklarımı anlayabilmek için insana “yakîyn” gelmelidir. Ne var ki ilahiyatçılarımızın hemen hemen hepsi “yakîyn”i kesin bilgi ya da ölüm diye Türkçeleştirirler. “Ve sana “yakîyn” (ölüm-kesin bilgi) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (K. 15/99) derler. Oysa ayetin doğrusu: “Ve sana “yakıyn” gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (K. 15/99) Yakîyn; Kesin Bilgi, yukarıdaki ayetler gereğince, İnsanın Allah’ı idrak idrak seviyesidir. Yoksa savm salât, haç zekât, kelime-i şahadet değildir.
“Yakîyn” terimi, bizleri doğruluğa, dürüstlüğe ve iyiliğe yakınlaştıran ve Ruh-ül kubûh’ün etkisiyle kötü bir iş yapmaya çalıştığımızda engellemeye çalışan bir duygudur ki buna Ruh-ül Kudüs denir. Ruh-ul Kudüs, insanı, iyi olanı yapmaya yönelten duygudur ki buna din ilminde; vahiy (Cebrail, İçe doğuş, Kutsal ruh…) denir. İçinden gelen bu sese (vahiy) uyan kişinin Allah’a karşı gelmesine (kötü bir davranışta bulunmasına) olanak yoktur.
Evet, Tanrı, her zaman içimizde olup yaşadığımız sürece bizimledir. Bizim için Tanrı bizimle ve yaşadığımız sürece vardır. Tanrı’ya karşı hesabımızı yaşarken veririz. Öldükten sonra bizden hesap soracak bir merci yoktur. İnsan-ı kâmil (Diri) hesabını bu dünyada verir. “Diriler” için Cennet de Cehennem de bu dünyada söz konusudur.
“Ölüler” için Allah da, Din de söz konusu değildir. Bilinmelidir ki “Allah: Ölülerin Allah’ı değil; ancak, dirilerin Allah’ıdır.” (İncil. Matta. 22/33. Markos. 12/27. Luka. 20/38).
13. ALLAH
İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Yaratan’ın yaratılışımızda bize verdiği; akıl, sağduyu, vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi genel değerlerin ardına düşelim. Bu kavramları yüceltip kutsallaştıralım. Çünkü Tanrı; doğru, güzel, iyi, olumlu olan genel doğrular ve yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Gerisi HAYAL, yani ZAN’dır.
Bu konuya İslam Peygamberi de değinmiştir ve Kuran’da şöyle demiştir: Okuyalım:
“Eğer Yeryüzündekilerin ekserisine uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannın ardından yalan söylerler!” (6/116)
“Mâmafih ekserisi sırf bir zan ardından giderler. Halbuki zan, hak namına hiçbir şey iade etmez! Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (10/36)
“Bu hususta onların hiç bilgileri yoktur, sırf zanna tabi oluyorlar. Halbuki zan, gerçeğe ait hiçbir şey ifade etmez.” (K. 53/28. Ayrıca 2/78. 6/148. 10/66’ya da bakabilirsiniz…)
Demek ki insanların günümüze kadar 300 milyon Allah’a ve bir o kadar Din’e inanmış olmaları hep “Zan”larındandır…
“Bu hususta onların hiç bilgileri yoktur, sırf zanna tabi oluyorlar. Halbuki zan, gerçeğe ait hiçbir şey ifade etmez.” (K. 53/28)
“Eğer Yeryüzündekilerin ekserisine uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannın ardından yalan söylerler!” (6/116)
“Mâmafih ekserisi sırf bir zan ardından giderler. Halbuki zan, hak namına hiçbir şey iade etmez! Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (10/36. Ayrıca 2/78. 6/148. 10/66’ya da bakabilirsiniz…)
“İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Akıl, sağduyu, vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi genel değerleri yüceltelim. Çünkü Tanrı; doğru, güzel, iyi, olumlu olan genel doğrular, insansal duygular gibi bütün yüce değerleri kapsayan bir kavramdır. Gerisi HAYAL ALEMİ’dir…
+
Allah (Tanrı); yok değil vardır. Ancak; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Yine Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Kitaplarda sözü edilen; Cennet, Cehennem, huriler-gılmanlar, Kevser şarabı akan ırmaklar ve Allah halkın anladığı gibi gerçek anlamda anlaşılmamalıdır. Bunların başka anlamları vardır. Bakın bu konuda Şey Bedrettin Simavi ne demektedir:
“Hiç şüphe etme ki, semavi kitaplarda yazılı veya haberlerle ayılı köşkler, ırmaklar, cennet, huri, azap, cehennem ve emsali şeylerin herkesci bilinen anlamlarından başka anlamları varır ve onları ancak hakka ermiş olanlar anlar.” ( Şeyh Simaveni. Bezmi Nusret Kaygısız. İzmir, 1957 s. 121)
Şeyh Bedrettin’nin din konusunda hem şeriat hukukuna ve hem de kelam (Kuran) bilgisinde, Timurlenk huzurunda yapılan yarışmada birinciliği alan bir Türk bilginidir. Osmanlıysa Osmanlı, Müslüman’sa Müslüman’dır ve günümüzden 650 yıl önce yaşamıştır.
Allah (Tanrı) için var diyen insandır. Eğer Allah (Tanrı) din işine karışmış olsaydı; yeryüzünde 360 tane din olmazdı…
+
Ayrıca Mutlak Varlığın -doğanın- birçok gizleri olduğu kanısına varacak, Tanrı’nın, yani Mutlak Varlığın ve Onun belirtilerinden başka bir şey olmayan, her an değişen, tazeleşen nesnel âlemin, insanın ve onların özünün farkına varacak, farkına vardıktan sonra da bu gerçekleri elde etmek için bir çaba göstermek gereğini de kabul edeceksin. (DİKKAT EDİLİRSE DOĞA’YA MUTLAK VARLIK; yani ALLAH deniyor. HB) Kuram ve uygulama (Teori ve pratik).(Kazım Yardımcı adlı tasavvufçunun Varlık adlı kitabından)
(Âlemin ruhu O’dur. O’nun haberdar olmadığı hiçbir şey yoktur. Çünkü her şeyin içinde, özünde o vardır. Eşyadaki faaliyet, atomdaki enerji, doğadaki canlılık hep O Hayy’in her zerreye uzanmasıdır. O, her şeye kendisinden yakındır. Her şey O’nun bir görüntüsüdür. Kendisi görünmez, gizlidir. Yarattığı şeylerle görünür. (Süleyman Ateş’in bir yazısından)
Akıl ve vicdan denen şeyleri Tanrı olarak kabul eylemiş ve akla ve vicdana uymayı Tanrı’ya baş eğmek saymışlardır. İnsanlığa ters düşmeyen şeyler Tanrı sayılır.
Bu görüşümle ilgili örnek ayetleri aşağıda sıralıyorum:
1. “Ve kullarım sana beni sorarlarsa… ben çok yakınım; bana çağırdığında, çağrısına cevap veririm. Öyleyse benim çağrıma uysunlar ve bana inansınlar. Belki doğru yola yönelirler.” (K. 2/186)
2. “Ve bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (K. 8/24)
3. “Ve hani sana, ‘Rabb’in gerçekten bütün insanları kuşatmıştır’ demiştik.” (K. 17/60)
4. “O dedi: Korkmayın. Evet ben sizinle birlikteyim; duyarım ve görürüm.” (K. 20/46)
5. “… Biz, ona şah damarından yakınız!…” (K. 50/16)
6. “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
5. “o anda, biz size ondan (ölümden) daha yakınız; ama göremezsiniz,” (K. 56/85)
Bu konuda bir de hadis vardır:
“Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.”
Ayrıca şu da bilinmelidir ki “Allah ölülerin Allah’ı değil; ancak, yaşayanların Allah’ıdır.” (İncil. Mat. 22/32. Mar. 12/27. Luka, 20/38)
Bu demektir ki öyle ölüp de mezara girdiğimiz de bizden hesap soracak bir mercii yoktur. Allah, fiziksel olarak ölmüş insanlar için olmadığı gibi; yaşadığı halde ölü olanlar için de söz konusudur. Allah, yaşarken ölü değil; diri olanlar için söz konusudur.
Allah: Madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Zat olarak yoktur, sanal olarak vardır. Tanrı; zat (kişi) olarak yoktur; insanın, sağduyu, vicdanı ve öngörüsü olarak vardır. İnsanlığa ters düşmeyen davranışlar olarak vardır.
Allah; simgesel bir anlatımdır. Üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa yasaları ve toplum yönetmek için konulan kurallar yanında; akıl, mantık, sağduyu, vicdan yoluyla insanları iyiliğe yönelten duygudur. Bu duygu, insanın içine doğar. Din ilminde buna: Ruhül Kudüs=Cebrail=Vahiy=İçe doğuş…
Yukarıdan beri tanımını yaptığım bu Tanrı tanımı; sorumluğunu idrak eden ve doğru ile eğrinin, güzel ile çirkinin, yalan ile doğrunun, batıl ile gerçeğin, hurafe ile bilimin, iyi ile kötünün ayrımında olan insanlar için söz konusudur. Yanı “diri”ler için söz konusudur. Ölüler için dinsel sorumluluk (Tanrıya karşı sorumluluk) söz konusu değildir. Nasıl ki; küçük çocukların, beyinsel özürlü olanların ve de hayvanların Tanrısal sorumluluğu olmadığı gibi…
Bu tanıma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bunların hepsi simgesel anlatımlardır.
Tanrı sözleri ise nefsine hakim olan ve kendini yetiştirmiş bilge kişilerin insanlığa yol gösteren sözleridir. Kim söylerse söylesen insanı, doğru olmaya, dürüst olmaya, iyi olanı yapmaya yönelten sözlere, kim söylerse söylesin Tanrı Sözü (Tanrı Kelamı) denir.
Ayrıca; Peygamber gönderen, kitap indiren insanın dışında maddi bir varlık olarak Allah da yoktur. Bunların hepsi den-i remziyedir; yani simgesel anlatım. İşte bir din adamı asıl bu gerçekleri öğrenmeye ve insanlığa açıklamaya çalışmakla yükümlüdür.
Şu da var ki Cennet de, cehennem de, hesap verme de yalan değildir; ama hepsi insan yaşarken ve de “diri” olanlar için son konusudur. Yaşadığı halde “ölü” söz konusudur.
Ne demişti Mevlana:
“Dünle söylenen dünle geçti cancağızım.
Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım.”
Öyle; Müslüman’ım, Hıristiyan’ım, Yahudi’yim deyen her insanın Allah’la, dinle, kutsal kitaplarla ilgisi yoktur. Bunların ki kuru (ölü) sözden ileri gitmez… Gitmediği için de varoluşlarından beri güzelim dünyamızı kan gölüne çevirmişlerdir…
Din; insanın yaşam yöntemini belirleyen akılcı bir dünya görüşüdür. En tehlikeli insan dinsiz insandır. Akla, bilime, insan sevgisine, mantığa, sağduyuya uygun davranmayan ilkesiz, kuralsız insana dinsiz denir.
En büyük dinsiz de ve en tehlikeli insan da başkalarının inançlarına saygısı olmayan insandır. Ne dediğimi anlamak için. Kuran’ın 2/272 ayetine bakılmalıdır: “Onların hidayete ermesi senin üzerine bir yükümlülük değildir. Zira, Allah dilediğini doğru yola getirir.” K. 2/272)
Aklı olmayanın dini de yoktur. Bir din; akılcı, bilimsel, çağdaş verilerden yoksunsa, Allah’la insanın arasına girmiştir. Günümüzdeki, tasavvufî anlayış dışındaki, bütün dinler insanı Allah’tan uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Bunların hepsi de şu an Cehennemi yaşamaktadır.
Ben böyle dinden de, dindarlardan da Allah’a (Aklıma, mantığıma, sağduyuma ve vicdanıma) sığınırım.
İlginiz için ve bana yanıt verme sorumluluğunuzu yerine getirdiğiniz için size saygılar, sevgiler…
Her şey gönlünüzce olsun…
Av. Hayri Balta, 31.8.2005
14. ALLAH’A YAKLAŞMAK
“Mezmur’lardan 116’sının başlığı vardır. Bunlardan 73’ü İ.Ö. 1011-971 yıllarında egemenlik süren İsrail Kralı Davut’a aittir. Başlıklarda belirtilen öteki yazarlardan bazıları ise Asaf, Korahoğulları, Musa ve Davut’un oğlu Süleyman’dır. “ (Zebur (Mezmurlar) Kitabı Mukaddes Şirketi, 1. Basım, Ocak 1996. Önsöz.)
Tevrat’ta bulunan “Süleyman’ın Özdeyişleri (Meselleri)’nin yazarı tek başına İsrail Kralı Süleyman değildir. Süleyman’ın yanı sıra İ.Ö. 715-686 yıllarında İsrail’de egemenlik süren kral Hizkiya yanında, İsrail bilgelerinden Agur’un, Kral Lamuel’in sözleridir.” (Süleyman’ın Özdeyişleri. Yeni Yaşam Yayınları-Kitabı Mukaddes Şirketi ortak yayını. 1. Basım. 19896. Önsöz)
Yukarıda adı geçenlerden yalnız ikisine Peygamber denir. Diğerlerine Peygamber denmez. Buna karşı söyledikleri, Kuran’da bile, Tanrı Sözü olarak kabul edilir.. Ne var ki Tevrat ile Zebur’da baştan sona Tanrı’dan dilekte bulunanlar insandır. Aşağıda bulunan bir insanın yukarda sandığı Tanrı’ya yakarışlarıdır; tıpkı, Kuran’daki Fatiha süresi gibi…. Demek oluyor ki sözleri dile getiren insan…
İncil’e gelince; İncil, İsa’nın ölümünden 60-70 yıl sonra Matta, Markos, Luka, Yuhanna adlı çırakları tarafından yazılmıştır. Bunlar İsa ile yaşadıkları olayları ve İsa’dan duydukları sözleri yazıya almışlardır. Bu dört çırağın yanında İsa’yı tanımamış olan, öyle ki bir zamanlar Hıristiyanların çoğunu Romalılara öldürten ve Hıristiyanlar aleyhinde çalışan Yuhanna’nın sözleridir. Yuhanna bu gerçeği Korintislulara yazdığı 1. mektubunda şöyle açıklamaktadır. “Rab (İsa) değil, ben söylüyorum.” (İncil. Kor. 1. Mek. 7/12”
Şimdi yukarda adı geçenlerin ki bunların çoğu peygamber bile değildir, sözlerine Tanrı Sözü denirse İslam Peygamberi’nin sözlerine de dinsel gelenek nedeniyle Tanrı Sözü denmiştir. Bu gerçeği de Kuran’dan öğreniyoruz: “Bu söz şanlı şerefli bir elçi’nin sözleridir.” (Bak Kuran. 69/40. Ömer Rıza Doğrul ve Abdülbaki Gölpınarlı çevirisi).
Bu konuda Osmanlı İmparatorluğunun en büyük din bilginlerinden Şeyh Bedrettin Simavi de şöyle demektedir: “Kuran, Peygamber Muhammed’in sözleridir; ama, Tanrı sözü demeyen kâfir” olur.” (Varıdat) Anlamı: Kuran ‘daki sözler Tanrısaldır ve yücedir…
Tanrı: Madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, sanal olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Zat olarak yoktur, sıfat olarak vardır.
Tanrı, simgesel bir anlatımdır. Üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa yasaları ve toplum yönetmek için konulan kurallar yanında; akıl, mantık, sağduyu, vicdan yoluyla insanları iyiliğe yönelten duygu vasıtasıyla insanın içine doğar. Buna; Ruhül Kudüs=Cebrail=Vahiy…denir. )
Tanrı; zat (kişi) olarak yoktur; insanın, sağduyu, vicdanı ve öngörüsü olarak vardır. Yukarıdan beri tanımını yaptığım bu Tanrı tanımı; sorumluğunu idrak eden ve ve kötünün ayrımında olan insanlar için söz konusudur. Yanı “diri”ler için söz konusudur. Ölüler için dinsel sorumluluk (Tanrıya karşı sorumluluk) söz konusu değildir. Nasıl ki; küçük çocukların, beyinsel özürlü olanların ve de hayvanların Tanrısal sorumluluğu olmadığı gibi…
Bu tanıma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bunların hepsi simgesel anlatımlardır.
Tanrı Sözü: Tanrı sözleri ise nefsine hakim olan ve kendini yetiştirmiş bilge kişilerin insanlığa yol gösteren sözleridir. Kim söylerse söylesen insnı iyi olanı yapmaya yönelten sözlere Tanrı Sözü (Tanrı Kelamı) denir.
11.10.2007 tarihinde Mustafa Kemaloglu < entropy30@gmail. com > yazmış:
O’NU KULLUKTA ARAYAN BULAMAZ. “Şeyhin sözü: O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” ( TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)
ALLAH’A YAKLAŞMAK: Tanrı’ya yaklaşın; O da size yaklaşacaktır. (İncil. Yakup’un Mek. 4/7)
TANRI’YA KAVUŞMAK (VUSLAT): İnsanın en doğruya, en güzel sıfatlara, en iyiye, bilgeliğe ulaşarak erdem sahibi kusursuz bir insan olmaya çalışmasıdır ki buna vuslat (Tanrı’ya kavuşmak) denir.
Tanrı: “Tanrı; Ölü“Tanrı; Ölülerin değil yaşayanların (dirilerin: Duyarlı ve sorumluluk duygusu olanların…) Tanrısıdır.” (İncil. Matta., 22/32. Markos.12/27). Luka. 20/38)
Bütün genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler, yüce düşünceler dünyaca doğru kabul edilmiş tutum ve davranışlar, ahlak kuralları (etik), akla, sağduyuya, mantığa ve vicdana dayanan işlemler ve uygulamalar Tanrı kavramı ile ifade edilir.
“Allah; Ölülerin değil yaşayanların (dirilerin: Duyarlı ve sorumluluk duygusu olanların…) Allah’dır..” (İncil. Matta., 22/32. Markos.12/27). Luka. 20/38)
ALLAH’IN OĞLU:
Ne mutlu sulh edicilere; çünkü onlar, Allah’ın oğlu çağrılacaklar. İncil: Mat. 5/9.
Fakat on kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman iman edenlere, Allah’ın evlatları olma yetkisini verdi. Yuhanna, 1/12
Tanrı: Bütün genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler, yüce düşünceler dünyaca doğru kabul edilmiş tutum ve davranışlar, ahlak kuralları (etik), akla, sağduyuya, mantığa ve vicdana dayanan işlemler ve uygulamalar Tanrı kavramı ile ifade edilir.
“Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır., Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Somut olarak oktur, soyut olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır. (Esmaül hüsna dedikleri…)”
Çevremize bakmışız. Akıl yürütmüşüz. Bu dünyayı bir yaratan var demişiz. Adını Tanrı koymuşuz. Görüldüğü gibi Tanrı diyen biz insanlarız.
Yarattığımız bu sanal Tanrı’ya da; önce iyilikle, iyilikle olmayınca sonra zorla herkesin inanmasını istemişiz. Oysa Tanrı içimizde olup her zaman tecelli etmeye hazırdır.
İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Tanrı ile aramıza girenlere değil; O’na kulak verelim ve O’nun niteliklerini gösterelim. Akıl, sağduyu,vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi değerleri yüceltelim. Çünkü Tanrı; olumlu kavramların tümünü kapsar. Özetle: Doğru olandır, güzel olandır, iyi olandır. Yüce değerlerdir. Tanrı; bizi, bir işin doğrusunu yapmaya yönelten duygularımızdır.
15. ALLAH DİRİ Mİ?
“Allah daima diridir. Allah, her şeyi bilir. Her şeyi işitir, her şeyi görür.
Allah diler, dilediğini yapar, O’nun işine kimse karışamaz.
Allah sonsuz kudret ve kuvvet sahibidir. Her şeye gücü yeter.
Allah, yaratıcıdır. Dilediğini yoktan var eder, dilediğini yok eder.
Kainatta her ne varsa hep O’nun yaratması iledir. Yarattığı her şeyde bir hikmet vardır. “ (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını. Temel Dinî Bilgiler (İtikat, İbadet, Ahlak, Siyer. s. 19)
Yukarıdaki anlatımda Allah’ın “Diri” olduğu söylenmektedir. Diri olmak maddi ve canlı olmayı gerektirir. Yemeyi içmeyi gerektirir. Sonra diri olan ölmeye mahkumdur. Diri olanın bir takım ihtiyaçları olacaktır. Bu nedenle Allah’ın diri ve ölü olmak gibi bir niteliği olamaz.
Kaldı ki Allah; maddi olarak yoktur, mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur simge olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur; sıfat olarak vardır.
Zerdüşt: İnsan; dünyasındaki her türlü kirliliği, hastalığı, kötülüğü, erdemsizliği ve yalanı yok etmeli, yararlı ve ahlaklı bir yaşam sürdürmelidir.
Hem maddî, hem manevi tüm araçlarla şeytanın ülkesini (kötülüğü) yıkmalı ve yeryüzünde iyiliği hakim kılarak tanrısal zaferi kazanmalıdır. (Avesta Bölümleri. Zerdüşt. Çeviren ve Hazırlayan: Berhat Ayata. Kora Yayın. Birinci Basım. 1998. s. 16)
Nerede ve nasıl olursan ol Allah’tan kork!.. (Hadis…)
“Bir şeyden korkan ondan kaçar. Allah’tan korkan O’na yaklaşır.” (Ebu’l Kasım. Semerkand takvimi. 11.2.2009)
+
“O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (Ebu Sait. Tevhidin Sırları. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. Birinci Basım. 2004. s. 294)
16. RABBİNİN KATINDA
“(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (Diy. K. 8/1)
“ Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize11 inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Diy. K. 8/41)
“Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Diy. K. 18/46)
Yukarıdaki ayet Diyanet Sitesinden alınmıştır. Ancak günümüz Türkçe’siyle kolayca anlaşılır kılmakta yarar var.
“Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan erdemli davranışlar ise Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (K. 18/46)
Burada açıklamaya gerek gördüğüm “Rabbinin katında” deyimidir. Bu deyim halkımız arasında “Allah katında makbul olan” diye dile getirilir.
Ancak ayette geçen “Ölümsüz olan erdemli davranışlar” üzerinde durmak gerekiyor.
İnsanın olumlu ve erdemli davranışları halk arasında ortak beğeni kazanır. Bu ortak beğeni din ilminde “Allah katında makbul” davranışlar olarak kabul edilir. Allah katında, Rabbinin katında deyiminden; yayılan davranışın insanlık tarafından ortak beğeni gördüğü anlaşılır.
Toplumda; dürüst davranışlar, genel doğrular, olumlu kavramlar, ortak değerler, insanlık yararına eylemler, yüce duygu ve düşünceler genel kabul gördüğü için kutsallaştırılır ve Allah olarak kabul edilir. Çünkü Allah (Tanrı) üstün olan, yüce olan, erdemli davranışların tümünü kapsar.
Bu yüce kavramları yaşamına uygulayanlar Allah yolunda kabul edilir. Böylece bu değerler bütün insanlıkça üstün değerler kabul edilir ve böyle Allah’ın birliği ilkesine ulaşılmış olur ki Allah’ın birliği (tevhit ilkesi) budur.
Yoksa Museviliğin, İseviliğin ve Muhammediliğin sayısal anlamda bir Allah’ın varlığını kabul etmesi ve hayallerinde yarattıkları bu varlığa tapmış olmak için Havra’ya, Kilise’ye, Camiye giderek ibadette bulunmasının Allah’ın birliğini (tevhit ilkesini) kabul etmekle bir ilgisi yoktur…
Yoktur; çünkü bu dinlerin mensupları kendi dinlerini hak din kabul ederler ve diğer dinleri kabul etmezler. Bu yüzden de dinler arasında çatışma çıkar ve bu da insanlığı kan ve göz yaşına boğar.
Av. Hayri Balta, 7.9.2008
17. ALLAH ve TANRI KAVRAMLARI
Allah ile Tanrı arasında önemli ayrımlar vardır. Bir kere Allah Arapça kökenli olup tapılacak ilâh anlamına gelir: “Lâ ilâhe: İlah yok; illâllâh: Allah var.”
Allah’a tapılır.(secde edilir ve diğer tapınma kuralları yerine getirilir.)
Tapınma eylemi yapılmazsa insan günah işlemiş olur ve cehennemle korkutulur.
Allah inancında günah işleyenin (kötü iş yapanın) cezası öldükten sonra, öte
dünyada, verilir. Allah inancında olanlara göre: İnsan yaratılışının amacı; Allah’a (Görünmeyen simgesel varlığa) tapınmaktır.
Allah, insanı kendisine kulluk etsin yaratmıştır. Ya, hayvanı niçin yaratmıştır?
Yanıtları şöyledir: İnsana hizmet etsin diye. Sıçanı, solucanı, sümüklü böceği,
yengeci, yılanı, daha bunlar gibi milyarlarca uçanı-kaçanı ve de Okyanus’un
dibindeki hayvanlar insana hizmet mi etmektedir? Sonra her türden bir çeşit
yaratmamıştır da her türden binlerce çeşit yaratmıştır? Örneğin balık türü bir
tane olacağına binlercedir… Bu şekilde düşünmek Müslüman’a yasak edilmiştir. Çünkü bilmediklerinizi üzerinde durmayın, zanna düşmeyin denmiştir.
İslamiyet anlayışıyla Araplar, görünen ilâhtan görünmeyen Aellah’a olmuşlardır.
Müslümanların müşrik dedikleri; hem görünene (İlâh), hem de görünmeyene
(Allah’a) taparlardı. Müşrik dedikleri; görünmeyene, saygılarından ötürü
görüneni görünmeyene aracı olarak bilirlerdi. Görünmeyenden bir istemleri olunca
doğrudan ondan isteyecekleri yerde, görünene başvurarak onun aracı olmasını
isterlerdi. Tıpkı herhangi bir kurumun müdürü ile görüşmek isteyenin önce özel
kalem müdürü ile temasa gelmesi gibi…
İslamiyet aradan, bu aracıyı kaldırarak, isteklerin doğrudan doğruya görünmeyen Allah’tan istenmesi gerektiğini ileri sürmüşler ve bu konuda kendilerini görevli hissetmişlerdir.
Bu nedenle kendisine tebliğ memuru sanarak, kendisi gibi inanmayanlara karışma (müdahale) hakkı görmüşlerdir. Kendilerince; Allahları kendilerini, tebliğe
memur kılmıştır. Onları tebliğ yoluyla imana davetle yükümlüdürler. Tebliğe
karşın imana gelmeyenleri öldürülebilirler ve bundan da hiçbir rahatsızlık
duymazlar….
Allah inancında olanlar Allah’a hizmet ettiklerini sanarak kendileri gibi
inanmayanları: “İmana gel ya kâfir!” diyerek imana getirmeye çalışır.
Allah’larının kendilerini, kendileri gibi düşünmeyenleri imana getirmekle
yükümlü olduğunu sanırlar.
Bu nedenle İslamiyet’te “Cennet kılıçların gölgesi altındadır!” denmiştir.
Şeriatın simgesi kılıçtır. Dikkat edilirse şeriatla yönetilen ülkelerin çoğunda
kılıç görünür.
