ALLAH İLE ALDATMAK
ALLAH İLE ALDATMAK
Sayfa 68:
İslam dünyasında cami sayısı arttıkça ahlak, izan, basiret, hürriyet,
bağımsızlık ve insana saygı gibi temel değerlerin paydası düşüyor.
Bunun anlamı İslam dünyasının yanlış bir rotada ilerlediği, kendisini,
kitleleri ve Allahı aldatmayı hüner sandığı merkezindedir.
Sayfa 55:
Hiçbir zulüm ideolojisinin vahşeti, Allah ile aldatmanın ki kadar
karanlık ve korkunç olamaz. Ve insanlığın hiç bir düşmanı Allah ile
aldatanlar kadar yıkıcı olamaz.
Sayfa 54
Ne yazık ki bunu yapamadılar, anlamadılar. Daha da acısı, anlamamaya
ısrar ve iştahla devam ediyorlar. Hem de dünya ölçeğinde bir gafletle.
Sayfa 45
Bir yandan “İslam’da din sınıfı yoktur” derken öbür yandan, imamlara
yılda iki KATRİLYON devlet parası maş olarak dağıtılmaktadır. Bu,
İslam’ın bütün buyruklarına aykırı bir Hristiyani yapıdır.
+
RECEP İHSAN ELİAÇIK’TAN
1. İSLAMI YIKAN ÜÇ ŞEY (3M)
Yeryüzünde 1 milyar Müslüman…
Mağripten maşrika saraylar, hanlar, hamamlar…
Mavi göğe yükselen minareler…
Susmayan ezanlar, inmeyen bayraklar…
Namazlar, cumalar, bayramlar, kurbanlar…
Kabirler, türbeler, fatihalar, yasinler…
Bütün bunlar İslam’ın yeryüzünde gürül gürül yaşandığı, dimdik ayakta
durduğu anlamına mı geliyor?
Eğer öyleyse “Geçip giden varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından”,
“ümmet-i merhume” (ölü ümmet) haline gelmiş ve “felç-i iradiye mübtela
olmuş” hal-i pür melalimize (yerlerde sürünen acınak halimize) ne
diyeceğiz?
Akif’in dizeleriyle;
“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak
Kendi asudeyse, dünya yansa baş kaldırmamak…
Sözünde durmamak, yalan sözden çekinmemek
Kuvvetin meddahı olmak, acizi hiç söyletmemek…
Mübtezel bir çok merasim; eğilip bükülmeler, yatmalar
Şaklabanlıklar, gösterişler, ardı ardına aldatmalar…
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler arasında ciddi açık…
Enseden arslan kesilmek , cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle bir zillet görmedi…”
Peki bu ümmet bu zillete neden düştü?
Müslüman dünya neden “Ehl-i kitaplaşma süreci” yaşadı, yaşıyor?
Önceki Ehl-i kitaplaşmalara bakın, hiç ders almadan aynısını neden biz
de yaşıyoruz?
+
Kiliseler, havralar, sinegoglar, camiler, ezanlar, çan sesleri…
Aslında hepsi hayattan çekilmiş.
Şehirlerin meydanlarına yapılmış olmalarına rağmen hayatın
atardamarlarında yok bunlar.
Onlar eski dünyanın kalıntıları, anıtları, müzeleri olmuş; hemen yanı
başında yeni bir dünya kurulmuş.
İbn Haldun’un tabiriyle “ümran rüzgarı” yön değiştirmiş.
İnsanlık “bir de din olmadan” yükselmenin yollarını aramış.
Böyle bir arayışı yekten suçlamak ne derece doğru?
Her dinin insanlığın yararına olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dinler, insanoğlunun bizzat insana, tarihe, hayata ve doğaya
yabancılaşmasının nedeni olamaz mı?
“Dinin afyon yüzü” bu yüzden insanlığın gerçekten karanlık tarafı belki de.
“Belki de” diyorum, “dinin afyon yüzü” diyorum. Çünkü tam da burada
İslam hakkında söyleyeceklerim var
+
M. İkbal’in tesbiti ile İslam, aslında eski dünya ile yeni dünya
arasında durmaktadır.
Yani insanlık tarihinde yeni (modern) dünya “bir de din olmadan”
yükselebilmenin yollarını arama ise, İslam aynı yükselme arayışını
“dini dünyanın içinden” yapmanın adıdır.
İslam’a “bir insanlık hamlesi olarak” baktığımızda bu böyledir.
Gerçekten de İslam eski dünyadan yeni dünyaya bir geçiştir.
Kendini din formu içinde ifade etmiş yeni dünyanın adıdır.
“Büsbütün dini dünya” ile “büsbütün dinden arınmış dünya” arasında durmaktadır.
Onun için İslam “dinlerden bir din” değildir.
Daha doğrusu “değildi.”
+
Kanımca aşağıdaki üç şey İslam’ı tekrar o eski “büsbütün dini dünyaya”
geri döndürdü ve dinlerden bir din haline getirdi.
Bu, aynı zamanda İslam’ın özgün içeriğinin boşaltılması, dinler
dünyasına getirdiği re-formun de-forma uğraması; tapınaklarda,
minarelerde, ezanlarda, mezarlarda, riüellerde yaşıyor görünmesine
rağmen gerçekte kütür kütür yıkılışıydı.
Dinlerden bir dine dönüşerek yaşaması onun gerçekte yaşadığı anlamına
gelmiyor. Bilakis “Ehl-i kitaplaşma sürecine girerek” ve kendisisine
“büyük saygı duyularak” hayattan çekildiği anlamına geliyor.
İslam’ı yıkan bu üç şeye akılda kalması için “3M” dedim.
Yani M harfi ile başlayan üç kelime: Mülk, Mucize ve Mevzu…
Bu üç kelimenin İslam’a ettikleri sanıldığından çok fazladır. Bunlar
İslam’ın özgün içeriğini boşaltmış, dini dünyaya ve insanlığa
getirdiği yenilikleri mahvetmiştir.
Ve bu kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden olmuştur.
Akif’in dizeleri ile;
“Gökten gelen bela sözünün manası yoktur herzedir
En beyinsizler bile istikbali zira kestirir
Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar
Kendi ahlakiyle bir millet ölür, yahut yaşar…”
Bakın nasıl..
+
1- MÜLK: İslam’ın ilk ve esas mesajı mülk üzerineydi. “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah/Halk’ındır.) diyerek başlanmıştı. Her şeyden önce
Müslümanın mülk ile kurduğu ilişki düzelmeliydi. Mülk yığıcılık ve
mülksüzlük daima sorunludur. Yapılan araştırmalarda mülkten şımarmış
mühitlerde yaşayanlarla varoşlarda mülksüzlükten/mesleksizlikten
sefalet hayatı yaşayanların ahlaki davranışlarının birbirine benzer
çıkması boşuna değil. Her ikisinde de ahlaki kayıtsızlık gözlenmiş.
Çünkü toplumların temel ahlaki değerlerini koruyan ve sürdürenler
genellikle orta sınıflardır. Bu nedenle orta sınıflaşmış bir toplum en
iyisidir. Aşırı mülkçülük ve aşırı mülksüzlük daima hastalık üreten
bataklık gibidir.
Defalarca söylediğim gibi Kur’an’ın ilk 23 suresini tekrar tekrar
okumalıyız. Bu bize neyin ilk ve esas mesele olduğunu, işe nereden
başlamak gerektiğini gösterecektir. Baktığımızda 23. sureye kadar
putların ismi hiç anılmamakta, daha ilk sure (Alak) zenginliği kendine
yeterli görme (istiğna) ile azgınlık/yabancılaşma (tuğyan) arasında
ilişki kurarak başlamakta… İlk eleştiriler hep Mekkeli mülk
sahiplerine yönelik… İlk kıssa mülk (zenginlik-yoksulluk) meselesinin
ele alındığı “Bahçe sahipleri” kısası… Allah’ın isim ve sıfatlarından
ilk öne çıkarılan daha çok iktisadi yönü ifade eden “Rabb” kavramı…
Peki neden?
Kur’an neden ilk buradan başlıyor?
Çünkü bir yanda tüm toprakların sahibi “ağalar”, diğer yanda o
topraklarda karın tokluğuna çalışan “marabalar”… Ve her geçen gün
aralarında büyüyen uçurumlar…
Buradan ne çıkar? “İnsan mı tabut mu?”
Böylesi bir mülk düzeninde Allah’ın “dini” tutar mı? “Tevhid” olur mu?
Buradan çıksa çıksa efendi-köle ilişkisi çıkar.
Kurulsa kurulsa Firavun-köle düzeni kurulur.
Böylesi bir mülk düzeninden “insanca, pek insanca” bir ilişki çıkmaz,
çıkamaz, çıkabilemez.
Bu nedenledir ki mülk paylaşım düzenine dokunmayan, en önce buradan
başlamayan, tıpkı Kur’an’ın başlayışı gibi işe ilk buradan başlamayan
din söylemleri afyondur.
İlk istiğna-tuğyan ilişkisini işlemeyen din dersleri afyondur.
İlk mülk sahibi zümreleri hedef almayan din söylemleri afyondur.
İlk “bahçe sahiplerini” anlatmayan din vaazları afyondur.
İlk ekmek verenin, aş verenin, yedirenin, doyuranın “Rabb” olduğunu
söylemeyen din teolojileri afyondur.
Eğer Kur’an ise elinizdeki kitap bu böyle…
“İlkleri boşver, onlar nesh oldu, sonraya gel” derseniz sonrası da
öyle… Sözü uzatmayayım.
+
İşte İslam’ı içeriden ilk yıkan şey eski cahiliye mülk ilişkilerine
geri dönüş (irtica!) olmuştur. İslam ilk buradan yıkıldı. Daha
başlamadan otuz yıl içinde bitti…
Dinden dönenler (mürtedler) ilk bundan döndü. “Zekat vermeyeceğiz,
böylesi bir mülk düzenini kabul etmiyoruz” dediler. Bunun için mürted
aslında yeni mülk düzeninden dönen demektir.
Cahiliye döneminin vahşi kapitalizmi, İslam’ın paylaşımcı mülk
düzenini, yeni kardeşlik iktisadını kabullenemedi. Tarihin akışı
içinde gayet esastan bir çıkış olduğu için belki de “içerisi” dahi
bunu benimseyemedi.
Hedeflerini gerçekleştiremeden tarihten çekildi. Halbuki peygamber
zamanındaki ideallerin hedefine tam ulaşması ve insanlıkta kalıcı bir
tarihsel dönüşüme neden olması için en az yüz yıla ihtiyaç vardı.
Topu topu otuz yıl kadar sürdü.
“Benden sonra birbirinizin boynunu vurmayın, Müslümana kardeşinin
canı, malı, ırzı haramdır” denmesine rağmen canlar heder edildi,
mallar yağmalandı, ırzlar çiğnendi.
“Mülk” (mal, iktidar) yüzünden iç savaşlarda dünyanın gözü önünde 90
bin kişi birbirini kesti. “Muhammed’in adamları birbirini yiyor” dedirttiler.
İslam o günkü dünya kamuoyunda “Çölde yeni bir din (peygamber) çıkmış
kölelere özgürlük (fekku raqabe) diyormuş” diyerek duyulmuştu… Bu sese
kulak kabartan Sasani ve Bizans’ın köleleri, ezilenleri, mahrumları,
çaresizleri, İslam’ın içindeki mülk kavgasını görünce “Bu da diğerleri
gibi” dediler ve umutsuzluğa gark oldular.
İşte o an “çölde haykıranın sesi” duyulmaz oldu. Dünya kamuoyunda
estirdiği o muazzam rüzgar hızını kaybetti.
Ebuzer’in çöle gömülmesiyle yıldızı söndü.
Ali’nin yenilmesiyle rüzgarı dindi.
Kanımca sonrası Sasani ve Roma mülk/devlet/imparatorluk düzenini kılıf değiştirmiş tekrarından başka bir şey değildir…
Tekrar köle ve cariye sahibi olma yarışına girdiler.
Uçsuz bucaksız mal (mâlen memdûd) sahibi olma üstünlük ölçüsü ve
fütuhat hırsı haline geldi.
Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. “Son hak
din” dahi buna engel olamadı…
Peki, dinin teorisinde mi bir sorun vardı yoksa onu anlayan zihin mi sorunluydu?
Tabi ki ikincisi…
Bugün BM verilerine göre yeryüzünde 1 milyar insan sokaklarda aç
dolaşıyor. Allah bugün peygamber gönderse ilk ve esas mesele olarak
yine buradan başlayacaktı. “1 milyar insan hangi suçundan dolayı aç?” diye soracaktı. “Tevhid ve şirk bununla ilgili değilse nedir?
Özellikle ilk 23 sure başta olmak üzere tüm Kur’an’ın mülke bakışı bunun apaçık kanıtıdır. Sürekli olarak verme (infak) emrediliyor, biriktirme, yığma (kenz) yeriliyor. Kur’an’ın tek bir yerinde bile mülk biriktirmenin övüldüğünü görmedim. Dinin teorik içeriğinde bir sorun yok.
Öyleyse hal-i pür melalimiz şu: Bu Kitap ezberlenerek, aynlar patlatılarak mehcur bırakıldı! Duvarlara asılarak, tapınaklarda inletilerek, duvarlara, sütunlara, mezar taşlarına okunarak terk edildi. Kitabın ilk ve esas konusu olan mülk meselesi neredeyse bütün dini guruplar, cemaatler, mezhepler, tarikatlar tarafından unutuldu,
yok hükmünde sayıldı. Hala öyle… Onun için ta Ebuzer’den beridir fena bozulmaktalar… Gayet sevimsiz, sıkıcı ve çuvaldız gibi içe batıcı bulmaktalar.
Eh, siz Kitap’ı terk ederseniz o da sizi terk eder!
Bakınız, cennetle müjdelenen on sahabe (Aşere-i Mubeşşere) içinde ilk üçü hariç (Ebubekr, Ömer, Ali) hepsi toprak ağası oldu. Öldüklerinde geride en küçüğünün binlerce dinar mülkü vardı. Sadece birisine 700 köyden haraç geliyordu. Din-u devlet faaliyetinin sonucu böyle mi olmalıydı? Nasıl Harun gelip Karun oldular? Neden Peygamberimiz olmadı, Ebubekr, Ömer, Ali olmadı da onlar oldu? Öteden beri hep merak ederim neden cennetle müjdelenen on sahabe içinde tek bir yoksul
sahabe yok?
Ebuzer nerede? Ammar? Bilal nerede? (Çünkü o liste uydurma; “Mevzu”)
Demek ki en önce din-u devlet tefessüh etti, mülk-i millet bozuldu!
