TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA
+
IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..
+
Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X
TAKVİMLERDEN 1
+
iÇİNDEKİLER
A.
Adaleti Ayakta Tutun
Affetmek Yüceliktir
Allah’ın Dinine Yardım Zamanı
Allah’ın Evi’nde ve Huzurunda
Bulunmak
Allah’ın Sevmediği Kimseler
Allah’tan Utanmak
Allah (C.C.) Rızası
Allah’tan Korkmak
Allah’tan Utanmak
Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç
Ahlak
Asıl Özgürlük
Azabı Kaldıran Amel
Ayetleri Değiştirenler
B.
Bayramınız Kutlu olsun
Biz Onları Sevsek Bile Onlar Bizi Sevmez
Burçlar
Büyüklere Saygı
C.
Cana Kıymak
Cennet – Cehennem
Cin ve Şeytan
Ç.
Çanakkale Geçilmez
D.
Damlayan Süt
Dinde İki Önemli Esas
Din Kardeşliği
Doğru Yoldan Ayrılmamak
Dünya ve Ahret için İlim
Dürüst Olmak
E.
Emr-i Maruf Nehy-i Münker
Esma-i Hüsna
F.
Ferahı Terketmek
G.
Giriş
Güzel Ahlaka Ulaşmak
Güzel Söz
H.
Hak – Batıl
Hak Batıl Mücadelesi
Her Halde İyiliği Emredin
Hz.İsaTevhid Dininin Peygamberidir
İ.
İbadet Sorumluluğu
İbret: Sancağı Kime Verecek
İlahi İmtihan
İlim Ehlinin Değeri
İlim ve Din
İman
İnsanın Yaratılış Gayesi
İnsanlar Adem (As.) Çocuklarıdır.
İslam Deninde Kadına Verilen Değer
İyiliği Emretmek
İpin Hesabı
İslam Dini Akıl ve Vicdan Dinidir
İsm-i Azam K.
Kabri Hatırlamak
Kafir
Kainata İbretle Bakabilmek
Kaza ve Kadere İmanın Önemi
Kendini Aldatmamak
Kerpicin Etkisi
Kıyamet Ne Zaman Kopacak?
Kibir Hoş Değil
Kul Hakkı
Kuran’da Korku Ayetlerinin Bazıları
Kur’an okurken
Kuran-ı Kerim ve Çağdaşlık
Kurban Bayramı
Küçük Kurdun Tesbihi
M.
Mekke-i Mükerreme
Melek ve Şeytan
Mirac-ı Nebi
Müminin Hakları
Mümin Kardeşinin Ayıbını Örtmek
Münafık
N.
Namazı Anlamak
Nefis Muhasebesi
Nefse Hakim Olmak
Nuh Tufanı
O.
Onun Hürmetine
Ö.
Ölünce Nereye Gidiyoruz?..
P.
Peygamber
Peygamberimizin Dine Davet Metodu
Peygamberimize (S.A.V.) Salavat Getirmek
Peygamberler ve Âlimler
R.
Rabbine Yönelmek
Ramazan ve Oruç
Rızk
S.
Sabah Aydınlığı
Sahabeden Korku Kıssaları
Sevgi Dolu olmak
Sihirbazların Cevabı
Sun’i Mutasavvıflar
Ş.
Şeytanı Düşman Bilmek
Şeytanın Kardeşliği
Şeytanın Yolları
T.
Takva
Tanrı Lezzeti
Tevhid İnancı
Y.
Yalnız Kur’an Demek
Z.
Zahmetin Mükafatı
Zamanı Değerlendirmek
Zikir ve Zikir Meclisi
Zulüm Yaşamaz
X
GİRİŞ
Aşağıda takvim yapraklarında karşılaştığım bazı kavram ve konulara açıklık getirmeye çalıştım. Bunlar bana özgü görüşlerdir. Bana göre olan doğrulardır.
Gerçi ilahiyatçı değilim. Ama çocukluğumdan beri din ve tasavvuf konularıyla ilgilenirim. Öyle ki bu dinsel ve tasavvufu kavram ve konular benim yaşamıma yön vermiştir. Bu konular ışığında doğruluğa, dürüstlüğe ve erdeme önem vermiş ve de yaşamıma uygulamaya çalışmışımdır.
Eğer 33 yaşına değin ilkokul mezunu olarak yaşayıp da 33 yaşından sonra; ortaokul, lise ve hukuk fakültesini bitirmişsem bunda dinsel anlayışımın büyük rolü olmuştur. Asıl önemlisi bu dinsel anlayışım sayesinde yeniden doğmuşumdur.
Ne olursak olalım, bu dünyaya geldiğimize göre bir etkinlikte bulunmalıyız… Hani bir filozof “Düşünüyorum; o halde varım!” demiş ya…
Biz de yaşayıp düşündüğümüze göre var olduğumuzu kanıtlamalıyız. İşte bu TAKVİMLER 1; var olduğumu kanıtlama çabasına ilişkin 300’ü aşkın çalışmalarımdan biridir.
Şunu da belirtmeliyim ki bu yazılarım aydınlanmaya yöneliktir. Okuyanlar kimi konuda muhakkak ve muhakkak aydınlanacak yeni dünya görüşüne sahip olacaktır…
Yeni dünya görüşüne erişenler inanıyorum ki bana teşekkür edecektir; bu arada belki de kimileri bana atıp tutacaktır…
Bu dosya, www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemizde yayınlanmıştır…
Av. Eren Bilge, 24.3.2011
X1
İPİN HESABI
Zenginin biri kabirden çok korkuyormuş:
“Öldüğüm geceyi kim kabre gire¬rek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısı onundur” demiş.
Öl¬düğünde, “Kim birlikte kabre girip sa¬bahlamak ister?” diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal:
“Benim sadece bir ipim var, kaybe¬decek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum” diye düşü¬nerek kabul etmiş.
Ölen zenginle birlikte toprağa vermişler.
Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir de diri var.
Melekler:
“Nasıl olsa bu ölü elimizde… Biz şu canlı olandan başlayalım” demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar:
“O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullan¬dın?..”
Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sa¬bahleyin kabirden çıkmış. Ölünün sahipleri:
“Tamam, servetin yarısı senin” de¬mişler.
Hamal:
“Aman, istemem, kalsın. Ben, sa¬baha kadar bir ipin hesabını vereme¬dim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?” demiş.
(Semerkand takvimi. 17 Mart 2009)
X
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Elbette böyle bir olay olmamıştır. Kıssadan hisse vermek için kurgulanmıştır.
Dinin aslında kanaatkâr olmak vardır. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak vardır.
Malın, mülkün hamallığı yoktur. Çünkü mal ve mülk hamallığı kişiyi Allah’tan (huzur ve mutluluktan) uzaklaştırır.
İnsan, günlük ihtiyaçlarını karşılar ve de emekliliğini garantilerse daha ne ister.
Olması gereken bu iken, kilolarca altın biriktiren, yazlık kışlık villaları bulunan, Müslüman vatandaşı dolandırarak şirketler kuran, bankalarda dolarları bulunanlara ne deyeceğiz.
Bir hamal ipinin hesabını veremezken para ile yatıp para ile kalkanlar bunun hesabını nasıl verecekler?
Yarınını garantiye almışsan, günlük ihtiyaçlarını da gününde karşılayabiliyorsan bu hırs nedendir.
İsa Peygamber, bu zenginler için günümüzden iki bin yıl önce şöyle demiştir. “Zenginin Cennet’e girmesi; devenin, iğne deliğinden geçmesinden zordur.” (İncil. )
Bunun Türkçesi Devenin iğne deliğinden geçmesine inan da zenginin cennete gireceğine inanma demektir …
Burada Cennet simgesel bir anlatımdır. Huzuru ve rahatı simgeler. Yoksa öyle öldükten sonra gidilecek Cennet ve Cehennem yoktur. Hepsi bu dünyadadır…
Yani İsa demek istiyor ki “Zengin huzur içinde uyuyamaz. Sabaha kadar alacağını vereceğini, nasıl olur da daha çok kazanacağını düşünür…”
Bir insan kafasını yastığa koyar koymaz uyuyamadıktan sonra ne çıkar?
Daha ne deyelim. Anlayana sivrisinek saz; anlamayana, davul zurna az…
Av. Eren Bilge, 21.4.2009
X2
İSM-İ ÂZAM
Yûsuf adında bir zât, Zünnûn-i Mısrî’nin (k.s) İsm-i âzam’ı bildiğini öğrenince, Mısır’a gitti ve bir yıl hiz¬metinde bulundu. Bir gün ona;
“Sana bir sene hizmet ettim. Senin İsm-i âzam’ı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emanet edeceğin bir baş¬ka kimse olmayacağını bilirsin” dedi.
Zünnun-i Mısri altı ay sonra bir kutu çıkardı. Ona;
“Fustat’ta bulunan falan dostumu¬zu bilirsin. Bunu ona götür” dedi. O da sarılı kutuyu aldı, giderken:
“Acaba nedir, ne kadar kıymetli¬dir?” diye düşündü. Merakını yenemeyerek kutuyu açtı. İçinden bir fare fırla¬dı. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mıs¬rî’nin yanına geldi. Zünnûn-i Mısrî ona;
“Biz seni denedik. Sana bir fare emanet ettik, ona hıyanet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı teslim edebilir mi¬yim?” dedi.
(Semerkand takvimi. 30 Mart 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İsm-i Azam halk arasında çok kullanılır. Halktan bir kişi; nerede bir İsm-i Azam sözü geçse, anlamını bilmediği bu terim karşısında, ne yapacağını şaşırır.
Özellikle isteği çok olan kadınlar “Oruç Dede türbesine gittim. Bir İsm-i Azam, bir Yasin, bir fatiha okudum. İnşallah duam kabul olunur!..” diye umutlanır.
Sorup soruşturduğuma göre çoğu kişinin İsm-i Azam terimin ne anlama geldiğini bilmediğini gördüm.
Oysa İsm-i Azam terimi “Allah’ın en büyük ismi” anlamına gelmektedir. Ne var ki İslam ileri gelenleri arasında Allah’ın en büyük ismi konusunda bir uzlaşma yoktur. İşin içinden “Allah’ın her ismi büyük!..” diyerek çıkmışlardır…
Dahası okunan her dua İsm-i Azam sayılır diyerek işin içinden çıkmaya çalışmışladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında çıkan ve Yenişafak Gazetesinin kupon karşılığında okuyucularına verdiği DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ’NÜN İsm-i âzam maddesinde şöyle yazılmaktadır:
“Yukarıdaki hadislerde Allah’ın ism-i âzamı olarak birden çok ismi geçmekte¬dir. Bu isimlerin başında lafza-i celal (Büyüklük-Ululuk EB) gelmektedir; sonra rahman, rahim, Mennân (çok nimet veren EB), ehad, samed, hayy, kayyûm, be-dî’u’s-semâvâti ve’lerd, zû’l-celâli (Büyüklük, Ululuk EB) ve’l-ikrâm, lâ ilahe illallah, lâ ilahe illâ ente isimleri gelmektedir.”
Ve yine Huzur Yayınevi’nce yayınlanan TAM DUA KİTABI’NIN İsm-i âzam maddesinde de şu şekilde bilgi verilmektedir:
“İsm-i âzam’ın hangi isim olduğu gizli kalmıştır. Esmâ-i Hüsnâ arasında olduğunu, bazı âyet-i kerîmelerde bulun¬duğunu söyleyenler olmuşsa da hangisinde ne olduğu bilinememiştir. Şüphesiz, bunun da bir sebebi ve hikmeti vardır. Bazı âlimlerin dediği gibi, belki de Allâhü Teâlâ her ismiyle ta’ziz edilmesini murât ettiği için böyle tecellî etmiştir.” denilmektedir.
Görüldüğü gibi ism-i âzam terimi üzerinde fikir birliği yoktur. Allah’ın bütün isimleri büyük anlamında kullanılmaktadır.
İsm-i âzam teriminin ne olduğu bilindiği takdirde bilinmediği zamanki büyülü, efsunlu, sihirli anlamı kalmaz.
Dini, ticari amaçları için kullananlar dinin anlaşılmasını istemezler. Büyülü, efsunlu, sihirli anlamı sürsün gitsin isterler. Böylece halkı kendilerine muhtaç kılarlar…
Oysa dinin amacı anlaşılmaktır. Din anlaşıldığı oranda insana yararlı olur…
Bilgi insanı güçlü kılar.
Av. Eren Bilge, 23.4.2009
X3
DİN KARDEŞLİĞİ
Abdulah İbni Ömer (r.a) ‘dan rivayet edildiğine göre, Resûlul-lah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslü¬man Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim et-mez. Din kardeşinin ihtiyacını karşı¬layanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntı¬larından birini giderir. Bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter. ” (Buharı, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 58.)
Bu hadis-i şerifte Müslümanla¬rın kardeş olduğu ve din kardeşliğinin gereği olarak, müminler arasında şefkat ve merhametin, yardımlaşma ve dostluğun her an güçlenerek ve artarak gelişip yay¬gınlaşması vurgulanmaktadır. Bu¬na göre;
“Müslüman, din kardeşliği hu¬kukuna en iyi şekilde uymalı, din kardeşine karşı hem kanunî hem ahlakî görevlerini eksiksiz yerine getirmelidir. Müslüman’ın şahsî menfaati için din kardeşini feda etmesi, onun aleyhine olacak davranışlar içine girmesi doğru değildir.
Müslümanların, birbirlerinin ihtiyacını görmesi, sıkıntılarını gi¬dermesi ve kusurlarını, ayıplarını örtmesi kardeşlik görevidir.
(DİYANET TAKVİMİ, 2 OCAK 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bir toplumun huzur içinde yaşaması açısından elbette din kardeşliğinin önemi büyüktür. Ama “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi gereğince bütün insanların Barış içinde yaşaması daha önemlidir.
Nasıl ki Allah (insanlığın uymakla yükümlü olduğu olumlu ilkeler ve kurallar bütünü, genel doğrular ve ortak değerler Allah kavramı ile simgelenir…) bütün insanlığı Rabbidir. Böyle olduğuna göre bütün insanlar genel doğrular ve ortak değerlere uymakla yükümlüdür…
Dinsel inanışa göre bütün insanlar Âdem’in soyundan olduğuna göre insanlar,inancı ne olursa olsun, birbirlerini sevmek zorundadır…
Böyle bir anlayış dinin amacı olmalı ve bütün insanlar kardeş olarak bilinmeli ve birbirlerini sevmelidir.
Mevlana, bu amaçla “Ne olursan ol, ister kâfir, ister mümin dergâhımız herkese açıktır. Ne olursan ol! Gel, başımızın üstünde yeriniz var!” demiştir.
Yunus emre,”72 milleti bir ve kardeş görmeyen bizden değildir!” demiştir.
Uygarlık ilerledikçe dinsel anlayışlar da değişmelidir. Geçmişin anlayışına çakılıp kalmak insanlığın gelişmesine engel olur.
İslam dünyası 1400 yılın öncesi siyasal ve toplumsal koşullara göre oluşan kurallara çakılıp kaldığı için çağa ayak uyduramamıştır…
Bunun sonucu olarak dünyayı savaşılacak dünya ve savaşılmayacak dünya (Darül harp-Darül İslam) olarak ikiye ayırmaktadır. Böyle bir anlayış ise insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasına engel olmaktadır.
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” ( Diyanet Kuranı. 5/51) ayetini camilerin giriş kapısına yazanlar İslamiyet’in Barış ve selamet dini olduğundan söz edemezler.
Artık insanlığın kardeşliğinden söz edilmelidir. Sulh ve selamet dini olduğunu ileri süren bir dine insanlığın kardeşliğinden söz etmek yakışır…
Av. Eren Bilge, 24.4.2009
X4
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Ecdadımız, bağımsızlık ve özgürlü¬ğünden taviz vermemiştir. 18 Mart 1915’te tek vücut hâline gelmiş bir milletin, bağımsızlığını, onurunu, vata¬nını korumak için neler yapabileceğini bütün dünyaya göstermiş ve tarihe unutulmayacak bir destan yazmıştır.
Çehreleri, renkleri, dilleri ve ırkları değişik, çeşitli milletlerden oluşan, in¬san selini andıran ordular, milletimizin üstüne yürümüş, Mehmetçiğin göğ¬süne bomba ve mermi yağdırmıştır.
Kahraman ecdadımız, silâhların tehdidine karşı iman dolu göğsünü siper etmiş, bir gül bahçesine girercesine vatan uğruna şehit olmayı şe¬ref bilmiştir. Düşmanın gülleleri, mer¬mileri, aslan neferlerimizin göğsünde sönmüş, Çanakkale Boğazı düşmana mezar olmuştur.
ŞİİR:
Mehmet Akif’in, Çanakkale şehitleri için yazdığı destansı şiirden bazı bö¬lümler şöyledir:
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor!
Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı, değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi,
Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi,
Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber.
(Semerkand takvimi. 18 Mart 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bir savaştan söz edilir de o savaşın komutanından söz edilmez mi?
Bu gün her Türk bilir ki Çanakkale Geçilmez’in komutanı Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Ne var ki Atatürk’ün adından bir sözcükle olsun, bir yerde olsun, bir kere olsun söz edilmiyor.
Bunu yalnız Semerkant Takvimi yapmıyor. Bunu TRT de yapıyor. Çanakkale hakkında film yapanlar da, kitap yazanlar da yapıyor.
Amaçları yavaş yavaş Atatürk’ün adını tarih sahnesinden silmek. Giderek adını unutturmak… Başarabilirler mi? Buna olanak var mı?..
Bir savaş ki 57. Alay komutanından en küçük rütbelisine, erine kadar tümden şehit düşüyor. Başlarındaki komutan şöyle emrediyor bu şehitlere şehit düşmeden önce: “Ben size ölmeyi emrediyorum!”
Hangi komutan bu kadar açık konuşur ve bu kadar kesin emir verir…
Bu kahramanlar tekbir getirerek, kelime-i şahadet getirerek, gözlerini kırpmadan düşmanın kurşunlarına göğüslerini siper ediyorlar. Amaç kendileri ölünceye kadar geçecek zamanda takviye amacıyla gelecek askerlere zaman kazandırmak.
Bu olay, kanlı bir savaş yanında destan yaratmaktır. Bu destanı yaratanların başında bir komutan vardır. Ne var ki bu komutanın adı lütfen, merhameten olsun anılmamaktadır.
Ne hazindir ki bunları yapanlar da kendilerini milliyetçi ve mukaddesatçı sananlardır.
Av. Eren Bilge, 25.4.2009
+
Sevgili Ustam Bilge Balta…
Pek çok Türk devlet önderleri geldi geçti dünyadan. Biri var ki, bin yıl geçmesine karşın adını bugün çocuklarımız bile biliyor. Atilla’dır onun adı. Eğer gericiler onun adını tarihten silmeyi başarabilirlerse, Atatürk’ün adını da silebilirler.
Bir ulusu küllerinden yeniden yaratabilen bir önder nasıl unutulur? Abesle iştigal onlarınki… Yırtınıp dursunlar hele.
Bugün cumhurbaşkanlarımızın adını say dediğimizde halkımız Atatürk’ün de İnönü’nün de adını sayar. Sonrakilerin pek çoğu hafızalarda yer etmemiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin başbakanlık koltuğuna pek çok başbakan oturmuştur. Kaçının adı kalıcı olmuştur?
Saygımla…
FEVZİ GÜNENÇ , 25.4.2009
X5
TAKVA
Takva; emir ve yasaklarına uya¬rak, Allah’a karşı saygılı olmak, dünya veya ahrette insana zarar ve¬recek, ilâhî azaba sebep olabilecek söz, fiil ve davranışlardan, her türlü günahtan uzak durmak demektir.
Takva, şuurdan yoksun olarak çok ibadet etmek ve bedensel şekil¬lere bürünmek değil, bütün benliği ile Allah’a yönelmek ve O’nun hoş¬lanmadığı davranışlardan uzak dur¬mak gayretidir.
İbadetlerde asıl olan şekiller de¬ğil, ilâhî rıza ve ibadet ruhudur.
Şu¬urdan yoksun olan ibadet, şekilsel olarak yerine getirilmiş sayılsa bile, Allah katında iyi değere sahip ol¬mayacaktır.
Nitekim ayet-i kerimelerde bu hususa şöyle işaret edilmiştir:
“İyi davranış takva sahibi insanın davra¬nışıdır” (Bakara, 2/189).
“Onların (Kesilen kurbanların… EB) etleri ve kanları asla Al¬lah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takva¬nız (Allah’a karşı gelmekten sakınma¬nız) ulaşır…” (Hac, 22/37)
Allah insanların kalplerine bakar ve kalplerdeki niyete göre amellere değer verir. Rasûlullah (s.a.s.), bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar” (Müslim, “Birr”, 33).
(DİYANET TAKVİMİ, 9 OCAK 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvimin bu yaprağında “Allah’a yönelmekten” söz edilmektedir. Yeri yurdu belli olmayan, şekilden yoksul, simgesel bir varlığa yönelmek nasıl olur?..
Takva sakınma anlamına gelir. Takva’dan amaç kötü olan duygu, düşünce ve eylemlerden sakınmaktır.
Artık Allah’ın bilinen ve hissedilen bir tanımımın yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde bilinmeyen bir Allah’a yönelmenin anlamı kalmaz.
Bütün dinler “Allah’a yönelmek” terimi ile insanın kötülüklerden sakınmasını emretmektedir. Bu durumda Allah’ı somutlaştırmak durumundayız.
Allah denince erdemli yaşamı, genel doğruları, ortak değerleri, olumlu ilkeler ve üstün kuralları, yüce duygu ve düşünceleri anlamalıyız.
Bu kavramların içine; haksız kazanca yönelmemek, işçinin hak ettiği ücreti vermek, başkasının kazancına göz dikmemek, vergi kaçırmamak, kazancımızı; rüşvete, komisyona, yolsuzluğa ve usulsüzlüğe dayamamak, yalan söylememek, sözümüzde durmak, ödünç aldığımızı zamanında vermek, kimseye kin duymamak, günlük ihtiyaçlarımızdan fazlasına göz dikmemek gibi genel olumlu ilke ve kuralları göz önüne getirmeliyiz.
Bütün dinlerin amacı da budur zaten. İşte bu saydığımız ilkeleri ve kuralları Allah kavramı içine almakla bir Allah’a yönelmiş oluruz.
Böyle bir anlayışla Allah yönelirsek amaç hâsıl olmuş olur. Aksi takdirde Allah’a yönelmek kavramı boşlukta kalır.
Av. Eren Bilge, 26.4.2009
X6
KUL HAKKI
İnsan yaratılışı gereği toplum¬sal bir varlıktır. Kişiye bir takım hak ve yükümlülükler ge¬tirmektedir. Bunlara riayet edil¬diği takdirde hayatta huzur, re¬fah ve mutluluk olacaktır. Öyley¬se kul ve kamu hakkına, özen gösterilmeli, herkes kendi payı¬na düşenle yetinmelidir.
Dini¬mizde kul hakkı ihlali büyük gü¬nah sayıldığı için, hakkı ihlal edilen kişinin dini, dili, ırkı, cin¬siyeti fark etmemektedir. Bu haklar İslâm’ın dokunulmazları arasında yer alır. Nitekim Kitabı¬mızda, “Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin… ” (Bakara, 2/188) buyrularak buna dikkat çekilmektedir.
O halde, ister hırsızlık, gasp, ölçü ve tartıda hile gibi maddî; isterse, gıybet, dedikodu, iftira, alay, arkadan çekiştirme gibi çir¬kin hâl ve davranışlar olsun, her biri kul hakkı ihlalidir.
Müslü¬man geçimini helâlinden kazan¬malı, aç ve açıkta kalsa dahi tüyü bitmemiş yetimin hakkını ye¬mekten uzak durmalıdır. Özel¬likle kamu hakkı dediğimiz dev¬let malına el uzatmaktan kaçın¬malıdır.
Bilerek kul hakkı ihlal edilmişse, kıyamet gününden önce o kimseyle helâlleşmelidir.
(DİYANET TAKVİMİ, 13 OCAK 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Evet, kul hakkı önemlidir. Ne pahasına olursa olsun kul hakkı yenilmemelidir.
Hele, hele kul hakkı yiyenler politikacı ise kesinkes onlara oy verilmemelidir.
Ne var ki “Kul hakkı yenmemeli!” deyen halkımızın büyük çoğunluğu kul hakkını yiyenlere oy vermektedir…
Kul hakkını yedikleri için haklarında suç dosyası bulunanların bulunduğu parti en çok oyu almıştır.
Aklı başında olan, kul hakkını yemekten korkan, halkımızın büyük çoğunluğu da bu işe şaşıp kalmıştır.
Dokunulmazlık zırhının ardına saklananların hangi partiden olduğunu söylemeye gerek duymuyorum.
Çünkü bunların kimler olduğunu benden iyi bildiğinizi biliyorum.
Yine de bunları kısaca hatırlatmakta yarar vardır.
Bir zamanlar savcılar YİMPAŞ adında bir şirketin ardından koşmuşlardır.
Yanlış hatırlamıyorsam bunların en başındakilerden biri de hapis cezası almıştır.
Derken Deniz Feneri Yolsuzluğu geldi ardından.
Bunların yöneticileri için verilen cezaların sesi geldi taa Almanya’dan.
Sonra hazinenin trilyonlarını hortumladığı için mahkûm olan Erbakan…
Bağışlandı, aynı olay nedeniyle hakkında dosyası olup da dokunulmazlık nedeniyle kendisine dokunulmayan biri tarafından.
Bir de Büyük Mecliste dokunulmazlık zırhı arkasına sığınanlar var…
Tüyü bitmedik yetimlerin hakkını yemiş bunlar.
Söylem başka, eylem başka…
Bu kul hakkı yiyenler nasıl olur da rahat yatarlar yataklarında…
Av. Eren Bilge, 27.4.2009
X7
ASIL ÖZGÜRLÜK
Âlimlerimiz, nefsinin saptırıcı istek¬lerine teslim olmuş kimseleri esir ya da köle saymışlar; bu tür nefsanî is¬teklere karşı koyup Allah’ın buyrukla¬rına uyan; yani inkâra karşı imanı, bencilliğe karşı özveriyi, cimriliğe kar¬şı cömertliği tercih edebilen insanı da gerçek anlamda özgür insan kabul et¬mişlerdir. Yüce Allah hevâsına boyun eğenleri, “hevâsını tanrılaştıran” (Furkân, 43) ola¬rak niteler
Hz. Peygamber (s.a.v), nefsiyle hesaplaşan insanı ger¬çek mücahit saymıştır. (Müsned)
İnsanın bencil istekleri; insanı, kulluktan uzaklaştırır, nefsine köle yapar. İşte insan için gerçek dalâlet, kölelik ve esaret budur. İnsanın, “dinini, ahlâkı¬nı ve insanlığını nefsanî tutkularına kurban etmesi” anlamına gelen bu esaretten kurtulabilirsek, işte ancak o zaman, gurur ve kibrimizi yenebilir, haksızlık ve adaletsizlikten korunabi¬liriz.
Bencilliğimizi yendiğimiz ölçüde insanların dertlerini ve acılarını kendi derdimiz bilir; yüreğimizi ve imkânla¬rımızı onlarla paylaşabiliriz.
(DİYANET TAKVİMİ, 27 NİSAN 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
HEVA, sözlükte “istek, meyil, heves, sevme (tutkunluk EB), düşme” gibi anlamlara gelir.
Hevâ, bir terim olarak, nefsin, akıl ve din tarafın¬dan yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi demektir.
Kur’ân’da, bayağı arzularına esir olan kişi “hevâsını tanrı edinen” diye tanıtıl-mıştır. (Bkz. Furkân, 25/43; Câsiye, 45/23)
(DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Hevâ Maddesi)
Yukarıdaki 25/43 T. Diyanet Vakfı’nın 2002 tarihli çevirisinde “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?” (25/43) denilmektedir. Aynı ifade 45/23’te de yinelenmektedir.
Allah, simgesel bir kavramdır. Kanıtı:
Enfal, 8/1: “Ganimetler Allah ve Peygamberine aittir.” Yine:
Enfal, 8/41: ”Ganimetlerin beşte biri Allah ve Resulüne aittir.”
Allah, yerin ve göğün maliki (sahibi) olduğuna göre, ganimeti neylesin?..
Burada Allah simgesel bir kavramdır. Allah’tan murat: Yoksullar ve yolda kalmışlar, yetimler ve dul kalmış yardıma muhtaç kadın ve erkeklerdir. Malul gazilerdir
Kuran’da Allah kavramının geçtiği her yerde Allah’ın hangi anlamda kullanıldığı araştırılmalıdır.
Şimdi dönelim asıl konumuza. “kötü arzularını tanrı edinen” dendiğine göre; bunun, karşıt anlamını göz önüne getirdiğimizde: Erdemi, doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği, yardımlaşmayı, aç gözlü olmamayı, kanaatkâr olmayı, kimseyi kıskanmamayı… say sayabildiğin kadar… Bütün bu olumlu ilke ve kuralları, genel doğruları, ortak değerleri, sağlıklı duygu, düşünce ve eylemleri yaşamda uygulamalıyız ki huzura ve mutluluğa erebilelim.
Hiç kimse de bize, niçin, erdemi, doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği tanrılaştırıyorsun diye kafa tutmaz. Yeter ki hevâmızı tanrılaştırmayalım…
Av. Eren Bilge, 28.4.2009
X8
SABAH AYDINLIĞI
Sabah namazının girdiği vakit Yü¬ce Allah’ın kendisine yemin ettiği bir zaman dilimidir:
“Nefes almaya, aydınlığın etrafa yayılmaya başladığı zaman sabah’a yemin ederim ki, Kur’an değerli bir el¬çinin (Cebrail’in Allah’tan) getirip oku¬duğu sözüdür.” (Tekvir, 18)
Gecenin aydınlanması, fecr-i sadı¬ğın doğuşundan güneşin doğmasına kadar olur. Gece, Yüce Allah’ın kulla¬rı için uzattığı ve genişlettiği bir çeşit gölgedir. Sonra bu gölgeyi, güneşi onun yerine yaymak suretiyle alır ve böylece kudretinin tezahürü olan ba¬zı ayetlerini gösterir. Yüce Allah, gü¬neşi, gölgeyi (yani geceyi) açan bir delil kıldığını şöyle belirtir:
“Rabbimin, gölgeyi nasıl uzattığını yani yaydığını görüyorsun ya!.. Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılar¬dı.” (Furkan, 45)
Yani geceyi devamlı yapar, gündüz hiç olmazdı.
“Sonra biz, güneşi, ona delil kıldık.” (Furkan, 45)
Yani gölgeyi güneş sayesinde gi¬derdik, açtık.
(DİYANET TAKVİMİ, 27 NİSAN 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Okuduklarıma inanamıyorum. Allah, “Sabah namazının girdiği vakit yemin edermiş!” Niçin başka zaman değil de, “Sabah namazının girdiği vakit” yemin ediyor.
Üstünde durulması gereken bir sorun daha var. Allah yemin eder mi?
Yemin insanlara özgü bir niteliktir. İnsan, kendisine inanmayanlarla karşılaştığı zaman, sözlerine inandırıcılık sağlamak için yemin eder…
Allah’a gelince sözlerine inanmayanlar karşısında niçin yemin etsin.
+
Tekvir 18’de; konuşan, birincii tekil kişi: Yani Allah!
Furkan 45’te konuşan 2. tekil kişi. 3. tekil kişilere söylüyor.
+
Gelelim gölge olayına. Bu gün ilkokul bitirmiş bir çocuk bile gölge olayının gök cisimlerinin hareketlerinden oluştuğunu bilir. Bu bir doğa yasasıdır.
Furkan 45’te İslam Peygamberi diyor ki: “Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılar¬dı.” diyor.
Ne var ki gölgenin hareketsiz kılınması, güneşin de hareketsiz alması demektir ki bu takdirde dünyanın; öyle ki, güneşin uydularının dengesi bozulur, düzeni değişir. İnsanlar ya soğuktan donar, ya da sıcak kavrulur ölür.
Gök cisimlerinin saniyelik aksaması Güneşin uydularının dengesini, düzenini değiştirir.
+
Yaratan bize bu aklı niçin vermiş. Dinler, insanlara “Niçin aklınızı kullanın!” demiş.
Bir takvim yaprağını okuyarak aklımızı kullandık; ortaya, bu kadar soru çıktı…
Biraz da okurlarım aklını kullansınlar… Bakalım işin içinden çıkabilecekler mi?
Av. Eren Bilge, 29.4.2009
X9
BİZ ONLARI SEVSEK BİLE ONLAR BİZİ SEVMEZLER
Rab’bimiz Kur’an’da şöyle buyur¬maktadır.
“Siz Allah’ın kitaplarının hepsine îman edersiniz. Hâlbuki onlar sizinle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ derler, baş başa kaldıklarında ise, size du¬ydukları kinden parmaklarını ısırırlar. Onlara ‘kinlerinizle birlikte ölün’de. Doğrusu Allah gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilir.” (Al-i İmran / 119)
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir kötülük geldiğinde ise onunla sevinirler. Fakat siz sabre¬der ve Allah’tan korkup O’nun emir ve yasaklarına uyarsanız, onların hile¬leri size hiçbir zarar vermez. Muhak¬kak ki Allah’ın ilmi onların bütün yap¬tıklarını kuşatır.” (Âl-i İmran / 120)
“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat edecek olursanız sizi gerisin ge¬riye çevirirler de hüsran içinde küfre dönersiniz. Hâlbuki sizin dostunuz Allah’tır. Ve O yardım edicilerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmran / 149-150)
“Ey iman edenleri Yahudileri ve Hıristiyanları dost (veli-İdareci) edin¬meyin! Zîrâ onlar, birbirinin dostudur¬lar. Sizden her kim onları dost ittihaz ederse, o kimse onların zümresinden ve Allah’ın sevmediği kullarından olur. Doğrusu Allah-u Teâlâ, Yahudi ve Hıristiyanlar/ dost (veli-İdareci) edinenleri hidâyete erdirmez. Çünkü on¬lar zâlimlerdir.” (Mâide / 51)
Hükmü kıyamete kadar câri olan kitabımız bizi böylece İkaz ediyor. Biz¬leri Yahudi ve Hıristiyan kâfirlere, mü¬nafıklara ve mürtetlere karşı uyarıyor. Günümüzde inanç cihetinden her metrekaresi, mayınlarla döşenmiş bir zeminde yürür gibiyiz.
Müslümanlar olarak görevimiz Al¬lah ve Resulü’nün emirlerine uymaktır.
(HİCRET TAKVİMİ 9 ARALIK 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında Dört ayet alıntılamışlar: Üçü Ali İmran suresinden biri de maide suresinden… Dördü de Hıristiyanları ve Yahudileri düşman olarak görüyor ve onlarla dostluk kurulamayacağını söylüyor.
Ülkemiz ise kırk yıldır Avrupa Birliğine girmek için çırpınıp duruyor. Şimdilerde ise AK Parti iktidarı Avrupa Birliğine girme şampiyonluğu yapıyor. Bu AK Partililer de laik olmadıklarını ve dini bütün mütedeyyin kişiler olduklarını ileri sürüyor.
Ne var ki Allahu Teâlâ, Yahudi ve Hıristiyanlar/ dost (veli-İdareci) edinenleri hidâyete erdirmez. Çünkü on¬lar zâlimlerdir.” (Mâide / 51) diyor…
Bu ayette AB’ye girme çabası gösterenler zalim olarak niteleniyor. Bilmem bu nitelemeye din adına türban mücadelesi vererek Avrupa Birliğine girmek çabası gösteren AK Partililer ne diyecek?..
Takvimi yazanlar ikaz etmeyi de unutmuyor. Son paragraflarında “Hükmü kıyamete kadar câri olan kitabımız bizi böylece ikaz ediyor.” Ve de “Müslümanlar olarak görevimiz Al¬lah ve Resulü’nün emirlerine uymaktır.” diyor.
Bir din, başka bir dine inananlara düşmanlık aşılar mı? Hele onlara “kinlerinizle birlikte ölün” diye beddua eder mi?
Eğer bu yazılanlara itibar edersek bizim Avrupa Birliğine girmememiz gerekir. Hıristiyanlara ve Yahudilere karşı ilânihaye düşmanlık etmemiz gerekir.
Böyle bir anlayış “İslam’ın Sulh ve Selamet dini!” olduğu savı ile ne oranda bağdaşır. Sağ ya da sol duyu sahiplerinin değerlendirmesine sunuyorum.
Av. Eren Bilge, 30.4.2009
X10
MÜMÎN KARDEŞİNİN AYIBINI ÖRTMEK
Atalarımız “Hatasız kul olmaz”, “beşer şaşar” demişlerdir. Bununla insanın, hata edebile¬ceği, ayıp ve kusur sayılan işleri işleyebileceği, anlatılmak istenmiştir.
Önemli olan hata işlememektir. Ancak yapılan hatadan dolayı da kimseyi ayıplamamak, ayıpları başkalarına anlatmamak ve yaymamak gerekir.
Zaten Kuran-ı Kerim;
“Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın” (Hucurat, 49/12)
“… Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız, şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır…” (Teğâbun, 64/14) ayetleri ile mümin kardeşimizin kusurunu araştırmamayı, görmezlikten gelmeyi ve affetmeyi, emir ve tavsiye etmektedir.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) i de bir hadisi şeriflerinde; “Kim bir kardeşinin ayıbını örterse; Yüce I Allah da onun dünya ve ahrette ayıplarını örter.” (Müslim, “Zikr”, 38, III/2074) buyura¬rak; ayıp örtmenin, hem dünya¬da, hem de ahrette faydası do¬kunacağını haber vermişlerdir.
(DİYANET TAKVİMİ, 18 Ocak 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Evet, hatadan dolayı da kimseyi ayıplamamak, ayıpları başkalarını anlatmamak ve yaymamak gerektiği gibi yaptığı ayıbı yapanın başına kakmamak da gerekir.
Bazı durumlarda ise görüp görmezden gelmenin daha yararlı olduğu unutulmamalıdır.
Herhangi bir kimsenin kusurunu araştırmak da doğru bir davranış değildir.
Yapılan yanlışı (hatayı) hoş görmek doğru değildir. Yapılan yanlış; yanlış işi yapana hatırlatılmalı, yaptığının yanlış olduğu onu aşağılamadan, incitmeden, kırmadan söylenmelidir.
Her ne kadar yukarıda “… Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız, şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır…” (Teğâbun, 64/14) denilmesi yanında bir de “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran, 3/104)
Bu konuda 10’a yakın ayet daha vardır. Esas olan kötülük yapılmasını engellemektir. Bu da kötülüğü yapanı uyarmakla olur. Eğer görüp görmezden gelinirse; o kişi yaptığı işin kötü bir iş olduğunun ayrımına varmaz ve aynı kötülüğü işlemeyi sürdürür.
Kötü iş yapanı uyaran kişinin önce kendisi doğru, dürüst ve kusursuz olmalıdır. Aksi takdirde uyarılan kişinin “Önce sen kendine bak!” yanıtı ile karşılaşır.
Ayrıca uyarı aşağılayıcı nitelikte olmamalıdır. Aşağılayıcı nitelikte olan uyarılarda uyardığımız kişinin nefretini kazanmış ve onun ruhsal yapısını sakatlamış olursunuz.
Uyarı konusu hassas bir konudur. Duruma göre davranmalı ve kötü davranışta bulunan kişiyi ruhsal yıkıma uğratmadan uyarmaya çalışmalıdır…
Av. Eren Bilge, 1.5.2009
X11
GÜZEL AHLAKA ULAŞMAK
Bugün herkes, insanlığın çok ağır küresel sorunlar yaşadığını, bu so¬runlar karşısında güzel ahlâka ihtiyaç olduğunu söylüyor. Ancak, bireycilik ve sözde özgürlük adına dinî ve ahlâ¬kî bağlardan sıyrılıp nefsanî tutkuları¬nı putlaştıran insan güzel ahlaka ula¬şamıyor. Çünkü insanın en önemli derdi, daha iyi beslenmek, daha iyi giyinmek, cinsel arzularını daha çok tatmin etmektir.
Âlimlerimiz ahlâkın iki temel şartını “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattık-larına şefkat” şeklinde özetlemişlerdir.
Günümüz dünyasının yoğun ola¬rak yaşadığı manevî, ahlâkî, siyasî ve benzeri sorunlarını çözmenin vazge¬çilmez şartı; “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat…”
Merhum Mehmed Akif şöyle der:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farzedin havfı Yezdan’ı (Allah korkusunu EB)
Ne irfanın kalır te’siri kafiyyen ne vicdanın.”
(SEMERKAND TAKVİMİ, 1 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Evet, güzel ahlak sahibi olmak insanın başlıca amaçlarındandır. Güzel ahlak sahip olmak insanın kendi çıkarınadır. Ancak güzel ahlak sahibi olmakla huzura, mutluluğa erer insan…
Düzenli bir işi, geliri olmayan, ailesinin ve çocuklarının gereksinimlerini karşılamayan insan açlığa, yokluğa ve yoksunluğa nereye kadar dayanır.
Bu gün ülkemizde açlık sınırı 750 liradır. Aylık 750 milyon geliri olmayan insanı ahlak ilkeleri nereye kadar bağlar?..
Yoksulluk sınırı ise 2.500 liradır. 2.5 milyar geliri olmayan bir memur, işçi nereye kadar ahlaklı olabilir.
Bütün peygamberler ve idealist düşünürler insanın içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşulları düşünmeden “Ahlaklı olun!” demişlerdir. Açlık ve yokluk sınırı içindeki insanı Allah korkusu ile ahlaklı olmaya zorlamışlardır. Ama görüldüğü gibi işe yaramamaktadır.
Yalnız Karl Marks “İnsanın dürüst olabilmesi için önce ekonomik durumunu düzeltmekle işe başlamalıdır!” demiştir.
Takviminde belirttiği gibi ”Daha iyi beslenmek, daha iyi giyinmek, cinsel arzularını daha çok tatmin etmek” isteyen insan eline fırsat geçince “Allah büyüktür, günahımı bağışlar!” diyerek çıkar elde etmektedir.
Takvimi yazanlar “ahlâkın iki temel şartını “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattık¬larına şefkat” şeklinde özetlemişlerdir; ama Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyi yasaklamışlar ve onları zalimler olarak görmüşlerdir. (Bkz. K. 5/51) Bu ayet ortada olduğu sürece İslam âlimlerinin söylediği “sulh selamet sözleri” boşlukta kalmaya mahkûmdur.
Mehmet Akif “Ahlaklı olmayı Allah korkusuna bağlamıştır.”
Allah’ı bilmeyen de Allah korkusu olmaz.
İnsanın önce Allah’ı bilmesi ve tanımlaması gerekir. Öyle ne yerdedir, ne göktedir demekle insanda Allah korkusu yaratılamaz.
Av. Eren Bilge, 2.5.2009
X12
HZ. İSA, TEVHİD DİNİ’NİN PEYGAMBERİDİR
Hz. İsa’dan ve getirdiği ilâhî dinden söz eden Kur’an ayetlerine bakıldığında, onun akidesinin tam ve kâmil manasıyla tevhit inancı olduğu görülür. O, insan¬lara Allah’ın birliği inancını tebliğ etmiştir kendisinin de Allah’ın kulu ve Resulü olduğunu söyle¬miştir. Hıristiyanlık inancındaki üç unsurlu tanrı inanışı ile hiç bir ilgi-si yoktur.
Kuran’da bu konuda şöyle buyuruyor: “Ey Ehl-i Kitap! Dini¬niz konusunda haddi aşmayın. Allah’a karşı hak olandan baş¬kasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın Peygamberi ve kelimesidir ki, onu Meryem’e bırakmıştır. O, Allah tarafından gelen bir ruhtur. Artık Allah’a ve Peygamber’e inanın da, Allah üçtür demeyin, kendi¬niz için hayırlı olması bakımın¬dan bundan vazgeçin. Allah an¬cak bir tek ilâhtır. O, herhangi bir çocuğu bulunmaktan mü-nezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Gerçek vekil şahit olarak Allah yeter.” (en-Nisa, 171);
“Gerçekten Al¬lah, Meryem oğlu İsa’dır diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: Allah, Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yeryüzünde bulunanların hepsi¬ni öldürmek istese kim O’nun herhangi bir şeyine mani olabi¬lir.” (el-Mâide, 17)
(HİCRET TAKVİMİ 14 ARALIK 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvimde İsa’nın “Allah’ın kulu ve Resulü olduğu” söylenmektedir. Ancak İncil okunduğunda görülür ki İncil ya da İsa bambaşka sözler söylemektedir.
Ne var ki bizimkiler İncil ve Tevrat tahrif edilmiştir (değiştirilmiştir) demekle Müslümanları Tevrat’tan ve İncil’den koparmışlardır. Oysa halkımız arasında bile “Dört kitabın (Tevrat, Zebur, İncil, Kuran) dördü de hak!” denir. Yani Allah’tan geldiği kabul edilir. Ayrıca Kuran da Tevrat’ı ve İncil’i; hem doğrular hem de onaylar ve şöyle der:
“Kendisinden önceki Kitapları tasdik eden Hak Kitap’ı sana indirdi. Önceden insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve İncil’i de indirmişti. O, doğruyu yanlıştan ayıran Kitap’ı indirdi. Doğrusu Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah güçlüdür, mazlumların öcünü alır.” (K. Aliimran. 3/3)
“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kuran’ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı. İçlerinde orta yolu tutan bir zümre vardı, çoğunun işledikleri ise kötü idi.” (K. Maide. 5/66)
“Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz” de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kuran, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Öyleyse kafirler için tasalanma.” (K. Maide. 5/68)
Eğer Müslümanların Tevrat ve İncil’i okumaları, tahrif edilmiştir diye, önlenmemiş olsaydı bu gün İslam dünyası uygarlık bakımından çok daha ileri olurdu.
Şimdi gelelim İsa hakkındaki görüşlerimize. Bir kere İsa kendisini Tanrı’nın çocuğu olarak kabul eder. “Beni anlayıp kabul edenler de Tanrı’nın çocuğu olabilir” der.