Allah inancında olanlar: Müşriklerin görünen putlarını kaldırmış; ama,
müşriklerin görünmeyen Allah’ını kabullenmişlerdir ve bunlar kaldırdıkları
putların yerine ileri gelenlerini yaşarken ve öldüklerinde de putlaştırmaya
başlamışlardır…
Allah: İnsanı korkutan, aklı dumura uğratan, simgesel bir varlıktır. Yeri
yoktur, cismi yoktur… Ne vardır, ne yoktur… Yerde midir, gökte midir?
Yeri-yurdu belli değildir… Her yerde hazır ve nazırdır. “İnsanın kalbi ile
kendisi arasına girer” (K. 8/24) Hem göklerde arşı kürsüsü (ayetül kürsü: Evreni
kapsayan; kudreti, mülkü, hükümranlığı (K. 2/255) vardır hem de insana “Şah
damarından daha yakındır!” (K. 50/16)…
Bir varlık; aynı anda her yerde, hem insanın kalbinde ve şahdamarından yakın hem de göklerde kürsüsü nasıl olur? Bu anlatımlar din edebiyat ve felsefinde özel
anlamlar taşır; mecaz anlamda ve simgesel anlamda anlaşılırsa bir anlamı olur…
Allah inancında olanlar: Aklı imana kurban ederek kısır döngüye saplanıp
kalırlar.
Her ne kadar dünyayı da kazan; ahreti de kazan denirse de geçici dünya için
çalışacaklarına ebediyen yaşacaklarını sandıkları öte dünyayı kazanmak için
dünyayı cennete çevirmeye pek önem vermezler.
Allah inancında olanlar: Daha çok zahiri (Derine dalmadan geleneksel
taklitçilik) inanında kalırlar. Oysa din ilmi halkın sandığı gibi bir tapınma
(ritüeller) ilmi değildir. Din ilmi ve Tanrı bilgisi yaşamın gizlerini öğrenme
ve yaşamı yüz kızartıcı davranışlara düşmeden mutlu ve huzurlu bir şekilde
geçirme ilmidir.
Batınî (özü arayanlar) tasavvufçular (Dinin özünü araştıranlar-zahirî anlayışla
yetinmeyenler olmayan.) görünmeyen simgesel varlık Allah kavramı ile nelerin
anlaşılması gerektiğini bilirler. Bu nedenle bunların söz ve davranışları dine
aykırı görüldüğü için aklını imana kurban edenlerce öldürülmüşlerdir.
Tasavvufçular, giderek: Allah’ı: Vahdet-i vücut anlayışıyla, doğayla ve giderek
insanla özdeşleştirmişlerdir. Gerçekten Allah denince Doğa ile Evren yasa
yanında üstesinden gelinemeyecek olan toplum kuralları ile insanın içinde
bulunan iki duygudan ki; biri kötülüğe sürükler; buna, rühul kubuh: Kabahata
sürükleyen ruh, ikincisi ise iyiliğe sürükleyen duygudur ki buna da ruhul kudüs:
Kutsal ruh denir. Bu üç kavrama; yani, Doğa’nın yasasına, toplumun kurallarına,
ve insanın içinden gelen ve insanı iyi olmaya sürükleyen iyi duygulara saygı
gösterdiği takdirde insanın huzurlu ve mutlu olmaması için hiçbir neden
yoktur…
Ancak bu anlayış, Abbasilerce kabul edilmesine karşılık, Emevilerce kabul
edilmemiştir.
Allah inancında olanların tek kitabı vardır. Başka hiçbir kitap bu tek kitabın
yerini tutamaz.
Doğru olan aklın verileri değil, kitabın yazdıklarıdır. Bu yüzden Allah inancı
olanlarda vicdan duygusu gelişmemiştir.
Tanrı ile Allah anlayışı arasına önemli ayrımlar vardır. Bu ayrımlar; insanın
bilgi ve kültürünün artmasıyla doğru orantılıdır. Tanrı bilgisi ve kültürü
olmayan kişilerin bu ayrımı yakalamasına olanak yoktur.
Tanrı sözcüğü Türkçe kökenli olup saygı gösterilecek, sayılacak olan; yasa,
kural, duygu anlamına gelir… Bu üç kurala uymada örnek olan kişiye bilge
denir. Bilge Arapça’daki insan-ı kâmil’in karşıtıdır… Tasavvufta insan-ı kâmil
Tanrı’yla erişmiş sayılır ve tasavvufta, din edebiyatı ve felsefesinde de Tanrı
olarak nitelendirilir. Aydınlanmaya Katkı bölümündeki Suryanus – Mevlana
fıkrasına bakıldığı takdirde ne demek istediğimiz anlaşılır…
Tanrıya tapılmaz. Tanrısal eylem; işlem, kavram saygı gösterilerek yerine
getirilir. Yerine getirilmezse insan yanlış bir iş yapmış olur ve huzur ve
mutluluğunu kaçırır…
Tanrıya anlayışına varanlar ölümden ötesi için bir hesap verme yoktur. Kötü bir davranış ve iş yapanlar kötü işi anda yaptıkları andan başlamak üzere
içlerindeki Ben’e hesap verirler. Yaptıkları her kötü işin hesabını, bu dünyada,
yaşarken, vereceklerini bilirler… Elbette bu anlattıklarım “Diri” olanlar için
söz konusudur. “Ölü” olanlar için böyle bir özeleştiri (muhasebe) yoktur. Bu
nedenle “Ölü” olanlar;Tek Tanrılı dinlerce, Öte Dünya’da hesap verecekleri
olasılığı ile korkutularak yola getirilmeye çalışılır…
Tanrıya anlayışında olanlara göre: İnsanın yaratılışının amacı: İnsanın her
bakımdan ilerlemesidir. Hayvanların yaratılmasının nedeni ise doğanın işlevini
yerine getirmesidir.
Tanrı anlayışında olanlar kendilerinden sorumludur. Kendileri gibi düşünmeyen
insanların düşüncelerini değiştirmeye kalkmazlar ve bunu terbiyesizlik sayarlar.
. Ancak kendi düşüncelerini açıklayıp savunmaktan da çekinmezler. Bunlarda
bağnazlık ve yobazlık yoktur. Yanıldıklarını anladıkları anda da görüşlerini
değiştirirler…
Tanrı inancında olanlar, kendisi gibi inanmayanlar kendi doğrularını kabul
ettirmek gibi bir düşünceleri olamaz. Kendi düşüncelerinin de yanlış olabileceği
kuşkusunu her zaman taşırlar…
Türkler Tanrı olarak önceleri Ay’ı, Güneş’i ve Yıldızları görürlerdi. Arapların
tersine hemen hemen bütün Türk devletlerinin bayraklarında; ay, güneş, yıldız
vardır. Türk bayrağında ay, yıldız vardır. Cumhurbaşkanlığı forsunda ise, daha
önce gelmiş geçmiş Türk devletlerini simgeleyen Ay, Güneş, Yıldız simgeleri
vardır…
Türkler önceleri, Doğayı (Ayı, güneşi, yıldızı…) kutsallaştırmışlarsa da
giderek ve bilimin gelişmesi ile Ay’ın, Güneş’in ve Yıldızların kutsallığı
anlayışından büyük olana, saygın olana, iyi olana saygı göstererek uyma
anlayışını geliştirmişlerdir… Anadolu ermişleri ile Allah’a anlayışından Tanrı
anlayışına yönelmişlerdir. Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler Sitemizin
“AYDINLANMAYA KATKI” bölümüne bakabilirler. Tanrı anlayışı bu bölümde
Mevlana-Suryanus olayı ile somutlaşmıştır.
Tanrı anlayışında olanlar: Doğayı anlama işini bilime bırakarak; hangi
davranışın insana huzur vereceği arayışına girmişlerdir. Genel doğrular, yüce
değerler, olumlu kavramlar kutsallaştırılarak Tanrının yerinialmıştır.
Tanrı anlayışında olanlar: Maddenin dışında bir güç olmadığını görerek; insana huzur ve güven veren yüce değerlerle olumlu kavramları kutsamaya başlamıştır.
Tanrı anlayışında olanlar: Aklı; imana kurban etmeyerek; insanı, doğruya,
dürüstlüğe, iyiye yönlendiren duygulara değer vermişlerdir.
Genel doğrularla, olumlu davranışları, üstün değerleri ve yüce kavramları
yüceltip kutsallaştırmışlardır. Kutsallaştırılan bu kavramlar giderek Tanrı
simgesi ile anlatılmıştır..
Toplumun deneyleri ile yapıldığında insanın başını ağrıtmayan yüce değerlere ve olumlu eylemlere sarılma anlayışı Tanrı anlayışı ile eş değerdir…
Tanrı anlayışına erenlerde; akıl, sağduyu, vicdan gelişmiştir. Laiklik ilkesinin
kabul edilişi ile bu gelişme hızlanmıştır.
Tanrı: Aklın, ahlakın, sağduyunun, vicdanın simgesi olup olumsuz bir iş yapmaya yeltenen insanı uyaran “CIZ!” olayı ile insanı; doğruluğa, dürüstlüğe sürükleyen duyguların tümüdür.
Tanrı anlayışında olanların: Birden çok kitabı vardır. İnsanı, savunma dışında
kan dökmekten alıkoyan bütün güzel kitaplar kutsaldır.
Tanrı anlayışında olanlara göre: Tanrı (Allah) madde olarak yoktur, anlam (mânâ) olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur,
simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır…
Senin Allah dediğinin Türkçesi Yaradan’dır.
Bana göre Yaradan’ı yadsıyan insan hamdır.
Allah, Tanrı, Yaratan…
Bunların anlamı başka başkadır.
Allah sanaldır, Tanrı madde değil manadır.
Yaratan ise anasırı erbadır…
Bu da gördüğümüz maddedir
Ve bu da topraktan geldik toprağa gideriz biçiminde anlatılır…
Hiçbir yerde Yaradan’ı yadsımadım.
Yaradan’ı yadsıyanı da benden saymadım.
Tanrı anlayışına varanlara göre gerçek anlamda Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı (Allah) yoktur. Bunların din edebiyat ve felsefesinde mecaz anlamda
söylenmiş olan terimlerdir ki halkın ve onları aldatanların anlattığı anlamda
alınmamalıdır. Bu kavram ve terimlerin ne demek olduğu bilge ve ermiş kişilerden
öğrenilmelidir…
Bu konuya yazılarımda sıkça geçen terimlere getireceğim kısa açıklamalarla
burada ara vermek istiyorum:
Gökten olmak:Kötü davranış ve eylemlerde bulunmamak için çaba göstermek ve yanılarak da olsa yaptığı kötü işten rahatsız olmaktır…. Genel doğrulara,
olumlu niteliklere, üstün değerlere,yüce kavramlarına değer vererek bunlara
sarılmaktır.
Cin İnsanı aldatarak birden bire kötülük yapmaya zorlayan duygular. Cin kavramını şeriatçıların anladığı anlamda alınmamalıdır. İnsanın dışında bir “cin” yoktur. Cin, topluma zarar veren, kendi çıkarını toplumun üstünde tutan bencil, çıkarcı ve çok kurnaz insanları simgeler. Örnek: Günümüz hayalî ihracatçıları. Hayali fatura sahtekarları. Komisyoncular, rüşvetçiler, uyuşturucu tacirleri, zenginlerimizi haraca bağlayan mafya örgütleri. Dini; siyasete ve ticarete alet eden iki yüzlüler dindarlar… Bunlar hep cin taifesinden sayılır.)
Melek : İyi insanın simgesi… Doğru, dürüst, güzel, iyi, ve olgun insan.
Peygamber: Farsça “Peygam”den gelir. Haber veren anlamındadır.
Şeytan: Kötü insanın simgesi… Kötülükten zevk duyan. İnsanları kötülüğe
sürüklemek için: Aldatan, aşağılayan, kışkırtan, suçlayan insan.
Uyarıcı: Dinsel anlamda peygamber. Toplumsal anlamda ise insanlara bilimsel
gerçekleri söyleyendir… Günümüzde, Almanya’daki, Hasan Mezarcı: Dünyayı
uyarıyor(!). Yurdumuzdaki “Çıplak Uyarıcı”, ki Yaşar Nuri Öztürk olup giyinmeye
zaman bulamadan sokağa çıkarak Türk halkını uyarıyor(!).
Yerden olmak: Aç gözlü, bencil, çıkarcı olmak… Kendisine de, başkasına da
yaptığı kötülükten rahatsız olmayıp; tersine zevk duyan… Dinsel deyimle:
ÖLÜ…
Bütün bu kavramlar, gelecek yazılarımızda, daha derinlemesine ve geniş olarak açıklanacaktır…
Av. Hayri BALTA. 5.3.2002.
18. ADEM’İN TORUNLARI
Kanal D, 20.Temmuz.2000 tarihinde Afrika’da yaşayan “Kunglar ” kabilesinin yaşamı ile ilgili bir program gösterdi. Bu programda adı geçenlerin “taş devrini” yaşadıkları görülmekte idi.
Programı izlerken Adem ile Havva söylencesini hatırladım Bu insanlar hiç de Adem ve Havva anamızın torunları gibi gelmedi bana. Kutsal kitapların anlatımına göre Cennet’ten kovulduklarında Adem ve Havva’nın böylesine ilkel olmadıkları belirtilmektedir.Tanrı kendilerine her şeyi öğretmişti. Ateş yakmayı, örtünmeyi biliyorlardı. Oysa bunlar şimdi bile ateşi tahta çubukları birbirine sürterek yakıyorlardı. Ne örtünme, ne hayvancılık ne de çiftçilik biliyorlardı. Geçimlerini Avlanarak ve de ‘toplayıcılık’ yaparak sağlıyorlardı. Oysa Adem ve Havva’nın çocukları olan Habil ile Kabil hayvancılık ve çiftçilik aşamasına gelmişlerdi. Öyle ki Tanrı’ya sundukları sunak sonucu; Tanrı, kendisine sunulanlardan buğday yerine hayvanı beğenince iki kardeş birbirlerini öldürmüşlerdi.
Kültür tarihinde görülmüştür ki toplumlar sahip oldukları kültürleri genleri aracılığıyla gelecek kuşaklara aktarıyorlar. Bu olgu bütün toplumlarda görülen bir olgu…
Şimdi nasıl olmuş da bu “Kunglar” geriye gitmişlerdi. Bunlar Adem ile Havva’dan gelmiş olsalardı diğer toplumlarda görüldüğü gibi ilerleme göstermeseler bile, hiç değilse, çiftçilik ve hayvancılık yapıyor olmaları gerekirdi.
Hayal aleminde yaşayan dinciler (şeriatçılar) bu sorulara nasıl bir yanıt verirler bilemiyorum. Ama şurası bir gerçek ki olaylara bilimsel gözlerle bakanlar bu tür sorulara rahatlıkla yanıt verebilirler. Çünkü Adem ve Havva, Habil ile Kabil olayları simgesel bir anlatım olup şeriatçıların anladıkları gibi değildir…
Şimdi buraya Kuran’daki bir ayeti alalım: “Bakara, 2/35: Hani biz demiştik ki: Ey Adem! eşinle birlikte cennette oturun, ondan istediğinizi bol bol yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşıp zalimlerden olmayın. Bunun üzerine şeytan oradan onları kaydırarak içinde bulundukları yaşayıştan ikisini de cüda (ayrı) kıldı. Biz de haydi buradan inin … dedik.” (Bk. Tanrı Buyruğu, Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, l955. Üçüncü basılış)
Şimdi de bu ayeti yorumlayalım: “Adem ile Havva erkeği ve kadını simgeler. “Ancak şu ağaca yaklaşıp zalimlerden olmayın.” Ayetinde ağaç kötülüğü simgeler. Gerçekten de kötülük bir ağaç gibidir. Gövdesi kötülüktür. Kötülüğün çeşitleri de; dalı, budağı, çalısı çırpısı ve de yapraklarıdır. Kötülüğün çeşidi saymakla bitmez. Burada ne yaparsan yap yalnız kötülük yapma denmektedir. Eğer kötülüğe bulaşırsan huzurunu kaçırırsın; yani cennetten kovulursun denmektedir.
Adem erkeğin; Havva ise kadının simgesidir. Bunların kötülüğe bulaşmamış, olumsuzluğa karışmamış yaşamları cennet (huzur ve refah ortamı) ile ifade edilir.
Bu söylencede geçen Tanrı terimi ise bilge insanın; aklını, bilgisini, kültürünü, öngörüsünü ve sağduyusunu simgeler… Peygamberlere seslenen Allah da onların aklı, bilgisi kültürü, öngörüsü, sağduyusu ve sorumluluk duygusudur.
Bu nedenle bilge insanlar: “Yaşam tatlıdır. Bu dünya cennet gibidir. Her işi yapabilirsin. Ancak kötü olanı (günahı) yapma. Çünkü kötü olan bir iş yaptığın takdirde huzurun kaçar. Huzurunun kaçması demek insanın cennet’ten kovulması demektir. İnsanın huzursuzluk içinde yaşaması ise, cehennem (huzursuzluk, vicdan azabı, sıkıntı) ile simgelenir.
Burada demek isteniyor ki: “Doğal yaşamı bırakma. Doğa ve toplum yasalarını zorlama. Hırsa kapılma. İçinden gelen ve kötü bir iş yaptığın zaman seni uyaran (Ruhul Kudüs: kutsal ruh: Allah, Tanrı…) sesi dinle. Herhangi bir işi hırsına, öfkene, nefsine kapılarak yaparsan huzurunu kaçırırsın; yani cennetten kovulursun.
Gerçek din anlayışında insanın kendini eğiterek olgunlaştırması söz konusudur. Kendisini geliştirmeyen, olgunlaştırmayan, hırsına, nefsine, öfkesine hakim olmayan insan istediği kadar tapınsın (ibadet etsin…) hiçbir işe yaramaz. Kendi kendisini eleştirmeyen ve eksiklerini gidermeyen bir insanın salt ibadetle olgunlaşmasına, yani cennete girmesine olanak yoktur.
Şurasını da önemle vurgulamalıyım ki cennet de, cehennemde, ahret de, hesap verme de yaşarken söz konusudur. Çünkü Allah demek iyi kötüden ayrı tutma; yani fariğ ve mümeyyiz olmak demektir. Bu nedenle çocukların, delilerin, hayvanların ve ölülerin Allah’ı olmaz. Burada kullandığım ölü sözcüğü ile fiziksel olarak ölmüş olanları kastetmiyorum. Kalp gözü (Basireti) bağlı olanları kastediyorum. Bunlara din ilminde yaşadığı halde “ölü” olanlar denir… Yaşarken diri olmanın ölçüsü Tanrı’yı bilmektir. Çünkü yazılmıştır: “Allah, ölülerin değil dirilerin Allah’tır.” (İncil; Luka, 20/38)
İnsanın doğmadan önce hiçbir sorumluluğu olmadığı gibi fiziken öldükten sonra da hiçbir sorumluluğu yoktur. Yani öldükten sonra hesap verme diye bir şey yoktur.
Kutsal kitaplardaki anlatımlar bu şekilde yorumlandığı takdirde insana ve topluma yararlı olur. Ama şeriatçıların anladığı anlamda; yani, okunduğu gibi anlaşılırsa, anlatımın derinine, gizine varılmazsa insana yararı olmayacağı gibi zararı da olur ve bütün şeriat dünyasında görüldüğü gibi insanı çağının gerisinde bırakır.
Bütün şeriat dünyası kutsal kitaplarda ayıklama yapmasını bilmediği ve de anlatımları zahiri anlamda yorumladığı içindir ki çağın dışında kalmış ve bir tırnak keseceği olsun icat edememiş, insanlığın yaşam seviyesini yükseltemediği gibi bu güzelim cennet dünyayı da cehenneme çevirerek fiziksel olarak öldükten sonrası için bir cennet vaat etmiştir.
Av. Hayri Balta, 4.1.2003
19. “BİLMEK, BULMAK, SUSMAK”
8.11.2007 tarihinde, posta kutuma, aşağıda okuyacağınız ileti düştü. Bu iletiyi bana gönderenlerin dünya görüşü ile benim dünya görüşüm ayrıdır. Onlar: “Bilmedikleri Tanrı’ya; ben ise bildiğim Tanrı’ya tapıyorum.” (İncil, Yuh. 4/22)
İslam’ın 4. Halifesi Ali’nin de şöyle bir sözü vardır. “Görmediğim Tanrı’ya tapmam!”
İletinin ilk paragrafı şöyle:
“Lafla değirmen dönmez” sigortası atmış bir değirmenin veya fabrikanın başında bütün işçiler toplansalar ve “çalıış, çalııış, çalıııış” diye bağırsalar makine çalışmaz. Yakıtı biten, rüzgarı kesilen peynir gemisi de kaptan ve tayfaların “Haydaaa” demeleriyle hareket etmez.
Yazar (Mahmut Toptaş) demek istiyor ki; İslamiyet’i seçmez, imana gelmezseniz hiçbir dileğiniz yerine gelmez. Sanki kendilerinin dilekleri yerine geliyormuş gibi.
Konuyu, bir örnekle açmakta yarar var.
Biliyorsunuz bunlara göre Depremi Allah yapar. Öyle ki “Allah, Düzce Depremi ile dans edenleri, içki içenleri cezalandırdı” dedikleri için ceza alıp hapis yatanlar bile var.
Şimdi değil Müslümanlar; tek Tanrılı dine inananların ve inanmayanların tümü bir araya gelseler ve “Allah’ım (Tanrım) şu deprem felaketini başımızdan al. Ne olur bizleri betona gömerek öldürme!” deseler O inandıkları Allah, depremi önler mi? Önler mi? Önlemez, çünkü deprem ilahî değil bir doğal olaydır. Doğa yasaları kendi hükmünü icra eder. Binlerce kişi ölüp gider…
Eğer dedikleri gibi bir Allah olsaydı; gönderdiği kutsal kitaplarda “Ey kullarım fay hattı üzerine ve çevresine ev yapmayın!” derdi…
Bütün bunlar gösteriyor ki Allah (Tanrı) kavramını bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de birbirimizi öldürüp duruyoruz.
Allah (Tanrı) kavramını bilmediğimiz sürece de birbirimizi öldürüp duracağız. Birbirimizi öldürüp durmamızı da takdiri ilahiye bağlayacağız. Doğa ve sosyal olayların nedenini Allah’ın üstüne atacağız.
İnsanlın kurtuluşunun tek çaresi Allah’ı gerçek anlamı ile bilmemize bağlıdır.
Allah ise; kötü bir iş yaparken bizi önlemeye çalışan aklımız, sağduyumuz ve vicdanımızdır. Akıl ve bilim verilerine inanmamız ve bilim verilerine göre yaşamamızı düzenlememizdir, Yaşantımızı barışa, sevgiye ve insanların inancına saygıya göre ayarlamamızdır.
Allah (Tanrı); yok değil vardır. Ancak; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, nitelik olarak vardır.
Yine Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Kitaplarda sözü edilen; Cennet, Cehennem, huriler-gılmanlar, Kevser şarabı akan ırmaklar ve Allah gibi kavramlar; halkın anladığı gibi, gerçek anlamda anlaşılmamalıdır. Bunların simgesel anlamları vardır. Bakın bu konuda Şey Bedrettin Simavi ne demektedir:
“Lakin marifet onları hakkıyla anlamaktadır. Hiç şüphe etme ki, semavi kitaplarda yazılı veya haberlerle belirtilen; yayılı köşkler, ırmaklar, cennet, huri, azap, cehennem ve emsali şeylerin herkesçe bilinen anlamlarından başka anlamları vardır ve onları ancak hakka ermiş olanlar anlar.” (Şeyh Simaveni. Bezmi Nusret Kaygısız. İzmir, 1957 s. 121)
Şeyh Bedrettin; din konusunda, hem şeriat hukukunda ve hem de kelam (Kuran) bilgisinde zamanının en bilginlerindendir. Timurlenk’in huzurunda yapılan yarışmada birinciliği kazanmış bir Türk bilginidir. Osmanlıysa Osmanlı, Müslüman’sa Müslüman’dır ve Sünni ise Sünni’dir ve de günümüzden 650 yıl önce yaşamıştır.
Allah (Tanrı) için; var diyen de insandır, yok deyen de, insandır. Çünkü insanlık bu güne değin 300 milyona yakın Allah yaratmıştır ve günümüzdeki gibi yarattığı Allah’a tapmıştır.
Günümüzde ise 360’şa yakın din hükmünü sürdürmektedir. Oysa Tanrı tek olduğu gibi dini de birdir ve bu din duygusu insana yaratılışında verilmiştir. (Bak. K. 30/30) Şey Bedrettin’in dediği gibi: “Marifet bunları hakkıyla anlamaktadır.”
Eğer Allah (Tanrı); Tanrı ve din işine karışmış olsaydı; bu gün yeryüzünde 360 tane din olmayacağı gibi tarih boyunca da insanlar yarattıkları 300 milyona yakın Allah’ın ardına düşmezlerdi.
İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Yaratan’ın yaratılışımızda bize verdiği; akıl, sağduyu, vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi genel değerlerin ardına düşelim. Bu kavramları yüceltip kutsallaştıralım. Çünkü Tanrı; doğru, güzel, iyi, olumlu olan genel doğrular ve yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Gerisi HAYAL, yani ZAN’dır.
Bu konuya İslam Peygamberi de değinmiştir ve Kuran’da şöyle demiştir: Okuyalım:
“Eğer Yeryüzündekilerin ekserisine uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannın ardından yalan söylerler!” (6/116)
“Mâmafih ekserisi sırf bir zan ardından giderler. Halbuki zan, hak namına hiçbir şey iade etmez! Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (10/36)
“Bu hususta onların hiç bilgileri yoktur, sırf zanna tabi oluyorlar. Halbuki zan, gerçeğe ait hiçbir şey ifade etmez.” (K. 53/28. Ayrıca 2/78. 6/148. 10/66’ya da bakabilirsiniz…)
Demek ki insanların günümüze kadar 300 milyon Allah’a ve bir o kadar Din’e inanmış olmaları hep “Zan”larındandır…
Tek Tanrı düşüncesinin babası ise: “Zancı Başı” HERMES’TİR.
Tarih ve Felsefe kitapları Hermes hakkında şöyle yazmaktadır.
20. HERMESÇİLİK
Eski Mısır öğretisidir. Hermesçilik, masallaşmış bir Eski Mısır öğretisi ya da Eski Mısır öğretilerinin tümüne verilen genel bir addır. Yunan kaynaklarından öğrenilmektedir.
Hermes, günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da yaşayan bir terziydi. Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşır. Yunanlılar ona Ermiş ya da üç kez bilgin anlamına Trismegiste derler.
Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar Hermesül Heeramise adıyla anmaktadır.
Kuran’a göre Hermes, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü Peygamber İdris’tir.
Hermesçilik, Mistisizm ve Panteizmin ana yasası olan Varlıkbirliği öğretisinin ilk ve şiirli bir biçimini sunmaktadır.
Hermsçilik’e göre; insanlar ölümlü Tanrılar, Tanrılar ise ölümlü insanlardır.
Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan gerçeği görür. Kimi insanlar bu anlayışlarıyla öteki insanların göremediklerini görebilirler.