İslam işte ilk buradan yıkıldı!
Mülkten kaybettik ilk mülkten!
+
2- MUCİZE: Mülkte cahiliye anlayışına geri dönüş Müslümanın eşya ile ilişkisini yani ontolojisini bozduğu gibi, mucize zihniyeti de epistemolojisini bozdu. Yani bilgi kaynakları dumura uğradı. Gözler, kulaklar, kalpler mucizeye, kehanete, keramete ve intizara (bekleyişe) alıştırıldı. İnsana, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşıldı. O eski “büsbütün dini dünyaya” geri dönüldü. Yahudilerin mucize, Hristıyanların kehanet, Mecusilerin bekleyiş (intizar), Şamanların gök tanrı, ruhlar, mezarlar ve atalar zihniyeti her yanı sardı. Dini dünya bunlardan ibaret hale geldi.
Mucizeleştirmeler aklı örten bir afyona dönüştü. Araştırma ve inceleme gereği duymayan, “Allah” deyince her şeye inanan, yaşayan apaçık ayetleri (insan, tarih, hayat ve tabiat) mucize saymayan bir zihniyet sardı her yanı.
Kur’an kutsandı, mucizeler kitabı haline geldi. Esas büyük el-Kitab’ı (Kainat Kitabı’nı) işaret eden bir işaret parmağı olarak görüleceği yerde bizzat kendisi en büyük kitap haline geldi. Kafasını küçük Kitab’a (Kur’an) sokan ve bir türlü büyük el-Kitab’ı (kainat, evren) göremeyen zihinler türedi.
Müslüman ümmet elindeki Kitap’ın her şey olduğunu sandı. Bütün her şeyi orada vardı. Çalkaladıkça kendinden yağ çıkan kap gibi sıkışınca çalkalamak yeterliydi. Okuyanlar, üfürenler, muska yapanlar, şifre arayanlar, cifr hesapları gırla gitti, gidiyor.
Elin oğlu el-Kitap’ı (kainat, evren, doğa) okuyarak bir bilimsel buluş mu yapmış, hiç telaşa gerek yok. Elimizdeki mucizevî kitapta kesin haber verilmiştir!
Denizleri yaran Musa, ölüleri dirilten İsa, ateşte yanmayan İbrahim, kayadan deve çıkaran Salih, üçyüz yıl uykuya dalan Ashab-ı Kehf, karıncayla konuşan Süleyman ve göğe çıkan İsa vs. vaazlarıyla uyuşan kitleler, “Bunlar bugün niye olmuyor? Filistinli çocuklara, Iraklı annelere neden mucize inmiyor?, Kuşlar, karıncalar şimdi neden bizimle konuşmuyor? Yaşayan el-Kitap’da bunlar niye yok?” sorularıyla karşılaşınca şüphe vadilerinde dolanmaya başladılar. Ya da “vardır bir hikmeti, töbe töbe” diyerek içlerine attılar.
Halbuki bunları eski dünya dinlerinin etkisinden kurtularak, zaten Kur’an’da geçmeyen ve asla bir Kur’an kavramı olmayan “mucize” kelimesine başvurulmadan açıklamak gayet kolaydır, anlaşılabilirdir, apaçıktır. Biraz karşılaştırmalı dinler tarihi, biraz eski uygarlıklar, Kur’an’ın işaret ettiği gibi biraz yol kenarlarında duran eski çağlara ait kanıtlar, biraz arkeolojik kazılar, biraz tabiat tarihi, biraz bu formda gelen ve bütün kutsal kitaplarda görülen sembolik dil üzerinde çalışılsa gayet güzel anlaşılacak.
Fakat mucizeleştirmeler bütün bunları yok ediyor.
Müslüman zihni tarihe, hayata ve tabiata yabancılaştırıyor.
Kafa konforu rahat, insanlık acısı ve varoluş sancısı çekmeyen, beyninde hiç merak uyanmayan, soru sormayan, sormayı şeytan işi sayan, teslimiyetin sorular sordukça değil; sormadıkça gerçekleşeceğini sanan, akletmeyi, deneyi, gözlemi kör itikatla örten, gayet kolay olup bitenleri, başına “Allah”, ortasına “Kadir-i Mutlak”, sonuna “mucize” getirerek açıklayıveren bir zihnin oluşmasına neden oluyor.
Oysa ne olup bittiğine nüfuz edemiyor. Gerçekliğin içinde değil; gerçekliğe paralel kurgusal bir dünyada yaşıyor. A. Şeriati’nin dediği gibi alinasyon (yabancılaşma) içinde…
Bu zihnin insanlıkta sıçrama yapması mümkün değildir.
Yeryüzünün öğretmeni, öncüsü, önderi, Kur’an’ın tabiri ile “şahidi” olması mümkün değildir.
Gassilin elindeki meyyit gibi Hint gurularının ayağını yalamak ya da şeyhlerinin haremine girmek için sıra bekleyen akılsızlar işte bu narkozlanmış dinî zihnin ürünüdür.
Böyle olunca peygamberler harikalar diyarında dolaştırılır. Gerçek hayata paralel halisinasyonik bir dünya kurulur. Halbuki varolan hayat ve yaşayan tabiata paralel cinlerden, meleklerden, şeytanlardan, ruhlardan, ifritlerden, nuranî varlılardan oluşan ayrıca bir dünya yoktur. Allah melekelerini (gücünü, kudretini) bu paralel ruhani dünyada değil; gözümüzün önünde yaşayan gerçeklikte; yerlerde ve
göklerde gösterir. Güneşle, ayla, yıldızlarla, denizlerle, ırmaklarla, geceyle, gündüzle, ağaçlarla, kıtalarla, bitkilerle, 1 milyon canlı türüyle vs. gösterir, gösteriyor. Kur’an işte buna “göklerin ve yerin melekûtu” diyor. Cinler (daha göremediğimiz türler, varlıklar),
şeytanlar (kötülük hırsları, dürtüler) ve melekler (tabiat güçleri) hepsi buradadır.
Keza Allah yepyeni alemler yaratmaya kadir olduğu için ileride ölüleri diriltecek, kıyameti koparacak, cenneti ve cehennemi kuracak, defterler açılacak, hesap günü gelecek ve ahiret hayatı yaşanacaktır. Buna da Kur’an yeniden yaratılış (halk-ı cedid) diyor. Biz buna iman ederiz, ispatı ile uğraşmayız, bilimin konusu yapmayız. İslam imanı, maneviyatı ve ruhaniyatı yalnızca bu olmak icap eder.
Bunun dışında Yahudi mucizeleştirmelerinin, Hristıyan kehanetlerinin, Mecusi bekleyişlerin bu dinde yeri yoktur. Onlar o eski “büsbütün dini dünyada” kaldı. İslam’ın dini dünyaya getirdiği reformun ve eski dünya ile yeni dünya arasında duran misyonunun asıl burada ortaya çıktığını artık görmeliyiz…
3- MEVZU: Vazolunmuş/uydurulmuş rivayetler demektir. Bununla şu an tefsir, fıkıh, siyer, tasavvuf, kelam özellikle de hadis kitaplarına sızmış, medreselerde, dergahlarda, cemaat mahfillerinde, şeyhlerin sohbetinde, vaizlerin dilinde anlatılıp durulan ve asla sorgulanmayan Diyanet’in mevzu hadisler kitabına göre de mevzu (uydurulmuş) 200 bin küsur hadisi kastediyoruz.
Mülk anlayışıyla eşya ile, mucizeleştirmelerle bilgi ile ilişkisi dumura uğrayan Müslümanın, bu uydurmalarla da peygamberle ve sosyal hayatla ilişkisi mahvolmuştur.
İslam üçüncü olarak da buradan yıkılmıştır. Öyle ki “Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun/ Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun.” diyen Akif bile, görüldüğü gibi bu yolla “yeni bir din kurulduğundan” bahsetmektedir. İş bu kadar vahimdir.
Demek ki “Gâle Rasulullah” (Allah’ın elçisi dedi ki) diyerek kurulan bir “herze-i din” den rahatlıkla bahsedebiliriz. Farsça’dan dilimize geçen herze boş laf, lakırdı, saçmalık, saçma söz, uyduruk manasındadır. Bu durumda “herze-i din” peygamberin ağzından uydurulmuş, akıl dışı, absürd, saçmalıklar dini demek oluyor. Bunlarla dinin yüzü “çehre-i memsuh” (çirkin bir yüz) halini almıştır.
“200 bin uydurulmuş hadis” fazla abartılı gelmesin. İmam Buhari’nin
kitabına aldığı 7145 hadisi 600 bin (tekrarları ile beraber olmalı) hadis arasından seçmiş olması herzeliğin ne boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından çarpıcıdır. Demek ki Buhari söylentiler halinde dolanan 592. 855 hadisi inkar etmiş! Çok da iyi etmiş. Kanımca Buhari böyle yapmakla kurulmaya çalışılan yeni herze-i dine ağır bir darbe vurmuştur. Ancak yetersizdir, daha fazlasını da yapmalıydı. Çeşitli yollardan kitabına herzelerin girmesine tam da mani olamadığı görülüyor. Şimdi bunu da çağımızın alimlerinin yapması gerekiyor.
Düşünelim… Buhari’nin inkar ettiği 592.855 hadis şu an nerede? Toprağa
mı gümüldü? Tamam Buhari’nin kitabına girmedi diyelim ya diğerlerine? Kaldı ki kitaba girmese bile dillerde dolaşıyor. Bu uydurma hadislerin çoğunu din vaazlarında, yazılarında, söylemlerinde, derslerinde, kurslarında, proğramlarında vs. duyup durmaktasınız. Uydurma (mevzu) rivayetler yaşıyor, aramızda! Hatta öyle ki sırf bu uydurmalar üzerine dini cemaatler kurulmuş, guruplar oluşmuş. (İsa dönecek, mehdi
çıkacak, mesih gelecek, deccal zuhur edecek vs.).
Baktığımızda namaz kılmayana sopa, hapis veya ölüm cezasından zina edenin taşlanmasına… Zekatın kırkta bir olduğundan ‘ben müslümanın zengin olanını severim’ söylemine… Köle ve cariye edinmenin caiz olduğundan müzik aletlerinin kırılması gerektiğine… İmamların Kureyş’ten olması gerektiğinden mehdinin çıkacağına… İsa’nın kıyamete yakın geri gelip mehdinin arkasında namaz kılacağından zamanın imamına biat etmeden ölenin cahiliye ölümü üzere ölmüş olacağına… Dinden dönenin öldürülmesi gerektiğinden dördüncü kez içki içenlerin
öldürülmesi gerektiğine… Peygamberimizin Medine’de Yahudi kabilelerini soykırım uygulayarak katlettiğinden savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesine izin verdiğine… 9 yaşındaki Aişe ile evlendiğinden hayızlı iken kadınların namaz kılamayacağı, Kur’an’a dokunamayacağı, camiye gelemeyeceğine… Kadınların zeka ve din bakımından eksik olduğundan önünden eşek, köpek veya kadın geçerse namazın boşa gideceğine… Erkeğin kadını ‘boş ol’ demekle boşayacağı fakat kadının
erkeği boşama hakkı olmadığına… Sakalın, çarşafın, sarığın, cübbenin, sünnet olmanın dini vecibe olduğundan hidayete erenlerin Arap isimleri almaları gerektiğine… Altın ve ipek giymenin erkeklere yasak olduğundan resimli eve girmenin haram olduğuna (halbuki anlatılmak istenen lüksten kaçınmak sade yaşamaya özendir)… Peygamberimizin okuma yazma bilmediğinden kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına… İşaret parmağı ile ayı yardığından def-i hacet yaparken ağaçların koşup gelerek üzerini örttüğüne… Salavat getirmenin dini bir vecibe
olduğundan terinden ve idrarından insanların şifa bulduğuna kadar “binlerce” rivayet işbu uydurma, yarı uydurma veya ne söylendiğini anlayamama yüzünden, Müslüman dindarın sosyal hayatla ilişkisi, daha önceki Ehl-i kitaplaşmaların (Yahudi/Hristiyan dindarlığı) neredeyse tıpkısını aynısı bir süreçle tuhaf bir dini şizofreni halini almıştır.
Bu, dindarın insana, hayata ve tabiata yabancılaşmasından başka bir
şey değildir. Ve bu dinlerin afyon yüzü sayesinde olmuştur.
Bu noktada Akif’in dediği gibi gerçekten de ‘yeni bir din’ kurulduğunu
söylemek hiç de abartı görünmüyor.
Oysa İslam’da hadisler itikatta delil olmazlar. Amelde ise bir Kur’an ayetine dayanıyor ve onu açıklıyor olmaları gerekir. Bu noktada hadisler dini bir değer ifade etmekten ziyade sosyolojik bir değer ifade ederler. Dönemi anlamamıza, Kur’an’ın nüzul ortamına ve arka planına inmemize, dil, tarih ve kültür evrenini kavramamıza yardımcı olurlar. Şahsen ben uydurma hadisleri bile okurum; Arap zihni nasıl uydurur, uydurma havsalası nereye kadardır, hangi saikle uydurur onu anlamak için!
Esasında en güzel hadis (ahsenu’l-hadis) Kur’an’dır. (39; 23) Kur’an’ın “hadis” kelimesini kullanışı da ilginçtir. Yusuf suresi şu ayetle biter: “Açın kulağınızı! Peygamberlerin yaşam öykülerinde akıl ve vicdan sahipleri içir dersler vardır. Bu uydurma bir söz (hadis) değil. Bilakis önceki çağlardan doğru namına ne kalmışsa sürdüren, her şeyi açık açık dile getiren ve iman edecek halklara yol gösteren sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Yusuf; 12/111). Başka bir yerde de sorar “Allah’tan ve ayetlerinden başka hangi söze (hadise) inanıyorlar? (45/6).
Demek ki “Muhammed’in hadisleri” esasında Kur’an olmaktadır. Çünkü Kur’an hem “şerefli bir peygamberin sözü” (kavlu resulin kerim) hem de “Alemlerin Rabbi’nden indirilme” (kelamullah) tır. (Fecr; 40, 43).
Anlaşılmış oluyor ki İslam’ın teorik olarak değil; pratik olarak yıkılışı üç yolla olmuştur. Önce eşyayla kurulması gereken ontolojik ilişki mülk anlayışı ile çökmüş, sonra bilgi ile kurulması gereken epistemolojik ilişki mucizeleştirmeler ile dumura uğramış, sonunda da peygamberin örnekliği üzerinden sosyal hayatla kurulması gereken gerçekçi, makul, dengeli ve sürdürülebilir ilişki şizofrenik (gerçeklikle ilişkisi kopmuş, kurgusal paralel bir dünyada yaşayan) ve manik depresif (aşırı iyimser dışavurum ve aşırı kötümser içe kapanma) bir hal almıştır.