Okuyalım: “İsa, kendisini kabul edenlere Tanrı’nın çocukları olma yetkisi verdi.” (İncil. Yuh. 1/12)
Bu demektir ki: Yaşamını doğruluk, dürüstlük, erdem, barış, kardeşlik ve sevgi üzerine kuran her insan “Tanrının Çocuğu” sayılır
İsa bir de kendisini Tanrı olarak kabul eder. Okuyalım:
“Öğrencisi Filupus İsa’ya: “Ya Rab, Baba’yı bize göster. Bu bize yeter!” diyor. İsa da: “Ey Filipus, bunca zaman sizinle birlikte bulundum da beni tanımadın mı?” diye yanıtladı. “Beni görmüş olan Baba’yı görmüştür. Sen nasıl, bize Baba’yı göster, diyorsun. Ben Baba’dayım, Baba da bende. Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum. Bende kalıcı olan Baba kendi işlerini yapmaktadır. (İncil. Yuh. 14/8)
İsa, Allah’a Baba diye hitap eder ve “Ben Babadayım Baba da bende!” der. Okuyalım:
“Ey Baba, sen bendesin ben de sendeyim! (İncil. Yuh. 17/21”
Gerçekler başka, söylenenler başka… İslam allameleri gerçeklerden çok uzakta…
Av. Eren Bilge, 3.5.2009
X13
ŞEYTAN’IN KARDEŞLERİ
(Şeytanın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşleri¬ni bırakmazlar. (Araf Suresi, 202)
Şeytan o kişinin bilinçaltına girer ve onun bedenindeki her noktaya hükmeder. Örneğin hak olan bir düşünceyi engeller (Doğru olan ve yapılması gereken düşünce veya eylemi… EB). Artık şeytan il¬hamına aralıksız devam edebile¬cek güçtedir.
Şeytanın ruhlarını ele geçirip be¬denlerine hâkim olduğu bu insan¬lar Allah’ın yolundan, hayırlı işler¬den insanları alıkoymak için şeytanlar aynı metotları kullanırlar. Tıpkı şeytan gibi Hakk’ın akıllardaki etki¬sini yok etmek, insanların vicdanlı davranmalarını sağlayan her türlü şeyi onlara unutturmak gibi bin bir türlü tuzak kurarak şeytanın dinini yayarlar. Bu noktada artık şeytan ve onun etkisi altındakiler gibi bir kavram da kalkmıştır. Çünkü söz ko¬nusu kimselerin kendileri birer şey¬tan olmuştur. Adeta beden bulmuş şeytanlar söz konusudur.
Müminler Kuran’ın birçok ayetin¬de şeytanın dostlarına karşı uyarıl¬mışlardır.
(HİCRET TAKVİMİ 16 ARALIK 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Tanrı gibi Şeytan da simgesel bir kavramdır. İnsanın olmadığı yerde ne Tanrı vardır ne de Şeytan vardır. Tanrı da, Şeytan da, Cennet de, Cehennem de insanın olduğu yerde vardır.
İnsanın olmadığı yerde, ancak Yaradan (Evren) vardır…
Şeytan, insanın çıkarını elde etmek için ahlakı, erdemi, yasayı göz ardı eden duygu ve isteğidir.
Din ilminde Şeytan’ın bir adı da aldatıcıdır. İnsanı aldatarak kötü olanı yapmaya zorlar. Türlü gerekçeler ileri sürer. “Tam sıradır.” der. “Bu fırsat bir daha ele geçmez. Kimse duymaz, kimse görmez ve köşeyi dönersin!” diyerek her türlü ahlaka, erdeme ya da kanuna aykırı işleri yapmaya zorlar.
Ruhuna Şeytan’ın hâkim olduğu kişi kimseyi beğenmez. Karşısındaki insanı daima aşağılar, onda kusur arar ve onun kusurlarını yüzüne vurarak onu sindirmeye çalışır.
Bu nedenle derim ki kim sizi suçlarsa; bilin ki, o suçludur ve yine kim sizi aşağılarsa; bilin ki, o aşağılıktır.
İnsandaki bu kötü nitelikler Şeytan’a tutsak olan kişilerde görülür.
Kötü nitelikleri kabullenmeyen, yaşamını ahlak, erdem ve yasallık üzerine kuran kişi de Tanrı yolunda sayılır. İsa yaşamını ahlak, erdem ve yasallık üzerine kuran kişileri “Tanrı’nın Çocuğu” olarak niteler. (İncil. Yuh. 1/12)
İnsan yaşamında iyi kötü ikilemi arasında kalır. Bu durumda gerçek din anlayışı; kötü olanı yapmaya değil; iyi olanı yapmaya çağırır ve bu olgu Tevrat ve Kuran’da şöyle dile getirilir:
“Rabbi bulunabilirken arayın; yakınken onu çağırın; kötü kişi kendi yolunu ve fesatçı kendi düşüncesini bıraksın.” (Tevrat. İşaya. 55/6-7)
“Ey iman edenler Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda çaba gösterin ki kurtuluşa eresiniz.” (K. Maide. 5/35)
Ve al bir ayet daha:
“Öyleyse, Allah’a kaçın!” (K. Zariyat. 51/50)
Av. Eren Bilge, 4.5.2009
X
KATILIMDA BULUNANLAR:
Thomas Cosmades’ten:
Çok sevgili Hayri Balta,
Diyanet İşleri Takvimini eleştirmen çok ilginç ve cesaretlendirici. Dileğim pek çok Türk’ün bundan yararlanması…
Takva yazısına ilişkin, uygun görürsen benden şu ayeti okuyucularına anımsatabilirsin: Yakup’un mektubu 5:16 “Bu nedenle, birbirinize günahlarınızı açıkça söyleyin ve birbiriniz için dua edin ki iyi olasınız. Doğru kişinin dileği çok güçlü etkiyle iş görür.”
3.5.2009 Tarihli yazın çok kesin ve bireyleri derin dalaletten uyandırmaya çok çok etkin.
Bilmiyorum daha önce sana Teslis Tevhit yazımı göndermiş miydim? Aydınlatıcı olabilir.
Ahlak konusunu eleştirmen de çok aydınlatıcı. Ben bu sözü hiç kullanmıyorum; yerine sağtöre ya da aktöre’yi kullanıyorum.
Hiç unutmam; İlhan Selçuk bir zamanlar şöyle yazmıştı: “Bizde ahlak iki bacak arasında bir mevhumdur.” Doğru değil mi?
Güç ve başarı dileklerimle,
Thomas Cosmades, 4.5.2009
X14
İLAHİ İMTİHAN
Dünya hayatı bir imtihandır. Bu hayatta bedenimiz, malımız ve evlatlarımızla imtihan edileceğiz. Bunun bilincinde olan Müslüman, hayatın türlü zorluklarına; sabır, tevekkül ve teslimiyet göstererek karşı koyar.
Nimetler ve külfetler, sağlık ve hastalık hepsi dünya imtihanın bir parçası olarak insanın başına gelebilir. Hayatın güzellikleri ka¬dar zorlukları ve sıkıntıları da var¬dır. Ayrıca başa gelen bütün sıkın¬tılar da bir ceza değil, ilâhî imti¬hanın bu dünyadaki bazı yansıma¬larıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla bir de canlar ve ürünlerden eksilterek dene¬riz. Sabredenlere müjdele. Onlar; baş¬larına bir musibet gelince, “Biz şüp¬hesiz (her şeyimizle) Allah ‘a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. İşte Rableri katından rahmet ve merha¬met onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır. ” (Bakara, 2/155-157).
Karşılaşılan sıkıntılara sabır göstermek, ilâhî imtihanı kazanmaya vesile olduğu gibi günahları da döker. Peygamberimiz müminin ayağına batan bir dikenin bile günahlarının bağışlanmasına vesile olabileceğini (Müslim, “Birr”, 52) haber vermektedir.
(DİYANET TAKVİMİ, 18 Ocak 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Her dönemin kendine göre kuralları vardır. Her dönem kendi sorunlarına karşı çözüm bulmuştur.
Tıp ilminin gelişmediği zamanda hastalıklar karşısında sabırlı olmak, tevekkül göstermek bir çözüm yolu olabilir. Ancak günümüzde tıp ilmi gelişmiştir.
Bir rahatsızlık anında bunu bir türlü sınav kabul ederek sabırla karşılaşırsak hastalığın ilerlemesine neden olmuş oluruz. Bir de bakmışsınız ki iş işten geçmiştir.
“Ayağa batan bir dikene” zamanında müdahale edilmezse; iltihaplanabilir, giderek yaraya dönüşebilir ve daha da gevşek davranılırsa kangrene dönüşebilir.
Demek istediğim: Vücuttaki bir rahatsızlık anında hemen doktora gitmek sağlık için zorunluluktur. Böyle bir durumda sabırlı olup sonucu beklemek tedavisi güç hastalıklara yol açabilir. Bunun örneklerini de her gün gazetelerde okuyoruz. Halkımızın güzel bir sözü vardır: “Derdini söylemeyen derman bulamaz!”
Yine herhangi bir sıkıntı ile karşılaştığımız zaman hemen bunun da giderilmesinin yolunu aramakla yükümlüyüz. Allah’ın sevgisini kazanacağım diye sıkıntılara göğüs germeye çalışırsak bir de bakmışız ki kalp krizinden gitmişiz. Sıkıntılara göğüs germek depresyon ve panik atak gibi hastalıkların tetikleyicisi olabilir.
Tanrı ilmine vakıf olursak insanın sınava tabi olması gibi bir durum da yoktur. Bizi yaratan, yazgımızı belirleyen; bizim ne mal olduğumuzu bilmiyor mu ki bizi sınava tabi tutsun.
Av. Av. Eren Bilge,5.4.1009
X15
RIZIK
“Yenilen, içilen ve faydalanılan şey” anlamına gelen rızk, terim olarak Allah Teâlâ’nın canlılara yiyip, içerek yaşaması için lütfetti¬ği nimetlerdir. Kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatım sürdür¬mesi, ailesinin nafakasını temin etmesi maksadıyla meşru yoldan çalışıp kazanması ve emek harca¬ması rızk olarak nitelendirilmiş¬tir.
Dinimiz rızkı meşru yoldan ka¬zanmayı ibadet ve değerli bir dav¬ranış saymıştır. Rızkı veren ancak Allah’tır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Ke¬rim’de “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üze¬rinedir…” (Hûd, 11/6) buyurarak, tüm canlıların rızkını kendi¬sinin verdiğini bildirmiştir.
Mümin meşru yoldan mızıklanırken çalıştığı ortama, çevresini sı¬kıntı verecek, rencide edecek dav¬ranışlardan kaçınmalı; aynı za¬manda kazandıklarından ihtiyaç fazlasını muhtaç kimselere vere¬rek manevî rızk (ahrete azık) hazırlamaya çalışmalıdır.
Sağlıklı fertlerden oluşan sağlık¬lı bir toplum oluşturmak isteyen İslâm, helâl kazanca büyük önem vermiş ve her türlü haram rızk yolunu yasaklamıştır. Mümin ha¬yatın her aşamasında Allah’ın rı¬zasını gözeterek dinin meşru ka¬bul ettiği bir hayatı yaşamalıdır.
(DİYANET TAKVİMİ, 28 Ocak 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında dile getirilen konu halkımız arasında “Allah rızka kefildir!” diye dile getirilir.
Bu sözü ilk duyduğumdan beri aklımı kurcalardı. Sözün doğruluğunu araştırırdım hep.
Küçükken mahallemizdeki yoksul ailelerinin çocuklarını görürdüm; varlıklı ailenin çocuklarını görürdüm. Allah tarafından rızkın eşit dağıtılmadığını anlardım.
Sonra büyüdüm, gazeteleri, dergileri okumaya başladım. Dünyanın çeşitli bölgelerinin açlıktan kırıldığı öğrendim. Gelişmiş ülke zenginlerinin ekmek yerine pasta yediklerini gördüm. Bir yanda yemek için kuru ekmek bulamayanlar; diğer yanda ekmek yerine pasta yiyenler.
Günümüzde Afrika’nın, Asya’nın çeşitli bölgelerinde her gün binlerce kişinin açlıktan kırıldığını okumaktayım. Bir deri bir kemik kalmış bu açları televizyonda görmekteyim.
Hele şu açlık görüntüsünü hiç unutamam: Açlıktan ölmek üzere olan bir Afrikalı çocuğun başında bekleyen Akbaba görüntüsü düşlerime girer… Bu görüntü üzerine “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üze¬rinedir…” (Hûd, 11/6) ayeti üzerine düşünmekten kendimi alamam.
Şimdi biz, gözümüzün önündeki gerçeklere mi inanalım, yoksa Diyanet Takviminin yazdıklarına mı inanalım.
Din bize aklınızı kullanın demiyor mu? “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir.!” (K. Yunus. 10/100) demiyor mu?
Yani şimdi biz aklımızı kullanmadan körü körüne, düşünmeden, inanalım mı?
Av. Eren Bilge, 5.4.2009
X16
AHLÂK
İnsanlığın evrensel boyutlarından biri de ahlâktır.
Hiçbir ülke hırsızlıkla, iç-talan ve soygunla, rüşvetle, haram yemekle, rantçılıkla, hortumculukla ilerlemez, yükselmez, ayakta, durmaz, sağlıklı olmaz,
Hiçbir ülke yalanla, dolanla, al¬datmayla pâyidar olmaz,
Hiçbir ülke evrensel ahlâk ve fazi¬let kurallarını çiğneyerek sağlıklı, dengeli, kalıcı bir yapıya sahip ola¬maz.
İnançlı insanlar:
– Yalan söylemeyeceklerdir.
– Emanete hıyanet etmeyecekler¬dir.
– Birbirlerini ayartmayacaklardır,
– Haram ve gayr-i meşru gelirler elde etmeyecekler, bunları yeme¬yeceklerdir.
Bunları yaparlarsa başlarına bir sürü belâ, musibet, felaket gelir, pe¬rişan olurlar.
Bir toplumun sağlıklı, dengeli oldu¬ğu; onun sahip olduğu otomobiller¬le, asfalt yollarla, cep telefonlarıyla, servetle, lüks ve konforla ölçülemez. Bunlar değer değildir, ölçü değildir.
Müslüman kimlikli bir ülke ve top¬lum ile gayr-i müslim bir ülke ve top¬lum arasında farklılık vardır. Müslü¬manları batıran bazı eksiklikler gayr-i müslimleri batırmayabilir.
Müslümanların birtakımı ahidleri, misakları, biadları, verilmiş sözleri bu-lunmaktadır. Bunlara ihanet ederler¬se ayakta duramazlar.
(HİCRET TAKVİMİ 21 ARALIK 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Hiçbir toplum, ya da birey “Ahlaklı ol!” demekle ahlaklı olmaz. Bu, “süte yoğurt ol” demek gibi bir iş. Hiç süt’e yoğurt ol demekle yoğurt olur mu? Sütün kaynaması gerek ve de bir yoğurtla mayalanması gerek ki süt, yoğurda dönüşebile…
Kişinin ahlaklı olabilmesi için içinde bulunduğu toplumun ahlaklı olması gerek; bu bir. İkincisi kişinin ekonomik durumunun da iyi olması gerek. Bu da yetmez bir de kişinin gerekli kültürü, eğitimi ve öğretimi alması gerek.
Yaşadığımız toplumun birçok ahlaksızlığı her gün gazetelerden, televizyonlardan yansıyor. İhaleye fesat karıştırmalar, çek, senet yolsuzluğu, arazisini usulsüz olarak, arsa yaptırarak rant geliri elde etmesi, ırza tecavüz, cinayet, gasp, komisyon, rüşvet gırla…
İnsanlar aldığını veremez olmuş, sözünde duramaz olmuş, en küçük bir anlaşmazlıkta silahına sarılır olmuş.
Gazetelerde, televizyonlarda, radyoda, her gün, ahlak, din iman üstüne söyleşiler yapılıyor. Ne var ki bir adım ilerleme görülmüyor. Çünkü toplumun yapısı bozulmuş. Milletvekillerimizden 75’inin dosyası var. Dokunulmazlıkları nedeniyle kendilerine dokunulamıyor. Bu da olağan görülüyor.
Bu bozukluk memurlara ve işçilere verilen ücretlerde sırıtıyor. Esnafın gelirinde görünüyor. Aylık geliri 750 lira olmayan on milyondan fazla aile var. Yine aylık geliri 2 milyarı bulmayan 40 milyon kişi yaşamakta bu toplumda. Bu açlık ve yoksulluk sınırı içinde yaşayan insanlara “Ahlaklı ol!” demekle ahlaklı olunmaz ki…
Sen istediğin kadar “Ahlaklı ol!” deyiver. Boşuna… Önce insanların gelir durumunu artıracaksın; sonra da onların eğitim ve öğretimlerini eksiksiz vereceksin. Aksi takdirde “Süte yoğurt ol!” demekten öteye gidemezsin. Süte yoğurt ol demekle süt yoğurt olmaz…
Av. Eren Bilge, 8.5.2009
X17
KIYAMET NE ZAMAN KOPACAK?
Kıyametin ne zaman kopacağı¬nı Allah’tan başka kimse bilemez. Cenab-ı Hak, peygamberler, veli¬ler, melekler dahil hiçbir yarattığı¬na kıyametin ne zaman kopacağını bildirmemiştir.
Bu- hususu Kur’an-ı Kerim şöyle açıklamaktadır. “Rasulum! Senden Kıyametin ne vakit olacağını soru¬yorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Rabbimin yanındadır.” (Araf: 187)
Kıyametin bir takım alametleri vardır.
Küçük alâmetler:
Kıyamet gününün yaklaşmakta olduğunu haber veren belirtilerdir.
1. Dünyada iktisadi durgunluklar, sıkıntılar ve kıtlıklar artacaktır.
2. Faiz yiyenler çoğalacak, helal ile haram karışacak.
3. Fitne ve şer ehli, hak ehline galebe çalacak.
4. Günahlar açıkça işlenmeye başlanacak, fuhuş salgın hale ge¬lecek.
5. Zenginlere sırf zenginliğinden dolayı itibar edilecek, namus ye insaf erbabı aciz kalacak, iftira ar¬tacak, şerefli insanlar hırpalana¬cak.
6. Namaz bir yük ve külfet sayı¬lacak.
7. Kadınların saltanat devri baş¬layacak.
8. Emanetlere ihanet edilecek.
9. Kur’ân okuyanlar, mal mülk ve servet toplama heveslisi olacak.
(HİCRET TAKVİMİ, 15 AĞUSTOS 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Dinlerin bir özelliği de korkutmaktır. Öyle ki bu konuda ayetler de vardır. İşte bunlardan biri: “Size, (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar.” (K. Mülk.67/8)
Ayrıca bütün dinler insanları günahkâr olmakla suçlayarak da sindirmeye çalışır. Onlara göre bütün insanların sayısız günahları vardır. Her fırsatta “şöyle yaparsan bin günahın bağışlanır; şöyle yaparsan bütün günahların bağışlanır…” gibi.
Bu nedenle: “İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı.” (K. Enbiya. 21/1) diyerek insanları hep korkuturlar.
Suçlanmakla, korkutmakla insanları yola getireceklerini sanırlar. Ne yaparlarsa yapsınlar insanlar kendi bildiğini okur. Çıkarı söz konusu olunca gözüne ne Cennet ne de Cehennem gözükür. Aklı başında, sağduyu sahibi erdemli insanlar başka…
Yukarıda sayılan kıyamet alametleri her toplumda genel ve geçerli belirtilerdir. Belirtilen 9 belirti hemen hemen her devirde görülür. Örnek olarak bizim toplumu ele alırsak şu an 82 yaşındayım. 17 yaşını bir yana bırak 65 yıldır olayların tanığıyım ve bizim toplumda yukarıda sayılan belirtiler her iktidar döneminde görülmüştür.
Bırakalım insanları kendi haline. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu yaşayıp öğrensinler.
İnsanlara korkutmayalım; suçlamayalım… Onlara, yaşamı sevdirmeye çalışalım, yaşam sevincini tattıralım. Zaten yanlış iş yapan toplum tarafından eninde sonunda cezalandırılır. Hepsinden önemlisi yanlış yapanı vicdanı rahatsız eder…
Av. Eren Bilge, 10.5.2009
X18
İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ
Allâhu Teâlâ, kâinattaki her şeyi ilahi bir gaye ve belli bir ölçüye gö¬re yaratmıştır. Bütün varlıklar bize Rabbimizi tanıtmakta ve yaratılan her şey O’nu anarak tespih etmek¬tedir. Kur’an-ı Kerim’de: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tespih eder. O’nu övgü ile tespih etme¬yen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, on¬ların tespihini anlamazsınız…” (İsrâ, 17/44) buyrulmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle en güzel surette yaratılan ve bütün ya¬ratılmışların kendisine hizmet et¬mek için yarıştığı insan da, bu ka¬dar nimeti veren Yüce Yaratıcıyı çokça anmalı ve sorumluluklarını yerine getirmelidir.
Allâhu Teâlâ, “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) buyurarak, insanın başıboş davranamayacağını haber vermek¬tedir.
Yüce Rabbimiz; “Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O azizdir, gafurdur” (Mülk, 67/2) buyurarak bütün insanlığın hayat boyunca bir imtihandan geçtiğini haber vermektedir.
O halde bizler de ömrümüzü, he¬sabını verebileceğimiz davranışlar¬la tüketmeye, hayatımızı Allah’ın rı¬zasına uygun şekilde sürdürmeye gayret gösterelim.
(DİYANET TAKVİMİ, 29 Ocak 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Değil mi ki biz insanlar “yaşam boyunca bir sınavdan geçmek için yaratılmışız.”; öyleyse, daha sınava girmeden bu ölmeler, ölümler ne oluyor?
Bir deprem oluyor, bir doğal afet oluyor binlerce, yüz binlerce Müslim ve gayr-i Müslim bir arada ve bir anda, çoluk çocuk demeden, yerin ya da suyun altında, daha sınav yüzü görmeden kaybolup gidiyor.
Şu Mardin Bilge köyü katliamını ele alalım. Bu katliamda öldürülen çocuklar yanında karınlarındaki bebekleri ile öldürülen üç hamile kadın da var.
“Değil mi ki insanlar sınava tabi tutulmak için yaratılıyor…” daha sınavı kapısına ayak atmamış bu bebeklerin öldürülmesine niçin rıza gösteriliyor.
Niçin “Durun, ben onları sınav için yaratıyorum. Sınava girmeden öldüremezsiniz!” denmiyor da namaz kılan çocuklar, hamile kadınlar, gençler yanında namaz kılan ve kıldıran imamın da ölümüne seyirci kalınıyor…
Hani “Allah’ın verdiği canı Allah alırdı?” Bu namaz kılanların ve namaz kıldıran imamla birlikte çocukların ve ceninlerin canının alınmasına niçin seyirci kalınıyor?
Doğal ve sosyal olaylar dini söylemlerin hepsini yalanlıyor. Binlerce yıl önceki toplumun kültürüne göre oluşan dinler günümüz sorunlarına ve sorularına yanıt bulamıyor.
İnsanlar doğa olayları ile toplumsal olaylarla ilahî olayların ayrımına varmadığı sürece bu çelişkiler sürüp gidecek.
Yapılacak iş; doğa olaylarıyla, sosyal olayları ve ilahî olayları ayırmaktır. Doğa olayları doğa yasalarına göre, toplumsal olaylar da toplumsal yasalara göre oluşur.
İlahi olaylar ile doğa ve toplumsal olaylar birbirine karıştırılmamalıdır.
Av. Eren Bilge,11.5.2009
X19
KUR’AN OKURKEN
Bir kul, Kur’an okurken şunları dü¬şünmelidir:
Önce kelamını dinlediği Rabbinin huzurunda kalbini toplayıp can kulağı ile dinlemelidir. O’nun kelamının sırla¬rını anlamaya yönelmelidir.
Kendisine nazar eden Rabbinin sıfatlarının tecel¬lilerini kalbiyle müşahede etmeye ça¬lışmalıdır. Bu arada kendi aklî düşün¬celerini ve daha önce elde ettiği bilgi¬leri bir kenara bırakmalıdır.
Kendisiyle konuştuğu Rabbinin huzurunda boy¬nunu büküp tevazu içinde olmalıdır. Hâlini ıslah etmeli, ahlakını düzeltmeli, kalbini selim hâle getirmeli, sağlam bir ilme ve istikamet hâline yapışmalı ve ancak bu şekilde Kur’an’ın hakikatini anlayabileceğini bilmelidir.
“Gerçek akıllı, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını hakkıyla anlayan kim¬sedir.” (Hadis-i Şerif)
(SEMERKAND TAKVİMİ, 11 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Öncelikle Kuran’ı anlama konusu çözümlenmelidir. “O’nun kelamının sırla¬rını anlamaya yönelmelidir.” denildiğine göre Türk çocuğu anlamını bilmediği Arapça Kuran’ı dinlemekle ne anlayabilir?
Türkçe çevirilerden okunması da önerilmiyor? Türkçe çeviriler için “mealdir, anlamı tam yansıtmaz!” deniyor. Gerçekten de Türkçe çeviriler birbirini tutmuyor. Nisa süresi 4/34’ten örnek verirsek: Kimi; “Dik başlılık eden karınızı dövebilirsiniz!” diye Türkçeye çeviriyor. Kimi “Hafifçe dövebilirsiniz!” diyor. Kimi de “Evden uzaklaştırabilirsiniz!” diyor.
Anlayacağınız Türkçe çevirilerin hiçbiri birbirini tutmuyor. Bunun yanında hiçbirinin aklına “Yahu Allah karınızı dövün der mi?” demek gelmiyor… İnsan karısını döver mi?
Yine “Rabbinin sıfatlarının tecel¬lilerini kalbiyle müşahede etmeye ça-lışmalıdır.” dendiğine göre; insan Görmediği bir varlığın tecellilerini kalbiyle nasıl müşahede edecek?
İsmi var cismi yok. Mekândan ve zamandan münezzeh; her yerde hazır ve nazırdır. İnsan böyle bir varlığı kalbiyle nasıl müşahede edebilir…
Allah simgesel bir anlatımdır. Önce bu bilinmelidir. Bir örnekle savımızı kanıtlayalım:
“Sana, ganimetlere dair soru sorarlar, de ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberindir.” (K. Enfal, 8/1)
Yine aynı sürenin bir başka ayetinde de şöyle denir:
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.” (K. Enfal, 8/41)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ın” (K. Fetih. 48/14) olduğuna göre Allah ganimeti neylesin? Burada Allah’tan maksat; ayetin de açıklama getirdiği gibi “yetimler, yoksullar ve yolculardır “ Demek ki Allah kavramı burada simgesel olarak kullanılıyor.
Şeytan nasıl kötülüğün simgesi ise Allah da iyiliğin simgesidir. İnsan; doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği, güzelliği, erdemi, yardımlaşmayı, paylaşmayı, gönül kırmamayı, kimse hakkında kötü konuşmamayı ilke edindiği takdirde Allah’a ulaşmış sayılır.
Bu nedenle Şeyh Ebu Sait şöyle demektedir: “Onu kullukta arayan bulamaz; O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (Ebu Sait. Tevhid’in Sırları. s. 294)
Bu konuda İncil’de de şöyle bir ayet vardır:
“İmdi Allah’a tabi olun; fakat İblis’e karşı durun ve sizden kaçacaktır. Allah’a yaklaşın ve size yaklaşacaktır. Ey günahkârlar, ellerinizi temizleyin ve ey iyi fikirliler, yüreklerinizi saf kılın.” (İncil. Yakub, 4/7-8)
Soyut söylemlerle Tanrı bilgisi ve din duygusu verilemez. Artık somut anlatımlar gereklidir…
Din ilminin özü, özeti budur. İster iyiliğe, erdeme (Rahman’a) yönelin; ister kötülüğe, şerre (Şeytan’a) yönelin. Takdir sizindir.
İşte sağlam ilim ve istikamet budur…
Av. Eren Bilge,13.5.2009
X20
AYETLERİ DEĞİŞTİRENLER
Kul istikamet üzere bulunup, Kur’an-ı Kerim’i tilavet ederse, Cenab-ı Hak ona rahmetiyle nazar kılar, ama başka şeyleri ona karıştırırsa (hele dünyalığı karıştırırsa) kendisine şöyle nida eder: “Benim kelamımla senin ne ilgin var? Sen, benden yüz çevirmişsin; eğer töv¬be etmezsen kelamımı da bırak!”
İsrail Oğullarıyla ilgili olarak şu nak¬ledilir.
Onlar hakkında Yüce Allah şöyle ha¬ber verir:
“Onların ardından hayırsız bir nesil geldi. Bunlar kitaba (Tevrat’a) varis ol-dular. Fakat ayetlerin hükmünü ve met¬nini değiştirme karşılığında şu değersiz dünya malını aldılar, nasıl olsa bağışla¬nacağız diyerek hareket ettiler. Hâlbuki onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse, onu da alırlar. Peki, Kitap’ta, Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı? Ve onlar, kitaptakini okumamışlar mıydı? Ahret yurdu, is-yandan sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?” (A’raf, 169)
(SEMERKAND TAKVİMİ, 13 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Cenab-ı Hak Kuran okunurken dünyalığı karıştırana, şöyle nida edermiş: “Benim kelamımla senin ne ilgin var? Sen, benden yüz çevirmişsin; eğer töv¬be etmezsen kelamımı da bırak!”
Bu kanaatte olan kişi Allah adına konuşma yetkisini nereden alıyor. Önce bu konuyu araştırmak gerek… Çünkü önüne gelen herkes Allah adına konuşma yetkisini kendisinde bulursa bu işin sonu nereye varır?
Geçim zorluğu içinde olan herkes her zaman her koşulda ekmek parasını düşünür. Bu durumda olan kişiye “Çekil git, sen Kuran’ı dinlemeye lâyık değilsin!” denebilir mi? Her koşulda geçim kaygısı içinde olan Müslüman kişiyi suçlamak doğru olur mu?
Yine takvim yaprağında tahrifat konusuna değiniliyor. Buradaki olay genel değil; özeldir. İslam Peygamberi Yahudi şeriatına karşı hile yapan birine sesleniyor. İslam dünyasında da şeriata karşı hile yapanlar yok mu?
Ancak bizim allamelerimiz bu ayeti genel anlamda anlıyorlar ve bütün Tevrat’ı ve İncil’i değiştirilmiş olarak kabul ediyorlar. Böylece müminleri Tevrat’ı ve İncil’i okumaktan alıkoyuyorlar.
Genel olarak algılayıp Tevrat ve İncil’in tümüyle değiştirildiğini kabul etmek akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü İslamiyet, Tevrat’tan 2630 yıl önce, İncil’den 630 yıl sonra gelmiştir. Bu uzun yıllar boyunca Tevrat ve İncil en az binlerce nüsha yazılıp binlerce yerlere dağıtılmıştır. Bunların hangisini toplayıp da değiştireceksin. Buna olanak var mı?
Sonra İslam dünyası Tevrat ve İncil hak kitap olarak; yani Allah’ın sözü olarak kabul ettiğine göre; Allah kendi sözünün değiştirilmesine rıza gösterir mi?
Bu satırları düşünme alışkanlığı olanlar için bir düşünce jimnastiği olmak üzere yazdım. Bakalım düşünenler bu konuda ne diyecekler?
Av. Eren Bilge,15.5.2009
X21
SEVGİ DOLU OLMAK
Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde bütün Müslümanların kardeş olduğu vurgulanarak, birbirlerini sevmeleri em¬redilmiştir:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öy¬leyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 10)
Yüreği sevgi dolu Peygamberimiz (s.a.v) de:
“İman etmedikçe cennete giremez¬siniz. Birbirinizi sevmedikçe de kâmil mü’min olamazsınız.” (Hadis-i Şerif)
“Müminler, birbirlerini sevmede, birbir¬lerine yakınlıkta, şefkat gösterip birbir¬lerini koruyup kollamada bir vücut gibi¬dirler. Vücudun herhangi bir yerinde bir rahatsızlık olduğunda; bunu, vücudun tüm uzuvları hisseder.” (Hadis-i Şerif)
İslam Dini’nin bu güzel öğütlerinden aldıkları ilham ile “Yaratılanı severiz ya-ratandan ötürü” diyen Yunus Emreler, “Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir, ne olursan ol yine gel” diyen Mevlânalar hep sevmeye ve sevgiye çağırmışlardır.
(SEMERKAND TAKVİMİ, 14 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Allah için Rabbil âlemin denmez mi? Elbette Allah herkesin, bütün insanlığın Allah’ıdır. Bütün insanlar Yaratan (Evren) tarafından yaratılmıştır. Yaratan Mümin Kâfir ayrımı yapmaz. Bütün insanlık Yaratan’ın (Doğanın) yasasına tabidir. Güneş hepsinin üzerine aynı eşitlikte doğar; oksijen canlılara ihtiyacı oranında verilir.
Anadolu’da gelişen İslam “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” demiştir.
Yine Anadolu’da yetişen ermişlerden Mevlana’da “ne olursan ol yine gel” diyerek bütün inançlara kucak açmıştır.
Ne var ki “ancak müminler kardeş” önermesi bu düşüncelere aykırıdır. İnsanlık bir bütündür. İnsanın mümin ya da gayr-i müslim olarak doğması bir rastlantıdan başka bir olgu değildir.
Bu takvim yaprağını yazanın da gayr-i Müslim olarak doğması pekala mümkündü. O zaman da Yahudi veya Hıristiyanlar birbirini sevmeli mi diyecekti. Eğer öyle bir anadan babadan dünyaya gelmiş olsa idi. Muhakkak Müslüman olanları dindışı olarak görecekti.
İslam dünyası, bütün insanlığa kucak açmadıkça insanlık sevgisine ulaşamaz. Şu ayet Müslümanların önündeki en büyük engellerden biridir ayet. Okuyalım:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” ( Diyanet Kuranı. Maide, 5/51)
Bu ayet Bursa’da bir camisinin kapısına yazıldığı için geçmişte tartışma konusu yapılmıştı. Girişte yazılan bu ayet camiyi ziyarete gelen turistlerde İslam hakkında yanlış izlenimler veriliyor diye tartışmalara neden olmuştu.
Değil mi ki İslam “sulh ve selamet dini” olarak insanlığa yansıtılıyor. İnsanlar arasında ayrılığa neden olan bu tür ayetler hakkında bizim Diyanetçiler bir çözüm bulmalıdır.
Artık insanlık birbirine düşman olarak yaşayamaz. İnsanlığın huzur bulması için düşmanlığın ortadan kaldırılması gerekir.
Düşmanlık insanın aklını çürütür…
Av. Eren Bilge,16.5.2009
X22
ZAMANI DEĞERLENDİRMEK
Geçmiş zaman elden çıkmıştır. Gelecek ise henüz bilinmemektedir. Şu içinde bulunduğumuz anı iyi de¬ğerlendirmeli.
Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle de¬miştir:
“Akşama erdin mi sabahı bekleme. Sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sıhhatli olduğun zaman hastalığın için, sağ iken ölümün için hazırlık yap, çünkü yarın ne olacağını bile¬mezsin.”
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde zamanın önemine işaret eder.
“O halde boş kaldın mı (başka bir işe koyul)” (İnşirah, 94/7)
Diğer bir ayette:
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39) buyrulmuştur.
Zamanımızı boşa geçirmemeli. Faydalı işlerle meşgul olmalı. Güzel davranışlar sergileyip, dünya ve ahrete faydası olan işleri yapmalı.
(SEMERKAND TAKVİMİ, 16 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Zamanı değerlendirmek gerekir, doğru. Ne var ki kimisi zamandan bunalır; zamanı nasıl geçireceğini düşünüp durur. Kimisine de zaman az gelir, zamanı değerlendirmek için zamanla yarışır…
Dinlenmek hiçbir zaman zamanı boş geçirmek değildir. Dinlenerek güç kazanmayan insan zamanı nasıl değerlendirsin.
Bir müzik ezgisi üzerinde çalışmak, bir resim yapmak için harcanın zaman, kitap okumak, şiir yazmak, bilmediğini öğrenmek üzere ders kitaplarına çalışmak boş zaman olarak nitelenebilir mi?
+
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39) deniyor. Bu demektir ki çalışmazsan, üretmezsen gelirin olmaz. Ancak çalışırsan bir gelirin olur. Öyle dua etmekle, ibadet etmekle maddi olarak eline bir şey geçmez ve huzur ve refahını sağlayamazsın.
Ne var ki bu gün fabrikalarda, maden ocaklarında, en zor işlerde çalışan kişilerin eline geçen ücret hiçbir zaman geçimlerine yetmiyor. Çoğu açlık ya da yoksulluk sınırı içinde yaşıyor. Ülkemizde açlık ve yoksulluk sınırı içinde yaşayanların sayısı 50 milyonu aşmaktadır.
Ülkemizdeki yaşayan emekli memur ve işçilerin durumu da içler açısıdır. Bir ömür boyu çalışmış ama aldığı emekli aylığı ile açlık ya da yoksulluk sınırının ötesine geçememiştir…
Bir Amerikalı ya da Avrupalı emeklinin aldığı aylıkla bizimkilerin aldığı aylık bir mi? Onlar, emekliliklerinde dünya turları düzenlemekte bizim emeklilerimiz ise oturduğu ilin sınırları dışına çıkamamaktadır.
Demek ki bizimkiler çalıştıklarının karşılığını alamamaktadır.
Av. Eren Bilge,17.5.2009
X23
HAK-BATIL MÜCADELESİ
“Gereği gibi düşünüp ibret alma¬mız için Cenab-ı Hak (cc.) her şeyi karşılıklı olarak çift yaratmıştır.” (K. Zariyat. 51/49)
Yerle gök, hayatla ölüm, tat¬lı ile acı, aydınlıkla karanlık, hidayetle sapıklık.,. Bugün dünyanın neresine giderseniz gidiniz iki şeyin, birbirine zıt iki kuvvetin şiddetle birbiriyle mücadele ettiğini görürsünüz; hak ile batıl!
Hak: Doğru, esaslı ve köklü olan, selim yaratılıştı insanın ölçülerine ve hepsinin üstünde, Cenab-ı Hakk’ın öl¬çü ve-rızasına uygun olan demektir.
Hak, kelimesi Kur’an-Kerim’de 227 ayette geçer. Hak, Allah’ın 99 ismin¬den bir isimdir.
Elmalılı Hamdi Efendi Hakkı en geniş, fakat özlü şekilde, “Hak: Allah’tan gelendir” diye tarif eder.
Allah Rasulünün peşinden koş¬tuğu, uğrunda çarpıştığı, belalara uğradığı, memleketini terk ettiği da¬va bu dava değil miydi?
Batıl: Hakkın tam tersi, yani boş, yanlış, bazen yaldızlı ve süslü görünür¬se de her zaman temelsiz ve iğreti olan demektir. Hakla batıl arasında süregelen bu çetin mücadele ilk in¬san ve ilk peygamber Âdem pey¬gamberden itibaren başlamıştır. Bu mücadelede insanın önüne çıkan en zor konu, mücadele imkânlarından ziyade düşmanı; yani, batılı tanıyıp teşhis edebilme zorluğudur. Bu böyle bir meydandır ki, kişi çoğu zaman kendi arkadaşına saldırır da hiç far¬kında olmaz.
Ne ömürler, ne gayretler hak yolun¬da sanılarak batıl uğrunda harcan¬mış, ona destek olmuştur. Her şeyden önce hakla batılı birbirinden ayırmak lazımdır.
(HİCRET TAKVİMİ, 17 AĞUSTOS 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Herkesten önce din adamları bilimsel konularda daha bilgili olmalıdır. Çünkü yazdıkları her sözün bilimle çelişme olasılığı vardır.
Örnek olarak şu ayeti gösterelim: “Gereği gibi düşünüp ibret alma¬mız için Cenab-ı Hak (cc.) her şeyi karşılıklı olarak çift yaratmıştır.” (K. Zariyat. 51/49) deniyor ki; bu gün ortaokul Tabiat Bilgisi derslerinde erselik hayvanlardan söz edilir.
Bazı solucan türü hayvanların erkeği dişisi yoktur. Yani çift olarak yaratılmamıştır. Tek olarak yaratılmışlardır. Peki, bu erkeği dişisi olmayan hayvan nasıl olur da ürer?
Söyleyelim: Bu hayvan kendi kendini döller ve bir iken iki olur ve bu hep böyle gider. Amitoz ve mitoz çoğalma da ayrı bir örnektir. Bu örnekler gösteriyor ki din adamlarımızın çok bilgili olması gerekiyor.
Kuran’da şöyle bir ayet vardır: “Yine de ki: Hak geldi; batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.” (K. İsra. 17/81)
Eğer bu ayeti söylenildiği gibi “Hak din Müslümanlık geldi! (K. Ali İmran. 3/85);diğer bütün dinler batıl oldu” denirse, bunda da gerçek payı olmadığını görürüz. Çünkü 7 milyarı bulan dünya nüfusu içinde 1,5 milyara yakını Müslüman; diğerleri ise Hıristiyan, Yahudi, Putperest ve Allahsız dinler olmak üzere 5,5 milyardır… Bu bağlamda düşünürsek batıl yok olup gitmemiştir ve hâlâ varlığını sürdürmekte ve ekonomik bakımdan da Müslüman ülkelerden ileridedir.
Eğer yukarıda yazıldığı gibi “Hak’kı, doğru, esaslı ve köklü olan, selim yaratılıştı insanın ölçülerine ve hepsinin üstünde, Cenab-ı Hakk’ın öl¬çü ve-rızasına uygun olan” olarak kabul edersek; bu takdirde de isabetli bir yargıda bulunmamış oluruz. Bu gün İslam dünyasında “Cenab-ı Hakk’ın öl¬çü ve rızasına uygun olarak yaşamayanlar çoğunluktadır.”
İnsanlar hâlâ birbirlerini emeğini sömürüp durmaktadır. Hak din gereği alnının teri ile çalışıp geçimini sağlamaya çalışanlar çoğunluğu temsil ederler: Ne var ki bunlar açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Ama kaçakçılık yapanlar, rüşvet ve komisyon alanlar, başkalarını çalıştırarak servetlerine servet katanlar, vergi kaçıranlar ve sahtekârlar egemenliklerini sürdürür…
Neresinden bakarsak bakalım batıl yok olmamıştır. Batılın sesi Hak’kın sesinden daha gür çıkmaktadır.
Bu gün yurdumuzda 15.457.000 kişinin faili hâlâ meçhuldür. Olaya bir de bu açıdan bakmanın yararı vardır.
Din adamları halkın derdine derman olmak istiyorlarsa gerçekçi olmak zorundadırlar.
Av. Eren Bilge,18.5.2009
X24
ALLAH’IN SEVMEDİĞİ KİMSELER
(Bir Ayet, Bir Yorum)
“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, ak-rabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındaki¬lere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirle¬nen ve övünen kimseleri sevmez.” (Ni¬sa, 4/36)
Bu âyette belirtildiği gibi Allah (c.c), kibirlenenleri sevmez. Kibir; insanın kendisini başkala¬rından üstün görme hastalığıdır. İnsanlar arası münasebetlerde ken¬dini beğenerek diğer insanları kü¬çük görmek, övünmek, böbürlen¬mek, büyüklük taslamaktır. Basireti kör eden kibir, Allah’ın rahmetin¬den kovulmaya sebep olan şeytanî bir özelliktir.
Allah Teâlâ “Yeryüzünde böbürlene¬rek yürüme. Çünkü sen yeri asla yara-mazsın, boyca da dağlara asla erişe¬mezsin.” (İsrâ, 17/37) buyurarak, kibrin ne kadar çirkin olduğunu; Rasûlüllah Efendimiz de; “Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde har¬dal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez.” (Müslim, “İman”, 147) buyurarak kibirlinin âhiretteki durumunu haber vermektedir.
Allah’ın (c.cc.) rahmet ve mağfi¬retini istiyorsak kalbimizi kibirden uzak tutup insanlara sevgi ve hoşgö¬rü ile yaklaşmalıyız.
(DİYANET TAKVİMİ, 13 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Kibir ruhsal bir hastalıktır. Başta gelen özelliği kendisini beğenmek, başkalarını aşağı görmektir. Sağlıklı insan kibirli olmaz. Kibirli insan, insanlarla iletişim kuramaz. İnsanlar da kibirli insanları kendilerine yaklaştırmaz.
+
Yukarıdaki ayette konuşan üçüncü tekil kişidir. Allah adına konuşmaktadır. Eğer söyleyen Allah olsaydı; “Şüphesiz Allah, kibirle¬nen ve övünen kimseleri sevmez.” yerine; Şüphesiz BEN kibirlenen ve övünen kimseleri SEVMEM.” derdi. Bu da gösteriyor ki burada konuşan İslam Peygamberidir.
Şeyh Bedrettin bu konuda “Kuran, İslam Peygamberinin sözleridir; ama Allah Kelamı (Tanrı Sözü) demeyen kâfir olur.” (bkz. VARİDAT)
İnsanları; doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe, erdeme, paylaşmaya, dayanışmaya, yardımlaşmaya çağıran bütün olumlu sözlere, kimm söylerse söylesin, Tanrı sözü denir.
Tanrı, yüceliği ifade eder. İnsanlar iki ellerini göbek hizasından açarak dua ederler. Göbek hizası aşağı ile yukarıyı kesen bir çizgidir. Ellerimizin üzerinde kalanlar yüksek değerlerdir. Bu yüksek değerler: Doğru, dürüst, güzel ve iyi davranışları, genel doğruları, olumlu kavramları, ortak değerleri, insanlık yararına olan eylemleri, ilke ve kuralları, yüce duygu ve düşünceleri üstte tutmak anlamınadır ki dua sonunda ellerin yüze sürülmesinden amaç bu değerleri üstün tutmaktır.
Böylece tanrısal değerleri yüceltmiş ve ona yüz göz sürmüş oluruz.
Önce insanlara Allah’ı anlatmak, tanıtmak zorundayız. İnsan görmediği bir varlığı sevemez; ancak hayalinde canlandırabilir. Bu nedenle Allah’ı bilinebilir, hissedilebilir bir konuma getirmeliyiz ki insanlar kötü bir iş yaptıklarında Allah’a karşı geldiklerini anlamış olsunlar.
Av. Eren Bilge,19.5.2009
X25
NAMAZI ANLAMAK
Akıllı ve ergenlik çağma ermiş olan her Müslüman namaz kıl¬makla sorumludur.
Namazı anlamak; onu huşu ve huzur içinde kılıp okuduğunun manasını yaptığı hareketlerin anlamını kavrayarak kılmaktır.
Bu itibarla namaz kılarken, nefsimizin arzu ve isteklerini hi¬çe sayıp, Allah’la konuştuğumu¬zun bilincinde olmalıyız. Rükû ve secdede onun büyüklük ve azameti karşısında küçüklüğü¬müzü, hiç bir şey olmadığımızı hissetmeliyiz.
Namazda kıyam Allah’ın huzu¬runda durmaktır. O’nun verdiği nimetleri düşünmektir. Nasıl ki bir üst amirin karşısına çıkarken kendimize çeki düzen veriyor-sak, Rabb’in huzuruna çıkarken de elbette onu görüyormuş gibi hareket etmeliyiz.