Yaşarken zaman ve mekanla sınırlıyız, sınırsızlık sınırlılık içinde kavranamaz.
Ruhları ölümsüzlüğe götüren insanların, dünya sınavında iradelerini kullanarak ve acı çekerek elde ettikleri aydınlık bilinçtir.
Bu bilince kavuşabilmek için yükselmeyi istemek yeter. Yükselen ruh, aydınlık bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akıl olacaktır ki işte bu ölümsüzlüktür.
Her akıl bu gerçeği kavrayamaz. Büyük sırrı günümüzde saklayarak eylemlerimizle söylemeliyiz.
Bilim; gücümüz, inanç kılıcımız, sükut kalkanımız olsun…
Ufaklıklar -ki bunlar büyük çoğunluktur- ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar bu gerçek karşısında yarım akıllarını büsbütün yitirirler, kötüyseler bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler.
Gerçeği gizlemekten başka çıkar bir yol yoktur.
Bilmek, bulmak, susmak gerek… (FELSEFE SÖZLÜĞÜ. Varlık Yayınları. Sayı: 1290 Haziran, 1967)”
Tek Tanrılı dinler boyunca katledilenlerin (Hallacı’ı Mansur, Muhittin Arabi, Nesimi, Şeyh Bedrettin gibiler…) suçu; Hermes’in bu, “Bilmek, bulmak, susmak gerektir…” ilkesine uymamalarındandır.
Ne var ki Hermes’in bu kuralına uymayanlardan biri de benim!…
Av. Hayri Balta, 16.11.2007)
KATKIDA BULUNANLAR:
USTAM,
Yazını, diğer bütün yazıların gibi bu kez de büyük tatlar alarak okudum.
Sözün özünü yazının sonunda yinelemişsin zaten.
Şöyle:
“Tek Tanrılı dinler boyunca katledilenlerin (Hallacı’ı Mansur, Muhittin Arabi, Nesimi, Şeyh Bedrettin gibiler…) suçu; Hermes’in bu, “Bilmek, bulmak, susmak gerektir…” ilkesine uymamalarındandır.
Ne var ki Hermes’in bu kuralına uymayanlardan biri de benim!..”
Hermes gibi bir filozof günümüzde yaşasaydı, her halde: “Gerçekler karşısında susan, dilsiz şeytandır,” sözüne uyum gösterirdi.
İnsanlığa katkıların için gönül dolusu teşekkürler Sevgili Av. Hayri Balta Ustam…
FEVZİ GÜNENÇ, 17.11.2007
21. HALKA ANLATILMAYAN
Televizyonu çıkan ilahiyatçılar tek kale oynamaktadırlar. Televizyonlardaki açık oturumlarda hiçbir zaman dine farklı açıdan bakanları aralarına almamaktadırlar. Oysa Namık Kemal’in dediği “Gerçek farklı görüşlerin karşılaşmasından ortaya çıkar.”
Tek kale oynayan ilahiyatçılar kendi inanç bilgilerinden emin olsalar muhakkak karşıt görüştekileri de yayına davet ederler. Örneğin Arif Tekin, Erdoğan Aydın, Faik Bulut gibi yazarların bunların toplantısına katılması ne kadar güzel olurdu… Yalanları,cehaletleri yüzlerine vurulurdu…
Diyanet İşleri Başkanlığı derseniz o da adı geçenlerden geri kalmamaktadır. Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı finansmanını devletin sağladığı şeriat propagandası yapan bir resmî bir örgüttür.
Bütün saydıklarım bu güne değin “İslam’da neyin olup neyin olmadığı konusunda” bir anlaşmaya varamamışlardır. Günümüz ahlak ve bilimine, hukuk ve toplum kurallarına ters düşen bir uygulama ile karşılaştıklarında hep bir ağızdan koro halinde “İslam’da bu yoktur!” demektedirler. Oysa yok dedikleri vardır…
Şimdi bir an düşünelim; yurdumuzda, bunların istediği gibi Kuran Müslümanlığı uygulanmaya başladı diyelim. Bunlar kendi kafalarına göre Müslümanlığı uygulayamazlar ki. Bunlar Kuran, Hadis gibi İslam’ın temel kuralları dışına çıkamazlar ki…
Bir kere şurası bilinmelidir ki şeriatçılara göre: “Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş iman esaslarının, ilâhî emirlerin ve yasakların bütününe ve herhangi birine inanmayan kişi kâfir” sayılır. (Bk. İslam’da Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan. Sözlük bölümü. Aynı zamanda D. Mehmet Doğan’ın Vadi Yayınlarınca yayınlanan BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK’ün Kâfir ve Lâik maddesine bakınız…)
Ali Rıza Demircan’ın dayanağı da şu âyetlerdir. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” (K. 5/44,45)
”…Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (K. 2/85)
Yukarda adlarını sıraladıklarım ve diğerleri memlekete yeni bir buluşmuş gibi Kuran Müslümanlığını dayatmaktadırlar. Sanki İslam dünyasında 1500 yıldır uygulanan Kuran Müslümanlığı değilmiş gibi…
Bu bölümde yukarıda adı geçenlerin gizlemeye çalıştıkları âyetler (Kuran hükümleri) dile getirilmektedir. Bakalım dile getirmedikleri bu âyetleri dile getirmemi nasıl karşılayacaklardır.
Onların halkı aldatarak şeriata sürükleme hakkı var da; bizim halkımızı, Anayasa ve yasalarımız gereği yasak olan şeriat tehlikesinden korumak için gerçekleri dile getirmek ve laikliği savunmak hakkımız yok mudur?
Devletimizin Anayasasında her ne kadar “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” deniyorsa da; laik olmayan Cumhuriyetimiz irticaı, Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse etmekte ve hatta korumaktadır.
Böylece İslam’ın Sünni mezhebi devlet dini olma niteliğini sürdürmektedir. Bu laiklik dışı davranış sürdüğü sürece irtica; tesettür, inanç ve öğrenim özgürlüğü adı altında devleti kademe kademe ele geçirmeye devam edecektir.
Bu nedenle diyorum ki Sünni mezhebi de diğer din mensupları gibi kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya bırakılarak Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse edilmesine son verilmelidir.
Aksi takdirde şeriat delilerinin; Sivas, Malatya, Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas Madımak otelinde yaptıkları gibi; insanları otele tıkıp yakmaları, Atatürkçü laik aydınları öldürmeleri zaman zaman yinelenecektir.
Bu tür olaylara meydan verilmemesi için laiklik gereği Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir. Yoksa Abdurrahman Dilipak’ın 21.1.2000 tarihli Akit gazetesinde dediği gibi: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.”
Amacım Kuran’ın zalimler elinde bir cinayet aletine dönüşmesini önlemektir. Bunun için de Devletimizin, her türlü düşünce ve inanç sahiplerine, hakaret ve şiddete başvurmama koşulu ile, özgürlük tanıması ve de; aklı, ahlakı, sağduyuyu, vicdanı, bilimi, gerçeği, hümanizmi savunanları şeriatçı militanların saldırısından, şerrinden, küfürlerinden koruması gerekir… Kaldı ki devletin aslî görevi de zaten budur.
Sanılmasın ki ben; Allah’ı, Dini, Kuran’ı küçük düşürmeye çalışıyorum. Hayır, ben Din gerçeğini, bütün dinlerin birbirlerinin orijini olduklarını anlatmaya çalışıyorum.
Her toplumun her çağda kendine göre bir hukuku vardır. Mevlana’nın bundan 700 yıl önce söylediği gibi: “Dünle söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım!”
1400 yıl önceki hukuk kuralları (şeriat hükümleri) ile laikliğe yönelmiş toplumumuz yönetilemez. Bunun yanında da dinlerin ahlak, edep ve hikmete yönelten öğütleri ihmal edilmemeli ve öğütlerin de; ilahi değil, beşeri olduğu söylenmeli. Böylece; olgunlaşmış, sorumluluğunu bilen ahlak ve hukuk dışı olaylara karşı duyarlılığı olan yepyeni kuşaklar yetiştirilmelidir.
Tanrı anlayışı gerçek yörüngesine oturtulmalıdır. Toplumu sanal bir Tanrı kavramına yönlendirmeye son verilmelidir.
Bilinmelidir ki: Tanrı (Allah) Tanımı: Üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa (Evren) yasaları yanında toplum kuralları ile aklın, bilimin ve kültürümüzün verileri ile oluşan sağduyumuz, vicdanımız yanında, uyguladığımızda yüzümüzü kızartmayacak genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler ve benzerleridir.
Çünkü Allah madde olarak yoktur, mana olarak vardır.
Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır.
Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır.
Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Zat (kişi) olarak yoktur, isim-sıfat olarak vardır.
Tanrı; doğru, güzel, iyi vb gibi etik değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Bu kavramlar ise insanın yapısında, ruhunda vardır.
Özetlersek: Doğruluk, Hak, Sevgi gibi yüce kavramlar Tanrı’nın ta kendisidir.
İşte Kutsal Kitaplardaki kaynağı:
Tevrat, DOĞRULUK kavramına Rab der.
“RAB doğruluğumuzdur.” İbranice “Yahve sidkenu”. (Tevrat. Yeremya. 23:6 ve 33/16)
İncil SEVGİ kavramını Tanrı olarak kabul eder.
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)
Kiliselerinin kapılarında bu levha asılıdır. Ne var ki bunun ne anlama geldiği çok az kişi tarafından anlaşılır. Bu demektir ki: “Sevgi” kavramı ile “nefret” kavramı ile karşılaştığınızda “Sevgi” tercih edilmelidir.
Çünkü Sevgi nefrete göre çok yüce bir kavramdır. Çünkü “sevgi” iyi olduğundan, yüce (Tanrı); nefret ise kötü olduğundan, aşağı (Şeytan) dır.
Kuran da, HAK kavramına, Allah’ın ta kendisidir der:
“Bu böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (K. 22/62. Yine Bkz. 24/25)
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.” (Ahmet Bin Hanbeli’den…)
Çünkü açıklayamadığımız bir olgudur. Sırrına eremeyiz, nedenini niçini bilemeiz. Bu nedenle da zomana da Allah denmiştir…
Bu nedenle “Tanrı yücelerden yücedir!” denilir. Ne var ki din bilgisinden yoksun olanlar Tanrı’nın: gökte, bilinmeyen bir yerde kürsüsü var sanır… Oysa burada gök’ten, kürsü’den murat; doğru, iyi, güzel gibi bütün olumlu kavramların; yalana, kötüye, çirkine göre çok yükseklerde olduğunu ifade etmektir.
Bunun yanında Tanrı kavramı; doğa yasaları, toplum kuralları yanında; insanın, aklının, sağduyusunun, kültürel birikiminin ve vicdanından oluşan duyguları da kapsar. Aklın, sağduyunun, kültürel birikimin ve vicdanımızın sesi de, insan-ı kamillerin ağzından, dinsel konularda olduğu için “vahiy” olarak yansır.
“Tanrı bizde tecelli etmeye her zaman hazırdır. Tanrı her zaman içimizde ve bizimle birlikte vardır. Ne var ki ondan kaçarız. Sorumluluktan kaçmak için O’nu hep hep kendi dışımızda ararız.
Bize düşen içimizde bulunan Tanrı’nın sesini (vahiy, ilham, esin, uyarı, cız…) duymak, duyduğumuz bu sese kulak vermek ve yaşama uygulamaktır…
Aklın, bilimin, çağın ahlak ve hukuk kurallarına uymadığımız sürece biz insanlara kurtuluş yoktur.”
İnsanlar akla, bilime göre karar vereceklerine dine göre karar veriyorlar. “Allah dünyayı yoktan var etti!” diyorlar. Böyle dedikleri an çıkmaza girdiklerini bilmiyorlar. Şu basit soru karşısında apışıp kalıyorlar. “Peki sen bir yaratan aradığına göre Allah’ı kim yarattı öyleyse?” denildiği zaman “O kendinden vardır!” diyorlar. Bu sözün bilimsel dayanağı var mıdır? Böyle bir sav bilimsel olabilir mi? Peki bu konuda da bir başkası: “Kendinden var olan maddedir.” derse haksız mıdır?
Yaratan maddedir. Vardan var olur, yoktan bir şey var olmaz. Kaldı ki bu savın bilimsel bir dayanağı da vardır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!” (Maddenin Sakınımı Yasası: Lavezion…)
Görüldüğü gibi insanlar akla değil vahye; bilime değil dine inanıyorlar…
Benim saçmaladığımı sananlar olabilir. Onlara şu gösterdiğim âyetlere bakmalarını öneririm:
Kuran’dan: 2/186, 8/24, 15/99, 17/60, 20/46, 50/16, 51/21, 56/85, 58/7;
İncil’den:
Yuhanna, 14/8, 17/21;
Korintoslular 6/16; Vahiy 21/3.”
Görüşlerimin din dışı olduğunu ileri sürerek bana kızanlar, öfkelenenler; önce gösterdiğim bu âyetlerle bakarak düşüncelerim arasındaki benzerliğe dikkat etmelidir.
Allah ve Din konusunu oluşturan bu bölümde demek istediğim: insanı, içinde uyumakta olan Tanrı’yı uyandırmaya ve uyandırdığı bu Tanrı sözüne göre yaşamaya çalışmasıdır.Bunun için de insanın akla, bilime, mantığa, sağduyuya öncelik vermesi, gerçekçi olması; yaşamını vicdanının sesine uydurması gerekir.
Bunun içinde insanın çaba göstermesi gerekir. Bu iş öğütle, korkutmakla olmaz. Bunun için insanın yaratılışı İnsanın elverişli olmalıdır. Yaratılışı elverişli olmayanlara ne desen boşunadır… Şu Kuran ayetlerine dikkatinizi çekerim:
“Onları doğru yola iletmek sana ait değil; ama Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (K. 2/272)
“Ey Muhammed rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (K. 10/99;
“Allah dileseydi bütün insanları doğru yola sevk ederdi.” (19/31)
(Ayrıca şu ayetlere de bakabilirsiniz: 4/80, 13/40, 16/125, 35/23, 88/21, 22, 26)
Şunu da unutmadan belirteyim: Sözlerim gerçek arayışı içinde olanlaradır…
Av. Hayri BALTA, 5.4.2006
22. DİN KONUSU
Din olumlu davranışları simgeler. Dinsizlik ise olumsuz davranışları…
Örneğin: İnsan: Arlı mı, arsız mı? Ahlaklı mı, ahlaksız mı? Bencil mi, paylaşımcı mı? Erdemli mi, erdemsiz mi, Hırlı mı- hırsız mı? Mal-mülk düşkünü mü, gereksinimi ile yetinebiliyor mu? Namuslu mu, namussuz mu? Bunun gibi ne denli olumlu kavramlar varsa hepsi din kapsamı içine girer…
Bütün olumsuzluklar; ahlaksızlıklar, hırsızlıklar, kan dökücülük, mal-mülk düşkünlüğü ve namussuzluklar gibi ne kadar benzeri olumsuz kavram varsa bunların hepsi dinsizlik kapsamına girer…
İster Sinagoga, ister Kiliseye, isterse Camiye gidip gelsin, ölçü değişmez.
Yukarda sayılan ve sayılmayan olumsuz kavramlara yaşamında yer veren herkes dinsiz sayılır.
Ölçü budur. İnsanın dinine-inancına, düşüncesine-felsefine bakmamalıyız ve de onu kendimiz gibi düşünüp inanmaya zorlamamalıyız.
Bütün bu olumlu kavramlar; olumsuz kavramlara göre daha yüce olduğu için kutsallaştırılmıştır. Kutsallaştırılan bütün kavramlar Tanrı kavramı ile simgeleştirilmiştir…
İşte bu anlamda olmak üzere, bütün insanlık dinsizim dese; ben, dinsizim demeyi kabul etmem. Bu anlamda olmak üzere bütün insanlar Tanrı’yı (Allah’ı) yadsısa; ben, ölüm pahasına da olsa, Tanrı’yı yadsımam (inkar etmem)…
Din, bu anlamda alınması gerekirken bütün dinciler, yalnızca tapınma ile yetinerek, bu anlayışın dışına düşmüşler ve Tanrı’dan uzaklaşmışlardır.
İnsan Hakları Sözleşmesi’nde: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır. Bu hak, din ve inancını değiştirme özgürlüğünü ve din yada inancını, tek başına yada topluca, açık yada özel olarak öğrenme, uygulama, ibadet ve gözetim yoluyla özgürlüğünü içerir” (Madde 18) diye yazılı iken; Tanrı sözü (Allah Kelâmı) sayılan Kuran’da:
“Kim İslâmiyet’ten başka bir dine yönelirse, onun ki kabul edilmeyecektir. O âhrette de kaybedenlerdendir.” (K.3/85) yanında:
“Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 2/193, 8/39) diye yazılmaktadır.
Bunun gibi daha onlarca şiddet tümceleri vardır… Diğer kutsal kitaplarda yazılı şiddet tümcelerinden örnek vermiyorum; çünkü, onların, Tevrat ve İncil’in, değiştirilmiş (tahrif edilmiş) olduğu ileri sürülür…
Yaratan (Tanrı-Allah…) yoktur, demiyorum ki; ama, insaf yahu!.. Bir parça akıl, bir parça sağduyu… İnsanlar kitabında, insana, “din ve inancını değiştirme özgürlüğü tanırken” (Az yukarda Mad. 18), Allah kitabında:
“Kim mürtet (İslâm dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, âhrette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalaklardır.” (K.2/217- Ayrıca bakınız: 3/77, 4/89, 137, 47/25-29) der mi, diyorum…
İslam hukukuna göre: Bu tümceler gereğince dinden dönen mürtet sayılır ve acımadan öldürülür…
Bu konuda bir de Hadis kitaplarına bakalım: “Her kim dini (ki, Müslümanlıktır) değiştirirse, onu hemen öldürünüz!” (Sahih-i Buhari, Diyanet Çevirisi: Hadis numarası: 1264C. 8, s. 388).
Bir tane daha:
“Bir kere Muâz kendi mıntıkasını dolaşıp arkadaşı Ebû Musâ’nın vilâyetine yaklaştığında, bir sürü halkı toplanmış olarak gördü. Halkın ortasında iki eli boğazına bağlı birisinin durduğunu gördü. Nedenini öğrenmek üzere sordu:
– Ey Ebû Mûsa, bu ne iştir?
Ebu Mûsâ: -Bu elleri bağlı duran kişi Yahudi iken Müslüman olduktan sonra dinini değiştirdi!.. dedi.
Bunun üzerine Muâz İbn-i Cebel:
-Bu mürtet öldürülmedikçe devemden inmem! dedi.
Ebû Musa:
– Bunun katli için mi geldin, haydi in! dediyse de Muâz:
-Bu mürted öldürülünceye kadar inmem! diye ısrar etti..
Bunun üzerine mürtet Yahûdi öldürüldü…” (Yukarıdaki kitaptan.Hadis No. 1638. C.10. s.347).
İşte bir tane daha: “…Müslüman kişinin kanı helal olmaz ve kısas olmaz.
Ancak şu üç nedenden birisiyle helal olur:
Maktûlun hayâtı mukabilinde katil,
Zinâ eden dul kadın (seyyib),
İslâm camiâsını bırakıp dîninden ayrılan mürted… Bunlara kısas yapılır…”
Burada bir konuya dikkat çekmek istiyorum. “Müslüman kişinin kanı helal olmaz!” diyor. Acaba, Müslüman olmayan kişinin kanı helal olur mu?
Hani İslam’da öldürme yoktu. Hani İslâm barış ve sevgi dini idi… Hani İslam da hoşgörü vardı?..
Bunu söyleyenlerin hiç mi Tanrı bilgisi yok, hiç mi din duygusu yok… Allah böyle der mi? Gelin şu Allah’ı yüceltelim… Kendi dünya görüşümüzü empoze etmek için Allah’ı, zor durumda bırakmayalım….
O’nu (Tanrı’yı-Allah’ı-Yaratan’ı…) anlamaya çalışalım. Önce Tanrı nedir, nerededir sorusuna yanıt bulmaya çalışalım…
Öncelikle bilelim ki yüce olan davranışlar, olumlu ve güzelliği simgeleyen kavramlar, genel doğrular, üstün değerler; kötü alışkanlıklara, aşağılık davranışlara, olumsuzluğu ve çirkinliği simgeleyen kavramlara; genel ve üstün olmayan değerlere göre daha üstün sayılmıştır. Üstün sayılan bu anlayışlar ve davranışlar, kötü sayılan anlayışlar ve davranışlar karşısında, giderek, insanlarca, kutsallaştırılmıştır. Kutsallaştırılan bu kavramlar Tanrı (Allah) simgesi ile ifade edilmiştir.
İnsanlar; Güneş’I yaşam kaynağı sayarak onu kutsallaştırmıştır. Ay’da Yıldızlarda bir olağan üstülük var sanarak onları Tanrılaştırmıştır…
Bu anlayış sonucu güneşin doğuşunu bir an önce görmek için yüksek dağlara çıkmışlar, yüksek tapınaklar yapmışlar, güneşin doğuşunda yerlere kapanarak secde etmişlerdir (sabah namazının doğuşu)…
İlk güneş ışınlarını, yere düşmesini önlemek için, avuçlarını açıp güneş ışınlarını kucaklayarak kucaklayarak yüzlerine-gözlerine sürmüşlerdir (dua ederken ve namaz kılarken el açma geleneğinin doğuşu)…
Güneş en tepeye çıktığında güneş için yeniden yerlere kapanarak, güneşe olan saygılarını göstermişler (Öğle namazının doğuşu)…
Güneş batışa yaklaşırken yine güneşin karşısına geçerek eğilmişler (ikindi namazının doğuşu)…
Güneş batarken de ona secde etmeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir (akşam namazının doğuşu)…
Güneşin batışından sonra; Ay’ın yıldızların ve diğer gök cisimlerinin görünmesi ile bunlar karşısında da yerlere kapanarak secde etmekle Tanrı’nın gazabından kurtulacaklarını sanmışlardır (yatsı namazının doğuşu)…
Zamanla görmüşlerdir ki Güneş’ten ve diğer gök cisimlerinden de ötede bir gizli güç var. Güneş de, ay da, yıldızlar da bir yasaya bağlı olarak gidip geliyor… Evren’deki (Doğa’daki) doğa olaylarında da olsa olsa bu gizli ve güçlü varlığın etkisi var. Öyle ise buna tapalım demişler ve buna da Tanrı (Allah-Yaratan) adını vermişler…
Her olayın, her davranışın O’nun tarafından belirlendiğini sanısına kapılarak (kader anlayışının doğuşu) şaşkınlığa düşmekle kalmayıp onun beğenisini kazanmaya çalışmışlardır.
Gök gürlemesinden, düşen yıldırımlardan, patlayan yanardağlardan , çok can alan doğal afetlerden, depremlerden, sel baskınlarından, kolera-veba gibi salgın hastalıklardan korkarak bu olayların da yaratıcısı olarak O’nu görmüşler. Can alan doğa olaylarının Tanrı (Allah) tarafından yapıldığını sanmışlar…Şimdi de öyle ya…
O’nun gazaba gelerek can almasına kendi kötü davranışlarının (Dinlerde buna: Günah denir…) neden olduğunu sanmışlar ve yaratıcının hoşuna gitmeyen bu davranışları nedeniyle O’ndan özür dileyerek günahlarının bağışlanmasını istemişlerdir…
Onun can alışını kan istediğine yorumlayarak: “Sen bizleri toptan öldürme de , biz sana en güzel delikanlımızı, en güzel kızlarımızı kurban edelim” demişler (Kurban geleneğinin doğuşu)…
Görmüşler ki doğal olaylar ve salgın hastalıklar yine sürüp gidiyor. “Değil mi ki sen kan istiyorsun. En güzel delikanlılarımız, en güzel kızlarımız bile seni doyurmuyor; öyle ise biz, kendimizin kanını akıtalım da gözün doysun!” demişler. Bu nedenle gerek erkek ve gerekse kadınlar, en değerli organlarından bir parça kesmeye başlamışlardır (Erkek ve kadın sünneti geleneğinin doğuşu)…
Buna karşın can alıcı doğa olayları ve salgın hastalıklar sürüp gidiyor; “Demek ki bu Tanrı dedikleri bize eziyetten hoşlanıyor. Öyle ise biz kendi kendimize eziyet edelim, onun için en sevdiğimiz şeylerle ilgimizi bir süre keserek ona sevgimizi gösterelim!” demişler ve belli günlerde yemek yememeye ve diğer hoşlandıkları şeylerden el çekmeye başlamışlardır (oruç geleneğinin doğuşu)…
Bu korku ve bilgisizlik yüzünden “Ben Tanrı tarafından gönderildim, Tanrı, sizlere söylemem için bana şunları şunları söylüyor!” diyen kişilerin arkasına düşerek kendi güvenliklerini onların aracılığıyla sağlama bağlamak istemişlerdir.
Onların doğuştan gelen yetenekleri, bilgi ve kültürleri nedeniyle kazandıkları beceriler karşısında hayran kalmışlar ve onları yücelterek Tanrılaştırmışlardır.
Günümüzde bunun en güzel örneği, halen Hindistan’da yaşamakta olan Satya Sai Baba”dır. Bu adamın 10 milyon kulu var. Bunlardan 10 bine yakını Türkiye’de yaşamaktadır. (Bakınız: 28.10.2001 tarihli Hürriyet)
Böylece insanların kendilerinden üstün ve yetenekli kişileri nasıl tanrılaştırdıklarını, sözlerine de nasıl Tanrı sözü (Allah kelâmı) dediklerini görmüş oluyoruz.
Av. Hayri Balta, 1.11.2001
23. TANRI ANLAYIŞI
Allah ile Tanrı arasında önemli ayrımlar vardır. Bir kere Allah Arapça kökenli olup tapılacak ilâh anlamına gelir: “Lâ ilâhe: İlah yok; illâllâh: Allah var.”
Allah’a tapılır.(secde edilir ve diğer tapınma kuralları yerine getirilir.)
Tapınma eylemi yapılmazsa insan günah işlemiş olur ve cehennemle korkutulur.
Allah inancında günah işleyenin (kötü iş yapanın) cezası öldükten sonra, öte
dünyada, verilir. Allah inancında olanlara göre: İnsan yaratılışının amacı; görünmeyen kişiselleştirilmiş bir nesnel varlığa tapınmaktır.
Allah, insanı kendisine kulluk etsin yaratmıştır. Ya, hayvanı niçin yaratmıştır?
Yanıtları şöyledir: onu da insana hizmet etsin, diye. Sıçanı, solucanı, sümüklü böceği,
yengeci, yılanı, daha bunlar gibi milyarlarca uçanı-kaçanı ve de Okyanus’un
dibinde yüzen hayvanları da mı insana hizmet etmesi için yaratmıştır?
Sonra her türden bir çeşit yaratmamıştır da her türden binlerce çeşit yaratmıştır? Örneğin balık türü bir tane olacağına binlercedir… Bu konularda düşünmek Müslüman’a yasak edilmiştir. Çünkü bilmediklerinizi üzerinde durmayın, zanna düşmeyin denmiştir.