Yani bu mevzu (uydurma) rivayetler dindarı hasta etmiştir hasta!
+
İşte Mülk, Mucize ve Mevzu sözcüklerinin bende ifade ettiği mana budur.
İslam’ı yıkan üç şey (tersinden) İslam’ı yeniden kuran üç şey de
olabilir. İslam’ın misyonu, vizyonu ve orijinalitesinin burada
olduğunu düşünüyorum. Aksi halde İslam “dinlerden bir din” olarak
insanlıkta devam da edebilir, ediyor da zeten.
Mülkle ilişkisi bozulmuş, mucizeleştirilmiş ve mevzu rivayetlere boğulmuş bir sürü din vardı, hala da var.
Düşünün: İslam neden var?
recepihsan@gmail.com
www.ihsaneliacik.net
http://ihsaneliacikenglish.wordpress.com/
2. DİNİN AFYON YÜZÜ
Böyle başlıklı bir yazıyı ancak Marksist/ateist birisi yazar; “Ne yapıyor bu adam?” diyeceksiniz…
Belki bazıları öküz altında buzağı arayarak “kutsala saldırı” sanacak…
Hayır!
Dikkat edin “Din afyondur!” demiyorum. “Dinin afyon yüzü” olduğundan
bahsediyorum. Afyon yüzden kastım ise saf dinde değil; mensuplarının
din algısında ortaya çıkandır. Benim gördüğüm dinin en temel kavramı
olan “Allah”ın dindarın zihninde rahatlıkla afyona dönüşebildiğidir.
Bunun sebebi “Allah” kavramının doğrudan kendisi midir, yoksa onu
algılayan zihin midir? Bu nedenle “Dinin afyon yüzü” ile içeriden
yüzleşmenin ateistlere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu
düşünmekteyim…
Evet, bütün dinlerde olduğu gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en aydınlık,
en gerçekçi dininde bile, malesef, Akif’in tabiri ile “çehre-i memsuh”
(çirkin, karanlık bir yüz) oluşturulmuş durumda…
Saf dinlerin asla yalan söylemeyeceğine inanırım. Ama onlar da zamanla
yeryüzünün tozuna toprağına bulanırlar ve mensuplarının elinde afyona
dönüştürülerek tanınamayacak hele getirilirler. Bununla hesaplaşmak,
en çok da, bu dinlerin samimi bağlılarına düşer.
+
Dünyada en çok istismar edilen kavram hiç şüpheniz olmasın “Allah”…
Şu söz doğrudur: İyi bir insana kötü bir şey yaptırmak istiyorsanız
önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı şunu öldürmeni istiyor,
farz” deyin, göreceksiniz gözünü kırpmadan yapacaktır…
Şu söz de doğrudur: Kötü bir insana iyi bir şey yaptırmak istiyorsanız
önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı bunu yapma diyor,
haram” deyin, göreceksiniz yapmaya eli varmayacaktır…
Özellikle birinci halde dinin “afyon” yüzünü görürsünüz.
“Afyon” uyuşturmak demek olduğuna göre, insani açıdan bu, zihni
uyuşturan, donduran, çalışmaz hale getiren şey demek oluyor. “Allah”
kavramının dinin afyon yüzünde tam da bu işlevi gördüğünü görüyoruz.
+
Örneğin:
Deniyor ki: Kayadan nasıl deve çıkar? Bugün bunun bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?
Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
Deniyor ki: İsa evin bacasından nasıl göğe çıkar? Bunun bugün bir
örneği var mı? Test edebilir miyiz?
Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
Deniyor ki: Bir insanı ateş nasıl yakmaz? Bunun bugün bir örneği var
mı? Test edebilir miyiz?
Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Görüyoruz ki burada “Allah” kavramı “iman etmek” adı altında “afyon”
işlevi görmektedir.
Ne tarihten, ne hayattan, ne tabiattan, ne edebiyattan delil getirme,
araştırma gereği duymuyor. Hatta Allah’ın kavli ayetini (Kur’an
metnini) okuma gereği bile duymuyor. Dikkatle okusa orada öyle
denmediğini görecek. Kevnî ayet (tarih, hayat ve tabiat) ile test etme
ihtiyacı hele hiç hissetmiyor.
Tam bir Hristıyan imanı: “Önce iman et sonra düşünürsün! Absürd ama
inanıyorum. Zaten din dediğin de budur!
+
Kanımca bu Kur’an imanı değildir! Bu iman değil afyondur!
Kur’an imanı, içinde akıl olan, düşünce olan, şüphelerden, sorulardan,
arayışlardan, acı çekmelerden geçerek oluşur. Canlıdır, dinamiktir.
İman şu an bilfiil yaşayan, hareket halinde olandır. İnip çıkan, artıp
eksilen, yeni ve taze olandır.
İtikat ise imanın külüdür. Donmuş kurallardır. Dogmatik eski
akaidlerdir. İman işaret edilen yöne, itikat ise işaret parmağına
yoğunlaşır. İman yaşayan hayattan, canlı tabiattan, aklın ve vicdanın
uyanışından fışkırandır. İtikat ise donup kalmış olandır.
İmanın 73 şubesi vardır, en küçüğü yoldaki taşı kaldırmaktır. Yani
içinde insan, hayat ve tabiat olan şeydir iman. İtikat ise 73 maddeli
bir deklarasyondur; eskilerin donmuş söz yığınıdır. En küçüğü de mesh
üzerine mesh haktır, inkar eden kafirdir der.
+
Şu halde, İslam’da imanın hangi köke dayandığını iyi anlamalıyız.
Hiç şüphesiz bu “Allah ve ahiret günü”dür.
Buna, aklın soruları, vicdanın sızlaması ve gönlün taşması ile
ulaşılır. İman bu güvene ulaşmış dinginlikten doğan taşma, coşkunluk
ve heyecanın adıdır. Taşmanın, coşmanın ve heyecanın olmadığı yerde
iman da yoktur. İman hiç heyecansız olabilir mi?
Demek ki dindara heyecan veren esas muharrik Allah ve kıyamet
olayıdır. Bunların ise tarihte, hayatta ve tabiatta doğrudan karşılığı
yoktur. Çünkü dış dünyada görünür birer “nesne” değildirler. Bilakis
sürekli varoluş, vicdani bir arayış ve gerçekleşmesi beklenen
umutturlar. Bunun için serazat bir imanın (taşmanın, coşmanın,
heyecanın) konusudurlar. Dindarın gönül dünyasından pınarlardan
fışkıran sular gibi taşıp gelirler.
Tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olan nesnel şeyler ise bilginin
konusudur. Perde gerisine (verai’l-hicab) inersen yani araştırırsan,
incelersen, derinliklerine dalarsan bilgisine ulaşır, ne olduğunu
anlarsın.
Ama Allah’ı ve ahiret gününü araştırsan da künhüne vakıf olamazsın.
Allah’ı ancak yapıp ettiklerinden yani eserinden tanırsın. Bunun için
İslam dil, tarih ve kültür evreninde İlmullah (Allah bilgisi/teoloji)
denmemiş de Ma’rifetullah (Allah’ı tanıma) denmiş…
Demek ki Allah’a sanki görmüşcesine (ihsan), ahirete de sanki gidip
gelmişcesine (yakîn) iman etmeliyiz. Müslümana taşmayı, coşmayı ve
heyecanı işte bu ikisi (ihsan ve yakîn) verir. İslam’da imanın kökleri
bunlar olmak icap eder.
+
Bu nedenle, Kur’an’ın tabiri caizse “şok” iddiası kıyamet iddiasıdır. İddiasıdır diyorum çünkü bunun ispatı ile uğraşmak söz konusu olamaz. Allah’a ve ahiret gününe imanın bilimsel ispatı olmaz. Bunun için “şok” iddiadır yani imana konu olan, ispatı veya gayr-i ispatı mümkün olmayan iman esasıdır.
Şok iddia şudur: Ölüler dirilecek! Hesap ve mizan kurulacak! Cennet ve
cehennem olacak! Bütün bunları Allah yapacak!
İlginçtir, bugün daha çok “ateistlerce” sorgulanan bu şok iddia ile
ilgili en esaslı soruları peygamberlerin sorduğunu görüyoruz:
Hz. Musa: “Bana kendini göster!” (A’raf; 7/143).
Hz. İbrahim: “Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” (Bakara; 2/260)
Bugün bu tür soruları Müslüman zihin soramıyor. “Neden?”, “Niçin?”,
“Nasıl?” sorularını “Şeytanca sorular” olarak görüyor. İmanı zayıf
olmanın göstergesi sanıyor.
Halbuki ilk soruyu da melekler sormuştu: “Kan dökecek ve fesat
çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” (Bakara; 2/30)
Oysa bu sorularla bize, inkarın değil imanın yolu gösteriliyor. Bize
çelik gibi imana bu tür soru ve sorgularla ulaşabileceğimiz
gösterilmek isteniyor.
Öyle ya, iman ile ilgili tartışmalar bu ikisi (Allah ve kıyamet) etrafında dönmüyor mu?
Diyorlar ki: Allah nerede, hani göremiyoruz?
Diyorlar ki: Ölüler dirilecekmiş! Şu toz toprak olmuş kemik yığınları
tekrar dirilecek öyle mi?
Peygamber de diyor ki: Ben ğaybı bilemem, meleğim de demiyorum. Fakat
inanın, zaman bu Kitabı haklı çıkaracak. Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.
+
Demek ki Kur’an’da kalbin eylemi olan iman fiilinin konusu Allah ve
ahiret (kıyamet) günüdür. Geri kalan ne kadar konu varsa hepsi imanın
değil; bilginin konusudur.
Onun için “Ne yani olamaz mı, Allah’ın kudretinden şüphen mi var?”
argümanı yalnızca burada kullanılır. Nesnesi tarih, hayat ve tabiat
olan konularda da aynı argümanı kullanırsan işte “Allah” kavramı orada
afyona dönüşür. İnsan zihninin tarihi, hayatı ve tabiatı kendi yalın
gerçekliği içinde anlamasına engel olur. Tarihin, hayatın ve tabiatın
“ne ise o şekilde” anlaşılmasına engel olan, olup bitenin içine
girmemize, ona nüfuz etmemize imkan vermeyen ve bizi gerçekliğin
doğasına yabancılaştıran bir fenomen haline gelir.
Demek ki ne Salih’in devesi, ne İbrahim’in ateşe atılması, ne
Süleyman’ın karıncaları, ne Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyuması, ne
Musa’nın denizi yarması, ne İsa’nın ölüleri diriltmesi, ne de
Peygamberimizin ayı yarması vs. imanın konusu değildir!
Tamamen tarihin, hayatın, tabiatın ve bunları anlamamızı sağlayacak
bilginin, belgenin, deneyin, kanıtın, araştırmanın, incelemenin
konusudur. Ne dendiği üzerinde iyi çalış, tarihe, hayata, tabiata git
ne olduğunu anlayacaksın. Zaten diğerlerine gitmeye bile lüzum
kalmadan, daha metin üzerinde bunların hiç birisinin öyle sanıldığı
gibi olmadığını göreceksin. Okumayı bilmemekten, ne dendiğini
anlamamaktan, bilgiden korkmaktan, dahası “Ne yani olamaz mı? Allah’ın
kudretinden şüphen mi var?” argümanını yanlış yerde kullanmaktan
kaynaklanan kör bir “itikatın” sürüp gittiğini göreceksin.
Görülüyor ki “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı?” argümanı, burada, Müslüman
zihni uyuşturan, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşmasına neden olan
bir afyona dönüşmüş oluyor. Allah’ın her şeyi yapabilirliği, buradan
girerek Müslüman zihnin her şeye inanabilirliğine dönüşüyor. Bu
durumda “Müslüman kimdir? denince akla gelen “Gerçek’e (Hakk’a) teslim
olan” değil; “Allah” deyince her şeye teslim oluveren oluyor. Gerçekte
“orada” ne olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor. Böyle işleyen bir
zihnin araştırma yapması, bilginin, belgenin, delilin, kanıtın peşine
düşmesi mümkün değildir. İslam dünyası bu yüzdendir ki uyuşmuş, donmuş
vaziyettedir.
“Allah” ile uyanan bir dünya, “Allah” ile uyuyan bir dünya haline gelmiştir.
İşte buna dinin öteki yüzü diyoruz.
Demek ki, kişiye bir şeyi inandırmak istiyorsanız, önce hikmetinden
sual olunmaz, kudreti sonsuz, dilediğini istediği gibi yapan, keyfemayeşa bir Allah anlayışını benimseteceksiniz. Sonra, “Kudretinden şüphen mi var, hikmetinden sual mi ediyorsun, neyi dilerse onu yapar, onu da öyle yapmış işte..” diyeceksiniz. Böyle
böyle inandıramayacağınız, kabul ettiremeyeceğiniz hiçbir şey yoktur.
İşte bu da dinin afyon yüzü oluyor.
+
Halbuki Kur’an’da “Allah” kavramının tam tersi bir işlev gördüğünü görüyoruz.
“Akletmez misiniz, düşünmez misiniz, neden aklınızı kullanmıyorsunuz,
aklını kullanmayanı Allah zillet (pislik) içinde bırakır , ya onlar
yanıldılar ise?” vs. diyerek onlarca yerde tutulmuş akılları işletmeye
ve donmuş vicdanları açmaya çağırır.
Müslümanlar bunların hep inkarcılar için söylendiğini sanır. Öyle ya
bir kez iman ettik mi bunlara ne gerek var. O imanla bütün her şeyi
açıklarız. Sıkıştığın her yerde “Allah’ın kudretinden şüphen mi var,
imanın yok mu?” de yeter.
Oysa imanın 73 şube olması, bunun da en küçüğünün “yoldan bir taşı
kaldırmak” gibi daima eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü olması
gibi, bir zihin eylemi olan “anlama faaliyetinin” de otuz aşaması var. Bunların tamamı da insanoğlunun tarihi, hayatı ve tabiatı anlama ve kavrama faaliyetini ifade eder. Kur’an’da gözünü yumarak inanma (mit/mythos) yoktur. Tam tersi gözünü, kulağını, kalbini tarihe, hayata ve tabiata açarak gerçeğin peşine düşme vardır. Gözleri kör,
kulakları sağır ve kalplerine mühür vurulmuş olanları, ellerini (eyd), gözlerini (ebsar) ve gönüllerini (fuad) harekete geçirmeyerek uyuşturup donduranları Allah hayvandan daha aşağı yerine koyar.