Kul namazda başlangıç tekbiri ile dünya ile ilgili işleri kendisi¬ne haram kılıp sadece sağa ve sola selam vermekle bulunduğu ortamdan çıkabileceğinin şuu-runda olmalıdır. Aynı şekilde kıldığı bu namazın en son kıldı¬ğı namaz olduğunu düşünerek bundan sonraki namaza kavu¬şup kavuşamayacağını hesap et¬melidir; İşte o zaman namaz an¬laşılmış olur.
(DİYANET TAKVİMİ, 13 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında “…okuduğunun manasını yaptığı hareketlerin anlamını kavrayarak kılmaktır.” deniyor.
Bu gün bütün dünyadaki Müslümanlar namazlarını Arapça dualarla kılar. Bir Türk’ün Arapça okunan süreleri, duaları anlamasına olanak var mıdır?.
Kimi din adamları okunanın anlaşılması için Türkçe olmasını istemişse de başarılı olamamıştır. Bir ezanın bile Türkçe okunmasına tahammül edilmemiştir.
Namazdaki süre ve duaların Türkçe okunmasına karşı çıkanlar bilmektedirler ki; din, anlaşılmaya başladığı an anlam derinliğini ve sihrini yitiriyor. Dinin insana yararlı olması için anlaşılması gerekir.
Yukarıda siyah olarak belirlediğim satırlarda “…hareketlerin anlamını kavrayarak” namaz kılınmalıdır deniyor. Namazdaki hareketlerin anlaşılması için Meksika Büyükelçisi Tahsin Mayatepek’in Atatürk’e gönderdiği raporun okunması gerekir.
Okunduğu takdirde namazın güneşe tapanların kültüründen geldiği anlaşılacaktır. Namaz, 5.000 yıldan beri kılınmaktadır. Öyle ki Müşriklerin de namaz kıldığını açıklayan ayetler vardır. “Kabe’deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.” (K. Enfal. 8/35)
Ne var ki Kuran’da müşriklerin de namaz kıldığını söylemezler; çünkü gerçeğin bilinmesini istemezler. Onlara göre dinin ne dediği anlaşıldığı takdirde dinin büyüsü ve derinliği kalmaz.
Al bir öneri daha: “Namazda kıyam Allah’ın huzu¬runda durmaktır.”
Müslüman yalnız namazda Allah’ın huzurunda değildir. Allah, insanın bulunduğu her yerde olduğuna göre, bir Müslüman kendisini her zaman Allah’ın huzurunda hissetmelidir. Eğer kendisini böyle hissederse; haram yemez, yalan tevessül etmez, kimse hakkında kötü söylemez, şanda, şerefte, şöhrette gözü olmaz. Kendisinden başkasını gözetlemez…Bu özellikleri uzat uzatabildiğin kadar…
Bir de şöyle denmektedir takvim yaprağında: “Rabb’in huzuruna çıkarken de elbette onu görüyormuş gibi hareket etmeliyiz.” İnsan, görmediği şeyi hayal edemez. Ancak gördüğü bir şeye benzeterek hayal edebilir.
Bir genç kıza sormuştum “Allah’ı nasıl hayal ediyorsun!” diye. Bana “Tarık akan gibi…” demesin mi?
Yazımız gittikçe uzayacak… Gün mü tükeniyor.. Kalanını da başka gün söyleriz..
Av. Eren Bilge,20.5.2009
X26
DAMLAYAN SÜT
Allah yolunda ilerlemeye karar ve¬ren iki kardeşten biri, bu amacına bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü ve dağ başında çobanlık yapmaya başladı. Diğeri halkın arasında ama¬cına ulaşabileceğine inandı ve şehir¬de ayakkabı tamircisi oldu.
Yıllar sonra iki kardeş, haramlar¬dan kaçınarak Allah yolunda mesafe aldılar.
Bir gün dağda olan, şehirdekini zi¬yaret etmek istedi. Bez bir torbaya birkaç litre süt koyup şehrin yolunu tuttu. Kardeşinin dükkânına gelip elin¬deki süt dolu torbayı bir çengele astı.
Biraz sonra dükkâna bir kadın gel¬di. Kadın ayakkabısını tamir için çıkar¬tırken, giyerken ona bakmakta olan çoban kardeşin kalbi bozuldu. Torbada duran süt şıp şıp akmaya başladı Kadın işi bitip ayrıldıktan sonra ayak¬kabıcı olan, kardeşini ikaz etti:
“Kardeşim! İnsanlardan uzak yaşa¬mak kolaydır. Önemli olan insanlarla sıkı ilişkiler sürdürürken dürüst kalabil¬mek, ortam elverişli olmasına rağmen günaha düşmemektir. Allah katında dürüstlüğün makbul olanı budur.”
(SEMERKAND TAKVİMİ, 21 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Burada iki kavram üzerinde durmak istiyorum:
1. Allah yolu,
2. Allah katı.
“Allah yolu” demek; doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, nefse hâkimiyet gibi olumlu ilke ve kurallar demektir. Bu da insanlarla ilişki kurmakla olur. Ayakkabı tamircisinin yaptığı gibi…
“Allah katı” demek; makbul olan bir yaşam tarzı demektir. İnsanlardan uzakta kalarak Allah katına ulaşılamaz. Öyle bir yaşam süreceksin ki halkın arasında bütün davranışlarınla halka örnek olacaksın, insanların sevgisini kazanacaksın ve insanlar senin eline, diline güvenecek…
Birçok din adamı insanlardan ayrı yaşamakla Allah’a ulaşacağını sanır ve uzlete çekilir. Oysa insanlardan ayrı yaşamakla “Allah katı”na ulaşılamaz.
İnsanın rengi toplum içinde yaşamakla belli olur. İnsan toplum içinde yaşamalı ki çıkar çatışmasında tutumu belli olsun.
Dağdaki çobanın kadın topuğunu görür görmez nefsi uyanıyor ve bez torbadaki süt şıp şıp damlamaya başlıyor. Oysa ayakkabı tamircisi her gün kadın topuğunu göre göre bağışıklık kazanmış kadın topuğu karşısında nefsi uyanmaz duruma gelmiştir.
Kadını kapatarak toplumdan uzaklaştıran şeriatçılar, başı açık kadın gördükleri zaman nefisleri uyanıyor ve suçu da kadınlara yüklüyorlar… Oysa kadınlarla içli dışlı yaşamış olsalardı; kadınlara karşı saldırganlığı bırakır ve kadının gönlünü kazanmak için kendirline çeki düzen vermeye çalışırdı.
Yani bez torbaya koydukları süt damlamazdı…
Av. Eren Bilge,22.5.2009
X27
İNSANLAR ADEM (as.) ÇOCUKLARIDIR
İnsanlığın kökeninin, tek insan olduğu da, bütün insanların Hz. Adem (a.s.) ile Hz. Havva’dan çoğaldığında İslam’ın görüşü kesindir,
Rabbimiz Kur’an da şöyle buyurmak¬tadır.
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir di¬şiden yarattık, birbirinizle tekrar tanışma¬nızı sağlamak için de çeşitli millet ve ka¬bilelere ayırdık. Allah katında en şerefli¬niz şüphesiz O’ndan en çok sakınanınızdır.” (Hucurat-13)
“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yara¬tan, O’ndan eşini ve o ikisinden nice er¬kek ve kadını yaratan Rabbinizden sakı¬nın.” (Nisa-1)
Bu noktadan hareketle, Allah-ü Teala’nın saygıdeğer kıldığı ve birçok yara-tılmışa tercih ettiği, medeniyetler kurmuş bir varlık olarak insan kendi öz kardeşini ezemez, horlayamaz, temel elinden alıp zulmedemez:
“Ademoğlunu saygıdeğer kıldık. Kara¬da ve denizde ona sorumluluklar yükle¬dik, içine sinesi temiz şeyler verdik ve onu yarattıklarımızdan birçoğuna fevkalade tercih ettik.” (lsra-7)
Rasulullah (s.a.v.) Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar Rabbiniz Tek, babanız bir¬dir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Ne Arab’ın yabancıya, ne yabancının araba, ne kızıl derilinin beyaza, ne de beyazın kızıl deriliye bir üs¬tünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva ile olur. Tebliğ ettim mi? Şahid ol Allah’ım.”
“Rableri onlara cevaben dedi ki: He¬piniz birbirinizden türemiş olmanız, sebebiyle ben, sizden erkek olsun kadın olsun kimsenin amelini geçersiz saymam” (Al-i İmran – 95)
(HİCRET TAKVİMİ, 25 Mart 2006)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Öncelikle bilinmelidir ki Adem ve Havva kötülüğe bulaşmamış erkek ve dişinin simgesidir. Sağduyu, akıl, mantık, (Allah-Tanrı) bunlara demiştir ki “Dünyadaki bütün nimetlerden yararlan; ancak şu kötülük ağacının meyvesinden yeme! Bu kötülük ağacından yersen Cennet’ten kovulursun; yani, huzur ve mutluluğunu kaçırırsın!..”
Nitekim de insanoğlu kötülük ağacından yediği için huzur ve mutluluğunu kaçırmıştır.
+
Denildiği gibi hepimiz Âdem’in soyundan gelmişse; şu Avustralya’da yaşayan Aborjinlerin, şu Afrika’da yaşayan Pigmelerin, şu Amerika’nın Amazon ormanında yaşayan yerlilerin Âdem’e benzer yanları var mı?
Sonra hepimiz Âdem’in soyundan gelmişsek; Âdem’i de beyaz derili olarak kabul edersek; bu kara derililer, bu kızıl derililer, bu sarı derililer nereden gelmiş. Hiç beyaz babanın; kara, kızıl, sarı çocuğu olur mu?
Hadi kafaları kurcalayan bir soru daha… Bir çocuğun dili anasının dili ne ise o olur. Aynı anadan babadan olmuşsak; bu çeşitli diller ne oluyor; Arapçası, Almancası, Farsçası, Türkçesi… Say sayabildiğin kadar…
Dilde böyle de din de başka mı? Eğer Adam ve Havva’dan gelse idik dinler de değişik olmazdı… Bu gün yeryüzünde yaşan 360’a yakın din var… Allah dersen sayısını bilene aşk olsun. Yalnız Hindistan’daki Allah sayısı saymakla bitmez. Kaldı ki şu on milyon yıldan beri var olan şu dünyada tek Tanrı’lı dinlerin tarihi ise 5 bin yıl…
Âdem de, Havva da hepimiz sudan-topraktan yaratılmışız. İnsan ve diğer bütün canlılar su ve toprağın ürünüyüz. Afrikalı kara deriliyi getir Anadolu’ya yerleştir; beş nesil sonra, bir de bakmışsın ki rengi beyazlaşmış…
Demek istiyorum ki hepimiz Doğa’nın ürünüyüz. Yaratan Doğa’dır. Din ilminde Doğa’nın simgesi Meryem Ana’dır. Doğa’nın bütün yarattıklarında erkek söz konusu değildir. Doğa anamız erkeksiz doğurandır.
Din ilmi meseller (simgeler) ilmidir. Meselleri (simgeleri) bilmeyenler kutsal kitapların hiçbirinden bir şey anlamaz.
“Tevrat ve İncil’de şöyle denmiştir: İsa bütün bu şeyleri halka mesellerle söyledi ve onlara meselsiz hiç bir şey söylemezdi; ta ki peygamber vasıtasıyla: ‘Ben ağzımı mesellerle açacağım, Dünya kurulalıdan beri gizli olan şeyleri beyan edeceğim.’ diyerek söylenen kelâm tamam olsun. (Tevrat. 1. Mezmur, 78/2; İncil. Matta. 34-35).
Ben de, övünme gibi olmasın ama, ” gizli olan şeyleri” açıklamaya çalışıyorum…
Av. Eren Bilge, 23.5.2009
X28
MÜNAFIK
Münafık, sözlükte kaybolmak, ek¬silmek, geçmek ve tükenmek anla¬mındaki “n-f-k” kökünden türemiş¬tir.
Din ıstılahında ise, kalbi ile inan¬madığı halde inkârını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin gö¬rünen kimseye denir.
Münafıklar, iman eden samimi Müslümanlardan dış görünüş olarak ayrılmazlar; fakat içyüzleri bambaşkadır. Kur’an-ı Ke¬rim bunları şöyle ifade eder:
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ”Allah ve âhiret gününe inandık derler'” (Bakara, 2/8);
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir (birbirlerinin benzeri¬dir). Kötülüğü emredip iyiliği yasaklar¬lar, ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Al-lah’ı unuttular; Allah da anları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fasıkların ta ken-dileridir.” (Tevbe, 9/67)
Peygamberimiz (s.a.s.) de müna¬fıkların, konuştuklarında yalan söy¬lediklerini, verdikleri sözde durma¬dıklarını, emanete hıyanet ettikleri¬ni, düşmanlıkta aşırı gittiklerini bil¬dirmiştir (Buharî, “İman”, 24; Müs¬lim, “İman”, 107).
Bu nedenle mü¬nafıklar yaptıkları çirkin işler ile bü¬yük bir yanılgıya düşerler. Çünkü en ufak bir samimiyetsizlik bile iman gözüyle bakıldığında hemen anlaşı-labilir. Fakat her şeyden önemlisi gizlinin gizlisini bilen, her şeyin iç yüzünden haberdar olan Allah bu kimselerin ibadetlerinin geçersizliği¬ni “… yapmakta oldukları şeyler (iba¬detler) de geçersizdir.” (A’raf, 7/139) ayetiyle belirtmektedir.
(DİYANET TAKVİMİ, 21 OCAK 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
“İslâm hukukuna göre, münafıkların namazı -ana baba katilleri veya eşkıya gibilerinin na¬mazı gibi- kılınmaz. Allah’ı ve Re¬sulünü tanımadıklarından ve yol-dan çıkmış olarak öldüklerinden, namazları kılınmaz, kabirleri ba¬şında durulmaz.” (K. 9/84) (Bkz. İTS “İslam Terimleri Sözlüğü, Münafık Maddesi…)
İslam Peygamberinin yaşadığı dönemde münafığın saptanması ayetlerle belirleniyordu. Allah, Peygamberine şu, şu şunlar münafık diye ayet gönderiyordu. Bunun üzerine de münafıklar belirleniyordu.
Peki, günümüzde kim belirleyecek bir kişinin Münafık mı, Müslüman mı olduğunu?
Bu gün namazını kılmayan, orucunu tutmayan, hacca gitmeyen bir kişiye; hasmı, münafık sıfatını yakıştırırsa o kişi bu işin içinden nasıl çıkacak?
Bu ölçülere göre İslam toplumunda laik bir partinin kurulmasına olanak var mı? İslami bir parti mensubu; kendi partisinden olmayan kişilere; fasıktır, kâfirdir, laiktir, münafıktır suçlamasının yapılmasında bu görüşün rolü yok mu?
Erbakan bu görüş nedeniyle kendi partisinden olmayanlara: “Onlar Patates partisinden!” demiyor muydu?..
İslamî dünya görüşüne göre İslam’a muhalif bir partinin kurulmasına olanak var mı?
İslam hukukunda buna olanak var mı? İslam’ın Anayasası Kuran’da: “Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir .” (K. Maide, 5/44) denmiyor mu?
Halk arasında çok söylenen bir deyim vardır. “Para ile imanın kimde olduğunu kimseler bilmez!”
Günümüzde hangi ölçü esas alınarak bir kişiye münafık denebilir?
Demokrasilerde halkın temsilcilerin koyduğu hukuk kuralları ile devlet ve toplum yönetilir. Bu ise İslam anlayışına aykırıdır…
Av. Eren Bilge, 24.5.2009
X29
ZİKİR ve ZİKİR MECLİSİ
Zikir, insanın kalbini boş sevgilerden kurtarır. Allah aşkını kalbe yerleştirir. Bütün yüce ahlak ve övülen sıfatlar, kalp zikri ile kendisini gösterir. Bu, aynı zamanda Allah’a vasıl olabilmenin de temelini oluşturur.
İşte bu yüzden zikir, Allah dostları tarafından da tövbeden hemen sonra birinci sıraya alınmıştır.
“Ey iman edenler!.. Allah’ı çokça zik¬redin.” (K. Ahzab, 41)
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâla, kıyamet günü yüzleri apaydınlık, inci minberler üzerinde otu¬ran ve herkes tarafından kendilerine gıp¬ta edilen bir topluluk gönderecektir. On¬lar ne peygamberdirler ne de şehitlerdir.”
Bir bedevi dizleri üzerine çöküp Efendimize (s.a.v):
“Ne olur onları bize anlat da tanıya¬lım” diye yalvardı.
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Onlar çeşitli kabilelerden, çeşitli ül¬kelerden Allah için birbirlerini sevip bir araya gelen ve Allah’ı samimiyet (ihlâs) içinde zikredenlerdir.” (Hadis-i Şerif)
(SEMERKAND TAKVİMİ, 24 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İnsan görmediği bir varlığı hayalinde canlandıramaz. Allah’ı anmak demek takvim yaprağında da üstü kapalı olarak açıklandığı gibi “Bütün yüce ahlak ve övülen sıfatlardır…” Yani; etik ahlaktır, yüksek ve ortak değerler, genel doğrular, olumlu ilke ve kurallar bütün övülen sıfatlardır. Erdemdir, sevgidir, dayanışmadır, paylaşımdır, yardımlaşmadır…
Allah rakamsal olarak tek varlık değildir. Allah bütün doğru, güzel, iyi niteliklerin en güzel olanıdır. Doğru ile eğri arasında doğrunun yeğlenmesidir.
Doğru ile eğri arasında doğru olanı yapmakla insan ikilikten kurtulmuş olarak tekliğe erişmiş olur ki buna da tevhit ilkesi denir… Allah birdir demenin anlamı budur… İnsanın doğru, iyi, güzel olanı yapmasıdır. Takvim yaprağında bu “Bütün yüce ahlak ve övülen sıfatlar” olarak dile getirilmektedir.
“Bu, aynı zamanda Allah’a vasıl olabilmenin de temelini oluşturur.” denmektedir. Bu anlatımı da çözümleyecek olursak Allah’a ulaşmanın yolu; yaşamında doğru olanı, iyi olanı, güzel olanı, etik ahlakı, erdemi ve “Bütün yüce ahlak ve övülen sıfatları” yaşam ilkeleri olarak kabul etmek ve bunlarını yaşamına uygulamaktır. Din ilminden habersizlerin sandığı gibi yerden ve zamandan münezzeh olan, yeri ve yurdu belli olmayan, hiçbir yere sığmayan Allah yalnız “İnsanın kalbi ile kendisi arasına girer…” (K. Enfal. 8/24)
İnsanın kalbi ile kendisi arasına giren; sevgidir, şefkattir, erdemdir, bütün yüce ahlak ve övülen sıfatlardır ki yukarıdaki ayette görüldüğü gibi Allah olarak nitelenmektedir. Yoksa hayalde yaratılan bir Allah’a ulaşmak için istediğin kadar çalış çabala boşlukta kalırsın, Allah’a kavuşma yerine hava alırsın…
Elbette bu açıklamalarım kimilerine saçma sapan gelebilir. Gelsin, onların beğenisini kazanmak için ben de binlerce yıldır yanlışa koşullananlarla yalan da yarışayım mı, uydurma da uyuşayım mı?
Ben açıklamış olayım da ister inanılsın, ister inanılmasın…
Av. Eren Bilge,26.5.2009
X30
NEFİS MUHASEBESİ
Her birimiz son nefesimizi vermeden önce kendimizi hesaba çekmeli ve ne-fis muhasebesi yapmalıyız.
Efendimiz (s.a.v) buyurur:
“Kıyamet günü kişi tüm yaptıkların¬dan sorgulanıp hesaba çekilmedikçe mahşer yerinden ayrılamaz” (Hadis-i Şerif)
Hz. Ömer (r.a) da:
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” demiştir.
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gel¬mekten şakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphe¬siz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla ha¬berdardır.” (K. Haşr, 59/18)
Dinimizin haram kıldığı günahlarımız için tövbe etmeliyiz. Allah’a karşı görevlerimizde, ibadetlerimizde eksikliklerimi¬zi telafi etmeye çalışmalıyız.
(SEMERKAND TAKVİMİ, 17 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında: “Her birimiz son nefesimizi vermeden önce kendimizi hesaba çekmeli ve ne¬fis muhasebesi yapmalıyız.” deniyor. Oysa nefis muhasebesi yapacağımız her işin başında yapılmalıdır. Son nefeste nefis muhasebesi yapmanın bir anlamı yoktur… İnsan her an nefis muhasebesi içinde olmalıdır ki bir anlamı olsun.
Sonra insan son nefeste nefis muhasebesi yapamaz ki; canının derdine düşer; dahası kendini kaybeder, komaya girer. Belki de beyin ölümü gerçekleşir, bitkisel bir yaşama dönüşür. Artık ne nefis muhasebesi kalır, ne de Allah korkusu.
Nefis muhasebesi laik öğretide “özeleştiri” olarak algılanır. Bu öz eleştiri Yunus Emre’de: “Bir ben var bende benden içeri!” söyleminde dile gelir. Oysa içimizde bir değil iki ben vardır.
Birinci Ben; insanı doğru olanı yapmaya yöneltir ki buna din ilminde Kutsal Ruh (Ruhul Kudüs); İslamiyet’te bu, Cebrail olarak dile getirilir.
İçimizde bulunan bu Kutsal Ruh olumsuz bir iş yapmaya katlığımızda “Cız!” diye bizi uyarır… “Yapma, der, sana yakışmaz der, sonra el âlem ne der?” diye seni uyarır. Bu sese uyarak doğru olanı yaparsan Allah yolunda sayılırsın; huzur içinde mutlu olarak yaşarsın… Bu huzur ve mutluluk Cennet’te olmakla ifade edilir.
İkinci Ben: insanı yanlış olanı yapmaya yöneltir ki buna da din ilminde Kabahate Sürükleyen Ruh (Ruhul Kubüh) denir. Din ilminde adı; iğva edici, kandırıcı, yoldan çıkarı Şeytan olarak geçer.
İnsan olumlu olanı yapmak isteyince bu duygu başını kaldırır; “Fırsat bu fırsattır, bu fırsat bir daha ele geçmez, bu işi yaparsan, köşeyi dönersin, şan şeref sahibi olursun!” diyerek insanı kandırır, toplumun tasvip etmediği davranışa yöneltir.
Demek istediğim insan özeleştiriyi (nefis muhasebesini) her an yapmalı ve daima doğru olanı, iyi ve güzel olanı yapmakla yükümlü olduğunu unutmamalı. Doğru, iyi güzel, olumlu olanı yaptığı sürece huzur ve mutluluk içinde olur. Kötü olanı yaptığı takdirde huzursuz ve mutsuz olur.
Aklı başında bir insan, huzursuzluğa ve mutsuzluğa neden olacak bir davranışta bulunmaz. Büyük de olsa, küçük de olsa, bir çıkar için, geleceğini huzursuzluğa ve mutsuzluğa mahkûm etmez.
Av. Eren Bilge, 27.5.2009
X31
DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK
Doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, kralına çıkıp, dü¬rüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi.
Kral adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, yoksa boynunun vurulacağını söyle¬di. Yanına da iki gözcü verdi.
Adam fıçıyı kralın buyruğuna uy¬gun şekilde, bir damla bile dökme¬den şehrin bir başından öbürüne gö¬türdü. Sonra geri dönüp kralın huzu¬runa yeniden çıktı.
“Şehirde ne gördün, neye şahit ol¬dun?”
“Efendimiz, fıçıdaki yağı dökmemek için, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp bakamadım. Ne kimseyi gör¬düm, ne de bir olaya şahit oldum.”
“İşte yüce Allah’ın her an seni kontrol ettiğini aklından çıkarmazsan doğru yoldan ayrılmazsın.”
(SEMERKAND TAKVİMİ, 27 Mayıs 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İnsan Allah korkusuyla doğru dürüst yaşıyorsa bunun takdire değer bir yanı yoktur. Allah korkusu ile olan doğruluk, dürüstlük ve erdem terbiyeye dayanır. Terbiyeye dayanan doğruluk, dürüstlük bir şey ifade etmez. Oysa doğruluk dürüstlük Allah korkusu ile değil insanın tekâmülü gereği olmalıdır. İnsan, Allah’tan korktuğu için değil; insan olduğu için doğru dürüst ve erdemli olmalıdır.
Adamın biri kedisini terbiye etmiş. Kedi adamın konuklarına ön ayakları ile tuttuğu tepside kahve ikram edermiş. Kedinin sahibi de bununla övünürmüş.
Konuklardan Arif olan biri terbiyenin bir işe yaramayacağını kanıtlamak için bir gün yanında kibrit kutusunun içine koyduğu fındık faresiyle gelmiş. Kedi, konuklara tepsi içinde kahve ikram ederken kibrit kutusunu açarak fındık faresini ortaya bırakmış. Fındık faresini gören kedi tepsiyi tuttuğu gibi bir yana fırlatmış ve fındık faresinin arkasından koşmaya başlamış
Arif kişi kedinin sahibine: “Gördün mü, demiş, terbiyenin bir sınırı vardır. Terbiye kedinin özünü değiştirmemiştir…” demiş.
Bunun gibi insan özünü bulmayınca korku ile yaptığı doğruluk, dürüstlük, erdem bir işe yaramaz. Terbiye ile doğru yolu bulan insan çıkarı söz konusu olunca gözüne Allah korkusu görünmez.
Gelelim asıl konuya. Allah korkusu ile doğru, dürüst, erdemli yaşayan kişi, kim olursa olsun, ikilik içindedir. Bir kendisi vardır, bir de Allah. Bu ise tevhit ilkesine aykırıdır.
Türk tasavvufu dinde ikiliği kaldırmıştır. Doğruluğu, dürüstlüğü, erdemi Tanrısal özellikler olarak kabul etmiştir… Böylece Allah ve kişi ikiliği bire inmiştir. Yalnızca kendisini Allah adayan ve Allah’a vasıl olan bir kişi kalmıştır. İkilik ortadan kalkmıştır. Böyle bir insanın özü de sözü de birdir. Tevhit ilkesi dedikleri budur işte…
Yaptığımız kötü davranışlar ki, buna dinde günah denir, bizi tekâmüle erdiren basamaklardır. Yanlışlarımız, günahlarımız olmasa biz doğruyu, güzeli, iyi, erdemi nasıl bulabiliriz?..
Av. Eren Bilge,28.5.2009
X32
ALLAH’IN DİNİNE YARDIM ZAMANI
Bu dünya bir imtihan meydanıdır. Bizler Allah’u Teâlâ’ya iman ve itaat etmekle mükellefiz. Allah indinde din tektir, onun adı da İslâmiyet’tir. Müslüman’ın aslî vazifelerinden biri de “Allah’ın dinine yardım etmek”tir. Allah’ın ve O’nun dininin aslında yardıma ihtiyacı yoktur. Bu “yardım etmek¬le” gerçekte kendi menfaatimiz için çalış¬mış olmaktayız. Zira böylelikle imtihanı yüz akıyla vermekteyiz.
“Allah’ın dinine yardım” hususunda bakınız Allah’u Azimüşşün (c.c.) meâlen ne buyurmaktadır:
“Ey îman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve size sebat verir.” (K. Muhammed 47/7)
“Allah yolunda nasıl cihat etmek ge¬rekiyorsa öyle cihat edin. Dinine yardım etmek için sizi O seçti. Ve dinde üzerinize büyük bir güçlük de yüklemedi. Tıpkı ata-nız İbrahim’in dininde olduğu gibi. (Bkz. İncil. Matta, 22/32: Bu İbrahim dini bütün tek tanrılı dinerin temelidir… İbrahim dininde “Tanrı ölülerin değil dirilerin Tanrısıdır…”)
Evvelki kitaplarda da bu Kur’an’da da sizi Müslü¬manlar olarak adlandıran O’dur. Ta ki peygamber sizin üzerinize bir şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahitler olun. Öy¬leyse namazınızı dosdoğru kılın, zekâtını¬zı verin ve her işinizde Allah’a sarılın. Sizin dostunuz O’dur. O ne güzel dosttur ve O ne güzel yardım edicidir.” (K. Hac 22/ 78)
“Taşlan birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf tutarak O’nun yolunda cihat edenleri muhakkak ki Allah sever.” (K. Saff 61/4)
“Allah’ın dinine yardım” cihat ve teb¬liğle olur. Darü’l harpte veya İslam belde¬si küffâr tarafından işgal edildiğinde ci¬hat ile Darülislam’da, münafıklara ve mürtetlere karşı irşat ve tebliğ ile…
Hz. Adem (a.s)’dan itibaren gönderilen yüz yirmi dört bin peygambere ve o pey-gamberlerin ümmetlerine tebliğ olunan İlâhî hükümlerden birisi de budur. Yani Al-lah’ın dinini yaymak ve cihat etmek sure¬tiyle Allah’ın dinine yardım etmektir.
HİCRET TAKVİMİ, 22 OCAK 2007
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yaratan’ın dini tektir ve bu din insanlar yaratılırken kendilerine verilmiştir. (K. 30/30)
Her insanın yaratılışında akıl, sağduyu, vicdan gibi özellikler vardır. Bu özellikler doğrultusunda insanda; doğruluk, güzellik, iyilik, erdem duygusu gelişir. Yeter ki eğitim öğretim bu doğrultuda yapılsın. İnsanlardaki bu duygulara bağlılık güçlendirilsin. Örnek alacağın olgun bir öğretmenin olsun.
Bizlere öğretilenler Musa’nın şeriatı, İsa’nın şeriatı, Muhammed’in şeriatıdır. Oysa bir de Yaratan’ın şeriatı Kanunu,yasası) vardır. Bu da az yukarda söylediğim gibi insanın aklı, sağduyusu, vicdanı, kültürü ile oluşan; doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik, erdem duygularıdır ki bu her insanda bulunur. Bunlara din ilminde genel doğrular, ortak değerler denir. Bu genel doğrular ve ortak değerler önce ailede, sonra okulda sonra da toplumda çocuğa verilmelidir.
İnsanlık gün geçtikçe genel doğrular ve ortak değerlerde, olumlu ilke ve kurallarda buluşuyor. Örneğin futbolun kuralları, trafik kuralları, tıp kuralları, bilim kuralları bütün dünyada birdir. Bunun gibi daha birçok genel doğrular ve ortak değerlerde buluşulmaktadır.
Hiç kimseye Allah’ın dini diye baskı yapmaya gerek yoktur. Böyle bir baskı din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır. “Hak din benimkidir!” diye başka insanlara baskı yapmak, onlarla cihada girişmek Yaratan’ın sevmediği davranışlardır. Yaratan, yarattığı insanların din için birbirini öldürmesine nasıl olur da izin verir.
Kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayan insanlara, din adına baskı yapmak ve onları imana davet etmek; imanı kabul etmedikleri takdirde cihat diyerek başlarına çökmek artık doğru bir davranış olarak kabul edilmemektedir. Din adına böyle davrananlara insanlık dünyası “terörist” sıfatını yakıştırmaktadır.
Av. Eren Bilge,31.5.2009
X33
DİNDE ÖNEMLİ İKİ ESAS
Amelin kabulünde iki önemli esas vardır:
Birincisi: Yapılan işin zahirinin sün¬nete uygun olması ile.
İkincisi: Yapılan işin içyüzü itibariy¬le sadece Allah (c.c) rızasının gözeti¬lerek yapılmış olması gerekir.
Fudayl, (r.a): “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (K. Mülk, 67/1-2) ayeti hakkında şöyle der:
Kimin ihlâsla ve doğru amel işledi¬ğini sınamak için, demektir. Çünkü bir amel ihlâsla yapılır fakat doğru yapıl¬maz ise kabul edilmez. Doğru yapılır, fakat ihlâsla yapılmaz ise yine kabul edilmez. Ancak ihlâsla ve doğru olarak yapılır ise kabul edilir. İhlâsla olması, sırf Aziz ve Celil olan Allah’ın rızasını gözetmekle, doğru olması ise sünnet üzere yapılması ile mümkün olur.
SEMERKAND TAKVİMİ, 31 MAYIS 2009-06-01
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Anlaşılan bu takvimi yazıp yayınlananlar okuyucularının muhakemeden yoksun olduğunu sanıyorlar.
Yukarıdaki ayete göre Yaratan, bizim “… Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı…” yaratmış.
Burada akla bir soru geliyor. Peki, bitkileri hayvanları ne için yaratmış bu yaratan? Onlar da bizim gibi yaşamı ve ölümü tatmaktadır.
Koşullanmış kafalar hemen yanıtı yapıştırırlar. “Bitkileri ve hayvanları da insana hizmet etsinler diye yaratmıştır” diyeceklerdir.
Bu gün dünyada insanların yararına olmayan milyarlar milyarlarca bitkiler yanında milyarlarca ve milyarlarca hayvan türü vardır. Bunların varlığından insanların haberi bile yoktur.
Basit bir örnekle konuya açıklık getirelim. Her yıl yurdumuzda Kene’den yüzlerce insan yaşamını yitirmektedir. Kene’nin insanları ve hayvanları zehirleyerek öldürmekten başka bir hizmeti yoktur. Varsa, söylesinler biz de bilelim. Daha bunun gibi insanlara hizmet yerine ölüm sunan ne yaratıklar vardır… Hemen küçük birer örnek: Bu mikroplar, bu bakteriler ne oluyor?
Asıl önemlisi bizim kaderimiz doğmadan kırk yıl önce belirleyen de Yaratan değil mi? İnsan O’nun belirlediği çizginin dışına çıkabilir mi? Kaderimi belirleyen de kendisi değil mi?..
“Kader” deyenler de, “Allah’ın dediği olur!” deyenler de bizimkiler değil mi?
Peki, öyleyse bu insanları sınamak da ne oluyor?
Biraz aklımızı çalıştırırsak kötü mü olur? Hem bu Yaratan bu aklı niçin vermiş bize her söyleneni ölçüp biçip tartmadan, eleştiri süzgecinden geçirmedikten sonra…
Av. Eren Bilge,1.6.2009
X34
NUH TUFANI
Nuh (a.s) büyük bir peygamberdir. Onun oğlu, kötü kimselerle arkadaş¬lık ettiği için tufan kopacağı zaman yanlış tercih yaptı. Babası kendisini kurtarmak istediyse de gemiye bin¬medi. Tufan koptu ve boğuldu. İman¬sız gitti. Bir peygamber evladı olduğu halde, kötü arkadaşa kalbini bağladı¬ğı ve onlardan ayrılamadığı için sonu da onlar gibi oldu. Kötü arkadaş, bir peygamber evladının imansız gitme¬sine sebep oldu.
Öte yandan, Eshab-ı Kefh’in köpe¬ği kıtmir, onlarla beraber olduğu, on¬lardan ayrılmak istemediği için onlar gibi cennetlik oldu.
Köpek necis bir hayvan olduğu halde iyilerle arkadaşlık ettiği için Al-lah-ü Teala onu iyiler gibi yaptı. Cen¬netlik oldu. Demek ki, iyilerin arka¬daşlığı insanı iyiler sınıfına sokar. Kö¬tülerin arkadaşlığı da insanı kötüler arasına koyar. Bunun için Resul-i Ek¬rem (s.a.v) buyurmuştur ki; “Kişi, dostunun dini üzeredir. O hâlde, herkes kiminle arkadaşlık etti¬ğine baksın.”
SEMERKAND TAKVİMİ, 1 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Doğrudur, iyi arkadaşlarla inip kalmak insanı birçok kötülüklerden alıkoyar. Bu da insan psikolojinden kaynaklanır. İnsan bulunduğu topluma kendini kabul ettirmek ister. İnsan, kötüler arasında iyilikle kendini kabul ettiremez. Kötüler arasında sivrilebilmek için kötülerin beğeneceği kötü eylemler yapmak gerekir.
+
Nuh Tufanı simgesel bir anlatımdır: İnsanın başının sulh ve selamette olmasını ifade eder. Dünyanın hayı huyu, geçim kaygısının getirdiği meşguliyetler bazen insanın huzur ve mutluluğunu giderir. Dünyanın bu kargaşası Nuh Tufanı olarak ifade edilir.
Din âlimlerince. Bu Tufan’da boğulmamanın tek yolu hırstan, ihtirastan, şandan şereften, mevki ve unvan derdinden sıyrılarak başını alıp selamete çekilmek gerekir ki bu Nuh’un Gemisi’ne binmekle ifade edilir.
+
Asıl değinmek istediğim konu Kıtmir’in Cehennem’e gitmesinin örnek verilmesidir.
Cennet Cehennem yalnız ve yalnız insanlar için söz konusudur. İnsan’dan başkasının Cennet ve Cehennemle tanışması olanaksızdır.
Cennet de Cehennem de simgesel bir anlatımdır. Bu kavramlarla insan yaşarken karşılaşır. Öldükten sonra Cennet Cehennem diye gidilecek bir yer yoktur. Hepsi bu dünyadadır ve insan yaşarken söz konusudur.
Tanrı (Allah) da simgesel bir anlatımdır: Delilerin, küçük çocukların, hayvanların Tanrı ile ilişkisi söz konusu olamaz. Bir kere şu bilinmelidir ki sağlıklı bir insanın olmadığı yerde Allah da, Tanrı da yoktur. İnsan varsa akıl sağlığı yerinde ise Allah vardır. Ancak Yaratan, biz olsak da o olmasak da, vardır. Bu Yaratan da Doğa’dır. Ancak Yaratan (Doğa); doğmamış, doğrulmamıştır…
Bilime göre “Hiçbir madde yoktan var olmamıştır; var olan da yok olmayacaktır.” (Maddenin sakınımı yasası, Lavesion)
Genel değerler ve ortak doğruların hepsi Allah ya da Tanrı olarak ifade edilir. Marifet, bu yüksek ve ortak değerleri insanın yaşamına uygulamasıdır.
Bu görüşlerimin dayanağı şu ayet ve Hadis’tir:
“Allah, kişinin kalbi ile kendisi arasına girer.” (K. Enfal, 8/24)
“Mümin kulumun kalbinden başka hiçbir yere sığmadım.” (Hadis)
Av. Eren Bilge,2.6.2009
X35
CİN ve ŞEYTAN
Cinler de (melekler gibi) görülmeyen gizli varlıklardandır. Allah’ın izniyle çeşitli şekil ve suretlere girmeye muktedirdirler, Fakat cins ve mahiyet» bakımından meleklerden ayrı varlıklardır.
Cinler ateşten yaratılmışlardır. Cenab-ı Al¬lah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar vere¬mezler, Onlar da insanlar gibi, Allah’ı tanıyıp, O’na karşı itaat ve ibadet etmekle sorumlu¬durlar.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurmuştur, (K. Zariyat sûresi; 51/56)
Cinlerin de insanlar gibi Müslüman olanı, olmayanı, iyisi ve kötüsü vardır. Onlar da in¬sanlar gibi yer, içer ve çoğalırlar, Melekler de ise yeme, içme, üreme yoktur.
Şeytana gelince: Azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan bir varlıktır, ilk insan ve ilk Peygamber Âdem (a.s.)’dan önce yaratılan şeytan, uzun zaman Allah’a ibadet etmiş ve melekler içerisinde bulunmuştur.
Rabbimizin secde emrine karşı gelmiş “Ben ondan daha hayırlıyım, çünkü beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (K. Araf Sûresi; 7/12) diyerek Adem (a.s.)’e secde etmemiştir.
Cenab-ı Hak “Öyle ise oradan çık, çünkü artık kovuldun” (K. Hicr Sûresi, 15/34) buyurarak onu rahmetinden uzaklaştırmıştır,
Şeytan, Cenab-ı Allah’tan kıyamet gü¬nüne kadar yaşama izni istemiş ve bu izin kendisine verilmiştir, insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için çalışacağını söylemiştir,
Kendileri için doğru yol belli olduktan sonra ar¬kalan üstü geri dönenler var ya, bu işi yapmaya şeytan sürüklemiş, onlara boş ümit vermiştir.
(K. Muhammed 47/25)
HİCRET TAKVİMİ, 9 ARALIK 2007
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
“Cenab-ı Al¬lah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar vere¬mezler…” deniyor. Yani şimdi bu cinler şeytanlar Allah’ın izni ile insanlara zarar mı veriyorlar?
Adana’daki olayı ele alalım. Adam cinnet geçiriyor; anasını, babasını, iki kardeşini, yengesini ve iki çocuğunu öldürüyor. Kimini kurşunluyor, kimini boğuyor. Bundan iyi cin ya da şeytan mı olur. Şimdi bu adama bu işi yapmasını Allah mı emretti?.. Şeytan emretti…
“Onlar da in¬sanlar gibi yer, içer ve çoğalırlar…” Benim buna da aklım ermiyor. İnsanlar gibi yer, içerlermiş ve çoğalırlarmış. Peki, ne yer ne içerlermiş… Bu konuda bilgi yok. Hele evlenip çoğalmalarını aklım bir türlü almıyor. Bunlar ölümsüz olduklarına göre niçin evlenip çoğalıyorlar.
Bütün canlılar ölümlü olduğundan neslinin tükenmemesi için çoğalırlar. Bunlar ölümsüz olduğuna göre niçin çoğalırlar?..
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” deniyor ayette. Ne var ki bunların ibadeti Allah’ın izni ile insanlara zarar vermek oluyor. Zarar verici bir ibadet olur mu? İbadet edeceklerse, ibadetlerini yapsınlar… Niçin Allah’ın izni ile insanlara zarar veriyorlar? Hiç Allah; insanlara zarar verin diye Cinlere emir verir mi? Böyle bir anlayış Allah’a saygı mı, saygısızlık mı?..
Burada akla yine bir soru geliyor. Cinleri ve insanları ibadet etsinler diye yaratmışsa; bu, bitkiler ve hayvanlar niçin yaratılmıştır? Bu konuda aklını imana kurban etmişler hemen yanıtı yapıştırıyorlar. “onları da insanlara hizmet etsinler!” diye yaratmıştır diyorlar.
Diğer zararlıları bir yana bırakalım bu Keneler insanlara hizmet mi ediyorlar… Dahası insanların adını, sanını, türünü bilmediği binlerce hayvan var… Bakteriler var, mikroplar, virüsler var… Bunlar insanlara hizmet mi ediyorlar.
Ya şu Okyanusların, Atlas denizlerinin altında yetişen milyarlarca bitki ve hayvan türüne ne deyeceğiz? Bunların çoğundan insanların haberi bile yok. Bunlar insanlara ne gibi hizmet yapar?
Yeri geldikçe söylüyoruz, yazıyoruz… Cin de, Şeytan da, Cennet de, Cehennem de insanın içinde, kendisinde…
Kötülükte aşırı giden insanlar Cin-Şeytan olarak simgelenir. İnsanlara iyilikte örnek olan insanlar da Melek olarak simgelenir…
Bize görünmeyen cinler varsa; yer, içer çoğalırsa… Radara da mı, uzay teleskoplara da mı, radyo, televizyon alıcılarına da mı yakalanmazlar…
Bu tür sorular sormayacaksak Yaratan bu aklı niçin vermiş bize…
Av. Eren Bilge,5.6.2009
X36
KÂFİR
1. Kâfir, sözlükte, bir şeyi örten, gizleyen, nimete ve iyiliğe karşı nankörlük eden kimse demektir.
2. Din ıstılahında ise; iman esasları¬nı ya da iman esaslarından birini veya tamamını inkâr eden veya di¬ni hükümlerden birini beğenme¬yen kimseye kâfir denir.
Bu tanıma göre bir insanın kâfir olması için iman esaslarının tama¬mını inkâr etmesi şart değildir. Kur’ân ayetlerinden birini inkâr etmek, helâli haram, haramı helâl kabul etmek, emir ve yasakları ve¬ya dinî bir hükmü beğenmeyip küçümsemek, Allah’la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur’ân’ın bir bölümüne iman edip bir bölümü-nü inkâr etmek, (K Bakara, 2/85 – Nisa, 4/150-151) Allahü Teâlâ’yı yüceliğine uygun olmayan bir şe¬kilde nitelemek, peygamberin nü¬büvvetini inkâr etmek de kişiyi di¬nin sınırları dışına çıkarır.
Kur’an-ı Kerimde kâfir olarak ölenlerin akibetleri hakkında şöy¬le buyrulur: “Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolu¬su altın verecek olsa dahi kabul edil¬meyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” (Al-iİmrân, 3/91).
DİYANET TAKVİMİ 14 MAYIS 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Burada kâfirin iki tanımı yapılmaktadır.
Bizimkiler daha çok ikinci tanım üzerinde durur. Ne var ki ikinci tanımda dile getirilen kâfirlik esaslarına laik hukuk sistemimizde itibar edilmemektedir. Örnek verirsek; hırsızın eli kesilmemekte, faiz kuralları yerine getirilmemekte, zina suç sayılmamakta, mirasta ve tanıklıkta kadınlar erkeklerle eşit sayılmaktadır. Bunun yanında Yahudiler ve Hıristiyanlarla dost olunmaktadır. Bütün bunlar da mütedeyyin iktidarımızın zamanında uygulanmaktadır.
Bu durumda bırakın Yahudileri, Hıristiyanları, Budistleri; ülkemizde yaşayan insanların büyük çoğunluğu iman esaslarını yerine getirmedikleri için kâfir mi sayılacaktır. Böyle bir inanış ve anlayış kamu vicdanına aykırı düşmez mi?..
Önemli olan 1. maddede yapılan tanımdır. Bu tanımda Hakk’ı tepeleyen; yani yapılması doğru olanı yapmayan, insansal sorumluluğunu yerine getirmeyen, yoksullara yardımdan kaçınan, çalıştırdığı işçinin hakkını vermeyen, insanları kandıran, aldatan, toplumda fitne çıkararak kötülük tohumları eken kişi hakkı tepelemiş sayılır ve dinsel deyimle Kâfir olarak adlandırılır. Bunların da cezasını toplumun yasaları belirler.
İnsan olarak kimseyi kâfir olarak suçlamaya hakkımız yoktur. Herkes kendi edimlerinden sorumludur. Bu konuda cezalandırma yetkisi devletin yasasında belirlenmiştir…
Bizim kötü kişilere yapacağımız davranış; onun, kötülüklerinden sakınmak ve ondan uzak durmaktır.
Biz; kendimize ve toplumumuza karşı sorumluyuz. Hiçbir dinin Allah’ı, sen doğru, dürüst ve erdemli yaşıyorsun diye bizi suçlayıp cezalandıramaz…
Av. Eren Bilge,6.6.2009
X37
KABRİ HATIRLAMAK
Ömer b. Abdülaziz (rah) anlatır:
“Dün gece, düşünmekten uykusuz kaldım.”
