TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA
IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..
Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X
Date: Fri, 8 Feb 2008 14:18:02 -0800
Subject: [toplumvetarih] Kuran’ın yazıya geçirilme süreci,Orijinalliği…
From: ToplumVeTarih@gmail.com
To: toplumvetarih@googlegroups.com
Merhaba..
Listemizin bir üyesi, kendisine ulaşan aşağıdaki bir ileti temelinde, “Kuranın değişmemişliği”, “Allah kelamı olduğu” noktalarının da tartışılması arzusunu belirtti. Kısaca ve acele olarak, şunları eklemek isterim.. Sonra devam etmek üzere…
Bu tür noktaları, ben genel olarak tartışma dışında tutuyorum. Tevrat’ın, İncillerin, Kuran’ın “Tanrı sözleri” olduğunu düşündüğüm için değil.. Fakat “Musa var mıydı, Yok muydu”, “İsa’nın karısı”, kardeşleri falan var mıydı, yok muydu; Kuranı Allah mı Muhammed’in kalbine doğdurdu, yoksa Cebrail tanrı ile Muhammed arasında mekik dokuyup kulağına mı fısıldadı gibi tartışmalar, dinlerin gelişim sürecinin temel yanların incelenmesinde, çok da fazla önem taşımazlar. Sonuç itibariyle Eski Ahit, İnciller, Kuran, bir şekilde oluşturulmuş ve topluluklar bunları inanç ve uygulama kılavuzları olarak kullanmışlardır; şimdi de kullanıyorlar.
Dikkatli her Kuran okuyucusu, ortada olağanüstü bir yaratıcı bulunmadığını anlayacaktır. Bizzat Kuran’da, çevresindeki halkın, “mecnun aşık”, “şair”, “Acem dostunun öğrettiklerini tekrarlayan” anlamlarında eleştiriler geldiğini anlatır zaten..
((“Yoo”, diyorlar, “[Muhammed’in bu söyledikleri] karmakarışık rüyalardan ibaret!”
“Yok yok, bütün bunları kendisi uyduruyor!”
“- Hayır, o sadece bir şairdir!” “Peki, madem öyle, önceki [peygamberlerin mucizelerle] gönderildiği gibi o da bize bir mucize getirse ya!” ))
Onlar, “Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir. Hayır, onu kendisi uydurdu, hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse önceki peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler. ))
((“Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı. ))
((Saffat, Enbiya)
Allah da onlara, elinden daha fazlası gelmediği için, bir bedduayla yanıt veriyordu:
“Cehalet içinde gaflete dalmış olan (ve “Muhammed şairdir, delidir” diyen) yalancılar kahrolsun! –Zariyat Suresi (11)—
Musa, İsa ve Muhammed, özel dinsel bir hazırlık dönemi geçirmiş kişilerdi ve Peygamberlikleri ana karnındayken biliniyor olmalıydı. Böyleleri de aslında kendi dönemlerinde hiç de az olmamalıydı. Bizzat Kuran ve Muhammed, bir sürü sahte peygamberden bahseder. Gelgelelim,
Peygamberlerin şansı yaver gitmemiştir.
Kuran’ın “düzenlendiği”nden hiç kimsenin şüphesi yok, en koyu İslamcıların bile.. Bu arada “harf”i bile değişmiş olmasa bile, yine de bir düzenleme vardı. 20 yıllık bir birikime rağmen, Kuran’da hala namaz vakitleri,namaz şekli bile sarih değildir.
“Beş vakit namaz kılacaksınız” gibi, şimdi artık ilk okul öğrencilerine öğretilmiş bu kuralı Tanrı Kuran’ aktarmamıştı..Muğlak, laflarla geçiştirmişti.. Burada tartışmayı, “Kurandan kaynak gösterin!” noktasına çekmek, eğer kaynak gösterilirse 5 vakit namazı kılmaya hazır olmak gibi bir satıha gitmeye yol açar..
Bunu ancak, “5 vakit”in ne anlama geldiğini;neden 5 ayrı vakitte farklı makamlarla ezan okunduğunu; Ezan sözcüğünün Hitit kayıtlarında
“Bayram” anlamına geldiğini ; Akad ritüellerinde, her farklı “vakit”te farklı tanrılara farklı sunular hazırlamak gerektiğinin yazılı olduğunu vb. ortaya koyarak anlayabilir ve anlatabiliriz.
Oruç tutma tarzının da, Muhammed döneminde değiştirilmiş olduğunu Kuran^’a bağlı olarak ele almıştık. O dönemde, oruç dönemi boyunca yemek yasağının yanısıra cinsel ilişki yasağı da vardı; geceleri de.. Muhammed, duruma bakmış, sızlanmaları hesaba almış, ve geceleri cinsel ilişki yasağını kaldırmıştı.. Şimdi bazı şaklabanlar, karısıyla cinsel ilişki kurma yoluyla orucunu bozabileceğini söylerken, bu tür noktalardan hareket ediyorlar.
Muhammed’in “birleştirici” olma gibi bir rolü vardı, İslam’ın o sırada fırtına hızıyla gelişmesi de parçalanmışlığın ortadan kaldırılması doğal talebine bağlıydı.
Bu nedenle, o, katı Namaz kuralları koyamazdı da zaten, çünkü şimdi bile, İslam-i mezheplerin hepsinin namaz kılma, abdest alma biçimleri ve
kuralları farklıdır. Demek ki, bunları birleştirmek için geniş davranmalı ve işi zamana yaymalıydı..
Örtünme konusu da böyle..
Fakat bunlar gerçekten “ikincil” önemde konulardır.
Din kitapları, kurullar üzerinden toparlanıp oluşturulmuştur ve bu son derece normaldir; çünkü zaten onu kalbe doğuran, kulağa üfleyen bir üstün yaratık yoktu; onlar toplulukların binlerce yıllık davranış çizgilerinin süzülüp gelmiş kalıntılarıydı.
Şunu da vurgulamak gerekir ki, Ne İncil, Ne de Kuran, basit bir şekilde Tevrat kopyaları değildir. Onlar açıkça Tevrat’a karşı çıkmasalar bile, farklı ön geleneklere dayalı farklı toplulukların İnanç sistemlerinin anlatımlarıdır.
“Orijinal Kuran” var mı, yok mu tartışması, Turan Dursun’la yaygınlaştırılmıştır. Belki, böyle bir çıkış, İslam-i eğitimli kitle arasında hiç olmaza, kendi mantık dizgeleri içinde soru sormalara yol açmış olması yönüyle olumlu olmuş olabilir. Fakat, yine de tartışmaların bu noktalarda düğümlenmesinden ben kaçınma yanlısıyım..
Bununla birlikte, somut olarak Kuran’ın nasıl düzenlenmiş olduğu hakkında bilgi edinmemiz yararlı olacaktır. Bu noktalar, Hem T.Dursun tarafından ayrıntılı olarak aktarılmıştı; hem de bizzat İslam-i kaynaklar, Ebubekirden Osman’a kadar geçen süre içinde, bu işlemin nasıl yürüdüğünü anlatırlar…
+
[Kuran-ı Kerim Hz. Muhammed tarafından Kureyş diliyle tek tek ayetler halinde yazdırılmıştır ve her bir ayet bir kişi tarafından ezberletilmiştir. Yıllar sonra bu ezberciler öldükçe ve yanlış yorumlarla karşılaştıkça Hz. Ebubekir bu ayetleri toplatarak bir kitap haline getirtmiştir. Daha iyi anlaşılabilmesi için de noktalama işaretleri olmayan Kureyş dilinden vazgeçilip Arapça yazdırılmıştır. İşin ilginç olanı bundan sonrasıdır. Çünkü Hz. Osman ölen kişilerin hepsinden bu ayetlerin toplanamadığını öğrenmiş ve bu arada da aralara sahte ayetler karıştığını fark etmiştir. Uzun süren çalışmalardan sonra Kuran-ı Kerim yeniden yazılmıştır. Bu yeni kitabın Hz. Ebubekir’inkinden farklı olmadığı söylense de eskisinin yakılması bu iddiayı yalanlamaktadır.
Hz. Osman yeni kitabı 5 nüsha olarak yazdırmışsa da şu anda elimizdeki Kuran-ı Kerimin kim tarafından, ne zaman ve nasıl yazıldığına dair hiçbir belge yoktur.
Çünkü ne hikmetse, Hz. Osman’ın yazdırmış olduğu tüm nüshalar ortadan kaldırılmıştır. Kuran-ı Kerimi anlayarak okumaya çalıştığınızda, içerisindeki tutarsızlıkları, yanlışlıkları ve karışıklıkları çok rahat fark edebilirsiniz.]
X
Değerli Üstat,
“Orucun kökenleri üzerine” başlıklı çalışmanız için, önce kendim sonra da toplumsal akıl adına takdir ve teşekkürlerimi sunarım.
Oruç hakkında uzun zamandır ulaşmayı beklediğim bir bilgi boşluğunu doldurdunuz.
Umarım anlayanı çok olur ve yine umarım Zekeriya ve Meryem’in üç günlük sükut oruçlarını da açıklığa kavuşturan bir derinliğe inersiniz.
Sağolun.
Mürit Kefer, 4.9.2008
X
Merhaba,
“Oruçların Kaynakları” gerçekten önemli bir konu ve bu alanda
daha yapılması gereken çalışmalar var.
Bu bağıntıda, daha önce şöyle bir dokunup geçtiğimiz “konuşma yasağı” ( ölüm/yas döneminde) sözünü ettiğiniz “üç günlük sükut oruçları” kapsamında olmalıdır.
Bu noktada, İslamî yönüyle “sükut oruç”unu bilenlerin, belge vb. yayınlayabileceklerin yardımlarını rica edeğim.
Selamlar, saygılar…
Safa Kaçmaz, 4.9.2008
X
RAMAZAN SAYFAMIZ
Bu da bizim Ramazan Sayfamız olsun.
Okuyucularımız, değerli araştırmacı Safa Kaçmaz’ın “ORUÇ’UN KÖKENLERİ ÜZERİNE ” başlıklı yazısını okusun.
Bir, Medyamızda (Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda, kitaplarda…) yapılan oruç hakkında yazılanlara, çizilenlere, konuşulanlara bakınız.
Bir de Sayın Safa Kaçmaz’ın araştırmalarına dayanan Oruç hakkındaki yazısını okuyunuz…
Bir Medya’daki gerçek dışılıklara bakınız. Bir de günde bir sayfa aktaracağım yazılara bakınız.
Medyanın Ramazan sayfasını olur da bizim Ramazan Sayfamız olmaz mı?
Haydi bakalım: Bizden yazması, sizden okuması…
Oruç konusunda her gün bir sayfa….
Ramazan boyunca…
Zaman zaman araya girersem kusura bakılmasın.
Kimse sunacağımız gerçeklerden alınmasın.
Medyadaki yalanları duydukça, okudukça “Yalandan kim ölmüş ki!” demekten kendimi alamıyorum.
Bu nedenle “Gerçekleri bilmekten kim zarar görmüş ki!” diyerek Safa Kaçmaz’ın yazısını sunuyorum…
Eren Bilge, 4.9.2008
x
ORUÇ’UN KÖKENLERİ ÜZERİNE
Yiyecek ve cinsellik paylaşımının örgütlenmesi insanın topluluk biçiminde yaşayabilmesinin ilk önkoşulu olmuştur. Tahıl üretimini bile tanımayan eski toplum, avcılık ve toplayıcılık sonucu elde edilenleri paylaşmasını bilen bir toplumdu.
Eski toplum içinde bir tür yiyecek paylaşımının, hiç olmazsa erkek ve dişi cins arasında, birincilerin et, ikincilerin ot-kök yemeleri biçiminde gerçekleştiğine ilişkin tezler ve bulgular uzmanlarca çok önceden ileri sürülmüştü.
ABD’li bayan Evelyn Reed’in yaygın bir gerçekliğe dayanarak yinelediği, eski toplumlarda kadın ve erkek sofra ayırımı olgusu doğru olmakla birlikte, bu ayırımda kadın cinsine yönelik genel
(Bitmedi, sürecek…)
bir et yeme yasağı bulunduğunu öne sürmesi yanlıştı. Eski insan toplumuna ilişkin genel olan yasa, toplum birimler içinde ve aralarında yiyecek ve dolayısıyla sofra ayırımının bulunuyor olmasıdır.
Bütün toplumlarda bulunan kutsal yiyecekler yasaktan doğar ve kendisini “helal” ile tamamlar. Bu bakımdan tarihteki bütün kutsallıkların öteki yüzünde yasak, yasakların bu yüzünde de kutsallık bulunur.
Eski topluluklarda bazı yiyecekler bütünüyle yasak olmasına karşılık, yalnızca bazı hallerde, bazı gün veya aylarda yenilmeleri yasak olan yiyecekler olduğu gibi, kutsal ve dolayısıyla yasak olan yiyeceklerden bazılarının yılın belirli gün veya dönemlerinde yenilmesinin “güç” verdiğini ve yasağın geçici olarak kalktığını görüyoruz.
Oruç kurumu, İslam dışında,öteki dinlerde de olduğu gibi, üç büyük dinle ilişkisiz eski toplumların tümünde yasakların sembolikleşmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Bir başka yönden, Homeros destanında, ölü yakının, cenaze töreni sonuna değin, yeme, içme ve uyuma, hatta cinsel ilişki yasağına bağlı kaldığını görürüz.
Patraklos’un yasının tutulduğu dönemde Aşil’in ulu anası tanrıça Thetis oğlunun yanına oturup, eliyle onu okşamış , diller dökmüştü : “Yavrum benim, demişti, ne zamana dek yiyeceksin içini, yemeyi içmeyi unutup, ağlaya sızlaya? Bir kadınla sarmaş dolaş olmak iyi şey, neden bundan yoksun ediyorsun kendini ?”
Eski toplumlara doğru gidildikçe, yasak olarak oruçların arttığı da görülür.
+
Eski toplumsal kurumlar değişmez özellikler toplamı olarak şekillenmedikleri için, her durumda, sabit biçim ve anlam içeriyor olarak kalmazlar. Onları vareden ilişkilerin geçirecekleri değişikliklere paralel olarak, dönüşür, belki yiter, bozulur, karmaşıklaşır, yeni koşullara bir şekilde tutunmuş olarak yola devam edip bize ulaşırlar. Bozulmuş anlam ve biçimler üzerinden, eski ilişkilerin görüntüsünü yeniden oluştururken, varolan haliyle bir kurumu almak, onu parçalara ayırmak, ilk biçimini,sonraki ekleme veya çıkarma öğelerini saptamak, değişim surecini izlemek gerekir.
Toplumsal kurumların geçirdiği değişim sürecine ait bir örneği, oruç ibadeti ile ilgili olarak, Kuran’da buluyoruz.Muhammed orada söyle diyordu:
« Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı…. Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın.»
Burada, kuralları gözlerimizin önünde değiştirilen bir oruç kurumuyla karşı karşıyayız. Anlatımdan anlaşılıyor ki, önceki Ramazanlarda bu ibadet, sadece, gündüz yiyecek-içecek yasağı ile sınırlı bir edim değildi; Ramazan dönemi boyunca, gündüz ve gece, kesin bir cinsel ilişki yasağı da uygulanıyordu.