Kur’an insanın idrak faaliyetine “derin kavrayış ve bilgelik” (hikmet)
diyor. Türkçe’de algı, akıl, anlama, beyin, bilinç, feraset, havsala, irfan, izan, kafa, kavrayış, sağduyu, şuur, us, zeka, zihin dediğimiz şeydir.
Bu faaliyetinin otuz aşamasından en önemlilerini şunlar: Fark etmek, ispat yolunu araştırmaksızın idrak etmek (şuur), idrak edilecek şeyin
manasını resmetmek (tasavvur), resmedilen şeyi zihinde korumak (hıfz),
hıfzedilmiş olan şeyi unuttuktan sonra zihne geri döndürmek, hatırlamak (zikr), sözü anlamak (fehm), sözün maksadını anlamak (fıkh), sebep-sonuç sürecini izlemek, sebebi sonuca, sonucu sebebe bağlamak (akıl), maksat ve öncüllerden hareketle bilmek (dirayet), bilgi kazanma gücü (zihin), mevcut olandan hareketle mevcut olmayana geçiş (fikr), arka planı düşünmek (tedebbür), çabucak kestirme (zeka),
duyuların kaybolmasından sonra geriye kalan şekil (hayal),
düşünmeksizin bir anda hâsıl olan bilgi (bedihe), görünen gerçeği
görünmeyen konusunda delil olarak getirmek (feraset), iç görü, kalp
gözü (basiret), içses, iç buluş, (vecd)…
Bunların hepsine birden süzülmüş bilgi, bilgelik (hikmet) deniliyor. Şu halde bir kişiye hikmet verilmesi, kişinin bu melekelerini çalıştırması, işletmesi, harekete geçirmesi sonucu elde ettiği “derin
anlayış ve bilgelik” demek oluyor. Demek ki Arap’ın “deveye/ata gem
vurma” manasında kullandığı hikmet, bu durumda insanoğlunu gemleyici,
yanlış işler yapmasını önleyici, suça ve günaha kaymaktan ve
sorumsuzca yaşamaktan kurtarıcı, medeni bir insan haline getirici
“gemler” olmaktadır. İşte bu gemlere Kur’an süzülmüş bilgi, bilgelik
(hikme) diyor. Bu, bir insanda yukarıdaki anlama süreçlerinin tümü
birden çalıştırıldığında gerçek anlamıyla ortaya çıkıyor. Aksi halde
insan “gemi azıya almış at” gibi kontrolden çıkıyor…
Kur’an otuza yakın kavramla yüzlerce yerde bizden ısrarla ve boyuna
bunları istiyor.
Böyle bir Allah hiç afyon olur mu?
O Allah ki Olimpos dağında oturan Yunan Tanrısı Zeus gibi, bilgiyi
kendisinden çaldığı için insanı (Prometeus) Kafkas dağlarında akbabalara yem ederek cezalandıran değil; bilgiyi yani bilme yeteneğini/eşyaya isim koyma kabiliyetini insana (Adem’e) yaratılıştan bizzat kendisi lütfedendir. Üstelik bunu kullanacak aklını işletmediği için de insana kızandır.
Onun için Kur’an kendisine “zikr” der. Yani verileni/lütfedileni hatırlatma…
Peygamberler yaptıklarına “inzar” der. Yani verileni/lütfedileni (aklı
ve vicdanı) derin uykulardan uyandırma, uyanışa çağırma…
Nedense bunları hep inkarcılara yönelik anlarız. “Ben zaten iman
etmişim, bunlar bana hitap etmiyor” diye düşünürüz. Oysa iman
sandığımız şey eskilerin “itikat” dediği donmuş kelime hisarlarından
başka bir şey değildir.
Kanımca, Kur’an’daki akletme çağrılarının tümü, bugün için, doğrudan
doğruya İslam dünyasına hitap etmektedir. Tümüne öncelikle, evveliyetle ve behemehal biz iman iddiasında olan ve fakat gerçekte kör bir itikat sahibi olmaktan ötesi olmayanlar muhatabız.
Çünkü kurtulmuşluk vehmi içindeyiz, uyarıları kendimize yönelik
anlamıyoruz. Bir zamanların Yahudilerine dönmüşüz. İşte görüyorsunuz,
şu an Allah bizi pisliğin, zilletin içinde bırakmış debelenip durmaktayız.
+
Demek ki Ali Şeriati’nin dediği gibi dini ikiye ayırmamız gerekiyor:
Halkların vicdanı olan din, halkların afyonu olan din…
Kanımca buna İslam da dahildir.
Bugün İslam’ın Emevî yüzü İkbal’in tabiri ile 590 yıldır, Akif’in
tabiri ile “700 küsür yıllık kitaplarla avarelik ederek” Müslüman halkları iyiden iyiye afyonlamış bulunuyor.
Müslümanın aklını, vicdanını, beynini, zihnini uyuşturmuş ve işlemez
hale getirmiş bulunuyor…
İnsanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din,
insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline getirilmiş…
“Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, “ulu’l-emre itaat” adı altında
zulme rızanın, harâmîye biatın telkin aracı olmuş…
“Haksızlığa itiraz”nın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında
susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına dönmüş…
“Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile
başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline
gelmiş… Kuru hurma yiyen bir kadının oğlu din pazarlarına meta
yapılmış…
“Kölelere özgürlük” (fekku raqabe) diye doğmuş bir din, insanları
köleleştirmenin vasıtası haline gelmiş…
“Aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları,
insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelmiş, “vahiy”
adına akıl düşmanlığının kalesine dönüşmüş… Güya diğerleri de vahye
karşı aklın yıkılmaz kalesi!?
Sağlığında müşriklerin bütün mucize isteklerini ısrarla reddeden, “Bende de sizin gibi bir beşerim” diyen peygambere, ölümünden sonra müşrikler ne istediyse hepsi yaptırılmış… Açın bakın “700 yıldır âverelik edip durduğumuz âsâr” bunlarla dolu…
+
Şahsen ben bütün bunlarda en etkili silahın hep “Allah” sihirli
sözcüğü olduğunu gördüm: “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı? Allah’ın
kudretinden şüphen mi var?”
Oysa, Allah yapacağını yapmış, kudretini göstermiş, görmüyor muyuz?
Kafamızı kaldıralım da bakalım, ayette (Mülk; 4) geçtiği gibi yorulup
o kudret ve görkem karşısında aciz kaldığımızı göreceğiz. Yaşayan
mucize bu işte! Ama biz bakmıyoruz, görmüyoruz…
“Yaşayan Gerçek” gözümüzü yaşartmıyor ama ömrümüz “ölü menkıbelere”
ağlamakla geçiyor. Biz yaşayana, gerçeğe, hayata, tabiata kör olmuşuz.
Gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var duymuyor. Geçmiş çağlarda yaşıyoruz, hatta geçmişe tapıyoruz, ölü seviciliği yapıyoruz. Ruhlardan , ölülerden medet umuyoruz. Ölülerin, cinlerin, perilerin dünyası bizim dini dünyamız. Gerçeğin, hayatın, tabiatın dünyası değil…
Peygamberimizin “İyi bakın, ibret alın, işte Allah’ın apaçık ayeti!”
diye işaret ederek gösterdiği gökteki ay -elân, şimdi, şu anda, hem de
her gece- bizim de tepemizde… Mu’min ellerce tıpkı onun yaptığı gibi işaret edilip gösterilmeyi mahzun mahzun bekliyor. Biz bu yaşayan ayeti görmüyoruz da, kandil gecelerinde vaizin “yarıldı, bölündü” ölü anlatılarını “Alaaddin’in sihirli lambası” ve “Uçan halı” tadında, üstelik şekerleme yapa yapa nasılda dinliyoruz?
İlkbaharda açan çiçek, sonbaharda dökülen yaprak, toprağın kokusu, göğün mavisi, suyun sesi, güneşın ışıltısı, ayın parıltısı nicedir bizi etkilemiyor. Doğayı dinlemiyoruz, oradan gelen sesleri duymuyoruz. Oysa Allah oradan her dem insanlıkla konuşuyor. Öyle ya naturalizm, sekülarizm olur!
Buradan iman mı çıkar, sanat mı, yaratıcılık mı, estetik mi? Ne?
Alıştık, alıştırıldık, “gerçek” bizi sıkıyor. Uçmak, uzaklaşmak, gerçeklerden kaçmak istiyoruz. Oysa Allah beşerle gerçeklikten uçmalar kaçmalar yoluyla değil; gerçekliğin tâ derunundan (perde gerisinden) konuşur. Biz muhtaç olduğumuzdan kaçmaktayız. Akıl ve bilgi ortaya çıktıkça dinimizin gerileyeceğini sanıyoruz. Oysa akıl ve bilgi ortaya çıktıkça gerileyecek olan “tapınak dinleri”dir; gerçek hayat dini
değil…
Çünkü aklı veren Allah…
Esmayı (bilgi üretmeyi, eşyaya isim koyma yeteneğini) Adem’e veren Allah… Adem’e (bize) akıl ve vicdan koyan Allah! İnsana oradan her dem seslenen Allah!
Onun için Cenâb-ı Hakk (Büyük, Yüce Gerçek) insan zihninin afyonu olamaz!
Gerçeğin ta kendisi olan dini de (dinu’l-hakk) halkları uyuşturma rolü göremez!
Gerçeği bilmeye ve anlamaya yarayacak aklı ve vicdanı insanoğluna
kendisi veren Allah, nasıl insan zihnini uyuşturan bir afyona dönüşür? Olabilemez! Bu, varlık ve oluş tabiatına tamamen terstir. Burada bir yanlışlık var…
Adam çıkmış televizyondan “ölü din” anlatıyor. Üstelik bunun için de
milyarlarca dolar para alıyor. Manzaraya bakınız: Önce kocaman harflerle zoom: “Cinler ne yerdi? Azz sonra…” Arkasından kameraya çarpraz bakarak, genizden gelen sesle, fon eşliğinde ve ekolu sesle cevap: Cinler tezek yerdi(!)… Öyle ya “Allah”ın kudretinden şüphen mi var (!).
Gel de Akif’i hatırlama:
“Allah” de ne istiyorsan becer
Oh ne iyi, ne ala, ne şeker.”
Ey millet-i merhume! İşte bu dinin afyon yüzüdür! Uyuşturuluyorsunuz,
aklınız, zihniniz çalınıyor, hayvandan bile aşağı hale sokuluyorsunuz!
Bu din afyon olsun diye gelmedi!
Kisra’nın karşısına dikilen sahabenin diliyle: Dinlerin zulmünden/afyonundan insanlığı kurtarmak için geldi! Sonra keser döndüsap döndü, gün geldi hesap döndü kendisi afyon haline geldi ha?
Öyleyse bu ne hazin bir tükeniş?
“Allah”ını seven buna itiraz eder! (yalnızca başı) Gizlilik Türü:Açık: Tüm içerik herkese açıktır. Son Haberler Haberler:
ARKADAŞ PEYGAMBER
Kur’an’da peygamber isimlerinin “İbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed”
şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi” alabildiğine tek ve yalın
kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…
Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?
Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.
Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var. “Mazhar-i
mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de “sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.
Halbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani imparatorluk
geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorluklarına da
olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i
zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû padişahımız efendimiz hazretleri…”
vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.
Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut” diyemezsiniz; “Davut
ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.
Şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik ayağa kalkarak
salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde imamlara hakaretten dava
açılabilir.
Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu sırruhu”
diyeceksiniz. Aksi halde çarpılabilirsiniz.
Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı: Senin ismin sıradan duruyor.
Şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız lazım: Hoca Muhyiddin
İbn Muammer el-İhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına ver
onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)
Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi böyle cafcaflı ve tumturaklı
isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine doğrudan isimleriyle
hitap edilmesine bozulurlar.
Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir
yalınlıkla “İbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb.
şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!
Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi
(resül) olduğu vurgulanıyor. Daha bir çok yerde haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor. Diğer peygamberlerden de kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam
olsun (selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.
Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel bir hitap, unvan ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece Resulullah (Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor. Peygamberimizin tabiri caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.
+
Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek” nereden
geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…
Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.
Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım. Çünkü
bunun Müslüman milletlerce üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu
söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle emrediyor” demek başkadır…
Kanımca “salavât ayeti” diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:
“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).
Bu ayeti şöyle anlıyorlar: Allah ve melekleri peygambere salavât
getiriyor, ey iman edenler siz de salavât getirin…
Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat
meclislerindeki “hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar gibi “Allahümme salli ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?
Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi
seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını,
ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına uğradığını
görüyoruz.
Bakın nasıl.
+
“Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak”
fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir.
Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza”Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate
lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.
Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi
(tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye)
kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım
isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını
desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve Muhammed gibi
peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için
kullanılır olmuştur.
xxx
Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi
ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman
edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve
adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha
bir gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini
yaşayın ve yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın
ki onu desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak
söner. Allah ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu
destekliyor; siz de öyle yapın…
Kanımca ayette bizden istenen de budur.
“Muhammed” ismi her geçtiğinde “salavât getirmek” diye tabir
ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça ezberleri otomatikman
tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.
Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile (Şafiî
hariç) namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap
olduğunu, okumayanın namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini
söylerler. Yine ayeti böyle anlayanlar arasında bile, “Muhammed”
isminin geçtiği her yerde otomatik salavâtın vacip olduğunu
söyleyenler olduğu gibi, defalarca geçse bile bir defanın yeterli
olacağını, hatta ömürde bir defanın bile yeterli olacağını söyleyenler
vardır. (Kurtubi, Razi).
Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım bile ömürde
bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli
olacağı görüşünü tercih ederdim.
Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil; Müslümanların
ürettiği bir kültür… Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru…
Söylenişi gayet güzel, doğru… Itri’nin camilerde söylenen salavât
bestesi dini müzik açısından da son derece orijinal, tamam…
Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma
gider. İran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle
halinde söylüyorlardı ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu
yapıyorlardı. Hatta bizdekinden güfte ve beste olarak daha
etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.
Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler. Hatta Müslüman
duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca
Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli ve yapılmalıdır. Ben
bunlara karşı değilim…
Benim itirazım “otomatik salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu
iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı
anlayışlar zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat böyle anlamayanların
sanki Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere saygısızlık ve
küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât terörüne”
varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk
salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.
Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle
katılırım. Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim.