“Kimi ey müminlerin emiri?” diye sorarlar.
“Kabri ve oranın sakinlerini… Se¬nelerce dostluk ve muhabbet ettiğin bir arkadaşını, kabre koyduktan üç gün sonra açıp görsen gerçekten ür¬ker, tiksinirsin. O kabri bir görsen, vü¬cuttan damlayan kan ve irinler, kurt¬ların delik deşik ettiği bir beden! Ha¬yatta iken tertemiz elbiseler ve mis gibi kokular içindeyken şimdi kokusu çekilmez olmuş.”
Ömer b. Abdülaziz bunları anlattık¬tan sonra derin bir nefes aldı sonra bayıldı.
SEMERKAND TAKVİMİ, 4 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
b. Abdülaziz’in bu sözleri kaynağının ne olduğu belirtilmemiş.
Ölüm, aldığımız nefes kadar doğal bir olaydır. Bir doğa yasasıdır. Her canlının başına muhakkak gelecektir. Buda’nın deyişiyle ölüm acılardan kurtuluştur.
Ölen insan için başka süreç işleyecektir. Çünkü insan biyolojik bir maddedir. Her madde zaman içinde nasıl değişime uğrayacaksa ölen insan da değişime uğramak zorundadır.
Hiç insan 2 kere 2’nin 4 etmesine şaşar mı?
Bitki de, hayvan da, insan da ölünce çürüyüp yok olmaya mahkûmdur.
Eğer insan; öldüğünde, çürümeyip olduğu gibi kalsaydı ve de kokuşmasaydı hiç kimse ölüsünü toprağa vermeye razı olmazdı. Bu durumda da ölüleri koyacak yer bulunmazdı dünyada…
İnsan çok sevdiği insanı; ölünce, alelacele niçin toprağa veriyor. Biliyor ki biraz daha beklerse o çok sevdiği insanın şekli şemaili değişecek. Bu nedenle ölüler biran önce toprağa verilir ki anılarda bozulmamış hali kalsın.
Sağlıklı insan ölümden sonraki halini düşünmemelidir. Ölüm, bizim irademiz dışında bir olaydır ve idrakimiz dışındadır.
Ne var ki insanlar ölümden sonra ki halleri ile de ilgileniyor. Bu ise sağlıklı bir düşünce değildir.
Ölünce biz, bir maddeye dönüşüyoruz, mirasçılarımızın malı oluyoruz.
Av. Eren Bilge,6.6.2009
X38
MEKKE-İ MÜKERREME
Mekke, yeryüzünde ilk inşa edilen mescit olan Kabe’nin içinde bulunduğu. Pey¬gamberimizin doğduğu ve İslam’ı tebliğe başladığı kutsal şehirdir.
Hicaz bölgesinde bulunan Mekke, Kur’an’da Ümmû’l-Kurâ ve Bekke isimleriyle zikredilmiştir. Nur (Hira) dağı, Sevr dağı, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı bağrında barındırmaktadır.
Yaz aylarında aşırı sıcak, kış aylarında mutedil bir havası vardır. Arazi yapısı taşlık ve kayalık olup su kaynaklan kısıtlıdır.
Hz. İbrahim; eşi Hz. Hacer ve oğlu İsmail’i Yüce Allah’ın emriyle bu ıssız vadiye bı¬rakmıştır. O dönemde Mekke’nin çevresin¬de hiçbir insan topluluğunun ve su kayna¬ğının olmadığı bilinmektedir. Hz. Hacer ve Hz. İsmail’e ilahi bir lütuf olarak sunulan zemzem suyu bu vadiye hayat vermiştir.
Hz. İsmail, Mekke’ye ilk yerleşen Curhumilerden bir kızla evlenmiş ve soyu buradan çoğalmıştır. Allah’ın emriyle babası Hz. İbrahim’le Kabe’yi inşa etmiş ve insanları burayı ziyarete çağırmıştır.
Roma, Bizans ve İranlılar Mekke’yi ele geçirmek istemişseler de başarılı olamamış¬lardır. Kabe’yi yıkmak isteyen Ebrehe ve or¬duları, Allah tarafından hezimete, uğratıl¬mıştır.
Mekke büyük inkılâbı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) ve İslam’ın gelişiyle yaşamıştır. 622’de Mek¬ke’den ayrılmak zorunda bırakılan Pey¬gamberimiz, hicretin 8. yılında 10.000 kişilik bir orduyla Mekke’yi kan dökmeden 20 Ra¬mazan 630 yılında fethederek, Kâbe’yi put¬lardan temizlemiş bir hutbe irad etmiştir.
Allah’ın evi Kabe’yi içinde barındıran Mekke-i Mükerrem, Müslümanların saygı duydukları kutsal bir beldedir.
HİCRET TAKVİMİ, 1 OCAK 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bu konularda yazı yazanlar dikkatli olmalıdır. Yazılarını tarihsel gerçeklere uygun olarak yazmalıdır.
Bilgi ağı, iletişim, bilişim genişlemiştir. Google’ye girip Mekke sözcüğünü yazıp tıkladığın zaman Mekke’nin tarihsel olayları gözlerinin önünde sergilenmektedir.
Yine Ansiklopedileri açıp Mekke maddesini okumaya başladığın zaman bütün tarihsel olaylar gözler önüne serilmektedir.
Benim aklıma takılan “Roma, Bizans ve İranlılar Mekke’yi ele geçirmek istemişseler de başarılı olamamış¬lardır. Kabe’yi yıkmak isteyen Ebrehe ve or-duları, Allah tarafından hezimete, uğratıl¬mıştır.” satırlarıdır.
Meydan Larousse’nin Mekke maddesini okursanız görürsünüz ki Kabe’nin bulunduğu Mekke kenti İslamiyet’ten sonra, kaç kere yerle bir edildiği halde niçin Allah tarafından korunmamıştır.
Kaldı ki Kuran’da Mekke’nin güvenli bir kent olduğu da bildirilmektedir. Okuyalım:
1. “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi?” (K. 29/67)
2. “And olsun bu güvenli Mekke şehrine ki:” (95/3)
Şimdi Meydan Larousse’den Mekke’nin başına gelenleri okuyalım:
“Hicretten sonra 4. asrın başlarında “Ebâ Sa’id-el-Cenabi adında bir Arap batınısi Yemame, Ahsa bölgelerinde kral idi. Mekke üzerine yürüyerek orayı zaptetti, harap etti. Mescide sığınan halkı öldürttü. Hacer-i Esved denilen kara taşı yerinden söküp Ahsa’ya götürdü. Yalnız Mekke’de 13.000 kişi öldürtmüştü. Kabe’ye saldırırken de şöyle demişti. “BU EV ALLAH’IN EVİ OLSAYDI, GÖKTEN BAŞIMIZA ÇOK ATEŞ YAĞARDI. “ (Keşf-i Esrad-il Batıniye, s. 20’den aktaran Besim Atalay, Türk Dili ile ibadet. s. 13)
Ayrıca: “Mekke’de bir yangın yanın da kıtlık ve kargaşalar da oluyor. Vahhabilerden Mesut; Mekke’deki bütün türbeleri yıktırıyor. 1803. Peygamberi yücelten sözler ezandan çıkarıldı. Bkz. Meydan Larousse. Mekke maddesi).
“Bahreyn zencileri de 9. yüzyılda giriştikleri isyanda Müslümanların kutsal bildiği kara taşı Basra’ya götürdüler. Nizamül Mülkün anlattığına göre liderleri Ebu Tahir”Hacer-ül Esved’i iki parça ederek oturacağı zaman bir ayağını bir parçasına, diğer ayağını ikinci parçasına konulacak şekilde ayakyoluna yerleştirdi. (Bk. Nizamül Mülk, Siyasetname. s. 313. Bilim ve Ütopya dergisi. 1997 tarihli 41. sayı. s. 21).
Acaba takvim yaprağını yazanlar Meydan Larousse’nun bu açıklamaları karşısında ne deyecekler. Gerçekten çok merak ediyorum.
Kaldı ki daha beş on yıl önce bir tarikat lideri adamları ile birlikte Kabeyi işgal etti de; Kâbe, Amerikan komandoları tarafından kurtarıldı, Tarikat liderinin de çaprazlama el ve ayakları kesilerek öldürüldü.
Din adamlarının işi zor. Çünkü bilişim devrinde bütün gerçekler bir tıklama ile insanın gözünün önüne seriliyor…
Av. Eren Bilge,8.6.2009
X39
ALLAH’TAN KORKMAK
Resulüllah (s.av.) buyuruyor ki: “Allahu Teâlâ muayyen olan kıya¬met günü için bütün canlıları mahşer yerine topladığı vakit, yakındakiler olduğu gibi, uzaktakiler de aynı şe¬kilde duyacakları bir sesle karşılaşır¬lar. Bu seste, ‘Ey insanlar, sizi yarat-tığımdan bugüne kadar hep Ben sustum da sizi dinledim. Bugün siz susun ve beni dinleyin. Bugün size amellerinizin karşılığı verilecektir.
Ey insanlar, Ben sizin aranızda bir nesep, asalet koydum, siz de kendi aranızda bir nesep tâyin ettiniz. Be¬nim koyduğum nesebi düşürdünüz ve kendi nesebinizi yücelttiniz. Bana, en keremliniz, en çok muttaki (Allah’tan en çok korkan) olanınızdır…’ dedim. Fakat siz buna yaklaş¬madınız da, falan zade falan dedi¬niz. İşte bugün Ben de sizin koydu¬ğunuz asalet unvanını düşürür ve Be¬nim koyduğum asaleti yüceltirim. Müttakiler (Ehli takva, haramdan, günahtan çekinen) nerede. Hemen bunlar için bir sancak çekilir. Onlar bu bayrağın ardına takılır, yerlerini alır ve hesapsız olarak cennete gi¬rerler.” (Tabarani) buyurmuştur:
Yine Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
“Hikmetin başı Allah korkusudur.” buyurmuştur. Yine Resûl-i Ekrem ibn Mesûd’a (r.a) hitaben:
“Bana kavuşmağı istersen, ben¬den sonra korkunu çoğalt” buyurmuştur. (İhya 4.c.s:297)
HİCRET TAKVİMİ, 16 MAYIS 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıda Takvim Yazarı Allah’tan korkmayı anlatmaya çalışmış ama anlatamamış. Ne demek istediği anlaşılmıyor. İnsan hayalinde yarattığı bir varlığı nasıl anlatır ve hayalinde yarattığı varlıktan nasıl olur da korkar!,,
Günümüzde, mafya babası, çek senet tahsilâtçısı, kadın pazarlayıcısı, kumarhane sahibi, genelev patronu, faizcisi, tefecisi, mahallenin serserisi, ikide bir, “Allah’tan başkasından korkmam!” diye nara atıyor.
Bu ve benzeri kişilerin “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demelerinin hiç mi hiçbir anlamı yoktur.
Bir kere Allah’tan korkan bir kişi; ikinci paragrafta sıralanan eylem ve işlemlerden hiçbiri yapmaz, yapamaz. Allah’tan korkan kişinin yaşamı doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi erdemler üzerine olur.
Allah simgesel bir anlatımdır. Çoğu yerde mecaz anlamında kullanılır. Allah; doğruluk, dürüstlük, iyilik birçok erdemi kapsayan bir kavramdır. İnsanın; akla, sağduyuya, vicdana dayanan doğru, dürüst, iyi, hoşgörüye, sevgiye dayanan davranışlarını ifade eder ki bunların tümü erdem kapsamı içinde dile getirilir..
Bu konuda Kuran’da şöyle bir ayet vardır: ”Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın…” (K. Kehf. 18/110)
“Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın…” demek de her zaman doğru, dürüst, iyi iş yapıp da arada bir de kötü olanı, nasıl olsa Allah beni bağışlar, diye yapmaktır. Böyle yaptığın takdirde Rabbe ortak koşmuş olursun. Rabbe ortak koşmanın anlamı budur. Gel sen bunu hayalinde bir Allah yaratana anlat. Bu nedenledir ki ben hayalinde Allah yaratanlardan çok korkarım…
Av. Eren Bilge,9.6.2009
X40
PEYGAMBERİMİZİN DİNE DAVET METODU
Hz. Peygamber Allah’ın dinini insanla¬ra en güzel biçimde iletmiş ve bu konu¬da tebliğ vazifesini üstleneceklere en mükemmel örnek olmuştur.
O, insanları Rabbinin yoluna hikmetle ve en güzel öğütlerle çağırmıştır:
(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde müca¬dele et…” (K. Nahl, 16/125).
Her zaman ko¬laylaştırıcı olmuştur. Müminlere de: “Ko¬laylaştırın, güçleştirmeyin” (Buhari,) di¬ye tavsiyelerde bulunmuştur.
İnsanlarla kaynaşmayı tavsiye etmiş; kabalığı ya¬saklamıştır. “Mümin, kendisiyle ünsiyet ve ülfet edilen kişidir. Başkalarıyla kay¬naşmayan ve kaynaşmaya da kapalı olan kişi de hayır yoktur”;
“Allah’a en sevimli olanlarınız, ahlâkı en güzel olan; insanlarla iyi geçinen ve kendileriyle de iyi geçinilen yumuşak huylu olanlarınızdır” (Beyhaki,).
Onun öğretisinde “Güzel bir söz sadakadır” (ibn Hibban, el-ihsan)
“Kardeşinin yüzüne tebessümle gü¬lümsemen (de) sadakadır” (ibn Hibban, el-ihsan)
Asla insanlar arasında ayırım yapma¬mıştır. Herkese sevgi ile yönelmiş, kendi-sine kötülük yapanlara iyilikle karşılık ver¬miştir. Darda kalana, yoksula ve düşkü¬ne el uzatmış, kimseyi hor ve hakir gör¬memiştir. Âmâları vali, aksakları sefir, kö¬le çocuklarını kumandanlık makamına getirmiştir.
Sözlerin en anlaşılan, en hoş, en fazla hatırda kalan, en etkili olanını kullanmıştır. Ne takip edilemeyecek ka¬dar hızlı, ne de bıkkınlık verecek kadar ağır konuşmuştur. Gösterişten uzak, candan, samimi ve olabildiğince tabii davranmıştır.
HİCRET TAKVİMİ, 28 OCAK 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Din, gerçekler üzerine kurulmazsa, gerçek saygısı olanlar; “Peki, güzel söylüyorsunuz ama ya şu ayetlere ne derseniz?” diye soru sorabilir?
Evet Kuran’da (Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde müca¬dele et…” (K. Nahl, 16/125) denen ayetlerden daha çok vardır.
Ancak şu tür ayetler de vardır. Ben bu tür ayetlerden yalnız birini alacağım buraya. Bakalım bu takvimi yapan kardeşlerimiz ne deyecekler buna:
“Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” ( K. Tevbe. 9/29)
Bu ayetler yukarıdaki (16/125) ayetiyle çelişmiyor mu? (K.9/29)’un neresinde “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmak ve onlarla en güzel şekilde müca¬dele etmek!” var?
(K.9/29) açıkça “hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın…” deniyor. Kitap verilenler dediğine göre Yahudilerle Hıristiyanlar ya hak dini kabul edecekler ya da kabul etmedikleri takdirde cizye (Müslüman olmama cezası) verecekler…
Bir de şöyle deniyor takvim yaprağında: “Asla insanlar arasında ayırım yapma-mıştır.”
Taraf tutmayalım, din için Hak’kı tepelemeyelim. Şu ayeti okuduktan sonra kararımızı verelim:
“Ey İnananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (K. Maide; 5/51)
Bu insanlar arasında ayrım yapmak değil mi?
Bu ayetlerin yanında; insanlar arasında, kâfir, müşrik, münafık, mümin ayrımı yapılmamış mıdır?
Ne yapalım yani gerçekleri görmezden mi gelelim?
Av. Eren Bilge,11.6.2009
X41
KÜÇÜK KURDUN TESBİHİ
Davud a.s. mescidinde oturmuş Zebur okurken toprak üzerinde kırmı¬zı bir kurtçuk görür. Kendi kendine şöyle der:
“- Acaba bu kurtçuğu yaratmakla Allah Teala ne murad buyurmuş ola¬bilir?”
Cenab-ı Hak kurtçuğa izin ve¬rir, o da dile gelerek şöyle der:
“- Ey Allah’ın peygamberi! Gündü¬zümü öğrenmek istersen, Allah Teala her gün bin defa “Subhânellâhi ve’l-hamdu li’llâhi ve lâ ilahe illallâhu vel-lâhu ekber” dememi ilham etti. Gece¬mi öğrenmek istersen, her gecede de bin defa “Allahumme salli alâ Mu-hammedini’n-Nebiyyi’l-Ümmiyyi ve alââlihi vesahbihi ve sellim” dememi ilham etti. Acaba sen hangi şeyleri söylüyorsun, onları söylesen de, biz de senden istifade etsek?”
Davud (a.s) söylediklerine pişman oldu, Al¬lah’tan korktu, yaptığından tövbe ederek O’na tevekkül etti.
SEMERKAND TAKVİMİ, 12 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Akıl ve mantık dışı kurmaca bir fıkra…
Demek ki bu takvim yapraklarını yazıp halkımıza okutmaya çalışanların hiç mi hiç Tanrı bilgisi yok…
Halkımız arasında şu söz çok söylenir:
“Aklı olmayanın dini olmaz!” Bu muhakeme, yargılama, tefrik yeteneği olmayanların dini olmaz demektir…
Bu bağlamda çocukların, delilerin, hayvanların dini olmadığı gibi Allah’ı; (Genel doğruları, ortak değerleri, yüce kavramlar…) da olmaz…
Ne var ki çocukların, delilerin, bitkilerin, hayvanların Yaratan’ı olur ama Allahları; Türkçe deyimle Tanrıları (Genel doğruları, ortak değerleri, yüce kavramlar…) olmaz.
Belki şu soru sorulabilir? Yani şimdi sen Allah başka Yaratan başka mı demek istiyorsun…
Evet, Yaratan başka; Allah (Tanrı) başkadır. Allah, yalnız olgun insanın bulunduğu yerde bulunur. Olgunlaşmamış, ham insanın, bulunmadığı yerde Allah sesini duyuramaz; Şeytan baskın çıkar…
Yaratan MADDEDİR… Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Önü sonu yoktur. Madda, insanın olmadığı yerde de olur. Bilim; bu durumu şu şekilde anlatır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz var olan da yok olamaz.!” (Maddenin Sakınımı Yasası, Lavezion) Benim bu görüşüm bilime dayanmaktadır.
Allah ya da Tanrı ise simgesel bir anlatım olup değişmeceli (mecazi) bir yanı vardır. Küçük bir örnek: “… Peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz…” (K. Maide, 5/12) denmektedir.
Allah, müflis bir tüccar mı ki borç istesin. Ya da çeki karşılıksız çıkan bir esnaf mıdır ki güzel borç istesin. Burada Allah mecaz anlamında kullanılmaktadır.
Bu ayetten maksat; yoksullara yardım etmek, darda kalmışlara iyilikte bulunmak, parasal sıkıntıya düşmüş dostlara ödünç vermek, işsizlere iş bulmak gibi insansal davranışlardır ki bunlar; “Allah’a güzel borç vermekle…” ifade edilmiştir.
Çocuklar, deliler, hayvanlar, takvim yaprağındaki ifade ile kurtçukların Allah’a güzel borç vermek gibi bir yükümlülükleri olamaz.
Anlaşılıyor ki bu takvim yaprağını yazıp halka bedava dağıtanların Allah’tan haberi yok…
Av. Eren Bilge,13.6.2009
X42
KAZA VE KADERE İMANIN ÖNEMİ
Sözlükte hükmetmek, emretmek, ifa etmek, ödemek, ihtiyacını gidermek, mahkeme etmek gibi anlamlara gelen kaza. Yüce Allah’ın ezeli ilmiyle takdir bu-yurduğu şeylerin sırası geldiğinde, onları o takdire uygun bir biçimde meydana getirmesini irade edip yaratması demek¬tir. .
Kader ise, ölçmek tahmin etmek, öl¬çüp takdir ederek tayin etmek, gücü yetmek ve kudret anlamına gelir. Al¬lah’ın ezelden ebede olacak şeylerin za¬manını, yerini özelliklerini ve nasıl olacaklarını ezeli ilmiyle önceden bilip takdir et¬mesi demektir.
Bunun için kaza ve kader, Allah’ın ilim, irade, kudret, tekvin sıfatlarıyla ilgilidir ve İslam dininde iman edilmesi farz olan esaslardan birisidir. Dolayısıyla kaza ve kadere inanmak iman ve küfür, sevap ve günah, iyi ve kötü, faydalı ve faydasız kısacası hayır ve şer hepsinin, Allah’ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna ve ondan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.
Bu konuda Kuran da şöyle buyur¬maktadır: “Gerçekten biz, her şeyi bir öl¬çü ve dengede yarattık.” (K. Kamer, 54/49)
“Allah her dişinin neye gebe olduğu¬nu, rahimlerin arttırdığı şeyi ve eksilttiği şeyi bilir. Her şey O’nun katında bir ölçü iledir.” (K. Rad sûresi, 13/8)
Sonuç olarak bize düşen görev kaza ve kadere iman ederek Allah’a ait bir sır olan tarafıyla değil, sadece kendi fiilleri¬mizle ilgili olanına bakmalı ve onların ha¬yır mı, şer mi olduğunu anlamaya çalış¬malıyız.
HİCRET TAKVİMİ, 28 OCAK 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yanlış bilgi, yanlış anlatım…
Bir kere bilinmelidir ki; “İyi ve kötü, faydalı ve faydasız kısacası hayır ve şer hepsinin, Allah’ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna” inanmayı imanın esaslarından sayarsak; insanın başına gelen kötülüklerin, şerlerin Allah tarafından olduğunu kabul etmiş oluruz ki bu Allah’a saygısızlık olur.
Bilinmelidir ki, Allah’tan hiçbir zaman kötülük gelmez. Allah, daima insanın iyiliğini, mutluluğu, huzurunu ister ve onu bu yola sürüklemeye çalışır; ama şeytan başını kaldırarak insanı aldatır, kötü olanı, şer olanı şirin gösterir… İnsan da bu aldatmaya kanarak kötü olanı işleyince huzurunu, mutluluğunu yitirir.
Kavramları doğru anlamakta yarar var. Örneğin; ben niçin Hakkâri’de doğmadım da Gaziantep’te doğdum. Niçin Budist bir ana babadan değil de Müslüman bir ana babadan doğdum. Niçin kız değil de erkek olarak doğdum… Bunları açıklayabilir miyiz? Açıklayamadığımız bu oluşumlara kader deriz ki gerçekten de bu bir kaderdir…
Yine, bizim ihtiyarımızda olmayan bir bela ya da musibetle karşılaşırsak ve bunun nedeni de açıklayamazsak bunu da kaza ile açıklarız… Çünkü oluş bizim ihtiyarımız dışındadır. Buna da bir örnek verirsek ölüm; bizi Yaratının takdiridir. Ölüm, biz yaratılmadan önce takdir edilmiştir ki bunu da kaza ile ifade ederiz. Yaşlanmamız da, hastalanmamız da… Bütün bunları kaza ve kader ile açıklarız…
Yoksa bizim nefsimizin tutkunu olarak bir kadını kızı taciz ederken yakalandığımız da “Ne yapayım bu Allah’ın takdiridir!” dersek; suçu Allah’a yüklemiş oluruz ki bu doğru bir davranış değildir. Böyle bir olayda bir anlak zevk için heva ve hevesimize uymuş oluruz ki bunu da kaza ve kaderle açıklamaya çalışırsak kendimizi aldatmış oluruz.
Hislerimize mağlup olmamalıyız. İrademize sahip çıkmalıyız. Hem cinayet işleyip, hem hırsızlık yapıp hem de kadına kıza tecavüz edip “Ne yapayım kaderim böyle imiş!” diyemeyiz.
Zaten insan da suçu üzerinden atmak için kendini aldatır durur. Daha da sıkışınca kabahati Allah’ın “kaza ve kaderinde” bulur… Hapiste cezasını çekerken de “Kader mahkûmuyuz!” diyerek kendisini aldatır durur…
Av. Eren Bilge,12.6.2009
X43
İSLAM DİNİNDE KADINA VERİLEN DEĞER
Allah(c.c.)’ın yarattığı varlıklar arasında kadın ve erkek cinsi arasında bir ayırım gözetmemektedir.
Kur’an’da inanan erkek ve kadınlar ibadet, ahlâk, sosyal ve ekonomik hayat gibi alanlarda yan yana zikredilmekte, her ikisi de oruç tutan, sadaka veren, sabreden, doğru olan, ırzını koruyan ve Allah’ı çok zikreden kişiler olarak tasvir edilmektedir. (K. Ahzap, 33/35).
İnanan erkek ve kadınlar, dünyada yaptıkları her şeyin karşılığını, herhangi bir cinsiyet ayırımı gözetilmeksizin ahirette Allah (c.c.)’tan alacaklardır.
İslam dinine göre kadın ve erkekler aile ve toplum hayatında çeşitli görevler üstlenebilir.
İslam, kadını sadece ev içi görevleri ile sınırlayan bir anlayışa sahip değildir. Kadın eğitim alma, dinin gerek¬lerini öğrenme ve yeni yetiştireceği nesillere aktarma, toplum için faydalı bir insan olma çabası sergileyebilir.
İslam dini, toplum içinde Müslüman kadın ve erkeklerin birbirleri arasındaki ilişkiyi “karşılıklı koruyuculuk, yardımlaşma, dostluk, kardeşlik” anlamlarını içinde barındıran “veli” kavramı ile ifade ederken (K. Tevbe, 9/71) kadına verdiği değeri de ima etmiş olmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v.) hayatının her aşaması, O’nun kadınlara verdiği müstesna değeri ispatlar niteliktedir.
O, Veda Hutbesi’nde, erkeklerin kadınlara Allah’ın değerli bir emaneti olarak aldıklarını dolayısıyla bu emanete has¬sasiyetle sahip çıkmaları gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca Peygamberimiz, Müslüman erkekleri “içlerindeki en hayırlı insanların kadınlara karşı iyi davrananlar olduğunu” (Tirmizi) söyleyerek uyarmıştır.
HİCRET TAKVİMİ, 23 TEMMUZ 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Anlaşılan bu takvimi hazırlayanların bilişim çağından haberleri yok.
Kısa bir örnek vermekten kendimi alamıyorum. Google sayfasını açtım. Arama motoruna “İSLAM’DA KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ” yazıp tıkladım. Karşıma İslam’da kadın erkek eşitliği olmadığına ilişkin ilk sayfada 10’dan fazla makale çıktı. Aynı zamanda 10 sayfada da İslam’da kadın erkek eşitliği olmadığına ilişkin makaleler olduğunu bildiren 1’den 10’a numaralar vardı.
Sözlerimin doğruluğunu test etmek isteyenler Google’ye girerek arama motoruna “İslam’da kadın erkek eşitliği” yazarak tıklayabilirler.
Ne demişti bundan 700 yıl önce Mevlana:
“Dünle söylenen dünle geçti cancağızım
Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım…”
Çağı dine uydurmak yerine; din’i çağ uydurma yoluna gidilmezse değil İslam hiçbir din varlığını ilanihaye sürdüremez. Bir yerde toplumun gereksinimlerine yanıt veremeyerek tıkanır kalır.
Şimdi İslam’da kadın erkek eşitliğine ilişkin birkaç örnek vermekle yetinmeye çalışalım.
Şeriatla yönetilen İslam dünyasında kadınların kızların okuma yazma oranı nedir acaba? Bu konuda gerçekçi açıklama yapacak bir babayiğit çıkar mı acaba?
Yine İslam şeriatı ile yönetilen ülkelerde kadınların iş yaşamındaki oranları ne kadardır acaba?
Neden mütedeyyin insanlar eşlerinden en az iki üç adım önde giderler? Bu konuda açıklama yapacak bir kişi çıkabilir mi acaba?
İslam’da kadın erkek eşitliği varmış da niçin kadınlar imam, müezzin olamıyor, vali, kaymakam gibi yönetimde görev alamıyor?
Niçin malların idaresi kadınlara verilmiyor…(Bak. K. Nisa, 4/5)
Bunun yanında kadınlar neden mirasta yarım alıyor ve tanıklıkta iki kadın bir erkeğin yerini tutuyor.
Niçin erkeğe eşini dövme hakkı veriliyor…
Niçin boşanan ailelerde sütten kesilen çocuklar babaya veriliyor?
Eğer bizler bu eşitsizliği dile getiriyorsak; bu, demokrasi ve laiklik yüzündendir. Eğer şeriat düzeninde bu açıklamaları yapsaydık ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalırdık.
İşte bu nedenlerle şeriat düzeninde demokrasiye ve laikliğe izin verilmez. Eğer şeriatçıların tırnağı yer tutarsa ilk yapacakları iş demokrasiyi ve laikliği ortadan kaldırmak olacaktır.
Av. Eren Bilge,17.8.2009
X44
KURAN’DA KORKU AYETLERİNİN BAZILARI
“O alevli ateş (cehennem), daha ziyade kızıştırıldığı zaman, cennet (mü’minlere) yaklaştırıldığı zaman, (her) nefs ne hazırlamışsa, (artık hepsini gö¬rüp) bilmiştir (bilecektir)” (K. Tekvir, 81/12-14)
Amme sûresinde de: “O gün herkes iki elinin önden yolla¬dığı ne ise ona bakacak” (K. Nebe, 78/40) ve
“Rahmeti umuma yaygın olanın kendi¬lerine izin verdiğinden başkaları konuşamazlar” (K. Nebe, 78/38) dediler.
Kur’an-ı Kerim’in ayetleri üzerinde in¬ceden inceye düşünülürse, hepsinin kor-kutucu olduğu görülür. Esasen Kur’an-ı Kerim’deki yalnız:
“Şüphesiz ki Ben tevbe ve iman eden¬leri, iyi amelde bulunanları, sonra da doğru yolda sebat edenleri elbette çok yarlıgayacağım (affedeceğim)” (K. Tâ-Hâ, 20/82) âyet-i celilesi korkutmak için kâfi¬dir. Çünkü burada mağfiret, dört şarta bağlanmıştır ki, yalnız birini bile tam manasıyla yerine getirmekten insan acizdir. Bundan daha şiddetlisi:
“Amma tevbe ve iman edip ve iyi amelde bulunan kimseler muratlarına erenlerden olacaklarını umabilirler” (K. Ka-sas, 28/67) ayet-i celilesi ile
“Tâ ki (Allah) o sâdıklara sadakatlerini sorsun” (K. Ahzâb, 33/8)
“Ey ins ve cin, ilerde sizin (hesabınızı görmeye) yöneleceğiz” (Rahman, 31)
“Rabbının yakalayışı -(Ahâlisi) zulme¬der hâlde bulunan memleketleri yakala-dığı zaman- işte böyle (olur). Şüphesiz ki O’nun çarpması (cezası) pek acıklıdır, pek çetindir” (K. Hûd, 11/102)
“Sizden hiç biriniz müstesna olmamak üzere ille oraya (cehenneme) uğrayacaktır” (K. Meryem, 19/71)
“Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görendir.” (K. Fussılet, 41/40) ”
HİCRET TAKVİMİ, 23 TEMMUZ 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yazarı, yukarıda tam 10 ayeti örnek göstererek okuyucularına korku salıyor. Allah’ı (Tanrı’yı) sevdirmek dururken; neden O’nu korkulacak bir varlık olarak gösteriyor? İnsan, korktuğu için Allah’a yaranacak yerde onu sevdiği için yaranacak aşamaya gelse daha iyi olmaz mı?
İnsanın, korkarak günah işleyemez duruma getirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. İnsan çıkarı söz konusu olunca kötülük yapmaktan çekinmez. Oysa sevgiye inanan bir insan yapacağı kötülüğü kendine yakıştıramaz.
Siyah renkle belirlediğim ayete göre Müslüman da olsa Cehennem’e uğramayacak kimse yoktur. Bu ayeti şöyle Türkçeleştirmiş Elmalılı Hamdi Yazır: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.” (K. Meryem, 19/71)
“Mutlaka herkes Cehennem’e varacaktır” dendiğine göre; kâfir, müşrik, mümin ayrımı yapılmadığı gibi müminler içinde günahkâr ve günahsız ayrımı da yapılmıyor… Yani şimdi mümin de olsan, hiçbir günah işlememiş de olsan muhakkak Cehennem’e uğrayacaksın… Olur mu bu?..
Böyle bir durum Allah’ın (Tanrı’nın) adaleti ile ne oranda bağdaşır?.. Hani Allah adildi… Hiç kimseye haksızlık yapmazdı.
Günah işlesek de, işlemesek de Cehennem’e gidecek olduğumuza göre heva ve hevesimize uymakla ne kaybederiz, nasıl olsa Cehennem’e gidecek değil miyiz demez mi insan?..
Ha şöyle de denebilir? Efendim bu yoruma elverişli bir ayettir. Öyle ise yorumlayın da gerçeği öğrenelim.
Eğer Allah’a inanmak gerekiyorsa O’nun niteliğini bilmeliyiz ve onun bizim koruyucumuz olduğunu, kötülüklerimizi bağışlayacağını ve bizi severek rahmetini bizden esirgemeyeceğini bilmemizde yarar var.
Günah işlesem de işlemesem de beni muhakkak Cehennem’e sokacak Allah’ın arkasına niçin düşeyim ben…
Av. Eren Bilge,18.6.2009
X45
ALLAH (C.C.) RIZASI
İbnu Mes’ûd (r.a.) şöyle der: “İlmi şu üç şey için öğrenmeyiniz:
Sefihler¬le tartışmak,
Âlimlere karşı mücadele etmek,
İnsanların teveccühünü ka¬zanmak!
Sözleriniz ve davranışları¬nızla Allah’ın rızasını isteyiniz. Zira Al¬lah’ın rızası baki, onun dışındaki her şey geçicidir!” (İbnu Abdilber)
Bunun yanında, Allah’ın rızası dı¬şında başka maksatlarla yapılan ameller için de genel manada tehdit¬ler varit olmuştur. İmam Ahmed’in, Übey b. Ka’b’dan (r.a.) rivayet ettiği şu hadis bunlardan biridir.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Ümmetime övgü, şeref ve dinleri¬nin yeryüzünde hâkimiyetini müjdeli¬yorum. Ümmetin fertlerinden her kim, ahret (Allah rızası) için yapılması gereken bir ameli dünyalık için işlerse, onun ahrette hiçbir nasibi yoktur!” (Hadis-i Şerif)
SEMERKAND TAKVİMİ, 5 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Allah rızası demek: “Başka bir amaç için değil de; yapılması gerektiği için, yapmak!” demektir.
İlim sahibi olmak mı istiyorsun; bu işi huzur ve mutluluğunu sağlamak için yapacaksın. Cahillere üstünlük sağlamak amacı ile yapılan ilim tahsili seni huzura ve mutluluğa eriştirmez; daha çok başını ağrıtır.
Yine; bilginler ve bilgeler arasında üstünlük sağlamak için yapılan ilim tahsili de çok cahilce yapılan bir çabadır. Boşu boşuna yorulmuş olursun. Ne kadar bilgili olursan ol; daima senden daha bilgili biri ile karşılaşmam mukadderdir.
Bir de insanların teveccühünü kazanmak için yapılan ilim tahsili vardır ki; bu da tam bir ham hayaldir…
Şimdi gelelim asıl konumuza ilmin tahsili bile “ahret (Allah rızası) için yapılması gereken bir amel” olarak öğütleniyor. “Dünyalık için işlenirse ahrette hiçbir nasibi yoktur!” deniyor.
Bu nedenle de İslam dünyasında dünyalık için yapılan bir ilim göremiyoruz. İslam dünyası hiçbir bilimsel, teknik, sosyal, sağlık ve diğer konularla ilgili buluş yapamıyor. Hiçbirinin: Deniz altında, ormanlarda, dağlarda, uzayda araştırma yakma gibi bir sorunu yok …
Dünyada sadece 14 milyon Yahudi var. 100 Müslüman’a bir Yahudi düşmekte-dir. Ama Yahudiler tüm Müslümanlar¬dan yüz kat daha güçlüdür.
Time dergisi tarafından “Yüzyılın Adamı” seçilen Al-bert Einstein bir Yahudi’dir.
Psikanalizin babası Sigmund Freud, aşı iğnesinin bu¬lucusu Benjamin Rubin, lösemi ilacının bulucusu Gertrude Elion, Hepatit B aşı¬sını geliştiren Baruch Blumberg ve diğer yüzlerce bilim adamı Yahudi kökenlidir.
Son 100 yılda Yahudi bilim adamları 100’ün üzerinde Nobel Ödülü alırken, Müslümanlarda sadece 3 ödül alan var.
Sanayi sektöründe de durum böyledir.
İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı 57 ül¬kede sadece 500 üniversite bulunurken, yalnız Amerika’da 5.758 üniversite bulunmaktadır.” (BKZ. 18.6.2009 tarihli Cumhuriyet eki Kitap dergisinden… Lütfü Kaleli, Kur’an’da Allah… Arif Tekin’in Yeni araştırması…)
Beni asıl üzen allamelerimizin bundan rahatsız olmaması…
Av. Eren Bilge,19.6.2009
X46
ZAHMETİN MÜKÂFATI
Muâz b. Cebel (r.a) şöyle der:
“Allah Teala bir kulu hastalığa uğ¬rattığı zaman, kötülükleri ve günahla¬rı yazan soldaki meleğe şöyle der:
“Kalemini kaldır, ona bir şey yazma!”
Sevab ve hayırları yazmakla gö¬revli sağdaki meleğe de şöyle der:
“Bu kulumun işlemiş olduğu en güzel amelleri onun defterine yaz!” (Hadis-i Şerif)
Bir hadiste şöyle buyrulur:
“Kul hastalandığı zaman Allah (c.c) ona iki melek gönderir ve: “Bakın ku¬lum ne diyor?” der. Eğer kul “Elham¬dülillah” diyorsa (Allah c.c. buna vakıf olmakla birlikte) melekler bunu Al¬lah’a bildirirler.
Cenab-ı Hak buyurur:
“Eğer kulumu bu hastalıktan öldü¬rürsem, onu cennete koyacağım! Eğer ona şifa verirsem, etini daha ha¬yırlı etle, kanını da daha hayırlı kanla değiştireceğim ve onun günahlarını affedeceğim!” (İmam Mâlik (r.a))
SEMERKAND TAKVİMİ, 12 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Halk yanlış yönlendiriliyor. Hastalığa yakalanan bir kişiye “Üzülme, Allah günahlarını siliyor, sevaplarını ise çoğaltarak yazıyor…” deniyor…
Bu durumda hasta olan kişi hastalığının çaresini arayacağına hastalığını sabırla sineye çekecek…
Oysa yapılacak iş; hastalık belirtisi olduğunda hemen doktora koşarak derdine derman aramak olmalıdır. Bu gün öyle hastalıklar var ki zamanında tanı (teşhis) konmadığı zaman iş işten geçmiş sayılıyor…
Sonra kararsız bir Allah tiplemesi ile karşı karşıyayız yukarıdaki satırlarda. Allah, ne yapacağını bilmeyen Kararsız Kasım sanki…
Allah, kendi kendine söylenip duruyor… “Eğer kulumu bu hastalıktan öldü-rürsem, onu cennete koyacağım!” diyor. Sonra “Eğer ona şifa verirsem, etini daha ha¬yırlı etle, kanını da daha hayırlı kanla değiştireceğim ve onun günahlarını affedeceğim!” diyor.
Hiç, ne yapacağına karar veremeyen bir Allah olur mu? Kendisi de bilmiyor ne yapacağını.
Halk da bu takvim yapraklarına inanıyor… İnanmamalı böyle tutarsız sözlere.
İnsan, kendisinde bir rahatsızlık hissettiğinde zaman geçirmeden doktora koşmalı. “Aman doktor, daha önce hissetmediğim bir ağrı hissediyorum şuramda!” demeli. Ya da neyse yakındığı rahatsızlık onu doktora bildirmeli…
Aklı fikri Allah’la bozmuş bunlar… Esma delisi denir bunlara gerçek din ilminde.
Av. Eren Bilge,20.6.2009
X47
İMAN
İman Nedir? Sözlükte inanmak, tasdik et¬mek anlamına gelir. Dinde anlamı ise: Pey¬gamberimiz (s.a.v.)’in Allah(c.c.)’tan getirdiği bütün hükümlere kesin olarak inanmak ve dil ile ikrar etmektir, imâna şahadet getirerek giri¬lir. O da:
“EŞHEDÜ ENLÂ İLAHE İLLALLAH, VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDÜN RASÛLULLAH”
Manası: Ben şahadet ederim ki; Allah (c.c.)’tan başka ilâh yoktur ve yine şahadet ederim ki; Muhammed (s.a.v.) O’nun Rasûlü-dür. (Peygamberidir).
İmanın Şartı altı’dır.
1- Allah (c.c.)’a imân
2- Allah (c.c.)’ın Meleklerine İmân: Meleklerin varlığındaki hikmeti ancak Allah (c.c.) tamamen bilir. Kendi varlığını bilip, ken¬disine ibadet ve itaatte bulunmak için cinleri, insanları yarattığı gibi melekleri de yaratmıştır.
Dört büyük melek vardır:
a) Cebrail (a.s): Peygamberlere vahiy ge¬tiren melektir
b) Mikail (a.s): Allah (c.c.)’in emri doğrultu¬sunda tabiat olaylarını düzenleyen melektir.
c) İsrafil (a.s):Sûr’a üflecek melektir.
d) Azrail (a.s): Can alma görevini bu melek yerine getirir.
3- Allah (cc)’ın Kitapları’na iman
a) Adem Aleyhisselam’a 10 sayfa
b) Şit Aleyhisselam ‘a 50 sayfa
c) İdris Aleyhisselam ‘a 30 sayfa
d) İbrahim Aleyhisselam’a 10 sayfa
e) Musa Aleyhisselam’a Tevrat,
f) Davut Aleyhisselam ‘a Zebur,
g) isa Aleyhisselam ‘a incil,
h) Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimize ge¬len Kur’an-ı Kerim,
4- Allah (c.c.)’in Peygamberleri’ne iman
5- Ahiret Gününe İman
6- Kaza ve Kadere İmân
HİCRET TAKVİMİ, 17 EKİM 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yaratan, (Doğa, Evren, madde…) bütün canlılara kendini savunmak ve korumak için bir organ vermiştir; insana da akıl vermiştir. İnsan aklı sayesinde kendini savunacak araçlar yapar ve gerçeği araştırır. Sorgulamayan, gerçeği araştırmayan bir aklın varlığı ile yokluğu birbirine eşittir.
Burada aklıma takılan 3. maddede sıralanan kara ile belirlediğim a’dan d’ye sıralanan kitaplardır.
Âdem Aleyhisselam’a 10 sayfalık, Şit Aleyhisselam’a 50 sayfalık, İdris Aleyhisselam’a 30 sayfalık ve İbrahim Aleyhisselam’a da 10 sayfalık kitap verildiği açıklanmaktadır.
Diğer Peygamberlere gönderilen kitapları gördüm ama adı geçen bu Peygamberlere gönderilen kitapları görmedim. Görene de rastlamadım.
Aklıma takıldı işte; nerede acaba bu kitaplar? Ne denebilir bu konuda…
Bilmiyorum, belki bu kitaplar ya da sayfalar “Zamanla ortadan kaybolmuştur ya da kâfirler bunları yok etmiştir…” denebilir…
Her iki durumda da ortaya iki sonuç çıkar… Allah, Peygamberlerine gönderdiği kitapları niçin sahiplenmemiş. Niçin onların yok edilmesini ya da kaybolmasını önleyememiştir.
İmanın şartı olarak kitaplar gösteriliyor… Meydanda olmayan kitaplara nasıl iman edelim, onları nasıl okuyalım… Kaldı ki ortada bulunanlar da tahrif edilmiştir denildiğine göre kitaplara iman etmenin bir anlamı kalıyor mu?
Kala kala ortada bir Kuran kalıyor. Diğer kitaplarını koruyamayan Allah Kuran’ı nasıl koruyacak acaba?…
Yoksa Allah kitapları arasında ayrım mı yapıyor.
Akıl bu ya sorup duruyor işte…
Av. Eren Bilge,20.6.2009
X48
KERPİCİN ETKİSİ
Bir inkârcı, âlimin birine şu üç so¬ruyu sorar:
“Allah varsa bana göster.
Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?
Şeytan ateşten yaratıldığı hal¬de ona cehennem ateşi nasıl etki ya¬pabilir?”
Âlim bu soruları dinledikten sonra yerden bir kerpiç alıp inkârcının başı¬na vurur. Başı yarılan inkârcı soluğu mahkemede alır.
Hâkim âlime “Niye vurdun?” diye sorar. Âlim:
“Bana üç soru sormuştu, ben so¬rularına cevap verdim:
“Allah varsa bana göster” demişti. Başının ağrıdı¬ğını göstersin.
“Her şeyi Allah yaratı¬yorsa suçlu neden ceza görsün?” de¬di. Madem öyle niçin beni mahkemeye veriyor?
“Ateşten yaratılan şeyta¬na cehennem ateşi nasıl etki yapar” diye sordu. Topraktan yaratılan ken¬disine, yine topraktan olan kerpiç na¬sıl etki yapıyor?”
Bu cevaplardan sonra âlim beraat eder.
SEMERKAND TAKVİMİ, 20 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Kurmaca, uydurma bir fıkra. Akla, mantığa uyar yeri yok. Yazılmıştır diye düşünmeden, mantık yürütmeden inanalım mı?
Yerden aldığın kerpici adamın kafasına vurmuşsun; kerpici kafasından yiyen bu adamın başı yarılmamış mı? Hadi yarılmamış deyelim; insan kafasına kerpiç vurulur da o kafa şişmez mi? Kafa yarılmamışsa, şişmemişse zaten ağrımaz. Zaten şikâyete gerek kalmaz.
Kafası yarılan, ya da şişen adamın kafasındaki yarığı ya da şişi ya da kafasındaki kızaran yeri gösteremez mi “İşte ağrıyan yerim!..” diye…
“Her şeyi Allah yaratı¬yorsa suçlu neden ceza görsün?” diye soru soran adam, usta bir manevra ile sav’da (iddiada) bulunan biri olarak gösteriliyor. Okuyucu da bu kurnazlığın ayrımına varamıyor gibi…
Adam, alime soru soruyor. “Değil mi ki kaza ve kader Allah’ın takdiri… Niçin suç işleyene ceza veriliyor?” Eğer bu işler Tanrı’nın takdiri ise bu suçlulara verilen ceza neye? Bu suçluların öldükten sonra Cehennem’e atılmasının gerekçesi ne?