Burada Sayın Safa Kaçmaz’ın izni ile araya giriyorum: Safa Kaçmaz’ın da belirttiği gibi önceleri Ramazan ayında cinsel ilişki konusunda bazı kısıtlamalar olduğunu görüyoruz.
Okuyalım:
“Oruç ilk defa farz kılındığında: İftar vakti girince, yatsı namazı kılınıncaya veya uyuyuncaya kadar, Müslümanların yiyip içmeleri, cinsel ilişkide bulunmaları temasta bulunmaları serbest idi.
Biri yatsı namazını kılsa yada uyusa, gelecek geceye kadar, yiyip içmek, cinsi
Xxx
ilişkide bulunmak gibi ona serbest olan şeyler, iftar etmemiş de olsa, gelecek geceye kadar yasak olurdu.
Müslümanlar bunda güçlerinin, takatlerinin yetmeyeceği, tahammül edemeyecekleri bir meşakkat görüyorlardı. Bu sebeple içlerinden bir kısmı yasağa muhalefet etmiş, karşı çıkmışlardı. Öyle ki bunlar arasında Ömer b. el-Hattâb bile vardı.
îmân Ahmed ve başka diğer hadis imamlarının rivayet ettiğine göre, Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber ( s.a.v.)‘in yanından evine dönmüş, hanımını uyur bulmuştu. Yatsı namazını olmasına rağmen onu arzulamıştı.
Hanımın ona: “Uyudum” demesini bir bahane sanarak onunla ilişkide bulunmuştu. Ka’b b. Mâlik de yapmıştı. Sabah olunca Hz. Peygamber ( s..a. v. )’in huzuruna vararak ona:
– Ey Allah’ın elçisi! Allah’a ve sana itizarda bulunuyorum. Çünkü nefsime uyup hanımımla ilişkide bulundum. Bana bir çıkış yolu bulabilir misin? dedi.
Hz. Peygamber:
– Ey Ömer! sen böyle bir duruma düşmemeliydin!
– Ey Ömer! senin gibi birinin böyle bir duruma düşmemesi gerekirdi..
Berâ b. Azib ( r. a. )’den rivayet olunmuştur. O der ki: Oruç ilk defa farz kılındığında, Müslümanlar bütün ramazan boyunca, kadın yanaşmıyorlardı. Bu yüzden erkekler nefislerine zulmediyorlardı.
Yine Berâ b. Azib ( r. a. )’den rivayet olunmuştur. O der ki: Hz. Peygamber sahabelerinden biri oruçlu olup da, iftar etmeden uyuyacak olursa, geceleyin ne de gündüzün ertesi gün akşama kadar hiç bir şey yeyemezdi. (ESBÂCB-I NÜZUL. Telif: Abdullah EL- KÂDÎ. Tercüme Doç. Dr. Salih Akdemir.FECR Yayınevi. 1986. s.30)
x
Eski toplumun ‘yeme-içme’ ile ‘cinsel ilişki’ arasında hep kuruyor olduğu bu bağlantıyı ölüm-yas dönemi törenlerinde de ele almıştık. Böylece, bir yandan yeme-içme ile cinsel ilişki yasaklarının; öte yandan uyuma, yıkanma, saç-sakal, tırnak kesme, yüksek sesle konuşma gibi yasakların buluştuğu eski toplumun geniş kutsallık meydanına ulaşırız. Toplumsal kurumlar arasındaki bağlantıları önemsemeyen, hatta yoksayan sosyoloji ekollerinin öğretilerini aşmayı gerektiren bu noktada; eski yasakların tanımlayabileceği bir toplum biçimini ve onun ilişkilerini tarihte var olduğu haliyle tanıma olanağının kapısı da aralanmış olur.
***
Belirli bir takvim çerçevesinde, bir takım yiyeceklerin yeme ve içiminin yasaklanmasına , cinsel ilişki yasağı, saç-sakal kesim yasağı vb. olarak, daha önce “Ölüm Kültü ve Yas Dönemi” yasakları arasında rastlamıştık.
Bu özellikleriyle ‘oruç’,sadece Müslümanlara değil,diğer iki din mensuplarına ve hatta bütün eski topluma ait bir kurumdur.
Oruç kurumunun temeli olarak “Nefis kontrolü”, “açın halinden anlama” vb. gibi gerekçeler, elbette, bizim tarihteki sosyal konuları açıklama tarzımıza ait değildir, çünkü eski toplumun davranışlarına yön verenler bu motifler değildi, olamazdı da. Bu tür açıklamaları, ‘Aydınlanmacılığıyla’ ve esrarsız-şarapsız bir Bektaşiliğin var olamayacağını bile görmeden, Haşhaşi dinsel topluluğuna Haşhaş içimini yakıştıramayan “din eleştiri”lerini ‘bilim’ diye hazırlayan ; “ oruç ayı ,nefsimizi de eğitme vesilesi diye bilinir” şeklinde İslama ‘yakınlaşan’ türde yazılar yazan bay Server Tanilli’ler yapsın. (“Hoş geldin, ey şehr-i ramazan)
+
Eski Ahit’in ‘yaratılışı’nda, “6 gün çalışan” ve ‘yaratma’ işiyle uğraşan Tanrı, “7. günü”nü tamamen ‘dinlenmeye’ ayırmıştı. Evreni, Yer’leri, Gökleri, Hayvanları, Yeşillik ve İnsan’ı yaratma gücü de olsa, demek Tanrı yine de ‘dinlenme’ ihtiyacı duymuştu.
Tanrının ‘dinlenme’ye ihtiyacı olup olmadığı ayrı bir husus…Fakat görmüştük ki,bu ‘dinlenme’ geleneğini İnsanoğlu da alıp,Cuma’yı İslam’da,Cumartesi’yi Musevilikte,Pazar’ı Hiristiyanlıkta uygulamakta duraksamamıştır.
Gelgelelim, Musevi ‘dinlenme’ günü, aslında hiç de dinlenme günü değildi: Tersine, Yememe, Ateş yakmama günü idi. Bu dinlenme gününde Museviler aç kalıyor ve sadece ağlıyorlar, ibadet ediyorlardı!
Öyleki Musa’nın Tanrısı, ‘Dinlenme gününde çalışanı öldürün!’ diye özel bir emir bile vermişti.
Doğal olarak bu ‘çalışmama’ günü, aslında ‘yememe’, Oruç günü, ayin yapma, ağlama, üzüntü günü idi.
Bu ‘yememe’ günü, İslamda Cuma, Musevilikte, Cumartesi, Hıristiyanlıkta Pazar olarak genelleşmiştir ama,eğer kaybolmamış olsa idi, haftanın 7 gününün, farklı toplum birimlerce, seçilmiş ‘dinlenme’ günlerine ait olacağını görebilecektik. Yine de Hiristiyanlığın bazı kolları içinde, Cuma, Cumartesi ve Pazar dışında farklı günlerine ait kutsiyet bulunduğunu ve o günlerde özellikle seçilmiş bazı yiyecekleri yememe yasakları kalıntıları bulunduğunu biliyoruz.
Demek ki, bu dinlenme günü, tanrısal yaratılışa katılan 7 farklı toplum birimin bulunduğu bir dönemden kalmaydı ve eski toplumun ‘yaratış’ları, toplum birimler arasında karşılıklı insan kurbanların yenilmesi töreniyle gerçekleştiği için, her gün bir toplum birim öteki topluluklara kendi insan kurbanlarını sunuyordu.
Buna karşılık o gün, kendi topluluğu için, kendi topluluk üyelerinin etinin yenmesini, kanının içilmesini yasaklıyordu. Hatta öteki toplum birimlerden aldığı kadınlarıyla bile cinsel ilişkiyi yasaklıyor, tam bir içe kapanma ve kurban verdiği üyeler için ağıt, af, diliyordu.
Eski toplumun, bu tür değerleri, genelleştiği ölçüde, belirli peryotlara bağlı olarak oruç kurumu sistemleşmeye başlamış görünüyor.
Bir aylık oruç, muhtemelen,12 toplum birimli topluluk düzenlerinin, bunu, daha sonra musevi, alevi, isacı geleneklerde göreceğiz,bir kalıntısı olmalıdır. Çok somut olarak, Musacı Kudüs tapınak düzeninde, bu tapınağın yiyecek-içecek gereksiniminin, aylık devr-i daim düzeniyle çözüldüğünü biliyoruz.Her ay,bu tapınağın ihtiyaçı bu “12 oğul” topluluktan birisi tarafından sağlanıyordu.Anlıyoruz ki, bu bir aylık periyotta, oraya sunulan insan, çocuk kurbanları bu somut topluluk sağlıyordu. Bu topluluğun, o esnada tapınağa kurban sunan olması, sunulanı da doğal olarak kendisinin yememesi kuralına yol açmaktaydı. Şimdi bile, Türkiye’de “Kürt getirdiğinden yemez!” biçimli bir söz olduğunu biliyoruz. Bu topluluklar “getirdiklerinden yemeyen”ler idi. Bunun başka örneklerini, ‘kutsal yaşam yiyecek-içeceği’ ve ‘ölüm içecek-yiyeceği’ bağıntısında kısmen görmüştük.
İnsan kurban döneminden, Bitki-Hayvan toteme geçişle birlikte, yeme-içme yasağı, her topluluğu temsil eden hayvan-bitkilerin yenilme yasağı halini alarak devam etmiştir.
+
Bay Hilmi Ömer, oruç kurumu, “vücutları mukaddes yemeğe hazırlamak için” oluşmuş… şeklinde göstermekteydi. Bu tanımlama biçimi açıklanmaya muhtaçtır.
Bay H. Ömer’in oruç kurumunu nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olarak, bütün topluluklarda, değişik zamanlarda, bir veya birkaç şeyi yeme veya içme yasağı bulunduğunu biliyoruz. Kutsal dinlerin oruç’u, yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarının zamanla sembolik olarak belli dönemlerde toparlanmış olmasından başka bir şey değildir. Oruç, ‘diyet’ veya ‘vücut sağlığı’na bağlı olarak ortaya çıkmamıştır.
+
Babil döneminden kalma bir tablette, ayın 7’nci, 14’üncü, 2l’inci ve 28’inci günleri Museviliğin Kutsal Cumartesi’sini andıran tarzda bir ‘kötü gün’ tanımlaması ve bu güne ilişkin kurallar aktarılmaktaydı:
“Halkın Ra-Ba’sı ‘Kötü Gün’de
Ateşte kızartılan et yemeyecek,
Elbisesini değiştirmeyecek,
Beyaz elbise giymeyecek,
Tanrıya adak sunmayacak,
Kıral atlı arabasına binmeyecek,
Bağırarak konuşmayacak,
Müneccim kutsal mekanda beddua etmeyecek.
Hekim hastasına el sürmeyecek.
Bir kötülük dilemek ve yapmak yasaktır.
Gece olunca, kıral, tanrılara, dilediği kadar adak-kurban sunacak.”
(P. E. DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris, Pages:380-381)
Babil dönemine ait bir başka tablette de şunlar yazılıydı:
“Šamaš’ın tapınağında;
Tanrı Šaggan’a koyun (eti) sunulmayacak.
Sin’in tapınağında;
Tanrı Harru’ya inek (eti) sunulmayacak.
Tanrıça Belet-šeri’ye kuş sunulmayacak.
Tanrıça Ereš-ki-gal’a kuş ve inek sunulmayacak.”
(E.Dhorme.Les Religions de Babylonie….p.226)
***
Bundan sonra İsa, İblis tarafından denenmek
üzere Ruh aracılığıyla çöle götürüldü.
İsa (orada) kırk gün kırk gece oruç
tuttuktan sonra acıktı.
(Matta. 1: 12-13; Luk. 4: 1-13)
Kuran’da, “ırmaktan su içmeme imtihanı”yla ilgili silik bir anlatım, ölülerin ve canlı kurbanların ırmaklara, kuyulara atıldığı daha eski bir döneme ait gibi görünüyor:
“Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca:
Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir, dedi.
İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler.
Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince:
‘Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’, dediler.
Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: ‘Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’, dediler. ”(Bakara suresi)
+
Tanrılar birleşerek,
“E-kur’a saldırmaya cüret eden,
Enlil’e karşı gelen ”
Aggade kentini lanet’lerken şöyle de demişlerdi:
“Boğazlanan öküz yerine kadınların boğazlansın,
Kesilen koyun yerine çocukların kesilsin,
Yoksul, ‘değerli çocuğu’nu sularda boğsun!
(Sümerler,s.93)
+
Eski toplumun,« kutsal tabut, kutsal kazan ve kap-kacak takımı »na ve bunların eski toplumdaki fonksiyonlarına ilişkin bir ritüel anlatımına, farklı ‘Yaratılış’larla ilgili eski versiyonlardan birisinde de rastlıyoruz.
Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i ( ?toprak’ı) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :
«Böylece,İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı.
Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.
Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan,bu kararı onaylamışlar ve « evet /amin » diye bağırmışlardı.Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :
«Duyuldu davul sesleri,
Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,
Haykırdı onun yaşam işaretini ,
İstiyordu ki,unutulmasın (anılarda)
kurban edilecek bu Tanrı !
Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)
İttifak (akid) yapılsın,
İnsan ile Tanrı arasında diye.
Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne
Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »
Bu tür ilahilerde yer alan özel kavramları tek tek incelemek,eski toplumun gerçek ilişkilerinin tanınması yanında,onların kutsal kitaplardaki izlerinin takip edilmesi için de faydalı olacak ama biz şimdilik İgigi’lerin (bunlar ‘Kara’-‘Yer’le ilgili ‘hizmetkar tanrı’ özelliğindedirler ama,eğer İgigi okunma tarzı doğru ise,kavramın kelime anlamı ‘göz+siyah= Toprağın Gözü ?’ gibi görünüyor ; belki de sadece « Yer’in Elçileri,Kara Gözlemci, ‘kör göz’, ‘Gözü kara’, ‘Cahil’ .. » diye algılamak en doğrusu olabilir,bunlarda din kitaplarının Agog-Magog, Ecüc- Mecüc okumalarını da bulabiliyoruz) kendi aralarından birisi kurban edildiğinde, ‘kil’e tükürme («les Igigu…. crachèrent sur l’argile ») davranışlarına anlam bulmaya çalışmak gerekecektir.
İlahi anlatımında, İgigi’lerden birisi kurban edilmekte; Ateş-Güneş kült temsilcisi tanrılar olan Annunaki’ler bu töreni sevinçle karşılamaktaydılar. ‘Yer’den,‘Kara’lar arasından bir ‘İgügü tanrı’nın kutsal kazandaki parçaları olduğu anlaşılan ‘kil’e , eğer öteki İgigi’ler ‘tükürürlerse’,üst bir tanrı konuma geçeceklerdi.
Bu ritüelde, İgigi-Yecüc’ler, ‘kil’e, kilin olduğu kazana ‘tükürerek’, tanrı sofrasının yiyeceği haline gelen kendilerinden birinin etini, kendi et’lerini, yemeyi red etme davranışını anlatmış olmalılar. Belki, burada, tükürme davranışının temelinde, daha önceki biçimleriyle, eski iç yamyamlık kurallarına dayanarak « kendi kurbanının » etinden önce yeme ve sonra da bu davranıştan pişmanlığı, istiğfar’ı gösterme sembolizmini saptamak daha uygun olabilir. Çünkü, ‘tükürmek’ ve ‘istiğfar’, oldukça kutsi davranışlar olarak,günümüze değin ulaşan dinsel kategorilerdir.