Fakat bu biraz hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle
yapmakla Allah’ın resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz
uzaklaştırıyoruz…
Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden ayrıca ve özel
bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din adamı
dili de olamaz. Çünkü din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din
bir meslek değildir. Bu nedenle de din dilinin yaşayan dille
bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa inmesi, saray ve molla dili
olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan çıkması, ağdalı
ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve
yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.
***
Yukarıdaki ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm” etmek, söz
konusu desteği (salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de kullandığımız
o bildiğimiz selam etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve saydığımız birinden
bahsederken cümle arasında “Ki kendisini burada saygıyla anıyorum ve
selamlarımı gönderiyorum.” vs. deriz. Ve bunu otomatik olarak her
defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz. Söylenmediği zamanda kimse
“Niye söylemiyor saygısıza bak” demez. Peygamberin ismi geçtiğinde de
olması gereken budur. Kur’an’daki kullanım da böyledir, yeri gelir
peygamberine selam gönderir. Fakat bu otomatiğe bağlanmış değildir.
Doğal olan bu değil mi?
Bahis konusu ayet hicri altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde
geçer. Ahzap suresi bu açıdan ilginçtir. Peygamberin evlatlığı,
eşleri, ehl-i beytinin kim olduğu, onlara nasıl bakılması gerektiği
konuları işlenir. Bu cümleden olarak söz peygambere getirilir ve
“Allah ve melekleri onu destekliyor, siz de destekleyin” yani onun
yanında olun, onunla beraber hareket edin, şanını şerefini koruyun,
evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında kötü şeyler aklınıza
gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi ve merhametle
dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…
Peki, peygamberimizin arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât”
etmişlerdir? Yani onu nasıl desteklemişlerdir?
İsmi anıldığında salavât çekerek mi?
Yoksa onu malıyla ve canıyla destekleyerek, onun yanında yer alarak,
getirdiklerini uygulayarak, savaş meydanlarında omuz omuza savaşarak,
vuruşarak mı?
Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş meydanında
etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya süikast
yapılacağını bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak
kovulduğu sırada önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü
yarılan “Zeyd” açıklar.
Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi yan yana, omuz
omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını
peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir
güven, dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.
Kur’an bu durumu şöyle açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline
gelenler (ve tavasav bi’r-rahme). Bu tabir bir de asr suresinde “hakk”
ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve adalet için omuz omuza verenler
(ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları paylaşanlar (ve tavasav
bi’s-sabr)…
Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek, elbirlik olmak
yani desteklemek, yanında yer almaktır
Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği budur. Çünkü kendisi de
melekleriyle birlikte peygamberine öyle yapmaktadır. Yoksa Allah
melekleriyle birlikte oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor
değildir.
***
Peki, Peygamber öleli on dört asır olduğuna göre ona “salât etmek”
bugün ne anlama geliyor?
Mabetleri Itri’nin salât-ı münciyesi ile çınlatmak mı? Ki o mabetlerin
arka sokaklarında kızlar diri diri gömülür, insanlar birbirini
aldatır, yalan, dolan, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk,
açlık, zina, fuhuş uyyuka çıkar.
Ezan-ı Muhammedi’nin susmaması ve böylece “Muhammed” isminin semalarda
inlemesi mi? Ki o semaların altında insanlar da zulümden inler.
Bu durumda Muhammed’e salat etmek yani destek vermek ne demektir?
Şu demektir: Yalanı, dolanı, haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu,
yoksulluğu, açlığı, baskıyı, zorbalığı velhasıl bütün bir zulmü
ortadan kaldırmak için meydana atılmak, gerçek ve adalet (hakk) uğruna
savaşmak, vuruşmak… Bu uğurda gelen belalara göğüs germek, direnmek,
dertleri ve acıları paylaşmak (sabr)… sevgi ve merhamet (rahmet)
yumağı haline gelmek… Bunları yapanlara arka çıkmak, onlara arkadaş ve
yoldaş olmak, elele vermek, omuz omuza mücadele etmek…
Allah, melekleriyle tıpkı peygambere yaptığı “salât” gibi, bunları
yapanlara da “salât” edeceğini; destekleyeceğini, yardım edeceğini ve
yanlarında olacağını söylüyor. Hakkı, sabrı ve rahmeti tavsiyeleşmek
de, bunu yapanlara Allah’ın melekleriyle birlikte “salât” etmesi de bu
olmak icap eder.
Aksi halde, biliniz ki, “Kim bana şu kadar salavât getirirse bu kadar
günahı affolur” türünden hadislerin aslı yoktur, uydurmadır. Günahları
affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken dönüş yapmak
(tövbe), helallik dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu yapmadıkça
insanlara haksızlık yapanlara ve yeryüzünde zorbalık yapanlara (Şura;
42) isterseler yüz bin salavât çeksinler af yolu kapalıdır. Dikkat
edin! Sadece Müslümanlara değil; “insanlara” zulmedenlere ve sadece
Ortadoğu’da değil; “yeryüzünde” zorbalık yapanlara…
***
Ali Şeriati’yi ilk okuduğumuz yıllarda peygamber ve sahabe
isimlerinden (Kur’an’ın uslübuna paralel) Muhammed, Musa, İbrahim,
Ali, Ömer, Ebubekir, Zeyd vs. diyerek konuşmasını çok yadırgar ve
öğrenci evlerinde “Mahalleden arkadaşı gibi konuşuyor, bu adam
Müslüman mı?” tartışması yapardık. Onun sade, yaşayan, çağa dönük
dinamik dili, bizim zihinlerimizi sarmış ağdalı tapınak ve vaiz diline
çok yabancı gelirdi.
Sonradan anladım ki asıl onun yaptığı doğru. Kur’an’ın bu hususta
vermek istediği mesajı bütün riskleri göze alarak asıl o sürdürüyor.
Dini kitaplara bakın başta peygamber isimleri olmak üzere “mübarek”
şahısların ismi, hazretleri (Hz.), sallallahu aleyhi ve’ssellem
(s.a.v), radıyallahu anha (r.a), kaddasallahu ve sirruhu (k.s)
ifadelerinden geçilmez. Bunları okuyan birisi, kendisini ulaşamayacağı
başka bir dünyaya; kutsi ruhlar, evliyalar alemine girmiş gibi
hisseder ve sürekli acaba günah mı işliyorum endişesi taşır. Bir an
evvel buradan çıkarak hayata, yaşama dönmek ister. Dönünce de “Oh be
hayat varmış” duygusu taşır. Çünkü bu dil hayatın dili değildir.
Anlaşılmaz ifadelerle örülü, kendine özgü Arapça dini terimler
yığınından ibaret bir tapınak dilidir. O mesleği bilenlerce açıklanıp
yorumlanması gerekir. Biliyorum, böyle söylememe “meslek erbabı” çok
kızıyor. Hazırladığım meale “Ruhanilik kaybolmuş, Kur’an sanki sokağa
sesleniyor gibi olmuş” diyorlar. Tam isabet! Notre Dema’nın Kamburu
filmini seyrederken papazın “Peder, İncili tercüme edeceğiz, herkes
anlayacak” teklifine öfkeyle “Hayır olmaz! o zaman ben ne olacağım.”
Demesi gibi…
Bunların peygamberin bize arkadaş olmasıyla ne alakası var demeyin.
Bilin ki iş buralardan başlayacak…
***
Önce din dili yaşamın dili olarak yeniden ifade edilecek. Yaşamın
dilinden ayrı bir din dili olmadığı gösterilecek. Bize yakın ve sıcak
gelen, yaşayan, canlı bir dil… Çünkü ilk doğduğunda öyleydi.
Peygamber, bize çok uzaklarda, örnek alınamayan, hiçbir zaman bize
arkadaş olamayacak bir rüyalar, ruhaniler, mucizeler alemi figürü
olmaktan çıkarılacak. Yanınızda yürüyen, evinize misafir olan, borç
isteyen, düşmanı şehrin dışında mı karşılasak diye soran, bak bu iyi
fikir hiç öyle düşünmemiştim diyen, nasıl gidiyor evlilik diye hal
hatır soran, hoş geldin gözüm gel buyur otur diye yer gösteren
“arkadaş” bir peygamber olacak.
Evet, arkadaş!
Evet, arkadaş!
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişiz değil mi?
Neden?
Çünkü arkadaş olursa ancak örnek alabilirsiniz. Aksi halde “dini
lider” veya “ruhani rehber” örnek alınmaz. Sırlı rüyaların beyazlar
içindeki ruhani dedesi gibi size buhurlar içinden nazarla bakar ve
kaybolur. Ona salavât getirilir, tesbih çekilir. Yanınızda yürüyen,
yaşayan bir örnek olamaz. “Bu da bizim gibi çarşılarda yürüyor, yemek
yiyor, su içiyor. Bu nasıl peygamber?” dersiniz. Onu hayatın içinde
görürseniz salavât çektiğim bu muydu diye itiraz edersiniz. “Git, bana
buhurlar içinde tekrar görün” dersiniz. Ali, Ahmet, Hasan diye
anılırsa basbayağı bizden birisi olacağı için kabullenemezsiniz.
Bu nedenle şu an çıksa evinize veya işyerinize gelse “Ben Muhammed,
merhaba” dese küstaha bak diye üzerine yürürsünüz.
Bu nedenle Ali Şeriati “Muhammed kimdir” diye kitap yazınca, din
bekçisi kesilip yazarı hizaya sokma havasında ve gayet takva numunesi
edasıyla “O senin mahalle arkadaşın mı?” diye zılgıt çekersiniz.
Bu nedenle “salavât çekmek” artık peygamberi bize arkadaş kılmıyor.
Bizden uzaklaştırıyor. Öyle bir saygı anlayışı ki ismini
anamıyorsunuz. Yanınızda, yörenizde göremiyorsunuz. İnsan arkadaşının
ismini kırk türlü salavât seremonisi ile anar mı? Bir çırpıda ve direk
ismini söyleyemiyorsanız arada resmiyet var demektir ve o sizin
arkadaşınız olamaz. Arkadaşınız olamazsa örnek de olamaz.
Kaldı ki “Allah’ın Resulü” dışında bir isimle anılacaksa ona en
yakışan ve tamamen gerçeğin ta kendisi olan ifade Muhammedu’l-Emin
(Dürüst Muhammed) olabilir. Bundan daha büyük bir unvan ne olabilir?
Zaten o önce bu olduğu için Allah’ın Resulü olmuştur: “Sana olan
nimeti sayesinde Rabbin ile konuşuyorsun, cinlerle değil. Bu sana
lütuf ve ikram dışında hak ettiğin bir karşılıktır. Çünkü senin
muazzam bir ahlakın var; hiç kuşkusuz!” (Kalem; 68/2-4).
Bana sorarsanız Ali Şeriati’nin tarzı daha doğru. Hem uslup olarak
Kur’an kullanımına uygun, hem de gayet sade bir dil. Hayattan kopuk,
ağır ve ağdalı bir tapınak dili yaratmıyor. Peygamberleri ulaşılmaz,
yaşanan hayatta karşılığı olmayan, kendileriyle “arkadaş”
olunamayacak, uzaklarda piri fani varlıklar olarak resmetmiyor. Kendi
hayatımıza, içimize, yanı başımıza getiriyor. Ben bu dili daha çok
seviyorum.
***
Ne yani peygambere “arkadaşımız” gözüyle mi bakacağız derseniz, “Evet,
o sizin arkadaşınız” derim. Çünkü hem Kur’an, hem de kendisi öyle
diyor.
Kur’an, onun için “arkadaş” kelimesini bizzat kullanır:
“Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (34/46), “Arkadaşınız yoldan
çıkmış ve sapıtmış değildir.” (53/2), “Arkadaşınız bir mecnun
değildir.” (81/22), “Arkadaşı ona ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’
dediği zaman…” (9/40).
Onun öğrencileri, tebası, muridleri, hayranları, fan kulubü vs. değil;
sahabeleri yani “arkadaşları” vardı. Veda hutbesinde de onlara böyle
hitabetti: Ashabım! (Arkadaşlarım!)
Ne asil ve klas bir hitap!
Ne demek arkadaş? Arkanda duran, sırtını güvenle yasladığın demek…
Ne demek sahabe? Sohbet ettiğin, konuştuğun, dertleştiğin, hemhal
olabildiğin demek…
Hep en iyi arkadaşın ne olduğunu annelerimiz öğretir diye
düşünmüşümdür. Öyle ya eve gelince ilk “Karnın aç mı?” diye sorarlar.
Bunu ancak senli benli olabildiğin gerçek bir arkadaş sorar, değil mi?
Böyle bir arkadaşınız olmasını istemez misiniz?
İşte peygamberin sahabeleriyle arkadaşlığı böyleydi.
Hangi fil dişi kulesine çekilmiş lider halkla dertleşir? Hangi şeyh
muridlerini arkadaşı olarak görür? Hangi yıldız hayranlarının arasına
karışır? Hangi din adamı kendini “avamla” aynı kefeye koyar? Hangi
efendi meclisindekilere su dağıtır?
Bunları ancak etrafındakilerle “arkadaş” gözüyle bakan yapabilir.
Peygamberimiz kesinlikle böyle birisiydi. Yanındakileri, kendisiyle
beraber olanları “arkadaşı” olarak görüyordu onun için onlara sahabe
(arkadaş, derttaş, yoldaş) denildi.
Karşısında titreyen bir adama “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum
ben ne titriyorsun be adam” dedi.
Yemen’den gelen Muaz bin Cebel yanına gelince secde edip eteklerine
kapandı. Yakasından tutup kaldırdı ve sordu: “Ne yapıyorsun, bu
yaptığın nedir?” Muaz “Ey Allah’ın Resulü, Yemen’de Yahudi ve
Hristıyan alimlerinden gördüm. Birbirlerini böyle selamlıyorlar,
peygamberlerin selamlaması böyleymiş” dedi. Şöyle cevap verdi: “Dik
dur ve Allah’ın selamı, sevgisi ve merhameti (rahmeti) seninle olsun”
de. Bizim selamlamamız budur, onlar peygamberlerine iftira atmış”
dedi…
Kimseyi önünde eğdirmedi. Kimseye elini öptürmedi. Kendisi içeri
girince kimseyi ayağa kaldırmadı. Sürekli “Ben de sizin gibi bir
insanım” derdi. Peşinden gelenleri değil; yanında olanları hep
“arkadaşları” olarak gördü. Nitekim Kur’an da öyle demiyor mu:
“Muhammed ve onunla beraber olanlar (meahu)…”
Bu çok farklı bir ilişkidir. Patron-işçi, amir-memur, şeyh-murid,
hoca-talebe, efendi-köle ilişkisine alışık olanlar bunu anlayamaz. Ve
de gayet rahatsız olurlar.