Müslümanların müşrik dedikleri; hem görünene (İlâh), hem de görünmeyene
(Allah’a) taparlardı. Müşrik dedikleri; görünmeyene saygılarından ötürü
görüneni görünmeyene aracı olarak kullanırlardı.. Görünmeyenden bir istekleri olunca
doğrudan ondan isteyeceklerine, görünene başvurarak onu aracı olarak kullanırlardı. Tıpkı herhangi bir kurumun müdürü ile görüşmek isteyenin önce özel
kalem müdürü ile görüşmesi gibi…
İslamiyet aradan, bu aracıyı kaldırarak, isteklerin doğrudan doğruya görünmeyen Allah’tan istenmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Öyle ki bu konuda kendilerini görevli saymışlardır. Bu nedenle kendisini tebliğle görevli sayarak kendileri gibi inanmayanlara karışmayı hak olarak görmüşlerdir.
Sanki Allah, kendilerini, tebliğe memur kılmıştır. . Tebliğe
karşın imana gelmeyenleri öldürülebilme hakkını kendilerinde görmüşler ve bundan da hiçbir rahatsızlık duymamışlardır. Bunlar, Allah’a hizmet ettiklerini sanarak kendileri gibi inanmayanlara “İmana gel ya kâfir!” demeyi kendilerine bir görev olarak bilmişlerdir.
Bu nedenle İslamiyet’te “Cennet kılıçların gölgesi altındadır!” denmiştir.
Şeriatın simgesi kılıçtır. Dikkat edilirse şeriatla yönetilen ülkelerin çoğunda
kılıç görünür.
Allah inancında olanlar: Müşriklerin görünen putlarını kaldırmış; ama,
müşriklerin görünmeyen Allah’ını kabullenmişlerdir ve bunlar kaldırdıkları
putların yerine ileri gelenleri yaşarken ve öldüklerinde de putlaştırmaya
başlamışlardır…
Onlara göre Allah: İnsan İnsanı korkutan bir varlıktır. Yeri
belirsizdir. İsmi var cismi yoktur…
Ne vardır, ne yoktur… Yerde midir, gökte midir? Yeri-yurdu belli değildir…
Her yerde hazır ve nazırdır.
“İnsanın kalbi ile kendisi arasına girer” (K. 8/24)
Hem göklerde arşı kürsüsü, Evreni kapsayan; kudreti, mülkü, hükümranlığı (K. 2/255) vardır hem de insana “Şah damarından daha yakındır!” (K. 50/16)…
Bir varlık aynı anda her yerde, hem insanın kalbinde ve şahdamarından yakın ve aynı zamanda da göklerde kürsüsü nasıl olur? Bu anlatımlar din edebiyat ve felsefinde özel anlamlar taşır ve ne var ki insanlarımız bunları gerçek anlamda algılar; oysa bütün bunların mecaz ve simgesel anlamları vardır.
Allah inancında olanlar: Aklı imana kurban ederek kısır döngüye saplanıp
kalırlar.
Her ne kadar dünyayı da kazan; ahreti de kazan denirse de dünya geçici sayılır. Ebediyen yaşacaklarını sandıkları öte dünyayı kazanmak için bu dünyayı cennete çevirmeye pek önem vermezler.
Allah inancında olanlar: Daha çok zahiri (Derine dalmadan geleneksel
taklitçilik) inancında kalırlar. Oysa din ilmi halkın sandığı gibi bir tapınma
(ritüeller) yolu değildir. Din ilmi ve Tanrı bilgisi yaşamın gizlerini öğrenme
ve yaşamı yüz kızartıcı davranışlara düşmeden mutlu ve huzurlu bir şekilde
geçirme ilmidir.
Batınî (özü arayanlar) tasavvufçular (Dinin özünü araştıranlar-zahirî anlayışla
yetinmeyenler…) görünmeyen simgesel Allah kavramı ile nelerin
anlaşılması gerektiğini bilirler. Bu nedenle bunların söz ve davranışları dine
aykırı görüldüğü için aklını imana kurban edenlerce öldürülmüşlerdir.
Tasavvufçular, giderek: Allah’ı: Vahdet-i vücut anlayışıyla, doğayla ve giderek
insanla özdeşleştirmişlerdir. Gerçekten Allah denince Doğa ile Evren yasaları
yanında üstesinden gelinemeyecek olan toplum kuralları olarak bilirler.
İçinde bulunan iki duygudan biri bizi iyiliğe ki buna kutsal ruh adı verilir. İkincisi ise bizi kötülüğe sürükler ki buna da kabahate sürükleyen ruh denir. İnsan; Doğa yasalarına, toplumun olumlu kurallarına, saygı gösterdiği takdirde huzurlu ve mutlu olur.
Tanrı ile Allah anlayışı arasına önemli ayrımlar vardır. Bu ayrımlar; insanın
bilgi ve kültürünün artmasıyla doğru orantılıdır. Tanrı bilgisi ve din duygusu olmayan kişilerin bu ayrımı yakalamasına olanak yoktur.
Tanrı sözcüğü Türkçe kökenli olup saygı gösterilecek, sayılacak olan; yasa,
kural, duygu anlamına gelir… Bu üç kurala uymada örnek olan kişiye bilge
denir. Bilge Arapça’daki insan-ı kâmil’in karşıtıdır… Tasavvufta insan-ı kâmil
Tanrı’yla erişmiş sayılır ve tasavvufta, din edebiyatı ve felsefesinde de Tanrı’ya ulaşmış olarak kabul edilir.
AYDINLANMA adılı kitabımızın Mevlana – Süryanus fıkrasına bakıldığı takdirde ne demek istediğimiz anlaşılır…
Tanrıya tapılmaz. Tanrısal eyleme, işleme, kavrama saygı gösterilerek yaşama uygulanır. Bu demek oluyor ki Tanrı’ya tapma düşünseldir; Tanrı’ya saygı ise eylemseldir. Tanrı’ya saygı gösterilmezse; insan yanlış bir iş yapmış olur, huzur ve
mutluluğu kaçar…
Allah anlayışında korkma, tapma vardır; Tanrı anlayışında ise saygı ve sevgi vardır…
Tanrıya anlayışına varanlar ölümden ötesi için bir hesap verme yoktur. Kötü bir davranış ve iş yapanlar kötü işi anda yaptıkları andan başlamak üzere
içlerindeki Ben’e hesap verirler. Bu olguyu Kuran şu biçimde anlatır:
“Oku kitabını! ‘Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!’ denilecektir.” (K. 17/14)
Tanrı anlayışına erenler; yaptıkları her kötü işin hesabını, bu dünyada
yaşarken vereceklerini bilirler… Elbette bu anlattıklarım “Diri” olanlar için
söz konusudur. “Ölü” olanlar için böyle bir özeleştiri (muhasebe) yoktur. Bu
nedenle “Ölüler”; fiziksel olarak öldüklerinde hesap vermekle korkutularak doğru yola getirilmeye çalışılır.
Tanrıya anlayışında olanlara göre: İnsanın yaratılışının amacı: İnsanın her
bakımdan ilerlemesidir.
Hayvanların yaratılmasının nedeni ise doğanın açıklayamayacağımız bir işlevidir…
Tanrı anlayışında olanlar kendilerinden sorumludur. Kendileri gibi düşünmeyen
insanların düşüncelerini değiştirmeye kalkmazlar ve bunu insan kişiliğine karışma sayarlar.
Ancak kendi düşüncelerini açıklayıp savunmaktan da çekinmezler. Bunlarda
bağnazlık ve yobazlık yoktur. Yanıldıklarını anladıkları anda da görüşlerini
değiştirirler…
Tanrı inancında olanlar, kendisi gibi inanmayanlar kendi doğrularını kabul
ettirmek gibi bir düşünceleri olamaz. Kendi düşüncelerinin de yanlış olabileceği
kuşkusunu her zaman taşırlar…
Türkler Tanrı olarak önceleri Ay’ı, Güneş’i ve Yıldızları görürlerdi. Arapların
tersine hemen hemen bütün Türk devletlerinin bayraklarında; ay, güneş, yıldız
vardır. Cumhurbaşkanlığı forsunda ise, daha önce gelmiş geçmiş Türk devletlerini simgeleyen Ay, Güneş, Yıldız simgeleri vardır…
Türkler önceleri, Doğayı (Dünyayı, Evren’i, Ayı, güneşi, yıldızı…) kutsallaştırmışlarsa da bilimin gelişmesi ile Tanrı’ya saygı, sevgi anlayışına yönelmişlerdir.
Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler “AYDINLANMA” adlı kitabımıza bakabilirler.
Tanrı anlayışı bu kitapta Mevlana-Suryanus olayında anlatılmıştır.
Tanrı anlayışında olanlar: Doğayı anlama işini bilime bırakarak; hangi
davranışın insana huzur vereceği arayışına girmişlerdir. Genel doğrular, yüce
değerler, olumlu kavramlar kutsallaştırılarak yaşama geçirilmiştir.
Tanrı anlayışında olanlar: Maddenin dışında bir güç olmadığını görerek; insana huzur ve güven veren yüce değerlerle olumlu kavramları kutsamaya başlamıştır.
Tanrı anlayışında olanlar: Aklı; imana kurban etmeyerek; insanı, doğruya,
dürüstlüğe, iyiye yönlendiren duygulara değer vermişlerdir.
Genel doğrularla, olumlu davranışları, üstün değerleri ve yüce kavramları
yüceltip kutsallaştırmışlardır. Kutsallaştırılan bu kavramlar giderek Tanrı
simgesi ile anlatılmıştır..
Yapıldığında insanın başını ağrıtmayan yüce değerlere ve olumlu eylemlere sarılma anlayışı Tanrı anlayışı ile eş değerdir…
Tanrı anlayışına erenlerde; akıl, sağduyu, vicdan gelişmiştir. Laiklik ilkesinin
kabul edilişi ile bu gelişme hızlanmıştır.
Tanrı: Aklın, ahlakın, sağduyunun, vicdanın simgesi olup olumsuz bir iş yapmaya yeltenen insanı uyaran “CIZ!” olayı ile insanı; doğruluğa, dürüstlüğe sürükleyen duyguların tümüdür.
Tanrı anlayışında olanların: Birden çok kitabı vardır. İnsanı, savunma dışında
kan dökmekten alıkoyan bütün güzel kitaplar kutsaldır.
Tanrı anlayışında olanlara göre: Tanrı (Allah) madde olarak yoktur, anlam (mânâ) olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur,
simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır…
Tanrı anlayışına varanlara göre gerçek anlamda Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı (Allah) yoktur. Bunların din edebiyat ve felsefesinde mecaz anlamda
söylenmiş olan dinsel terimlerdir ki halkın ve onları aldatanların anlattığı anlamda
alınmamalıdır. Bu kavram ve terimler aslı bilge ve ermiş kişilerden öğrenilmelidir…
Gökten olmak: Kötü davranış ve eylemlerde bulunmamak için çaba göstermek ve yanılarak da olsa yaptığı kötü işten rahatsız olmak; genel doğrulara,
olumlu niteliklere, üstün değerlere, yüce kavramlarına değer vererek bunlara
sarılmaktır.
Melek : İyi insanı,doğru, dürüst, güzel, iyi ve olgun insanı simgeler…
Peygamber: Farsça “Peygam”den gelir. Haber veren anlamındadır.
Şeytan: Kötülükten zevk duyan. İnsanları kötülüğe
sürüklemek için aldatan, aşağılayan, kışkırtan, suçlayan insanı simgeler…
Uyarıcı: Aslında insanları kötü davranışlardan uzaklaştırmaya çalışan kimselerdir.
Yerden olmak: Aç gözlü, bencil, çıkarcı olmak… Kendisine de, başkasına da
yaptığı kötülükten rahatsız olmayıp; tersine zevk duyan insanı simgeler… Dinsel deyimle: “ÖLÜ…”
Av. Hayri BALTA. 5.3.2002
24. EVRENİN DÜZENİ İNANÇLARA GÖRE DEĞİŞMEZ..
İnsanlar hangi dine inanırlarsa inansınlar, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Budist, ister Mecusi olsunlar. Yahut bunlardan hiç birine inanmasınlar…
Hepsi de evrenin yasalarına uymak zorundadırlar.
Su içmeden, yemek yemeden ve uyumadan yaşayamazlar.
Korunmadan seviştikleri zaman çocukları olur.
Ve bir süre sonra mutlaka ölürler.
Kollarını çırparak uçamazlar.
Bir metrekareye elli kişi birden sığışamazlar.
On metre yüksekten atlayamazlar.
Ne Müslüman olmak yeter bunları aşmaya, ne Yahudi olmak, ne de Hıristiyan olmak…
Tüm insanlığın çaresiz uymak zorunda kaldığı bu evren yasalarını, dilerseniz birer Tanrı buyruğu olarak da değerlendirebilirsiniz.
İster şu inançta olsun, ister bu inançta olsun; ister inanın, ister inanmayın…
Aygıt kullanmadan beş dakika bile suyun dibinde kalamayacağınıza göre…
Demek ki evren yasaları, yahut Tanrı buyrukları; insanların inanç ve eğilimlerine hiç mi hiç aldırmadan, hepsini kurumuş çiroz hevenkleri gibi aynı ipe dizmekte…
İnsanın yeryüzünde sadece 2 milyon yıldan bu yana var olduğu söylenir.
Özellikle sinema gündemine daha sık gelmeye başlayan eski zaman dinozorları ise, 75 milyon yıl önce yaşamışlardı. Üstelik 450 milyon yıl boyunca…
Sonra birden kayboluverdiler ortalıktan.
Birdenbire öyle nasıl kayboluverdiklerinin nedeni, bir türlü kesin saptanamıyor.
Kimi:
– Aşırı beslenmeden ötürü erkek dinozorların iri hayaları, apış aralarına sürtüne sürtüne kısırlaştı da, ondan kaybolup gittiler, diyor.
Kimi:
– O dönemde de bir buzul çağına girildi, ondan kaybolup gittiler, diyor.
İnsanlık 148 milyon yıl daha kalabilecek midir yeryüzünde? Çok kuşkulu…
Müslüman olsalar da, Yahudi olsalar da, Hıristiyan olsalar da, inançsız olsalar da; 10 milyon, 100 milyon, 500 milyon, 1 milyar, 2 milyar, 5 milyar yıl sonra; tıpkı dinozorlar gibi hiç gelmemişçesine kaybolup gideceklerdir sonsuz bir boşluğun içinde…
Sonra daha kim bilir neler olacak?..
Çünkü Arz küresi 50 milyar yıl daha duracak Samanyolu galaksisindeki toplu iğne başı kadar görünen kimliği içinde.
Ve sonra o da kaybolup gidecek.
Bir başka anlatımla Tanrı, canlıların keyfine bırakmamıştır buyruklarının uygulanıp uygulanmamasını…
Sadece o buyrukları, yani evrenin düzenini merak ederseniz; mucizeler gösterme olanağına kavuşursunuz.
Uzayda da yürüyebilirsiniz. Ay’ın üstüne de çıkabilirsiniz. Bir anda bütün evlerde görünebilirsiniz. Oturduğunuz yerden, başka gezegenlerin yakın plan fotoğraflarını izleyebilirsiniz…
Ama Tanrı’yı ve onun yansıması olan evreni merak etmezseniz, hiçbir mucize gösteremezsiniz. Dualarınız teke tek bir pazarlıktan ibaret kalır:
– Ben sana sığınıyorum, sen de beni ölünce cennetine kabul et ya Rabbi…
Yunus Emre daha 700 yıl önce, bu tür teke tek bir pazarlığa benzeyen ibadet alışkanlarından hoşlanmadığı için, yazmıştır o ünlü nefesini;
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni…
O yüzden, o da mucizesini göstermiş ve hâlâ unutulmamıştır.
İyi çalışmalar saygı ve sevgiler
Murat Binzet, 26.6.2012 mailto:m1000zet@gmail.com
25.TANRI KAVRAMI ve TASARIM
Orhan Hançerlioğlu Tanrı kavramı ile ilgili şunları söylüyor:
“Genel bir tanımla nitelenen bir tanrı tasarımı her süre ve her yerde geçerli değildir. İnsan kafasının ürünü olan tanrılar, çeşitli yer ve çeşitli dönemlere göre çeşitli niteliklerde tanımlanmışlardır. Örneğin bütün tanrılar doğaüstü değildir; hayvanlar, bitkiler, hükümdar-insanlar tanrı sayılmışlardır. Toplumbilimci Durkheim, ilkellerin tanrıları için ‘Kabile tanrısı yüksek bir mevkiye ulaşmış bir ata ruhundan başka bir şey değildir’ der.”
Osmanlıcada Allah, Rab, Zati vacibi taala, Cenabi bari, Vücudu bari, Cenabi hak; Fransızcada Dieu; Almancada Gott; İngilizcede God; Italyancada Dio. Latincede Deus; Yunancada .Theos diye geçer tanrı kavramı.
Etimolojik açıdan bakarsak: (Orhan Hançerlioğlu Felsefe sözlüğünden)
“Tanrı sözcüğü, Türk lehçelerinde gök anlamına gelen “tan” deyiminden türetilmiştir. Altay Türklerinde tanrı, Yakutçada tanara, Çuvasçada tura, Mogolcada tangi ve Kazancada tangiri gibi çeşitlemeleri vardır. Batı dillerinde Hint-Avrupa dil grubunun parıltı anlamına gelen dei kökünden türemiş ve ilkin Sanskritçe’ de tanrı anlamına gelen “devah” ve sonra Yunanca’ da tanrısal anlamında “dios” ve daha sonra tanrı anlamında “theos” deyimleriyle biçimlenmiştir. Latinceye tanrı anlamında ilkin “deivos” ve daha sonra “deus” deyimleriyle geçmiştir. Tektanrıcı büyük dinlerin ilki ve kaynağı olan Musa dininde ruh anlamına gelen İbranice “eloah” (Arapların allah ve ilah deyimlerinin kaynağı bu sözcüktür. Çoğulu elohim’dir) ve O’dur anlamına gelen “yahova” (özellikle bu deyim idealist felsefenin temeli olmuştur) deyimleriyle anılmıştır.”
Abdullah Rıza Ergüven, “Evren Bilim ve Tanrı Kavramı” adlı yapıtında şöyle der:
“Descartes, “Tanrı düşüncesinin yaratıcısı tanrıdır” demiş. Biz, tanrı düşünün, kavramının yaratıcısı insandır, diyoruz. Tanrı var olan bir şey değil; var olması istenen bir şeydir. İnsan düşünün isteğidir. İnsanın tanrıya istekli düşüdür.”
İnsan tasarımları, düşleriyle süslenip püslenen bir tanrı gerçekten var olsaydı; yeryüzünde bunca eşitsizlikler, dengesizlikler, kepazelikler olur muydu?”
Evet, biz nasıl bir tanrı istiyoruz? Dünyada milyarlarca insan soyuna sorsanız, nasıl bir tanrı düşlüyorsun diye; hepsi de başka nitelikte tanrı düşlediklerini söyleyecektir. Çünkü Tanrı çıkıp da insanlara: “ ben şuyum, şu özelliklerim var” dememiştir. Tanrıyla ilgili ne varsa hepsinin kaynağı insandır. İnsan olmadan, doğrudan tanrıdan gelen bugüne dek hiçbir kaynak ve kanıt yoktur. Bunun böyle olması usumuza çeşitli sorular getirmektedir. Jean Meslier şöyle der:
“Yeryüzünde, Tanrısı hakkında aynı görüşe sahip olan ya da olabilen iki kişi yoktur.”
Abdullah Rıza Ergüven aynı adlı yapıtında bir soru sormaktadır:
“Bir yaratma, yaratılış varsa; Tanrı evreni yaratmadan önce nerede bulunuyordu?”
Kuşkusuz bu sorulara eklenecek çok soru vardır. Örneğin tanrı neden insanı veya öteki canlıları yaratma gereği duymuştur? İyi denen bir tanrı, neden yarattıklarını birbirine kırdırmaktadır? Tanrı neden kendisine karşı gelenleri yaratmıştır? Tanrıya karşı gelenlerde mi suç, yoksa onları yaratan tanrıda mı?
Ergüven: “Tanrı mı? Varlığı konusunda kesin hiçbir şey bilmediğimiz tanrıları yaratan biz insanlarız: insan düşü. Hangi hayvanın tanrısı var? Düş ve düşünce olmasaydı, hiçbir süre tanrı kavramı da olmayacaktı. Gerçekte insan; var olan bir tanrıdan çok, tasarlamış olduğu bir tanrıya umutlarını bağlar. Tasarılar her süre insanı gerçeğe götüren yol olamaz. Milyonlarca yıl hiçbir tanrıdan ses gelmemiştir.” der.
Ergüven, “Tanrıları Nasıl Yarattık-Tanrıların Ölümü” adlı bir yapıtında ise şöyle der:
“Bir şeyi imgeleyip ‘var’ demekle, o şey var olmaz! Ama ‘var’ diye kandırıldı yığınlar. Gerçek olan doğa, onun ürünü de İNSAN! Evren bilincine insanla ulaştık. Sayıları 300 milyonu aşkın tanrılar insanoğluna; evren üzerine, insan üzerine en ufak bilgiyi veremediler. İnsan özgürlüğüne içindeki tanrıları öldürmekle kavuşabilir. İşte o zaman imgetanrıların kölesi olmaktan kurtulabiliriz.”
Tanrının kaynağı insan ise, bu insanın özellikleri nelerdir. En başta şunu söylememiz gerekir: Düşlerinde tanrılar tasarlayan kişiler en başta kendilerine yabancılaşmış kişilerdir. Doğayı incelemekten vazgeçmiş, evrenin gizlerinden bihaber olanlar bir tanrı ile avunmaya çalışmaktadırlar. Bu tanrı öyle önemsenmektedir ki, buna karşı gelenler çok büyük tepkilerle karşılanmaktadır. Bu tepkinin nedeni nedir? Gerçekten tanrıya inanmış olanlar bu tepiyi vermekle yeterince inanmadıklarını mı göstermektedirler? Bu soruların yanıtlarını arayacağız.
Önce bir öykü dinleyelim. 1928 yılında Atatürk’ün talimatıyla yayınlanan Jean Meslier’in, Sağduyu adlı yapıtından:
Doğu Masalı
“Bağdat’a yakın bir yerde, evliya olmakla tanınmış bir derviş gönlündeki yalnızlık köşesinde sessiz bir hayat sürüyordu. Çevre halkı, duasını almak için ona her gün erzak ve hediye taşımakta can atıyordu. Kutsal adam, kendisini her gün nimet ve iyiliklerine boğan Tanrının lütfuna teşekkürden geri kalmıyordu. “Ey Allahım, insan kullarına senin sevecenliğin ve iyiliğin, dil ile anlatılmayacak kadar çoktur! Vücut ve varlığının bana her gün verdiği nimetlere hak kazanmak için ben ne yaptım? Ey yerin ve göğün padişahı, ey evrenin sevecen yaradanı! Hangi yüceltici kelimeyle senin lütuf ve iyiliklerinin şükranını hakkıyla yerine getirebilirim? Ya rab! İnsan evladı için senin iyiliklerin, lütuflarin ne kadar büyüktür!” diyordu.
Allah’a karşı şükran duygusuyla coşkulu olan, yalnızlığı seven bu kutsal kişi, yedinci kez hacca gitmeye niyet etti. O sırada Türklerle İranlılar arasında sürmekte olan savaş, Allah korkusundan kaynaklanan niyetinin uygulanmasını erteleyemedi. Allah’a tam güvenle yola çıktı. Herkesi kendisine hürmet ettiren kıyafetinin saldırıdan koruması ve himayesi altında, bir engelle karşılaşmaksızın askeri birlikler arasından geçti. Herhangi bir şekilde rahatsız edilmek şöyle dursun, her adımda iki düşman tarafın askerinden saygı görüyor ve yüceltiliyordu. Sonunda yorgunluktan bitkin düştü, güneşin yakıcı ışığına karşı sığınacak bir yer aramak zorunda kaldı. Yanı başında berrak bir su akan hurma ağaçlarının gölgesini buldu. Huzur ve sessizliği ancak suların hışıltısı ve kuşların cıvıltısıyla bozulan bu ücra yerde, veliyullah, yalnızca cennet gibi bir sığınak bulmakla kalmamış, leziz bir yiyecek de bulmuştu. Hurmaları ve başka leziz meyveleri toplamak için elini kaldırması yeterliydi. Irmaktaki saf, berrak ve serin suyla susuzluğunu gideriyordu. Yeşil çimen, onda, hoş bir dinlenme uykusuna yatma isteği uyandırdı.
Uyandığında abdest aldı ve kendinden geçecek ölçüde heyecan ve sevinçle, “Ya rab! insan evladı için senin nimetlerin ne kadar büyük ve sayısızdır!” dedi. Karnı doymuş, dinç ve şen olarak yine yola koyuldu. Gözüne, dalları meyvelerle dolu ağaçlar, çiçeklerle bezenmiş yamaçlar, zümrüt gibi yeşil çayırlar sunan güzel bir diyarda yoluna bir süre devam etti. Bu manzaraya hayran olan veliyullah, insan türünün mutluluk nedeni ve refahıyla her yerde ilgileniyor görünen cenabı Allah’ın cömertliğini övmekten ve yüceltmekten bir an geri kalmıyordu.
Biraz ilerde, aşılması zor dağlara rastgeldi. Ancak dağların en yüksek noktasına varınca önünde korkunç bir manzara buldu. Ruhu dehşet ve korku içinde harap olduğu halde, ateşin ve kılıcın yıkıcı etkisiyle dolu, ıssız bir ova gördü ve gözden geçirdi. Ova birkaç gün önceki kanlı savaşın eseri olarak yüz binden çok insan cesediyle örtülüydü! Toprağın üstüne serpilmiş insan ölülerini kartallar, akbabalar, kargalar, kurtlar, alabildiğine yiyor, parçalıyorlardı. Bu manzara, bizim hacı efendiyi ezilmiş, boynu bükük düşünceye boğdu.
Allah ona, özel bir lütuf olarak, hayvanların dilini anlamayı bağışlamıştı. İnsan etiyle karnını iyice doyurmuş olan bir kurdun sevinçle söylediği sözleri işitti. Kurt şöyle diyordu: “Ey Allahım! Kurtoğluna senin güzel nimetlerin, iyiliklerin ne kadar büyük ve sayısızdır! Bizim için pek tehlikeli olan bu iğrenç insan evladına, senin basiretli, hikmet ve iyiliğin bir çılgınlık, bir delilik öfkesi göndermek özeni ve lütfunda bulunur. Yarattıklarının bekçisi olan tanrısal iyiliklerinin bir eseri olarak, bu insan evladı, ırkımızın bu yıkıcıları, birbirlerini boğazlar, bu suretle bize gösterişli yemekler hazırlar.
Ey Tanrı, senin nimetlerin kurt soyu için ne kadar büyük ve sayısızdır!”