Kurban edilmek üzere öldürülen erken dönemin kutsal varlıklarından Apsu’nun veya Kingu’nun (kıral?) kan ve et’inden, değişik bazı organlarından Tiamat tarafından bir çok ‘yaratılış’ın gerçekleştirildiği rituel anlatımlarında da ‘kil’ veya benzeri kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramlar, ‘toprak’, ‘alüviyon’, ‘balçık-kil’ vb. olarak tercüme edildikleri gibi, kömür tozu (poussier) veya toprak tozu, (poussière) vb. biçimlerde de tercüme edilmektedir. Bunlar, muhtemelen, ‘kazan dibi’ çökeltileriyle ve ‘kavurucu ateş’in artığı ‘kül’lerle ilgili olan kavramlardı. Eski toplum,her yanından irin,kan akan cadı’sının eline süpürge vermişse, herhalde, bir cadı’ya yaraşan en uygun işin,onun ‘yerleri süpürmesi’ olacağına hükmetmesinden değil, bu ‘cadı’ların, kurbanı yakan ateşin ve bizzat kurbanın artıklarının temizlenmesi gerçek işlemiyle ilgilerinden ötürü olmalıydı.
Buraya eklemek gerekir ki, bayağı anlamıyla ‘Tükürük’ eğer dinsel alanda bir uygulama, yasak veya gerek konusu olarak ele alınmış ise, Doğu nihilizminin düşünce tarzına aykırı olarak, orada ‘toplumların temiz-pis’ olma vasıflarını değil, eski toplumun kendi kurbanlarıyla olan bir ilişki biçiminin yansıtıcı davranışını keşfetmek gerekir.
Enuma Eliş’te de Marduk, öldürdüğü Tiamat’ın « tükürüğünü » alıyor,onlar ile bu kez « bulutları ? » yaratıyordu. Yezidiliğin ‘tükürük’ yasağında, sunulan kurbanı ‘reddetmemek’, kabul edip yemek davranışını, buna karşılık, kişiyi ‘istiğfar’a zorlayan ve bunu bir tapınım biçimi olarak ele alan dinlerde, sunulan kurbanı reddedip yememek,eğer yemişler ise, bundan vazgeçme tutumunu bulmak gerekecektir. Kutsal kişilerin salya-sümüklerine tapan ; yüzüne tükürülünce yenilmeyeceğini anlayarak tanrıya hamdeden ; yüzüne tüküren hocasında, şeyhinde ; Muhammed’in abdest suyu artığının içiminde, kurtuluş gören insanların dayandığı geleneklerin gerisinde, eski toplumun, böylesine etkili, insan-tanrı kurban eti,kanı ve onu yeme ile yememe davranış tepkilerinin sembolik anlatımları bulunur.
+
‘Yemek’ ve ‘içme’nin kutsal karakterini ve anlamını, Hıristiyanlığın kutsal sofra geleneğini ifade eden son akşam ziyafetinde de bütün saflığıyla görüyoruz.
“İnsanoğlu Tanrı Mesih Kuzu İsa”, « Gök’lerdeki Baba’ya kavuşmadan » önceki akşam, havarilerine verdiği son ziyafette, onlara ‘Kutsal Sürahi’den şarap dağıtmış,
–« için, bu benim kan’ımdır » demişti.
‘Kutsal yiyecek’ten bölüp vermiş,
–«yiyin, bu benim et’imdir » demişti.
Bu kutsal tören, kendinden,3500–4000 yıl önceki Akado-Sammaru atalarının yamyamlık döneminden, insan kanı içme ve insan eti yeme uygulamasından vazgeçme sürecinde oluşturdukları kültür düzeyine ait sembolizmi yinelemekten başka bir değildi. Eski toplum geçen süre zarfında, yamyamlığı, ‘ekmek’e, kan içicilik uygulaması ‘içki’ içme geleneğine dönüştürmüş durumdaydı.
Akkado-Sammaru yazın kaynakları ilk kutsiyet kavramları ile yiyecek-içecek ve cinsel ilişki düzeni arasındaki bağları yeterince gösteriyor. Görece bir uygarlık kategorisi olarak şekillenen ilk kutsiyet kavramlarının,insanın en doğal güdüleri olan yiyecek-içecek ve cinsel ilişki alanlarında,daha eski kuralları aşma sırasında oluşturulan bir sembolizm olarak şekillenmesi anlaşılabilir.Bu sembolizm, ‘uygarlığın şafağı’nda, artık nerede ise, gerçekleşmiş durumda olmalıydı ki, erken Akado-Sammaru topluluklarının anlatımı sırasında karşılaştığımız, «Yer’den Gök’ün, Gök’ten Yer’in» birbirinden ayrıştırılması işlemi bile bir ritüel konusu olarak ele alıyor; «Yer ile Gök » yani Akado-Sammaru toplulukları arasındaki ilişki düzeni, ittifak, tapınaklarda «kutsal ekmek yenmesi» ile sağlanıyordu.
Eski tanrıların kutsal sofraları, bir anlaşma, ittifak ifadesiydi. İki toplum birim arasındaki anlaşmanın aracı olan «yaşam suyu-yaşam içeceği» ve «yaşam yiyeceği-yaşam ekmeği» kavramlarını erken tablet kayıtlarından itibaren tanıyoruz.
Orada bir topluluk için «yaşam yiyeceği ve içeceği» olan olgular, ittifakın öteki tamamlayıcısı bakımından «ölüm yiyeceği ve ölüm içeceği» olarak değerlendiriliyordu. Bu durumda, ‘yaşam yiyeceği’, karşılıklı olarak, aynı zamanda ‘ölüm yiyeceği’; ‘yaşam içeceği’ de, öteki toplumbirim için ‘ölüm içeceği’ idi. Eski toplumda, iyi ve kötü, helal ve haram, yaşam ve ölüm, iki toplum birim arasında zıt ve tamamlayıcı bir özellik taşır.
Bu yandaki toplumbirimde ‘yaşam yiyeceği ve yaşam içeceği’ karşı yandaki ittifakdaş toplumbirimde ‘ölüm yiyeceği ve ölüm içeceği’ halini alıyor ise, öyle anlaşılıyor ki,bu tarihsel dönemde artık,taraflar, genel olarak , kendilerine ait ‘diri’ insan kurbanlara dokunmuyor, bunu karşı tarafa sunuyorlardı. Bu aynı yaklaşım, ‘ölü’ insan-ceset yiyicilik’e karşı da, yaklaşık bu dönemlerde ‘ölüm ve mezar kültü’ haliyle ve farklı şekillerde oluşmaya; ‘ölü ruhuna’ yiyecek-içecek bedeli ödeme yoluyla ölü beden’ler satın alınmaya başlanmış olmalıdır.
İgügü-Yecüc-Mecüc’lerin, kendilerinden birisi kurban edildiğinde, bu somut kurbana ‘tükürmeleri’, kabaca bu aşamanın durumu anlatıyor olmalıydı. Kuran’ın, Talut-Calut ordularının ‘nehirden su içme veya içmeme’ konusunda oldukça silik anlatımı da bu hususla ilgili görünüyor. Orada bir bölüm ‘ordu’nun susadıkları halde ‘nehirden su içmeme’leri, içen öteki bölümün ise güçten düşmeleriyle ilgili kıssa, nehir’lere atılan canlı ve ölü bedenlere karşı, ‘yeme-içme hakkı’ ile, ‘yememe ve içmeme uygulaması’ arasındaki zıt tutuma ilişkin eski bir davranış özeti olmalıydı.
Biri (kaynar ve arı?) ‘Su’ ,öteki ‘Ateş’ ile ilgili olan Ea-Enki ve Anu arasında Adapa’nın başına gelenlerin anlatıldığı bir ilahide, ‘yaşam-ölüm içecek-yiyecek’ ilişkisinin zıtlığını ve aynı zamanda tamamlayıcılığını tam olarak görüyoruz.
Adapa ilahi anlatımda, Eridu’nun Enki-EA topluluğu için « ölüm yiyecek ve içeceği »olanlar, Anu/Enlil topluluğu için «yaşam yiyecek ve içeceği » olarak kavranılıyor olmalıydı. Tel Harmal’da ele geçen bir Adapa versiyonunda, bu, açıkça ifade edilmektedir:
«Eridu’nun oğlu, evladı», «EA’nın oğlu» olarak da tanımlanan Adapa ,«insan soyundan»dı. Enki-Ea tarafından var edilmiş, yani eski kavramlarla, onun ‘adı’ EA tarafından verilmişti. Eridu’daki ödevi, ekmekçi, fırıncı, kazancı, yemek pişiricilikti. Kısaca ‘mutfak sorumluluğu’ diyebileceğimiz bu kutsal göreve ilişkin kalıntıları, Eski Ahit’in Musa dönemi ve Ehl-i Beyt örgütlenmesinde de buluyoruz. ‘Yiyecek’le ilgili bu kutsal görev, ‘kutsal kazan’la da çok yakın bağlara sahip olmalıdır. Ritüellerde kazan başında bulunma ödevi, erken anlatımlarda, sonradan bize ‘cadı’ ve ‘cadı kazanı’ olarak da ulaşacak olan bir Tanrıça ödevi idi. Kadın ve erkek sofra ayırımı olarak da tanıyacağımız ayrışma içinde bu ödev, iki toplum birimin karşılıklı evlilik sisteminin gelişmesine ve kadın’ın ‘gelin’ olarak koca toplum birimine ‘gitmesi’ne bağlı olarak, giderek, erkek sorumluluğuna doğru evrilmiş görünüyor.
Adapa, bir gün «Balık avı»da iken,’kayığı’nı «Güney Rüzgârı» devirmişti… Böylece Adapa, o sırada «bir ayna gibi olan deniz»e dalar. Bunun üzerine Adapa, «Güney rüzgarının kanatlarını(kollarını)» kırar. Bu arada Anu (=Samaş, Utu, Sema), bir haftadır (=’7 gün’) «Güney Rüzgarı»nın ‘esmiyor olduğunu’ fark eder ve bunun sorumlusunun Adapa olduğu ortaya çıkar.
Ateş, Güneş, Gök tanrısı Anu, Adapa’yı bulunduğu yere çağırır. Adapa Anu’nun yanına gitmeden önce babası olan tanrı Ea-Enki ona , Anu’ya olduğu kadar Dumuzi ve Gişzida’nın tutumlarına da dikkat etmesi gerektiğini anlatarak,onu;
‘Ölüm yiyeceği ikram ederlerse yeme,
Ölüm suyu ikram ederlerse içme!’
diye özellikle uyarır.
Safa Kaçmaz, 1.9.2008
X
Merhaba…
Oruç kurumunun farklı biçim ve uygulamalarını,zamanlarının nelere bağlı olabileceğini anlama çabamızda,doğrudan doğruya Tevrat,İncil ve Kuran’daki metinleri tanımak önemli. Bu bölümleri yorumlamamız gerekiyor.
Böylece, “sükut ( konuşmama) orucu” denilen ve ölüm-yas törenlerinde tam halini daha iyi gördüğümüz “sessiz”liğin nedenleri hakkında da bir fikir sahibi olabileceğiz.
Daha sonra bu bölümlerin aralarına serpiştirilen yorum yazma metodunu kullanacağım.
Üyelerimizden de bu arada ileti gelirse,yararlı bir adım atmış oluruz.
Selamlar,saygılar.
****
ESKİ AHİT
Bütün İsrailliler, bütün halk çekilip Beytel`e döndü. Orada, RAB`bin önünde durup ağladılar, o gün akşama dek oruç* tuttular. RAB`be yakmalık sunular* ve esenlik sunuları* sundular. Hakimler 20:26
Mispa`da toplanan İsrailliler kuyudan su çekip RAB`bin önüne döktüler. O gün oruç* tuttular ve, “RAB`be karşı günah işledik” dediler. Samuel Mispa`da İsrail halkına önderlik etti.
Sonra kemiklerini toplayıp Yaveş`teki ılgın ağacının altına gömdüler ve yedi gün oruç* tuttular. 1. Samuel 31:13
Kılıçtan geçirilen Saul, oğlu Yonatan ve RAB`bin halkı olan İsrailliler için akşama dek yas tutup ağladılar, oruç* tuttular.
Davut çocuk için Tanrı`ya yalvarıp oruç* tuttu; evine gidip gecelerini yerde yatarak geçirdi.
Hizmetkârları, “Neden böyle davranıyorsun?” diye sordular, “Çocuk yaşarken oruç tuttun, ağladın; ama ölünce kalkıp yemek yemeye başladın.”
Davut şöyle yanıtladı: “Çocuk yaşarken oruç tutup ağladım. Çünkü, `Kim bilir, RAB bana lütfeder de çocuk yaşar diye düşünüyordum.
Ama çocuk öldü. Artık neden oruç tutayım? Onu geri getirebilir miyim ki? Ben onun yanına gideceğim, ama o bana geri dönmeyecek.” 2. Samuel 12:23
Mektuplarda şunları yazdı: “Oruç* ilan edip Navot`u halkın önüne oturtun.
Oruç ilan edip Navot`u halkın önüne oturttular.
Ahav bu sözleri dinledikten sonra, giysilerini yırttı, çula sarınıp oruç tutmaya başladı. Çul içinde yatıp kalkarak, alçakgönüllü bir yol tuttu. 1. Krallar 21:27
Bütün yiğitler gidip Saul`la oğullarının cesetlerini Yaveş`e getirdiler. Sonra kemiklerini Yaveş`teki yabanıl fıstık ağacının altına gömdüler ve yedi gün oruç* tuttular.
Korkuya kapılan Yehoşafat RAB`be danışmaya karar verdi ve bütün Yahuda`da oruç* ilan etti. 2. Tarihler 20:3
Tanrımız`ın önünde alçakgönüllü davranmak, O`ndan kendimiz, çocuklarımız, mallarımız için güvenli bir yolculuk dilemek üzere orada, Ahava Kanalı yanında oruç* ilan ettim. Oruç tuttuk ve bu konuda Tanrımız`a yakardık. O da yakarışımızı yanıtladı. Ezra 8:23
Bunları duyunca oturup ağladım, günlerce yas tuttum. Oruç* tutup Göklerin Tanrısı`na dua ettim:
Aynı ayın yirmi dördüncü günü İsrailliler toplandı. Hepsi oruç* tutmuş, çul kuşanmış, başına toprak serpmişti. Nehemya 9:1
Kralın buyruğunun ve fermanının ulaştığı her ilde Yahudiler büyük yas tuttular, ağlayıp feryat ettiler, oruç* tuttular. Birçoğu da çula sarınıp kül içinde yattı.
Git, Sus`taki bütün Yahudiler`i topla; benim için oruç tutun; üç gün, üç gece hiçbir şey yemeyin, içmeyin. Hizmetçilerimle ben de sizin gibi oruç tutacağız. Ardından, kurala aykırı olduğu halde kralın huzuruna çıkacağım; ölürsem ölürüm.