Dünyada gerçek anlamda arkadaş gibisi var mıdır?
Karşısında dik durulmasını isteyen, gülenle gülen, ağlayanla ağlayan,
arkadaşlarının üzerine titreyen, mazlumlar için meydana atılan,
belaların içine dalan öksüz bir vicdana destek vermek… Onunla Allah’ın
günlerini yaşamak, destanlar yazmak, tarih yapmak, davasını kendi
davan, yolunu kendi yolun bilmek, ona arkadaş olmak, ekmeğini aşını
onunla paylaşmak ve yeni bir dünya için onunla omuz omuza savaşmak,
çarpışmak, vuruşmak…
Onun zamanında yaşasaydım benim için en büyük bahtiyarlık herhalde bu olurdu.
Siz siz olun peygamberi arkadaşınız gibi görün. Ben öyle görüyorum.
İsmini arkadaşınızı anar gibi anın. Korkmayın kızmayacaktır.
Ve peygambere arkadaş olmak istiyorsanız, çevrenizde onun yaptığı gibi
arkadaşlık destanları yazın. O zaman “yaşayan sahabe” olursunuz.
Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş
Doldurmaz boşluğunu ne ana ne kardaş
Bu en güzel bu en sıcak duygudur; arkadaş
‘Ehl-i kitâp’ kimdir?
Mohammad Zachary Kur’an hitaplarını “üzerimize almama” alışkanlığımızın en çok geçerli olduğu yerlerden birisi de “Ehl-i kitâp” ayetlerinin geçtiği yerlerdir.
Çoğumuz “Ey kitâp ehli!” denilen yerleri hızla geçeriz. “Bizden bahsetmiyor” diyerek aldırış etmeyiz. Öyle ya Ehl-i kitâp Yahudiler ve Hristıyanlardır, bize ne ki? Delalete düşenler ve gazaba uğrayanlar da onlardır. Bizim delalete düşmemiz (bozulmamız/sapmamız) ve gazaba uğramamız (Allah’ın öfkesini çekecek işler yapmamız) nasıl mümkün olabilir? (!).
Oysa Kur’an’ın “tarihini” değil; çağımıza yönelik “mesajını” önceleyen Yaşayan Kur’an esprisine göre “Ey önceki çağlarda kendilerine Kitâp verilenler!” hitabına biz Kur’an “ehli” olanlar da girmeli değil mi? Çünkü şu an biz de önceki çağlarda (14 asır önce) indirilmiş bir Kitab’ın ehli/varisi olduğumuzu iddia edip durmaktayız.
Kitaba “varis” olmak veya onun “ehli” olmak tek başına yetiyor mu?
Baktığımızda, tarihi süreç içinde Kur’an’dan önceki çağlarda kendilerine Kitâp verilmiş olanların yaşadığı “Ehl-i kitâplaşma sürecini”, ‘onlar keler deliğinden geçse, geçerek’ Kur’an’dan sonra bizim de yaşadığımız görülüyor.
Bunlara birazdan gireceğiz….
***
Ama önce “Kitâp” kavramının Kur’an’ın kendi öznel dilinde ne manada kullanıldığından başlayalım.
Baktığımızda “Kitâp” kelimesinin Kur’an’da 242 kez geçtiğini görüyoruz.
Yani gayet merkezî, ana bir kavram.
Bunların tamamını burada aktarmam mümkün değil. Fakat bir tasnif yapacak olursak öznel (kendine özgü) ve nesnel (hepimizin bildiği) iki ana manada kullanıldığını görüyoruz.
1- Öznel anlamı: Bilgisayar çağındayız kolay anlaşılması için oradan örnek verelim, “el-Kitâp” bu manada tüm varlığın ve oluşun işletim sistemi ve hafızası (belleği) anlamında kullanılıyor. Yani tüm evrenin; tarihin, hayatın, tabiatın işleyen sistemi… Keza tüm evrenin; tarihin, hayatın ve tabiatın hafızası/belleği (lehv-i mahfuz)…
Örnek 1: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitâpta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid; 57/22). Yani deprem, sel felaketi, yanardağ patlaması, fırtına, kasırga, hastalık, ölüm, toplumsal yükseliş ve çöküşler vs. hepsi işleyen bir sisteme, yasaya göredir. Bunlar size isabet etmeden önce de belirli bir işletim sistemi, yasa, düzen üzeredirler. Evrenin yazılım/işletim sisteminin (el-Kitab’ın) dışına çıkamazsınız, hepsi orada yazılıdır. Size düşen işletim sisteminin elverdiği ölçüde hareket etmek, gereken tedbirleri almaktır. Aksi halde müsibete uğrarsınız (bilgisayarınız, sağlığınız, eviniz, işiniz, toplumunuz vs. çöker!)… Kur’an işte buna evrenin işletim sistemi, düzeni, yazılmış yasaları (el-Kitâp) diyor. Bu durumda Kitabı okumak evreni; tarihi, hayatı ve tabiatı okumak demek oluyor.
Örnek 2: “Hangi oluşta olursan ol, Kur’an’dan her ne okursan oku ve her ne iş yaparsanız yapın, siz bu işlere daldığınızda Biz hepsini görüyoruz. Çünkü ne yerde ne gökte, küçük büyük fark etmez, zerresine kadar hiç bir şey Rabbi’nin bilgisi dışında cereyan etmez. Bunların hepsi apaçık bir Kitâptadır.” (Yunus; 10/61). Yani siz bir iş ve oluşa (şe’n) başlar başlamaz, aynı anda (hemdem, senkronik) olarak Biz de olayın içindeyizdir. Çünkü Allah her şeyi çepeçevre kuşatıp kaplamıştır (muhit). Fakat buna rağmen siz mahiyet olarak O değilsiniz, O da siz değil. Olup biten her şey cömert yazıcılar (kirâmen kâtîbin) tarafından kaydedilmektedir. Yani insanın, tarihin, toplumun, tabiatın hafızasına işlenmekte, evrensel koruyucu bellekteki (lehv-i mahfuz) yerini almaktadır. Zerre miktarı bir kıpırtı bile yok olmamakta, evrenin hafızasına (el-Kitâp) kaydolmaktadır. Güneş, ay, yıldız, gece, gündüz, tanyeri, dağlar, ovalar, zeytin ve incir ağaçları, eller, ayaklar, deriler, yeryüzü vs. hepsi buna şahit olacaktır. Zamanı geldiğinde, bütün bunlar dile gelecek, kayıtlar ortaya dökülecek, bellekler açılacak ve her kişiye “Kendi ellerinle yazdığın kitabın (hayatın) işte bu, haydi oku” denecektir… Kur’an işte bu tarihin, hayatın ve tabiatın işleyen sistemi esnasında olup bitenlerin kaydedilmesine de hafıza/bellek (el-Kitâp) demektedir…
Demek ki el-Kitâp bu durumda işletim sisteminin önce kendisi, sonra da işleyişi esnasında ortaya çıkanların kayda geçmesi, hafızaya alınması manasına geliyor. Mesela insan için kullandığımızda insanın işletim sistemi onun ruh ve beden sağlığının yasaları demek oluyor. İşte el-Kitâp’ta belirlenmiş olan bu. İnsan verilmiş işletim sistemini/yazılımını şu (iyi) veya bu (kötü) yönde çalıştırınca (amellerde bulununca) kendi hayat kitabını da yazmış oluyor. Ahirette ona kendi yazdığı kitabı gösteriliyor (amel defterleri açılıyor) ve “Oku kitabını” deniyor.
2- Nesnel anlamı: Bu da bildiğimiz anlamda genel geçer manada kitâp demektir.
Örnek: “Yoksa size ait bir Kitâp var da, onda mı okuyorsunuz?” (Kalem; 38)… “Kendilerine Kitâp verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (En’am 20)… “Ehl-i kitâptan bir gurup, okuduklarını Kitâptan sanasınız diye Kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitâp’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde ‘Bu Allah katındandır” derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Al-i İmran; 78) vb.
Görülüyor ki el-Kitâp terimini Kur’an, Mekkî ayetlerde daha çok birinci öznel anlamıyla, Medenî ayetlerde ikinci nesnel anlamıyla kullanmakta. Çünkü Medine’ye gelindiğinde kendilerine Yahudi veya Hristıyan diyenlerin yanlarında Allah’tan olduğunu iddia ettikleri Kitâplar vardır. Bu noktada Kur’an onlarla polemiğe giriyor. Kurumsal din eleştirisi yapmaktan ziyade “Kitâp ehli olmak” iddiası üzerinde duruyor. Çelişkilerini ve tutarsızlıklarını bir bir ortaya döküyor. Yahudileri daha çok amel, Hristıyanları da inanç noktasında eleştiriyor.
***
Şimdi…
Bu eleştirilerin neler olduğuna baktığımızda Ehl-i kitâp derken kimin kastedildiğini de anlamış olacağız.
Buna göre Ehl-i kitâp aşağıda Kur’an’dan ilgili ayetleri tarayarak çıkardığım 15 maddede sıralanan özellikleri üzerinde bulunduran her kişi ve kesim olmak icap eder. Kendisine tarihsel/dinsel kimlik olarak Yahudi, Hristıyan, Mecusi, Hindu, Müslüman demiş fark etmez. Kanımca her kim bu özellikleri taşıyorsa Ehl-i kitâplaşmış demektir.
Aşağıda hiçbir tarihsel/dinsel kimlik adı anmadan, kendilerini bir Kitap’a nisbet edenlerin özelliklerini tavır ve davranış tarzları bakımından okuyacaksınız. Bakalım Ehl-i Kitap kimmiş?
1- Üzerinden zamanlar geçtikçe yanlarındaki Kitabı dünya malı yığma vesilesi haline getirirler. Kitabın sadece “ehli” olmakla işin biteceğini sanırlar. “Nasıl olsa mağfiret edileceğiz” derler. (bkz. A’raf; 169). Bu nedenle en önemli özellikleri “fırka-ı naciye”nin kendileri olduğu iddiasıyla “kurtulmuşluk vehmi” içinde olmalarıdır.
2- Öyle donmuş, katılaşmış ve taşlaşmışlardır ki ellerindeki Kitabı dünya malına alet etmeme çağrısı yapan uyarıcıları, hatırlatıcıları şaşkınlıkla karşılarlar. (bkz. A’raf; 63). Çünkü Kitâp onların tapulu malıdır, bu işin sahibi ve kompedanı onlardır. (!).
3- Bu tür uyarılarda bulunanları kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat uyarıya kulak asmak işlerine gelmez. (bkz. En’am; 20). Çünkü içine girdikleri kurtulmuşluk vehmi onlara kafa konforlarını iade etmekte, asude gölgeliklerde gayet mutlu yaşayıp gitmektedirler.
4- Kendi elleriyle yazdıkları bir takım kitapları ruhanîleştirirler. “Bu Allah’tan” diyerek vehbî yolla yazdırıldığını söylerler. Dahası az bir paha (para, makam, mevki, taraftar çoğaltma, karizma, şöhret) karşılığı satarlar. (bkz. Bakara; 79). Allah’ı ve Kitap’ı bunları sağlamada kolay ve ucuz bir sermaye olarak kullanırlar. Oysa karınlarına ateş doldurduklarının farkında bile değillerdir. (bkz. Bakara; 174).
5- “Bizden başka kimse cennete giremeyecek” derler. Kendi dininden başkasını cennete layık görmezler. Oysa bu sadece bir kuruntudur. ‘Madem öyle ölümü hemen isteyin?’ deyince birden gizli günahlarını ve kötü işlerini hatırlayarak yerlerinde çakılıp kalırlar. (bkz. Bakara; 111).
6- Sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü uyarılara kulak asmazlar. Allah’ın ve Kitap’ın ellerinden gittiği vehmine kapılırlar. Kendi dışlarından bir ümminin gerçekleri onlara hatırlatması onlara zor gelir. Sülük gibi Kitap’a yapışırlar ama içinde ne dediği umurlarında bile değildir. Hiç okumamış gibi tüm uyarılara karşı arkalarını dönerler. (bkz. Bakara; 101, 179).
7- Kendilerine “iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, sevgi, vicdan, merhamet, adalet, söz, namus, vefa çağrıları nereden gelirse gelsin inanın, bunlar da Allah’tandır” denince “Biz sadece bizde olana (indirilene) inanırız” derler. Ellerindeki kitaba sıkı sıkıya sarılır, başkasını dışlarlar. Bu sözlerin sadece kendi Kitâplarında olduğunu zannederler. Halbuki o sözler evrensel olup insanlık vicdanında (basairu li’n-nâs) ve Kitabın anasında/özünde (ummu’l-Kitâp) yazılıdır. Aynı kaynaktan gelmektedir. Yanlarındaki kitabı tasdik edici, doğrulayıcı ve sürdürücüdür. (bkz.Bakara 91).
8- Allah’ın sevgi ve merhametini (rahmet) tekellerine alırlar ve kendileri dışında kimseye inmesini istemezler. (bkz.Bakara; 105). Çünkü onlar doğuştan Allah’ın ve Kitâp’ın sahibi ve varisidirler. Allah onlardan başkasının Allah’ı olamaz. Kitâp’ın, zahiren de olsa bekçiliğini yaptıklarına göre Allah yalnızca onlara çalışmalıdır (!).
9- Doğruyu yanlışla karıştırırlar, bile bile gerçeği gizlerler. İşlerine gelmeyeni görmek istemezler. Kitabın işlerine gelen yanını alır, gelmeyen yanını unutmak isterler. (bkz. Al-i İmran; 71) Özellikle de mal ve mülk ile ilgili ayetlerine fena bozulurlar. Örneğin “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyaç fazlası olan her şeyi” ayeti keşke inmeseydi diye gizli duygular taşırlar.
10- Kendi kitaplarına bağlı olmayanlara karşı sorumluluk hissetmezler. Öyle ki bir dinar emanet bıraksan tepesine dikilmedikçe iade etmezler. “Ümmilere (dışımızda olanlara, dinimizden olmayanlara, kitabımıza inanmayanlara) karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur.’ derler. (bkz. Al-i İmran 75). Hatta başka dinden bir kadını “cariye” yerine bile koyabilirler.
11- Okuduklarını Kitâptan sanasınız diye Kitâbı okurken dillerini eğip bükerler. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde “Bu Allah katındandır” derler. Bile bile iftira atmaktan çekinmezler (bkz. Al-i İmran; 78).