“Ateşten yaratılan şeyta¬na cehennem ateşi nasıl etki yapar” sorusu da çarpıtılıyor. Topraktan yapılan kerpiç topraktan yaratılan adamın başını kanatıyor ya da şişiriyor.
Sonra asıl önemlisi Şeytan’ın ateşe atılması, ya da yanması gibi bir durum söz konusu değil.
Bilinmelidir ki Şeytan Cennet’e de, Cehennem’e de girmez. O kovulmuşlardandır. Görevi insanı aldatmaktır, kötülüğe sürüklemektedir.
Cehennem’e girecek olan Şeytan’a uyan insandır…
Bak, gördün mü küçük bir fıkradan neler çıktı ortaya…
Av. Eren Bilge,20.6.2009
X49
NEFSE HÂKİM OLMAK
Nefsin arzularına boyun eğmek sultanları köle durumuna düşürür; onlara karşı sabretmek ise köleleri sultan eder. Yusuf (a.s.) sabrederek Mısır’a sultan oldu.
Ehl-i hikmetten biri şöyle der:
“Kimin nefsi kendisi üzerine hâki¬miyet sağlarsa, o kişi nefsî arzularının esiri olur; günah zindanında mahsur kalır ve kalbini faydalı şeylerden mah¬rum bırakır!
Vücut tarlasını nefsin ar¬zularıyla sulayan, kalbine pişmanlık ağacını dikmiş olur!”
Ehl-i marifet bir zat şöyle der:
Cihad üç kısımdır:
1. Kâfirlere karşı yapılan cihad. Bu, açıktan yapılan, gözle görülebilen cihattır.
2. Batıl ve sapık düşünce sahiplerine karşı ilim ve delille yapılan cihad: “Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yol¬la mücadele et!” (K. Nahl, 16/125)
3. Daima kötülüğü emreden ve ona çağıran nefse karşı yapılan cihad: “Bi¬zim uğrumuzda cihad edenlere, biz yollarımızı gösteririz!” (K. Ankebût, 29/69)
SEMERKAND TAKVİMİ, 21 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bu çağda hâlâ ve hâlâ kâfirlere cihat çağrısı yapılmaktadır.
Bir insanı, bir toplumu, bir ulusu; salt inançlarından ötürü, kâfir ilan ederek onlarla savaşmayı göze almak akıl kârı değildir.
Bu anlayış günümüz İnsan Hakları Evrensel Bildirisine, Günümüz Anayasa’sına ve de yasalarımıza aykırı olduğu gibi, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesine…” de aykırıdır…
Böyle bir anlayışı yaşatmaya çalışmak gerçek din ilmine de aykırıdır. Çünkü ne demişti Yunus Emre “Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü!”
Böyle bir anlayış ayrıca Kuran’ın şu hükmüne de aykırıdır:
“Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.
Onlarla en güzel yol¬la mücadele et!” (K. Nahl, 16/125)
Ortada böyle bir ayet varken şu ayete ve benzeri ayetlere sarılmak El Kaide ve Taliban kafasına hizmet etmekten başka bir şey değildir.
Okuyalım:
“Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (K. Tevbe. 9/5)
Kâfir olarak nitelenen bu insanlar (Budistler, Yahudiler, Hıristiyanlar… Ve Müslüman olmayan diğerleri…) inançlarını değiştirip; Tövbe edip Müslüman olurlarsa, namaz kılıp zekâtı verirlerse” canlarını kurtarabiliyorlar.
Bu ise günümüz hukukuna, din, inanç ve vicdan özgürlüğü ilkesine aykırıdır. Bu ilkelere aykırı olarak hala başka inançtakilere kendi inançlarımızı kabul ettirmek için savaşı (cihadı) göze almak aklı başında bir insanın yapacağı işlerden değildir…
Kaldı ki İslam Peygamberinin önünde örnek bir Peygamber ve de örnek bir kitap vardır: İncil.
Bakınız düşmanlar konusunda İncil ne diyor:
“Fakat ben size derim; düşmanlarınız sevin ve size eza edenler için dua edin.” (İncil. Matta. 5/44)
Bizimkiler, insanları İncil’den uzaklaştırmak için “O tahrif edilmiştir!” diyorlar.
İnsaf yahu!… Ayetin aslı “Allah’a ortak koşanları bulduğunuz yerde öldürün!” iken; bu Hıristiyanlar bu ayeti değiştirerek “…düşmanlarınız sevin ve size eza edenler için dua edin!” olarak mı değiştirmişlerdir.
Öyle ise bu değişiklik çok güzel bir değişikliktir.
Çünkü Allah, kullarının birbirini öldürmesine hiçbir zaman cevaz vermez. Allah’ın en tiksindiği davranış kendi adına insanların birbirini öldürmesidir. Allah, kendisi için kan dökülmesinden hoşlanmaz.
Allah’tan beklenen de budur zaten
Av. Eren Bilge,
X50
SİHİRBAZLARIN CEVABI
Firavun, Hz. Musa’nın tevhid müca¬delesinden, saltanatını kaybetme en¬dişesi ile korktu, sihirbazlarını topladı ve müsabakaya çıkardı. Sihirbazlar:
“Ya Musa, sen mi önce asanı atar¬sın, yoksa biz mi atalım?” diye sordu¬lar. Musa (a.s):
“Siz atacağınızı atın!” dedi. (K. A’raf, 7/115-116)
Sihirbazlar, yere bir şeyler attılar. Onlar da yılan gibi görülmeye başladı¬lar. Sonra Musa (a.s) asasını attı. Asâ, koca canavar olup bütün sihir aletleri¬ni yuttu. Sihirbazlar, bu halin ilahi bir mucize olduğunu anladılar ve:
“Biz, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik!” diyerek secdeye kapandılar.
Firavun buna öfkelendi:
“Benden izin almadan nasıl iman edersiniz? Demek ki, Musa sizin üs¬tadınız imiş! Siz bu işi ondan öğren¬mişsiniz! O halde sizin el ve ayakları¬nızı çapraz kestirerek sizi ölüme mahkûm ediyorum!” dedi.
Sihirbazlar da:
“Dilediğin zulmü yapabilirsin! İş¬kencen bize zarar vermez! Oysa biz, Allah’a döndürüleceğiz…” dediler.
SEMERKAND TAKVİMİ, 26 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Çapraz el ve ayak kesme olayı, K. Araf. 7/115 ve devamı maddelerde geçmektedir. Ayrıca bu ceza biçimi Araf süresinden başka iki sürede daha geçmektedir. K. 20/71 ve 26/49…
Çapraz el ve ayak kesme Kuran’da şu şekilde geçmektedir:
“Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır.” (K. Maide. 5/33)
Açıklaması: “Âyet-i kerimede “Allah’a ve Resûlüne karşı savaş ve yeryüzünde bozgunculuk” şeklinde ifade edilen suç, terör, yol kesme, kan dökme, eşkıyalık, yağmalama, masum insanları öldürme gibi toplumun huzur ve sükununu bozmaya yönelik eylemlerdir. Bu âyet, terör, eşkıyalık ve yağmalama gibi toplumun huzurunu bozan gayr-i meşru eylemlerin ne derece tehlikeli olduğuna işaret etmektedir.” (Diyanet…)
Esirgeyen ve bağışlayan bir Allah’ın böylesine acımasız bir ceza vereceğine akıl ve ihtimal veremiyorum. Gösterilen üç ayette bu cezanın Firavun tarafından uygulandığını görüyoruz. Demek ki bu çapraz kesme cezası ilkçağlarda uygulanan bir cezadır.. Böyle bir ceza Firavun gibi acımasız, kendini Allah sanan bir krala yakışır ama rahmet ve şefkat timsali bir Allah’a yakışmaz.
İşlenen suç ne kadar ağır olursa olsun; bir suçlunun el ve ayaklarının çaprazlama kesilerek inleye inleye ölüme terk edilmesi din adına meşru gösterilemez.
Ayrıca bir suç için hem bu dünya da hem de öbür dünyada iki kere ceza verilemez.
Günümüz hukukunda birçok ülkeler ölüm cezalarını bile kaldırmışlardır. Kaldırmayanların birçoğu da ölüm cezası halkın gözlerinden uzak bir yerde gizli olarak yapmaktadır. Ölüm cezaları yalnız İran, Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen ülkelerde halkın huzurunda yapılmaktadır.
Ceza da suçlunun ıslah edilmesi amacı vardır. Ama idam da devletin suçludan öç alması vardır. Hele çapraz el ve ayak kesme cezasında öç almanın yanında devletin işkence yapması da söz konusudur. Hele gözlerinizin önüne getirin. El ve ayakları çaprazlama kesilmiş bir kişi kanlar içinde kıvranmaktadır. Böyle bir cezaya duyarlı bir insan nasıl dayanır. Böyle bir ceza aynı zamanda suçsuz insanlar için de bir ceza; daha doğrusu işkencedir…
Hiç kimse suç işleyen cezasını çekecek elbette demesin. Çünkü insanın olaylar karşısında nasıl tavır alacağını kimse bilemez…
Av. Av. Eren Bilge,30.6.2009
X51
AZABI KALDIRAN AMEL
Kadının biri Hasan-ı Basrî’ye gelerek:
“Benim kızım vefat etti. Onu rü¬yamda görmem için ne yapmam ge¬rekir?” dedi.
Hasan Basri kızını görmesini sağ¬layacak bir şeyler öğretti ve kadın da kızını rüyasında gördü. Kızının üzerin¬de katrandan bir elbise, ayaklarında pranga vardı. Durumu Hasan-ı Bas¬ri’ye anlattı.
Bir zaman, sonra, Hasan-ı Basri kı¬zı rüyasında cennette gördü. Başında bir taç vardı ve:
“Ey Hasan, beni tanıdın mı? Ben, sana gelerek ricada bulunan kadının kızıyım!” dedi.
Hasan Basri:
“Seni bu duruma getiren nedir?” diye sordu.
Kız:
“Adamın biri bizim mezarlıktan ge¬çerken Hazret-i Peygamber’e salât u selâm getirdi. Biz beş yüz elli kişi me¬zarlarımızda azap görmekteydik.
Bu¬nun üzerine ‘Şu adamın getirdiği sa¬lât u selâm hürmetine bu kabirdekilerden azabı kaldırın!’ denildi.”
SEMERKAND TAKVİMİ, 27 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Ne kadar çocukça bir anlayış… Birisi mezarlıktan geçerken peygamberin adını saygı ile anıyor. Bunun üzerine kabirde yatanların hepsi azap çekmekten kurtuluyor.
Bu din adamlarının insan yapısından hiç mi haberleri yok. İnsanları çocuk gibi görüyorlar. Evet, bizim insanlarımız da çocuk gibi gerçekten… Söylenenlere çocuk gibi hemen kanıyorlar. Her söylenende bir hikmet var sanıyorlar.
Şu an resmi olarak 82 yaşındayım.. Tam 67 yaşından bu yana olaylara tanık olmuşumdur.
Daha bir gün bir müminin vaaz veren hocaya, imama, bir soru sorduğunu görmedim. Sormak ister ama sormaya cesaret edemez. Çünkü sorgulamak bizimkiler için en büyük suç, günah… Hemen adama fasık, münafık yaftasını yapıştırırlar. Bu nedenle de bizimkilerde; soru sorma, yargılama, usa vurma geleneği gelişmemiştir. Her söylenene inanmasa da inanır görünmüştür.
Bizimkiler; kabir (mezar, sin) denince toprağa kazılmış çukuru anlıyorlar. Oysa gerçek din ilminde kabir insanın iskeletidir, kafatasıdır. Mezarda yatan ise insanın katası içinde bulunan beynidir.
İnsan. Bir günah (kötü bir davranış) işlemeyi görsün… Bu tabula rasa’ya yazılır ve bu tabula rasa’ya yazılanların silinmesine olanak yoktur. Buraya yazılan olumsuz eylemi (günah, kötülük, insana yakışmayan edimler…) silmeye kimsenin gücü yetmez.
Tabula rasa’ya yazılan olumsuz davranışlar zaman zaman insanın hatırına gelir ve geçmişte yaptığı bu olumsuz davranışından vicdan azabı çeker ki buna kabir azabı denir.
Bu kabir azabı yaşarken çekilir. Öldükten sonra azap çekilecek bir yer yoktur. Bu nedenle derim ki yaşarken kimseyi, incinsen de, incitme… İslamî deyimle ölmeden önce öl… Bu ölüm, kötülüklere ölmek demektir… İncil deyimiyle “yeniden doğuş”a ermektir. Yani kötü alışkanlıklarından, kötü huylarından kurtularak sevgiyi, erdemi kendine yaşam ilkesi olarak kabul et ki Tanrı’nın çocuğu sayılasın…
İster inan ister inanma… Ben gerçeği söyleyeyim de…
Ne varsa insan yaşarken söz konusudur… Allah da, Cennet de, Cehennem de, kabir azabı da…
Perde kapanınca; yani insan ölünce idraksiz, duyarsız bir varlık olur…
Av. Eren Bilge, 27.6.2009
X52
KENDİNİ ALDATMAMAK
Sevdiğimizi iddia ettiğimiz şeyi yap¬mazsak kendimizi kandırmış oluruz.
Şu üç şeyden kendisini kurtarmadan üç şeyi iddia eden kimse kendisini al¬datır:
1. Zikrullah’ın çok tatlı olduğunu iddia eder, fakat dünyayı da sever.
2. Amellerde ihlâslı olmaktan hoşlandı¬ğını iddia eder fakat insanların kendisi¬ni yüceltmesinden de hoşlanır.
3. Yaratıcıya muhabbet beslediğini id¬dia eder fakat nefsini terbiye edip ara¬dan çıkarmaz!
Efendimiz (s.a.v) buyurur:
“Öyle bir zaman gelecek ki, ümme¬tim beş şeyi sevecek ve beş şeyi unu¬tacak:
Dünyayı sevecekler, ahireti unuta¬caklar!.
Dünya malını sevecekler, ahirette hesap vereceklerini unutacaklar!
Halkı sevecekler, Hâlık’ı (Allah’ı) unutacaklar!
Günahları sevecekler, tövbeyi unu¬tacaklar!
Sarayları sevecekler, kabri unuta¬caklar!” (Kalplerin Keşfi kitabından, Semerkand Yayınları)
SEMERKAND TAKVİMİ, 28 HAZİRAN 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Zikrulah, Allah’ın adını sıkça anmaktır. Kendisini bilmediğin bir varlığın adını sıkça anmaya din bilginleri “esame delileri” adını takmışlardır.
İsmi var cismi yok, yeri yok yurdu yok… Şanı, ünü var ama kötülükleri önleyici gücü yok. Böyle bir varlığının adını sıkça anmışsın neye yarar?,,
İslamiyet eşittir mahrumiyet… demeyeceğiz…
Elbette dünyayı, yaşamı seveceğiz… Dünyayı öylesine seveceğiz ki Cennet haline getireceğiz.
Bir evimiz olsa, evimizin önündeki boşluğu bahçe yapsak, bahçemizin bir yanında bir kümesimiz olsa, beslediğimiz kedi zaman zaman evimize girip çıksa, köpeğimiz bahçemizde dolaşsa, kümese gelmek isteyen tilkilerden tavuklarımızı korusa kötü mü olur…
Hele bahçemizde büyükçe bir havuz, havuzda yüzen ördeklerimiz, kazlarımız bizi yaşama bağlamaz mı, ömrümüzü uzatmaz mı?..
Doğa ile iç içe yaşamanın neresi kötü…
Marifet iltifata tabi demiş atalarımız. İnsan, kendisinin sayılıp sevildiğini öğrenmek istemez mi? İnsan, sevilip sayılınca kendisine güveni artmaz mı? Bu saygınlığına toz kondurmamak için daha ihlaslı (doğru dürüst yaşam…) davranmaz mı?
Şu nefis düşmanlığını bir türlü anlayamıyorum. İnsan nefsinin (isteklerinin) isteklerini yerine getirmezse bir çatışma, bir ikilem içinde kalır ve ruhsal dengesi bozulur.
Nefsimizin istekleri meşru ise, yasalsa, ahlakî ise neden ket vuralım. Nefsimizin meşru isteklerini karşılarsak hem beden hem de ruh bakımından sağlıklı oluruz.
Yasal olmayan nefsimiz isteklerini yerine getirdiğimiz takdirde de cezamızı hem madde âleminde hem mana âleminde buluruz…
Demek istiyorum ki nefsimize karşı da borçluyuz…Ama yasal ve ahlaksal olmak koşuluyla…
Av. Av. Eren Bilge,3.7.2006
X53
ALLAH YOLUNDA ÇEKİLEN İLK KILIÇ
Zübeyr b. Avvam on iki yaşların¬dayken Müslüman olmuştu. Bir gün şeytandan gelen bir ses ona:
“Muhammed yakalandı!” dedi.
Bu¬nun üzerine Hz. Zübeyr kılıcını çeke¬rek sokağa fırladı. Mekke’nin yukarı mahallelerinde oturmakta olan Hz. Peygamber’in evine kadar koştu. Bu arada da kılıcı hep elindeydi. Onu gö¬ren Hz. Peygamber:
“Nedir bu hâlin? Sana ne oldu?” diye sordu.
O da,
“Seni yakaladıklarını duydum” de¬di.
Hz. Peygamber bu kez:
“Şayet öyle olmuş olsaydı ne ya¬pacaktın?” diye sordu.
Hz. Zübeyr:
“Seni yakalayan kimseyi bulup öldürecektim” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) hem ona hem de kılıcına duada bulundu. Hz. Zübeyr’e de evine gitmesini emretti.
İşte Allah yolunda çekilen ilk kılıç budur.
SEMERKAND TAKVİMİ. 7 TEMMUZ 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Hâlâ Ortaçağı yaşıyorlar.
Aradan asırlar geçmiş, uzay çağına geçilmiş, bilgisayara girince ve İnterneti tıklayınca geçmiş ve gelecek ekranda görünüyor.
Bütün yalanlar, bütün hurafeler, bütün masallar, bütün cana kıymalar ayrıntıları ile anlatılıyor. Bütün bunlara karşın hâlâ kılıçtan söz etmek, Allah için kılıca sarılmak insanın hangi çağda yaşadığının göstergesidir.
Eski çağların insanları için bir şey diyemeyeceğim; ama günümüz insanları “Allah yolunda kılıç çekmeyi” Allah’a hizmet sanıyorlarsa büyük bir aldanış içindedirler…
Bir parça düşünmüyorlar mı ki Allah kendisi için kan dökülmesinden nefret eder. Hiç Allah kendi yarattığı insanların kendisi için birbirlerini öldürmelerine rıza gösterir mi?
Allah’ın kendisi için kan dökülmesini istemesi Allah’a saygısızlık olmaz mı?
Bütün ulusların yasalarında “din ve inanç özgürlüğü kutsallaştırılarak cezai yaptırımlarla korunurken” inançları nedeni ile; şu kafirdir, şu müşriktir, şu dinsizdir, şu ateisttir diye insanları Allah için öldürmeye kalkanların aklından kuşku duyarım.
Önümüzde örnek de vardır. İslam inancına göre dört kitabın dördü de haktır. Bu konuda İsa, İncil’de şöyle demektedir:
“O zaman onlar yanaşıp İsa’ya el atarak tuttular. İşte, İsa ile beraber olanlardan biri el atıp kılıcını çekti ve baş kâhinin hizmetçisine vurup kulağını düşürdü. O zaman İsa ona dedi: ‘Kılıcını tekrar yerine koy, zira kılıç tutanların hepsi kılıçla helak olacaklardır.’ ” (İncil. 26/51-53)
Ne var ki İnsanlar bu güzelim sözlerin arkasına düşeceklerine birbirlerini öldürmek için kılıca sarılıyorlar. Kılıca sarıldıkları için de kılıçla öldürülüyorlar…
Bütün inanırlar da böyle bir öldürme ile Cennet’e gideceklerini sanıyor… Hiç insanın canına kıymakla insan Cennet’e gider mi?
Eğer varsa bir öte dünya; inançları nedeniyle insanları öldürenlerin gideceği yer muhakkak ve muhakkak Cehennem’dir.
Av. Eren Bilge,8.7.2009
X54
EMRİ MARUF NEHY-İ MÜNKER
“İsrail oğullarından olup da küf¬redenlere Davud’un da, Meryem oğlu İsa’nın da dili ile lanet olun¬muştur. Bunun sebebi isyan etme¬leri ve aşırı gitmeleri idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenalıktan birbi¬rini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat, yapmakta devam ettikleri ne kötü idi.” (K. Mâide, 5/78-79)
*Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emre¬der, kötülükten vazgeçirmeye ça¬lışırsınız.” (K. Âl-i İmrân, 3/110)
“Vaktâ ki, onlar artık edilen va’zları unuttular. Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebat edenleri selâmete çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakta oldukları fısıklar yüzün-den şiddetli bir azâb ile yakaladık”. (K. Â’râf, 7/165)
“Onları biz yeryüzüne yerleştirir¬sek namaz kılarlar, zekât verirler, marufu (iyiliği) emrederler, münker’den (kötülükten) nehyederler” (K. Hacc. 22/41)
– Resul-ü Ekrem (s.a.v.):
“Ya marufu emr ve münkerden nehyedersiniz, yâhud Allahu Teâlâ sizin kötülerinizi size musallat eder. Sonra iyileriniz dua etmeğe kalkışır, fakat duaları kabul olmaz”
(İhva 2. c. S.763)
HİCRET TAKVİMİ, 19 MAYIS 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Dinin emri bu. Daima iyi olanı yapmak, kötü olanı yapmamak için çaba göstermek. Öyle ki bu konu da Müslüman olanlar birbirlerine yol gösterecekler; kötü olanı yaptıkların da ise birbirlerini uyaracaklar.
Belki böyle bir uyarıya muhatap olan kişi “Sana ne benim yaptıklarımdan. Yaptığım iş kötü ise cezamı Allah verir. Kanun verir… Sana ne oluyor da benim işime karışıyorsun?” diyebilir. Zaten kötü olanı yapmakla yolunu bulanlar, köşeyi dönenler böyle diyorlar ya…
Bunun en güzel örneğini de mütedeyyin insanların iktidarında gördük.
Böyle bir iktidarın ileri gelenlerinden biri yüzlerce kiloluk altın biriktiriyor da; “Yahu arkadaş bir Müslüman yüzlerce kiloluk altını ne diye biriktirir. Bizim Kitabımız; ihtiyacınızdan fazlasını dağıtınız demiyor mu?” (Bakınız infak ayetlerine…) deyen yok.
Yine bu mütedeyyin insanlar döneminde bir Mercimek olayı yankılandı ki Müslümanlık adına şaşırmamak elde değil. Adamlar deveyi hamudu ile birlikte yutmuşlar. Almanya’dan bavul bavul paralar geldi ve nereye gittiği de sır ali sır oldu…
Ya şu Deniz Feneri olayına ne deyeceksiniz. Mahkeme karar vermiş. Suç sabit… Hayır için verilen paraların yüzde 10’u hayır için harcanmış; yüzde doksanı yöneticiler tarafından hak habibullah üleştirilmiş.
Bir de YİMPAŞ olayı var. Bunlar da Deniz Feneri yöneticilerinden geri kalmamışlar. Din üzerinden vurgun yapmışlar. “Yemişler yedirmişler bir gönül ele getirmişler.” “Gemisini yüzdüren kaptandır” demişler. “Hakkından gelene yar helal olsun!” demişler…
Bu gemisini yüzdürenler içinde Kombassanlar, İhlas Şirketleri, Jet-Pa’lar da var…
Müslümanlığın emri bu: EMRİ MARUF NEHY-İ MÜNKER. Bu konuda da onlarca ayet var. Bütün bunlara karşın bu münkerleri koruyanlar nasıl olur da iktidar olurlar…
“Allah’ın beğenmediği işi yapanlara itaat edilmez!” diye bir de söz vardır İslam’da…
Av. Eren Bilge,12.7.2009
X55
KUR’AN-I KERİM VE ÇAĞDAŞLIK
Sadece kendisine uyulsun diye Al¬lah (c.c.) insanlara kitap ve Pey¬gamber göndermiştir. Bunun dışın¬dakilere uymakla değil, bilakis uy¬mamakla görevlidir.
Bir hadis-i Şerif¬te: “Allah’a isyan olan şey de, mahlûkata itaat edilmez” buyrulmaktadır.
Rabbimiz; “Sakın zalimlere azıcık dahi meyletmeyiniz. Yoksa ateş size dokunur ve sizin için Allah’tan başka yardımcılar olmaz, sonra (Allah tara¬fından da) yardım olunmazsınız” (K. Hud, 11/113) buyurarak, dünyanın çoğunluğunu teşkil eden zalimlere değil uymayı, gönülden meyletmeyi dahi yasaklamıştır.
Rabbimiz Müddesir suresinde cennetteki insanları, ce¬hennemdeki insanlara “Sizi Cehen¬neme hangi suçlarınız sevk etti” so¬rusuna verdikleri cevabı beyan ederken ” Ve biz batıla dalanlarla beraber batıla dalıyorduk” derler, buyurmaktadır. (K. Müddesir,74/45)
HİCRET TAKVİMİ 12 ŞUBAT 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
yaprağının başlığında ÇAĞDAŞLIK kavramı geçiyor. Ne var ki takvim yaprağının içinde Kuran’ın çağdaşlığına ilişkin bir sözcük geçmiyor.
Çağdaşlık denince ne anlamalıyız… Açık giyinmek, dans etmek, içki içmek ve benzeri davranışların çağdaşlıkla ilgisi yoktur.
Çağdaşlık denince anlamamız gereken siyasi rejimler, sosyolojik olgular ve hukuksal gelişimlerdir.
Toplum; demokrasiye geçmiş midir? Demokrasinin olmazsa olmazı olan laiklik kabul edilmiş midir?.. Kadın toplumsal yaşamda görev almış mıdır? Kamu yönetiminde çalışmakta mıdır?
İnsanlar birbirlerinin yaşamlarını, yaşam yöntemlerini, inanışlarını, dinlerini, mezheplerini hoş görüyor mu? İnsan; kafir, mümin, müşrik münafık demeden birbirlerinin haklarına saygı duyuyorlar mı? Bu gün Amerika’ya ve de AB’nin birçok ülkesinde insanlar kendi inançlarını yaşıyorlar; camilerini, havralarını, kiliselerini yapıyorlar ve devlet tarafından da koruma görüyorlar.
Bunun yanında hukuk bakımından birçok ülkede bırakınız el ayak kesmeyi idam cezaları bile kaldırılmıştır. İdam cezaları devletin öç alması gibi görülmektedir. Bunun yanında insanın bütünlüğünü ihlal eden, onurunu zedeleyen el ayak kesme, kırbaçlama cezaları ortaçağ anlayışı görüldüğünden çoktan kaldırılmıştır.
Uzatmayalım, takvim yaprağında bunlara ilişkin bir tek sözcük yok. Neden Çağdaşlık kavramını yazının başlığına almış yazana sormak gerek. İnsan, hiç olmazsa bir iki örnek gösterir.
Son bir cümle daha: “Al¬lah (c.c.) insanlara kitap ve Pey¬gamber göndermiştir.” deniyor. Bu gün Avustralya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da, Kuzey Asya’da kitap ve Peygamber gönderilmeyen insanlar; kitap ve Peygamber gönderilen insanlardan daha çoktur.
Şimdi takvim yaprağı yazıyor diye akıl yürütmeyecek miyiz? Muhakeme yapmayacak mıyız?
Sessiz kalalım da bilgisizlik, yalan yayılsın mı?
Gerçeği, Hak’kı savunmayalım mı yani?..
Av. Eren Bilge,14.7.2009
X56
ESMA-İ HÜSNA
Esma-i hüsna en güzel isimler demektir. “Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. En güzel isimler, O’nundur.” (K. Tâ-hâ, 20/8)
“…Güzel isimler O’nun¬dur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu teşbih eder. O, mutlak güç sa¬hibidir, hüküm ve hikmet sahibi¬dir.” (K. Haşr, 59/24) mealindeki âyetlerde de ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsus¬tur.
O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kut¬sal kavramlardır. Mü’min bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır,
O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’an’da: “En güzel isimler Al¬lah’ındır. O’na o güzel isimlerle dua edin…” (A’râf, 7/180) Buyrularak, Allah’a bu isimlerle duada bulunulması istenmiştir.
Hadislerde geçtiği üzere, Al¬lah’ın isimlerini saymak; sadece kuru kuruya tekrarlamak değil, Allah’ın nasıl bir varlık olduğu¬nu, O’nun niteliklerini, özellik¬lerini ve hangi vasıflara sahip ol¬duğunu bilmek ve ona göre, O’nu tanıyıp, O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. (Müslim, “Zikr”, 6)
DİYANET TAKVİMİ, 27 ŞUBAT 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvimde söylendiği gibi “Al¬lah’ın isimlerini saymak; sadece kuru kuruya tekrarlamak” değildir. Bunun hiçbir yararı yoktur. Önemli olan Allah’ın güzel isimlerini kendi yaşamına uygulamaktır.
K. 7/180’nin asıl çevirisi şudur: “Allah’ın esma-i hüsnası (güzel adları) vardır. O hâlde O’na bunlarla yakınlaşmaya çalışın. O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın” (K. A’raf 7-180) – VARLIK ve BİLGİ. Prof. Dr. Şaban Ali Gündüz Beyaz Kule Yayınları. 1. Baskı. Şubat 2008. s. 49 –
Burada sözü edilen güzel isimler; doğruluktur, dürüstlüktür, iyiliktir, erdemdir, adil olmaktır, kimseyi incitmemek, kimsenin emeğini gasbetmemektir…
Bilinmelidir ki Allah: Genel değerler, ortak dorular, yüce kavramlardır. Ahlaktır, erdemdir, Salih ameldir, Bu kavramlar çoğaltılabilir. Ayette (K. 7/180) bu güzel adlarla Allah’a yakınlaşmaya çalışın demektedir.
Denmek isteniyor ki bu güzellikleri yaşamınıza uygularsanız Allah’a yaklaşmış olursunuz.
Sözü geçen ayette güzel tavsiyede de bulunulmaktadır. “O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın…”
Yani; bu güzellikler; doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik, sevgi, şefkat, yardımlaşma, dayanışma dururken kötü ve olumsuz eylemleri yaşamınıza uygulamayın. Eğer uygularsanız Allah’tan uzaklaşırsınız, rezil ve rüsva olursunuz.
Geçen gün 14 yaşındaki bir çocuğa cinsel tacizden yargılanan bir kişi: “Allah var, şeriki yok! Yetti mi?” diyordu. Ağzından çıkanı kulağı duymuyordu. Söylediği sözün ne anlama geldiğini bilmiyordu…
Bu sözle anlatılmak istenen Allah’ın güzel isimleri dururken “eğri yola sapmayın…”; yani, nefsinize hâkim olun; 14 yaşında çocuğa cinsel tacizde bulunmayın. Böylece Allah’a (olumlu kavramlara, genel diğerlere, ortak doğrulara, yüce kavramlara… Yani Allah’ın güzel isimlerine…) ortak koşmuş olursunuz. Allah’a ortak koşarsanız da rezil rüsva olursunuz…
Günümüz ortamında Allah’ın güzel adlarını yaşamına uygulamaya çalışarak Allah’a yakınlaşmaya çalışacaklarına “O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlar” Allah’ın adını ağızlarına alırlarken zerre kadar rahatsız olmamaktadırlar.
Ne acı ki halkımız da bunların arkasına düşmektedir.
Av. Av. Eren Bilge,16.7.2009
+
Değerli Hayri Ağabey,
X56 Esma-i hüsna’yı aldım.
Sağ olun. Var olun.
Yaz dinlencesi nedeniyle bir ay için İzmir yönüne doğru gidiyorum.
Selam ve saygılar.
Ahmet Bayaz, 17.7.200x
X57
ONUN HÜRMETİNE
Osman b. Huneyf (r.a) anlatır:
“Gözü kör bir adam Resulullah’a (s.a.v) gelerek:
“Benim için Allah’a dua et bana afiyet versin” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):
“Dilersen tehir edeyim ki bu senin için daha hayırlıdır, istersen dua ede¬yim” buyurdu. Adam, “Dua et” deyin¬ce, Efendimiz (s.a.v) ona, güzelce abdest alarak iki rekât namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını emretti:
“Ey Allah’ım! Şüphesiz ben Senden isterim ve rahmet nebisi olan pey¬gamberin Muhammed (s.a.v) ile sana yönelirim. Ya Muhammed! Bu ihtiya¬cımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allah’ım! Muhammed’i (s.a.v) benim hakkımda şefaatçi kıl.”
Osman b. Huneyf der ki: “Vallahi biz o meclisten ayrılmadan, hatta uzunca konuşmadan, o adam yanı¬mıza sanki hiç hastalığı yokmuş gibi iyileşerek girdi.” (Hadis-i Şerif)
SEMERKAND TAKVİMİ 20 TEMEMUZ 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bu yaprakta gözleri görmeyen bir adamın İslam Peygamberinin istemi üzerine gözlerinin açıldığını görüyoruz ki bu bir mucize olayıdır.
İsa Peygamberin de “Körlerin gözünü” açarak mucize gösterdiğine inanılır. Oysa bu görme olayı değişmeceli anlamdır. Kör’den amaçlanan “basireti bağlanmış” adam demektir. Basireti bağlanmış adamın gözleri açıktır ama mana âleminden haberi yoktur ve onlara karşı sanki bir kördür.
Eğer yukarıda anlatılan olayda basireti bağlanmış insanın basiretini açıldı denmiş olsaydı inandırıcı olabilirdi.
Bu basireti bağlanmış insan çok tehlikelidir. Kör, yakaladığının anasını ağlatır; bu basireti bağlanmışlar ise çıkarını zedeleyen herkesin anasını ağlatır.
Yaprağımızda İslam Peygamberinin mucize gösterdiği anlatılmaya çalışılmaktadır.
Şimdi biz bu söylentilere mi inanacağız; yoksa Kuran’da yazılanlara mı?
Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz. De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim.” (K. İsra. 17/90-93)
Bir başka ayette de: “Mucizeler ancak Allah katındadır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (K. Ankebut. 29/50
Mucize konusunda 20’ye yakın ayet vardır. Hepsinde de “Ben de sizin gibi bir insanım. Ben ancak uyarıcıyım. Mucizeler Allah katındadır…” denir.
Kaldı ki gerçekçi İslam Âlimleri: “İslam Peygamberinin mucizesi Kuran’dır…” derler.
Ama bizimkiler ciltler dolusu kitaplar yazarak İslam Peygamberinin mucizelerini anlatırlar. Maksat Müslüman’a Müslümanlık propagandası yapmaktır.
Av. Av. Eren Bilge,21.7.2009
X58
MİRAC-I NEBİ
Peygamber (s.a.v), amcası Ebu Talip ve eşi Hz. Hatice’yi (r.a) kaybetmiş, Ta-if’ten destek görmemiş, bunlara ilave¬ten müşriklerin baskılarına da maruz kalınca mahzun olmuştu. İşte böyle bir hâl içindeyken yüce Allah, Habibini (s.a.v) Mi’rac ile sevindirmişti. Şöyle buyurur:
“Ayetlerimizden bir kısmını ona gös¬termek için kulunu bir gece Mescidi Haramdan alıp çevresini mübarek kıldı¬ğımız, Mescidi Aksa’ya seyahat ettiren Allah her türlü noksanlardan münez¬zehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.” (K. İsra, 17/1)
Hz. Muhammed (s.a.v) miraçtan üm¬metine bazı müjdelerle dönmüştür..
Bu müjdeler:
* Dinin direği olan 5 vakit namaz,
* Bakara suresinin son iki ayeti,
* Efendimizin ümmetinden Allah’a şirk koşanların haricindekilerin affedile-ceğidir.
SEMERKAND TAKVİMİ 19 TEMEMUZ 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
“Bazı İslâm âlimleri; mira¬cın ruh ve rüya halinde gerçekleştiğini, bunun da birkaç kez meydana gelmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Âlimlerin çoğunluğu ise; Mi’racın uyanık halde ruh ve cesetle birlikte gerçekleştiği görü¬şü üzerinde birleşmişlerdir.
Bu görüşü benimseyenler İsrâ âyeti ve Mi’rac hak¬kındaki hadisleri delil göstererek;
“Nassların, aklen bir imkânsızlık söz konusu olmadığı müddetçe, zahiri üzere bırakıl¬ması vaciptir” kaidesini ileri sürmüşler¬dir.” (Bkz. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını Miraç maddesi.)
Görüldüğü gibi İslam âlimleri arasında bu konu tartışmalıdır. Kimi bu olayın madde âleminde; kimileri ise mâna âleminde olduğu konusunda ikiye ayrılmıştır.
Miraç olayı mâna âlemi ile ilgili biri olaydır. Bütün inisiyelerde; ilm-i ledün; yani ezoterik din ilmini almış olanlarda bu olay görülür… Musa’nın Sînâ dağında Allah’la konuşması, İsa’nın Şeytan tarafından sınava çekilmesi, Buda’nın Nirvana’ya erişmesi Miraç olayının başka bir biçimde yansımasıdır.
“Nassların, aklen bir imkânsızlık söz konusu olmadığı müddetçe, zahiri üzere bırakıl¬ması vaciptir” sözüne gelince; burada “aklen bir imkânsızlık” söz konusudur. Öyleyse “zahiri (gerçek) olarak anlama olanağı” yoktur. Bunu mana âlemi ile ilgili bir olay olarak yorumlamak makul olanıdır.
Miraç olayını, İslam Peygamberinin mâna âlemindeki tekâmülünü tamamlaması olarak yorumlamak daha mantıklı olanıdır.
Av. Av. Eren Bilge,28.7.2009
X59
GÜZEL SÖZ
Âlemlerin Rabbi, yalvarıp yakar¬madan hoşlanır.
Büyüklük taslama¬dan ise asla hoşlanmaz.
Büyüklük Al¬lah’a mahsustur.
(Seyyid Muhammed Raşid k.s)
SEMERKAND TAKVİMİ 11 TEMMUZ 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Önüne gelen Allah adına konuşuyor. Nereden biliyor Allah’ın, yalvarıp yakarmadan, hoşlandığını. Hâşa Allah aşağılık duygusuna kapılmış bir varlık mıdır ki pohpohlandıkça gururu okşanmış olsun…
Bu ne denli Allah’tan habersizliktir.
Sanki gözü ile görmüş gibi anlatıyor… Muhakemen, mantık yeteneğin olmaya da inanasın.
Kutsal kitapların anlattığına göre Allah yalnızca temiz davranışlardan, doğruluktan, dürüstlükten, iyilikten, sevgiden, barıştan, kardeşlikten hoşlanır.
Kendini üstün görüp büyüklük taslamak ise nefsinin tutsağı olmuş cahil kişilere özgüdür. Onlar da toplum tarafından çabucak dışlanır zaten…
Allah (Tanrı) simgesel bir anlatımdır. Bir örnek vermek gerekirse K. Enfal 8/1 ve 41 ayetlerinde ganimetlerden söz edilir. Burada “Ganimetlerden Allah’ın da payı olduğu” söylenir…
Bu iki ayette geçen Allah sözcüğü ile anlatılmak istenen; “yoksullar, yolda kalmışlar, dullar ve de kamu yararına yapılacak işlerdir.” Demek ki bu iki ayette iki ayet simgesel olarak kullanılmıştır. Bu iki ayette geçen Allah sözcüğü “yoksulları, yolda kalmışları, dulları ve de kamu yararına yapılacak işleri” simgelemektedir. Yoksa “Yerin ve göğün maliki olan Allah” ganimeti neylesin?.. ((Bkz. K. Şura. 42/49)
Ne var ki Allah, bütün insanlıkta, insanın zannına göre oluşan bir varlıktır. Bu ise büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgıyı açıkladığın zaman adın dinsize çıkıyor. Yani şimdi biz, bize dinsiz, diyecekler diye gerçekleri söylemeyelim mi?..
Bu konuda şu ayetlere bakabilirsiniz: “K. 2/78. 6/116, 148. 10/36, 66. 53/28”
Bu ayetlerde insanların zannından oluşan bir Allah’a inandıkları açıklanmaktadır.
Kutsal kitaplarda bulunan bu simgesel anlatımlar çözümlenmediği sürece kutsal kitaplardan bir şey anlaşılmaz.
Av. Av. Eren Bilge,4.8.2009
X60
ŞEYTANIN YOLLARI
Abdullah b. Mes’ûd (r.a) şöyle der:
“Rasûl-i Ekrem (s.a.v) eliyle bize bir çizgi çekti ve şöyle buyurdu:
“Bu Allah’ın yoludur”
Sonra bu çizginin sağından ve so¬lundan bir çok çizgiler çizdi ve buyur¬du ki:
“Bu yandaki yollar da, her birinin ba¬şında bir şeytanın çağırdığı yollardır.”
Sonra Rasûlullah (s.a.v) şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah yolun¬dan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’âm, 153)
Böylece Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize şeytanın yollarının çok ol¬duğunu açıklamış oldu.” (Hadis-i Şerif)
Mümin, her işinde şeytanın şerrin¬den Allah’a (c.c) sığınmalıdır.
SEMERKAND TAKVİMİ 28 TEMMUZ 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Evet, şeytanın yolları çoktur. Şeytanın yollarında anlık zevkler vardır. İradesi zayıf insan anlık zevkler için geleceğini karartan, kendisini sıkıntıya sokan eylemlere imza atar.
Şeytan kavramını iyi anlamak zorundayız. İnsanın dışında Şeytan diye, Cin diye bir varlık yoktur… Ne varsa hepsi insanın kendisindedir.
Kısaca simgelemek gerekirse: Allah, iyi olanın, doğru, dürüst olanın, erdemin; olumlu düşüncenin, üstün ve ortak değerlerin, genel doğruların, insanı huzursuz etmeyen düşünce, eylem ve davranışların simgesidir.
Şeytan ise bu kavramların tam tersi niteliklerin adıdır. Toplumun onaylamadığı davranışlar, yalan, fitne fesat, insanlara iftira atmak, insanları aşağılamak, suçlamak, ayıplamak gibi özelliklerin adıdır.
Biline ki; kim sizi aşağılıyorsa o aşağılıktır; dinsel deyimle şeytandır.
Yine kim sizi suçluyorsa bilin ki o bir suçludur ve daha ötesi bir şeytandır.
Allah, insanın bulunduğu yerde vardır. Yaratan ise insanın olmadığı yerde de vardır.
Allah, insanların tekâmül yoluyla varmaya çalıştığı en yüksek ahlaki mertebe ve erdemdir. Şeytan ise insanı bu tekâmülden, erdem mertebelerinden alıkoymaya çalışan duygu, düşünce ve eylemlerimizdir ve bu yollar çoktur.
İnsan, kendisine yakışmayan bu eylemleri yaparken; “Aman, bana ne erdemden, ahlaktan. Ben çıkarıma bakarım…” diyerek yaptığı eylemin sonunda başına ne iş açacağını düşünmeden anlık çıkarının veya zevkinin peşine düştüğü takdirde şeytanın oyuncağı olmaya başlamıştır.
Öyle sanıldığı gibi insanın dışında bir şeytan yoktur. Bunlar din dilinde kullanılan simgesel ve de mecaz anlatımlardır. Din yolunda mesafe almak isteyen öncelikle din dilini anlamalıdır.
Kimse “Ben nefsimi yendim, şeytanımı öldürdüm!..” diye böbürlenmesin. İşveli, cilveli bir mini etekli kız, bir torba çil çil sarı altın insanı kaldırdı mı yere vurur…
Allah’ın yolu tekdir: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, barış gibi olumlu kavramlardır. Şeytanın yolu ise doğruyu çepeçevre kuşatan olumsuz istekler, zevkler yanında; şan şeref, mevkii ve unvan düşkünlüğüdür. Bu gibi insanı baştan çıkaracak yollar da çoktur…
Aman dikkat!
Av. Av. Eren Bilge,4.8.2009
+
Anladım ki şeytan benden uzak…
Teşekkürler baba
Yener Balta, 6.8.2009
X61
KÂİNATA İBRETLE BAKMAK
Yüce Allah Kur’an’da yerlerden, göklerden ve içindekilerden bahse¬derek bunları tefekkür edip ibret al¬mamızı ve Allah’ın büyüklüğünü idrak etmemizi emretmektedir:
1. “Şüphesiz, göklerin ve yerin yara¬tılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara fayda ve¬ren şeylerle yüklü olarak denizde yü¬züp giden gemilerde; Allah’ın, gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlan¬dırdığı suda; yeryüzünde her canlıyı yaymasında; rüzgârları, yer ile gök arasında Allah’ın buyruğuna bağlı ha¬zır bekleyen bulutları yönlendirmesin¬de; düşünen bir toplum için, (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) nice ayetler vardır.” (Bakara, 164)
2. “Onlar, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl döşenip yayıldığına bakmıyorlar mı?” (Gaşiye, 18-20)
3. “Onlar Allah’ın kadrini hakkıyla bi¬lemediler. Hiç şüphesiz ki Allah çok güçlüdür ve her şeye üstündür.” (Hacc, 74)
(SEMERKAND TAKVİMİ 3 EYLÜL 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıda ard arda 3 ayet sıralanmaktadır. Takvim yaprağında ise “Yüce Allah Kur’an’da yerlerden, göklerden ve içindekilerden bahse¬derek bunları tefekkür edip ibret al¬mamızı ve Allah’ın büyüklüğünü idrak etmemizi emretmektedir.” denmektedir.
Burada bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Konuşan kimdir… Allah mı, yoksa üçüncü kişi olarak insan mı?
Dikkat edilirse burada konuşan birinci tekil kişi (Allah) değil; üçüncü tekil kişi olan insandır; yani peygamberdir…
Yalnız bir örnek vermek gerekirse 3. sıradaki ayette eğer konuşan Allah olsa idi, şöyle demesi gerekirdi:
“3. “Onlar Benim kadrimi hakkıyla bi¬lemediler. Hiç şüphesiz ki ben çok güçlü ve her şeye üstünümdür.” (Hacc, 74)
Diğerlerini de buna göre yorumlayıp okuyabilirsiniz.
Bu nedenledir ki büyük din bilgini Şeyh Bedrettin Simavi, VARİDAT’INDA: “Kuran Peygamberin sözüdür. Ancak Tanrı kelamı demeyen kâfir olur!” demektedir.
Tanrı kelamı demek bizatihi Allah’ın (Tanrı’nın) söylediği sözler demek demektir. Tanrı sözünün anlamı: İnsanı gerçeğe götüren ve tekamülüne yarayan sözler demektir.