Kraliçe Ester`le birlikte daha önce kararlaştırdıkları gibi, Purim günlerini belirlenen tarihte kutlamalarını buyuruyordu. Bu kutlamalara kendilerinin de, soylarından gelenlerin de katılmalarını, oruç* tutmada ve ağıt yakmada belirlenen kurallara uymalarını istedi. Ester 9:31
+
İNCİL
İsa kırk gün kırk gece oruç* tuttuktan sonra acıktı.
Oruç* tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara belli etmek için kendilerine perişan bir görünüm verirler. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır.
Siz oruç tuttuğunuz zaman, başınıza yağ sürüp yüzünüzü yıkayın.
Öyle ki, insanlara değil, gizlide olan Babanız`a oruçlu görünesiniz. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir.”
Bu arada Yahya`nın öğrencileri gelip İsa`ya, “Neden biz ve Ferisiler oruç tutuyoruz da senin öğrencilerin tutmuyor?” diye sordular.
İsa şöyle karşılık verdi: “Güvey aralarındayken, davetliler yas tutar mı? Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, o zaman oruç tutacaklar.
Yahya geldiği zaman oruç tutup içkiden kaçındı, ona `cinli` diyorlar. Matta 11:18
Yahya`nın öğrencileriyle Ferisiler oruç tutarken, bazı kişiler İsa`ya gelip, “Yahya`nın ve Ferisiler`in öğrencileri oruç tutuyor da senin öğrencilerin neden tutmuyor?” diye sordular.
İsa şöyle karşılık verdi:
“Güvey aralarında olduğu sürece davetliler oruç tutar mı?
Güvey aralarında oldukça oruç tutmazlar!
Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, onlar işte o zaman, o gün oruç tutacaklar. Markos 2:20
Anna adında çok yaşlı bir kadın peygamber vardı. Aşer oymağından Fanuel`in kızıydı. Genç kız olarak evlenip kocasıyla yedi yıl yaşadıktan sonra dul kalmıştı. Şimdi seksen dört yaşındaydı. Tapınaktan ayrılmaz, oruç tutup dua ederek gece gündüz Tanrı`ya tapınırdı.
Onlar İsa`ya, “Yahya`nın öğrencileri sık sık oruç tutup dua ediyorlar, Ferisiler`in öğrencileri de öyle. Seninkiler ise yiyip içiyor” dediler.
İsa şöyle karşılık verdi: “Güvey aralarında olduğu sürece davetlilere oruç tutturabilir misiniz?
Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, onlar işte o zaman, o günler oruç tutacaklar.
Vaftizci Yahya geldiği zaman oruç tutup şaraptan kaçındı, ona `cinli` diyorsunuz.
Haftada iki gün oruç tutuyor, bütün kazancımın ondalığını veriyorum.` Luka 18:12
Bunlar Rab`be tapınıp oruç* tutarlarken Kutsal Ruh kendilerine şöyle dedi: “Barnaba`yla Saul`u, kendilerini çağırmış olduğum görev için bana ayırın.”
Böylece oruç tutup dua ettikten sonra, Barnaba`yla Saul`un üzerine ellerini koyup onları yolcu ettiler.
İmanlılar için her kilisede* ihtiyarlar* seçtiler. Dua ve oruçla* onları, inandıkları Rab`be emanet ettiler.
Epey vakit kaybetmiştik; oruç günü bile geçmişti. O mevsimde deniz yolculuğu tehlikeli olacaktı. Bu nedenle Pavlus onları uyardı: “Efendiler” dedi, “Bu yolculuğun yalnız yük ve gemiye değil, canlarımıza da çok zarar ve ziyan getireceğini görüyorum.” Elçilerin işleri
+
KURAN:
Bakara Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz. Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikafta iken eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.
Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin.
Nisa Bir müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. Ancak yanlışlıkla olması başka. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir. (Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Bunlara imkan bulamayanın, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Maide
Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkanı) bulamazsa onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.
Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ’be’ye hediye olarak varmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir..
Tevbe
Bunlar, tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü’minleri müjdele.
Ahzab
Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkar erkeklerle itaatkar kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.
Mücadele (4)
Kim (köle azat etme imkanı) bulamazsa, eşine dokunmadan önce ardarda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar Allah’a ve Resülüne hakkıyla iman edesiniz diyedir. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kafirler için elem dolu bir azap vardır.
Tahrim
Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha hayırlı, müslüman, inanan, sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir.
Safa Kaçmaz, 5.9.2008 tarihli iletisinden
X
Merhaba..
Belki, “yamyamlık/ totem/ tanrı” konusunda da anlaşamayabiliriz ama,şu anın asıl konusu, dinlerin kaynağında sadece “hurafe”, “cehalet” falan gören yaklaşımdan uzaklaşmadır.
Bu dar-yaklaşıma, ifade olarak şöyle veya böyle söylenip söylenmediğinden bağımsız olarak, bütün eski aydınlanmacılık akımı sahip çıkmıştır. Turan Dursun da sahip çıkmıştır…Voltaire’den falan yaptığı alıntılarda da, “hurafe”, “cehalet” argümanları dışında pek fazla bir şey bulamayız.
Tamda böyle olduğu için,”dine karşı mücadele” perspektifi çok dar alanlara, “akıl,mantık” vb. noktalara çekilmiş ; “cehalet ile bilgelik”, “aydınlık ile karanlık” falan gibi kısır ikilemlere mahkum edilmiştir. Turan Dursun’un çalışmalarında dinin sosyal kaynaklarına ilişkin derinleştirilmiş bir çalışma bulunmaması ; Namaz bahsi olunca, “Muhammed bunu …’lerden çalmıştır”, “oruç”olunca, “İslam bunu …’lardan çalmıştır” dışında fazla bir şey söyleyememesi bu nedenledir.Onun insan olarak, aydın olarak kötülüğünden değil! Burada bir bakış açısı, yaklaşım vardır. Eğer dinler bir hurafeler toplamı ise, hurafelerin kaynağını bulmakla uğraşmak abesle iştigal olurdu…Bu durumda da, yapılacak şey “akıl” ve “mantığın” huzurunda bir “mücadele”ye mahkum olunur.
Benim çalışmalarımda, ilk defa, oruç’un eski toplumda hangi nedenle oluşturulup kullanılmış bir kurum olabileceği sorgulanıyor.
İslami abdestin anlamsız, garip (başın sadece bir kısmını meshetme!) , sağdan başlama falan filan…) kuralları ile uğraşmak yerine, bizzat o garip kuralların hangi nedenle “garip” olarak kurallaşmış olabileceğini araştırıyor.
Benim insanbilim alanında üretken olmam, uzun yıllara yayılan bir çalışmama bağlı değil sadece. Tam da yukardaki yaklaşımımı formüle etmeye başlamama bağlı olarak, hem eski toplum tarihi, hem de dinsel metinler, çok daha farklı bir içerikle görünmeye başladığı içindir.
Bunları aşağıdaki adreste yayınladım, yayınlıyorum.
http://toplumvetarih.blogcu.com/
http://toplumvetarih.blogcu.com/archive/
O yaklaşıma sahip olundunduğu zaman,göreceksiniz ki, dinsel metinler, erken Mezopotamya tarihsel metinleri olarak biçimlenecek, ve bir dizi noktada, var olduğunu sandığımız anlamlar yerine, dinsel metinlerin 6 bin yıl önceki Mezopotamya tarihini ve örgütlenmesini anlatıyor olduğunu göreceğiz.
Dinsel bir çok metin, bu tarihçenin temellerine dayandığı için ,mesela, Tevrat’ın başlangıç bölümünde,bugün anlaşılan anlamıyla “yoktan var edilmiş bir dünya-evren” argümanının yazınsal olarak bulunmadığını saptayabileceğiz.
Dolayısıyla, “dinlere karşı mücadele” adına, aslında şu ana kadar yapılmış olanın, yazınsal olarak Tevrat,İncil ve Kuran’da berrak bir temeli olmayan “yoktan var ediş” teorisi etrafında dolanıp durmak olduğunu saptayacağız…vb.
Bunlar elbette bize değişik ve zengin bir alan açıyor. Çalışmalarımda, zaman zaman tekrarlar varsa da, her seferinde yeni bir konu ortaya çıkarabilmem de bu yaklaşım tarzımdan ötürüdür.
Enerjilerin bu yeni yaklaşım temelinde kullanılması hepimizi mutlaka daha da ilerletecektir.
Başarılı okumalar dileğimle..
SAÇI BİTMEDİK YETİMLERİN HAKLARINI YEMEK…
Sayın Başbakan “Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz…” dedi. Kendisini tebrik ediyor, candan kutluyorum… Bu vesile ile “Saçı bitmedik yetimlerin haklarını yemek” ne demektir, bu konuda birkaç madde kaleme almak istiyorum.
(1) İhalelere fesat karıştırmak saçı bitmedik yetimlerin hakkını yemek demektir.
(2) Resmî ve yarı resmî “işlerden” komisyon almak…
(3) Bire yapılabilecek bir işi üçe beşe, hattâ ona yaptırmak…
(4) Emanetleri ehil ve layık olmayanlara vermek… (Emanetler: Makamlar, mevkiler, memuriyetler, vazifeler, işler, hizmetler…)
(5) Gayr-i meşru, yasalara aykırı, haram yollarla kara, necis, pis servetlere, Cehennem ateşi zenginliklere sahip olmak.
(6) Siyasî nüfuzla gelir elde etmek, mala mülke sahip olmak.
(7) Kızlarına, oğullarına, damatlarına, gelinlerine, dünürlerine, kardeşlerine, akraba ve hısımlarına, hemşehrilerine yasa ve ahlâk dışı gelirler ve zenginlikler temin etmek.
(8) Nepotizm yapmak.
(9) Partizanlık yapmak; devlet ve belediye gelirlerini ve bütçelerini partililerin ve particilerin arpalığı gibi kullanmak.
(10) Fakir ve miskin Müslümanların, muhtaçların, sefaletle boğuşanların hakkı olan zekatları; Kur’ân’a, Sünnete, icmâ-i ümmete, fıkha, Şeriata kesinlikle aykırı olarak toplayıp hevasına göre harcamak. Böylece İslâm’ın beş temel şartından/farzından biri olan bu mâlî ibadeti tatil etmek.
Devletin, belediyelerin, resmî veya yarı resmî şirket ve kuruluşların bütçelerindeki her kuruşta yetimlerin, sürünen dulların, kimsesiz fakir yaşlıların, hastaların, muhtaçların hakları vardır. Bunları israf edenler, zimmetlerine geçirenler, arpalık gibi kullananlar Yüce İslâm dini, hukuk ve ahlâk tarafından hain ve merdut ilan edilmiştir.
Allah, saçı bitmedik yetimlerin, fakirlerin, miskinlerin haklarını yiyenleri sevmez, onların yaptıklarından razı olmaz. Onlar, ilahî gazab ve azaba layıktırlar.
Müslüman bir ülkede saçı bitmedik yetimlerin, fukaranın, mesakînin (miskinlerin) hakları yeniyorsa, orada durum çok fena demektir.
Saçı bitmedik yetimlerin haklarının yenmesi genelleşince azaba, felaket ve afetlere, her türlü bela ve musibete uğranılır.
Bu memlekette yakın tarihte çok yetim hakkı yenilmiştir
Allah zalimleri sevmez.
Dinimizin 12 Temel Hükmü
İslâm dininin Kur’an’dan, Sünnetten, icmâ-i ümmetten çıkartılmış temel inançları, kuralları, hükümleri vardır. Bunlar akaid, ilmihal, fıkıh, tefsir kitaplarında sarahaten (açık bir şekilde) yazılıdır.
Birincisi: Yegane hak din İslâmdır. İslâm, hak din olmakta ortaklık kabul etmez. Binaenaleyh birilerinin “Üç hak ibrahimî din” söylem ve safsatalarının hiçbir kıymeti yoktur. Böyle bir iddia Kur’ân’a, Sünnete, icmâya aykırıdır.
İkincisi: Beş vakit namaz, Kelime-i Tevhid’ten yani imandan sonra İslâm’ın en temel ve önemli emridir. Bunda hiç bir şüphe yoktur.
Üçüncüsü: Şeriat, Kitab’tan ve Sünnetten çıkartılmış dinî hükümlerin tamamına verilen isimdir. Şeriat İslâm ile özdeştir. Binaenaleyh “Ben Müslümanım ama Şeriata karşıyım” gibi mantıksız sözler büyük ve korkunç bir çelişkidir ve söyleyeni dinden çıkartır.
Dördüncüsü: Tesettürdür. Müslüman kadınların başlarını örtmeleri ve vücutlarını gizleyecek bir cilbaba bürünmeleri farzdır. Bu konuda on dört asırlık bir icma bulunmaktadır.
Beşincisi: Zekat, Kur’an’ın Tevbe suresinin 60’ıncı ayetine göre, başta fakirler ve miskinler olmak üzere sekiz sınıf gerçek kişiye (tüzelkişiye değil!) verilecektir. Bunda da icma vardır. Tüzelkişilere verilen zekatlar geçersizdir.
Altıncısı: İslâm dini lüksü, israfı, sefahati, aşırı tüketimi, gösterişi, gururu, kibri, ihtiyacından fazla harcamayı kesinlikle yasak ve haram kılmıştır.
Yedincisi: Dinimiz, Kitabımız, Peygamberimiz, Şeriatımız biz Müslümanlara, kafirleri dost ve velî (idareci) edinmeyi yasak etmiştir.
Sekizincisi: Gıybet kesin bir yasak ve haramdır. Kur’an gıybet etmeyi, ölü kardeşinin etini yemek gibi iğrenç ve çirkin bir günah ve cinayet olarak beyan etmiştir. Gıybet yapanlar azılı fasıklardır.
Dokuzuncusu: Kur’an “Mü’minler kesin olarak birbirlerinin kardeşidir” buyurmakta ve dinimiz kardeşliği zedeleyecek şeylerden, tefrikadan, fitne ve fesattan kaçınmamızı emr etmektedir. İman kardeşliğini bozanlar, iman kardeşliğine aykırı işler yapanlar fasıktır, facirdir, günahkardır.
Onuncusu: Yüce dinimiz ve Şeriatımız biz Müslümanları yardımlaşmaya çağırmakta; zenginlerin, imkanlıların fakir ve miskinlerin yardımına koşmasını emir buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz “Din kardeşi aç gecelerken, kendisi tok sabahlayan bizden değildir” buyurmuşlardır. Din ve iman kardeşleri sefalet ve yokluk içinde sürünürken kendisi Nemrud ve Firavun gibi yaşayan, muhtaçlarla ilgilenmeyen, zekatını fıkhın gösterdiği şekilde sarf etmeyen, zekattan başka ayrıca sadaka vermeyen, din kardeşlerine acımayan, onlara yardım etmeyen kimseler fasıktır, facirdir.
Onbirincisi: Peygamberimiz “Üç Müslüman birlikte yolculuğa çıkarsa, içlerinden biri yol başkanı olsun” buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerifte “Zamanındaki İmamü’l-müslimîni bilmeyen kimse sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olur” uyarısı yapılıyor. Binaenaleyh Müslümanların bir reisi olması şarttır. Bütün Müslümanların bunu bilmesi gerekir.
Onikincisi: İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmaresidir. Müslüman nefs-i emmaresi ile devamlı şekilde mücadele etmelidir.