13- Dinde aşırı giderler. Allah’ı bırakıp elçisini ilahlaştırırlar. Allah’ı bırakıp Kitabını fetişleştirirler. Allah’ı bırakıp kuluna taparlar. Allah’ı bırakıp alimlerini, din adamlarını, rahiplerini, hahamlarını, müfessirlerini, müçtehidlerini, şeyhlerini, şıhlarını, kutuplarını, hocalarını, imamlarını, seyyidlerini, azizlerini, velilerini, kutuplarını, gavslarını, maguslarını, mollalarını, gurularını, racalarını Rabb ittihaz ederler. Onların sözünü Allah’ın sözü yerine koyarlar. Kitabı anlayıp gereğini yapacakları yerde onu türlü maskaralıklara alet ederler. Ayetleri muska yaparlar, ölülerin arkasından okurlar, tılsım çıkarırlar, şifre ararlar. İşaret edilen yöne gitmeyi bırakıp, işaret parmağının kendisi ile uğraşıp dururlar (bkz. Al-i İmran; 64, Tövbe; 31, Bakara; 102, Nisa; 171).
14- Allah’a ve ahiret gününe inanıyor görünmelerine rağmen dünyaya karşı insanların en açgözlüsüdürler. Hatta müşriklerden bile daha hırslıdırlar. Her biri ister ki bin yıl yaşasın. Oysa uzun yaşamak hiç kimseyi azaptan kurtarmaz. (bkz. Bakara; 96).
15- Üzerlerinden uzun zamanlar geçince kalpleri katılaşır. Kitâp artık kalplerine heyecan, ruhlarına can veremez hale gelir. (bkz. Hadid; 16). Yanlarındaki Kitâp artık bir tapınak kitabı olmuştur. Okusalar da okumasalar da fark etmez. O artık bir Kitâb-ı Mehcur’dur. (terkedilmiş, unutulmuş Kitâp). Eh, artık onun da sadece “ehli” olunur…
***
Bunlar onların Kitâptaki özelliklerinden en önemlileridir.
Tarihi sürece baktığımızda ise “Ehl-i kitâplaşmanın” birbirine benzediğini, muharref (bozulmuş, aslını özünü kaybetmiş) hale gelmenin hiç değişmediğini, yine yeniden birbirini tekrar edip durduğunu görürüz.
Önce Kitâp hayattan çekilir.
Sonra bakış açılarında, yaklaşımlarda, algılarda tahrif görülür. Neyin Allah’tan neyin kuldan olduğu birbirine karışır. İnançlar değişir, ameller bozulur.
Nihayet bir dünya gücünün etkisine girilir ve devrin egemen gücünün Ehl-i kitâplaşmış tebası/maşası olunur. Musa’dan sonra Yahudiler zamanla Ehl-i kitâplaşmış ve Pers İmparatorluğu’nun tebası, matraplığı haline gelmişti. İsa’dan sonra da Hristıyanlar Roma için aynı duruma düşmüştü.
Peki ya Muhammed’den sonra Müslümanlar?
Eski zamanlarda Pers egemenliğindeki Yahudiler’in, orta zamanlarda Roma egemenliğindeki Hristıyanların Ehl-i kitâplaşması gibi, modern zamanlarda da Anglo-Sakson (Batı) egemenliği altındaki Müslümanların Ehl-i kitâplaşmasından bahsediyoruz.
Ne yazık ki kanatan, yakıcı gerçek budur.
Mecusiler, Yahudiler ve Hristıyanlar’dan sonra bana öyle geliyor ki yeni Ehl-i kitâp inançları ve amelleri muharref hale gelmiş ‘Müslümanlar’dır.
İçlerinden çok azı işin özünü kaybetmeyip gece yarılarında kalkarak gözyaşları döker. Ekmeğini aşını bölüşerek kardeşlik, tevhid ve adalet ruhunu sürdürür. Bunlar daima azınlıktadır.
Dinin işaret ettiği yöne gitmeyi bırakıp dinin kendisine yoğunlaşma, aşırı ve abartılı bir şekilcilik, “din manyağı” olma derecesinde Tevratçılık, İncilcilik, Kur’ancılık, Talmutçuluk, Mişnacılık, fıkıhçılık, hadisçilik, kelamcılık, tefsircilik, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik vb. yaparak insana, eşyaya, hayata ve doğaya yabancılaşma ve böylece tarihin, hayatın ve doğanın işleyen/ yaşayan düzeninden (el-Kitâp) kopuş Ehl-i kitâplaşmanın ortak özelliğidir.
Şu an baktığımızda Müslümanlar olarak hal ve gidişatımız önceki Ehl-i kitâplıları hiç de aratmıyor. Tipik Ehl-i kitâp özellikleri gösteriyoruz. Ne yani sırf Müslümanız diye bu sınıfa girmeyecek miyiz? Elimizdeki kitabın ismi Kur’an olunca yukarıdaki 15 madde bizim için geçersiz hale mi geliyor? Zaten böyle düşündüğümüz (kurtulmuşluk vehmi) için Ehl-i kitâplaşmış olmuyor muyduk?
Kaldıki Kur’an’ın kendisi zaten ileride bir Ehl-i kitâplaşma olabileceğini haber veriyor. Yazıyı o ayetle bitireceğim, lütfen dikkatle okuyun.
Yukarıdaki “15 maddede Ehl-i kitâp” sıralaması çok tanıdık gelmiştir. Fazla uzaklara gitmeye gerek yok. Bunu anlamak için ayetleri arkamıza bakmadan üzerimize alınalım yeter. Gerçeğin bütün çıplaklığı ile içimizi yaktığını göreceğiz.
***
Demek ki üzerinden uzun zamanlar geçince kalplerde ürperti kalmıyor, heyecanlar tükeniyor. Uyanıklık, korku ve titreme yerini donukluğa ve kurtulmuşluk vehmine bırakıyor… Kesin inançlı, cenneti garanti gören, “inandım” (amentü) demekle kurtulacağını sanan, yaşantıyı (praxis) değil; sırf kimliği, ameli değil; sırf imanı kurtuluş sebebi sayan bir zihniyet oluşuyor. Kesin inançlıya bir kitap yetiyor. Kuru kuruya kitap “ehli” olmakla iş tamam sanılıyor.
Öyle olunca Yahudiler için Tevrat, Hristiyanlar için İncil, Mecusiler için Avesta, Hindular için Vedalar ne anlama geliyorsa artık Müslümanlar için de Kur’an o oluyor.
Esasında Kitâp, ehlinin elinde ölüyor!w
“İman edenlerin Allah’ı ve O’nun katından inen gerçeğin ta kendisini hatırlamaları için titreyip kendilerine gelme zamanı gelmedi mi? Yoksa üzerlerinden uzun zaman geçince yoldan çıkıp kalpleri katılaşan o ‘Kitâp verilenler’ gibi mi olacaklar? (Hadid; 16)
X
Mustafa Dinçer, 22.10.2010
X
“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak
Kendi asudeyse, dünya yansa baş kaldırmamak…
Sözünde durmamak, yalan sözden çekinmemek
Kuvvetin meddahı olmak, acizi hiç söyletmemek…
Mübtezel bir çok merasim; eğilip bükülmeler, yatmalar
Şaklabanlıklar, gösterişler, ardı ardına aldatmalar…
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler arasında ciddi açık…
Enseden arslan kesilmek , cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle bir zillet görmedi…”
Recep İhsan Eliaçık,
Mustafa Dinçer’den, 22.10.2010
X
“Simonlaşma” tabiri “Mücahitlikten müteahhitliğe”, “Cipli türbanlı durakta bekleyen türbanlı”, “Abdestli kapitalizm”, “Sivil vesayet” gibi içinden geçtiğimiz sosyo-politik dönemi ifade eden yeni bir muhalif tabir…
Hanefi Avcı’nın kitabını üzerine bina ettiği en temel kavram Simonlaşma.
Kitabın ismi de oradan geliyor: “Haliçte yaşayan simonlar…”
Türkiye’de muhafazakâr iktidara “dışarıdan” çeşitli eleştiriler yapılıyor. Ben onları pek önemsemiyorum ama içeriden birisi muhalif bir ses yükseltince ona kulak kabartıyorum.
Çünkü “aynı iklimden gelen muhalif sesler” benim için başka bir anlam ifade ediyor.
Eğer anlarlarsa bu iktidar çevrelerinin çok yararına olan bir şey.
Hanefi Avcı da bunlardan birisi.
Dönemin bir başka açıdan resmini çizmiş.
Önemi şuradan geliyor: “Simonlaşma var” diyen kişi iki çocuğunu“Samanyolu kolejinde” okutmuş, sağcı/muhafazakar/anti-komünist,“vatan, millet, bayrak, Allah, kitap, din” davası gütmüş ve yıllarını buna vermiş, 28 şubatçıların gazabına uğramış, hapse atılmış, bu yüzden açığa alınmış, mahkeme kararıyla ancak görevine dönmüş, 2003 yılında muhafazakar bürokrat olarak ataması yapılmış, dönemin muhafazakar içişleri bakanının oğlunun (Murat Aksu) irtibatlı olduğu bir kaçakçılık operasyonu yüzünden Edirne’ye sürülmüş, orada gümrükçü rüşvetçileri kamerayla tespit ettirip üzerine gittiği için de Eskişehir’e alınmış birisi. Ve halen Eskişehir’de görevde…
İşte burada duracaksınız.
***
Hanefi Avcı’nın kitabını okuyunca daha önce yazdığım “Zamanın ruhu değişti” ve “Yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm”makaleleriyle aynı dalga boyunda olduğumuzu gördüm.
Şöyle bir şey: Servet ve iktidar döngüsünün kendine özgü bir mantığı var. Bu döngünün içine giren herkes nasıl oluyorsa aynı tipe dönüşüyor!
“İktidar” öyle bir aşüfte ki siz ona teslim olmazsınız o size teslim olmuyor.
Bir kez teslim olunca da herkese aynı şeyi yaptırıyor.
Ona ancak “özgür ve yüce ruhlar” karşı durabiliyor. Onlar da ancak 1400 yılda bir geliyor dünyaya.
O iki makalede bunları anlatmaya çalışmış, bazıları için kabullenilmesi zor“erken” eleştiriler yapmıştım. Hala da aldığım muhalif pozisyonun “erken”olduğunun farkındayım. Dikkatler darbe, cunta, Ergenekon hesaplaşmasına çevrilmişken böylesi bir tavır alış zor anlaşılır biliyorum.
Ama tecrübeyle sabit ki son 30 yıldır hep en az 10 yıl erkenden konuşmuşum. Fakat ben “Şu dağın arkasında tehlike var” demeye devam edeceğim. Bunun bedeli neyse ödemeye razıyım.
Hanefi Avcı’nın kitabı da -gerçi kendisi geç bile kaldığını söylüyor- ama en az 10 yıl erkenden konuşanlardan. Söylediklerinin ne manaya geldiği zamanla anlaşılacak, bu kesin.
Şu kişi bu kişi, örgüt/cemaat/istihbarat bilgi ve belgeleri filan beni fazla ilgilendirmiyor. Ben daha çok “Simonlaşma” ve “Haliçten yayılan kokular” metaforu üzerinde duracağım.
***
Keser dönüyor sap dönüyor bir gün oluyor hesap dönüyor ve…
“Haliç’ten yayılan kokuları” önleme ile ün yapmış bir siyaset olarak, kendi muhitinizden, hatta kendinizden yayılan kokuları duyamaz, örgüt/cemaat/devlet yani “iktidar” dışında hiçbir şey göremez hale gelerek“simonlaşıyorsunuz”…
Bu nasıl olabiliyor?
“Simon” kitapta Bekaa’da örgütün devrim mahkemesi yargıçlığını yapmış bir militanın kod adı. Avcı bu metaforu ondan esinlenerek geliştirmiş.
“İktidar” hırsı içindeki grupçu/örgütçü/cemaatçi yapıların insanları nasıl robotlaştırdığını anlatabilmek için seçilmiş bir ad: “simon” …
Bunun P-tipi bir örgüt (PKK), F-tipi bir cemaat (Fethullahçılık) veya E-tipi bir devlet (Ergenokon) olması hiç fark etmiyor.
Hanefi Avcı işte bunu anlatıyor:
“Bizler de her suçu değil; yalnızca bize öğretilen ve empoze edilen hususları suç görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak nitelendirmiyor muyduk? Bu duruma, bu tip davranışlara “Simonlaşmak” adını verdim. İşte bunu düşündükten sonra kendi kendime söz verdim; ben bir Simon gibi olmayacaktım, ben Simonlaşmayacaktım…” (s. 18).
Avcı’nın “simonlaşma” metaforu ile anlatmak istediği aslında “robotlaşma”…
Örgüt, cemaat veya devlet robotu haline gelme…
“Aslında Simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer vermeyen, özgürlüğü önemsemeyen, itaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlor var…” (s. 18).
Bu noktada Avcı’nın mesajı kendini “servet ve iktidar şehvetine”kaptırmış herkese…
“İktidar” denen aşüftenin cazibesine kendinizi kaptırdığınızda nasıl paçavraya döneceğinizin ibret dolu dersleriyle dolu kitap…
Dün devlet bugün cemaat…
Dün örgüt bugün tarikat…
Dün E-tipi bugün F-tipi…
Dün Kemalist bugün Muhafazakâr…
Dün solcu bugün sağcı…
***
“Haliçten yayılan kokular” metaforu ile de iktidar mantığının adamı simonlaştırdıktan sonra, özellikle kendi gurubunun yanlışlarını göremez, duyamaz hale gelmesini, bunu kanıksamaya başlamasını anlatmaya çalışmış;
“Herkes biliyor ki bu ülkede ihaleler büyük oranda hileli. Bu ülkede tapu, trafik, gümrük gibi birçok kurum rüşvet batağında. Yolsuzluk ve usulsüzlük usul, esas haline gelmiş. Adam kayırma, torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede işlerin doğru ve dürüst yürütülmediğine inanıyor. En büyük usulsüzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en çok karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor, en rüşvetçi kişi en itibarlı kişi olarak kabul görüyor… Demek ki çoğunluk pis ve kirli, her türlü yanlışlığın bol olduğu bir ortama uyum sağlamış, bu durum kanıksamış ve normalleşmiş. Bu durumu görebilmek ve algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor…” (s. 20).