Jean Meslier’in sağduyu adlı yapıtı dikkat çekici bir yapıttır. Şöyle der Meslier:
“Tanrı insanoğlunu yanlış yapmaz nitelikte yaratmadıysa cezalandırmaya hakkı yoktur.” der ve ekler: ‘Tanrı’, yeryüzüne sayısız zarar vermemiş olsaydı, savsaklanır, ilgilenilmezdi. Ayrıca: “Hayranlık cehaletin kızıdır. İnsanlar ancak anlamadıklarına hayran olur ve taparlar” der.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz:
Tanrının varlığını veya yokluğunu bir kenara bırakırsak, inananların tanrıya olan inançları çıkarları yüzündendir. Çünkü kime baksanız –tanrıya– kendi çıkarlarını yerine getirmesi için dua etmektedir. Eğer ki, kişisel çıkar beklemeden, toplumun ve tüm yer yuvarlağında yaşayan insanların eşitliği, mutluluğu, gönenci için tanrıya yalvaran bir insan var ise, işte o insan en büyük insandır. Hem bu dünyaya geçici diyecek, hem de bu dünyada eşitsizliği, paylaşımsızlığı savunacaksınız. Tüm insanlığın sömürülmesine göz yumup, kendi bireyci çıkarları için tanrıya yalvarmak kuşkusuz çaresizliktir. Bu çaresizliktir ki, 300 milyona yakın tanrı yaratmıştır. Bireyci çıkarları ve hazları için yaşayanlar hem kafalarında bir tanrı tasarlamış hem de geçici dediği bu dünyada onca olumsuzluğa, karmaşaya, sömürüye göz yummuşlardır.
Kaynakça:
– Orhan HANÇERLİOĞLU, “Felsefe Ansiklopedisi”, Remzi Kitapevi, 1985
– Orhan HANÇERLİOĞLU, “Düşünce Tarihi”, Remzi Kitapevi, 1987
– Faruk ÖZTÜRK, “II. Meşrutiyet Döneminde Ahlâk Öğretimi ve Baha Tevfik’in ‘Yeni Ahlâk’ı”, – Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara
– Yrd. Doç. Dr Cemal GÜZEL, “Türkiye’de Maddecilik ve Maddecilik Karşıtı Görüşler”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
– Selçuk Çıkla, “Baha Tevfik’in Edebiyatçılığı, Tesirleri ve Sıra Dışı Edebî Görüşleri Muhalif, Asi -ve Sıra Dışı-I,II”, Tarih ve Toplum dergisi, Sayı 234-235
– Jean Meslier, Sağduyu, Kaynak Yayınları, 5. Basım, 1995
– Abdullah Rıza ERGÜVEN, Evren Bilim ve Tanrı Kavramı, Gerçek sanat yayınları,1989
– Abdullah Rıza Ergüven, “Tanrıları Nasıl Yarattık-Tanrıların Ölümü”, Berfin yayınları, Ekim 2001
– Düşünbil 2008 Yaz Sayısı
26. İLKELERİMİZ
Sıradan insanların batıl itikatları onlara erken yaşlarda fazlaca bir gayretkeşlikle verilen din dersinden kaynaklanır. Sırlardan, mucizelerden ve şeytanın yaptıklarından bahsedildiğini duyarlar ve böyle şeylerin her yerde, her şeyde gerçekleşebileceği onlara gayet olası gelir.
Bu insanlara önce tabiatın kendisi gösterilseydi, dinde tabiat üstü ve esrarengiz olanı saygı ile karşılamayı öğrenirlerdi; oysa şimdi dinin bu yönünü iyice sıradan bir şey sanmaktalar, öyle ki birisi onlara, bu gün sokaktan altı melek geçti dese, bunda bile bir olağanüstü bir şey görmeyecekler.
Artık dört ahlaki ilkemiz var:
1. Felsefi ilke: İyiliği kendi adına yap, yasalara olan saygından dolayı.
2. Dini ilke: İyiliği Tanrı (Aklın, sağduyun, vicdanın verileri…HB) olduğu için yap, Tanrı’ya (Doğruya, güzele, iyiye, erdeme… HB) olan sevginden dolayı…
3. İnsanı ilke: İyiliği kendi mutluluğunu çoğalttığı için yap, öz sevginden dolayı….
4. Siyasi ilke: İyiliği senin de bir parçası olduğun büyük toplumun mutluluğunu çoğalttığı için yap, topluma olan sevginden dolayı, kendini de gözeterek.
Bunların hepsi aynı ilkenin başka yönlerden görünüşü olmasın sakın?
G. C. Lictenberg. Aforizmalar. (Metis Yayınları Ajanda 2010. s.47)
“Günümüzde, yargıçlar, suçlananlar ve tanıklar görülmedik bir hızla birbirine karıştı.”
“İnsanda dikkate değer olan umut¬suzluk içinde olması değil, umutsuzlu¬ğu aşması ya da unutmasıdır.
Bir umutsuzluk edebiyatı hiçbir zaman evrensel olmayacak.
Evrensel edebiyat umutsuzlukta duramaz.”
“Bugünün zorbalıkları ne susmayı kabul ediyor ne de yansızlığı.
Kendini belirtmek zorbalıktan yana ya da ona karşı olmayı gerektiriyor.
Bu durumda benim söyleyeceğim şu:
Ben zorbalığa karşıyım.”
Albert Camus. Cumhuriyet Kitap eki. 7 Ocak 2010
27. DİNLERİN DEMESİ GEREKEN
Her dinin kendine özgü peygamberleri vardır, kutsal kitapları, yüzyılları aşan gelenekleri…
Her din yıllar önce ölmüş insanla¬rın söylediklerini veya yazdıklarını sorgusuz sualsiz kabul etme¬mizi ister, çoktan geride bıraktığımız insanların emirlerine itaat etmemizi…
Bir din, neyi savunursa savunsun, bütün alçak gönüllülüğüyle “Biz bu kadarını düşünebildik, haydi, sen daha iyisini düşün!” deseydi, önceden yaptığımız hataları rahatlıkla geçmişte bırakıp ilerleyen bir dünyaya ayak uydurabilecek bir din geliştire¬bilirdik.
Ama bizden sadece inanmamız istendi, düşünmemize izin verilmedi. Bize deneyin veya araştırın denmedi, itaat etme¬miz söylendi.
Charlotte Perkins Gilman, His Religion and Hers.
Metis Yayınları Ajandası. 2010. s. 142
28. KANITINIZ VAR MI?
Dini bir derneğin internet sitesinde “Hıristiyan olmayanlar ebediyen cehennemde yanacak” yazmasına tepki olarak başlatılan kampanya sonucunda, İngiltere’de 800 otobüse “Tanrı muh¬temelen yok; artık dertlenmeyi bırakıp hayatın tadını çıkarmaya bakın!” şeklinde ilan verildi -2009, Radikal
+
İngiltere’de “Hıristiyan Sesi” adlı grup, belediye otobüslerine “Tanrı muhtemelen yok; artık dertlenmeyi bırakıp hayatın tadını çıkarmaya bakın!” şeklinde ilan verenleri yanıltıcı reklâm yaptıkları için reklâm denetleme kuruluna şikâyet ederek, “Tanrı’nın olmadığına dair kanıt” is-tedi.-2009
İllallah! Metis Yayınları. Ajanda 2010. s. 22-23
+
Okuyun yukarıdaki satırları. İnsanoğlu nelerle uğraşıyor…
İngiltere’de dinî bir dernek “Hıristiyan olmayanlar ebediyen cehennemde yanacak” diye buyurmuş kendi sitelerinde. Şimdi ben Hıristiyan olmadığıma göre demek ki onların inancına göre ” ebediyen Cehennem’de yanacağım…”
Bizim Müslümanlar da aynı şeyi söylüyor. “Müslüman olmayanlar ebediyen Cehennem’de yanacak!..” diyorlar.
Yahudilerin de bu ikisinden kalır yeri yok. Onlar da kendilerinden olmayan Filistin halkına fosforlu bomba yağdırıyorlar.
Bunlar dogmatiklerin inançları… Bunların ardına düşersen gerçeğe ters düşersin. İki cami arasında kalmış beynamaza dönersin.
Allah’ın varlığını ya da yokluğunu kanıtlayamazsın. Maddî bir varlığı olmayan bir kavramı nasıl kanıtlayacaksın. Maddî bir varlığı olsa inanmayanı götürür gösterirsin.
Bütün din kitapları, Allah’ın maddî bir varlığı olmadığında birleşmişlerdir.
Allah; bir kavramdır. Genel doğruları, ortak değerleri, doğa ve toplum yasaları ile oluşan ahlak ve etik değerlerden oluşan bir kavramdır.
Sen, insanlık değerlerine değer veriyorsan; Yahudi de olsan, Hıristiyan da olsan, Müslüman da olsan huzur ve güven içinde (CENNET) içinde yaşarsın.
Bir başkasına haksızlık yaparsan, iftira atarsan, yalan söylersen, başkasının hakkına, namusuna, ırzına göz koyarsan yasalar yakana yapışır.
Eğer sende zerre kadar insanlık varsa, vicdan duygun, erdem duygun gelişmişse yaptığın her olumsuz davranıştan huzursuzluk duyarsın. Vicdan azabı çekersin. İşte buna Cehennem azabı denir.
Gerçek din bunu böyle değerlendirir.
Ve gerçek din duygusu kendisinde insanlık değerleri bulunan kişilere seslenir. Ki bu tür insanlara diri denir.
Dinler, dirilere seslenir. Ölülere değil…
Bunu bilmek huzura ermek için yeter. Cennet de, Cehennem’de insanın yaşamı ile ilgili ruhsal bir kavramdır.
Allah’ın varlığını veya yokluğunu kanıtlamaya kalkarsanız boşuna uğraşmış olursun. Yeri, yurdu, ismi olup cismi olmayan bir varlığı nasıl kanıtlayacaksınız?…
Av. Hayri Balta, 3.3.2010
29. ORTAK ATAMIZ
Soruyorlar: Nasıl bir maymundan gelebiliyoruz?
Peki, neyden gelebilirdik ki başka.
Bize en çok benzeyen canlı maymunlardır. Bu benzerlik hem dış görünüş hem de genetik malzemede kendini göstermektedir.
Maymundan gelmek ne demektir?
Birçok evrimci “maymundan geldik demeyelim” der. Oysa bir maymundan gelmenin kötü bir yanı olmadığı gibi doğadan gelmenin iyi yanları da var.
Maymundan geldik derken aslında hep ortak atalardan söz ediyoruz. Örneğin insan ile şempanzenin ortak atası 5-6 milyon yıl arasında yaşamıştır. Neye benzediği bilinmiyor, çünkü henüz tam bir fosil bulunamamıştır. Çünkü orman koşullarında fosilleşme pek olanaklı değildir. Organik maddenin fazla olduğu bir yerde fosilleşmeyi bekleyemeyiz.
Bizler primat takımı (insanlarla maymunları kapsayan memeli takımı) olarak ormanlarda yaşadık.
Ormanlar ellerimizi ve bedenimizi biçimlendirdi. Eller ise beynimizi, beynimiz ise biz insanı yarattı. O yüzden bir kuştan veya bir kelebekten gelmiyoruz. Bizi biz yapan nedenlerden biri de -evrimsel sürecimizi- ellerimizi ve ilerisinde beynimizi biçimlendiren ormanlarda geçirmemizdir.
Ortak atamız 5-6 milyon yıl önce herhangi bir nedenden ötürü (büyük ihtimal kromozomlarda meydana gelen bir mutasyon sonucunda –çünkü ikiye ayrılan kolun birinde yani bizde 46, şempanzede ise 48 kromozom var-) tür ikiye ayrıldı ve insan kolu birçok elemeden geçtikten sonra günümüze ulaştı.
Sayısal ırmak denilen gen havuzu yüz binlerce kuşak içerisinde en uygun olanı seçerek insanı yarattı.
İnsanı yaratan neden yaşam sevincidir.
Yaşama anlam verelim; ancak kendimizi anlamsızlaştırmayalım.
Sevgiler…
Düşünbil Dergisi İletisinden, 26.2.2010
30. MAYMUN SOYUNDAN GELMEK!
Israrla söylüyorum, insanın atasının maymun olmasında utanılacak hiçbir yan yoktur.
Buna karşılık, kendi mesleğindeki başarılarıyla yetinmeyip hakkında hiçbir şey bilmediği bilim meselelerine dalan, manasız belagatle bunları karartmaya, incelikli saptırmalar ve dinsel önyargılara becerikli atıflarla dinleyicilerinin kafasını karıştırmaya çalışan bir atam olsaydı, o zaman utanırdım bak!
– İngiliz biyolog T. H. Huxley,
Darwin’in evrim kuramı üzerine Papaz Sa-muel Wilberforce ile tartışırken,
30 Haziran 1860, British Association, Ox-ford
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 31)
X
Gerçekten de günah işlediği için Allah tarafından, Cennet’ten kovulan bir atanın soyundan gelmektense günah işlediğine dair herhangi bir kanıt bulunmayan maymun soyundan gelmek daha iyidir. Hiç olmazsa geçmişinde günah işlediği için Cennet’ten kovulma yoktur.
Maymun soyundan gelmeye karşı çıkanlar; insanla Maymun arasındaki bu benzerliğin nereden kaynaklandığına ilişkin bir kanıt gösterememektedirler.
Ayrıca kutsal kitapların belirttiğine göre Kabil kardeşi Habil’i de öldürmüştür. Öldürdüğü kardeşini nereye gömeceğini bilmeyen Kabil’e, Allah bir karga vasıtasıyla öldürdüğü kardeşini nasıl gömeceğini de göstermiştir; kulağını çekerek “Sen nasıl olur da kardeşini öldürürsün!” diyeceğine ona yol göstermiştir.
Görülüyor ki anlatılanların mantıklı bir yanı yoktur. Görüyor musunuz bir parça düşününce ortaya nasıl sorular çıkıyor.
Hadi düşün, düşün de bu anlatılanlara bir açıklama getir…
Av. Hayri Balta, 16.3.2010
31. SAYIN ALBAYIM,
İslamiyet bizim dinimiz değildir.
Bizim dinimiz laikliktir…
Yani akıl ve bilimdir…
Din: Sağduyudur, vicdandır, edeptir, erdemdir.
Kafir, Müslim ayrımı görmemektir.
Dinli dinsiz bütün insanları sevmektir.
Şimdi bak, Atatürk İslamiyet için:
“Arab’ın dini, Muhammed’in dini”
Demiştir.
Bu güne değin kimise buna itiraz etmemiştir…
Okuyalım, bakalım:
“Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük millet idi.
Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi.
Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu.
Bu pek tabii idi.
Çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi,
Bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer idi…”
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 12.2.2010
+
Değerli Hocam ilginize şükranlarımı sunarım
Ben İslamiyet bizim ya da başkalarının dini demiyorum,
Örtünmenin tarihçesini yazıyorum ve örtünmenin sadece İlahiyatçı Prof. Şahin Filiz’in “siyaset- tarikat gölgesinde din ve kadın” adlı kitabında yazdığı gibi “başörtüsü’nün Yahudi geleneği” olduğunu yazıyorum:
“Tevrat ve Talmud’da başörtüsü ile ilgili ayetler vardır”
“Yahudi geleneğini inceledim. Yahudilerde, ‘başörtüsüz kadınlar iffetsizdir, namussuzdur. “baş çirkindir, örtülmesi gerekir.
İslam’da başörtüsü [türban] kesinlikle söz konusu değildir”.
Saygılarımla..
Emekli Albay
32. SAYIN ARSEL
Sayın Öğreticim Prof. Dr. İlhan ARSEL’in 7 Şubat 2010’da yaşamı noktaladığını Cumhuriyet’ten öğrenince neye uğradığımı şaşırdım.
Doğrusu, hiç beklemiyordum.
Telefonunu beklerken, ölümünü öğrenmek,
Çok zor geldi bana gerçek…
Kaybımız büyüktür milletçe.
Üzüntümüz de…
İlhan Arsel’siz, nasıl aydınlanır bu ülke…
Dahası yer küre…
Söyleyecek söz bulamıyorum.
Acınızı paylaşıyorum.
Size başsağlığı diliyorum.
Sevenler sağ olsun…
Yeri nasıl doldurulsun?..
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 9.2.2010
33. KADINLAR
Bu din ve İncil kadından her şeyi talep ediyor, ona hiçbir şey ver-miyor. Ondan desteğini ve sevgisini istiyor ve bunun karşılığı¬nı aşağılama ve baskıyla ödüyor.
Kutsal Kitap, bir babanın, kızını satıp başkalarına köle etse (Çıkış 21/7),
kızının saflığını bir serseri güruhuna peşkeş çekse (Hâkim¬ler 19:24, Tekvin 19:8), hatta kızını öldürse bile iyi bir baba ve mübarek bir adam sayılabileceğini öğretir.
Bir adamın, birkaç ka¬dınla evlense, hatta bu kadınları satsa, verse ya da değiş tokuş etse bile harika bir adam, iyi bir koca, erdemli bir insan, Tanrı’nın sev¬gili kullarından biri sayılabileceğini ve bunun başlangıç için gayet iyi bir konum olduğunu öğretir.
Gök kubbe altındaki her türlü ke¬pazeliğin kadına reva olduğunu öğretir; kadını kendi ayakları üze¬rinde duran, özgür bir insan olarak görmez. Kadına koyun mu¬amelesi yapar, onu da mal sınıfına sokar: Bir papazın belirlediği koşullar ve sınırlar haricinde düşünmesini, konuşmasını, hareket etmesini veya var olmasını yasaklar.
İlahi buyrukların ne olduğunu bilmiyorum. Ama en önemli insani buyrukları biliyorum.
Tanrı’nın ya da öbür dünyanın bizden neler beklediğim bilmiyorum. … Ama bu dünyada kadınların düzinesi yetmiş sente gömlek yaptıklarını biliyorum. Bu dünyanın ve in¬sanlığın ihtiyaçlarının sonsuz, bitmez tükenmez, daimi ve acil ol¬duğunu biliyorum. Bunlar zamanımızın, gücümüzün, sevgimizin tamamını alacak – ve işimiz işte o zaman başlamış olacak
Kilisenin en yüksek mevkii işgal ettiği ve en güçlü olduğu bütün Hıristiyan ülkelerinde, kadınların hep-aşağı kademede sayılmala¬rı ve hem kişisel özgürlükler hem de mülkiyet meseleleri konu¬sunda en az hakka sahip olan kişiler olmaları son derece manidar.
-Helen H. Gardener (1853-1925. ABD’de kadınların oy hakkı için müca¬dele eden feminist aktivist), Men, Women, and Gods.
Metis Yayınları Ajandası. 2010. s. 142-143
34. İLLALLAH!
Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğu¬muzu da belirtmemiz gerek.
İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesi¬ne ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, dev¬let bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüz¬ler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir geliş¬me değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleni¬yor.
Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mu¬tabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimlikle¬rin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldı¬ğında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu.
Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu hakları¬na sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; an¬cak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit öl¬çüde meşru bir haktır bizce.
İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulana¬cağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz…
Ajanda 2010 İLLAHLAH! Metis Yayınları. Metis editörleri
35. EN İYİ ŞEY GİZEMLİ OLANDIR
Dini inançlarım hakkında yazılanlar, sürekli tekrar edilen koca bir yalandan başka bir şey değil.
Tanrı’ya inanmıyorum; bunu hiç inkâr etmedim, her zaman açık açık söyledim.
Eğer içimde bir yerlerde dini olduğu söylenebilecek bir şey varsa, o da bilimimi¬zin ortaya koyduğu kadarıyla dünyanın yapısına duyduğum son¬suz hayranlıktır.
+
Tanrı meselesi açıldığında, kendimi bir agnostik (Tanrı’nın var olup olmadığının, niteliğinin, ne olduğunun ve evrenin nasıl doğduğunun bilinmediğini ve hiçbir biçimde de bilinemeyeceğini öne süren öğreti. Eş. Bilinemezcilik…) olarak gördüğü¬mü söyleyebilirim.
Hayatı daha güzel, daha yaşanır kılacak ahlaki ilkeler açısından son derece önemli olan berrak bir bilincin, bir kanun koyucu fikrine, özellikle de ödül ve cezaya göre çalışan bir kanun koyucu fikrine ihtiyaç duyacağına inanmıyorum.
+
Deneyle kanıtlayamayacağımız en iyi şey gizemli olandır. Hakiki sana¬tın ve hakiki bilimin can evindeki en temel duygudur bu.
Gizem nedir bilmeyen, artık merak edemeyen, şaşıramayan birinin yaşa¬dığı söylenemez, böyle biri eriyip gitmiş mum gibidir.
Dinin kö¬keninde, korkuyla karışık olsa da, bu gizem deneyimi vardır. Nü¬fuz edemediğimiz bir şeyin mevcudiyetiyle ilgili, en derin aklın ve göz alıcı güzelliğin aklımızın sadece en temel biçimlerine ula¬şabildiği tezahürleriyle ilgili bir bilgi – asıl dini tavır işte bu bilgi¬den ve bu duygudan oluşur.
Bu bakımdan, ama sadece bu bakım¬dan çok dindar biriyim. Yarattığı canlıları ödüllendiren ve ceza¬landıran ya da kendiliğimizden bildiğimiz türden bir iradeye sahip olan bir Tanrı fikri pek aklıma yatmıyor.
İnsanın fiziksel ölümün¬den sonra nasıl ayakta kaldığım anlayamıyorum, böyle bir şeyin başıma gelmesini de istemezdim; zaten böyle fikirler sadece zayıf ruhların korkularına ve saçma bencilliklerine iyi gelir.
Sonsuz ha¬yatın gizemi, gerçekliğin muhteşem yapısıyla ilgili ipuçları, daha¬sı doğada tezahür eden aklın ne kadar küçük olursa olsun bir par¬çasını anlamak için canı gönülden uğraşmak bana yetiyor.
Çok dindar bir inançsızım ben… Başka türlü, yeni bir dine inanı-yorum.
+
Ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı fikrini kavramak, insanın eylemleri dışsal ve içsel zorunluluklar tarafından belirlendiği için çok zordur. Çünkü bu durumda, Tanrı’nın gözünde, cansız bir nes¬ne hareketlerinden ne kadar sorumluysa, insan da başına gelenler¬den ancak o kadar sorumlu olabilir.
Bilim bu nedenle yıkıcı bir ah¬laka sahip olmakla suçlanır, ama bilimi bununla itham etmek hiç adil değildir.
Bir insanın etik davranışları empatiye, eğitime, top¬lumsal bağlara ve ihtiyaçlara dayandırılmalıdır; bunun için dini bir dayanağa gerek yoktur.
İnsan cezalandırılma korkusuyla ve ödüllendirilme ümidiyle kendini kısıtlasaydı, asıl o zaman içler acısı bir halde olurdu.
Böyle düşününce, kilisenin neden ezelden beridir bilimle savaştığını ve bilime meraklı olanlara zulmettiğini anlamak kolaylaşır.
Doğa’ya asla bir hedef ya da amaç veya insana özgü gibi görüne-bilecek başka bir nitelik atfetmedim.
Doğa’ya baktığımda muhte¬şem bir yapı görüyorum. Sadece yarım yamalak anlayabildiğimiz bu yapı, aklı başında bir insanda ancak tevazu uyandırabilir.
Bu sahici dini duygunun mistisizmle uzaktan yakından alakası yok-tur.
— Albert Einstein, Seçme Yazılar.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 24-25)
36. ÖTE DÜNYA SANISI
Yalvarırım size kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın ve inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz açanlara….
Bir zamanlar Tanrı’ya karşı işlenen günah en büyük günahtı, ama Tanrı öldü, onunla birlikte öldü o günahkârlar da.
Yeryüzüne karşı günah işlemek şimdi en korkuncudur – ve bilinmezin özünü yeryüzünün anla¬mından üstün tutmak! …
Yeryüzüne bağlı kalın kardeşlerim, erde¬minizin gücüyle!
Armağan eden sevginiz ve bilginiz yeryüzünün anlamına hizmet etsin!
Bunu diler, yalvarırım size.
Sevgi ve bilginizin dünyevi şeylerden kaçıp da kanatlarını ebedi duvarlara çarpmalarına izin vermeyin!
Ah, öteden beri öyle çok erdem kaçmıştır ki!
Siz de benim gibi, kaçmış erdemi geri döndürün yeryüzüne -bedene ve hayata geri döndürün, yeryüzüne kendi anlamım ver¬sin, insanca bir anlam versin diye….
Ruhunuz ve erdeminiz yeryüzünün anlamına hizmet etsin kardeşlerim – ve her şeyin değeri sizce belirlensin yeniden! İşte bunun için savaşçı olmalısınız! İşte bunun için yaratıcı olmalısınız!
Tanrı bir sanıdır (zehap, zannetme), ama ben isterim ki sanılarınız yaratıcı istemini¬zin ötesine geçmesin.
Siz bir tanrı yaratabilir misiniz? Öyleyse bana hiçbir tanrının sözünü etmeyin! Oysa Üstün isanı pek güzel yaratabilirsiniz.
Belki siz kendiniz değil, kardeşlerim! Fakat siz Üstün insanın ba-balarını ve atalarını yaratabilirsiniz kendinizden: En iyi yaratınız da bu olsun!
Tanrı bir sanıdır (zehap, zannetme), ama ben isterim ki sanılarınız düşünülebilenle sınırlı olsun.
Siz bir tanrı düşünebilir misiniz? İşte, gerçek iste¬mi sizin için bu anlama gelmeli:
Her şey insanca düşünülebilene, insanca görülene, insanca duyulana değişmeli. Sonuna dek dü¬şünmelisiniz kendi duyularınızla.
Ve dünya dediğiniz şeyi siz kendiniz yaratmalısınız: Sizin usunuz, suretiniz, isteminiz, sevginiz olmalıdır o! Evet, sizin kendi mutluluğunuz için, ey gören kişiler!
Bir zamanlar Zerdüşt de, bütün öte dünyacılar gibi, insandan ötesi-nin kuruntusuna kapılmıştı. …
Düş gibi gelirdi bana dünya, bir tanrının masalı gibi: hoşnutsuz bir tanrının gözleri önündeki renk¬li dumanlar. İyi ve kötü, acı ve sevinç, ben ve sen – hepsi yaratıcı gözler önündeki renkli dumanlar gibi gelirdi bana.
Yaratıcı ken¬dinden uzağa bakmak istemiş, böylece dünyayı yaratmıştı.
Acısından uzağa bakmak, kendini yitirmek, esritici bir sevinç¬tir acı çeken için. Esritici bir sevinç ve kendini unutuş gibi gelirdi bana dünya bir zamanlar. Bu dünya, ebediyen kusurlu, ebedi bir çelişkinin sureti, kusurlu bir suret – kusurlu yaratıcısı için esritici bir sevinç: Böyle görünürdü bana dünya bir zamanlar.
Böylece ben de bütün öte dünyacılar gibi, insandan ötesinin kuruntusuna kapılmıştım bir zamanlar. İnsandan ötesinin mi sahi?
Ah kardeşlerim, yarattığım bu tanrı insan eseri, insan çılgınlı¬ğıydı, bütün tanrılar gibi. İnsandı o, hem zavallı bir insan ve Ben kırıntısı: Kendi külümden ve ateşimden gelmişti bana bu hayalet aslında, ötelerden gelmemişti!