Başta Diyanet olmak üzere bütün cemaatlerin, tarikatların, ulemanın, temsilci ve ziyalı Müslümanların dinimizin bu gibi temel ve zarurî hükümlerini halka bildirmelerinde ve öğretmelerinde büyük yararlar vardır.
Mehmet Şevket Eygi .Millî Gazete, 6.8.2008
X
Merhaba..
Belki, “yamyamlık/ totem/ tanrı” konusunda da anlaşamayabiliriz ama,şu anın asıl konusu, dinlerin kaynağında sadece “hurafe”, “cehalet” falan gören yaklaşımdan uzaklaşmadır.
Bu dar-yaklaşıma, ifade olarak şöyle veya böyle söylenip söylenmediğinden bağımsız olarak, bütün eski aydınlanmacılık akımı sahip çıkmıştır. Turan Dursun da sahip çıkmıştır…Voltaire’den falan yaptığı alıntılarda da, “hurafe”, “cehalet” argümanları dışında pek fazla bir şey bulamayız.
Tamda böyle olduğu için,”dine karşı mücadele” perspektifi çok dar alanlara, “akıl,mantık” vb. noktalara çekilmiş ; “cehalet ile bilgelik”, “aydınlık ile karanlık” falan gibi kısır ikilemlere mahkum edilmiştir. Turan Dursun’un çalışmalarında dinin sosyal kaynaklarına ilişkin derinleştirilmiş bir çalışma bulunmaması ; Namaz bahsi olunca, “Muhammed bunu …’lerden çalmıştır”, “oruç”olunca, “İslam bunu …’lardan çalmıştır” dışında fazla bir şey söyleyememesi bu nedenledir.Onun insan olarak, aydın olarak kötülüğünden değil! Burada bir bakış açısı, yaklaşım vardır. Eğer dinler bir hurafeler toplamı ise, hurafelerin kaynağını bulmakla uğraşmak abesle iştigal olurdu…Bu durumda da, yapılacak şey “akıl” ve “mantığın” huzurunda bir “mücadele”ye mahkum olunur.
Benim çalışmalarımda, ilk defa, oruç’un eski toplumda hangi nedenle oluşturulup kullanılmış bir kurum olabileceği sorgulanıyor.
İslami abdestin anlamsız, garip (başın sadece bir kısmını meshetme!) , sağdan başlama falan filan…) kuralları ile uğraşmak yerine, bizzat o garip kuralların hangi nedenle “garip” olarak kurallaşmış olabileceğini araştırıyor.
Benim insanbilim alanında üretken olmam, uzun yıllara yayılan bir çalışmama bağlı değil sadece. Tam da yukardaki yaklaşımımı formüle etmeye başlamama bağlı olarak, hem eski toplum tarihi, hem de dinsel metinler, çok daha farklı bir içerikle görünmeye başladığı içindir.
Bunları aşağıdaki adreste yayınladım, yayınlıyorum.
http://toplumvetarih.blogcu.com/
http://toplumvetarih.blogcu.com/archive/
O yaklaşıma sahip olundunduğu zaman,göreceksiniz ki, dinsel metinler, erken Mezopotamya tarihsel metinleri olarak biçimlenecek, ve bir dizi noktada, var olduğunu sandığımız anlamlar yerine, dinsel metinlerin 6 bin yıl önceki Mezopotamya tarihini ve örgütlenmesini anlatıyor olduğunu göreceğiz.
Dinsel bir çok metin, bu tarihçenin temellerine dayandığı için ,mesela, Tevrat’ın başlangıç bölümünde,bugün anlaşılan anlamıyla “yoktan var edilmiş bir dünya-evren” argümanının yazınsal olarak bulunmadığını saptayabileceğiz.
Dolayısıyla, “dinlere karşı mücadele” adına, aslında şu ana kadar yapılmış olanın, yazınsal olarak Tevrat,İncil ve Kuran’da berrak bir temeli olmayan “yoktan var ediş” teorisi etrafında dolanıp durmak olduğunu saptayacağız…vb.
Bunlar elbette bize değişik ve zengin bir alan açıyor. Çalışmalarımda, zaman zaman tekrarlar varsa da, her seferinde yeni bir konu ortaya çıkarabilmem de bu yaklaşım tarzımdan ötürüdür.
Enerjilerin bu yeni yaklaşım temelinde kullanılması hepimizi mutlaka daha da ilerletecektir.
Başarılı okumalar dileğimle..
Safa Kaçmaz, 10.9.2008
X
Merhaba arkadaşlar,
Sn. Dilaver Koman’la sn. Safa Kaçmaz’ın yazışmalarını kendi adıma büyük bir ilgi ve dikkatle izliyorum. Eminim ki bu değerli beyinlerin ürettikleriyle yolumuz daha da aydınlanacak, yaşamımız daha da zenginleşecektir.
“Orucun kökenleri üzerine” başlıklı çalışmasından ötürü sn. Kaçmaz’ı bir kez daha kutluyorum. Yakın vadede olamasa bile, oruç hakkındaki bu tespitlerinin er veya geç anlaşılacağına ve hak ettiği değeri bulacağına inanıyorum. Hatta gücüm yeterse onun bu çalışmasını ifade dili açısından biraz sadeleştirerek ve süsleyerek başkalarıyla paylaşmamın üzerime farz olduğunu düşünüyorum.
Sn. Kaçmaz, değerli üstad,
Ancak tüm bunlara rağmen, sn. Dilaver Koman ve Turan Dursun sitesinin hareket felsefesi hakkındaki eleştirilerinizi haklı bulmadığımı ifade etmek isterim, hem de tüm eleştirileriniz doğru olmasına rağmen!.. Bunun nedeni şu;
Her ikisi de aklı ve bilimi esas almasına rağmen, bana göre TvT’nin fonksiyonu ayrı, TD sitesinin fonksiyonu ayrıdır. Tvt platformu, artık yaşlanmakta olan bizlerin bilgi ve tecrübe aktardığı bir felsefe odasıdır. Ne var ki gerçek bir savaşta hiçbir felsefi düşünce bir kalkanın yerini tutamaz ve bana göre TD sitesi bilim ve din arasındaki bu savaşta gerçek bir kalkandır. Yalana ve yanlışa karşı durmak isteyen gençlerin sığındıkları ilk kalkan. Eğer iş bizim anlaşılması zor felsefi söylemlerimize kalacak olsaydı, dogmalara kaybettiğimiz yüzbinlerce gencin yanısıra şu elimizde kalan bir avuç kahramanı da kaybederdik. Baksanıza, oruç konusunda ciddi şeyler söylüyorsunuz da, 800 üyesi olan TvT’nin bizzat kendi içinden bile iki nefes zor çıkıyor. Söyler misiniz onbinlerce genci hangi pratik gerçekle koruyup yönlendireceğiz? Hem bizzat siz kendiniz söylemiyor musunuz, bugünkü sözlerinizin gençliğinizin bir özeleştirisi olduğunu! Elbette bugünkü gençlerimizin de özeleştiri yapacak eksikleri ve bunu öğrenecek bir süreye ihtiyaçları olacak. Biliyorum çok dolusunuz, biliyorum bildiğinizden eminsiniz ve bunu paylaşmayı da en çok yine bizim için istiyorsunuz, ama bu sizi haklı kılmıyor.
Turan Dursun’u büyük bir minnet ve rahmetle anıyorum. Bildikleri ve söyledikleri bugün bize yetersiz gelse de, Elmalılı A.Hamdi Akseki’nin yetersiz mealine yaslanıp tembelleşmiş klasik din anlayışında sn. Süleyman Ateş’le başlayıp sn. Yaşar Nuri Öztürk’le devam eden uyanış ve arayış hareketini büyük ölçüde kendisine borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Sohbetin özüne gelince,
Yıllar içinde edindiğim bir tecrübe bana şunu söylüyor;
” Tanrının bizzat kendisinden başlamayan her sorgulama sonuçsuz kalmaya mahkumdur.”
Bana göre bir şey aranacaksa, sorgulanacaksa, konuşulacaksa, bu bizzat yaratıcının ta kendisinden başlamalıdır. Hangi dilde, hangi dinde ve hangi kitapta olursa olsun!
Esasen Kuran’daki El İlah’tan söz etmemin nedeni de budur.
Selam ve sevgiyle,
Mürit Kefer, 10.9.2008
X
Sayın Kaçmaz
Daha evvel de yazışmış ve bu konunun altını çizmiş oldugumuzu hatırlıyorum. TD sitesi anonim bir paylaşım alanıdır, bir tüzügü vardır ve tüzükte başlangıç kısmında şunların altını çizmişiz :
Sitemiz, aydın insan Turan Dursun anısına kurulmuş olmakla birlikte sadece Turan Dursun’un makalelerini kendisine sınır edinmiş değildir. Ayrıca onu tüm görüşleriyle doğru kabul eden, tabulaştıran, tarikatvari bir yapılanma da değildir. Eğer böyle olsaydık, dinlerde eleştirdiğimiz noktaları kendimizde de yaratmış olurduk. Biz bunun yerine bilimsel-akılcı perspektif ile Turan Dursun’a bakmakta, bunun sonucunda onun doğrularını çoğunlukta, hatalarını ise azınlıkta görmekteyiz. En önemlisi ise dinlerden özgürleşmenin insanlığı daha güzel yerlere getireceği düşüncesinde onunla aynı paydadayız.
http://www.turandursun.com/index.php?categoryid=7&p2012_articleid=1
Bizle Turan Dursun’un Türkiye’deki aydınlanma hareketinin önünü açan ve yaşamına bir mücadeleye girişen biri oldugunu düşünüyoruz. Bu yüzden de dinlerden özgürlük platformu altında dile getirdigimiz düşüncelerimizi onun anısına adıyoruz.
Turan Dursun ile Turan Dursun sitesini aynı aidiyet içerisinde görmek gibi bir hataya düşüyorsunuz. Her şeyden evvel Td sitesinin resmi çizgisini duyuruları ile bülteni temsil eder. Onun dışındaki ana gövdesi site forum alanlarıdır. Burada da takriben 6 binin üzerinde üye ve her gün 140 lara yaklaşan ziyaretçi üye yer alır. TD sitesinin üstüne aldıgı görevde ciddi ivmeler yerine getirdigini düşünüyoruz.
Daha önce de sitenin ana sayfasını ziyaret ettiginizi forum alanlarına dahil olmadıgınızı belirtmiştiniz. Ancak Td sitesinin organik tarafı forum alanlarıdır. Turan Dursun’u eleştirebilirsiniz, hatta bazı kısımlarına bizler de katılabiliriz. Ancak bunu yaparken zaman ve mekandan bagımsız olamazsınız. Hele hele şu anki çizgiyi bununla özdeşleştiremezsiniz.
Daha önce de belirttigim gibi e-dergi çalışmalarımız vardır. Bunu gerçekleştirdigimiz anda merkezi olarak sitenin üstlenecegi yazılarda TD sitesinin görüşünü ve dünyaya bakış açısını herkes ögrenebilecektir. Ancak bu dergide tercih edilen sizinki gibi farklı yazıların da olmasıdır.
Td sitesi hiç bir biçimde din olayını eski toplumdan bagımsız olarak ele almaz, hurafe düzeyine indirgemez. Kaldı ki sizin eleştirdiginiz TD de bu şekilde ele almadı, Muazzez İlmiye Çıg da bu konuda kitap yazdı.
Turan Dursun ve diger aydınlanmacılara çatışınızın zoraki oldugunu ve maddi temellerinin eksik oldugunu düşünüyorum. Zorlama oldugunu düşünüyorum.
Bunlar elbette benim düşüncelerim ve beni baglıyor, ne Turan Dursun’u ne de TD sitesini.
saygılarımla
Dilaver Koman, 11.9.2008
X
Herkese Merhabalar;
Sayın Safa Kaçmaz, ben yıllardır bir çıkmaz içinde, dinlere karşı bakışım sn T. Dursun ve ona ithafen oluşturulan platformdaki arkadaşların bakış açısından farklı değildi. Evet gerçekten tepeten bakan bir bilmişlikle bir “kaba ateizm” profili çizmiş biriyim. Ta ki sizin başlatmış olduğun TvT platformu ile tanışana kadar. Hernekadar
üç semavi dinin mezopotamya kaynaklı olduğunu bilsemde sizin bu konuda bana sağlamış olduğunuz derinlemesine bakış açısını belirtmek isterim.
Sn Dilaver Koman ile yazışmalarınızı okuyorum. Ve Murit Kefer’ in de belirtmiş olduğu gibi ben de sizin söylemiş olduklarınıza katılıyorum ama bir farkla; o fark TD sitesinden beklentileriniz. Ben TD nin yapmış olduğu, üstenmiş olduğu misyonu çok önemsiyorum. Zira ülkemizde bu konuda bu şekilde faal başka platform bilmiyorum. Yaptıkları hernekadar sizin de belirtmiş olduğunuz “kaba ateizm” den öteye
gitmese de.
Türkiye nin ateizm konusunda en büyük eksikliği Richard Dawkins gibi şahsiyetlerin olmaması. Dawkins bizler adına uluslarası platformlarda
“anarşistçe” bir tavır içerisinde mücadelesini sürdürüyor. Dawkins bir
doğa-bilimci ve kendi savlarınıda bu konu üzerinden yani Darwin ve evrim kuramı üzerinden Kilise ye karşı sürdüyor. Kitapları best-seller ve bu kitaplarından kazançlarınıda seslerini daha iyi duyurmak adına oluşturdukları internet sitesine, belgesellere yatırıyor. Ben bu saldırgan tavrı çok ama çok taktir ediyorum.
İşte bu bağlamda TD sitesi de Dawkins in yaptığını yapmaya çalışıyor,
ve bu da desteklenmelidir hernekadar söyledikleri ” kaba ateizm ”
içersede.
İyi günler.
Redfox, 11.9.2008
X
Bu yazışmalarda ben, olabildiğince, “Dilaver Koman’ın yanıtındaki içeriği yanlış bulmaya devam ediyorum.”… Bunu yazıyor…
…. Oruç’un ,namazın, abdestin, “kaynaklarını” incelemeye; Turan Dursun’un bu alanlarda “kaynaklar” bulma yönelimin bulunmadığına dikkat çekmeye çalışıyorum. Onun “Hurafe” deyip orada durma noktasında kalmış olma hatasının bilince çıkarılmasını istiyorum…
Buna karşılık Dilaver Koman:
.”Turan Dursun ve diğer aydınlanmacılara çatışınızın zoraki olduğunu ve maddi temellerinin eksik olduğunu düşünüyorum. Zorlama olduğunu düşünüyorum.” … demeye;
“Makam” açıklamaları gibi yarı-resmi açıklamalar yapmaya….Turan Dursun’un “kanı”nı anımsatmaya, hiç yeri ve anlamı yok iken Turan Dursun’un katledilmesi vb. üzerinden duyguları harekete geçirmeye devam ediyor…
Benim “niyetim” üzerinde ( daha önceki bir iletide de “Paragrafın en can alıcı yönünü es geçerek…” falan diyerek güya çok “önemli… de..” olan “mülk” lafını bilerek geçiştirdiğim anlamında imalar ileri sürmüştü; bunun üzerinde durmayı gerekli bile görmedim, içeriğe dikkatleri toplamaya çalıştım…) veya etrafında dönen böyle bir yaklaşım, konunun teorik içeriği üzerine söylenecek fazla lafı olmadığı hallerde ortaya çıkıyor olmalıdır…
Bu yüzden de “Niyet”ler üzerinden falan konular hemen “dengeleniveriyor”…
Çok hatalı bir şekilde taşıdığınız bu “Niyet” alanı, belki bir yönüyle , benim yazılarımın tarafınızdan yeterince tanımamasından da kaynaklanıyor olabilir. Daha çok buna ihtimal vermek istiyorum. Bunları yeterince okumadığınızı söylemiştiniz. Böylece benim eski aydınlanmacılık’a ve o arada T.Dursun’a yönelik eleştirilerimin ağırlığını anlayamıyor ve bu “sert” eleştirilerimin açıklama alaınını niyet’lere taşıyorsunuz…
Bu durumda, yeterince bilmediğiniz halde, benim Turan Dursun’la ve ya onun namına açılmış site çizgisi ile aramdaki ayrılığın “zorlama”, “kasıtlı olarak büyütülmüş” olduğunu nasıl öne sürüyorsunuz?