Marifet Kuran’daki bu “gerçeğe ve tekâmüle” götüren ayetleri bulup yaşamına uygulamaktır.
Gerçeğe ve tekâmüle götüren aşağıdaki üç ayeti örnek olarak veriyorum:
1. “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir…” (K. Şems. 91/9)
2. “Hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter!” (K. İsra. 17/14)
3. “Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici, bulunmasın.” (K. Tarık. 86/4)
Şu üç ayeti anlayıp yaşamına uygulayabilen insanın gerçeği bulmasına ve tekâmüle ermesine engel yoktur.
Anlayabilip uygulayabiline aşk olsun!…
Av. Ergen Bilge, 4.9.2009
X62
PEYGAMBERLER
Peygamberlerin seçimi ve görev¬lendirilmeleri Allah’a (c.c) aittir. İnsan¬lar çalışmakla bu görevi elde ede¬mezler. Biz müminlere düşen, Al¬lah’ın müjdeci ve uyarıcı olarak gön¬derdiği elçilerinin hepsine saygı ve sevgi beslemektir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Peygamberler arasından hiçbirini diğerinden ayırmayız.” (Bakara, 285)
Konuyla ilgili olarak Peygamberimiz de:
“Allah’ın peygamberleri arasında üstünlük yarışına girmeyin…” (Hadis-i Şerif) buyurmuşlardır.
Peygamberler; güzelle çirkini, fay¬dalı ile zararlıyı, adalet ile zulmü, ilim¬le cehaleti, samimiyetle gösterişi ör¬nek yaşantılarıyla ayırt etmiş olan in¬sanlık önderleridir. Bizler; doğruluğu, güvenilir olmayı, günahlardan korunmayı, dinin emirlerini başkalarına an¬latmayı peygamberlerden öğrenmek¬teyiz.
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Andolsun, biz her ümmete, ‘Al¬lah’a kulluk edin, putlara tapmaktan sakının’ diyen bir peygamber gön¬derdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, kimi de sapıklığı hak etti. Şimdi yeryüzünde dolaşın da, pey¬gamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.” (Nahl, 36)
(SEMERKAND TAKVİMİ 4 EYLÜL 2009)
+
Son paragrafta her ümmete “Her ümmete bir peygamber gönderdik…” denmektedir.
Ama düşünürsek görürüz ki birçok ümmete peygamber gönderilmemiştir. Peygamber gönderilen ümmetleri sıralarsak gönderilmeyenleri kendiliğinden buluruz.
Peygamberler bir İsrail kavmine gönderilmiştir; bir de Mekkeli Araplara… Gönderilen peygamberlerden Musa, İsa ve öncekiler İsrail kavmine; yani Yahudilere önderlik etmiştir. İsa ise daha çok Roma’dan başlamak üzere batılıları etkilemiştir. İslam Peygamberi ise Arapları, Acemleri ve Türkleri etkilemiştir. Görülüyor ki İsrail kavmi ile Araplara gönderilen Peygamber etkiledikleri uluslara önderlik etmişlerdir.
Bir Örnek vermek gerekirse Rusların bir peygamberi olmamıştır. Avrupa’daki Fransızların, Almanların, İngilizlerin, İspanyolların içinden çıkma bir peygamberleri yoktur. Aborjinlerin, Piğmelerin, Amazonların peygamberi yoktur. Bunlar ki daha animizm (Ruhlara tapma) dönemini yaşamaktadırlar.
Bu durumda ayetin hükümleri boşta mı kalıyor? Hayır, önce Peygamber sözünden ne anlamamız gerekir.
Her toplumda insanları iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe yönelten; kötülükten, kötü işlerden hayır gelmeyeceğini söyleyen kişiler çıkmıştır. İnsanları doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe yönelten insanlara Peygamber denir.
Toplum olduğu sürece insanları iyi olmaya, dürüst olmaya, erdemli olmaya yönelten örnek kişiler çıkar. Öyle Son peygamber gelmiştir; bundan böyle, peygamber gelmeyecek demek anlamsızdır.
Aynı şekilde vahiy yalnız peygamberlere gelir demek de din ilmini anlamamaktır.
Yaratan, insanlarla ilişkisini vahiy (insanın içine doğan ve insanı doğruluğa, dürüstlüğe yönelten ve insanı kötülükten alıkoyan duygu…) vasıtasıyla sürdürür. Bu nedenle denir ki “Tanrı ile insan arasına kimse giremez!”
Din demek aklı kullanmak ve düşünmek demektir. Aklımızı kullanırsak dinsel öğretilerin çoğunun, çoğu yerde, insanla yaratanı arasında ilişkisini kesmekle meşgul olduğunu görürüz.
Bu bakımdan akla ve onun türevi olan düşünmeye önem vermeliyiz… Aklımızı kullandığımız takdirde birçok gerçeği kendiliğinden buluruz.
Av. Av. Eren Bilge,7.8.2009
X63
RAMAZAN VE ORUÇ
Yüce Allah bir kutsi hadiste şöyle buyurur:
“Oruçlu için iki sevinç ânı vardır; Biri iftar ettiği, diğeri de Allah’a kavuştuğu vakittir. Oruçlunun ağzının kokusu, Al¬lah katında misk kokusundan daha hoştur.” (Hadis-i Şerif)
Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Muhakkak ki oruçlunun iftar anında yaptığı dua reddolunmaz.” (Hadis-i Şerif)
Oruçlu bir kimse ibadete ve oruç tut¬maya karşı daha güçlü olmak niyetiyle yer ve içerse ayrıca sevap kazanır. Ay¬nı şekilde kişi daha iyi ibadet etme ni¬yetiyle uyursa, uyuduğu müddetçe na¬file ibadet yapıyormuş gibi sevap kaza¬nır. Tabii farz ibadetlerini yerine getir¬mek şartıyla.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyur¬muştur:
“Oruçlunun uyuması ibadettir!” (Ha¬dis-i Şerif)
Oruçlu kimse, gecesinde ve gündü¬zünde ibadet içindedir. Oruçlu iken ve iftar anında yaptığı dualar makbuldür. O, gündüzleri oruç tutan sabreden; ak¬şamları da doyan ve şükredendir.
(SEMERKAND TAKVİMİ 28 AĞUSTOS 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında görülen iki hadis dikkatimi çekti. Birisi: “Biri iftar ettiği, diğeri de Allah’a kavuştuğu vakittir.” Hadisi; diğeri ise “Oruçlunun uyuması ibadettir!” hadisi…
Görüşlerimi açıklamaya ikinci hadisten başlamak istiyorum.
Bizim Gaziantep’te her Ramazan ayı genellikle geceleri uyanık; gündüzlerin büyük bir bölümü ise uykuda geçer.
Ben buna bir anlam veremezdim. Çünkü büyük bir iş kaybına neden olurdu. Ekonomi duraklardı. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu evde orucunu açtıktan sonra kahvelere koşardı. Sahur vaktine değin kahvede oyun oynardı ya da arkadaşları ile sohbet ederdi; sahur davulu ile birlikte evine gider sahur yemeğini yedikten sonra uykuya dalardı. Bu uyku çoğun zaman öğleye ve daha da sonraya sarkardı. Kimileri de eğlence yerlerinde sahura kadar vakit geçirirdi. Sahurda gelir niyetini yapar, yemeğini yer uykuya dalardı. Yani kısaca özetlersek ramazan ayında gündüzleri uykuda geçerdi. Ben bu rehavet havasına bakarak “Bu da bizimkilerin yıllık izni olsa gerek!” derdim. Ancak dinsel dayanağını bulamazdım. Yukarıdaki “Oruçlunun uyuması ibadettir!” hadisini okuduğum zaman bunun dinsel dayanağını da bulmuş ve öğrenmiş oldum… Artık bu hadisin gerçekliğini araştırmak görevi de hadis ilimleri ile uğraşanlara düşer…
Gelelim ikinci hadise ki bu da “Biri iftar ettiği, diğeri de Allah’a kavuştuğu vakittir.” Demek ki iftar etmenin iki sevinçli anı varmış. Biri iftarını açtığı vakit sevinçli bir anmış; diğeri de “Allah’a kavuştuğu vakittir.”deniyor. Burada “Allah’a kavuşmak” simgesel bir anlatımdır. İki maddi varlığın kavuşması bir araya gelmesi değildir. İnsan, biyoloji maddi bir varlıktır. Ancak Allah manevi, kavramsal bir anlatımdır. Yani simgesel bir anlatımdır. Burada oruçlu kişinin duyduğu huzur ve mutluluk duygusu Allah kavramını simgeler. Böylece oruçlu kişinin duyduğu huzur ve mutluluk duygusu kişinin Allah kavuştuğu vakit olarak dile getirilmektedir.
Anlatmak istediğim Allah kavramını kendi dışımızda maddi bir varlık olarak algılamanın insanı dinsel amacından uzaklaştırdığının bilinmesidir.
Cennet ve Cehennem kavramı da öldükten sonra karışılacağımız bir olgu değildir.
Örneğin Kuran’da şöyle bir ayet vardır: “Ey can! İyi kullarımın arasına gir.” “Cennetime gir!” (K.Fecr. 89/29-30) Bu demektir ki sen erdemli kişilerle (amel-i salih) bir arada olursan Cennet’te sayılırsın. Cennet’e girmek için ölmeyi bekleme. Nefsini dizginle, kötü olan davranışlarını törpüle ve iyi kimselerle bir araya gel ki, huzur ve mutluluk içinde olasın ve de Cennet’e girmiş sayılasın.
Av. Av. Eren Bilge,8.9.2009
X64
BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN
Bayramlarımız, kimliğimizin önem¬li bir parçasıdır. Kimliğimizin bu önemli parçasını gelecek kuşaklara aktarmak İslâmî bir görevdir. Bayra¬mı, sıradan bir tatil fırsatı gibi değer¬lendirmeye yönelik yanlış eğilimlere itibar edilmemelidir.
Kimi zaman bir film izlemeye ayır¬dığımız vakit kadar bile zaman ayır¬madığımız akraba, dost, hasta ve komşu ziyaretlerini bayram vesilesiy¬le gerçekleştirelim.
Küçük hediyelerle de olsa çocuk¬ların sevindirilmesi, bayramların ge-reklerindendir. Çocuklarımız, bayram vesilesiyle kendilerine değer verildiği¬ni hissetmeli ve bayramın ayrıcalığını fark etmelidir.
Manevî bir kimlik aşısı olan bay¬ramda, ‘kendisi için arzu ettiğini başkaları için de arzu eden gerçek iman bilinci ile bayramı idrak edelim.
Yüce Allah şöyle buyurur: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öy¬leyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki si¬ze merhamet edilsin.” (K. Hucurat, 49/10)
(SEMERKAND TAKVİMİ 28 AĞUSTOS 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bu gün bütün İslam âlimleri arasında genel kanaat İslam dünyasının geri kalmışlığıdır. Bütün nedeni ise İslam dünyasının başından beri eleştiriye kapalı olmasıdır.
İslam dünyasının ilerleyip kalkınamamasının en başta gelen nedeni eleştiri yokluğudur. Eleştiri yapanlar, fikirlerini, görüşlerini söyleyenler dışlanıp kafir olarak görülmektedir. İşte bu nedenle İslam dünyası geri kalmıştır.
Takvim yaprağındaki şu ayet dikkatimi çekmiştir. İslam dünyasında “müminler birbirinin kardeşi olarak görülüyor”; ancak, Mümin, yani Müslüman olmayanlar ise kafir, müşrik, dinsiz, ateist olarak görülüyor ve bunlar kardeşlikten dışlanıyor ve dahası bunların öldürülmeleri vacip görülüyor.
Oysa Allah Rabbil âlemindir. Yani bütün insanların Allah’ıdır. Dolayısıyla bütün insanlar, inançları ne olursa olsun, birbirlerini sevmelidir. Kaldı ki kafirlerin kafir olmasının nedeni de Allah’ın takdiri iledir… Bu konuda sayısız ayet vardır.
İsa peygamber ise “Düşmanlarınızı sevin” diyerek kardeşlik kavramını genişletmiş ve bütün insanları kardeş olarak örmüştür.
Oysa İslam dünyasında gayri Müslimler darül harp olarak görülmüştür. Yani savaş edilecek dünya. Bu nedenle de İslam dünyasında savaşsız bir gün geçmez. Savaşacak düşman bulamazlarsa birbirleri ile savaşırlar. Savaşma gerekçesini de Kuran’da bulurlar. Kuran ayetlerinden akla hayale gelmedik anlamlar çıkarak birbirlerini düşman olarak görürler…
Örnek olarak şu ayetlere bakabilirsiniz. Şu ayetleri okursanız görürsünüz ki Müslümanlara “Ortada fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalıncaya kadar savaş emredilmiştir” (K. 2/193, 8/39 ve 9/29)
Oysa İslam dini Allah’a (Gerçeğe, doğruya, güzele, olumlu olana, sevgiye, barışa…) teslimiyettir. Ne var ki İslam dünyasında Peygamberin ölümünden sonra bile sahabeler birbirine girmiştir. Sulh selamet dini olan İslamiyet İspanya’dan Semerkand’e, İstanbul’dan Hindistan’a kadar dünyayı fethetmeye kalkışmıştır.
Oysa İslam dini sulh selamet dinidir.
Yapılacak iş düşünce ve inanç özgürlüğüne saygı duyarak bütün insanları kardeş bilmek ve bu yolda çaba göstermektir…
Av. Av. Eren Bilge,22.9.2009
X65
CANA KIYMAK
Cana kıymak, büyük günahtır. Ca¬na kıyan kimse kul hakkını ihlal etmiş olur. O kul, hakkını helal etmediği sü¬rece Allah (c.c) o kimseyi bağışlamaz. Kur’ân-ı Kerim’de:
“Müminler, Allah ile birlikte başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bun¬ları yaparsa ağır azaba uğrar.” (K. Furkan, 25/68) buyrulmuştur.
Peygambe¬rimiz (s.a.v):
“Helak edici yedi büyük günahtan sakının” buyurmuş ve “Allah’a ortak koşmak ve büyü yapmaktan sonra” üçüncü sırada “haksız yere cana kıy¬mayı” zikretmiştir. (Hadis-i Şerif)
Yine Efendimiz (s.a.v):
“Büyük günahların en büyüğü Allah’a ortak koşmak, insan öldürmek ve anne-babaya itaatsizlik ve saygısızlık etmektir” buyurmuştur. (Hadis-i Şerif)
İnsanların can ve mal güvenliği var¬dır. Müminin inancı bunu gerektirir. Bi-linmelidir ki her iyiliğin bir ödülü oldu¬ğu gibi, her kötülüğün de bir cezası vardır.
(SEMERKAND TAKVİMİ 25 EYLÜL 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Elbette cana kıymamak esastır. Hele bir din söz konusu olursa cana kıymak en büyük günahlardan sayılmalıdır.
Ancak şurada bir olguya dikkatinizi çekmek isterim. Halk arasında sıkça söylenir “Kötü, olumsuz bir iş yapmış olan için…” katli vacip denir. Zaman zaman da “Müşriktir, putperesttir; katli vaciptir!” denir. Yine halk arasında mürtet’in de “katli vaciptir” denir.
Hadis kitaplarının hepsinde dininden döndüğü için öldürülen insanların anlatımları vardır.
Yine Kuran’da da müşriklerin, kâfirlerin öldürülmeleri emredilir. Bu ayetleri bulmak için Cihat ve Şiddet ayetlerini bakmak yeterlidir ki bunlara Kılıç Ayetleri denir.
Oysa günümüz bütün hukuk kitaplarında din ve inanç özgürlüğüne saygı esastır.
Kaldı ki Kuran’da “Eğer dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi…” (K. 16/9) Peki, Allah’ın doğru yola iletmediğini; kâfirdir, müşriktir diye öldürmek niyedir? Takvim yaprağında yazılanlarla gerçekler çelişmiyor mu?
Günümüzde El Kaide militanları salt kafirdir, müşriktir diye, durup dururken Amerikan Ticaret Sarayı’nın bulunduğu İkiz Kuleleri yerle bir etmedi mi? Suçsuz, üç bin kişiye yakın insanı beton molozların altında dümdüz etmedi mi?..
Yine savaşla ilgisi olmayan turistlerin kaldığı otele bombalı saldırılar düzenlemiyor mu? Yukarıdaki takvim yaprağına göre bunlar en büyük günahı işlemiş olmuyorlar mı?
El Kaide militanları böylece savaşmayan, savaşla bir ilgisi olmayan, öyle ki bu savaşa karşı olan turistlerin bulundukları oteli intihar saldırılarıyla yerle bir etmiyorlar mı? Bunların içinde Müslümanlar, Müslüman Türkler de ölmüyor mu?
Bu öldürmelerle kendilerine Müslüman diyenler en büyük günahı işlemiş olmuyorlar mı?
Av. Av. Eren Bilge,29.9.200
X66
İBRET: SANCAĞI KİME VERECEK
Allah’ın Resulü (s.a.v), Hayber gü¬nünde:
“Andolsun, ben şu bayrağı yarın bir kişiye vereceğim ki Allah onun eliyle Hayber’i fethedecektir. O, Allah ve Resûlü’nü sever, Allah ve Resulü de onu severler” diye buyurdu.
Halk o gece sabaha kadar bayrağın kime verileceğini, o kişinin kim olaca¬ğını müzakere edip durdular. Sabahle¬yin halk Resûlullah’ın yanına geldi. Herkes bayrağın kendisine verileceği¬ni ümid ediyordu. Resûl-ü Ekrem:
“Ebu Talib’in oğlu Ali nerededir?” dedi. Sahabe:
“Ey Allah’ın Resulü! Onun gözleri ağrıyor, buraya gelemedi” deyince, Resûl-ü Ekrem birisini göndererek onu çağırdı. Hz. Ali geldi ve Hz. Peygamber (s.av), Hz. Ali’nin (r.a) müba¬rek göz/erine tükürüğünü sürdü. Ona dua etti. Hiç hasta olmamış gibi şifa buldu. Resulü Ekrem (s.a.v) bayrağı ona verdi. Hz. Ali (r.a):
“Ey Allah’ın Resulü! Onlar bizim gi¬bi oluncaya kadar onlarla mücadele edeceğiz, savaşacağız” dedi.
Efendi¬miz (s.a.v):
“Git! Onların sahasına girinceye kadar devam et. Sonra onları İslâm’a davet et. Onlara İslâm’da Allah’ın haklarından neler var olduğunu haber ver. Allah’a yemin ederim, eğer senin vasıtanla Cenabı Hak bir kişiyi hida¬yete getirirse, bu senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır” buyurdu.
(SEMERKAND TAKVİMİ 4 EKİM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında iki olay dikkatimi çekti.
Birincisi: “Ali’nin (r.a) müba¬rek göz/erine tükürüğünü sürdü. Ona dua etti. Hiç hasta olmamış gibi şifa buldu.”
İşte zaman zaman gördüğümüz ülkemizdeki üfürükçülüğün kaynağı bu olsa gerek. Kendini ermiş sayanlar bir iki okuyup üfleyerek üstüne üstlük bir de hastalıklı bölgeye tükürüğünü sürerek hastanın iyi olacağını sanıyor ve böylece halkımız şifa bulmuş oluyor. Halkımız da buna inanıyor; hem sağlığından oluyor hem de parasından… Oysa yapılacak iş hemen göz doktoruna gitmek…
İkincisine gelince sancağı eline alan Ali’nin şu sözleridir: “Ey Allah’ın Resulü! Onlar bizim gi¬bi oluncaya kadar onlarla mücadele edeceğiz, savaşacağız”
Bu ne demektir? Bu demektir ki “Onlar da bizim gibi Müslüman oluncaya kadar, Hak dini kabul edinceye kadar savaşacağız! Onlar ya Hak dini kabul edecekler ya da ölümü seçecekler…”
Böyle bir amaçla savaşa gitmek “dinde zorlama olmadığı” kuralına aykırı değil mi? İkide bir Kuran’daki Bakara süresin 256 geçen “dinde zorlama yoktur” ayetini öne sürenler Hayber Kalesi’nin fethi olayına ne deyecekler. Burada zorla dine davet söz konusu değil mi? Ya Müslümanlığı kabul edeceksin ya da öleceksin. Bu zorlama değil mi? “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve güzel sözle davet!” ( K. 16/125) ayetine de aykırı değil mi?
Zorla güzellik olur mu? Hani nerde kaldı Kafirun süresindeki “Sizin dininiz size; benim dinim bana…” ayetleri…
Takvim yaprağını yazanlar bu ayetlere ne deyecek bilmem…
Av. Av. Eren Bilge,10.10.2009
X67
AFFETMEK YÜCELİKTİR
Affetmek mü’minin özelliklerindendir. Müslüman her zaman güler yüzlü, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmalı, kendisine bir kötülük yapıldığı zaman ona iyilikle karşılık vermelidir.
Yüce Allah şöyle buyurur:
“O takva sahipleri ki, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Ali İmran, 134)
Peygamberimiz (s.a.v):
“Gereksiz yere kızmayan, yumu¬şaklık gösterip sabreden kimse, Al¬lah’ın sevgisine mahzar olur.” buyurur.
Allah Resulü (s.a.v) hiçbir zaman kin gütmemiş, intikam peşinde olma¬mıştır. Zira Uhud savaşında kendisi¬ne ok atıp üzerine taşlar yağdıranlara ve dişini kırıp yüzünü kanlar içinde bırakanlara beddua etmeyip, şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! kavmimi bağış¬la!.. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
Yine vaktiyle kendisini öldürmeye çalışan, Mekke’den Medine’ye hicret etmesine neden olan müşriklere, Mekke’nin fethinde iyi davranmış, onları bağışlamış ve böylece insanlı¬ğa büyük bir ahlak dersi vermiştir.
(SEMERKAND TAKVİMİ 11 EYLÜL 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıda altını siyah harflerle belirlediğim cümle aynen İncil’de de geçmektedir. İsa bu sözleri kendisini haç’a gerenleri seyrederken söylemiştir. Çünkü askerler büyük bir telaşla kendisini haç’a germe hazırlığı yapıyorlardı. Okuyalım:
“Ve Kafa Kemiği denilen yere geldikleri za¬man, onu, ve biri sağında, öteki solunda olarak mücrimleri haça gerdiler. İsa: “Ey Baba, onları affet; çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar!..” dedi.
Onun esvabını aralarında paylaşarak, kur’a çektiler. Halk durup bakıyorlardı. Reisleri de: “O, başkalarını kurtardı; eğer Allanın Mesihi ve mensubu ise kendisini kurtarsın!” diye onunla alay ediyorlardı. Askerler de ona yaklaşıp kendisine sirke sunarak: “Eğer sen Yahudilerin Me¬liki isen, kendini kurtar!” diye onunla eğlendiler. (İncil. Luka. 23/33-37)”
Takvim yaprağında ise böyle bir durum yok. İslam Peygamberi savaşa girmiş savaşıyor; birbirlerine kılıç sallıyorlar, ok atıyorlar, taş yağdırıyorlar. Elbette böyle bir savaşta ya oklardan, ya taşlardan biri İslam peygamberine isabet etmiş olabilir; çünkü savaş bu…
Beni asıl düşündüren Bedir savaşında Allah, Peygamberine ve İslam mücahitlerine üç bin melekle yardım ederken Uhud savaşında bu yardımı niçin yapmamış da çok sevdiği Peygamberinin yaralanmasına seyirci kalmış olmasıdır.
Okuyucularım bu sözlerimin dayanağını merak edebilir. İşte sözlerimin dayanağı Kuran’dan…:
“Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O hâlde Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. Hani sen mü’minlere, “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun.” (K. Ali İmran. 3/123-124 Diy. Çev.)
Görüldüğü gibi bu Allah’ın işine da akıl sır ermiyor…
Av. Eren Bilge,19.10.2009
X68
ÖLÜNCE NEREYE GİDİYORUZ?
Toplumun yapısını bozan, kişinin şahsiyetini zedeleyen kötülüklerin ba¬şında yalan gelir. Yalanı Allah ve Resulü kesinlikle yasaklamıştır. Bu konuda Hz. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
“Doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de Cennete götürür.
Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddıklar dere¬cesine çıkar.
Yalan söylemek fenalığa, fenalık da Cehenneme götürür.
Kişi yalan söyledikçe nihayet Allah katında yalancı diye yazılır.” (Riyazüs Şalinin kitabından)
Hz. Peygamber, dürüstlüğüyle top¬lumun sevgisini ve Rabbinin rızasını kazanmıştır. O, üstün ahlakı ile kız ço¬cuklarını diri diri toprağa gömen bir an¬layışı ortadan kaldırarak, onun yerine karıncayı bile incitmekten çekinen bir düşünceye eriştirmiştir.
(SEMERKAND TAKVİMİ 23 EKİM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıda siyah renkle belirlediğim satırlar dinin özünü vermektedir. Dikkat edildiğinde Cennet’in de Cehennem’in de yolunu göstermektedir.
Kişi doğru sözlülüğe yapışmakla Cennet yoluna girmektedir. Burada Cennet huzuru simgelemektedir. Doğru sözlü kişi huzur içinde yaşar ve gelecek kaygısı taşımaz… Çünkü doğru söylediği için herhangi bir nedenle suçlanamaz.
Cehennem de Cennet gibi simgesel bir anlatımdır. Yalan söylemeyen kişi ise her zaman huzur içinde sayılır. Ama yalan söyleyen kişi yalanının meydana çıkacağı korkusu ile her zaman huzursuzluk içindedir; bu huzursuzluk da Cehennem ile simgelenir.
Ancak burada asıl sorun Cennet ve Cehennem bu dünyada mı yaşanacaktır; yoksa, öldükten sonra yaşanacak bir dünyaya mı ertelenecektir..
Genel kanaat, genel inanış; Cennet ve Cehennem öldükten sonra gidilecek bir yer sanılmaktadır. Bu ise din ilmine aykırıdır. Çünkü Cennet de, Cehennem de öldükten sonra gidilecek bir yer değildir. Cennet de, Cehennem de yaşanacak bir ruhsal bir haldir ve yaşarken söz konusudur…
Neyzen Tevfik bu konuda şöyle der:
“Gözün hâlâmı Cennet bahçesinde, huri gılman da… Annen bilmem nedir sen bu hülyayı düşündükçe…” (Azab-ı Mukaddes) demektedir. Yani kısaca özetlersek öldükten sonra gidilecek bir yeri “hülya” olarak özetlemektedir. Şunu da belirtelim ki Neyzen Tevfik medrese çıkışlıdır.
Öldükten sonra bir Cennet Cehennem özlemek zandan başka bir şey değildir. Bu konuda Kuran şöyle demektedir: “… Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez…” (K. 2/78. 6/116, 148. 10/36, 66. 53/28)
Konuyu uzatmadan bir de şöyle düşünelim. İnsanlar Cennete Cehenneme gidecekse; aynı yapıda olduğumuz ve bu nedenle kullandığımız ilaçlar önce hayvanlar üzerinde denendiğine göre bu hayvanlar ölünce nereye gideceklerdir? Unutmayın onlar nereye gidiyorsa bizler de oraya gideceğiz…
Bu konuda da kutsal kitaplar şöyle demektedir.
“HEPSİ TOPRAKTANDIR ve HEPSİ YİNE TOPRAĞA DÖNÜYORLAR. HEPSİ AYNI YERE GİDİYORLAR” (İncil, Vaiz, 3/19-20).
Anlayana sivri sinek saz; anlamayana davul zurna az!”
Av. Av. Eren Bilge,24.10.2009
X69
İLİM EHLİNİN DEĞERİ
Yüce Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde ilim sahibi olmayı emretmiş ve cehaletten uzak durmayı şöyle öğütlemiştir:
“Yaradan Rabbinin adıyla oku.” (Alak, 1-2)
“Sakın cahillerden olma.” (En’am, 35)
“Kulları içinde ancak âlimler, Allah’a (gereğince) saygı duyarlar.” (Fatır, 28)
“Deki: Ya Rabbi, ilmimi artır.” (Taha, 11′)
Peygamberimiz (s.a.v), İslam’ın ilk harbi olan Bedir’de, müşriklerden esir düşenleri, okuma yazma bilmeyen onar Müslüman’a okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmıştır.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz ilim ve ilim ehli hakkında şunları söylemiştir:
“Cahiller arasında bir âlim, ölüler arasındaki bir diri gibidir.”
“Âlimler, peygamberlerin varisleridir.”
“Yeryüzündeki âlimler, gökyüzünde¬ki yıldızlar gibidir.”
“İlim öğrenene sahip çıkanı Allah (c.c.) rızıklandırır.”
“Şüphesiz, ilim sahibi için göklerde¬ki ve yerdeki her şey, hatta sudaki ba-lıklar bile, dua ve istiğfar ederler.”
ŞİİR:
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere yelmektir
Dört kitabın ma’nişi (mânası)
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
(Yunus Emre k.s.)
(SEMERKAND TAKVİMİ 19 EKİM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İlmin önemini vurgulayan ayetleri siyah renkle; hadisleri ise kırmızı renkle belirledim.
Burada belirlemek istediğim öncelikle bilim ile ilim arasındaki ayrımdır.
Bilim: laboratuarda yapılan bir çalışmayı içerir. Aynı koşullarda yapılan bir deney aynı sonuçları verir. Örneğin suyun kaç derecede kaynadığını öğrenmek için yapılan bir çalışma bilimsel bir çalışmadır. Siz bu örneği çoğaltabilirsiniz.
İlim: Bir dünya görüşüne ilişkin bilgileri öğrenmektir. İslam’da, Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te ve diğer disiplinlerde ilim; o disipline ilişkin kitapları öğrenmeye çalışmaktır. Böyle bir ilmin bilimsel bir çalışma ile ilgisi yoktur.
Ayetler ve hadisler bu anlamda alınmıştır. Bu nedenle din ilmi ile ilgilenenler arasında bilimde, teknikte, sporda, sanatta, araştırmacılıkta, su altında, dağlarda, ormanlarda, çöllerde, uzayda bir araştırma yapan çıkmamıştır. Bütün din ilmi tahsili ile uğraşanlarda bir telefon, radyo, telefon, televizyon ilahir icat eden çıkmamıştır. Çünkü onlar ilim yolunda ilerlemektedir. Kuran’ı ezberlemektedir, hadisleri ezberlemektedir. Bu nedenle de insanlığa hiçbir katkıda bulunamamaktadırlar.
Bu ilimde inanış, başat olduğu için bilimsel çalışmalara yönelememiştir. Çünkü bilim bu dünya ile ilgili bir çalışmadır; ilim ise ahreti (sonraki günleri) kazanmak için yapılan bir çalışmadır. Küçük bir iki örnek vermek gerekirse; ilim adamları hava tahminin de bulunamaz, nerelerde fay hattı bulunduğunu söyleyemez. Bu konuda yerin göğün sahibi Allah da, Peygamberi de bir söz etmemiştir. Ama bilim adamları hava tahmininde de bulunur, fay hattının nerelerde bulunduğunu da haritada gösterir…İşte ilim adamları ile bilim adamları arasında fark burada da kendini gösterir…
Diğer din mensupları laikliğe yönelmekle bilimsel çalışmaların önemini kavramışlar ve bunlar insanlığın refahı için tıpta, teknikte, bilimde, sanatta, sporda insanlık yararına birçok buluşlar yapmıştır.
İslam dünyası bilime değil ilme önem verdikçe bilime hiçbir katkısı olmayacaktır. Laik dünyanın ürettiği bilim ve teknik buluşları ile günlerini gün etmeye çalışacaklardır.
Av. Eren Bilge, 2.11.2009
+
Sayın Eren Bilge,
Bu yazınız için çok teşekkür ederim, çok ilgimi çekti, esasen bildiğimiz ama sizin değerli çalışmalarınızla daha da gün yüzüne çıkan bir olgu.
Gerçekten de kastettiğiniz insanlar o olguyu ilim kapsamında yani ezberlemek (öğrenmek diyemiyeceğim ) olarak algılıyor ve yaşıyorlar. Araştırma, analiz etme, yasam için yararlı olabilecek araştırma, buluş çalışması asla yok varsa yoksa öbür dünya.
Arif Tekin in kitabini hala bulamadım, bendekini bir arkadaşa hediye ettiğim için arıyorum. Bu güne kadar kaç baskı yapıldı bilenemiyorum ama bulunmadığına göre çok demek ki… Hala aksinde bir görüş, araştırma yok…
Saygılarımla,
Y.K.
+,
Sayın Y. K.
Ne demek istediğimi anladığınız için teşekkür…
Arif Tekin’in adı geçen kitabı için Karanfil Sokağın girişinde DOST kitapevi var.
Oraya bir sor, bu tür kitapları orası satar.
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Eren Bilge, 2.11.2009
X70
İYİLİĞİ EMRETMEK
Musa (a.s) şöyle der:
“Ya Rabbi! Kardeşini çağırıp ona iyiliği emredip kötülükten men eden bir kişinin alacağı karşılık nedir?”
Yü¬ce Allah buyurur:
“Onun her kelimesine bir yıllık iba¬det sevabı yazarım ve ateşimle ona azap etmekten haya ederim!”
“Ey Âdemoğlu! Tövbeyi erteleyen¬lerden, uzun emel peşinde koşanlar¬dan ve ahrete amelsiz eli boş gelen¬lerden olma! Âbidlerin sözlerini söyle¬yip münafıkların amellerini işleyenler¬den olma! Böyle kişiler; kendilerine verilene kanaat edip yetinmezler, yokluk halinde sabretmezler, salihleri severler fakat onlar gibi olmazlar! Münafıklara buğz ederler fakat onlar gibi olurlar! İyiliği emrederler fakat kendileri yapmazlar, kötülüğü yasak¬larlar fakat kendileri kaçınmazlar!”
(SEMERKAND TAKVİMİ 1 KASIM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıdaki sözlerin kaynağı Kuran’dır. Bu konuda beş altı ayet vardır. İşte bunlardan biri:
“Sizden öyle kimseler bulunmalı ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz geçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridirler.” (K. Al-i İmran. 3/104-Riyaz’üs Salihin Tercümesi. İmam Nevevi Vakit Yayınları)
Bu ayet, “İyiliği emretmek ve kötülüğü men etmek biçiminde” kurallaştırılmıştır… EMR-İ MA’UF VE NEHY-İMÜNKER dedikleri
Bu ayet ve yukarıda hadisler gereğince Müslümanların gözü birbirlerinin üzerindedir. Kim olumsuz bir iş yaparsa o uyarılır ve olumlu olanı yapmaya zorlanır. Kaynak olarak Kuran ve hadisler gösterilir. Buna karşın olumsuz davranışlarını düzeltmeyenler dışlanır. Artık kısmetine münafıklık mı düşer, fasıklık mı düşer, bahtına… Oysa bunların doğru bildikleri bu gün yanlış çıkmıştır. Örneğin; bu gün karını dövemezsin, hülle yapamazsın, dört kadın nikâhlayamazsın, kimseyi namaz kıl, oruç tut diye zorlayamazsın.
Takvim yaprağını okuduktan sonra gazetelere bir göz attığımda Radikal İmam’ın İngiltere Kraliçesini hayra çağırması çarptı gözüme… Gelin önce 1 Kasım 2009 tarihli Star’da çıkan şu haberi okuyalım:
RADİKAL İMAMDAN KRALİÇE’YE BURKA!
İngiltere’de ‘radikal imam’ olarak adlandırı¬lan Anjem Choudary, Kraliçe 2. Elizabeth’i bur¬ka giymeye çağırdı.
Afga¬nistan’da yaşanan kayıp¬lar nedeniyle daha önce Kraliçe’nin soykırım su-çuyla yargılanmasını iste¬yen ve kendisini ‘şeriat yargıcı’ olarak tanıtan Choudary, Kraliçe’nin burka giymesini, Kraliyet ailesi¬nin Londra’daki resmi ikametgahı Buckingham Sarayı’nın ise cami olmasını düşlediğini belirtti. Sah¬te fotoğraflarla bu hayalini basına gösteren Choudary, Kraliçe’nin tüm vücudunu örtecek şekilde gi-yinmediği takdirde şeriat kuralla¬rına göre yargılanacağını savun¬du. Yaptığı açıklamalarla İngiltere’de tartışma yaratan Choudary, daha önce de ‘cennette bir yer bulmak istiyorsa’ Kraliçe’nin İs¬lam dinine girmesi gerektiğini söylemişti.” (Star. 1 Kasım 2009)
İmam Efendi; bu sözleri ile Allah’ın emrini yerine getirdiğini sanıyor. Ancak din ve inanç özgürlüğüne saygısızlık ettiğini bilmiyor.
Kendisini öylesine haklı görüyor ki Kraliçeye bile Burka giymeyi önerebiliyor ve giymediği takdirde Cehennemlik olacağını söyleyebiliyor.
Biz laiklerin korkusu da bu nedenledir şeriattan… Çünkü adam kendi inancının doğruluğuna inanıyor ve bu konuda herhangi bir fikir tartışmasına da izin vermiyor.
Böyle bir inanca ve düşünceye felsefede “Doğma” denir. Kendi düşünce ve inancı dışındakilerin hepsi yanlış; yalnız kendisinin ki doğrudur… Böyle bir insana gerçeği anlatmak deveye hendek atlatmak gibidir…
İrtica korkumuz bundandır. Eğer bunlar toplumda söz sahibi olursa; yapacakları ilk iş “Sen Müslüman değil misin? Niçin namaz kılmıyorsun, oruç tutmuyorsun, İslam’ın koşullarını yerine getirmiyorsun?” demek olacaktır.
Adam Kraliçeye burka giymeyi dayattıktan sonra; tırnağı yer tutunca kim bilir bizim gibilere neler dayatır?..
Av. Eren Bilge, 4.11.2009
X71
TEVHİD İNANCI
Tevhid, Allah’tan başka ilah olma¬dığına inanmaktır. İhlâs suresinde yü¬ce Allah şöyle buyurur:
“De ki, O Allah birdir, Samed’dir. (Hiç bir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olandır.) O doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiç bir dengi yoktur.”
“Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etme. O’ndan başka İlah yok¬tur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 88)
Peygamberimize (s.a.v):
“Ey Allah’ın Resulü! Kişinin cenne¬te veya cehenneme girmesini gerek¬tiren şey nedir?” diye sorana Efendimiz (s.a.v.) söyle cevap vermiştir:
“Allah’a ortak koşmadan ölen cen¬nete, Allah’a eş koşarak ölen de ce-henneme girer.” (Hadis-i Şerif)
GÜZEL SÖZ
“İnsan kalbi daima Allah Teala’ya bağlı olmalı. Allah (c.c), insanın aklın¬dan, fikrinden hiç çıkmamalıdır.” (Seyyid Abdülkadir Geylani k.s)
(SEMERKAND TAKVİMİ 20 EKİM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında Allah’ın tanımı yapılmaya çalışılmıştır; ancak, anlaşılır bir tanım yapılmamıştır; dahası kafalar iyice karıştırılmıştır.
“De ki, O Allah birdir…” denince akla ne gelir? Rakamsal olarak tek varlık mı? Yoksa rakamsal olarak tek bir kavram mı?
Allah maddi bir varlık olmadığına göre; çünkü maddi bir varlık olunca onun bir yeri bir yurdu olması gerekir. Söylendiğine göre Allah Mekandan ve zamandan münezzehtir. Mekandan ve zamandan münezzeh tek başına bir varlık olur mu?
Sonra yeterli tanımı yapılmayan, yeri ve yurdu bilinmeyen hayali bir varlığa nasıl tapılabilir?
Bu duruma göre Allah maddi bir varlık değil de manevi bir varlıktır; yani bir kavramdır…
Allah’ın birliği denince akla genel doğrular, genel değerler, ortak doğrular, yüce kavramlar, yapılması gereken olumlu duygu, düşünce, eylemler gelmelidir.
Bir de olumsuz kavramlar vardır… İşte insan, olumlu ve olumsuz eylemleri yapmak gibi bir durumla karşı karşıya kalınca; olumlu eylemleri yaptığı takdirde tevhit ilkesini yerine getirmiş olur. Bunun yanında zaman zaman olumsuz davranışlar da bulunursa Allah’a şirk koşmuş olur… Tevhit ilkesini çiğnemiş olur. Çünkü uyulması gereken; iyi kötü, yanlış doğru ikiliğinden kurtulup iyi olanı, doğru olanı yaptığımız takdirde hem Allah’ın birliğini doğrulamış oluruz; hem de tevhit ilkesine uymuş oluruz… Çünkü iyi ile kötüden, doru ile yanlıştan biri insana yararlıdır. Buna da Allah’ın birliği denir. Yoksa Allah ramaksal bir bir ve tek değildir. Bazen iyiyi, bazen kötüyü, bazen doğruyu, bazen yanlışı yaparsak tevhit ilkesini çiğnemiş oluruz. Yani Allah’a şirk koşmuş oluruz…
Allah’a eş (şirk) koşanlar mana aleminde, kötü bir eylemde bulunduğu için ölü sayılır… Çünkü “Günahın bedeli ölümdür!” (İncil. Romalılara. 6/23)
Olumsuz bir davranışta bulunan fiziksel olarak ölmediği halde mâna âleminde ölmüş sayılır. Olumsuz bir davranışta bulunan; olumlu davranışta bulunanların duyduğu huzur, güven ve rahatlığı duyamaz. Bu huzur, güven ve rahatlık kişinin Cennet’te olması ile ifade edilir. Olumsuz bir davranışta bulunan kişi daimi bir korku içinde yaşar ve huzursuzluk duyar. Bunlar; yaptığı olumsuz eylemin duyulacağı korkusu ile daima tedirgin olurlar ki bu da Cehennem ile ifade edilir.
ALLAH’IN TANIMI: Bu kadar açıklamadan sonra Allah’ın tanımını şöyle yapabiliriz: Allah: “Dürüst davranışlar, genel değerler, ortak doğrular, yüce kavramlar, olumlu kurallar, insanlığın makbul beklentisi ve değer yargılarıdır…
Allah denince akla doğruluk, dürüstlük, iyilik, den ve erdeme (fazilete) dayanan davranışlar gelmelidir.
Konuyu bu şekilde anlarsak Allah’ın bize yararı olur…
Av. Eren Bilge, 10.11.2009
X72
ŞEYTANI DÜŞMAN BİLMEK
Mümin kişinin âlimleri ve Salihleri sevmesi, onların meclislerine devam etmesi gerekir. Bilmesi gerekli konu¬ları sorup öğrenmesi, âlimlerin nasi¬hatlerini tutması, çirkin davranışlar¬dan kaçınması ve şeytanı düşman bellemesi gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O, kendi taraftar-larını ancak ateş ehlinden olmaya ça¬ğırır!” (Fatır, 6)
Allah’a ibadet ederek şeytana düşmanlık etmeli. Allah’a isyan ede¬rek şeytana itaat etmemeli. Kalpten samimi olarak bütün hallerimizde, davranışlarımızda ve inançlarımızda şeytandan sakınmalı. Yaptığımız her işte şuurlu ve bilinçli olmalı. Amellere riya karıştırmamalı.
(SEMERKAND TAKVİMİ 2 KASIM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Üzerinde durulması gereken yerleri kara kalemle belirledim.
Burada iki kavram üzerinde durmak istiyorum:
Biri: Şeytan; diğeri de ibadet kavramı…
Bir kere bilinmelidir ki şeytan diye maddi bir varlık yoktur. Şeytan da Allah gibi bir kavramdır. Şeytan denince akla bizleri olumsuz, yasal olmayan ve toplumun onaylamadığı eylem ve davranışları olumlu ve güzel göstermeye çalışan duygularımız akla gelmelidir.
Bu duygular yasal olmayan, toplumun onaylamayacağı, gelenek ve göreneklere görü ahlaksız sayılan davranışları olumlu gösteren duygularımızdır.
Bu duygular bizi bir çıkar karşısında kaldığımız zaman “Tam sırası, bir daha böyle bir fırsat eline geçmez. Eline fırsat geçmişken çıkarını gözet…” diye insanı kandıran duygudur. Böyle bir ikilem karşısında kaldığımızda kısa vadeli çıkar uzun vadeli yararın önüne geçer.
Kaldı ki Şeytan’ının Türkçe karşılığı; aldatan, kandıran ve suça sürükleyendir. Bunu bilince insan akla uygun olanı, mantıklı olanı, sonunda insanın başını ağrıtmayacak olan davranışları yeğler…
Ölçü budur: Ben bu işi yaparsam sonunda başım ağrır mı, yüzüm kızarır mı denecek; başın ağrımayacaksa, yüzün kızarmayacaksa o iş yapılmalıdır. Böylece şeytana uymamış olursun.
İkinci kavram ibadet ise daima doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı, başını ağrıtmayacak olanı, yasal olanı yapma alışkanlığını kazanma yolunda çaba göstermektir. Yoksa öyle hem kiliseye gidip, hem havraya gidip, hem camiye gidip de; sonra, Allah nasıl olsa affeder diye kısa vadeli çıkarların söz konusu olduğunda her türlü olumsuzluğu yapmanın ibadetle ilgisi yoktur.
İbadet deyince akla; daima, doğruluk, dürüstlük, iyilik ve güzel olan tutum ve davranışlar gelmelidir. Böyle bir ibadet insanı hiçbir zaman zor durumda bırakmaz. Asıl ibadet erdemli (faziletli) olmaktır.
Av. Eren Bilge, 2.11.2009
X73
DÜNYA VE AHİRET İÇİN İLİM
Alemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
“İlim Mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Hadis-i Şerif)
“Yalnız iki kimse gıpta edilmeye la¬yıktır. Bunlar da; Allah’ın kendisine verdiği malı Hak uğrunda sarf eden, muhtaçlara dağıtan kimse ile Allah’ın kendisine vermiş olduğu ilim ve hik¬metle hükmeden ve onu halka öğre¬ten kimsedir.” (Hadis-i Şerif)
“Ya âlim (öğretici) ol, ya öğrenci ol veya dinleyici: ol. Sakın dördüncüsü olma; helak olursun.”
Gelişen dünyada bilimden, ilimden, teknolojiden uzak kalmak dünyada kör dolaşmaktır: İlimden nasip alma¬yan bir insan ruhsuz ceset gibidir.
Her işimizde ilmi rehber edinelim. İnsana olgunluk bahşeden iyi mezi¬yetler kazandıran Allah ve Resûlü’nün rızası bulunan ilimleri tahsil edelim.
(SEMERKAND TAKVİMİ 12 AĞUSTOS 2009)
*
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Nedir “Allah ve Resûlü’nün rızası bulunan ilimleri tahsil” etmek.