Ne oldu, kardeşlerim? Kendimi alt ettim, acı çekeni; kendi kü¬lümü dağa götürdüm, kendime daha parlak bir yalım yarattım. Ve bakın işte! Hayalet kaçıp gitti benden! …
Acı çekmek ve yetersizlikti bütün öte dünyaları yaratan – ve en çok acı çekenin kısa bir mutluluk çılgınlığıydı. Bir sıçrayışla, bir ölüm sıçrayışıyla en sona erişmek isteyen yorgunluk; artık is¬temek istemeyen zavallı, cahil bir yorgunluk: Bütün tanrıları ve öte dünyaları yaratan işte budur….
Yeni bir gurur öğretti bana ben’im, insanlara öğretiyorum bu¬nu: başımı artık göksel nesnelerin kumuna gömmemeyi, yeryüzü¬ne anlam veren, dünyevi bir baş olarak özgür taşımayı onu.
— Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 32-33)
37. ZANNINI TANRI EDİNENLER
“İnsan, tanrılarını yarattığından beri ağır bir ceza çekiyor.
Tanrılar peydah¬landığından beri insanın payına acı ve zulümden başka şey düşmüyor.
Bu gafletten tek çıkış yolu var: kendisini cennet ve cehennem kapılarına zin¬cirleyen prangalarını kırmak, gaflet uykusundan uyanıp aydınlanan zihniy¬le yeryüzünde yeni bir dünya kurmaya girişmek. — Emma Goldman, 1916. (Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 45)
Emma Goldman’ın bu sözlerine itirazı olan var mı bilmiyorum…
İnsanlık hurafelerle, masallarla, dinsel zanlarla yanlış bir anlayışın peşine düşmüş. Yoksulluğunun, sefaletinin nedenini kendi yarattığı Allah’a bağlamış. “Allah böyle dilemiş!” diyerek bulunduğu ağır yoksulluk ve bilgisizlik koşullarına boyun eğmiştir.
İnsan; Yaratanın hiçbir canlıya vermediği aklını kullanmayı bilmemiş; yoksulluğunun ve yoksunluğunun nedenleri üzerinde düşünmemiş, kaderine boyun eğmiş, umudunu öldükten sonraya bağlamıştır…
İnsanların içinde bulunduğu çemberi kırıp aşamamanın nedenlerinin başında devlet denilen yapay örgütün büyük bir rolü vardır. Krallar, padişahlar, sultanlar, devlet başkanları halkın kaderine razı olmasını, isteklerde bulunmasını önlemek için elinden geleni yapmıştır.
Yeter ki halk isteklerde bulunmasın, kendisine rahatsız etmesin… Aşayiş berkemal olsun gitsin…
Yani demek istediğim insanlara doğru Tanrı bilgisi verilmemek için ne mümkünse o yapılmıştır devlet tarafından…
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” (K. En’am, 6/116. Ayrıca: 10/36, 66. ve 53/28’e bakınız…)
İnsanları yönetenler insanları Allah yolundan saptırmak için ne gerekse çekinmeden onu yapmışlardır.
Oysa; Tanrı bilgisi ve Din duygusu sanıldığı gibi değildir; tamamen başka bir iştir. İnsanın kendi kendisini eğitip yüceltme bilgisidir.
Bilgisizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun nedeni hiçbir zaman Tanrı olamaz.
Yaratan bütün insanları eşit yaratmıştır. Yeter ki insanın yaşadığı ortam, koşullar insanın kendisini geliştirip eğitmesine elverişli olsun.
Dinin amacı insanın yaşamını huzur ve güven içinde geçirmesini sağlamaktır.
Şems’in şu öğüdü konuyu özetlemektedir:
Birisi sordu:
“O’na nasıl ulaşabilirim?”
Şems dedi ki:
“Be¬deni geride bırak ve gel.
İnsan ve Tanrı arasında perde olan be¬dendir.
Beden ise boğaz, mal ve gösterişten oluşur.
Özel perde¬leri ise: Tanrı’ya teslim olmak, sevap işlemek ve keramete eriş¬mektir (Eflaki. 654)” (Prof. Dr. Erkan Türkmen. Hz. Mevlana’yı Hakikatın Sırlarına Ulaştıran ŞEMS-İ TEBRİZÎ’NİN ÖĞRETİLERİ3. Baskı 2009. Nuve Kültür Yayınları. s. 43)
Beden dediği heva ve hevestir. Heva ve hevesten kurtulmak için beşeri duygularını yüceltmelisin. Malda, mülkte gözün olmamalı; şan, şeref, ün peşinde koşmamalısın. Günlük gereksinimlerini karşılamakla yetinmelisin. Kimseye yük olmamalısın. Kendin kazanıp kendin yemelisin.
Anlayacağınız fikren ve ruhen huzur içinde yaşamak istiyorsanız hırstan, ihtirastan kurtulmalısınız.
Ne demiş Yunus Emre:
Derviş; kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir…
Av. Hayri Balta, 6.5.2010
+
Sayın Balta,
Yukarıdaki ZANNINI TANRI EDİNENLER başlıklı yazını okudum.
Teşekkür ederim. Yalnız “Yaratan bütün insanları eşit yaratmıştır.” Yargınıza itirazım var; neden kimisi bedenen, kimisi aklen eksik doğuyor.
Saygı ve sevgiler sizi seven birisi
İsa Kartal 06 05 2010
X
Yanıt:
İsa kartal’ın sorusu, düşündürdü beni.
Hiç aklıma gelmemişti böylesi.
Gelseydi aklıma, kurmazdım öyle tümceyi.
İsa Kartal’ın bu sorusu düşündürdü beni.
Gerçekten de oluyor;
Kimisi kör, kimisi topal, kimisi iki bedenli doğuyor.
Demek ki genele bakarak özeli gözden kaçırmışız,
Okuyucumuz karşısında zor duruma düşmüşüz…
Bu hilkat garibesi doğumlar akraba evliliklerinde daha çok oluyor.
Doktorlar, bunun nedenini akraba evliliğinde buluyor.
Bildiğim kadarıyla genlerin büyük rolü var böylesi doğumlarda.
Oluyor böylesi doğumlar; kan uyuşmazlığında, gen uyuşmazlığında…
İslam inancına göre Allah kitabında:
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” (K. 95/4-6 ve ayrıca bakınız: 4064) diyor insana.
Bilmem mütedeyyin insanlar nasıl yanıt verecek bu soruya…
Biz insanlar, Evren’in bilinmeyen sırlarına Allah deyip işin içinden çıkmışız.
Bilmediğimiz oluşumları “Allah’ın hikmeti” diyerek savuşturmuşuz…
Bilim geliştikçe bu sırlar da çözülecek.
Gelecekte insanoğlu birçok bilinmezi bilecek.
Bu gün için bildiklerim bu kadar,
Umarım İsa Kartal kardeşimiz bizi bağışlar…
Av. Hayri Balta, 7.5.2010
A. M. G.DEN
Merhaba Hayri Abi,
Epeydir Krishnamurti’nin kitaplarını İngilizce okumaya çalışıyorum, çünkü aslında epeyi hala Türkçeye çevrilmemiş durumda, o nedenle İngilizce yolladım..
Şu an biraz yazısından yolluyorum , yine beğendiklerimden yollamaya devam ederim, siz biraz inceledikten sonra da fikrinizi almak isterim..
Sevgi ve saygılarımla,
A. M. G. 15.5.2010
+
“Yalnızca insan evrenin düzenini bozar.
İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür.
Nerede olursa olsun, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır.
İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır.
Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir.
Toplum, özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır.
İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir.
Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden?
Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar.
Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi?
Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi?
Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir?
Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?
Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir.
Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınmanın sürekli yinelenmesi değildir.
Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz.
Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir.
Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, “spor” olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz.
O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekânlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz.
Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız. Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir.
Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da “spor” yapmak için silah taşırsınız.
Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olabilirsiniz.
Çeviren, A. M. G. 5.5.2010”
X
Sayın A. M. G.
Önce sevgi…
Krishnamurti’nin toplumu değerlendirmesinde,
Yerinde saptamalar yaptığı belli.
Neredeyse günümüz Türkiye toplumunu anlatıyor.
Gün geçmiyor ki bir cinayet, bir tecavüz olmasın.
Gün geçmiyor ki birkaç çocuk kaçırılmasının,
Birkaç kişi öldürülmesin.
Bu tür Guruların düşüncelerini okumakta yarar vardır.
Yalnız okumakla kalmamalı,
Bu guruların anlattıklarını
Yaşama uygulamalıdır.
Dünyaya gelmekten maksat
Allah’a ‘Gerçeğe) erişmektir,
Buna derler din ilminde Vuslat…
Ben az söyledim, sen çok anla…
Her zaman sağduyuna uy,
Kötü olanı yapma asla!…
Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgi sana…
Av. Hayri Balta, 15.5.2010
38. YAŞATMAK DURURKEN ÖLDÜRMEK NİYE?
“1. Richard Dawkins’in yazdığı Tanrı Yanılgısı adlı kitabı Türkçeye kazandırdığı için “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla yargılanan Kuzey Yayıncılık’ın sahibi Erol Karaaslan beraat etti. – 2008, Bianet
2. Din; bilgiye, bazen düşman, bazen rehine, sık sık tutsak, en çok da çocuk muamelesi yapar.
Dinde olduğu gibi siyasette de, bizim itikatlarımızın yarısına inananlara, onu tamamen reddedenlere olduğundan daha az merhamet ederiz.
İnsanlar din uğruna kavga eder, yazar, dövüşür, ölürler, ezcümle her şe¬yi yaparlar — din uğruna yaşamak hariç. — Charles Caleb Colton, 1820”
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 61)
(G. T. 11.6.2010)
X
1.
Tanrı Yanılgısı adlı kitap okunmaya değer.
Ne var ki düşünmek istemeyenler
Kiitabın adını duyar duymaz hemen mahkeme gider.
Yanlış, yalan yasaklanmakla önlemez ki…
Zorla kabul ettirilmek istenen bir düşünce insanlığa yararlı olmaz ki…
Bizimkiler anlamadılar hâlâ ve hâlâ …
Demokratik ve laik hukukun egemen olduğu bir dünyada,
Bilimsel olmayan düşünceler kabul ettirilemez zorla…
Dava haberini okuyunca dava konusu kitabı okumaya başladım.
Bir çok konularda ben de yanıldığımı anladım…
İyi ki demokratik ve laik hukuk var…
Bu sayede uzun süre yaşamıyor yalanlar…
2.
Ne güzel söylemiş yazar.
Din, bilime niçin düşman işlemi yapar.
Neden din; yarım inananlara tam inanmayanlardan daha çok düşmanlık taslar.
“İnsanlar din uğruna kavga eder, yazar,
Dövüşür, ölür, öldürür, ezcümle her şe¬yi yapar,
Din için dünyayı Cennet’e çevirmek dururken
Neden Cehennem’den de beter yapar?..”
Nedir bu Filistin Yahudi kavgası…
Bulunamaz mı bunun arası…
Hangi din motive ediyor bu insanları,
Böylesine ucuz mu insanların yaşamı?..
Yaşamak, yaşatmak dururken öldürmek niye?
İnsan cana kıyar mı “Kâfirdir, katli vaciptir!” diye
Av. Hayri Balta, 11.6.2010
39. BAŞ EĞMEM İNSAN SURETİNDEKİ BİR TANRI’YA
Yeryüzüne baş eğerim, baş eğerim denize,
Ya da birbirimize duyduğumuz sevgiye.
Güneşe baş eğerim, baş eğerim toprağa,
Ama insan suretinde bir tanrı’ya asla!
– Justin Sulivan (New Model Army, i986)
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 63)
+
Yazar bu açıklamayı Tevrat’taki şu ayete göz önüne alarak yapıyor.
“Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı!” (Tevrat. Yaratılış. 1/27. 5/3. 9/6)
Ne var ki insanların çok büyük bölümü Tanrı’yı insan şeklinde tasavvur ediyor. Oysa öyle bir şey olamaz. Bu insanın kendi zihninde yaratığı bir hayali bir varlıktır. Kuran’da bu gerçeğe sık sık değinir. Örneğin şu ayetlerde şöyle der:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” (K. 6/116)
Al Kuran’dan iki tane daha:
“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (K. 10/36)
“Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” (K. 53/28)
İnsan suretinde bir Tanrı’nın varlığına inanmak büyük bir yanılgıdır.
İnsan suretindeki bir Tanrı; ne yer ne içer…
Nerede yatar nerede kalkar.
İnsan suretinde olan bir Tanrı; erkek mi, dişi mi?
Erkekse bir dişi özlemez mi? Dişi ise yine bir erkek özlemez mi?
Bu konu üzerinde Muhittin Arabi de durmuştur ve Özün Özü adlı kitabının 93. sayfasında şöyle demiştir:
“Allah, kulun zannına göre oluşan bir ilahtır.”
Kaldı ki bütün dinler de yaratılışın kaynağı olarak dört unsuru gösterirler. Buna dinsel terimle anasır-ı erbaa denir ki bu: güneş, hava, su ve topraktan başka bir şey değildir.
Hıristiyanlar Haç çıkarırlarken bu dört unsuru dile getirmeye çalışırlar ama bunun aslında bu olduğunu bilmezler. Onlar Haç çıkartmakla İsa’nın Haç’a gerilmesi olayına dikkat çekmeye çalışırlar…
Aslında Tanrı denildiği zaman: Doğa ve toplum yasalarına saygıyı, ahlaki değerleri kutsal saymayı, evrensel değerleri üstün tutmayı, doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, şefkat gibi yüce kavramları yaşatmayı; ikiyüzlülüğü ve nefreti terk etmeyi, aklı, sağduyuyu, vicdanı üstün tutmayı Tanrı kapsamı içine almalıyız. Böyle bir Tanrı anlayışının varlığı her zaman her yerde kanıtlanabilir. Ama “İnsan suretindeki bir tanrı’nın” varlığını kanıtlamaya olanak yoktur.
Av. Hayri Balta, 28.6.2010
40. DÜŞÜNMEK RAHATSIZ EDER
Felsefecinin papaz öldürdüğü görülmüş şey değildir; oysa papaz epey felsefeci öldürmüştür.”
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 65)
+
Yalnız papazlar felsefecileri öldürmemişlerdir. Diğer din adamları da felsefecileri öldürmüşlerdir.
Oysa din adamları daha hoşgörülü olmalı değil mi? Çünkü dayandığı bir Allah, bir Peygamber ve bir kitap var? Dahası öldükten sonra gidecekleri koskoca bir dünya var. Bu da yetmez bu koskoca dünyada bütün nimetler olduğu gibi ölüm de yok…
Ne var ki felsefecide bunun hiçbiri yok.. Topraktan gelir toprağa gider. Ömür bir yaşam boyu sürer; sonra biter… Talihsiz, bahtsız, kimsesiz bir topluluktur bu felsefeciler. İnanan bir kişi niçin böyle zavallıların kanına girer.
Ne var ki felsefecilerin bir büyük suçu vardır. Bunlar akıllarını kullanır, düşünür felsefe yapar. Felsefe yapmakla yetinse neyse ney dersin. Felsefeci düşüncelerini de açıklar. İşte bu düşünce açıklaması inanırları rahatsız eder.
Çünkü inananların bir dünyaları vardır. Bu dünyada huzur içinde yaşamaları için kendirline hazır reçete verilmiştir. Verilen bu reçetelerde ilaç almaya bile gerek yoktur. Her şey hazırdır. Bu reçetede yazılanları uyguladığı takdirde cennet ayaklarının altındadır.
Yapacakları iş Allah’a, Peygambere, kitaplara (kitaba), meleklere, kaza ve kadere inanmak… Kurgulanmış bir dünyada rahat rahat yaşamak.
Felsefeciler düşüncelerini açıkladıkları zaman bu din adamlarının huzuru kaçıyor. İster istemez düşünmek zorunda kalıyorlar. Bu düşünme sonunda inanç dünyaları sarsıntıya uğruyor. İnanç dünyaları sarsıntıya uğradıkları zaman da kendirlini Allah’a karşı gelmiş sanıyorlar. Bunun da acısını felsefecilerden çıkarıyorlar. Felsefecileri öldürdükçe de kendirlini Allah’a hizmet etmiş sanıyorlar.
Düşünmek insanoğlunu sorumlulukla karşı karşıya getirir. Düşünen insanın huzuru kaçar. Gerçeği araştırmaya başlar. Gerçeğe yaklaştıkça da daha önceki inançlarının zayıf noktalarını görmeye başlar. Bu da kendilerini rahatsız eder.
İşte bu papaz taifesinin felsefecileri öldürmelerinin nedeni budur. Çünkü bunlar için en büyük tehlike; düşünmek ve akıl yürütmektir…
Av. Hayri Balta, 8.7.2010
41. TANRI, YÜCELTİLMİŞ BİR BABADAN
BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.
“Tek tek insanlara yaptığımız psikanaliz ısrarla şunu öğretiyor bize: Her bi¬rinin tanrısı babalarının suretinde oluşturulmuştur, her birinin Tanrı’yla kurduğu kişisel ilişki, kanlı canlı babasıyla kurduğu ilişkiye bağımlıdır ve bu ilişkideki dalgalanmalara göre değişmektedir.
İşin temeline inildiğinde Tanrı yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.”- S. Freud, 1913.”
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 71)
+
Tevrat’ta şöyle denir:
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. İnsan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. (Tevrat. Yaratılış. 1/27)
Buna karşılık psikanaliz babası S. Freud’da yukarda okuduğunuz gibi şöyle diyor “Tek tek insanlara yaptığımız psikanaliz ısrarla şunu öğretiyor bize: Her bi¬rinin tanrısı babalarının suretinde oluşturulmuştur.”
Gerçekten de insanoğlu dara düştüğünde yardımına koşan, kendisini tehlikelerden koruyan, tehlikeye düştüğünde ise tehlikeden kurtaran, yoluna açan, yaptığı yanlışlarda kendisini bağışlayan babası gibi bir varlığa sırtını dayamak istiyor.
Asırlardır tartışılıyor; kim kimi yaratıyor belli değil.
Ancak yarattığımız Tanrı, bizi sıkışıklıktan kurtarıyor. Küçük ve çok kullanılan bir örnek… Bir dilenci bizi rahatsız ettiğinde “Allah versin!” dediğimiz zaman dilencinin refleksleri dumura uğruyor. Söyleyecek sözü kalmıyor. Hemen çekilip gidiyor. Eğer çekilmeyip de:
“Ben senden istiyorum, Allah verseydi şimdiye değin verirdi!” deyecek olsa; yanıt hazır: “Ulan sen Allah’a inanmıyor musun? Git ne isteyeceksen ondan iste…” diyerek susturulur.
Köşemizin adı DÜŞÜNDÜKÇE’dir… Acaba bu Allah, insanı niçin kendi suretinde yarattı? Bu konuda düşünmemiz gerekmez mi? Yoksa Allah da bizim gibi yiyip içen biri mi?
Gelelim insanın yarattığı Tanrı’ya. İnsan, Tanrı’yı niçin anasının suretinde yaratmadı da Babası’nın suretinde yarattı. Oysa koşarken düştüğünde, dizi ağrıdığında “Baba koş!” demiyor da “Anne!..” diye bağırıyor.
İşte size bir düşünce konusu…
Eğer düşünmeye başlarsak bu konu bizleri günlerce uğraştırır.
Ne var ki insan düşünmek heveslisi değildir pek o kadar…
Düşünmek insana kendi kişiliğini gösterir; oysa insan kişiliğini unutmak istiyor… Bütün medya da insanoğlunun bu isteğine yanıt veriyor…
Av. Av. Hayri Balta, 28.7.2010
42. TANRI BİR HİPOTEZDİR
Tanrı bir hipotezdir ve kanıtlanması gerekir: İspat yükümlülüğü deistin omuzlarındadır….
Tanrı hakkındaki fikirlerimizi açıklamak istersek şunu kabul et¬memiz gerekir ki, insan bu kelimeyle, gördüğü sonuçların en sak¬lı, en uzak ve en bilinmeyen nedeninden başka bir şeye işaret et¬meyi asla başaramamıştır; bu kelimeyi sadece doğal ve bilinen nedenler görünür olmaktan çıktığında kullanmıştır; nedenlerin ucunu kaçırdığında veya zihni artık zinciri takip edemez hale gel¬diğinde Tanrı’yı bu nedenlerin sonuncusu, yani bildiği tüm neden¬lerin ötesindeki neden olarak adlandırıp sorunun içinden çıkmış ve araştırmalarını sonlandırmıştır; böylece tek yaptığı bilinmeyen bir nedene, tembelliğinin veya bilgisinin sınırlarının onu durmaya zorladığı noktaya muğlâk bir isim vermek olmuştur…
Tanrı şu veya bu fenomenin yaratıcısıdır dediğimizde, bu söz böyle bir fenome¬nin doğada bildiğimiz güç veya nedenlerin yardımıyla nasıl orta¬ya çıktığı konusunda cahil olduğumuz anlamına gelir. Böylece kaderi cehalet olan insanlığın büyük kesimi, sadece dikkatlerini çeken alışılmadık sonuçları değil, biraz inceleyip araştıran herke¬sin anlayabileceği kadar basit nedenleri olan gayet basit olayları da Tanrı’ya mal eder.
Kısacası, insan her zaman bilinmeyen neden¬lere, cehaletinin çözmesine engel olduğu şaşırtıcı sonuçlara saygı duymuştur. Tanrı’nın devasa, hayali heykeli işte böyle bir temel, böyle bir doğal enkaz üzerinde yükselmiştir.
Doğa karşısında cehalet tanrıları doğurduysa, doğaya ilişkin bilgi onların yıkımını sağlayacaktır… Eğitimli insan batıl inançlı olmaktan çıkar….
Dine dayalı toplumların tümü sadece otorite üzerine kurul¬muştur; dünyadaki dinlerin hepsi araştırıp soruşturmayı yasaklar ve hiçbiri insanın akıl yürütmesini istemez; otorite bireyin Tan¬rı’ya inanmasını ister; oysa bu Tanrı’nın bizzat kendisi onu bildiği¬ni, onun adına ve onu dünyaya tanıtmak için geldiğini iddia eden birkaç kişinin otoritesi üzerine kurulmuştur sadece. İnsan yapımı bir Tanrı hiç kuşkusuz kendini insanlara tanıtmak için insana ihtiyaç duyar….
İnsan yalnızca ilgisini çeken görünür nesnelere eğilmekle yetinseydi, Tanrı konusundaki araştırmalara harcadığı çabanın; yarısını gerçek bilimleri, yasaları, ahlak sistemlerini, eğitimi geliş mükemmelleştirmeye harcasaydı gayet mutlu olurdu.
Baş döndürücü derinlikleri ölçmeye kalkan işsiz güçsüz rehberleri kendi aralarında tartışmaya sevk edip onların anlamsız münakaşalarını karışmaktan kaçınsaydı çok daha bilge ve talihli olurdu. Ama cehaletin özünde, anlaşılmayan şeye önem atfetmek yatar…
Tanrı sınırsız ölçüde iyiyse, ondan korkmamız için ne sebep var? Sınırsız ölçüde bilgeyse, geleceğimiz hakkında neden korkulara kapılalım? Her şeyi biliyorsa, neden ona ihtiyaçlarımızı hatırlatıp dualarımızla onu yoralım? Her yerdeyse, neden ona mabetler yapalım? Adilse, kendi yarattığı ve zayıflıklarla donattığı yaratıkları cezalandırmasından niye korkalım? Her şeyi yapan onun inayetiyse, insanları mükâfatlandırması için ne sebep var? Kadiri mutlaksa, onu nasıl gücendirebilir, ona nasıl direnebiliriz? Mantıklıysa, mantıksız olma özgürlüğünü tanıdığı körlere nasıl öfkelenebilir? İradesi katiyse, kararlarını değiştirmesini sağlıyor gibi yapmaya nasıl cüret ederiz? Varlığına akıl sır ermezse, neden zihnimizi onunla meşgul edelim? ŞAYET KONUŞTUYSA, EVREN NEDEN İKNA OLMUŞ DEĞİL? Tanrı’ya ilişkin bilgi en zorunlu bilgiyse, neden en bariz ve açık bilgi değil?
— Percy Bysshe Shelley, Ateizmin Zorunluluğu.
43. YARATAN ve ALLAH…
Yaratan ile Allah kavramını karıştırmamak gerekir. Bunlar birbirinden ayrı kavramlardır. Biri somut (Yaratan=madde); biri soyuttur (Allah=kavram)…
Yaratan somut ve maddi bir varlıktır; Allah (Tanrı) ise soyut bir kavramdır.
Dinsel konularda sağlıklı düşünebilmek için bu iki kavram hakkında yeterli bilgi sahibi olmak zorundayız.
İslam tasavvufçularından Zunnûn Allah kavramı hakkında şu görüşünü belirtmektedir.
“Allah zihninde tasavvur ettiğin hiçbir şeye benzemez.”
(TASAVVUFUN MENŞEİ PROPLEMİ, R. A. Nıcholson İz Yayıncılık İstanbul
2004. s. 44)
Demek oluyor ki insanlar Allah tasavvurlarında yanılıyorlar…
M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Necip Taylan ise DÜŞÜNCE TARİHİNDE TANRI SORUNU adlı kitabında (ayışığıkitapları. İstanbul 1998) da Tanrı konusunda görüşlerini bildirmektedir. Konu ile ilgilenenler bu kitaptan çok yararlanabilirler.
Yaratan, “Doğmamış ve doğrulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk değildir ve ayrıca hiçbir şey ona denk değildir.” (İhlas süresi)
Burada Yaratan’ın (Doğa’nın, Evren’in; yani maddenin tasviri yapılmaktadır). Gerçekten de Doğa, Evren doğmamış, doğrulmamış olduğu gibi dengi de yoktur.
Evren’in dengi gösterilebilir mi?
Dinin bu görüşünü bilim de desteklemektedir. Hiçbir madde yoktan var olmamıştır; var olan da yok olmayacaktır… Hepimiz Doğa’dan, Evren’den geldik; yine Doğa’ya, Evren’e gideceğiz. Bütün dinler de bu konuda şu sözleri söylemekten kendini alamaz: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz…”
Vahdet-i vücut kuramı da yaratan ve yaratılan birliğini vurgulamaya çalışır. O kadar ileri gider ki görünen bütün şeyler Yaratanı temsil eder, der.
Yaratan yarattığı bütün varlığa kendisine yeterli ve gerekliği kadar akıl, sağduyu, vicdan ve önsezi vermiştir. İnsan Yaratan’ın verdiği bu akıl, vicdan, önsezi ve sağduyu sayesinde insanlığın yararına olan olumlu ve yüksek değerleri Allah (Tanrı) olarak kutsallaştırmıştır.
Bütün yüksek değerler, olumlu kavramlar, insanlık yararına olan düşünce ve davranışlar, ahlak kuralları, bağışlama, dayanışma, yardımlaşma, edep, erdem, sevgi, şefkat gibi bütün yüksek değerler Allah (Tanrı) kapsamı içine girer…
Bunun sağlaması da yapılabilir. Yasal olmayan, ahlaksal olmayan, erdeme yakışmayan bir davranışta bulunan insanın huzuru kaçar. Buna halk dilinde Hak’kı çiğnemek denir. Hak ise Kuran ayetine göre Allah’ın ta kendisidir.