Konuyu böyle ortaya koyduğunuza göre,
Koltuğunuzda falan gözüm olduğunu da ekleseydiniz, “pozisyonunuz” neredeyse tamamlanmış olurdu…
Sayın Dilaver Koman…
Bırakın bu resmi bilanço dökümlerini..Onu derneğiniz içinde yaparsanız, yapın.
Siz o sitede/listede/dernekte hangi konumdaysanız, o konum size ait kalsın…”Makam”lar yanıtı gibi, resmi “açıklamalar” da sizin olsun… Yaptığınız çalışmaların hayırları sevapları da .. Bana, “rakam” değerleri falan vermeyin… Temelleri hatalı konmuş olduktan sonra, hatalı temeller etrafına yüz bin kişi toparlasanız ne çıkar!
Siz, buradaki tartışmada, çok somut içerik konularını ele alın.
Ele alacak durumda değilseniz, bunu açıkva söyleyin..Bunun zararı yok. Bu giderilebilir.
Fakat benim “niyetlerim” üzerine ahkam kesmeyi bırakmanızı rica ediyorum.
Mesela, olanağınız varsa, oturun, gölgesine çok büründüğünüz Turan Dursun’un, , o on binlerce sayfalık yazıları arasında, Oruç’un eski toplumsal kaynakları üzerine söyledikleri var ise, onları yayınlayın…
Eğer, yok ise, neden dolayı böyle önemli, yaygın bir konuya girmemiş olduğunu açıklayın…açıklamayı deneyin…ama önce kendi kendinize…
T.Dursun’un “Hatası da olabilir…” gibi yuvarlak laflar ardına gizlenmek yerine, her somut noktada, hatasını ortaya koymak doğru olmaz mı?
Benim yaptığım gibi…
Turan Dursun’un Avesta’da “köpek hakları” keşfetmesinin onun zayıf teorik temelinden kaynaklandığını açıklayın.. Doğrusunu anlatın.. falan..
Bunlardan gerisi, boş laflardır….Bunu şu ana kadar epey yaptınız…Lütfen artık sürdürmeyin..
Selamlar,saygılar herkese..
Safa Kaçmaz, 11.9.2009
X
T.DURSUN Sitesi kendi yolundan gitmeli,işlevini yerine getirmeli.Okumanın yazmanın,bu araştırma düzleminin kıt olduğu bir ortamda var olan işlevini devam ettirmelidir.
İnsanların kur,an okuma düzeyine bile gelemiyeceği bir ortamda onların bu perspektifle yollarını açmalı,bazı konularda bu dar alandada olsa ,kur,anı,tevratı,incili birbirleriyle ilişkilerini,sorgulamalı bu düzeydeki tartışmalarada yön vermelidir.
http://toplumvetarih.blogcu.com/ Fakat bu grubun,perspektif açmasına,tarihi tek tanrılı dinlerden,eski tarihlere kadar araştırma işlevine,eksiklerin giderilmesine,derinleşmeye
günümüzden en eski tarihlere dönüp,tekrar bugüne bağlama işlevinizi,destekliyorum.Fakat konularında çok ağır olduğunuda belirtmek istiyorum.Okumaya,internette tartışmaya,çok yakında başladığımızıda hatırlatırım.YUNUS EMRE 700 YIL OLMUŞ,Düşüncelerini ummana dökmüş.Toplumlar YUNUS EMRE nin oralara gelebilmesi için ,bir fırın ekmek yemesi gerekiyor.Fırından çıkan ekmekler için sıraya giriliyor diye düşünüyorum.
Sizlerinde bu perspektif açan tartışmalarınızında,devamını işlevinin farklılığını belirtmek istiyorum.Sorgulamak gerekir,bilince çıkarmak gerekli ,dünden bugüne.
selamlar, Abuzer.
MÜNACAAT
Ya İlahi ger sual etsen bana,
Cevabım işbudur anda sana.
Ben bana zulmeyledim ettim günah,
Neyledim nittim sana ey Padişah.
Gelmeden dedin hakkıma kem deyü,
Doğmadan dedin Asa deyü.
Sen ezelden beri beni asi yazasın,
Doldurasın aleme avezesin.
Ben mi düzdüm beni, Sen düzdün beni,
Pür ayıp niçin getirdin ey Gani.
Gözüm açıp gördüğüm zindan içi,
Nefs-i heva pür dolu Şeytan içi.
Habs içinde ölmiyeyim deyü aç,
Mısmıl u murdar yedim bir iki kaç.
Nesne eksildi mi mülkünden senin,
Geçti mi hükmün ya hükmünden senin.
Rızkını yiyip seni aç mı kodum,
Ya yiyip öynünü muhtaç mı kodum.
Kıl gibi köprü gerersin geç deyü,
Gel seni sen tuzağımdan seç deyü.
Kıl gibi köprüden adem mi geçer,
Ya düşer ya dayanır yahut uçar.
Kulların köprü yaparlar hayır için,
Hayrı budur kim geçerler seyir için.
Ta gerek bünyadı muhkem ola ol,
Ol geçenler ayıda uş doğru yol.
Terazi korsun hevaset tartmaya,
Kastedersin beni oda yakmağa.
Terazi ana gerek bakkal ola,
Ya bezirgan tacir ü attar ola.
Çün günah murdarların murdarıdır,
Hazretinde yaramazlar karıdır.
Sen gerek lütuf ile anı örtersin,
Pes ne hacet murdar açıp tartarsın.
Sen temaşa kılasın ben hoş yanam,
Haşa Lillah senden ey Rabb el Enam.
Sen basirsin hod bilirsin halimi,
Pes ne hacet tartarsın amalimi.
Geçmedi mi intikamın öldürüp,
Çürütüp gözüme toprak doldurup.
Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan,
Sen bilirsin aşkara vü nihan.
Bir avuç toprağa bunca kıyl-ı kaal,
Neye gerek ey Kerim ü Zülcelal.
X
11 Eylül 2008 Perşembe 10:37 tarihinde redfox <mkredfox@gmail.com> yazdı:
Herkese Merhabalar;
Sayın Safa Kaçmaz, ben yıllardır bir çıkmaz içinde, dinlere karşı bakışım sn T. Dursun ve ona ithafen oluşturulan platformdaki arkadaşların bakış açısından farklı değildi. Evet gerçekten tepeten bakan bir bilmişlikle bir “kaba ateizm” profili çizmiş biriyim. Ta ki sizin başlatmış olduğun TvT platformu ile tanışana kadar. Hernekadar üç semavi dinin mezopotamya kaynaklı olduğunu bilsemde sizin bu konuda bana sağlamış olduğunuz derinlemesine bakış açısını belirtmek isterim.
Sn Dilaver Koman ile yazışmalarınızı okuyorum. Ve Murit Kefer’ in de belirtmiş olduğu gibi ben de sizin söylemiş olduklarınıza katılıyorum ama bir farkla; o fark TD sitesinden beklentileriniz. Ben TD nin yapmış olduğu, üstenmiş olduğu misyonu çok önemsiyorum. Zira ülkemizde bu konuda bu şekilde faal başka platform bilmiyorum. Yaptıkları hernekadar sizin de belirtmiş olduğunuz “kaba ateizm” den öteye gitmese de.
Türkiye nin ateizm konusunda en büyük eksikliği Richard Dawkins gibi şahsiyetlerin olmaması. Dawkins bizler adına uluslarası platformlarda “anarşistçe” bir tavır içerisinde mücadelesini sürdürüyor. Dawkins bir doğa-bilimci ve kendi savlarınıda bu konu üzerinden yani Darwin ve evrim kuramı üzerinden Kilise ye karşı sürdüyor. Kitapları best-seller ve bu kitaplarından kazançlarınıda seslerini daha iyi duyurmak adına oluşturdukları internet sitesine, belgesellere yatırıyor. Ben bu saldırgan tavrı çok ama çok taktir ediyorum.
İşte bu bağlamda TD sitesi de Dawkins in yaptığını yapmaya çalışıyor, ve bu da desteklenmelidir hernekadar söyledikleri ” kaba ateizm ” içersede.
İyi günler.
<BR
Abuzer Yılmaztürk,11.9.2008
X
Değerli liste üyeleri.. “Dinlere karşı mücadele” ederken ve gerçekten de edebilmek için, benim düşünceme göre, önce konuları anlayıp ortaya koyabilme özelliğine sahip olabilmeliyiz. “Dine karşı mücadele” ederken , “cehalet”, “hurafe”, “karanlık”, “psikolojik öğe” gibi noktalar dışında, gerçek bir topluluğun, yemek, içmek, müzik, yönetim.. gibi gerçek yaşamsal alanlarında aramalıyız..
Bunun bir parçası olarak, şu anda, ezan/bayram vakitlerine ait farklı makamlarda okuma uygulamasının gerçek nedenlerini tanımlamaya çalışalım..
S. Kaçmaz
***
5 Vakit Ezan’ı 5 Farklı Makam’da Okuma Nedenleri…
“Makam” Farkının Nedenleri ?
Ezan veya Kuran okumada olduğu kadar, Eski Ahit’te yer alan ilahi/ağıt/türkülerin terennümlerinde de “farklı makam” kullanımı bulunmaktaydı.
Okurlarımız, aynı Ezan’ın aynı gün içinde birbirinden farklı 5 makamda okunmasının nedenlerini anlamaya, incelemeye çalıştığımızı fark etmiş olmalılar.
Aşağıda, değişik yerlerden derlenmiş yazılar var. Bunlar bir fikir vermekle birlikte, “asıl soru”yu yanıtlamaktan yine de uzaktırlar.
Bir dizi temel konuyu açıklarken olduğu gibi, bu noktada da Akado sammaru kaynaklarından öğrenmek zorundayız. Orada, her ayrı makam, savaş/barış, ask-düşmanlık, dua, beddua vb. türlerine denk geldiği gibi, özellikle her tanrının üzerinde “oturduğu makamına” ayrı bir sesleniş tarzı vardı. Her topluluk, kendi tanrısını, kendine ait kavram ve tarz ile ‘yüceltir’di. Bunlara ‘övmek’, övgü’ haliyle rastlıyoruz. Onun dışında savaş çağrısı, zafer ilanı gibi tarzlar, belki birbirinden etkilenerek ortak yönlere kaymış olabilirdi ama topluluğun doğrudan kendi tanrısına sesleniş tarzı ayrı idi. Bu derin ayrım, zamanımıza kadar bir dizi şekillerde varlığını yansıtmıştır.
Dolayısıyla müziğin makamından bahsederken, söz konusu olan farklı “makamlar”ca, yani eski tanrıların egemenlik “kürsüsüne” göre şekillenmiş erken ilahi tarzlarından, bu anlamda yönetim makamlarından da bahsetmiş oluyoruz.
Bu alanda derinleştirilmiş bir çalışma, her toplulukta belirgin olarak öne çıkan makam’ın, eski dönemde onların tanrısına (makamına), o makamın özelliğine, savaşçı, barışçı, aşka düşkün, adalet veren, vb. olup olmadığına ilişkin de fikirler verebilir. Bugünkü ‘ulusal kültür’lerin bütün temel çekirdeklerini o topluluk ataları arasına eken, eski toplumun kendisidir.
Suryani kayıtlarında ve uygulamalarında gördüğümüz “8’li makam” ve “8’erli dönemsel takvim” gibi noktalar, yukardaki açıklamalarımızı doğrulayan bir örnek oluşturuyor.
+
SÜRYANİLERDE KİLİSE MÜZİĞİ
http://www.suryaniler.com/kultur-sanat.asp?id=359
Günümüzde Süryanilere ait kiliselerde kullanılan ilahi ve ayinlerin müziğinin geçmişi 4. yüzyıla dayanmaktadır. Özellikle dördüncü yüzyılda yaşayan Süryani bilgini ve din adamı Mor Afrem’in bu konuda inanılmaz çabaları vardır. Bu çabaları nedeniyle yabancılar bu Süryani bilginine “Kutsal Ruhun Gitarı” adını vermişlerdir. Süryani kilisesi müziğinin başlangıç noktası olarak ise Süryaniceye çevrilen Yunan Ortodoks ilahileri ve bundan yüzyıllar boyu etkilenen Bizans geleneğidir. Süryanilerin dinsel tartışmalarla bölünmelerinden sonra, Doğu Süryanilere ait kilise müziği gelişmeye başlamıştır (7. yüzyıl).
Süryani kiliselerinde kullanılan müzikler genellikle sese dayalıdır ve yaklaşık olarak 700 adet ilahi mevcuttur. Yabancılar bu ilahileri “İlahi Hazineleri” olarak adlandırırlar.
Bu ilahilere Süryanice Beth Gazo adı verilmektedir. Süryani kilisesindeki ilahilerin müziklerinde 8 değişik makam kullanılmaktadır. Bu 8 makam Bizans ve Gregoryan makam sistemleri ile bazı benzerlikler gösterirler. Süryani kilisesine ait ilahiler, her makamda söylenebilmektedir. Her makamın Süryanice bir karşılığı vardır. Örneğin birinci makama Kadmoyo, ikinci makama Trayono, üçüncü makama Tminoyo, dördüncü makama Rbihoyo vb gibi adlar verilmektedir.
Süryanilerde miladi takviminden ayrı olarak bir de Kilise Takvimi kullanılır. Kilise Takvimine göre bir yıllık süre sekizer haftalık devrelere ayrılmıştır ve her bir devrede Kilisedeki ilahilerin müzikleri bu makamlardan birisi kullanılarak yapılır. Örneğin birinci sekiz haftalık bölümün ilk pazarında Kadmoyo, ikinci pazarında Trayono, diğer pazarlarda öteki makamlar kullanılır. Oysaki Bizans kilisesinde makamlar çiftli olarak kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Süryani ve Bizans kilisesinde her ne kadar etkilişim olsa da bazı farklılar da mevcuttur..
Süryani kilisesinde makamların tonal sınırının arttırılması sonucu bugünkü Arap ve Türk sanat müziğinin makam sistemleri oluşmuştur. Örneğin Kadmoyo makamı ile Türk müziğindeki Bayati ve Uşşak makamları, Tminoyo makamı ile Hicaz makamı, Rbihoyo makamı ile Rast makamı birbilerine çok benzerlikler göstermektedir.