İslam tarihinde “Allah ve Resûlü’nün rızası bulunan ilimleri tahsil” etmek Kuran ve Hadis kitapları öğrenmek ve yaşama uygulamaktır. Bunun içindir ki 2. Halife Ömer İskenderi’ye kütüphanesini: “Bu kütüphanedeki kitaplar Kuran’da bulunmuyorsa hükümsüzdür; Kuran’da bulunuyorsa fazladır, gereksizdir!” diyerek yakıp yok etmiştir.
Burada Bilim ve ilimi ayırt etmekte yarar vardır her zaman söylediğimiz gibi.
Bilim öğrenmek isteyen kişi iş önlüğünü giyerek laboratuara girmelidir. Maddelerin analizi ve sentezi ile uğraşmalıdır. Neyin niçin ve neden olduğunu araştırmalıdır. Örnek vermek gerekirse suyun hangi maddelerden oluştuğunu öğrenmelidir. Deneyle, suyun hidrojen ve oksijenden hangi oranlarda bileşmesi ile oluştuğunu araştırıp bulmak bir bilimdir.
Bilim ise yazılı ve basılı kitapları okuyup incelemektir. Bu ilimde deney yoktur. Öğrenmek, ezberlemek vardır. Araştırma yoktur, yanlışlama ya da doğrulama yoktur. Hele bu kitaplar birer öğreti kitabı olursa yapacağın iş satır satır ezberlemek ve gerektiğinde ya da sorulduğunda falan kitapta yazılı demektir. Böyle deyince sen marifet sahibi olmuş olursun. Daha doğrusu bunlara göre ilim kara kaplı kitapta ne yazıyorsa odur: bu kara kaplı kitapta yazanlar da Allah’ın buyruğudur…
Böyle öğretilmiş, böyle inandırılmıştır. Bu nedenle bilimden uzak kalınmıştır.
Takvim yaprağında “Gelişen dünyada bilimden, ilimden, teknolojiden uzak kalmak dünyada kör dolaşmaktır.”
Şark dünyasında bir buluş, bir teknolojik eser, sinema, televizyon, bilgisayar gibi teknoloji yaratan bir ülkü varsa gösterin ben de görüşlerimi değiştireyim. Bu niçin böyle oluyor diye düşünmek zorunda değil mi bu dinciler diyanetçiler… İslamcı yöneticiler…
Av. Eren Bilge, 24.11.2009
X74
KURBAN BAYRAMI
Kevser suresinde yüce Allah: “Rab-bin için namaz kıl, kurban kes.” buyurur.
Bu emre muhatap olan Hz. Peygam¬ber (s.a.v) ve Müslümanlar, kurbanlarını kesmişlerdir. Efendimiz (s.a.v):
“İnsanoğlu Kurban Bayramı’nda, Al¬lah için kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmış olamaz” buyurarak bizleri teşvik etmiştir. (Hadis-i Şerif)
Kurban, yüce Rabbimizin rızası için yerine getirilmelidir. İbadetlerde takva ve niyetimiz önemlidir. Ayette:
“Onların (Kurbanların) etleri ve kanla¬rı asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşa-cak olan sizin takvanızdır…” (K. Hac, 37) buyrularak, ibadetleri değerli kılan tak-vaya işaret edilmiştir.
(SEMERKAND TAKVİMİ 27 KASIM 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıda görüldüğü gibi hem kurbanın kesilmesi emrediliyor; hem de önemli olanın “takva” (doğru dürüst bir yaşam…) olduğu vurgulanıyor.
Gerçekten de bir insan, hangi dine mensup olursa olsun, hem tapınmasını yapıp hem de yasal olmayan eylemlerde bulunursa, ahlaksız bir yaşam sürdürürse, işçisinin ve de başkasının emeğinden çalarsa onun takvası (İBADETİ) bir işe yaramaz; esas olan insanın doğru dürüst yaşamasıdır.
K. Hac suresi 37. ayetinde “Onların (Kurbanların) etleri ve kanla¬rı asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşa¬cak olan sizin takvanızdır…” deniyor.
Takvanın Allah’a ulaşması ne demektir… Burada Allah kavramı makbul ve beğenilen eylemleri simgelemektedir. Yoksa takvamız doğru dürüst işlerimiz buhar olup yukarıdaki bir varlığa gidecek değildir. Yukarda maddi bir varlık yok ki doğru dürüst eylemlerimiz buhar olup yukarıya doğru ulaşsın. Bunlar hep din edebiyatında simgesel ve mecaz anlamlardır. Arif odur ki bunların simgesel anlamına bile…
Kimi ilahiyatçılar “Allah kan ister; muhakkak kurban kesilerek kan akıtılmalıdır!” diyor. Bu sözleri ben televizyonda kulaklarımla duydum. Oysa ilahiyatçının bu sözleri yukarıdaki ayetle çelişmektedir.
Yukarıdaki ayet açıkça gösteriyor ki makbul olan takvadır, doğru dürüst davranışlarımızdır, kurban değildir.
Kaldı ki kurban da ezoterik dünyada simgesel bir anlatımdır. Kurban’dan amaç tutkunu olduğumuz hırslarımız, isteklerimiz, bizi kendimizden alan amaçlarımızdır. Şehvet düşkünlüğü, şöhret düşkünlüğü, şan düşkünlüğü, yükselme arzumuzdur.
Bunlar, din dünyasında makbul eylemler değildir. Makbul olan ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar mütevazı bir yaşamdır. Bizi bizden alacak, sorumluluklarımızdan uzaklaştıracak istekler değildir. İşte ezoterik anlamda kurban edilmesi gereken bu şan, şeref düşkünlüklerimizdir. Bütün bunlar da İbrahim’im İsmail’i olarak simgelenir. İsmail’i keseceğimize düşkünü olduğumuz hırslarımız, isteklerimiz, şan şeref düşkünlüklerimizden kurtulalım ki bunlar da koç olarak simgelenir…
Av. Eren Bilge, 27.11.2009
X75
BÜYÜKLERE SAYGI
Saygı ve hürmet dinimizin emridir. Saygıya ve hürmete en layık olanlar anne babalarımızdır. Yüce Allah şöy¬le buyurur:
“Rabbin, kendinden başkasına ibadet etmeyin, ana babanıza iyilik edin diye hükmetti. Onlardan biri ve¬ya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse, onlara üf bile deme! Onları azarlama! Onlara güzel söz söyle!” (Isra, 23)
İnsan Rabbinin emrettiği hürmeti elde edip muhafaza ettiği öl¬çüde huzuru yakalayabilir.
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
“İman etmedikçe cennete giremez¬siniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun rnü’min olamazsınız,” (Hadis-i Şerif) “Müminler, birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirine şefkat göstermede tek vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca diğer uzuvları da ona ortak olur.” (Hadis-i Şerif)
İMAM AZAM’DAN NASİHATLER
“Yaşlılara itibar et. Çocuklara mer¬hamet et. Hastaları ziyaret et. Kötü insanlardan kendini koru. Takva sa¬hipleri ile dostluk et.”
(SEMERKAND TAKVİMİ 4 Aralık 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Burada “Rabbinden başkasına ibadet etmeyin” deniyor ya; burada Rab sözcüğü ile anlatılmak isteneni bulalım.
Burada Rab sözcüğü ile kastedilmek istenen nedir?
İlerden beri anlatmaya çalışırım; öyle sanıldığı gibi, yukarda, bilinmeyen bir yer de Rab diye maddi bir varlık yoktur. Kutsal kitaplarda geçen bütün Allah, Tanrı, Yehova, Eloha, Hüda, Mevla, Rap vb sözcükler he simgesel anlatımdır.
Din adamı dediğin bu terimlerin simgesel ya da mecaz anlamlarını bilmeli, .bilmiyorsa araştırıp bulmalıdır. Bu konuda Kurandaki şu ayete dikkatinizi çekerim: “Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez…” (K. 6/116) Bu konuda şu ayetlere de bakılabilir: (K. 6/116; 10/36, 66; 53/28)
Özün Özü adlı kitabın 93. sayasında Muhittin Arabi şöyle der:
“Allah, kulunun zannına göre yapılan ilâhtır!..”
Şimdi gelelim İsra suresinin 23. ayetindeki Rab ile anlatılmak istenene. Burada Rab sözcüğü ile anlatılmak istenen ana babaya saygıdır (hürmettir.) Ana babaya saygı gösterip, onlara iyilik eder, gönlünü kırmazsan; sen doğrudan doğruya Rab’be (Allah’a: Tanrı’ya…) ibadet etmiş olursun. Çünkü ana babaya saygı göstermek yüce bir duygudur.
Allah’ın tanımını şöyle yapabiliriz: Allah: “Dürüst davranışlar, genel değerler, ortak doğrular, yüce kavramlar, olumlu kurallar, insanlığın makbul beklentisi ve değer yargılarıdır…
Allah denince akla doğruluk, dürüstlük, iyilik, den ve erdeme (fazilete) dayanan davranışlar gelmelidir.
Yüce duygular, ortak değerler, erdemli davranışlar, doğa ve toplum yasaları, ahlaksal değerler, genel olumlu kavramlar… bunlar hep Allah kavramı içindedir ve bütün bunlar bütün insanlık için aynı değerdedir; yani uyulması gereken tek ve en güzel yüce kavramlardır ve bu nedenle de Allah âlemlerin rabbidir ve tektir (TEVHİD) denir. Öyle Peygamber gönderen, kitap indiren maddi bir varlık ararsanız boşa kürek çekmiş olursunuz ve de kiliseye, havraya ve camiye gidip ibadet etmekle Tanrı’ya yakınlaşmış olamazsınız… Çünkü “O’nu onunla arayan hemencecik bulur. “Şeyh Ebu Sait. Tevhid’in Sırları. Muhammed İbn-i Münevver.Kabalcı Yayınları. Birinci Basım. s. 294)
Av. Eren Bilge, 4.12.2009
X76
ADALETİ AYAKTA TUTUN
Adalet, bütün ilahi dinlerin ve insan¬lığın vazgeçemeyeceği ortak değeridir. Adalet, yüce Allah’ın bir sıfatıdır. Kuran’da Allah (c.c), adaletli davrananları sevdiğini bildirmiş ve müminlerin de adaletli olmaları istenmiştir. (Hucurat, 9. / Nahl, 90)
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, Allah için şahitlik eden in-sanlar olun. Hükmünüz veya şahitliğiniz velev ki kendiniz veya ana-babanız ya da hısımlarınızın aleyhine olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsunlar”. (Nisa, 135)
“Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hü¬küm verdiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder.” (Nisa, 58)
Peygamberimiz (s.a.v) birçok sözünde adaletle davranmanın önemini dile getirmiştir: “Verdiği hükümlerde ailesi¬nin ve halkın yönetiminde adaletle dav¬ranan yöneticiler, kıyamet gününde Al¬lah Teala’nın katında yüksek makam¬larda bulunurlar…” (Hadis-i Şerif)
(SEMERKAND TAKVİMİ 7 Aralık 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında adalet kavramı için “ortak değer” ve “Allah’ın bir sıfatıdır.” deniyor.
Adalet kavramı gerçekten de ortak ve yüksek değerlerdendir. Adalet aynı zamanda evrensel değerlerdendir. Bütün dünya insanlığı her olayda adaleti sağlamaya çalışır. Adalet kavramına uymayan topluluklar yıkılmaya mahkûmdur. Bu nedenle adalet kavramına herkesin uyması gereklidir.
Adalet gibi başka evrensel ve ortak değerler çoktur. Bunlar din kitaplarında sayılıp dökülür. Örneğin, sevgi, barış, dostluk, insanların sevmek, kimseyi incitmemek, kimsenin canına, malına, namusuna tecavüz etmemek gibi… Bu evrensel ve ortak değerler sayılmakla bitmez. Doğru olan, iyi olan, güzel olan her düşünce ve davranış evrensel ve ortak değerlerden sayılır.
Bütün dinler bu değerlere uyulmasını Allah korkusu ile sağlamaya çalışır. Oysa bu değerler Allah kabul edilerek kutsallaştırılsa amaç daha çabuk hâsıl olur. Bunun sağlaması her zaman yapılabilir.
Bu evrensel ve ortak değerlere saygı gösterilmez; yerine getirilmezse insanın başı ağrır, huzuru kaçar.. Bu evrensel ve ortak değerleri yerine getirmeyen insanların yakasına kanun yapışır; kanun yapışmazsa vicdanı yapışır.
Olumsuz davranışlarda bulunan insan her zaman vicdanına karşı hesap vermek durumundadır. Elbette bu vicdan “diri” insanlarda işlev görür. “Ölü”lerde vicdan duygusu gelişmemiştir. Onlar hayvan gibidir.
Bu betimlemeyi din kitapları yapar. Din kitaplarında “ölü” ile “diri” kavramı çok yer tutar. Bu nedenle İncil’de “Tanrı; Ölülerin değil; yaşayanların Dirilerin (Duyarlı ve sorumluluk duygusu olanların…) Tanrısıdır.” denir. (İncil. Matta., 22/32. Markos.12/27). Luka. 20/38)
Ölü diri kavramı Tevrat’ta ve Kuran’da da çok geçer.
Allah diye maddi kişisel, nesnel bir varlık yoktur. Allah simgesel bir kavram ve anlatımdır. Bütün; doğru, iyi, güzel duyguları, evrensel değerleri, ortak doğruları, yüce duygu ve düşünceleri kapsar… Bu evrensel değerlere, ortak doğrulara uyanlar bizatihi Tanrı’ya yakınlaşmış olurlar.
Bizden söylemesi; isteyen kabul eder; isteyen ise hayalinde yarattığı sanal Allah’ın korkusuyla evrensel ve ortak değerleri yaşamına uygular…
Av. Eren Bilge, 18.12.2009
X77
HAK-BATIL
Yüce Rabbimiz, bizlere hak ile batıl arasında tercih yapma sorumluluğu yüklemiştir. Müslümanlığımızın da öl¬çüsü olan bu sorumluluk, yaşadığımız sürece bizimle birliktedir. Biz, hep iki yoldan birini tercih etmekle karşı karşıyayız. Bunlar, İman-inkâr, hak-bâtıl, hayır-şer, iyilik-kötülük ve benzerleri¬dir. Allah Teala şöyle buyurur:
“Biz o insana iki yol gösterdik” (K. ed, 10)
“Şüphesiz biz insana (doğru) yolu gösterdik. Artık o isterse şükreder, is-terse nankörlük… (Sorumluluk kendi¬sinindir)” (İnsân, 3)
Rabbimiz, bu yolda bizi güçsüz ve desteksiz bırakmamıştır. O bize dü¬şünen akıllar verdiği gibi gönderdiği peygamberler, sadıklar ve salihler vasıtasıyla bu iki yolun doğrusunu-yanlışını, iyisini-kötüsünü, açık açık an¬latmıştır.
Yüce kitabımızda şöyle buyruluyor: “Bu (din), senin Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir topluluk için âyetleri geniş olarak açıkladık” (En’âm, 126)
(SEMERKAND TAKVİMİ 26 NİSAN 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Burada Yüce Rabbimiz kavramı ile anlatılmak istenen: “İnsanın aklı, mantığı ve sağduyusudur.” Öyle sanıldığı gibi bizim dışımızda bize yol gösteren maddi bir varlığa inanırsak işin içinden çıkamayız.
Hak ile Batıl’ın karşılığı ise: İyi olan tutum ve davranışlarla kötü olan tutum ve davranışlardır.
Hak: (Allah, Tanrı) doğru, güzel, iyi olan düşünce ve eylemleri kapsar.
Batıl ise yanlış olan, çirkin ve kötü düşünce ve eylemleri kapsar.
İnsan yaşamı boyunca bu iki kavramın (doğru yanlış, güzel çirkin, iyi kötü) seçimi ile karşı karşıya kalır.
İnsan; toplumun kabul ettiği doğru, güzel, iyi olan düşünce ve eylemleri yerine getirdiği zaman toplum kendisini tasvip ettiği için sevap kazanmış olur.
Sevabın kökü tasvipten gelir. Sevabın karşılığı ise Cennettir. Yani dinginlik ve huzurdur. Kaygısız kasavetsiz bir yaşamdır ki bu da din ilminde Cennet kavramı ile ifade edilir.
Öyle ölünce insanın gideceği bir Cennet yoktur. Ne varsa hepi bu dünyadadır ve bütün dinsel kavramların simgesel bir anlamı vardır. Kuran’da: “İyi amelde bulunanlar cennettedir.” (K. 10/9) denir.
Cehennem ise; yaşayan insanın huzursuzluğu, mutsuzluğudur. Bu da yanlış davranışların insan ruhunda yarattığı huzursuzluk ve mutsuzluktur. Yanlış, doğru, iyi kötü, güzel çirkin kavramlar ile yaşamımız boyunca karşılaşırız.
Rabbin; (yani, aklın, mantığın, sağduyunun…) yolu toplum ve doğa yasalarına uymaktan geçer.
İsteyen bunun sağlaması istediği zaman yapabilir. Çirkin, kötü, yanlış olanı yap da bak nasıl başın ağrır, huzurun kaçar, hayatın kayar. Bunun denemesi her zaman yapılabilir.
Doğru, güzel, iyi olanı yaptığın zaman huzurlu ve mutlu olursun; çirkin, kötü, yanlış olanı yaptığı zaman huzurun ve mutluluğu yitirirsin… Bu denemeyi de her zaman yapabilirsin…
Av. Eren Bilge, 28.12.2009
X78
İBADET SORUMLULUĞU
Yüce Rabb’imiz buyuruyor ki:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağ¬lara teklif ettik de onlar bunu yüklen-mekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (K. Ahzab, 33/72)
Yani; gökler, yer ve dağlar emanetin hakkını verememekten ve bu sebeple cezaya çarpılmaktan korktular yahut emanete hıyanet etmekten korktular ve bu yüzden emaneti kabullenmek iste¬mediler. Burada söz konusu olan ema¬net; yerine getirenlere sevap ve yapma¬yanlara ceza gereken ibadet ve farzlar¬dır. İmam Kurtubî şöyle der:
“En doğru görüşe göre emanet, bü¬tün dinî vazifeleri kapsar.”
Bu önemli vazifeleri yerine getirenin mükâfatı ebedî cennet ve Allah’ın rızasıdır.
(SEMERKAND TAKVİMİ 22 Aralık 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Ayete dikkatinizi çekerim. Dikkatle okumanızı öneririm.
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağ¬lara teklif ettik de onlar bunu yüklen-mekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.” (K. Ahzab, 33/72) deniyor.
Dağların, göklerin ve yerin kabul etmediği sorumluluğu insan yükleniyor.
Burada insanın bu davranışı takdir edilmesi, onurlandırılması gerekirken; hiçbir açıklama yapılmadan, “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” deniliyor. İnsan; dağların, göklerin ve yerin kabul etmediği sorumluluğu kabul ettiği için mi zalim ve cahil oluyor…
Sonra bir insan çok bilgili olduğu halde de zalim olur; çok cahil olmasına karşın çok da merhametli olabilir.
Burada insanın niçin çok zalim ve çok cahil olduğunun hiçbir açıklaması yapılmadan birdenbire “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” denmesinde bir mantıksal bir yanlış olsa gerek. İnsan, “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” diye suçlanırken bunun gerekçesi olmalı değil mi?..
Dağların, göklerin ve yerin kabul etmediği sorumluluğu kabul eden insan niçin suçlanıyor?
Bu sorumluluk ayette, ibadet ve farzlar¬ olarak niteliyor. Oysa yalnız ibadetlerle, farzlarla dinsel sorumluluk yerine getirilmez. Önemli olan ibadetlerden öte Salih amellerdir; yani, doğru dürüst, iyi güzel, erdemli davranışlardır.
Sen istediğin kadar ibadet yap… Havradan, Kiliseden, Camiden çıkma; eğer Salih amellerde bulunmazsan yaptığın bütün ibadet ve farzlar boştur. Önemli olan senin iyi güzel amel ve davranışlarındır…
Konuyu daha fazla uzatmamak için kısa kesiyorum…
Eğer yanlış bir yargıya varmışsam aydınlatılmamı rica ediyorum.
Av. Eren Bilge, 4.1.2010
X79
RABBİNE YÖNELMEK
Yüce Rabb’imiz buyuruyor:
“De ki: Allah’a ve Resulüne itaat edin! Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 31)
Cenab-ı Hak küfrü ve kibri sebe¬biyle İblis’i affetmemiş, fakat Hz. Âdem’in (a.s) tövbesini kabul buyur¬muştu. Çünkü Hz. Âdem hatasını iti¬raf etmiş ve nefsini kötülemişti.
Üstelik Hz. Âdem’in işlediği hata gerçekte bir günah değildi. Çünkü peygamberler masumdur ve ne pey¬gamberliklerinden önce ne de pey-gamberliklerinden sonra onlardan as¬la bir günah sadır olmaz!
Hz. Âdem’in işlediği, sadece görü¬nüşte günaha benzemektedir. Bun¬dan dolayı Havva anamızla beraber söyle yalvardılar:
“Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zul¬mettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’râf, 23)
(SEMERKAND TAKVİMİ 21 Aralık 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağındaki iki konu dikkatimi çekti.
Biri “RABBİNE YÖNELMEK”
Diğeri de:
“… peygamberler masumdur ve ne pey¬gamberliklerinden önce ne de pey-gamberliklerinden sonra onlardan as¬la bir günah sadır olmaz!” ayeti…
Önce Peygamberlerin “… ne pey¬gamberliklerinden önce ne de peygamberliklerinden sonra onlardan as¬la bir günah sadır olmaz!” ayeti üzerinde durursak; Kuran’da bambaşka gerçeklerle karşılaşırız. Peygamberlerin de yanlışları olduğunu görürüz. Bunu ben söylemiyorum; Kuran söylüyor. İşte ayetler:
“Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (K. Şura. 42/53)
“Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?” (K. Duha 93/7)
Diyanetin eski ve yeni çevirilerinden bu ayetler takvim yaprağında söylenenlerle çelişmiyor mu?
İslam Peygamberinin yaşamı anlatan kitapları okursak birçok konuda Peygamberin de yanıldığını görürüz.
Peygamberler de insandır; Tevrat’ı ve İncil’i dikkatle okursak Musa’nın da, İsa’nın da yanlış işler yaptığını görürüz. Öyle ki Nuh’un da, Lut’un da, Davut’un da, İbrahim’in de yanlış işler yaptığını okuruz.
Örneğin İbrahim Peygamber de kendi karısını “Kız kardeşim” diyerek firavuna sunmuş, bunun karşılığında da değeri çok yüksek armağanlar almıştır… Öyle ki beğenmediğimiz Firavun sonradan işin aslını öğrenince İbrahim Peygambere “Niçin karını bana kız kardeşim diye tanıttın!” diye kendisini azarlamıştır… Tevrat’ı okursanız bunun gerçekliğini anlarsınız.
Bu konuda ayetleri kanıt göstererek açıklama yaparsak bu sayfayı uzatmış oluruz. İyisi mi “Rabbe yönelmek!” konusuna dönelim.
Rabbe yönelmek ne demek? Rabbin bir yeri yurdu olsa; oraya dönersin. Elle tutulmaz, gözle görülmez, maddi bir varlığı yok. Maddî bir varlığı olsa yeri de olur zaten…
Rab, Allah, Tanrı, Mevla terimleri ayrı ayrı anlamları karşılayan simgesel bir anlatımdır. Örneğin Mevla denince koruyan, Rab denince öğreten, eğiten bir kavram, Tanrı denince ortak ve yüce değerler, Allah denince korkulacak bir manevi güç anlaşılır.
Rabbe yönelmeyi büyük çoğunluk ise namaz, oruç, haç, kurban gibi ibadet kuralları algılar. Ne var ki bunlar da yetmez. Çünkü Kuran’da yazılmıştır.
“Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun için yaptığınız gösterişten uzak amellerinizdir…” (K. Hac. 22/37)
Bundan da anlaşılıyor ki Allah’a ulaşacak olan bizim Salih amellerimiz; yani, doğru, dürüst, iyi niyetle yaptığımız işlerdir. Doğru, dürüst, erdemli davranırsak; genel değerleri, ortak ve evrensel değerleri baş tacı edersek, yüce ve üstün kavramları yaşam ilkesi kabul edersek Rabbe yönelmiş oluruz.
Böylece yaşamda huzur ve güven bulmuş oluruz.
İki de bir sorulur yaşamın amacı nedir? Yaşamın amacı: Huzur ve güven içinde yaşamaktır. Bütün dinlerin amacı da insanların huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamaktır.
Ama görünen böyle mi? Bütün din mensupları birbirlerini öldürüp durmaktadır…
Afganistan, Irak, İran, Pakistan ve Yemen olaylarına dikkatinizi çekerim
Av. Eren Bilge, 11.1.2010
X80
ZULÜM YAŞAMAZ
Fare dişleriyle kesti fidanı,
Duymadı fidandan çıkan figânı,
Fidanın dibinden fırlayan yılan,
Zararlı fareye vermedi aman.
Bir kirpi ansızın çıktı meydana,
Batırdı okunu zâlim yılana.
Kirpiyi bir tilki eyledi helak,
Can vermiş yatıyor, yerde kirpi bak.
Bir köpek tilkinin geldi yanına,
Yavaşça sokulup girdi kanına.
Orada gezinen kaplanın biri
Cüssesi kocaman, dişleri iri;
Pençesi köpeği böldü ikiye,
Kim demiş bir zulüm devamlı diye.
Avcının okuyla kıvrandı kaplan,
Avcı derisini yüzdüğü zaman.
Bir atlı gelerek istedi postu.
Elinde bir kılıç; atlının dostu.
Atlı, bir lahzada indi atından,
Avcı, oluverdi tatlı canından.
Postu terkisine koyup giderken,
“İşte çalışmadan kazandım.” derken,
Atının ayağı değdi bir taşa,
Başı parçalandı bak, baştanbaşa.
(Türkiye Takvimi. 10 Ocak 2010)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Manzum şiirde; fare fidanı kesiyor,
Bir yılan gelip fareyi yiyor.
Bir kirpi ansızın çıkar meydana,
Okunu batırır yılana.
Orada bir tilki gezer,
O da kirpiyi helak eder.
Derken bir köpek gelir.
O da tilkiye dişini geçirir…
Sonra da bir kaplan
Köpeği öldürür acımadan…
…
Manzum şiir böyle devam edip gidiyor.
Görünen o ki Allah canlıyı canlıya
Canlı canlı yem ediyor.
Bu da bana Allah işi gibi gelmiyor…
Şefkat ve merhamet timsali
Allah; canlıyı canlıya
Canlı canlı yem eder mi?
Benim bildiğim Allah
Böyle bir iş yapmaz vallah…
Cana kıyarak sağlanır mı adalet!..
Merhamet Allah’ım merhamet!..
Bu bir Doğa yasasıdır.
Allah işi ile
Doğa yasası ayrılmalıdır.
Allah’ı bilmeden bu işlerin içinden çıkılamaz.
Allah’ı bilmek gibi marifet olamaz.
Dahası Allah, cahilin elinde,
Halkı aldatmaya alet olamaz…
Av. Eren Bilge, 18.1.2010
X81
BURÇLAR
Bugün, 20 Ocak. Güneş, Kova (Delv) Burcu’na girmiş, kışın 2. ayı başlamıştır. Güneş, bu burçta 30 gün kalacak ve Şubat’ın 19. günü Balık Burcu’na girecektir.
Burçların varlığı ilmî bir hakikattir. Fakat son senelerdeki ilmî ve teknolojik gelişmelere rağmen, bugün de insanların ‘büyük bir bölümü, burçlara göre fal bakmak gibi hurafele¬re inanmakta ve insanları doğum tarihlerine göre, 12 burca ayırıp, her burçtaki insan¬ların, her bakımdan ayrı huy ve karakterde olduğunu söy-lemektedirler.
Maalesef, za¬manımızda gazetelerin en çok okunan köşeleri, burç ve fal köşeleridir. Bu hurafeler yal¬nız bizde değil, Batı’da da çok yaygındır.
Kaza ve kadere inanan, gaybı ve geleceği sa¬dece Allahü teâlânın bileceği¬ne iman eden bir Müslüman, böyle hurafelerden uzak durur.
(Türkiye Takvimi. 20 Ocak 2010)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Burçlar astronomi bilginlerinin buluşudur. Yıldızları 12 kümeye ayırmışlar; ayırdıkları bu kümelere de birer ad vermişlerdir. Böylece uzaydaki yıldızlarının hareketlerini daha kolay izlemişlerdir.
İnsanlarda, davranışlarını yıldızların hareketlerine göre ayarlama içgüdüsü vardır. Bu nedenle yaşamlarını yıldızların kümesine göre ayarlamaya çalışmışlardır.
Takvimlerini; Güneş’in, Ay’ın, Yıldızların hareketlerine göre düzenlemişler ve böylece yılları, ayları, haftaları, günleri bulmuşlardır.
Yalnız takvimlerini burçlara göre ayarlamakla kalmamışlar; dinsel inançlarını da burçlara göre ayarlamışlardır. Örnek vermek gerekirse İsa’nın öğrencileri (Havarileri) 12’dir. Bunun yanında Aleviler de 12 İmam diye bir önder topluluğu oluşturmuşlardır. Araştırılırsa bu 12’nin kutsallaştığına ilişkin daha birçok örnekler bulunabilir.
Kimileri, saf halkımızın geleceğine ilişkin bilgiler verdiklerini ileri sürmektedir. Öyle ki televizyonlarda bu konuda program yapanlar da vardır. Kimi gazetelerde de okuyucularının günlerini aylarını belirleyen burç köşeleri çok okuyucu bulmaktadır…
Bunlar sözde bu burçlara bakarak insanların geleceğini belirlemekte ve böylece ceplerini doldurmaktadırlar. Bunlara astrolog denilmektedir. Sözde, yıldızlara bakarak, insanların geleceğine ilişkin bilgi vermektedirler. İnsanların karakterlerini bu burçlara göre belirlemektedirler. Burçların sayısı 12 olduğu için insan karakterlerini de 12 bölümde incelemektedirler. Ancak insanların karakterleri Burçların sayısınca değil; insanların sayısıncadır ve her insanın kendine göre ayrı bir karakteri vardır. Özetlersek: Bu uğraşılar bilimsel değildir ve tam bir hurafedir.
Kaldı ki bütün dinler; yıldızlara bakarak falcılık, büyü ve büyücülük yapmayı yasaklamışlar ve bunlara karşı ağır cezai yaptırım uygulamışlardır. Ne var ki büyük işkenceler, büyük ceza görmelerine, öyle ki diri diri ateşte yakılmalarına karşın yine de bu alışkanlıklarından vazgeçmemişlerdir.
Günümüzde bunlar kendilerine astrolog adı vererek saf insanları dolandırmaktadırlar. Suç bunlarda mı, bunlara giderek geleceklerine ilişkin bilgi edinenlerde mi? Yoksa bunlardan vergi alan Devlette mi?
Av. Eren Bilge, 22.1.2010
X82
ALLAH’IN EVİNDE ve HUZURUNDA BULUNMAK
“Yemek yerken ve insanlara bir konuda fikir beyan ederken, Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu asla unutmayın.” (Ali Ramiteni)
(Türkiye Takvimi. 25 Aralık 2010)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Allah’ın huzurunda bulunmak değişmeceli (mecazi) bir anlatımdır. Allah maddi bir varlık değil ki gidip huzurunda bulunasın. Bunun değişmeceli anlamını anlamalıyız ki deyimin bize yararı olsun.
Allah’ın huzurunda bulunmak demek; söylediğimiz her sözü ölçüp biçerek ve karşımızdakini incitmeyecek biçimde dile getirmek zorunda olduğumuzu hissetmektir.
Sanki karşımızda; söylediğimiz her söz için, yaptığımız her davranış için bizi yargılayacak, hesaba çekecek biri varmış gibi dikkatli olmalıyız. Bu duyguyu hissetmeye Allah’ın huzurunda olmak denir… Haddini bilmek, edepli ve erdemli olmak… Esas budur.
Gelelim Allah’ın evi deyimine. Bu da değişmeceli bir anlatımdır. Bunu gerçek anlamda alırsak işin içinden çıkamayız. Öyle ya bir fırtına kopuyor, saatte hızı yüzlerce kilometreyi geçen bir rüzgâr çıkıyor; ya da bir deprem oluyor, camiyi de, minaresini de yerle bir ediyor. İçeride ibadet edenlerin birkaçını öldürüyor.
Hiç Allah kendi evini yerle bir eder mi? İçerde kendisine tapınan insanların canına kıyar mı?
Nedir Allah’ın evi demek öyleyse?.. Allah’ın evi demek; buraya gidenlerin kötülüklerden arınmış ya da arınmaya niyetli kişilerin olduğunu kabul etmektir…
Buraya girip çıkanların doğru, dürüst, edepli, erdemli kötülüklerden arınmış kimseler olduğu var sayılır…
Diğer dinlerdeki ibadethaneleri de bu anlamda yorumlayabiliriz. Bu nedenle de bu mekânları kutsal sayarız…
Av. Eren Bilge, 1.2.2010
X83
MÜMİNİN AHLAKI
…
İsrailoğulları içinde bir abid vardı. Halkın büyük bir açlık ve kıtlık çektiği sırada, büyük bir kum tepesine rastladı ve kendi kendine şöyle dedi.
“Eğer şu kum yığını un olsaydı onunla insanların açlıklarını giderirdim.”
Bunun üzerine Cenab-ı Hak zamanın peygamberine şöyle vahyetti.
“Falan kişiye git ve de ki: Allah Teala senin niyetinin karşılığında ecrini verdi; o kum yığını un olsaydı da onu dağıtsaydın elde edeceğin sevap amel defterine yazılmıştır.
İşte bu sebepledir ki Resulullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır.” (Hadis-i Şerif)
(SEMERKAND TAKVİMİ 21 Kasım 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Abid, gerçeklere boyun eğen ve gereğini yerine getiren anlamındadır. Zaten İslam demek de gerçeğe teslim olmak demektir.
Gerçek, bizim çıkarımıza olmasa da, gereğini yerine getirdiğimiz takdirde huzura ereriz.
Takvim yaprağında adı geçen abid İsrail oğulları arasında dediğine göre demek ki İsrail oğulları içinde de gerçeğe teslim olanlar var demektir.
İkinci olarak “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır.” Hadisi dikkatimi çekti. Evet, niyet de önemlidir. Ancak niyet eyleme dönüşmediği takdirde amaç hasıl olmaz. İyi niyetli olmak başka, iyi niyetin gereği ameli yerine getirmek başka.
Aşağıdaki sunduğum fıkra okunduğu takdirde söylemek istediğim daha iyi anlaşılır.
Okuyalım:
Londra’daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu zaman aynı şoföre rastlıyormuş.
Bir gün, bilet alırken şoför yanlışlıkla 20 “kuruş” fazla vermiş. İmam yanlışlığı, parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine düşünmüş “20 kuruşu geri versem mi şoföre?”…
Ama içinden bir ses diyormuş ki “çok küçük bir para ve şoförün zaten umurunda da değil. Otobüs şirketine 20 kuruş ne fark eder?. Bu parayı Allahtan gelen bir hediye gibi… düşünebilirim”
İneceği durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 kuruşu geri vermiş ve demiş ki: “paranın üstünü fazla verdiniz.”
Şoför gülümsemiş ve demiş ki : “Siz camiinin yeni imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi ziyaret etmek istiyordum caminizde, İslam’ı öğrenmek için ve bilerek size fazla para verdim nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim.” İmam inerken nerdeyse bacaklarını hissetmiyormuş, yere yığılacakmışçasına bir direğe tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış, gözlerinden yaşlar dökülerek gökyüzüne bakmış ve demiş ki:
“Allah’ım az daha İslam’ı 20 kuruşa satıyordum!”
*
İçinden geçeni yerine getirmeseydi bu sonucu sağlayabilir mi idi?… Düşünmeye değer… Eylem, amel, niyeti tamamlamalıdır…
Av. Eren Bilge, 8.2.2010
X84
HER HALDE İYİLİĞİ EMREDİN
Enes b. Malik (r.a.) anlatır.
“Biz Resulullah’a (s.a.v.) dedik ki:
“Ey Allah’ın Resulü! Bütünüyle kendimiz yapmadıkça bir iyiliği emretmeyelim; yine bütünüyle kendimiz terk etmedikçe bir kötülüğe engel olmayalım mı?”
Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Hayır, öyle yapmayın! Kendiniz tamamını işlemeseniz bile iyiliği emredin; tamamından kaçınmasanız bile siz kötülüğe engel olmaya çalışın!” (Hadis-i Şerif)
(SEMERKAND TAKVİMİ 15 Kasım 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Dinin temeli iyilik kötülük üzerine kurulmuştur.
İnsan huzuru; iyiliği sahiplenip kötülükten kaçmakta bulmuştur…
İyi ve iyi olan kavramlar Rahman olarak anılır.
Kötü ve kötü olan kavramlar Şeytan kapsamına alınır.
İbadetler de insanı iyiliğe yöneltmek içindir.
Namazında niyazında olan bir kişinin kötüye meyli çirkindir.
İnsanın, aleyhine de olsa iyi olanı yapması; onu, Tanrı’ya kavuşturur.
Bir iyilik, binlerce kötülüğü savuşturur.
Önemli olan, doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı yapmaktır.
Tanrı’ya varmanın ilk basamağı; doğru, güzel, iyi olanı yapmanın tadına varmaktır.
Bu tadı tattın mı bir daha kopamazsın.
Yaptığın kötü olunca huzur ve güven bulamazsın.
Bunun sağlaması, testi, yapılabilir.
Kötü yolda olan nasıl huzur bulabilir?
Yaşamın amacı huzur ve güven içinde yaşamaktır.
Bunun da tek yolu iyi yolda, doğru yolda olmaktır.
Yol insanın önüne, iyilik ve kötülük, olarak konmuştur.
İyi ile kötü yola gitmek insanın seçimine kalmıştır…
Ancak şu unutulmamalıdır…
İnsanın iyi olabilmesi için koşulları da iyi olmalıdır.
Peygamberler, filozoflar koşullarını düzeltmeden
İnsana, “İyi ol!” demekle yanılmıştır.
Sütü kaynatmakla, “yoğurt ol!” demekle süt yoğurt olmaz…
İnsan; içinde bulunduğu ekonomik, sosyal koşullardan soyutlanamaz.
Din duygusunu basite indirgeyerek anlatıyorum.
Bilmem, iyi mi yapıyorum, kötü mü yapıyorum.
Av. Eren Bilge, 15.2.2010
+
Sayın Balta,
Elbette ki çok iyi yapıyorsunuz
İyilik dileklerimle
Selamlar
Nuran Turan, 14.2.2010
+
Sayın Nur Turan,
Hayri Balta anlayışınıza ve
Aydınlık görüşünüze hayran…
Şimdi kal sağlıcakla,
Hele bak şu yazıma,
Sevgiler sana.
Hayri Balta, 15.2.2010
+
Sayın Albayım,
İslamiyet bizim dinimiz değildir.
Bizim dinimiz laikliktir…
Yani akıl ve bilimdir.
Sağduyudur, vicdandır, edeptir, erdemdir.
Kafir Müslim ayrımı görmemektir.
Dinli dinsiz bütün insanları sevmektir.
Şimdi bak Atatürk İslamiyet için ne demiştir.
Atatürk İslamiyet için:
“Arab’ın dini, Muhammed’in dini” demiştir.
Okuyalım, bakalım:
“Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük millet idi.
Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi.
Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu.
Bu pek tabii idi.
Çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi,
Bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer idi…”
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 12.2.2010
X85
CENNET – CEHENNEM
“Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar.” (Ömer bin Abdülaziz. R.A.)
Türkiye Takvimi. 5 Şubat 2010
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Görüldüğü gibi takvim yaprağı; yaşayanlara sesleniyor; ölülere seslenmiyor.
Bu durumda şöyle düşünmemiz gerekiyor. Cennet ile Cehennem karşımızdaki dağın yamacında bulunan yan yana iki köy değil ki; Cehennem’i değil de Cennet’i tercih edesin…
Burada simgesel bir anlatım söz konusudur. Cennet de Cehennem de bu dünyadadır. Her zaman söylediğim gibi öldükten sonra gidilecek bir yer yoktur. Ne varsa hepsi bu dünyadadır ve yaşarken söz konusudur. Ölünce her şey biter…
Öyleyse ne demek istiyor Ömer bin Abdülaziz bize.
Demek istediği şu: Eğer kaygılı, huzursuz, rahatsız bir yaşam istemiyorsanız; vicdanen rahat huzur ve güven içinde olmak istiyorsanız; doğru dürüst hareket edin. Davranışlarınız doğa ve toplum yasalarına, ortak ve üstün değerleri, genel doğrulara ve yüce kavramlara uygun olsun. Böyle yaptığınız takdirde kimse sizi hesaba çekmez. Başınız dinç ve rahat içinde olur. Yastığa başınızı koyar koymaz uykuya dalarsınız ki; bu, Cennet ile ifade edilir… Doğa yasalarını zorlayan, doğru dürüst bir davranışta bulunmazsanız huzurunuz kaçar ki bu da Cehennem ile ifade edilir.
Takdir yaşayanlarındır. İster doğru dürüst olumlu davranışta bulunur huzur ve güven içinde yaşarlar; ister, doğru dürüst olmayan davranışlarda bulunurlar ve bu takdirde de huzursuz bir yaşam sürerler.
Av. Eren Bilge, 27.2.2010
X86
İLİM VE DİN
“Bir kimsenin bilgisi çoğaldıkça Allah korkusu da çoğalır.
Allah korkusu çoğaldıkça Hakk’a karşı itaat ve ibadeti de artar. (Seyyid Abdülkadir Geylani k.s.)
Semerkand Takvimi. 10 Kasım 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Allah’ı bilmeyenler, “Allah’ın varlığı kanıtlanamaz!” derler.
Allah’ı bilmediklerinden böyle derler.
Şimdi ben Allah’ın varlığını kanıtlarsam bana ne derler?
Allah: Madde olarak yoktur, mâna olarak vardır.
Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır.
Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır.
Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır. (Esmaül hüsna dedikleri…)”
Allah, simgesel, mecazi bir anlatımdır.
Bütün genel değerleri, ortak doğruları, olumlu kavramları, üstün değerleri,
Yüce duygu ve düşünceleri
Bütün insanî değerleri,
İnsanlıkça kabul edilmiş makbul değerleri,
Akla, sağduyuya, mantığa ve vicdana uyan işlemleri
Ahlak kurallarından oluşan etik ilkeleri kapsayan bir kavramdır.
Bütün bu saydıklarım dinde Hak kavramı ile ifade edilir.
Hak ise; İslamiyet’e göre Allah’ın ta kendisidir.
“Çünkü Allah, Hakkın ta kendisidir.” (K. 22/62)
Allah’ı duyu organlarımızca algılayamayız…
O’na elimizle dokunamayız…
Ancak doğru, dürüst yaşadığımız takdirde onun varlığını anlarız.
Yoksa onu gözümüzle göremez, kulağımızla duyamayız.
Allah çayın içindeki şekere benzer.
Çayın içindeki şekeri göremeyiz.
Ancak çayı içince,
İçinde şeker olduğunu hissederiz.
Şimdi biz; yaşamımızda Hak’ka uyarsak Allah’a yakınlaşmış oluruz.
Kendimizi Allah yolunda buluruz.
İşte Allah, yaşamın lezzetidir.
Bu lezzet kötü olanı değil;
İyi olanı yaptığımız takdirde kendini hissettirir.
Bunun doğrulanması, sağlaması, testi yapılabilir.
Doğru dürüst yaşadığımız takdirde, Allah varlığını gösterir…
Böylece Allah’ın varlığını kanıtlamış oluruz.
Allah yolunda olduğumuz sürece, yaşamda, huzur ve güveni buluruz…
Av. Eren Bilge, 5.3.2010
X87
DÜRÜST OLMAK
Bedevi biri bir topluluğu şu sözlerle metheder:
“Emanete riayet hususunda aşırı de¬recede titizler,
Sorumluluklarını bilirler,
Aldıkla¬rı hiçbir emanete hıyanet etmezler.
Hiç¬bir Müslüman’ın hakkını çiğnemezler,
Onların üzerinde kimsenin hakkı kal¬maz.
Onlar insanların en hayırlısıdır.
Onlardan kimse şikayetçi olmaz…”
İmam Gazali bu olay üzerine şunları söyler:
“Şu bedevinin övgüyle bahsettiği o kişiler
Şimdi neredeler?
Bizim zamanımız¬da şimdi,
Mevcut sadece insan kılığına girmiş böcekler.”
(SEMERKAND TAKVİMİ 8 Kasım 2009)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Merak bu ya
Günümüzde yaşasaydı
Ne derdi bilemiyorum İmam Gazali
Tanık olduğumuz şu hırsızlıklara
Örnekleri sıralamaya gerek yok
Deniz Feneri olayı yeter
İçinde bulunduğumuz durumu anlatmaya…
Almanya’da kesinleşmiş mahkeme kararı
Ülkemizde ise aranan Dernek binaları
Kısa zamanda zengin olmuş iktidar yaranları
Nasıl anlatırdı İmam Gazeli hazretleri bu olanları….
İktidar, muhalefet yarış içindeler,
Yarış içindedir beldeler, belediyeler…
Rüşvet, komisyon, ihaleye fesat karıştırma
Birbirleriyle yarış halindeler…
60 yıldır izlerim gelip giden iktidarları,
Hiçbir devirde olmamıştı bu kadar yolsuzluk furyası,
Her birinin gerekçesi ayrı ayrı
Umudum kalmadı bunlardan gayrı…
Av. Eren Bilge, 14.3.2010
X88
YALNIZ KUR’AN DEMEK
(-Allah ile İnsan Özdeşliği-)
SUAL: “Kur’ân’dan başka kaynak tanımam, benim için sadece Kur’ân delildir. Meal okuyup onunla amel ederim.” diyenler haklı değil midir?
CEVAP: Bunu söyleyen kimsede, zerre kadar samimi¬yet yoktur. Böyle söyleyenler Kur’ân-ı kerîme kesinlikle inanmıyorlar: Kur’ân-ı kerîme inansalar, onun bildirdiklerine de inanırlar.