Uyum sağlamak… Kanıksamak… Normalleşmek… Kokuyu hissetmemek…
Rüşvete “komisyon”, hortuma “istihkak”, avantaya “siyaset payı”demek…
Sonra Yazarın Diğer Yazıları Ebuzerleşmeleyim inşallah ‘1 milyar insan hangi suçundan dolayı aç?’ Dinle Ebu’l-Kasım’dan Biz de ikisi de var Dört kitabın manası Cehennem tehditleri kime yönelik? Cehennem tehditleri kime yönelik? Tabiat ayetleri kime yönelik? İbn Haldun’dan mülk dersleri Açlıkla boğuşan bir ülkede din söylemleri İslam’ın kayıp şehri: El-Muhtare Böyle kuruldu Medine Kapitalizmin panzehiri Adem’in iki oğlu (Habil-Kabil) kıssası ne anlatıyor? Karun kıssası veya zenginin genetiği Direniş teolojisi İslâm`ın `yoldaş`ları (`refîk`leri):Karmatîler Korku imparatorluğu Nemrud kıssası veya hegomonun genetiği ‘Ümmet-i vahide’ İslam’ın krizi (1) İslam’ın krizi (2) Muktedirin kaderi Kur’an’da ‘üsttekiler’ ve ‘alttakiler’ Akdeniz kelebekleri Bir başka açıdan Ashâb-ı Sefîne (Gemi arkadaşları) Allah `eşitliği` takdir etti İslâm’ın iki büyük şiârı Ahir zaman ilmihali `Dağları Korkutan Emanet` `KAPUSKA` (BİR 12 EYLÜL HİKAYESİ) İSLAM, EŞİTLİK VE SOSYAL ADALET “Aşağılık maymunlar olun!” YENİ SINIFIN ‘SİMON`LARI
X
Bir memlekette “yolsuzluğa” karşı en ciddi itirazlar dindarlardan gelmeli… Dindarlar yani Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını, Kur’an okuduklarını, Peygamberin yolundan gittiklerini söyleyenler ülkelerinin “derin vicdanı” olmak durumundadırlar…
‘Yolsuzluk Yapan Sahabe’ İçin İnen Ayet
İhsan ELİAÇIK
( http://www.haber10.com/makale/14692 )
Bir memlekette “yolsuzluğa” karşı en ciddi itirazlar dindarlardan gelmeli…
Dindarlar yani Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını, Kur’an okuduklarını, Peygamberin yolundan gittiklerini söyleyenler ülkelerinin “derin vicdanı” olmak durumundadırlar…
Çünkü Kur’an içinde yoksulun ve açın davası yoksa, böylesi dindarlık iddialarının gösteriş ve sahtekarlık olduğunu söyler (Maun suresi). Yolsuzluk yapan “sahabe” bile olsa deşifre eder. “Cemaat” duygusunun “adalet” duygusunun önüne geçmesine asla izin vermez.
İşte size bunun en çarpıcı örneklerinden birisi…
***
Rivayete göre Tu’me ibn Ubeyrik “zırh yolsuzluğuna” bulaşmıştı. Bir zırhı zimmetine geçirmiş ve olayı bir Yahudi’nin üzerine atmıştı. Çalıntı zırh kendinden istenince inkar etti. Hakkında “soruşturma” açılınca Tu’me’nin yakınları Hz. Peygambere gelerek olayı Yahudi’nin yaptığını doğrulamasını, bu yönde hüküm vermesini istediler. Hz. Peygamber de “zahire” bakıp lehlerinde karar vermeye eğilim gösterince Nisa suresinin aşağıdaki on ayeti (105–115) nazil oldu… Ayetlerle yaptığı hırsızlık ve yolsuzluk ifşa olunca Tu’me ibn Ubeyrik bunu kendine yediremeyerek Hz. Peygamber’in aleyhine döndü ve “mü’minlerin yolundan” ayrılarak müşriklerin safına geçti. Mekke’de yine bir hırsızlık olayında üzerine yıkılan bir duvarın altında kalarak öldü (Razi, İbn Kesir, Kurtubi)…
İşte sonraki çağlara yol göstermesi için hiç bir isim, yer ve zaman verilmeden olay üzerine inen ayetler;
“Sana gerçeğin ta kendisi olan Kur’an’ı indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan af dile. Allah çok affedici, sevgi ve merhamet kaynağıdır; bundan hiç şüphen olmasın. Hainler adına mücadeleye kalkışma. Çünkü Allah, fıtratını bozarak günah işleyenleri sevmez. Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebilirler ama Allah’tan gizleyemezler. Halbuki O’nun kabul etmeyeceği sözleri sayıp dökerken Allah yanı başlarında! Allah onların yaptıklarını çok iyi biliyor. Diyelim siz bu dünya hayatında onlara arka çıktınız, fakat kıyamet günü onların arkasında kim duracak ve onlara kim vekil olacak? Oysa kim bir kötülük yapar veya fıtratını bozar da sonra Allah’tan af dilerse Allah’ı çok affedici ve merhametli bulur. Çünkü günah işleyen yalnızca kendine zarar verir. Allah her şeyi bilir, çok bilgedir. Kim bir hata yapar ve suç işler de sonra onu masum birinin üzerine atarsa, iftira etmiş ve açık bir günah işlemiş olur. Allah’ın sana cömertliği, sevgisi ve merhameti olmasaydı onlardan bir gurup seni bile şaşırtmaya çalışmışlardı. Oysa onlar yalnız kendilerini şaşırtırlar sana da asla zarar veremezler. Nasıl yapabilirler ki Allah sana kitap ve bilgelik vermiş ve bilmediklerini sana öğretmektedir. Allah’ın sana olan cömertliği gerçekten çok büyüktür. Onların kapalı kapılar ardında çevirdikleri entrikaların çoğunda hayır yoktur. Ancak doğruluk namına karşılıksız vermek, ortak iyi için çalışmak ve insanlık yararına yapılan işlerde hayır vardır. Ve her kim bunu Allah’ın rızasını arayarak yaparsa yarın Biz ona büyük bir ödül vereceğiz. Kim de doğruluk ve dürüstlük yolu apaçık gösterildikten sonra peygamber ile bağını koparır ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse onu girdiği o yolda bırakır ve kendisini cehenneme atarız. Ne kötü gidiştir o!” (Nisa; 4/105-115).
***
Dikkat ettiniz mi Kur’an hırsızlık ve yolsuzluk yapan sahabeye “hain” diyor. İslam’dan döndüğü için değil; yolsuzluk yaptığı için hain oluyor. Çünkü “davadan” dönüyor. Dava ne? Doğruluk, dürüstlük, hak, adalet, yoksulun, öksüzün davası…
Peygambere, ‘sakın hainleri savunma, onlara arka çıkma’ diye tehbihliyor. Hatta zahire bakıp lehlerine hüküm vermeye eğilim göstermesini bile çok görerek “Allah’tan af dile, hainleri savunmaya kalkma” diyor. Ardından “Allah’ın sana cömertliği, sevgisi ve merhameti olmasaydı onlardan bir gurup seni bile şaşırtmaya çalışmışlardı.” diyerek bu tür olaylara asla göz yumulamayacağı, işte böyle anında deşifre edilip ifşa edileceği ve “davanın” yara almasına asla müsaade edilemeyeceği gösterilmiş oluyor.
Zırhı çalıp suçu Yahudi’nin üzerine atan Tu’me ibn Ubeyrik “din, iman” perdesi altında yolsuzluğunu örtbas ettireceğini sanıyordu. Ve “Nasıl olsa bir Müslümanı Yahudi karşısında zor duruma düşürmez, ‘bizden’ diye göz yumar” diye Peygambere gelip cilalı boyalı laflarla kendini suçsuz göstermeye kalktı. Peygamberimiz de “zahire bakarak”, lehine hükmedecekken Kur’an otomatikman harekete geçti ve virus proğramı gibi olayı “delete” etti.
Yukarıdaki ayetler işte bunu anlatıyor.
“Ders ve ibret olsun” diye de Nisa 105-115 ayetleri olarak evrenselleştirip kalıcı hale getiriyor. Gördüğünüz gibi bayağı da uzunca bir bölüm. Tam da günümüzü anlatıyor. Demek ki bu tiplerin hiç biteceği yok.
Peki “hortumcu” Tu’me ibn Ubeyrik ne mi yaptı.
“Beni bırakıp Yahudi’yi savunan böyle bir din olmaz olsun” diyerek peygamberle bağını kopardı, “mü’minlerin yolundan” ayrıldı ve Mekke’ye gidip müşriklere katıldı.
Dikkat ediniz, bu kişi “peygambere bağlanmış” ve “müminlerin yolunda” olan birisiydi.
***
Demek ki “mü’minlerin yolu” (sebilu’l-mü’minin) sadece “İman ettik” demekle yürünen bir yol değildir. İman ettik demekle cennete girilebilecek bir yol değildir. Yolsuzluk ve haksızlık (adalet-zulüm) meselesinde nerede duruyor, ne yapıyorsunuz, asıl mesele budur.
Kur’an’a dikkat edin bir takım ifşa ve deşifreler görürsünüz. Son günlerin moda tabiriyle “one minute” çektiği yerler görürsünüz. Bunların hepsinin doğrudan veya dolaylı olarak mal, mülk, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, öksüzlük, gariplik ve kimsesizlik ile ilgili meseleler olduğunu görüyoruz.
Örneğin Peygamberimiz “yoksul ve kör olan sahabeye surat asan zenginlere” gereğinden fazla ilgi göstererek yoksulu ve körü ihmal edince derhal uyarılır… Sahabenin birisi yolsuzluğa bulaşınca derhal ifşa edilir… Hatta hanımları arasındaki ifşalar bile bununla ilgilidir. Mısırlı bir çingene olan Maria diğer hanımları arasında kıskanılıp aşağılanmaya maruz kalınca onu koruyan ayetler gelir… Eski bir köle olan Zeyd, Zeyneb’e karşı korunur ve onu boşama hakkı savunulur. Yani bir eski kölenin Arap aristokrat kızını boşayabileceği söylenir…
Bunların hepsi Kur’an’ın davasının esas itibariyle yoksulun, öksüzün, mağdurun, mazlumun, kimsesizin davası olması sebebiyledir…
Çünkü Kur’an’ın “davası” öyle sanıldığı gibi sırf inanıp inanmama davası değildir. Gerçek hayatta karşılığı olmayan teolojik, felsefi, kelami, ruhani bir tartışma değildir. Gerçek hayatın sorunları ile ilgilenen; yoksulluğu, yolsuzluğu, kimsesizlerin durumunu, aç sabahlayanların halini kendine misyon belleyen bir davadır.
“Rabb” de, “tevhid” de, “şirk” de bununla ilgilidir…
Kanımca Ebuzer’in açlıktan ölüp çöle gömüldüğünden beridir Müslümanlar bu konularda derin bir aymazlık ve duyarsızlık içine girmişlerdir. Hocaların ve şeyhlerin çoğu hala Ebuzer’in görüşlerini “aşırılık” olarak görürler. Halbuki aşırı giden Ebuzer değil; Kur’an’ın ruhunu Ebuzer ile birlikte o çöle gömenlerdir. Yoldan çıkanlar, sapanlar, Muhammed’in getirdiği dini ters yüz edenler hala ‘ne şiş yansın ne kebap’ türünden fetvalar verip duranlardır.
Bunlar kapitalizme boy abdesti aldırırlar. Faizsiz bankacılık dolambaçlarına fetva verirler. “Allah nimetlerini kulları üzerinde görmek ister” derler ancak nimetin doğruluk, dürüstlük, infak, güzel ahlak, paylaşım gibi değerler olduğunu bilmezler. Nimetin zenginlik ve cipe binmek olduğunu sanırlar. “Kırkta bir” diye bir şey tuttururlar. Halbuki “kırkta bir” aslında münafıklar için konulmuş bir orandır. Kaçmasınlar diye onlara öyle söylenmiş. Gel gör ki bu oran ‘ortodoks fıkhın’ temeli olmuş. Oysa gerçek (sıdk/sadık) mü’minler senin-benim davası gütmezler. İhtiyaçtan fazlasını yanlarında tutmazlar. Darlıkta ve bollukta infak ederler, paylaşırlar, bölüşürler. Hem de zor zamanda, darlıkta, hazarda seferde, barışta savaşta, iyi günde kötü günde… Keza nefis tezkiyesinin zikirle, tespih çekmekle olacağını sanarlar oysa adı üzerinde nefis tezkiyesi (kişilik arınması) maldan vererek olur. “Tezkiye” zekat ile aynı köktendir ve zekat “mal ile arınma” demektir. Sürekli ve ihtiyaçtan fazlasını tutmayarak, oran yok… Kerpetenle koparır gibi vereceksin, acıtacak, yoksa arınamazsın! “Arınıp temizlenmek için malını veren (kurtulmuştur)” -Ellezî yu’tî mâlehu yetezekkâ- (Leyl; 92/18).
Peygamberimiz böyle yapmış, Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebuzer, Ammar hep böyle yapmış…
Hz. Ebubekr’in Mekke’de Müslüman olduğunda 40 bin dirhem (yaklaşık 600 milyar) serveti vardı. Medine’ye geldiğinde ise 4-5 bin dirhem (yaklaşık 60 milyar) kalmıştı (İbn Saad). Halife iken vefat ettiğinde ise sadece beytü’l-maldan aldığı ‘kamu maaşı’ dışında mirası bile yoktu… Yani ‘Harun gibi gelip Karun gibi’ olmamış; tam tersi ‘Karun gibi gelip Harun gibi’ olmuştu! Çünkü Hz. Peygamber etrafındakilere sürekli olarak ‘yıllık ihtiyacınız olan 4 bin dirhemden fazlasını üzerinizde tutmayın’ diyordu… Keza Hz. Ömer 4 bin dirhemden fazlasını zenginlerden alacağım dediği için, dahası bunu uygulamaya kalktığı için öldürülürdü… Hz. Ali ise miras bırakacak tek kuruşu olmamasına rağmen ‘infak şampiyonu’ olmuştu… Ebuzer’in ise durumu malum…
Bunların nasıl insanlar olduğunu anlıyor musunuz?
Bunlar işin çekirdeği, özü, sayıları sanıldığından çok az. Oysa Peygamberimizi veda hutbesinde 100 bin kişi dinlemişti; kırkta bircilerdi çoğu!
Gerçek İslam’ın yolu bu çekirdeğin yoludur ve bu yol Ebuzer’in çöle gömülmesiyle birlikte doğduğu topraklara gömülüp gitmiştir!
İşte İslam, o gömüldüğü yerden yeniden dirilecek ve hırsızlık ve yolsuzluk çağına cevap asıl buradan gelecek!
recepihsan@gmail.com
http://ihsaneliacik.wordpress.com/
Mustafa Dinçer’den, 25.10.2010