Ortadoğu ve Anadolu çok sayıda etnik ve dini grubun binlerce yıl yan yana yaşadığı bir kavşak noktası olmuştur. Bu gruplar doğal olarak müzik, foklor ve çeşitli sanatlarda birbirlerini olumlu şekillerde etkilemişlerdir. Yukarıda değinilen olaya da bu gözle bakmak gerekmektedir.
Süryani kiliselerinde, ilahilerin yerel tarzlarda söylenmeleri sonucu yedi farklı Süryani Kilisesi müzik geleneği ya da okulu oluşmuştur. Her okulda ilahilerin söylenişlerinde ufak farklılıklar vardır. Bu okullar ya da gelenekler; Hindistan’ın Doğusundan, Irak’taki Musul Manastırı’nda bulunan Tarkit okuluna ve Mardin ile Tur-Abdin (Allahın Kölelerinin Dağı) Batı Süryani müzik geleneği ve okuluna kadar uzanmaktadır. Bütün bu okullar ve gelenekler arasındaki ilişkiler müzik araştırmacılarının ilgisini beklemektedir.
Günümüzün popüler Süryani müziği de Süryani Kilisesinin zengin birikimine ve mirasına dayanmaktadır. Bu özellik nedeniyle Süryani müziği, Ortadoğu’da yaşayan diğer halkların müziklerinden bir parça olsun ayrılmaktadır ama birlikte yaşama sonucu birbirlerinin müziklerinden oldukça etkilenmişlerdir. Önemli olan bu zenginliğin tadına varabilmek ve bu güzellikleri ortaya çıkartabilmektir.
http://www.suryaniler.com/default.asp
***Makam’dan Makam’a- 1
Makamdan Makama- 2
Ezan’da Makamdan Makama- 3
Safa Kaçmaz, 13.9.2008
X
Merhaba,
“Beş vakit ezanın, beş ayrı makamda okunması” ile ilgili yazıda aşağıdaki noktalar dikkatimi çekti. Paylaşmak ve tartışmaya açmak istedim.
İslam’da ezanın beş ayrı makamda okunmasıyla, Süryaniler’de ilahilerin sekiz ayrı makam ile okunması ve Eski Ahit’te de ilahilerin özellikle farklı makamlarda okunmasını ilişkilendirebilir miyiz? Bunların dayandığı ortak temelleri nasıl açıklamalıyız?
Yazınızda o dönemde ilahi ve ağıtlarda her farklı makamın farklı bir “egemen makama sesleniş” tarzı olduğu ifade edilmiş…O halde ezan ve Süryanilerdeki bu farklı okunuşlar da aynı temele mi dayanıyor?
Neden ezan hep aynı saatlerde, dakik ve günde beş vakit….Ve neden Süryanilerde bir yıl sekiz haftalık devrelere ayrılmış ve ilahi makamları da buna göre sekiz ayrı şarkı makamı şeklinde okunuyor?
Bu sorular üzerinden konuya devam edebilirsek daha açıklayıcı olacağını düşünüyorum.
Saygılarımla…
Gül Nuray, 13.9.2008
X
Sayın Kaçmaz;
Demişsiniz ki
“Turan Dursun, öteki bir dizi “aydınlanma”cı gibi, din denilince ondan neredeyse sadece “cehalet”i, “hurafeyi”,”karanlığı” falan anlayan, tipik yaklaşımın sürdürücülerinden birisidir. İslami geçmişi olan biri olduğu için, İslama ilişkin özel bilgi sahibi olması onunİslamı doğru temelde, doğru gerekçeler üzerinden eleştirdiği anlamına gelmiyor.”
Yani bir konuda eleştiri hakkının o konuya vakıf olmadan da olabileceğini mi iddia ediyorsunuz?
Yoksa Turan Dursun’un düşüncelerinin sığ, sizin ise Turan Dursun kadar
İslami bilginiz olmadığı halde, daha perspektifel bir bakış ile modern
bir eleştiri yöntemi ile eleştirdiğinizin iddiasını mı yapıyorsunuz açıklarsanız sevinirim.
Ayrıca Turan Dursun bildiklerini bir öznel yaklaşım ile kişisel yazıyordu.
Kendi cümlesidir ki
“Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım.” Bu öznel yaklaşımın sloganı olmuştur zaten.
Siz ise dinin toplumdaki etkisine bilimsel yaklaşmak istediğiniz için yaklaşımlarınızın farklı olması doğaldır. Ama yazılarınızda dikkat ettiğim bir husus var ki söylemeden geçemeyeceğim.
Yeni bir eleştiri yöntem ve tarzında ısrar ettiğiniz halde, eleştirilerinize dayanak olarak getirdiğiniz tarih kayıtlarına genel bir yüzeysel bilgi aktarımı ile yaklaşıyorsunuz.
Örneğin, verdiğiniz örneklerde Ezan’ın kökenini açıklarken toplumsal
bir kesin eleştiri yaptığınızı iddia edebilmeniz için her bir iddianın kaynağını belirtmeli ve bu kaynaklara yapılan itirazları da çürütebilmelisiniz.
İngiltere’de Şeriat Mahkemesi gibi SAZAN avı haberine olan ilginize bakılırsa, kesin olmamakla birlikte beslendiğinizi kaynakların neler olduğunu kestirmek zor olmasa gerek.
Google olmadan yazı yazamayan bir yazar türü peydah oldu bildiğiniz
gibi. Sizinde bir bilimsel bakışa sahip araştırtmacı kimliğiniz olduğunu iddia ettiğinze göre bundan öncelikle sizin kaçınması ve ilk eleştiri oklarını bilginin kaynağı konusunda ortaya koymanız gerekir kanaatindeyim.
Bilimsel makale yazmak, iddia etmek değil, iddianızın arkasında kaynakları ile durmaktır.
Aksi takdirde eleştirmiş olduğunuz Turan Dursun’un yönteminden farklı bir yaklaşımınız olmaz.
Bir farkınız olur ki; sizin kendinizi ispat etmeye çalışan saldırgan tavrınızdır o da.
Umarım eleştirilerinizdeki karşı taraftan beklediğiniz hoşgörü sizde de vardır ki; ileride bir Müslüman olarak sizinle ÖZELLİKLE TARİHİ KAYNAKLAR ile DİN ve TOPLUM hakkında gerçekler üzerinde yazışmak ve fikir alışverişinde bulunmak isterim.
TvT sayfalarında yazdım oradan bak. Onlar doğru, mantığı ile ne din ispatlanır ne de sizi ( her ne kadar görüşlerine katılmasam da) Turan Dursun’un toplumdaki etkisine çıkartır.
Kendinize mürit aramaktan vazgeçip hakikati aramak için karar verdiğinizde bilgilerinizden istifade etmekten büyük zevk duyarım.
Selamlar
Okinono, 13.9.2008
X
Şeriat mahkemesi kuruldu
İngiliz hükümeti Müslümanlar’ın yoğun yaşadığı 5 kentte şeriat mahkemelerinin boşanma, miras, mali anlaşmazlıklar gibi davalara bakmasına sessiz sedasız izin verdi
DIŞ HABERLER
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=IngIlterede_Seriat_mahkemesi_kuruldu_198817_30&tarih=15.09.2008&Newsid=198817&Categoryid=30
Londra, Birmingham, Bradford, Manchester, Warwickshire kentlerinde şeriat mahkemeleri, hükümetin verdiği sessiz sedasız izin sayesinde kuruldu. Sunday Times gazetesi dünkü sayısında “Şeriat yasaları İngiltere’de resmen uygulanmaya başlandı” diyerek şeriat hükümlerine göre karar alacak olan Müslüman yargıçların boşanma, miras, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi birçok davayı ele aldıklarını duyurdu. Times’a göre Ağustos 2007’den beri yarı-resmi olarak faaliyet gösteren bu mahkemeler şimdiye kadar 100’den fazla davayı karara bağladı. Verilen kararların geçerlilik kazanması için yüksek mahkeme onayı gerekiyor. Ancak hükümetin verdiği izin sayesinde resmi bir kimlik kazanan şeriat mahkemelerin bu izni kolayca alacağı
belirtiliyor.
Tahkim yasasına dayanıyor
1996 yılında İngiltere’de çıkan tahkim yasasına göre (Arbitration Act) iki taraf arasında çıkan uyuşmazlıkların devletin resmi yargı organları yerine, taraflarca belirlenen hakemlerle çözümlenmesine izin veriliyor. Şeriat mahkemelerinin bu tahkim yasasına dayanarak kurulduğu belirtiliyor. Mahkemenin herhangi bir konuda hüküm verebilmesi için anlaşmazlık yaşayan her iki tarafın da şeriat mahkemesinin yetkili olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Ancak bazı hukukçular boşanma gibi davaların tahkimle çözülmesinin hukuka aykırı olduğunu düşünüyor.
The Sunday Times, uygulamanın başlatılmasıyla ilgili ilk önerinin bundan 7 ay önce Anglikan Kilisesi Başpsikoposu Rowan Williams tarafından ortaya atıldığını hatırlattı.
Yahudilerin de mahkemesi var
Williams büyük eleştiri konusu olan konuşmasında, “Şeriat yasalarının İngiliz hukuk sistemine entegre edilmesi kaçınılmaz” ifadesini kullanmıştı. Bu görüşe ilk destek verenlerden biri de İngiltere’de Adalet Bakanlığı müsteşarı yetkileriyle donatılmış olan Lord Phillips oldu. Phillips, şeriat hükümlerinin medeni hukukla ilgili konularda ve mali anlaşmazlıkların çözümünde kullanılmasının mümkün olduğunu
belirtmişti. Muhalefet ise gelişmelere tepkili. Gölge Adalet Bakanı (Adalet Bakanı’nın muhalefetteki dengi) şeriat mahkemelerinin kurulmasının ülkede hukuk sistemine paralel ikinci bir hukuk sisteminin doğmasına neden olacağını belirterek, “İngiliz hukuk sistemi tektir. Ve öyle kalmalıdır” dedi.
İngiltere’de çoğu Ortodoks olan Yahudilerin bazı konularda kendi özel mahkemeleri bulunuyor. Yüzyıllardır var olan ve Beth Din adı verilen bu mahkemelerde anlaşmazlıklar, iş ve boşanma gibi konulardaki davalar dini kurallara göre görülüyor. İki tarafın da Yahudi olması ve davanın bu mahkemede görülmesini kabul etmesi şartı aranıyor. Beth Din’in kararları İngiliz makamlar tarafından da tanınıyor.
1.7 MİLYON MÜSLÜMAN YAŞIYOR
Avrupa’da Müslümanlar’ın en yoğun yaşadığı ülkelerden biri olan 50 milyon nüfuslu İngiltere’de 1.7 milyon Müslüman var. ICM kuruluşunun yaptığı araştırmaya göre buradaki Müslümanlar’ın yüzde 25’inden fazlası İngiltere’deki değerlerin İslami değerlerle uyum içinde olmadığına inanıyor.
Safa Kaçmaz, 15.9.2008
X
Sayın Kaçmaz
Bunun ötesi, bu alanda sadece iyiniyetli çabalar olarak değerlendirilebilir; ama, maalesef, daha fazlası değil.Umuyor ve diliyorum ki,bu husus görüldükçe, ateizm daha sağlam teorik temellere oturtulacak ve “dine karşı mücadele”, toplumun önce anlaşılması ve ona bağlı olarak da “dine karşı gerçek mücadele” noktasına taşınabilecektir.
Demişsiniz……..
Örneklendirmeniz mümkünmü. Lütfen kısa ve öz olsun. Malum eğer kaçmaz değil, bazıları abbas kaçar
Örneğinizi merakla bekliyorum. Neymiş bu ateizmin sağlam TD de işlenmemiş farklı yorumu, merak ettim doğrusu.Selamlar
Okinono, 15.9.2008
X
Bu haber doğru değil sevgili Sefa Bey,
Modern devletler kendi hukuk sistemleri içerisinde bir başkasına yer veremezler… BBC’nin bildirdiğine göre bu öneriyi getiren Canterbury Başpiskoposu ve doğal olarak gerek İngiliz hükümeti gerek hukukçular tarafından “saçmalama” denmiş…
Selamlar
Melike,16.9.2008
X
Merhabalar,
İlginç, ancak hukuksal açıdan mümkün bir durumla karşı karşıyayız.
Habere göre söz konusu yapılanmaya bir tahkim kanunu altında gidiliyor. Dolayısıyla haberin başlığı durumu çarpıtıyor.
Bildiğiniz üzere tahkim düzenlemelerinin amacı uzun ve masraflı olan mahkeme sürecinden kaçınmak. Özel hukuk, özellikle uluslararası ticaret hukukunda geniş uygulama alanı bulan bir uygulama. Bazı ülkelerde özel hukukun diğer alanlarında da tahkim imkanı var. Aile hukuku gibi. Daha az gelişmiş ülkelerde ise mahkeme-dışı çözüm yolları genelde enformel bir nitelik kazanıyor. “Mahalle baskısı”, karakolda barıştırma vb. ülkemizde görülen durumlar mesela.
Tahkim tarafların çözüme hangi kurallara göre ulaşacağını da karar vermesine izin verme esnekliğini gösterebiliyor. İngiltere’de karşılaştığımız durum da böyle sanırım.
Cantenbury Başpiskoposu bu konuda önerisini Şubat ayında dile getirmiş ve ciddi tepki almıştı. Ancak Sunday Times’ın 14 Eylül tarihli haberi (http://www.timesonline.co.uk/tol/news/uk/crime/article4749183.ece) durumun değiştiğini gösteriyor.
Başpiskoposun böyle bir öneri getirmesine şaşmamalı. Hükümetin bunu kabullenmesi ise de facto bir durumu kontrol altına almak, hatta kısmen tersine çevirmeye yönelik bir hamle olarak görülebilir. Zira tahkim divanlarının kararları mahkemelerin önüne gelebiliyor.
Tabi hukuksal/stratejik boyutların ötesinden anlamlar içeren bir durum. Sosyolojik ve muhtelif ideolojik okumalara açık.
İyi çalışmalar,
Evren GÜLDOĞAN, 16.9.2008
X
Turan Dursun’un “islam eleştirisi çizgisi ve argümanları”, benim islam ve öteki dinleri eleştiri çizgim ve argümanlarımla sadece çelişme oluşturmakla kalmazlar,hatta birbirlerinin tam tersidirler.
Benim, temelde farklı olan bu yaklaşımım, “aydınlanmacılık” eleştirisi süreci içinde şekillendiği için, özel olarak “Turan Dursun eleştirisi” ile sınırlı değil elbette. Turan Dursun, öteki bir dizi “aydınlanma”cı gibi, din denilince ondan neredeyse sadece “cehalet”i, “hurafeyi”,”karanlığı” falan anlayan, tipik yaklaşımın sürdürücülerinden birisidir. İslami geçmişi olan biri olduğu için, İslama ilişkin özel bilgi sahibi olması onun İslamı doğru temelde, doğru gerekçeler üzerinden eleştirdiği anlamına gelmiyor.