Şu âyet-i kerîmeleri, kim in¬kâr edebilir ki:
“Size kitabı, hikmeti geti¬ren ve bilmediklerinizi öğre¬ten bir Resul gönderdik.” (K. 2/151)
“Resulüm de ki: “Bana uyun ki, Allah da sizi sev¬sin!” (K. 3/31)
“Allaha ve Resulüne itaat edin!” (K. 8/20)
“Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.” (K. 33/71)
“Allaha ve Resulüne inan¬mayan kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.” (K. 48/3)
“Resulüme uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (K. 7/158. 24/54)
“Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.” (K. 4/80)
“Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.” (K. 4/15,14)
“Biz her Peygamberi, ken¬disine itaat edilsin diye gön¬derdik.” (K.4/64]
“Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak iste¬yen kâfirdir.” (K. 4/150,151]
“Allaha ve Resulüne inan¬mayan kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.” (K. 48/13)
Bu konudaki hadîs-i şerîflerin bazıları da şöyledir:
“Cebrail, Kur’ânla bera¬ber, onun açıklaması olan sünneti de getirdi.” (Darimi)
“Yalnız Kur’ân’daki helal ve haramı kabul edin diyenler çı¬kar. İyi bilin, Peygamberin ha¬ram kılması, Allanın haram kılması gibidir.” (Darimi)
“Bana uyan, Allah’a uymuş, bana asi olan da, Allaha asi olmuş olur.” (Buhari)
“Bazı kibirli kişiler çıkacak, (Allah, Kur’ân’da bildirilenden başka bir şeyi haram kılma¬dı.) diyecek. Yemin ederim ki, benim de emrettiğim, yasak¬ladığım, koyduğum hükümler vardır. Bunların sayısı Kur’ân’¬daki hükümlerden daha çok-tur.” (Ebu Davud)
M. A. Demirbaş, Türkiye Takvimi. 26.3.2010
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Yukarıdaki ayetlerde ve Hadislerde; Allah ile Peygamber arasında bir özdeşlik olduğunu görüyoruz. Örneğin şu ayette açıkça “Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.” (K. 4/80) deniyor.
Bu ayetlerden 4/150-151’oe: “Allah ile Peygamberlerini birbirinden ayırmamak…” gerektiği vurgulanıyor.
Ne var ki ayetler açıkça Allah ile Peygamber özdeşliğini vurguladığı halde allamelerimiz bunu bir türlü kabul etmeye yanaşmıyorlar. Allah’ı ayrı, Peygamberi ayrı görme alışkanlığından bir türlü kurtulamıyorlar… Allah yücelerde bir yerde göndereceklerini Cebrail ile gönderiyor. Peygamber de aldıklarını halka iletiyor. Oysa gerçek tam tersine. Ne getiren var, ne götüren… Hepsi simgesel anlatımdan geçmez öte…
Şu ayetleri düşünerek okuduğumuz takdirde daha açık görürüz ki; değil Peygamber, Allah ile insan arasında da bir özdeşlik olduğunu görürüz.
Konumuza açıklık getirmek amacı ile bu ayetlerden birkaçını aşağıya alıyorum:
“K. 2/186 Ve kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım; bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
“K. 8/24 Ey inananlar! Size hayat verecek şeye çağırdığında, Allah ve Elçi’ye uyun ve bilin ki, evet Allah, kişi ile kalbi arasına girer.
“K. 17/60 Hani sana, ‘Muhakkak Rabbin çepeçevre bütün insanları kuşatmıştır!’ demiştik.”
“K. 20/46 “Allah şöyle dedi: ‘Korkmayın, çünkü ben sizinle birlikteyim; işitir ve görürüm…”
“K. 50/16) Biz, ona şah damarından yakınız!”
“K. 56/85 Biz ise ona, sizden daha yakınız; fakat siz göremezsiniz.”
Bu tür ayetler Kuran’da daha çoktur. Ancak bu konuda bir de Hadis göstermekle yarar var:
“Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.” (Hadis)
Mümin kulunun kalbine sığınan bir Allah; Peygamberinin çepeçevre kuşatamaz mı? Öyle ise “Allah ile peygamberini birbirinden ayırmak” bilgisizlik değil mi?
Görüşümü desteklemek üzeri İncil’deki şu ayetlere de dikkatinizi çekmek isterim:
İncil’de İsa şöyle der:
“Beni görmüş olan Babayı görmüştür.” (İncil. Yuhanna. 14/9)
Bir tane daha:
“Ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” (İncil. Yuhanna. 14/11)
Bu tür ayetler İncil’de çoktur…
Artık konuyu bağlayabiliriz. Demek ki Allah ile Peygamberleri arasında bir özdeşlik olduğu gibi; Allah ile insanlar arasında da bir özdeşlik vardır. Ve de insanın dışında maddi bir varlık olarak Allah diye bir varlık yoktur.
Kutsal kitaplardaki bütün sözler; Peygamberlerin ve yetişmiş din adamlarının sözleridir. Ne var ki bunların söylediklerine Tanrı kelamı denir. Şeyh Bedrettin’inin Varidat’ta belirttiği gibi “Kutsal kitaplara Tanrı kelamı demeyenler kâfir olur…”
Av. Eren Bilge, 28.9.2010
X89
PEYGAMBERLER ve ÂLİMLER
Dinde reform yapmak iste¬yenler ve mezhepsizler çok ile¬ri giderek, “Kur’ân varken sünnete ihtiyaç yok!” diyor¬lar. Böylece hadîs-i şerifleri in¬kâra kalkışıyorlar. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîmin birçok yerin¬de, “Allaha ve Resulüne tâbi olun! İtaat edin!” buyruluyor.
Bununla ilgili 3 âyet-i kerîme meali şöyledir:
“Allaha ve O’nun ümmî nebî olan Resulüne iman edin! Ona tâbi olun ki, doğru yolu bulaşınız.” (K. 7/158)
‘De ki: Allaha ve Resulüne itaat edin! (İtaat etmeyip) yüz çevirenler (kâfir olanlar), bil¬sinler ki, Allah, kâfirleri sev¬mez.” (K. 3/32)
“Allah ve Resulüne itaat edin.” (K. 8/1)
Niçin, “Yalnız Allaha itaat edin” denmiyor da, “Allaha ve Resulüne itaat edin!” buyruluyor? Resûlullahın bildir¬diklerine uymak, haram ettik¬lerinden kaçmak, emrettikleri¬ne tâbi olmak için böyle buyruluyor.
Bir hadîs-i şerifte de buyruluyor ki:
“Peygamberin haram kıl¬ması, Allanın haram kılması gibidir.” (Tîrmizi)
Yalnız Allahü teâlâya değil, Resulüne de itaat edilmesi emrediliyor:
“Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.” (K. 4/80)
Demek ki, Resûlullahın ha¬dîs-i şeriflerine uymak, Allaha uymaktan başka değildir. Resûlulahtan sonra, âlimlere de uymak lâzımdır.
“Ulema, enbiyanın vârisi¬dir.” (Tirmizi)
Âlimlerin sözleri dinde senet ki, Kur’ân-ı kerîmde onlar övülüyor:
“Verdiğimiz bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.” (K. 29/43)
“Bilmiyorsanız âlimlere sorun.” (K. 16/43)
“Allahtan en çok korkan âlimlerdir.” (K. 35/28)
Peygamberlerin vârislerine dil uzatmak da, vârisin sahibi olan Peygambere dil uzatmak olur.
Türkiye Takvimi. 27.3.2010
X
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim yaprağında yazılanlara göre Peygamberine itaat etmek Allah’a itaat etmek gibidir.
Ne var ki Peygamberler ölmüş gitmiştir. Ortada itaat edilecek bir peygamber kalmamıştır.
Onların bıraktığı kitaplara ve hadisler var denirse; buna da verilecek yanıtımız şöyle olacaktır. En son Peygamber’den sonra aradan 1400 yıl geçmiştir. Aradan geçen bu süre içinde birçok kurum ve kuruluş olmuştur. Örnek vermek gerekirse; Sendikalar, Kooperatifler, Dernekler, Partiler, Trafik, Spor oyunları gibi…
Bunların hiçbiri hakkında Peygamberler tarafından konulmuş kurallar olmadığı gibi ayetler de yoktur.
Yaratan, hiçbir zaman toplumları âlimsiz, arifsiz, öndersiz ve velisiz koymamıştır. Yukarıdaki ayet ve hadislerde de görüleceği gibi âlimler, arifler, veliler, önderler Peygamberlerin mirasçıları olup toplumun huzur ve rahatı için görev almışlardır.
Bunun içindir ki Kuran’da: “Âdeme (Olgunlaşmış bilge insanlar… HB) secde edin!” denmiştir. Melekler (iyi insanlar… HB) Âdeme saygı göstermiş ne var ki İblis (Kötü insanlar… HB) secde etmemiştir. (K. 2/34)
Âlimlerin, ariflerin, velilerin, önderlerin; insanlık yararına sözlerine uymak, onların gösterdiği yoldan gitmek ve onlara saygı göstermek inananlar için birincil görevdir. Çünkü onların Peygamberlerin varisi ve Allah’ın (sağduyunun, doğrunun, iyinin…) temsilcileridir. Böyle değilse bile böyle olmaları gerektir…
Av. Eren Bilge, 21.4.2010
X90
KİBİR HOŞ DEĞİL
Dil bilgininin biri, yola çıkmış gemiyle,
Gemiciye seslenmiş, içinde kibir ile!..
“Hiç nahiv okudun mu?” kaptan şaşkın “hayır” der,
“Hayatının yarısı boşa gitti ne haber!…”
Kaptan üzüldü sustu, içten “ya sabır” dedi,
Gönül koydu bu söze, amma cevap vermedi…
Sert bir rüzgâr çıkınca, denizde dalga coştu,
Gemi beşik gibiydi, kaptan dilciye koştu.
“Yüzme biliyor musun, o ilim sende var mı?”
“O ilim yok ey evlât, gramer işe yarar mı?”
“İşte simdi ömrünün, tamam: gitti baba,
Biraz sonra gemimiz, gömülecek girdaba…
Mahvolmayı bilmeli, nahvi sen koy bir yana,
Yok olmayı bilirsen, sudan korku yok sana…
Deniz suyu ölüyü, bas üstünde taşıyor,
Dirilerin deryadan, kurtulması daha zor.
Nefsini öldürdünse, dünya arzularından,
Taşır seni sırtında, deryanın sırrı ayan…
Bos gurura kapılıp, ey halka eşek diyen
Şimdi buz üstündeki, eşek gibi oldun sen.
En büyük bilgesi ol, istersen günümüzün,
Dünyanın ve zamanın, yokluğunu gör her gün.”
Nahivcinin öyküsü, ders olsun anlayana,
Yok olmanın nahvini, anlatmış oldum sana
Mevlana, Mesnevi ‘den…
Türkiye Takvimi, 22.4.2010
X
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İşte bir şiir sana,
Ne demek ister Mevlana…
Simgesel bir antlımdır bu olay
Anlamını çözmek değildir kolay…
Denizden maksat toplumun hayı huyudur.
Toplumun hayına huyuna kendini kaptıran,
Huzurlu bir yaşamı unutur…
İnsan dediğin günlük gereksinimlerini gidermeli.
Günlük gereksinimlerini gideren insan;
Yiyip içip haline şükretmeli.
İnsanın gözünü hırs bürürse,
Bir arabam olsun,
Bir deniz motorum
Bir de villam olsun derse
Boğulup gider hay huy denizinde…
Mâna âlemi bir denizdir anlayana,
Amacın mâna âleminde yol almaksa,
Sırtın pek, karnın toksa gerisine aldırma…
Mal mülk, şan şeref, mevki san peşinde koşma,
Toplumun hayı huyu içinde sarhoş olup çoşma…
Yüzün ak, alnın pak olsun,
Seninle dost olanlar huzur bulsun.
Daha ne istersin yaşamdan…
Amaç mutlu olmaktır.
Bu dünyaya gelmiş olmaktan…
Ye, iç, keyfine bak…
Çalışıp, çabalarsan,
İsteğin olacak!…
Av. Eren Bilge, 24.4.2010
X91
SUN’Î MUTASAVVIFLAR
Allah-u Teâiâ Âyet-i kerimelerinde buyurur ki:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan ta¬raftarı olanlardır.” (K. Mücâdele. 58/18-19}
Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde ko¬şacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda ola¬cak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil!
Bunlar ancak sun’î mutasavvıflardır. Ger¬çekten, hakikatten mahrumdurlar. Bütün işleri zandan ibarettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor: “Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacak¬sın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (K. Furkan. 25/43)
Bunlar, yol kesici mukallit mürşitlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik mas¬kesi altında yaparlar.
Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o mürşit mukallittir, sahtedir.
Mukallit kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına bo¬yanmıştır. Birisi Hakk’ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk ile¬dir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleri¬dirler. Zira onlar sahtedirler.
Hakikat Takvimi, 28 Mart 2010
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bütün dinlerin özü alçak gönüllü ve kanaatkâr olmaktır. Şana üne, mala mülke düşkün olmamaktır. İhtiyacın kadarını kazanmakla yetinmektir. Hele din adamları için bu bir zorunluluktur.
Din adamları bu zorunluluğa uyuyor mu, hele bir bakalım.
Örneğin gözümün önündeki Cüppeli Ahmet’e bakalım. Malı mülkü hakkında bir bilgim yok ama lüks bir yaşam sürdürdüğünü gazetelerde okuyor, televizyonlarda görüyorum. Villa gibi evlerde yaşıyor, en lüks arabalarla geziyor, jet skilere biniyor, milyarlarca lira karşılığında televizyonlara çıkıyor.
Yaşar Nuri Hocamıza baktığımızda boşanma davasında eşine 4 milyara yakın tedbir nafakası veriyor. Bir eli yağda, bir eli balda… Parti kuruyor, başkanlığını yapıyor, milyarlarca lira harcıyor. Hiç de mütevazı bir yaşam sürmüyor.
Zekeriya Beyaz dersen o da üç aşağı beş yukarı milyarlarla oynuyor; beyazlamış saçlarını karaya boyayarak televizyonlara çıkıyor. Her televizyon konuşmasında iki milyara yakın para alıyor.
Fettullah Gülen dersen Amerika’da büyük bir çiftlikte oturuyor. Amerika’daki villasında krallar gibi hizmetçileri, uşakları, yardımcıları el pençe divan duruyor… Gazetelerinin, televizyonlarının, okullarının sayısı bilinmiyor.
Diğerlerinin de bunlardan kalır yeri yok.
Bütün bunlar bizim bildiğimiz Müslümanlığa uymuyor.
Hani atalarımızın bir sözü vardır.. Çok söylenir: “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz!” denir.
Oysa dindar olmaktan amaç alçakgönüllü olmak, malı, mülkü ve serveti, şanı şöhreti dışlamaktır. Mütevazi bir yaşamı sergilemektir ve böylece diğer Müslümanlara örnek olmaktır…
Ne demişti Yunus Emre:
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Ayetler ne de güzel tasvir etmiş bunları:
Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan ta¬raftarı olanlardır.” (K. Mücâdele. 58/18-19}
+
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacak¬sın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (K. Furkan. 25/43)
Av. Eren Bilge, 4.5.2010
X92
ALLAH’TAN UTANMAK
Hayâ utanmak demektir.
Hayâ, birincisi mahlûkata karşı, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a karşı olmak üzere iki türlüdür.
Hadis-i şerifte:
“İnsanlardan haya etmeyen, Allah’tan da haya etmez.” buyruluyor. (Câimu’s-ağir)
Allah’tan, meleklerden ve insanlardan hayâ etmek, İslâm ahlâkının özüdür. Hayâ insanın fıtratında var olan bir haslettir.
Gerek fıtrî ve ruhî bir hâlin eseri olarak insanlardan utanmak, gerekse ima¬nın bir tezahürü olarak Allah’tan utanmak insana hayır ve saadet getirir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sohbetleri esnasında:
“Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz.” buyurdu.
Orada bulunanlar:
“Biz Allah’tan utanıyoruz, O’na hamdolsun.” dediler.
Hakikat Takvimi, 25 Mart 2010
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Amacımız dinsel söylemleri yanlış anlayıştan kurtarmak; insana yararlı olacak biçimde akılcı ve mantıksal bir anlayışa ulaştırmaktır.
Burada Allah’tan Utanmaktan söz ediliyor. Allah’tan utanma ne demektir? Nasıl olur da Allah’tan utanırız?..
Takvimde, önce halktan utanmaktan söz ediliyor; sonra da Allah’tan utanmaktan…
İnsanlar, bazen, insanların görmeyeceği bir ortamda da kötü işlerde de bulunur. Örneğin cinayet, hırsızlık, tecavüz insanların göremeyeceği bir ortamda yapılan kötü davranışlardır.
Bir kere Şeytan (Hırs, nefis, öç alma duygusu ve şehvet duygusu…) insanı etkisi altına alınca Allah korkusu da, Allah’tan utanma duygusu da ortadan kalkar.
Kaldı ki bu tür suçları işleyen yakalanınca: “Nefsime uydum, şeytana uydum biri kere!” diyerek kendilerini mazur göstermeye çalışırlar.
Bir örnek vermek gerekirse “Cinsel tacizden” hüküm giyen Hüseyin Üzmez: “Benim en büyük düşmanım, nefsim, şeytanım!” demekten kendini alamamıştır.
Hüseyin Üzmez ki İslam ahlakını savunanlardan biri idi. Bir keresinde tecavüzden yakalanan, şu İtalyan Barış Gelinini öldüren kişi için, “Yakalandığı yerde hemen asmalı bu edepsizi!” demişti…
Şimdi asıl konumuza giriyoruz. Allah denince hayal ürünü olan bir Allah’ın varlığı bizi suç işlemekten alıkoyamaz. Suç işlemekten bizi alıkoyacak olan kendimize olan sorumluluğumuzdur…
Kişiliğimiz geliştikçe bu sorumluluğumuz artar. Benliğimizin gelişmesi bizi kötü davranışlardan alıkoyar.
Allah, yani kutsal değerler, kutsalımız kendi benliğimiz olur. Biliriz ki kimse görmese de yaptığımız kötü davranış hafızamıza kazınır. Yaptığımız bu kötü davranışı zaman zaman hatırlarız. O anı hatırladıkça kendimizden utanırız. Bir daha bu utancı işlememek için kendimizi frenlemeye başlarız.
İşte asıl korkulması gereken kendi gelişmiş benliğimizdir. Önemli olan özeleştiri duygumuzun gelişmiş olmasıdır. Asıl buna Allah’tan utanmak denir. Çünkü hayalimizde yarattığımız Allah’ın bizi bağışlayacağı duygusu kötü işi yaptıktan sonra bizi teselli eder. Ama kendimize olan sorumluluğumuz da ise kötü davranışımızla baş başa kalırız ve bizi bağışlayacak kimse de olamaz…
Av. Eren Bilge, 13.5.2010
+
Günaydın Baba,
Bu yazını yeni okudum.
İş yerinde kafam almamıştı giriş bölümünü. Dikkatimi veremeyip okuyamamıştım. Ama bu takvim alıntısının altında çok güzel, anlaşılır (anlayana) satırlar var.
Bugün seninle kendim hakkında yaşadığım iki küçük tartışmamı anlatmıştım ya, tam bu konuya örnekmiş.
Çok haklısın! Kişilik ve benlik duygusu geliştikçe yanlışını fark edip yapmamaya başlıyor insan.
Benim canım babam, teşekkür ederim yazın, yazıların için…
Yener Balta, 15.5.201
X93
MELEK ve ŞEYTAN
Melek, Allahu Teâlâ’nın öyle bir yara¬tığıdır ki, onun sânı hayrı bereketlendirmek, ilmi ifâde etmek, hakkı keş¬fetmek, hayrı vâdetmek, iyiliği emret-mektir. Allahu Teâlâ onu bunun için yarattı ve insanlara bağlı kıldı.
Şeytan da Allahu Teâlâ’nın yarattığı öyle bir yaratıktır ki, onun şanı tamamen me¬leğin şanının zıddıdır. Yani şerri, kötülü¬ğü vâdeder, çirkin şeyleri emreder. Hayır ve hasenat yapacağı zaman yoksulluk ile korkutur.
Vesvese ilhamın, şeytan meleğin (uygulamak) tevfîk de huzlânın (iyisini al kötüyü bırak)’m karşılığıdır.
İşte buna işaret olarak Alla¬hu Teâlâ: “Her şeyden çift yarattık.” (Zâriyât: 49) buyurdu. Bütün varlıklar, karşılıklı ve çifttirler. Karşılığı bulunma¬yıp tek olan yalnız Allah’tır. O, çiftleri yaratan bir tek’tir. Şerik ve nazîri, eşi ve dengi yoktur.
Kalb, şeytân ile melek arasında devreder durur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir mübarek sö¬zünde:
“Kalbe iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan, bil¬sin ki bu, Allahu Teâlâ’dandır ve Alla¬hu Teâlâ’ya hamdetsin.
Diğeri vesve¬se de şeytandan gelir ve şerri teşvik eder, hakkı tekzib eder ve hayırdan men’eder.
Kalbinde bunu bulan, şey¬tânın şerrinden Allah’a sığınsın.” bu¬yurdu ve sonra; “Şeytan fakirlik ile korkutur ve fuhşiyat ile emreder.” mealindeki âyet-i celile’yı okumuştur, (ihya 3.C. s. 60)
HİCRET TAKVİMİ, 4 Ekim 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bundan daha açık anlatılamaz. Melek de Şeytan da insanın ruhsal dünyasındadır. Kısaca ve özetle anlatırsak:
Melek; insanı iyiye yönelten duygu ve düşünceler;
Şeytan ise; insanın kötüye yönelten duygu ve düşüncelerdir.
Melek, insanı hayra yönlendirir. Cehaletinden haber vererek bilgilenmesini önerir. Tanrı ve din bilgisinin önemini belirtir. İnsana kendini bilmesini öğütleyerek eksiklerini gidermesini ister. Böylece insan gerçeği bilir ve adımlarını aklın, ahlakın, bilimin, mantığın, sağduyunun, vicdanın verilerine göre atar.
Günlük kazancını elde etmekle huzura erer.
Günlük gereksinimleri yerine getirmekle meşgul olur. Haddini ve kendini bilerek bir kenara çekilir… Yurttaşlık görevini yerine getirmekle görevini yaptığına inanır… Doğa ve toplum yasalarına uygun bir yaşam sürdürmeye özen gösterir. Dünyanın malını mülkünü kazanmak gibi bir hırsa kapılmaz…
Şeytan da takvim yaprağında da belirtiliği gibi insanı kötülüğe yönlendirir. İnsanı kısa anlık ve geçici zevklerin peşine takar. Sen gününü gün et, helal haram deme, köşeyi dön gerisini düşünme der.
Kendi çıkarı söz konusu olduğunda helali haramı düşünmez. Doğa ve toplum yasalarına uygunluğa önem vermez. Anlık zevki ve çıkarı için doğa ve toplum yasalarını zorlar. Her zaman, başkalarının zararına cebini doldurmaya çalışır. Çıkarı söz konusu olduğunda ahlak ve namus değer ölçüleri zayıflar… Hele şehvet şaha kalkınca akıl toz olur…
İnsan mutlu ve huzurlu olmak istiyorsa daima doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, ahlaka ve erdeme yönelmelidir. Bunun için de akla, sağduyuya, mantığa, gerçeğe uyan davranışlarda bulunmalı ve iradesini olumlu yönde zorlamalıdır.
Şeytanın öncelikle alt edeceği duygu iradedir. İrade gücünü yitirmesi ise aklın, sağduyunun, mantığın, vicdanın etkisini yitirmesi ile olur.
İradesi gülcü insan kötü iş yapacak olsa ahreti (yani yarını) düşünür ve “Yaptığım bu kötü işi duyan eş dost bana ne der düşüncesi ile iradesine yer verir…
Melek de Şeytan de insanın ruhsal dünyasındadır. Ne var ki Meleğin de Şeytanın da insanın dışında olduğunu söyleyen allamelerimiz vardır ve bunlar halkımızı aldatmaktadır.
Av. Eren Bilge, 21.5.2010
X94
TANRI LEZZETİ
İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmet Hân, ho¬cası Akşemseddîn hazretlerini ziyarete gitmişti. Sohbet esna¬sında şöyle bir istekte bulundu:
– Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İs¬tanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabul buyur¬manızı istirham ediyorum.
Akşemseddîn hazretleri buyurdu ki:
– Sultanım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, sal¬tanatı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Din-i İslâm’ı yayma işi yarım kalır. Müslü¬manların rahat ye huzur içinde yaşayabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır.
Talebe¬likle padişahlığın bir arada yü¬rütülmesi çok güçtür. Seni ta¬lebeliğe kabul edersem, dü¬zen bozulabilir, halkımız peri¬şan olabilir. Bunun vebali bü-yüktür. Allahü teâlânın gazabı¬na maruz kalabiliriz.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocasına iki bin altın hediye etmek istemiş ise de, bunu da kabul etmedi.
TÜRKİYE Takvimi, 22 Mayıs 2010
X
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Ne güzel anlatmış Madde ile Mana âlemini…
Mana âleminin lezzetini tadan,
Bir daha vazgeçer mi?
İki cihan vardır bu dünyada,
Dünyaya gelmekten amaç
Bu iki dünyayı anlamada…
Kısaca anlatmaya çalışayım,
Anlatabilir miyim bakayım…
Halkımıza göre iki dünya vardır.
Biri bu yaşadığımız dünyadır…
Biri de öldükten sonra yaşayacağımız yaşamıdır.
Bu iki kavram halka yanlış anlatılmıştır.
Halk, öldükten sonra hesap vereceği bir dünya var sanmıştır…
Oysa ahretten maksat yarın ki dünyadır.
Bu günün bir de yarını vardır.
Bu gün yaptığımız işlerin hesabı,
Yarın değilse birkaç gün sonra sorulur…
Hiç kimse sormasa bile
Yaptığımız olumsuz davranış
Vicdanımızda bizi bulur…
Fatihin Hocası bu lezzeti tatmıştır.
Ancak öğrencisini,
Bu lezzeti tatmaktan uzak tutmuştur.
Mana âleminin tadını tadanlar
Dünyanın hayına huyuna dalmazlar.
Dünyayı kendilerine armağan etseniz
Dönüp bakmazlar…
Av. Eren Bilge, 23.5.2010
X95
FERAHI TERKETMEK
Allah-u Teâlâ Kuran-ı kerim’inde dünya ha¬yatının gelip-geçici olduğunu, ahret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.” (Fâtır: 5)
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (En-fâl: 67)
Dünya, ahreti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzellikleri gelip geçici tat ve lezzetleri insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahreti unutturmaması gere¬kir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:
“Nimet peşine düşmekten hazer ve ictinâb et! Zîrâ Cenâb-ı Allah’a kul olanlar, dâ¬ima nimete dalmak fikrinde bulunmazlar.”
(Ahmed bin Hanbel)
“Çok gülmek kalbi öldürür, yâni zikirden gafil eder, fakirliğe düşürür.” (firmizî)
Muaz Ibn-i Cebel -radiyallahu anh-i Yemen’e gönderirken ona şöyle buyurdu:
“Lüksten refahtan sakın! Çünkü Allah’ın kullan nimetler içerisinde yüzmezler.” (Ah¬med bin Hanbel)
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile, sonsuzluğu tasavvur olunma¬yan âhiret hayatı karşılaştırılırca, önem dere¬celeri kendiliğinden ortaya çıkar.
Âyet-i kerime’de: “Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kadar kalmış gibi olurlar.” buyruluyor. (K. Yunus: 45)
Hakikat takvimi. 17 Nisan 2010
X
Av. Eren Bilge Açıklaması:
İsterseniz gelin Ferah sözcüğü için sözlüğe bakalım.
Ferah: Huzur içinde, sevinçli, sıkıntısız, tasasız bir gönül…
Huzur içinde, sevinçli, sıkıntısız, tasasız bir yaşamı kim istemez. Gerçek dinin amacı da bu değil mi? Böyle bir yaşam Cennet yaşamı olarak betimlenmez mi?..
Niçin İslamiyet = mahrumiyet olsun…
Mahrumiyet içinde yaşayan bir insan sağlıklı düşünebilir mi? Böyle bir insanın dilinden, elinden emin olabilir misiniz?
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.” (Fâtır: 5) dan amaç: Dünyayı kazanmak için kendinizi yitirmeyiniz demektir.
İnsanın kendini yitirmesi demek: Gerçeği tepelemesi, hakka saygısızlık etmesi, erdemsiz bir yaşamı yeğlemesi, haram helal demeden ceplemesi, hatır gönül tanımaması demektir. Böyle bir insan toplumu nefretini kazanmaktan başka bir kazancı olamaz…
İsa insanın kendini yitirmesi konusunda şöyle demiştir:
“Çünkü bir adam bütün dünyayı kazanıp da canını yitirirse ne kâr eder?” (İncil Matta. 16/26)
Dünyaya gelmekten amaç insanın huzur, güven ve mutluluk içinde yaşamasıdır. Huzur, güven ve mutluluk içinde yaşamayan insanın yaşamı din ilminde Cehennem olarak tasvir edilir. Kim Cehennem’de (huzursuzluk) içinde yaşamayı ister.
Amaç insanın ailesi ile çocukları ile akrabaları ile ve öyle ki toplum halinde ferah içinde yaşamasıdır. Hani derler “Komşusu aç yatarken tok yatanlar bizden değildir…”
İnsan; gerçeği tepelemeden, hakka saygısızlık etmeden, erdemsiz bir yaşamı yeğleyerek, haramı helâlı gözeterek, hatır gönül tanıyarak kimseyi incitmeden, toplumu nefretini kazanmadan yaşamak istiyorsa huzur, güven, mutluluk içinde yaşamaya çabalamalıdır.
Çünkü insan her şeyin en iyisine layıktır. Yoksulluk ve yoksunluk insana yakışmaz; bu bir Cehennem yaşamıdır…
Av. Eren Bilge, 29.5.2010
X96
PEYGAMBERİMİZE (S.A.V.) SALAVAT GETİRMEK
Rabbimiz “Allah ve melekleri pey¬gambere salâvat okurlar. Ey İman eden¬ler! Sizde ona salâvat getiriniz ve tam bir teslimiyetle selam veriniz (Ahzab 56) bu-yurmaktadır.
Peygamberimiz buyuruyor: “Kimin ya¬nında ismim anılır da şaşırıp bana salavatı şerife getirmezse cennetin yolunu şaşırmış olur.” (M. Zevaid)
“Gerçek cimri, yanında ismim anıldığı halde bana salavatı şerife getirmeyen¬dir.” (Tirmizi)
Peygamberimiz bir başka hadisinde ise şöyle buyurmaktadır:
“İnanmamak ahirete gitmeye mani değildir, Cennet’e girmeye manidir.”
“Vefatımdan sonra sizden kim bana selam gönderirse Cebrail bana gelir ve şöyle der: Ya Muhammedi Ümmetinden falan kimsenin sana selamı var. Buna karşılık ben şöyle selam alırım: Benden ¬de ona selam olsun, ayrıca onun için Al-lah’tan rahmet ve bereket dilerim.”
Bir başka hadiste ise efendimiz şöyle buyurur: “Bir kimse bana salâvat okursa Allah ona salâvat okur. On hatasını da si¬ler. ”
Her Müslüman üzerine peygamberi¬mize salâvat getirmek bir görevdir, bu peygamberimizin biz ümmeti üzerindeki hakkıdır ve Allah’ın emridir.
Ayet
“Yolun doğrusu Allah’ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (K. Nahl. 16/9)
Hicret Takvimi, 30 mart 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Gelin önce şu K. 16/9. ayet üzerinde duralım.
” Yolun; doğrusu da, eğrisi de vardır; ancak yolun doğrusu Allah’ındır.” (K. 16/9)
İnsan, yaşamı boyunca daima doğru ile eğri arasında bocalar durur. Doğru olanı yapmakta anlık çıkarı olmayabilir. Anlık çıkarını, eğri olanı yapmakta bulabilir. “Bu benim çıkarımdır, bu yolda benim çıkarım söz konusudur…” diyerek toplumun onaylamadığı davranışı yeğlerse; bu yapılması doğru olmayan bir davranışa yönelmek olur. Oysa yapılması gereken olumlu davranıştır; kendi aleyhimize de olsa… Çünkü yolun doğrusu Allah’ındır deniyor. Bu demektir ki ancak Allah yolunda gidenler doğru olanı yaparlar.
Burada önemli olan ayetin şu bölümüdür: “Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.”
Buradan anlamamız gereken de şudur ki yanlış yapanı kınamak bizim Hakk’a saygı göstermediğimizi gösterir. Şöyle bir örnek verelim. Mutfakta açıkta duran et parçasını kapıp kaçtı diye bir kediyi suçlayabilir miyiz? Çünkü kedinin öyle davranışı yaratılışı (taayyünü) gereğidir.
Yanlış yapanın bu davranışında atalarından kendisine intikal eden hangi mirasın rolü vardır; bunu, kim bilebilir… Kendisini yanlışa iten genlerindeki hangi oluşumdur, bunu bilebilir miyiz?
Şimdi gelelim şu ayete. Burada İslam Peygamberi kendi özeleştirisini yaparak davranışlarını değerlendiriyor…:
“Allah ve melekleri pey¬gambere salâvat okurlar. Ey İman edenler! Siz de ona salâvat getiriniz ve tam bir teslimiyetle selam veriniz (K. Ahzab. 33/56)
Yaşamını kendi değerlendirmesine göre güzel buluyor; eleştirilecek bir yanını göremiyor. Bunu da çevresindeki bütün insanların kendisine saygı, sevgi göstermesinden çıkarıyor ve herkesten de kendisine tam teslimiyet bekliyor.
Herkesin kendisine saygı gösterdiği bir toplumda kendisine saygı göstermeyenlerin toplumdan dışlanacağını anlatmak istiyor.
Av. Eren Bilge, 7.6.2010
X97
SAHABEDEN KORKU KISSALARI
Yine Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yedi sı¬nıf insanın Arş-ı A’zam’ın gölgesinde gölgeleneceğini bildirdi, ve Allah (c.c.) korkusundan göz yaşı akıtan¬ları da bunlar arasında saydı.
Hz. Ebû Bekir, “Gücü yeten ağla¬sın. Ağlamayan da ağlar gibi yapsın” demiştir.
Muhammed b. Münkedir ağladığı vakit göz yaşını sakalına, yüzüne ve gözüne sürer ve göz yaşı¬nın değdiği yeri cehennem ateşinin yakmayacağını duyduğum için, bu¬nu böyle yapıyorum, derdi.
Abdullah b. Amr b.el-Âs (r.a.), “Ağlayın, ağlayamazsanız ağlar gibi yapın. Eğer gerçeği bilseydiniz sesi¬niz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız”, demiştir.
Ebû Süleyman Dârâni, “Akıttığı yaş ile gözünde gargara eden, yani yaşı yalnız gözünün içini ıslatan gözün sa¬hibi kıyamet günü zilletle karşılaşmaz. Şayet yaşı akarsa, ilk damlası ile Allahu Teâlâ cehennem deryasını söndürür. Eğer bir cemâat ağlarsa o cemâata azâb olunmaz”, demiştir.
Kâ’bu’l-Ahbar diyor: “Nefsim yed-i kudreti elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah korkusundan ağla¬yıp gözyaşımın yanaklarıma dökülmesi, benim için bir dağ kadar altın tasadduk etmekten (Sadaka vermekten HB) daha sevimlidir”, demiştir. (ihya 4.c.s.302)
(Hicret Takvimi, 8 Ekim 2008)
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Sahabeler, Allah korkusu ile ağlamayı Allah’a yakınlaşma sanmışlar.
Sanmam ki ağlayarak Allah’a yakınlaşsınlar…
Merhamet ve şefkat timsali bir Allah’tan korkulur mu?
Allah’a böyle yaklaşma olur mu?
Korku, insanın iradesini zaafa uğratır.
Korkan insanın; dili damağı dolaşır, bildiğini unutur.
Sen Allah’ı göklerde tahtı olan, dilediğini bağışlayan, dilediğini cezalandıran, hikmetinden sual olmayan, acımasız bir varlık sanırsan,
Ağlamaktan, elbette gözyaşı pınarların kurur…
Bütün bunlar Allah’ı yanlış tanıtmanın sonuçlarıdır.
Bu yanlış tanıtma sonucudur ki İslam dünyası huzur bulamamıştır…
Kaldı ki insanın dışında, herhangi bir yerde, Allah diye maddî bir yoktur.
Allah genel değerleri ve ortak doğruları kapsayan,
Doğa ve toplum yasalarına saygıyı esas alan,
Uyulması ve uygulanması esas olan olumlu kavramlardır…
İnsanın olmadığı yerde Yaratan (Doğa, Evren, Madde; yani dört unsur-enasır-ı erba…) bulunur.
Allah ise olgunlaşmış insanın olduğu yerde bulunur.
Ham insanın bulunduğu yerde Allah derin bir uykudadır.
Öncelikle insan, içinde uyur durumda bulunan Allah’ı bulmalıdır.
Bu konuda Kuran’da şöyle bir ayet vardır:
”Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa iyi iş yapsın
Ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın…” (K. Kehf. 18/110)
“Ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın…” dan murat:
Kötü olan hiçbir şeyi iyi olan eylemlere üstün tutmasın…
Ne pahasına olursa olsun;
Daima iyi olanı yapsın….
Ağlamak, bir bilgisizliğin, bir korkunun dışa yansımasıdır…
İnsan dediğin Allah’a yakınlaşmak istiyorsa,
Öncelikle bu bilgisizlikten ve korkudan kurtulmalıdır…
Av. Eren Bilge, 19.6.2010
X98
DÜNYA VE AHİRET İÇİN İLİM
Alemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
“İlim Mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Hadis-i Şerif)
“Yalnız iki kimse gıpta edilmeye la¬yıktır. Bunlar da; Allah’ın kendisine verdiği malı Hak uğrunda sarf eden, muhtaçlara dağıtan kimse ile Allah’ın kendisine vermiş olduğu ilim ve hik¬metle hükmeden ve onu halka öğre¬ten kimsedir.” (Hadis-i Şerif)
“Ya âlim (öğretici) ol, ya öğrenci ol veya dinleyici ol. Sakın dördüncüsü olma helak olursun.”
Gelişen dünyada bilimden, ilimden, teknolojiden uzak kalmak dünyada kör dolaşmaktır. İlimden nasip alma¬yan bir insan ruhsuz ceset gibidir.
Her işimizde ilmi rehber edinelim. İnsana olgunluk bahşeden iyi mezi¬yetler kazandıran Allah ve Resûlü’nün rızası bulunan ilimleri tahsil edelim.
Semerkand takvimi. 12 Ağustos 2009
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Takvim böyle diyor. Ne var ki dünyada bilim ve ilim bakımından en geride kalmış ülkelerin başında İslam ülkeleri gelir.
En az üniversiteler İslam ülkelerindedir. Araştırma ve buluş, günümüzde, hemen hemen yok denecek kadar azdır İslam ülkelerinde…
Niçin böyledir, bu toplumun bir üyesi olarak düşünmemiz gerek değil midir?
Bunun başlıca nedeni: İslam ülkelerinde ilim denince akla gelenin Kuran ve Hadis kitapları olmasıdır. Bunları ezberlersen, bilirsen, âlimlerden sayılırsın. Oysa gerek Kuran’da ve gerekse Hadis kitaplarımda “BİLİM”E ilişkin bir açıklama yoktur. Olsa idi İslam dünyası bu kadar geri kalmazdı.
Olmadığı halde “bilime ilişkin ne varsa hepsi Kuran’da vardır” dediğin zaman en büyük âlim sen olmaktasın. Bunun en güzel örneği Cübbeli Ahmet’tir. Kendisini dinlemeye gelenleri sayısı stadyumları doldurmakta, on bin kişilik stadyumları 20 bin kişi doldurmaktadır.
Cübbeli Ahmet bu kalabalığa ne söylemektedir: “ALLAH’I ENÇOK ZİKREDEN HAYVANLAR KURBAĞALARDIR. BUNUN İÇİN KURBAĞALARA SAYGI GÖSTERİN!..”
Bilim, bunun neresindedir? İlim bunun neresindedir?
Asıl üzücü olanı bunun hurafe olduğunu söylemek, gazetelerde yazmak, televizyonlarda dile getirmek bir düşün adamının dışlanması için yeterli neden olmaktadır.
Gazetecilerde bir gelenek vardır: Mesleğe yeni başlayan bir gence ilk söylenen “Sakın dinsel konularda yazma!” dır.
Oysa şeriat hükümleri Cumhuriyet devletinde yasaklanmıştır. Demirel’in söylemine göre Türkiye Cumhuriyeti yasaları 232 şeriat hükmünü yürürlükten kaldırmıştır.
Günümüzde ise ülkemizi “Laikliğe karşı hareketlerin odak noktası olan bir iktidar” (Anayasa Mahkemesi Kararı) yönetmektedir.
Buna karşın aydınlıkçıların şeriata karşı laikliği savunmalarına izin verilmemektedir.
Dinî konularda yazılmazsa laiklik nasıl korunacaktır?
Bu soru, aydın olduğunu sananlara saygı ile sunulur…
Av. Eren Bilge,6.7.2010
X99
İSLAM DİNİ AKIL ve VİCDAN DİNİDİR
İslam dini akıl ve vicdan dinidir. İnsan aklı ile dinin bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak gördüklerinden sonuç çıkarır. Örneğin akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunun üstün bir Akıl, ilim ve Güç sahibi tarafından yaratıldığını anlar. Veya dünyada yaşamın meydana gelebilmesi için gereken binlerce koşuldan sadece birkaçını görmesi bile, dünyanın insanların yaşaya-bilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için yeterlidir, akıl ve vicdan sahibi bu insan, dünyanın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın saçmalığını ise kolaylıkla anlar. Kısacası aklını ve vic¬danını kullanarak düşünen her insan Allah’ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Bu insanlardan bir ayette şu şekilde bahsedilir:
” Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusun¬da düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yarat¬madın. Sen münezzehsin (pek yücesin) bizi ateşin azabından koru.” (Ali İmran, 191) derler.
Hicret Takvimi, 20 Aralık 2008
+
Av. Eren Bilge Açıklaması:
Bu ayette mukayeseye dayanan bir Allah anlayışı vardır.
Varılan yargı Ortaçağdaki dünya görüşünü yansıtmaktadır.
Şimdilerde ise bilimsel veriler karşımıza çıkmaktadır.
Bilimsel veriler karşımıza çıkınca düşünme biçimimiz gerçekçi olmaktadır…
Bu konuda bilim, peşin yargılarımızı sarsmaktadır.
Bilim, ruhçu görüşlere karşı çıkmaktadır:
“Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz.” (Maddenin Sakınımı Yasası. Lavezion)
Biz bir Yaratan aradığımız zaman sorular arka arkaya gelir.
Peki, bu dünyayı yaratan bir somut (maddi) bir varlık varsa O’nu kim yaratır?..
Bu soruya şöyle bir yanıt verilir:
Öyle, Allah’ı yaratan bir varlık olsaydı; O, Allah olmazdı… O’nun varlığı kendindendir.
Bir kere şu iki kavramın ayrı ayrı anlamlara geldiğini bilmek zorundayız.
Allah da vardır; Yaratan’da vardır.
Bu ikisi birbirinden ayrılmalıdır.
Yaratan maddedir; dünyadır, evren’dir.
İslam uluları bu görüşü vahdet-i vücud (varlığın birliği) olarak dile getirir…
Öyle ki kendilerini bu varlığı bir parçası olarak gördükleri içindir ki “Enel Hak!” demişlerdir.
Enel Hak yaratan yaratılan birliğidir…
Ne var ki halk bunu anlayamamıştır.
Boşu boşuna bu sözleri söyleyenlerin canına kıymıştır.
Allah’a gelince doğa yasaları ile insanlık yararına konulmuş toplum yasaları yanında yüksek ve evrensel insanî değerler, ahlaki nitelikler, erdemli yaşam kuralları, doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, şefkat gibi yapmak ve uygulamak zorunda olduğumuz davranış kuralları bütünüdür.
Bu ve benzeri kurallar Allah kavramını bildirir…
Bunu İslam dini de kabul etmektedir.
“Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım” denir…
“Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (K. 50/16) sözü de bir ayettir…
Av. Eren Bilge, 21.7.2010
X
XX
AV. HAYRİ BALTA’NIN ÖZGEÇMİŞİ
1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.
Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki bağlarında geçirdi.
Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…
Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…
1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidemedi…
Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.
Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik ve kilimcilik yaparak sağlamaya çalıştı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursuna gitti ve bitirdi…
Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini bıraktı.
25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tekke ve tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef çaldı ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.
Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.
Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.
Yargılama sonunda mahkeme: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…
1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.
Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.
Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…
Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.
Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.
Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı.
Hukuk Fakültesi öğrencisi iken: 27 Mart l977 yılında ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…
Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirip kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma gelince ADD’deki görevini ve avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde yaşamaktadır.
Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…
65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyon değerinde taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, kalanını dört kızına bıraktı…
Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da Siyaset Bilimi hocalığı yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiştir.
Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve bu davalardan birinin sonucunda da ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ kurulmuştur.
Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için ayrıldı.
Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.
Bu günkü tarih itibariyle basılmış 26 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız olarak okuyuculara dağıtılmaktadır… (Kitapların listesi aşağıdadır…)
2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli Sitesinde aydınlanma savaşını sürdürmektedir.
Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; bireyciliğe karşı toplumculuğu, dine karşı bilimi, şeriata karşı cumhuriyeti, teokrasiye karşı laikliği, vahye karşı aklı, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, ruhçuluğa karşı maddeciliği savunmuştur…
Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…
Av. Eren Bilge, 19.3.2014
+
TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:
Alfabetik olarak:
1. Allah Denince 1/6
2. Allah Denince 2/6
3. Allah Denince 3/6
4. Allah Denince 4/6
5. Allah Denince 5/6
6. Allah Denince 6/6
7. Aydınlanma
8. Bir Aydın Adayı
9. Cambaz
10. İncil’den
11. Kızma Yok
12. Kuran’dan
13. Laiklerin El Kitabı
14. Laikliği Benimsemeden…
15. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
16. Muhbir ve Tertipçilerim
17. Muzır’dan Kes!..
18. Röportaj ve …
19. Sırların Sırrı
20. Son Nokta
21. SSS (Sevenler Soranlar Sövenler)
22. Taç’a Atılanlar
23. Takvimlerden 1
24. Tanrı’ya Yakınlık
25. Tevrat’tan
26. Yitmiş Bir Adam
NOT:
Yayınlanacak olanlar:
www.tabularatalanayalanabalta.com
adresli sitemizde sıralanmaktadır.
Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz:
Hayri@tabularatalanayalanabalta.com
X
Görüş Bildirenler:
+Değerli Ağabeyim
Gönderdiğiniz “Takvimlerden 1″ kitaplarını aldım. hem kendi adıma, hem vereceğim dostlar adına minnettarım.
Düşünce sistemimize yaptığınız hayrata çok teşekkürler…
Mehmet Göksel, 29.4.2014