Okuyalım:“Çünkü Allah, Hak’kın ta kendisidir…” (K. 31/30)
Ben yaşamımı bu ilkeler üzerine kurdum. 35 yaşında ilkokul mezunu iken 49 yaşında Hukuk Fakültesi mezunu oldum. Bu arada da Hak bildim yoldan ayrılmadığım için, yani yüksek değerlere, erdeme uyduğum için, de bana kurulan bütün tertiplerden kurtuldum. Başıma bir iş gelmesini dört gözle bekleyen o denli dost sandıklarım, yakınlarım vardı ki hepsi de hayal kırıklığına uğradı…
Beni yakından tanıyanlar bu sözlerimin doğruluğuna tanıklık edebilirler.
Bu demek oluyor ki ben okuyucularıma doğruluğu yaşamımla kanıtlanmış, onaylanmış bir dünya görüşü sunuyorum…
Av. Hayri Balta, 14.10.2010
44. İNSANCIL BİR DÜZENİ İNSAN KURACAK
İnsanlık, tüm olarak Tanrısızlığı kabul ederse (bu devrin tıpkı je¬olojik devirler gibi geleceğine inancım var); kendiliğinden… çö¬zülür bu dava.
Eski görüşler, özellikle bütün eski ahlak kuralları yıkılacak, her şey yenilenecek. İnsanlar hayattan, sadece bu dün¬yada alabilecekleri mutluluk ve zevkleri tatmak için birleşecek¬ler…
Tanrısal bir insan doğacak. Hepsi, sonradan dirilmesi olma¬yan ölümlüler olduklarını öğrenerek ölümü ağırbaşlı, tanrısal bir soğukkanlılıkla kabullenecekler.
Hayatın kısacık bir andan ibaret olduğunu anlayarak, gururun doğurduğu sitemleri unutacak, hem¬cinslerini çıkar gözetmeden sevecekler… Eskiden olduğu gibi “ölüm ötesinde sonsuz sevgiye” bel bağlamadan, olanca güçle sevmek bilinecek. (Şeytan) — F. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 73)
+
Biliyorum din adamları böyle bir gelecekten irkilir. Çünkü kendilerine iş kalmaz da ondan. Bu nedenle iş adamları kendi egemenliklerinin sürmesi için böyle Cennet’li-Cehennem’li din anlayışının sürüp gitmesini ister.
Böyle bir din anlayışı devletlerin de işine gelmektedir. Öldükten sonra yaşanacak bir dünya olmasa savaşa sürdükleri insanları nasıl kandıracaklar şehitlik mertebesini ileri sürerek…
Din ilminden haberi olmayan insanlar seve seve savaşa katılıyor. Çünkü kalırsa gazi, kahraman; ölürse şehitlik mertebesi kazanarak doğru Cennet’e…
Oğlunu şehit olarak yitiren ana, baba ve diğer yakınlarının üzüntüsü de oluyor, oluyor ama Cennet’e gittiği düşüncesi ile teselli buluyor.
Bu nedenle tarih boyunca din adamları devlet adamları el birliği ile dini insanlara dayatıyorlar. Çünkü ikisinin de bunan karşılıklı çıkarları var.
Görüyorsunuz taklide dayanan din anlayışının kökeni nerelere dayanıyor.
Ama bir de akla, ahlaka, bilime, sağduyuya dayanan din anlayışı var. Bunlar Cennet’i de, Cehennem’i de bu dünyada biliyorlar. Tanrı’yı kendi nefislerinde buluyorlar.
Bunlar güzelim dünyamızı Cennet ederek yaşanılası bir dünya yaratmak istiyorlar. Ama çıkarlarına düşkün olanlar insanları kendi haline bırakmıyorlar ki…
Ne olursa olsun F. Dostoyevski’nin düşlediği bir dünya gerçekleşecek ve işte o zaman insanlar dünyada yaşamış olmanın mutluluğunu duyacaklar.
Av. Av. Hayri Balta, 25.10.2010
+
KATKIDA BULUNANLAR
1. Ahmet Dursun
Bu konuda genellikle verdiğim örneği biraz açacağım.
Olmaz ya, diyelim oldu ve siz dünyayı yöneten ya da belli insanları yöneten konumuna geldiniz.
Her şey sizden soruluyor, her şeyin kararı iki dudağınızın arasında.
Dünya başkanlığı ya da bir ulusun kader kararı elinizde diye düşünün.
Yönetiyorsunuz ama mutlaka hatalar olacak.
Olmasa dahi, herkesi memnun etmeniz mümkün mü?
O halde sorumlu da siz olacaksınız.
Hem hukuken (!) hem vicdanen,…
İster vicdanen ister hukuken düşünün…
Sorumluluk kolay değil, öyle ha deyince üzerinizden atacağınız bir olgu hiç değil.
Hatalar yapıyorsunuz ancak, sorumluluğun size ait olmasını, sorgulanmayı hiç istemiyorsunuz.
Hem yasalarda (kral sensen zaten yasa sensin amma…), hem vicdanında bu sorumluluktan nasıl kurtulursun?
Bu zor bir karardır.
Ama çıkmaz değildir.
Kolay bir yolu vardır.
Kimse senden hesap sormasın, seni sorumlu tutmasın istiyorsun haklı olarak.
O halde güzel bir yol var.
Tanrıyı suçlamak.
Her şeye kadir olan bir yaratıcıya teslimiyet öğretisi bu işin kesin çözümüdür.
O halde tanrı adına bazı yazılı metinler sunmalı, kendini idare edemeyenlere inandırmalısın.
Her şeyin suçlusu (sorumlusu ya da hakimi denir genelde) bir tanrı yaratırsan, seni kim suçlayabilir, kim sorumlu tutabilir ki?
Bu ifadeler yaratan yoktur anlamına gelir mi?
Neden gelsin ki?
Ben, tanrı adına ahkam kesenlerden, suçlanacak olanın yaratıcı olduğuna sizleri inandıracaklardan bahsediyorum.
Yoksa tanrının suçlu olup olmadığından değil.
Tanrıyı, birilerinin algıladığı ya da bize sunulduğu gibi algılamamızı isteyenlerden bahsediyorum.
Evet, yaratıcı bir güç vardır, adına kim ne derse desin, bunun inkarı da, ispatı da zordan da ötedir.
Ama ispatı kesin olan bir şey vardır, o da; her şeyin hakimi, sahibi olduğuna inandırıldığımız, sonsuz güç sahibi olduğuna inandırıldığımız tanrının, aciz olduğunu gizlemeye çalışan dinlerin varlığıdır.
Yani aciz olan tanrı değil, tanrı adına ahkam kesen zavallılardır.
İşte Kutsal addedilen metinler, bu nedenle aciz, yaratılmış canlıların, aciz metinlerinden başka bir şey değildir.
Sizlere bir gün bu yönetme gücü verilseydi, inanın ki yaptığınız hatalardan dolayı ilk sığınacağınız şey, yarattığınız ya da yaratacağınız tanrının, hatalarınıza örtü olarak yazdığı aciz metinleri olacaktı.
En iyisi siz, elinde güç olan ancak sorumluluğundan kaçanlardan olmayın.
Olanlara da itibar etmeyin.
Zira yaratan her şeyi hesaplamış öyle yaratmıştır.
Bunu ispat etmek için fazla çaba harcamış mı, ona da siz karar verin.
Başınızı kumdan çıkartın, etrafınıza bakın. İnanabildiğiniz yaratıcı sizlere gerçekten de abuk sabuk metinleri yollar mı, yollaya bilir mi bir düşünün.
Eğer evet diyorsanız, başınızı bir kez daha kumdan çıkartın ve derin bir nefes alın. Aldığınız nefesin hikmetini anlamayanların yarattığı tanrısal metinler bunu bile açıklamakta acizken, siz hala yaratılan tanrıya ibadet etmeye devem edecek misiniz?
Kraldan fazla kralcı olmanın adı, dindar olmak değil mi?
Yaratana inanan biri, nasıl dindar olabilir ki?
Yaratanın dini bir metinde değil, sonsuzluğun her zerresindeyken, sen hala o metinlerde hapis hayatı yaşadıkça bu gün başını örten, yarın ..ını açarsa itiraz hakkın da olmaz.
Yaratan her şeyi hesaplamıştır, yeter ki zavallı kulları onun adına ahkamdan, gölge etmekten vazgeçsin.
Huntington’un, yeni bir kimliğe geçişin (identity redefinition) tanımlamasını nasıl yaptığını hatırlıyor musunuz?
Harvard Üniversitesi’nde görev yapan siyasal bilimler profesörü Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan “medeniyetlerin çatışması” konulu makalesinin yoğun ilgi görmesi üzerine bu çalışmasını genişleterek 1996 yılında “Medeniyetlerin Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması” adıyla kitap yayınlamıştı.
S. Huntington, 20. yüzyılın ilk yarısında hakim olan, “dinin zamanla yok olup gideceği” şeklindeki düşünceye değinerek, o zamanlar bu düşünceyi sadece dinin yok olmasını isteyenlerin değil, bu duruma üzülenlerin dahi kabul ettiğini söylerken, yüzyılın ikinci yarısında insanların tekrar dine dönüşüne Gilles Kepel’in “Tanrı’nın İntikamı” (le revanche de dieu) adını verdiğini söylüyordu.
Özetle, “yönetmenin en kolay yolu, tanrının yaratmadığı bir inanç sistemi yaratmaktır diyordu” da denebilir.
Haksız da değildir.
Çünkü gerçek olan şudur; Dinlere hakim olan, dünyaya hakim olur.
İşte dini öğretilerin arka planındaki gerçek de budur.
Ahmet Dursun,23.10.2010
+
2. Mustafa Dinçer
Teşekkürler Hayri Bey
İşte biz de yakında bu dünyanın kurulacağını müjdeliyoruz!,
“Ama bir de akla, ahlaka, bilime, sağduyuya dayanan din anlayışı var. Bunlar Cennet’i de, Cehennem’i de bu dünyada biliyorlar. Tanrı’yı kendi nefislerinde buluyorlar. Bunlar güzelim dünyamızı Cennet ederek yaşanılası bir dünya yaratmak istiyorlar. Ama çıkarlarına düşkün olanlar insanları kendi haline bırakmıyorlar ki…
Ne olursa olsun F. Dostoyevski’nin düşlediği bir dünya gerçekleşecek ve işte o zaman insanlar dünyada yaşamış olmanın mutluluğunu duyacaklar. ”
Mustafa Dinçer, 23.10.2010
45. CEHALETİN SIĞINAĞI
İnsanlar, hem kendi içlerinde, hem de dışlarında kendi yararlarına kullanabilecekleri pek çok araç bulurlar, mesela görmek için gözler, çiğnemek için dişler, beslenmek için bitkiler ve hay¬vanlar, ışık için güneş, balık avlamak için deniz gibi…
Bu nedenle bütün doğal şeyleri kendi yararlarına birer araç olarak görürler. Bunları kendileri sağlamadıkları, onları buldukları için de, bu araçları hazırlayıp hizmetlerine sunan bir başka varlığa inanmak için yeterli sebepleri vardır.
Şeyleri araç olarak görmeye başladıktan sonra, şeylerin kendi kendilerini yarattıklarına inana¬mazlar; insanlar için araç olan bu şeylerin doğanın insani özgür¬lükle donanmış bir ya da birkaç yöneticisi tarafından hazırlanıp yaratıldığına inanırlar.
Bu yöneticilerin mizacına dair herhangi bir bilgileri olmadığından, kendi mizaçlarına benzediğine hükmeder¬ler. Böylece de Tanrıların her şeyi insanlar için, insanları kendile¬rine bağlamak ve insanlar tarafından hürmet görmek için yönet¬tiğine karar verirler.
Bu şekilde insanların her biri kendi meşrebince Tanrı’ya tapınmanın değişik yollarını bulur ki Tanrı onları baş¬kalarından fazla sevsin, bütün Doğa’yı onların kör arzularına ve doymaz iştahlarına uygun olarak ayarlasın. Bu önyargı böylece batıl itikada dönüşür ve insanların zihinlerine derin kökler salar.
Eğer bir yerde bir taş düşüp de bir adamı öldürürse, taşın o kişiyi öldürmek için düştüğünü şu şekilde kanıtlamaya çalışırlar: Eğer Tanrı’nın rızasıyla bu taş bu amaçla düşmemiş olsaydı, o kadar çok tesadüf nasıl bir araya gelebilirdi (çünkü genellikle pek çok koşul bir arada gerçekleşir)?
Belki siz, taş düştü çünkü sert bir rüzgâr esiyordu, adam da o yana yürüyordu, diye yanıtlarsınız. Ama ısrar ederler: Neden tam o anda sert bir rüzgâr esiyordu? Neden tam o anda bir adam o yöne doğru yürüyordu? Rüzgâr sert esti çünkü bir gün önce hava daha sakinken deniz dalgalanmaya başladı; adam da bir arkadaşı davet ettiği için yürüyordu, derseniz ısrar etmeye devam ederler – çünkü sorulacak sorular hiç bitmez: Neden deniz dalgalanmıştı? Neden adam tam o sırada davet edil¬mişti?
Nedenlerin nedenlerini sormayı hiç bırakmazlar, ta ki siz Tanrı’nın iradesine sığınana, yani cehaletin sığmağına girene kadar…
Baruch Spinoza, Ethika.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 80-81)
+
Bu sözler Alman Filozofu Spinoza’nındır. İnsan ruhunu ne güzel yansıtmıştır. Yine bir Filozof da, şu fotoğrafta dilini uzatan filozof, şöyle demekten kendini alamamıştır. “Atomu parçalamak insanların inançlarını değiştirmekten daha kolaydır…” gibilerinden…
Bu nedenle ben insanların inançlarına karışmaya çekinirim. Bilirim ki ne desem boştur. O kendi inancının doğruluğuna inanmıştır bir kere.
Ama olmuyor işte bu cehalete sığınanlar senin inancını açıklamana karşı çıkıyorlar. Devleti de arkalarına alıyorlar. Çıkar birliği içinde dünya görüşünü açıklayanların tepesine çullanıyorlar.
Tarihte bunun örneği çok görülmüştür. Eğer Cehalete Sığınanlar; devlet desteğini arkalarına almasalar; böyle asırlardır yaşamlarını sürdüremezlerdi.
Bilmem ne zaman bu Devlet, hem de laik olduğunu söyleyen devlet, bu Cehalete Sığınanlara arka çıkacaktır?
Düşüncelerimizi açıklamamız için önümüze konulan yasal engeller olmasa ve bir de Cehalete Sığınanların tasallutundan düşüncelerini açıklayanları korusalar bakın siz o zaman ortalıkta cehalet rüzgarı kalır mı?
En iyisi onlara karışmamak ama kendi inancını da ne pahasına olursa olsun açıklamaktan çekinmemektir.
Av. Hayri Balta, 5.11.2010
+
Hayri Ağabey,
Merhaba…
Önce sevgi,
Dün müthiş bir keşif yaptım sizinle ilgili. Yüzyıllardır insanları idare eden ikiyüzlü SİYASET, sahte DİN, doymaz bilmez, hırslı TİCARET üçgeni arasında kalan insanlar söz konusu.
Sizin site adınız da bunu gösteriyor: ikiyüzlü sahte DİN (Tabular), doymaz bilmez, hırslı TİCARET (Talan), SİYASET (Yalan)…
Tabu, Talan, Yalan… Bu ise müthiş bir noktaya gelmişsiniz demektir.
Haydi bakalım, size saygım sevgim iyice bir arttı Sevgili Hayri Ağabey.
Sadece Kutsal Metinleri (yobazları değil) biraz daha saygılı okusanız!
Mustafa Dinçer, 5.11.2010
46. VİCDAN SAHİPLERİ
Alman Kruzen 1673 yıllarında bir VİCDAN SAHİPLERİ TARİKATI kuruyor. Tarikat’ının ilkelerini de şöyle açıklıyor:
“Adalet’in ilkelerini, kimseye zarar vermemeyi, herkese hakkını vererek namusuyla yaşamayı öğreten vicdandan başka hiçbir tanrı, din ya da hukuk yoktur.”
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 80-81)
+
Alman Kruzen; her şeyi getirip insana, insanın aklına, sağduyusuna, vicdanına bağlıyor.
Temel insandır. İnsan varsa Allah vardır…
Bütün dinlerin amacı da bu değil mi zaten…
Adalet ilkelerine saygı göstermek,
Kimseye yük olmadan namusuyla yaşamak,
Kimseye zarar vermeden geçimini sağlamak,
Herkese hakkını vermek ve kendi hakkını da kimseye yedirmemek…
Aklı başında vicdanı olan bir kişinin de yapacağı davranış bu değil mi?
İnsanın böyle bir yaşamı sürdürmesi için illa ki kendisinin başına cehennem zebanisi diken, bunları yapmazsa cehennem ateşiyle yakacağını söyleyen bir Allah mı olmalı?..
İnsan, erdeme dayanan bir yaşamı Allah’ın dayatması, Allah korkusu olmadan sürdüremez mi?
Adalet ilkelerini yerine getiren, kimseye zarar vermeyen, herkese hakkını vererek namusuyla yaşayan bir insana; Allah, “Yok bu kabul olmaz, çünkü sen bana inanmıyorsun!” diyerek karşı çıkar mı?
Ya da şöyle diyelim: Böyle bir yaşam sürdüren bir kişiye Allah’ın çıkıştığı bu güne değin görülmüş mü?
Kaldı ki ortak ve üstün değerler, yüce ve olumlu kavramlar, genel doğrular, doğru dürüst yaşam ve davranışlar Allah kavramının kapsamı içinde değil mi?
Bu ilkeleri yaşamına uygulayan insanın Allah yolunda sayılmaması için hangi gerekçe ileri sürülebilir?
Okuyun kutsal kitapları… Eğer aklı imana kurban etmemişseniz, bu dediklerimi sık sık yinelendiğini görürsünüz…
Örneğin Tevrat’taki şöyle yazmıyor mu?
“RAB doğruluğumuzdur.”(Tevrat.Yeremya. 23/6. 33/16) Bu, esas olan doğruluk, dürüstlük, iyiliktir… Bu, Kuran’da şöyle ifade edilir. “Allah’a ulaşacak olan Salih amellerinizdir.” (K. 22/37)
“Ortak ve üstün değerler, yüce ve olumlu kavramlar, genel doğrular, doğru dürüst yaşam ve davranışlar Salih ameller Hak kavramının kapsamı içinde değil mi? Hak’ka saygı insan olmanın başat özelliği değil mi?
Kuran bu gerçeği şu ayeti ile dile getirmiyor mu?:
“Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir, onu bırakıp da taptıkları ise batıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür.” ‘K. 31/30)
Ve bütün bunların yanında bir de “Oku kitabını! ‘Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!’ (K. 17/14) demiyor mu?
Bu ayet ise bütün hesap sormaların insan yaşarken söz konusu olduğunu anlatmıyor mu?
Gerçekten kutsal kitapların bu dediklerini anlayan var mı? Yoksa kutsal kitaplar suya çizik mi çiziyor?…
Av. Av. Hayri Balta, 16.11.2010
47. HAYAL ET
Cennetin olmadığım hayal et
Kolay aslında, bir dene
Altımızda cehennem yok
Sadece gökyüzü üstümüzde
Tüm insanların bugün için
yaşadığını hayal et
Ülkelerin olmadığını hayal et
Zor sayılmaz hiç de
Uğruna öldürecek veya ölecek bir şey yok
Yok hiçbir din de
Tüm insanların barış içinde
yaşadığını hayal et
Hayalcinin teki olduğumu söyleyebilirsin
Yalnız değilim ama
Umarım bir gün katılırsın bize
Ve yekvücut olur dünya
Mal mülkün olmadığını hayal et
Yapabilir misin acaba
Gerek yok hırsa veya açgözlülüğe
İnsanların kardeşliğinde
Tüm insanların tüm dünyayı
paylaştığını hayal et
Hayalcinin teki olduğumu söyleyebilirsin
Yalnız değilim ama
Umarım bir gün katılırsın bize
Ve yekvücut olarak yaşar dünya
(John Lennon)
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 159)
48. AZINLIKTAYIZ
Hayal etmek güzel…
Para ile pul ile değil ya…
Bu silah tüccarları, fabrikatörleri, simsarları varken
Yekvücut olur mu bu dünya…
Ya şöhret düşkünleri,
Ya kahraman olmak isteyenler,
Nasıl rahat uyuruz bunlar varken,
Biz en alttakiler…
Bir de şeriat düşkünleri var,
İnsanları kendileri gibi inanmaya zorlar,
Bir tane değil bu şeriat düşkünleri,
Milyarlarca var…
Ya ırkçılar, ya kafatasçılar,
Ya kafasının içi boş dazlaklar.
Bunlar varken,
Biter mi bu savaşlar…
Barışı hayal eden az,
Bunu bir yere yaz,
Kimi yoksulluktan yatamaz,
Kimi rüşvet almadan oynamaz…
İşte böyle bu dünya,
Tokluk nedir bilmeyenler bir yanda,
Açlıktan yatamayanlar çoğunlukta,
Yekvücut dünya hayal edenler azınlıkta…
Av. Hayri Balta, 20.12.2010
49. YAŞAM NEDİR?
Hayat nedir? İşte hepsi bu kadarcık!..
Basit bir sual…
Göklerden o büyük vahiy bir türlü inmemişti.
Belki de o büyük vahiy hiç inmiyordu.
Onun ye¬rine ufak tefek günlük mucizeler, ışıklar…
Umulmadık bir anda karanlıkta çakan kibritler vardı. — Virginia Woolf, 1927.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 161)
+
Yazarın satırları aşağıdaki biçime sokalım.
Böylece, ne demek istediğini anlaşılır kolalım:
Yaşamak nedir? İşte hepsi bu kadar!..
Ortada basit bir sual var…
Göklerden o büyük vahiy bir türlü inmiyordu…
Belki de o büyük vahiy inmek bilmiyordu…
Onun ye¬rine ufak tefek günlük ışıklar, içe doğuşlar…
Umulmadık bir anda ruhumuzda çalkanan duygular…
+
Din ilminde bu ışıklar, içe doğuşlar,
Ruhumuzda çakan bu duygular…
Vahiy olarak adlandırılırlar…
Bu içe doğuşların nereden kaynaklandığını bilmeyenler,
Bu içe doğuşların Allah’tan geldiğini ileri sürerler…
Ve de peygamberler,
Bu içe doğuşların, Herkeste olacağını söylerler…
Onlar söylerler ama bizim allameler
Vahyin yalnızca Peygamberlere ineceğini söylerler…
O denli ileri giderler ki
Vahiy kapısının kapandığını bile ileri sürerler…
Vahiy kapısının kapandığını ileri sürmek,
Eşittir: Allah’ı bilmemek…
Vahiy kapısı kapanmamıştır.
Vahiy kapısının kapadığını söyleyenler,
Allah’ı bilmemiştir.
İnsan’ın yaratanla bağlantısı bir tek koşulda kapanır…
Her kim ki kötülüğe kapılanır,
Dünya malına, şana, şöhrete, mala mülke aldanır…
Bir de; bunlara sahip olmak için Hakkı tepeler.
İşte o zaman Allah; bu insanla ilişkiyi keser…
Yaşamda amaç: Huzur ve güven içinde olmaktır. …
Huzur ve güven içinde olmak için de:
Doğruluktan, dürüstlükten şaşmamak gerektir….
Av. Av. Hayri Balta, 31.1.2011
KATKIDA BULUNANLAR:
1. Mustafa Dinçer’den
Ağzınıza sağlık Hayri Ağabey.
Kutsal Metinleri iye bilen biri olarak size şu son sözleriniz için 10 puan:
Mustafa Dinçer, 31.1.2011
+
İnsan’ın yaratanla bağlantısı bir tek koşulda kapanır…
Her kim ki kötülüğe kapılanır,
Dünya malına, şana, şöhrete, mala mülke aldanır…
Bir de; bunlara sahip olmak için Hakkı tepeler.
İşte o zaman Allah; bu insanla ilişkiyi keser…
Yaşamda amaç: Huzur ve güven içinde olmaktır. …
Huzur ve güven içinde olmak için de:
Doğruluktan, dürüstlükten şaşmamak gerektir….
Yalnızca müsaade ederseniz saygılarımla bir gerçeği bilmenizi istiyorum.
Kutsal Metinlerin ilham olduğu kesin. Bunun kanıtları: 1) Geçmişi doğru (silimsel gerçeklerle, bilimle, arkeoloji ile uyumlu olması) anlatması, 2) Şimdiki yaşamımız için pratik önerilerde bulunması ve bizlerin şu anda mutlu olmamıza yardımcı olması, evlilik, para, iş, insan ilişkileri, otorite vs) 3) Geleceğe yönelik ise GÜVENİLİR ÜMİT vermesi. Kutsal Kitap peygamberlikleri geçmişte gerçekleşmiştir ve gelecekte de gerçekleşecektir (En önemli peygamberlik ise YERYÜZÜNÜN CENNET OLACAĞI MESİHİN GÖKTEKİ KRALLIĞININ YAKINDA DÜNYA SİYASETİNE MÜDEHALEDE BULUNACAĞI)
Bayan WOOLF’a gelince. Kendisi Homoseksüel, biseksüel bir cemaatin içinde yaşıyordu. Evliliği cinsel olarak tatmin edici değildi ve böyle birinin “YAŞAMIN ANLAMI NE Kİ” demesi sizin için önemli ama sizleri Yaratan, besleyen Koruyan Tanrının görüşü önemli değil. Bu yahlışınızı düzeltmenizi rica edeceğim. Yoksa size olan muhabbetim, şu sıkıntılı günlerde azalacak. Yeter artık sahtekar dinlerin uygulamaları ve kitapları bilmem ne yüzünden kendisini Yaşayan Hay olan Ulu Rab Tanrımın sözlerine de kapatmayın allahaşkına Hayri Ağabeyim. Kendinize zulmetmeyin. İşte Woolf’un İNTİHARLA SONUÇLANAN BUNALIMLI YAŞAMI VE FECİ ÖLÜMÜ. BUYRUN OKUYUNUZ.
Ölümü
Perde Arası romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Virginia Woolf geride iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell’e diğeri ise kocası Leonard Woolf’a.
x
2. Yalçın Efe’den
Vahiy kapısının kapandığına inanmaktır asıl problem. Ne düşünürsün ne duyarsın; her şey sabittir.
Sevgiler Hayri abi.
31.1.2011
50. BAKIN, NELER OLMUŞ NELER
NELER ÇEKMİŞ DÜŞÜNÜRLER
Engizisyon yargıcı,
Almış karşısına sanığı…
Soruyor da soruyor.
Allah diye yatıyor, Allah diye kalkıyor…
Dert dava Allah,
Bu Allah düşüncesi,
İnsanlığa dert olmuş vallah…
İnsanlık:
Allah’la yatmış
Allah’la kalkmış.
Allah’tan başka
Derdi kalmamış…
Biri çıkıp dememiş ki:
Allah varsa var,
Yoksa yok, bana ne?
Ben insanım, düşerim kendi derdime…
Benim derdim: Geçimdir.
İyilik kötülük konusunda seçimdir…
İyi olan başımın tacıdır.
Kötü olan bana hasımdır…
Varsa Allah, iyiyi seçtin diye,,
Beni suçlayacak değil ya…
Bakın aşağıdaki duruşma tutanağına.
Ne yersiz sorular sorulmuş sanığa…
Av. Hayri Balta, 13.2.2011
51. BİR ENGİZİSYON DURUŞMA TUTANAĞI
ENGİZİSYONCU: Tanrı’daki bu güç nedir?
MENOCCHIO: Vasıflı işçiler aracılığıyla idare etmek.
ENGİZİSYONCU: Dünyanın yaradılışında Tanrı’nın vekilleri ol-duğunu düşündüğün şu melekler, doğrudan doğruya Tanrı tarafın¬dan mı yaratıldılar, yoksa başka biri tarafından mı?
MENOCCHIO: Doğa tarafından dünyanın en mükemmel özünden üretildiler, tıpkı kurtların bir peynirden üremesi gibi; ortaya çık¬tıklarında da, Tanrı onları kutsadı ve onlara irade, akıl ve bellek verdi.
ENGİZİSYONCU: Tanrı her şeyi, meleklerin yardımı olmadan ya-pabilmiş olabilir mi?
MENOCCHIO: Evet, tıpkı bir evi yapan kişinin işçiler ve yardım¬cılar tutması gibi, ama evi onun yaptığını söyleriz. Aynı şekilde, dünyayı yaratırken Tanrı melekleri kullandı, ama Tanrı’nın yarat¬tığını söyleriz. Ayrıca bir evi yapan marangoz ustası, istese tek ba¬şına da yapabilir, ama daha uzun zaman alır, Tanrı da dünyayı tek başına yapabilirdi, ama daha uzun sürerdi.
ENGİZİSYONCU: Eğer bütün melekleri üreten o öz olmasaydı, eğer o kaos olmasaydı, Tanrı bütün bu dünyayı tek başına yarata¬bilir miydi?
MENOCCHIO: Madde olmadan bir şeyin yaratılamayacağına ina-nıyorum, Tanrı bile madde olmadan bir şey yaratamazdı.
ENGİZİSYONCU: Senin Tanrı dediğin başka biri tarafından mı ya-pıldı ve üretildi?
MENOCCHIO: Başkaları tarafından üretilmedi, ama hareketini kaosun değişiminden aldı, eksikken, giderek mükemmelleşti.
ENGİZİSYONCU: Kaosu kim hareket ettiriyor?
MENOCCHIO: Kendi kendine hareket ediyor.
— Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtlar.
(Metis Yayınları Ajanda 2010. s. 164)
52. NEFRET HAKKINDA
Nefret gerçeklerden kaçıştır.
Nefret ölüme yelken açıştır.
Nefret, insanın kendinden kaçışıdır.
Nefret insanın kötülükten zevk alışıdır.
Nefret duygusuyla insan kendini unutur.
Nefret insandaki olumlu duyguları kurutur.
Nefret duygusuna insanın gözleri kör olur.
Nefret duygusuna kapılan uykuyu zor bulur.
Bu konuda söylenecek çok söz vardır.
Çok söz insanı gerçeklerden kaydırır.
Bu nedenle keselim sesimizi.
Ne demek istediğimi anlar bilen bizi…
Av. Hayri Balta, 11.3.2011
53. NEFRET SUÇLARI TERİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Nefret suçları terimi medyada ilk kez 1986 yılında New York’ta beyaz bir grup öğrenci tarafından siyah bir vatandaşa yönelik gerçekleşen ırkçı saldırının haberlere yansımasıyla birlikte yay¬gın olarak kullanılmaya başladı.
Terimin içeriği 1990’lann başın¬dan itibaren “ırk”, din ve inanca yönelik saldırıların dışında, ay¬nı zamanda cinsel yönelim, ulusal köken, engellilik durumu ve toplumsal cinsiyet rollerini de kapsamaya başladı.
Nefret suçları teriminin Avrupa’da kullanılmaya başlaması ise çok daha yakın bir tarihte söz konusu oldu.
Nefret suçları teriminin görece bu kadar yakın bir tarihte kul-lanılmaya başlaması, kuşkusuz bu suçların daha önceki tarihler¬de işlenmediği anlamına gelmiyor.
Nefret suçları yirminci yüz¬yıl boyunca yaygın olarak işlenen bir suç.
Asıl yeni olan şey, ırk¬çılık, milliyetçilik, antisemitizm ve cinsiyetçilik gibi konularda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler ve bu hareketlerin nefret suçlarına yönelik olarak sürdürdükleri mücadele oldu. Bu bağ-lamda özellikle 1960’larda ABD’de başlayan medeni haklar, mağ¬durlarla dayanışma, feminist, eşcinsel, lezbiyen vb. hareketlerin oluşturduğu siyasi zemin ve mücadele anlayışı, nefret suçları konusunda farkındalık yaratılması, bunlara tepki verilmesi ve suç olarak teşhir edilmesinde modern toplumsal hareketlere il¬ham kaynağı oldu.
Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimle¬rinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda sesle¬rini çıkarmaya başlamalarının da önemli bir rolü vardır.
+
Nefret hakkında birkaç özdeyiş;
Nefret hayatı felce uğratır; sevgi onu serbest bırakır.
Nefret hayatı ambele eder, sevgi onu ahenkli bir duruma getirir…
Nefret yaşama karartır, sevgi ise ise aydınlatır. Matin Luther King Jr.
İnsanlardan nefret etmek, fareden kurtulmak için kendi evinizi yakmaya benzer. – Henry Emerson Fosdic
AJANDA 2011, Metis Yayınları, s. 29-32
+
Nefretin de aşk gibi gözleri kördür.- T.Fuller
Düşmanlarınıza karşı beslediğiniz nefretonların mutluluğuna bizimki kadar kadar vermez. – J. Petit Senn
Nefret çok reni ileri giders; nefret eden kendini, nefret edilenin altında bulur. –La Nochecauld
Özlü Sözler, İrfan Tatlı
+
Sevgi sevgiyle, nefret nefretle büyür. – Yekta Güngör Özden, Özgün Sözler
+
İnsan, yaratılışı gereği kime zarar vermise ondan nefret eder. –Cornellus Tacitus
Çok kere insanlar birbirlerini tanımadıkrı için birbirlerinden nefret ederler. – Silvio Pellico
Sözler ve Gerçekler, Şener Akalın (Düşünce Atlası)
+
İnsan alacaklısından nefret eder. – Arthur Miller
Dünya Düşünce Antolojisi, İsmail Özmen
+
Merhaba Baba,
Nefret Hakkında olan senin dizelerin çok hoş olmuş, ellerine sağlık…
Bir insan nefret ettiğinden nefret etmemesi için bir çok değerlere sahip olması gerek, o da çevremizdeki insanlar için çok zor…
Teşekkürler, alt satırlarda bir iki harf eksik, kırmızı ile işaretliyorum.
Yener , 14.3.2011
54. EBEDÎ HAYAT
Meyvenin tatlısı; dallar, yapraklar arasında gizlidir.
Ebedi hayat da ölümün ardında…
(Mevlana, 21.6.2011 Diyanet Takvimi)
Yukarıdaki satırları düşünmeden okursak. sonsuz yaşam, fiziksel olarak öldükten sonra başlar gibi bir anlam çıkıyor… Oysa gerçek din anlayışı ölülerle ilgilenmez. Gerçek din yaşayanlarla ilgilenir. Yaşam da, ölüm de insan yaşarken söz konusudur.
Akla şöyle bir soru gelebilir. “Güzel söylüyorsun ama bu Cennet ve Cehennem ne oluyor?”
Cennet de, Cehennem de yaşarken söz konusudur. Din kitapları düşünerek okunursa görülür ki Cennet de, Cehennem de yaşarken söz konusudur.
Yaptığımız olumlu davranışların ruhumuzda yarattığı vicdan huzurundan duyduğumuz mutluluk Cennet’i ifade eder. Kuran bu gerçeği şu ayette söyler:
“Mutlu olanlara gelince, gökler ve yerler durdukça içinde ebedî kalmak üzere cennettedirler.” (K. 11/108)
Cehennem ise yaptığımız olumsuz davranışlardan duyduğumuz vicdan azabı üzerine yaşadığımız mutsuzluğu ifade eder ki Kuran, bu gerçeği de şu ayetle açıklar:
“Mutsuz olanlara gelince; cehennemdedirler. Onların orada şiddetli bir soluyuşları vardır.” (K. 11/106)
Mana âleminde; Cennet de, Cehennem de öldükten manevi anlamda öldükten sonraki bir yaşamla ilgilidir. Bu ölüm de yaşarken söz konusu olan bir ölümdür. İşte Mevlana da bunu anlatmaya çalışmaktadır. Cennet’i de, Cehennem’i de yaşamak için önce yaşarken kötülüklere, olumsuzluklara ölmek gerekir.
Bunun içinde öncelikle insanın benliği dışında bir Allah aramamalıdır. Allah’ı kendi içinde görmek gerekir. İyi ile kötünün ayrımına varmak gerekir. Ayrımına varmak da yetmez; iyiyi yapmak, kötü olanı ise yapmamak gerekir. Şöyle de açıklayabiliriz: Kötü olana ölmek, iyi olana dirilmek gerekir. İşte buna yaşarken ölmek denir…
Beşeri duygularımızdan olan şan şeref, mal mülk, mansıp unvan gibi zaaflardan kurtulmak gerekir. Şöhret sahibi olma sevdasından, övülme, sayılma isteğinden vazgeçmek gerekir. Yani; kötü istek, duygu ve düşüncelere ölmek gerekir. İşte din ilminde söz konusu ölüm böylesi bir ölümdür. Mevlana’nın sözü ettiği ölüm de budur.
Böylesi bir ölümden sonra Cennet de, Cehennem de yaşanır. Din ilminde böyle bir yaşama ölümsüzlük, ebedî hayat,sonsuz yaşam denir. Çünkü olumsuz davranışlar insanı ölüme götürür. Olumlu yaşam ve davranışlar ise insanı ölümsüzlüğe…
Din ilminin anlatmak istediği ebedî hayat (sonsuz yaşam) budur. Bunun testini yapmak da olasıdır. Bir denemeye kalkın bakalım kötülüklere karşı ölmeye, iyiliklere karşı dirilmeye… Gözünüzün önünden perdeler kalkar. Görmediğiniz gerçekleri görmeye başlarsınız…
Yoksa öyle bilmeden, anlamadan gerçeğe nasıl varılır, Allah nasıl ulaşılır?..
Av. Hayri Balta, 22.6.2011
55. KADİM OLAN BOŞLUK MU?
Düşünüp duruyorum; bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Boyutsuz boşluğu ve yokluğu gözlerimin önüne getirince korkuyorum. Olacak iş mi bu diyorum. Yalnız boşluğa ya da yokluğa dayanan bir evren olabilir mi?
Ruhçu görüş sahibi olanlar Evren’in oluşumunu şu görüşleri dile getirirler.
“Allah,dünyayı yoktan var etti.” Bu görüş kutsal kitaplarda dile getirilir. Bütün ruhçular da yaratılışın başlangıcını bu ayetlere dayandırır…
İşin ilginci bu başlangıcı da “Kıyamet” kavramı ile sonuçlandırırlar. Kıyamet koptuğunda Evren’de hiçbir maddî varlık, hiçbir canlı kalmayacaktır. Bu durumda kadim olan boşluğa ve yokluğa mı döneceğiz? Ne korkunç bir son… Uzay uzamında bir boşluk, uzay çapında bir yokluk…
Değil mi ki önü boşluk, yokluk; sonu boşluk, yokluk… Başlangıç böyle idi; son da böyle olacak… Akla şöyle bir soru gelmez mi? Başında boşluk, yokluk; sonunda boşluk, yokluk olacaksa Yaratan bu yaratma eylemine niçin girişti? Hadi çıkın bakılım işin içinden çıkabilirseniz…
İşin daha ilginç olanı da var. Çin ve Hint felsefesinde boşluk ve yokluk çok önemlidir. Çinlilerdeki, Hintlilerdeki bu felsefi görüş tek tanrılı dinlere de geçmiştir.
Değil mi ki kadim olan boşluk ve yokluktur. Dahası var olan ve yok olmayacak olan da bu boşluk ve yokluktur; öyleyse bizler yaşarken bu boşluğa ve yokluğa erişmek için kendi isteklerimizi (nefsimizi) yok edelim. Fena fillah mertebesine erişerek şimdiden boşluğa ve yokluğa kavuşalım. Değil mi ki kadim olan (başlangıç) boşluk, yokluk; değil mi ki; sonuç da boşluk ve yokluk…
Mantığı böyle kurarsak sonuçta ne ile karşılaşıyoruz? Boşluk ve yokluk…
Boşluk ve yoklukta ne yaratan olur, ne de Tanrı… Yaratan da, Tanrı da yok olamayacağına göre boşluk ve yokluk kavramına takılıp kalmamalıyız.
Yaratan’ın ve Tanrı’nın varlığını koruyabilmemiz için Evren’in, Dünya’nın yok olmayacağı inancına bağlanmalıyız ki Yaratan kavramı ve Tanrı kavramı ile baş başa kalalım…
Yalnız boşluğa ya da yokluğa dayanan bir Evren olabilir mi?
Yaratansız, Tanrı’sız bir dünya, insanlık, varlık neye yarar ki?…
Av. Av. Hayri Balta, 15.7.2011
56. TANRI SÖZÜ…
Dosyamızın başlığı Düşündükçe,
Düşünüp duruyorum aklıma geldikçe…
Tanrı sözü denince ne gelmeli aklımıza,
Düşündüklerimiz, ne işe yarar uygun olmazsa yaşamımıza…
Tanrı sözü geçince ne algılıyoruz?
Tanrı’yı; madde olarak mı, mana olarak mı anlıyoruz?..
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.
Her insanın da bir Tanrı anlayışı vardır.
Kimileri maddi bir varlık olarak algılıyor?
Gökyüzünde, bilinmeyen bir yerde bir zat olarak var sanıyor…
Bu durumda Tanrı’yı kişileştirmiş oluruz.
Kişileştirdiğimiz Tanrı,
Ne yer, ne içer onu düşünmüyoruz?
Öyle ya zat (kişi) olarak var dediğimiz zaman,
Ona tanımış oluruz zaman ve mekan…
Oysa din ilminde çok kullanılır…
Tanrı’nın ne zamanı ne de mekanı vardır…
Bir de şöyle dillendirilir:
“Hiçbir yere sığmadım,
Mümin kulumun kalbine sığdım!” denir…
Bu konuda bir çok da ayet vardır.
Şimdi bunları burada sıralarsak çok yer alır…
Buradan şu sonuca varabiliriz:
Tanrı, maddi bir varlık olarak değil de,
Manevi bir varlık olarak var, diyebiliriz…
Manevi bir varlık olan nasıl söz söyleyebilir?
Bu durumda ancak insan söz söyleyebilir.
Bu gerçek Kuran’da şu biçimde dile getirilir:
1. “Şüphesiz o, şerefli bir peygamberin sözüdür.” (69/40. İsmail Hakkı Bursevî)
3 “Hiç şüphesiz o (Kuran), çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (Suudi Kuran’ı. 69/40)
4. “Hiç şüphesiz o (Kuran), çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (Diy. Vakfı Kuranı. 69/40)
Günümüzden 7 yüzyıl önce yaşamış Şeyh Bedret’tin Simavi bu konuda şöyle demiştir.
“Batınîlere göre Kur’an Tanrı sözü değildir;
Tanrı’nın, Peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur.” (Varidat, Cemil Yener. Elif Yayınları, 1970 s. 49)
Böylece Düşündükçe köşemizde,
Biraz söyleşmiştik olduk sizinle…
Av. Hayri Balta, 5.10.2011
57. HER MİLLETE PEYGAMBER GÖNDERDİK…
”Biz, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik (onlardan birini seçtik) ki kendilerine açıklasın.” (K. 14/4)
Her peygamberin ancak kendi kavminin diliyle gönderilmiş olması, bütün insanlardan tek bir dil ile, mesela Arapça ile anlaşmalarının, yalvarıp niyazda bulunmalarının istenmediğini gösterir. Zaten bir ayet-i kerimede konuşulan delillerinden sayılmıştır. Bunun yanında bu ayet-i kerimenin işaret ettiği önemli noktalardan birisi de, Hakk’a davet ile uğraşanların içinde bulundukları toplumun dilini çok iyi bilmeleri gerektiği hususudur. (Diyanet Vakfı Yorumu…)
Allah hangi millete peygamber gönderirse, mesajını o milletin dili ile gönderir. Maksat, onların iyice anlamalarıdır. Bu sebeple bu ayet, kitabın manalarının diğer dillere çevrilmesini de gerektirir. Fakat mesajı anlamak, kabulü gerektirmez. Bu, insanın tercihinden sonra Allah’ın takdirine bağlıdır. (Suat Yıldırım Yorumu…)
Düşünce genişliği olan bir ayettir.
Ne var ki ayet üzerinde gerektiği gibi düşünülmemiştir.
Konunun anlaşılması için şu ayet güzel bir örnektir.
Yaratan, gönderdiği vahyi Arapça mı göndermiştir.
“Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” (K. 16/68)
Arıya vahiy, arı’nın anlayacağı dille gönderilmiştir.
Yaratan; yarattığına vahyini mensup olduğu kavmin diliyle göndermiştir.
Toplumun her birinde,
Örneğin bir mahallede…
Akil bir adam bulunur.
Mahalleli her müşkülünde o akıl adama başvurur.
Peygamber sözcüğünün açılımı şudur.
Peygam, haber demektir; ber ise veren demektir.
Böylece Peygamberin anlamı haber veren olur…
Her ulusun bir önderi olur.
Bu önder ulusuna doğru yolu, gerçeği gösterir…
Her ulusun kültürü başka başkadır.
Her ulus kendi kültürünün dışına çıkmamalıdır.
Çıktı mı bir ulus kendi kültürünün dışına…
O ulus, çağının gerisinde kalır….
Av. Hayri Balta, 31.10.2011
58. ALLAH DA, DİNİ DE TEKTİR..
Aşağıda iki aydının görüş açıklamaları var.
İnsanlık oldu olalı yapılır bu tartışmalar…
Dinsel düşünce, bilime karışmamalıdır.
Bilim, bilim adamlarınca yapılacak bir uğraşıdır.
Dinin ilgi alanı yalnızca insanın kendisidir.
Amaç: İnsanın kendini arıtarak, bilgilendirerek kendisini yüceltmesidir.
Din, aşağıdaki ayette görüleceği insanın yaratılışında (fıtratında) vardır.
İnsan, huzur ve güven içinde yaşamak istiyorsa, Yaratılışına uymalıdır.
Allah; insanda, akıl, mantık, sağduyu, vicdan olarak tecelli eder.
Bunu Kuran’ın kendisi söyler (K. 8/24)
Din ise, insanın iyi ile kötü arasında bir seçme yapmasıdır.
Bu da insanın aklına, mantığına, sağduyusuna, vicdanına saygıdır…
Allah da, dini de tekdir.
Bu tek Tanrılı dinlerin üçe bölünmesi,
Peygamberlerin koyduğu şeriattendir…
İşte sözünü ettiğim ayet.
Okuyanda görüş ufku açar
Dikkatle okursa şayet….
+
“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata [425] sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur.[426] İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. * “ (K. 30/30)
+
Diyanet İşleri Meali (Yeni) 30. Ayet Açıklaması
425. Fıtrat; insanların yaratılıştan getirdiği tevhide yönelme özelliği demektir.
426. Meâlde, “Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur” şeklinde yansıtılan hüküm ifadesini, “Allah’ın yarattığını bozmaya, değiştirmeye çalışmak doğru ve sağlıklı değildir” manasında anlamak mümkün olduğu gibi, “Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yapılamaz” tarzında da anlamak mümkündür. (Peki öyle ise sünnet ile – Erkekte ve kızda – Allah’ın yaratmasında niçin değişiklik yapılıyor?.. HB)
Av. Hayri Balta, 7.7.2012
+
Değerli hocam,
Yazınızı birkaç kez okudum, ama ANLADIĞIMIZ MANADA TANRI VE DİN’den neyi kast ettiğinizi anlayamadım. Tanrının ve Dinin bir anladığımız bir de anlamadığımız manası var? Üstelik Einstein kendi Görelilik kuramını geliştirirken hiç bir şekilde bir inanca veya tanrıya yaslanmamıştır ki, arasında kurmaya çalıştığınız gibi bir bağ olsun.
Bilimin henüz anlayamadığı bazı olguların olduğu bir gerçek, ama bu hiç bir şekilde çözümü ve çıkışı bir tanrı inancında, yani bilinmeyen gizli bir gücün varlığında aramayı gerektirmez ki.
İnsanın Dini dıştalayarak sarf ettiği emeklerle pek çok bilinmeyen bugün ışığa kavuştu, ama her şey emekle ve yavaş yavaş oluyor, bilimle- hadi biraz daha özele çekelim- fen bilimleriyle dinin arasında kim bilir kaç yüz yıl var. Dolayısıyla bunu bilimle açıklayamıyoruz, o halde Dine ve Tanrıya havale edelim demek, komedi ve kolaycılık. Sizin yaptığınız o vakit bilim olmaktan çıkar.
Galiba Bilimin ve Dinin ne olduğunu konusunda ayrılıyoruz.
Ellerinizden öperim.
Bülent Uluçer <ulucere@hotmail.com> 7/6/2012
+
Atom-altı parçacıkların varlığı, neden ille bir Tanrı’nın varlığını kanıtlamak zorunda olsun ki?..
Dr. Armağan Büker, 6.7.2012
59. ARİF İÇİN DİN VARDIR; ANCAK, ŞERİAT YOKTUR…
Yukarıdaki başlık beni sözümdür. Bu başlığı da Muhyiddin İbn-i Arabi’nin kitabının şu başlığı için atmak gereğini duydum.
Muhyiddin İbn-i Arabi’nin kitabının başlığı şöyle: “ARİF İÇİN DİN YOKTUR” (Kevser Yeşiltaş. Sınır Ötesi Yayınları. 1. Baskı Temmuz 2012)
Görüldüğü gibi kitap, 2012’nun Temmuz’unda basılmış. Yani bu ay.
Muhyiddin İbn-i Arabi, bu kitabını günümüzde yazmış olsaydı şöyle başlık atardı: “ARİF İÇİN ŞERİAT YOKTUR”
Çünkü arif için Allah da vardır; din de vardır. Bu kavramlar insanın yaratılışında kendisine verilmiştir…
Allah: Ahlaka, erdeme, Hak’ka dayanır; ama, zanna dayanmaz. Kuran bu Hak’ka dayanan Allah düşüncesini şu ayetle açıklar:
“Keza Hak yalnız Allah’tır; O’nu bırakıp taptıkları sadece batıldır. Doğrusu Allah yücedir büyüktür.” (K. 22/62)
Ahlaktan kaynaklanan; barış, doğruluk, dürüstlük, Hak, iyilik, sevgi, yardımlaşma, gibi eylemler ve davranışları Allah kavramı karşılar.
Oysa insanın zannına dayanan Allah anlayışların gerçekle ilgisi yoktur. Onların anlayışına göre Allah kural koymuştur; halk da bu kurallara uyunca kendini Allah’a olan borcunu eda etmiş sayar. Oysa Allah kural koymaz. Allah’ın koyduğu kurallar doğa ve evren yasalarıdır…
Eğer bu dinlerdeki kuralları Allah koymuş olsaydı; bütün dinlerdeki kuralları birbirini tutardı. Örneğin sünnet konusunda, uyum yoktur. Yahudiler ile Müslümanlar sünnete uyarlar ama Hıristiyanlar uymazlar. Bu sünnet konusu diğer dinlerde nasıl bilmiyorum.
Yine Namaz, oruç konusunda da uyumsuzluk vardır. Bu konularda konan vakitler ve günler birbirini tutmaz. Bu sayıları istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Din konusuna gelince bu da Kuran’da belirtilmiştir:
“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (K. 30/30)
Bu ayette belirlenen din kavramını açıklamak gerekirse bunlar da yaratılışımızda bize verilen sağduyu, vicdan gibi olumsuz davranışlarımızda bizi rahatsız eden duygu ve düşüncelerdir…
Bu da Salih Amel kavramı ile ifade edilir. Salih amelde bulunduğumuz zaman gerek vicdanen rahatsızlık duymayız. Huzur içinde oluruz. Bu durumsa din açısından Cennet’te olmayı anlatır. Huzur ve güven duygusu…
Yaratılışımızda bize verilen din duygusunun aslı: Vicdanen rahat olmak yanında bir de huzur ve güven içinde mutlu yaşamaktır.
İşte biz ariflerde Tanrı ve din duygusu bu biçimde tezahür eder… Bunun içindir ki “Arifler için şeriat yok; Allah ve din vardır!..” deriz…
Av. Hayri Balta, 25.7.2012
60. “ÇIKMAZ YOL”
Dünkü Aydınlık’ta Eren Erdem’in yazısının son paragrafı beni düşündürmeye yöneltti.
Son paragrafı olduğu gibi alıyorum:
“Kriz açık., Ya Emperyalizm, Ya İslam.
İslamcılığın bugün yol ayrımı budur.
Biz ikinciden yanayız.” (Aydınlık, 3 Ağustos 2012)
Eren Erdem’in gösterdiği çıkış yolu tarihi “Çıkmaz Yol”, gerçeklere ters.
Atatürk örneğini unutmamalıyız. Atatürk de kurtuluş savaşında bu krize düşmüştü. Kimi aydınlar “mandacılıktan” söz ediyordu. Kimileri de; “Bizi İngilizler adam eder…” diyordu. Kimi aydınlar da bu gerekçelerle Atatürk’ün yanında yer almaktan kaçınıyordu.
Ne var ki Atatürk “Ya bağımsızlık ya ölüm!..” diye bayrağı açmıştı. Ne emperyalizme prim verdi ne de Padişah’ın, yardakçılarına… Hocaların yoğun karşı çıkışına karşın “İslamcılığı” seçmedi….
İslam’ın hiç hoşlanmadığı bir yolu seçti. Demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin yolunu açarak Cumhuriyeti kurdu. Laikliğin yolunu açtı.
Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 10 idi; bilmeyenlerin oranı yüzde 90. Şimdi bu tamamen tersine dönmüştür.
Halkın, köylülerin yaşam tarzı, giyim kuşamı yürekler acısı idi. Bunu köylülerin toplu haldeki fotoğraflarına baktığımızda görüyoruz.
Hele Osmanlı ordusundaki erlerin giyim kuşamı bize bir fikir vermeye yeter… Örneğin iki tayyareci erin fotoğrafı her şeyi söylemekte. Her birinin giysisinde yüzlerce yamalık var…
Aydınlık yazarı yanılmaktadır. İslam’da emperyalizmi etkisiz kılacak bir yenilik yapmaya olanak yoktur. İslam’da yeni bir anlayış getirmek istenler hüsrana uğrayacaktır.
İslam’daki geleneksel anlayışı değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. İslam da içinde bulunduğu bu kısır döngüden kurtulamayacaktır.
Emperyalizm de kimi yerlerde yaptığı gibi İslam’ı kendi çıkarları için kullanmaya devam edecektir…
Aydınlık yazarının önerdiği yol “Çıkmaz Yol” dur…
Av. Hayri Balta,
X