Benim bakımımdan, felsefi ve insanbilim alanında, “eski Aydınlanmacılık” akımından temelli bir kopuşma, epey zamandır yaşanıyor; bu süreci yazılarla da yansıtmaya çabalıyorum.
Konuyla ilgili olanlar,eğer okumak isteği gösterirlerse, TvT Bloglarında onlara ulaşabilirler.
Şu son zamanlarda da, oruç,namaz/ezan makamı gibi noktalarla uğraşıyoruz. Turan Dursun, İlhan Arsel, Erdoğan Aydın gibi “islam eleştirmenleri”nin bu tür noktalarda , “islamın başkalarından çalması”,”hurafelere inanç” gibi ne eskiden, ne de şimdi derin olmayan argümanlar dışında bir “açıklama tarzları” var mı? Yoktu, yok ve olamaz da…
Biz ise,bu tür yazarların aslında cahilliklerinin örtüsü olarak kullandıkları; konuyu açıklayabilme kapasiteleri olmadığını kanıtlayan argümanlarını, toplum bilim açısından yanıtlamak üzere karşımıza alıyoruz. Kurbanı, yamyamlık alanına kadar taşıyor; ezan müziğindeki farkların temellerini eski toplumsal düzenlenişte arıyor; oruçu, yiyecek ve cinsel ilişki yasağı/düzeni bağıntısında açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz.
Buradaki açıklama tarzlarının birbiriyle uyumlu olmadığı, hatta tam zıt noktalardan yola çıktığı, konuya yakın durmaya çalışan herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir olgudur.
Fakat yine de, çelişmenin derinliğinin ve Turan Dursun’ların içeriksel bakımdan düzeysiz yaklaşımlarının görülmesi için, bir iki örneği aşağıda aktarıyorum:
“Böyle konular ancak “5 vakit”in ne anlama geldiği tarihsel birikime dayanarak açıklanabilir. 5 ayrı vakitte neden farklı makamlarla ezan okunduğunu tartışmayı becerebilmek için ise, kişinin önce bu noktalarda sağlam bir fikrinin olması gereklidir. Turan Dursunların bu alanda yaptığı en ileri itiraz, İslamın Namazının da, Sabilerden geldiğini “ifşa” idi. Fakat Sabilere kimden gelmişti? Turan Dursun’u, İlhan Arsel’i, toplumsal tarihin derinlikleri pek ilgilendirmez.. Oysa şimdi biz, “Ezan” sözcüğünü, Hitit kayıtlarında “Bayram” anlamıyla buluyoruz. Akad ritüellerinde, her farklı “vakit”te, her farklı tanrıya, farklı türde sunular hazırlamak gerektiğinin yazılı olduğunu saptıyoruz. Şimdi Ezan makamına dönüşen, “makam”lar farklı toplulukların farklı ilahlarına yönelik ilahi söyleyiş biçimiydi ve bu bakımdan her ayrı makam, gerçekte her ayrı toplum birim için “bayram”, “ayin”, “yiyecek” çağrısı olmalıydı. Toplulukların “bütünleşmesi” süreci içinde, tanrıların tekleşmesi, dinsel sentezleşme gerçekleştiğinde, bu Muhammed dininde “3 makamlı”, “5 makamlı” Ezan haliyle kalmış olmalıydı, vb.
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2
+
Turan Dursun’un da Yanıldığı temeller :
Turan Dursun’un da hepimiz gibi, yanıldığı nokta, eski Avestacılık’ta ve şimdiki Yezidilikte kutsal-haram Köpek Toteminin, zamanla “insan” ile eşitlenme süreci yaşamış olduğunu fark edememekti.
Bu hususu Muhammed’in de bilmiyor olması gayet doğaldır. O, eski geleneklerin sözel, yazınsal değerlerinin bozulmuş anlamlarına dayanarak Avesta’nın Kutsal “Sinek-Arı”sını bayağı bir “arı-sinek” ; Kutsal köpeğini de bayağı bir köpek olarak değerlendirmiş ise, burada yapılması gereken, eski toplumun totem hayvan-bitki döneminden günümüze uzanan çizgiyi açığa çıkararak, İslamın bu basit değerlendirmesinin temelsizliğini göstermek olmalıydı.
Çok açık bir şekilde “din” dediğinde bunu, İslamla bire bir eşitleme eğilimindeki Turan Dursun [(… Karanlık ortadan kaldırılıncaya, yani ‘din’in, ‘İslam’ın aslında ne olduğu ve ne olmadığı kitlelerce iyice anlaşılıncaya dek sürecektir..” (T.Dursun, Din Bu, III. Kitap, s. 140)], bu hatalı temelde hareketinden ötürü,bu kez da, İslam’dan çok daha eski ve yamyamlık dönemi din’lerinden olan Avesta’cılıkta “Köpek hakların Korunduğu” yönünde bir anlayışa kadar savrulabilmiştir…Çünkü o özsel nokta aramak yerine “köpek” sözünü gördüğü zaman ondan sadece “köpeği” anlamak gibi genel hatamızın takip ettirilmesi çizgisini izlemişti.. Oysa aynı Turan Dursun, İslam bakımından “Hurma (meyvesi) bizim halamızdır” gibi anlayışlar bulunduğunu ; eski Arap şairlerinde “koyun” denilince bundan “insan kadın”ın anlaşıldığını biliyor,fakat bunların anlamı üzerine düşünme yolunu seçmiyordu..
Kara Köpek Namazı Bozar da, Kırmızı Köpek Neden Bozmaz? ”
Safa Kaçmaz, 16.8.2008
X
Merhaba, bu tartışmaları üzüntüyle değil tam tersine büyük bir dikkat ve ilgi ile izliyorum.Hatta insanların bu tür platformlarda düşüncelerini özgürce ve kişiselleştirmeden sadece olgulara dayanarak dile getirmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.İzlediğim kadarıyla tvt ile TD sitesi arasında dinin ele alınışında temel dayanak noktası dinin ya da dinlerin dayandığı temellerin nesnel ve bilimsel olarak ele alınarak sosyolojik bir incelemeye tabi tutulması olmalıydı.Tam da bu noktada TD sitesi, “aslında bir farkımız yok, zorlama ile bizim sitemize eleştiri getiriliyor” diyerek tvt’de ele alınan konular ile aralarındaki farklılığı toptan reddetmeye çalışıyor.
Düzenli olarak ve başından beri takip edemesem de iki site arasındaki gördüğüm temel farklılıkları şöyle açıklayabilirim.TD sitesi din olgusunu sadece İslamiyetle sınırlı tutuyor ve sadece bunun üzerinden “hurafe”, “cehalet” şeklinde sorgulamadan uzak bir bakış açısıyla geçiştiyor.Oysa din olgusu sadece İslamiyetle sınırlı değil ve dinlerin dayandığı sosyolojik temeller incelenip bunların dayandığı noktalar açıklanmalı. Namazın,orucun,abdestin,kurbanın kaynağı gibi konuların şimdiye kadar hiç gündeme getirilmeden ve dayandığı temelleri gözardı ederek geçiştiren yaklaşımlar yerine tvt’de olduğu gibi eskiden tanınmayan veya yeni bir şekilde formüle eden yaklaşımlar sergilenmeli.
Ancak din olgusu bu şekilde nesnel bir bakış açısıyla ele alınırsa içinde yaşadığımız toplumu anlamada ve karanlıktan kurtulmada bize yardımcı olur.
Saygılarımla
Gülnur, 17.9.2008
X
Sayin Safa Bey,
Haklisiniz, kurdugum cumleden sizi uzen yorum da cikarilabilir. Oysa ben, sizin ve Sayin Dal’in usluplarini ayni duzeyde buldugum icin degil sadece elestiri dozunu ve yontemi elestiren bir kisi en azindan kendisinin bu konuda kendisi biraz ozen gosterir diye ummustum. Ozetle Sayin Dal’in yazisinda kullanmayi tercih ettigi son derece bayagi uslubu elestirmeyi hedeflemistim.
Amaci toplumu yanlisa yonlendirmek olmayan bilakis kendi bakis acilariyla yobazligin toplumdan, insan yasamindan neler alip goturdugunu orneklendirmeye calisan bir insanin bosuna yasamini feda etmis oldugu anlami da cikabilecek elestiri dozunuzu biraz agir buldugumu da belirtmeliyim. Dune kadar elestiri gereksinimi hissetmedigimiz Turan Dursun yazilarina sizin katkilarinizla daha elestirel bakis kazandigimiz da tartisma goturmez bir diger gercek. Ancak bu elestirisel bakis Turan
Dursun’un onemini ya da degeri hususunda olmamali diye dusunuyorum.
Bu nedenle son derece verimli olan grup ortamimizin ayni keyifle devamini diliyorum.
Saygilarimla…
Akin Tütüncüler, 17.9.2008
X
Sayin Dal,
Safa Kacmaz “kendini ispat etmeye calisan bir insan” olmadigi gibi, saniyorum en az 30 yil kadar once ispat etmis, cok degerli, birikimli bir insandir.
Safa Kacmaz’in belli ki sizi uzen, kizdiran elestiri tarzindan hic de farkli olmayan bir uslup kullanarak dusuncelerinizi aktarma tercihi kullanmissiniz.
Saygilarimla…
Akin Tutunculer, 17.9.2008
X
Sayın Kaçmaz;
Demişsiniz ki;
“Turan Dursun, öteki bir dizi “aydınlanma”cı gibi, din denilince ondan neredeyse sadece “cehalet”i, “hurafeyi”,”karanlığı” falan anlayan, tipik yaklaşımın sürdürücülkerinden birisidir.İslami geçmişi olan biri olduğu için, İslama ilişkin özel bilgi sahibi olması onun İslamı doğru temelde, doğru gerekçeler üzerinden eleştirdiği anlamına gelmiyor.”
+
Yani bir konuda eleştiri hakkının o konuya vakıf olmadan da olabileceğini mi iddia ediyorsunuz?
Yoksa Turan Dursun’un düşüncelerinin sığ, sizin ise Turan Dursun kadar İslami bilginiz olmadığı halde, daha perspektifel bir bakış ile modern bir eleştiri yöntemi ile eleştirdiğinizin iddiasını mı yapıyorsunuz açıklarsanız sevinirim.
Ayrıca Turan Dursun bildiklerini bir öznel yaklaşım ile kişisel yazıyordu. Kendi cümlesidir ki
“Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım.” Bu öznel yaklaşımın sloganı olmuştur zaten.
Siz ise dinin toplumdaki etkisine bilimsel yaklaşmak istediğiniz için yaklaşımlarınızın farklı olması doğaldır.
Ama yazılarınızda dikkat ettiğim bir husus var ki söylemeden geçemeyeceğim.
Yeni bir eleştiri yöntem ve tarzında ısrar ettiğiniz halde, eleştirilerinize dayanak olarak getirdiğiniz tarih kayıtlarına genel bir yüzeysel bilgi aktarımı ile yaklaşıyorsunuz.
Örneğin, verdiğiniz örneklerde Ezan’ın kökenini açıklarken toplumsal bir kesin eleştiri yaptığınızı iddia edebilmeniz için her bir iddianın kaynağını belirtmeli ve bu kaynaklara yapılan itirazları da çürütebilmelisiniz.
İngiltere’de Şeriat Mahkemesi gibi SAZAN avı haberine olan ilginize bakılırsa, kesin olmamakla birlikte beslendiğinizi kaynakların neler olduğunu kestirmek zor olmasa gerek.
Google olmadan yazı yazamayan bir yazar türü peydah oldu bildiğiniz gibi. Sizinde bir bilimsel bakışa sahip araştırtmacı kimliğiniz olduğunu iddia ettiğinze göre bundan öncelikle sizin kaçınması ve ilk eleştiri oklarını bilginin kaynağı konusunda ortaya koymanız gerekir kanaatindeyim.
Bilimsel makale yazmak, iddia etmek değil, iddianızın arkasında kaynakları ile durmaktır. Aksi takdirde eleştirmiş olduğunuz Turan Dursun’un yönteminden farklı bir yaklaşımınız olmaz.
Bir farkınız olur ki; sizin kendinizi ispat etmeye çalışan saldırgan tavrınızdır o da.
Umarım eleştirilerinizdeki karşı taraftan beklediğiniz hoşgörü sizde de vardır ki; ileride bir Müslüman olarak sizinle ÖZELLİKLE TARİHİ KAYNAKLAR ile DİN ve TOPLUM hakkında gerçekler üzerinde yazışmak ve fikir alışverişinde bulunmak isterim.
TvT sayfalarında yazdım oradan bak. Onlar doğru, mantığı ile ne din ispatlanır ne de sizi ( her ne kadar görüşlerine katılmasam da) Turan Dursun’un toplumdaki etkisine çıkartır.
Kendinize mürit aramaktan vazgeçip hakikati aramak için karar verdiğinizde bilgilerinizden istifade etmekten büyük zevk duyarım.
Selamlar
Okinono,17.9.2008
X
Sevgili Akin,
30 yil once ispat etmis olmak, artik ispat etmesi gerekmedigi anlamina gelmiyor. Elestirel aklin ve bilimin yolu, her gun bilgilerini tazelemekten gecer ki, bunun en yakin ve guzel ornegini senin de yasantiladigin universitelerde, akademik yasamda gormek mumkundur! Bir gun docent ya da profesor olmus ve artik her seyi bir tarafa birakmis, ununu elemis, elegini asmis insanlarla doludur. O halde bir gun bir seyleri ispatlamis olmak yetmiyor. Elestiriyi dinlemek gerek ve uygun sekilde yanitlamak… Dusuncelerini aktarmasi icin elinden geleni yapmak. Boyle bir ortamin uygun olabilecegini dusunuyordum. Yaniliyor muyum?
Kaldi ki, Turan Dursun, sadece soyledikleriyle degil, bir donem, insanlarin zihninde, din hakkinda farkli dusunceler olabilecegi fikri uyandirmasi sebebiyle de cok kiymetlidir. Bunlari dile getirmenin de bedelini odeyen birisidir. Boyle de degerlendirilmelidir.
Sevgiler, selamlar.
Nevin Kucukcalli, 17.9.2008
X
Bu tartismayi uzuntu ile izliyorum.Eger, karsilikli kullanilan sert ifadeler olmasa yararli bir tartisma olacagina kuskum yok, ama durum o seyirde gitmiyor.
Dinin “siyasal ve ekonomik” bir cikar araci olarak kullanildigini hepimiz biliyoruz.Din, yalnizca “inanan ile Tanri” arasinda kalmis olsa, kisisel ozgurlukler bazinda, buna bir itirazim olamaz.Ancak, gerek ulkemizde, gerek tum dunya cografyasi uzerinde, gerek bugun gerekse de ilk ortaya ciktigi kurumsallasma sureci boyunca hep “egemen siniflarin” duzenini kutsadigi, onun cogunlukla bir araci haline geldigi bilinen bir gercek.Siradan bir insanin Tanri ile iliskisi ne kadar siradan bir iliski ise de, kurumsal yapisi ile toplumsal etkisi ve iddiasi o kadar urkutucu.
Ulkemizde bugun yasadigimiz guncel siyasal ve ekonomik sorunlarin onemini de dikkate alarak derim ki : “Bizim” birbirimizle “kirici kavgalar” etme luksumuz yok1..
Nacizane dusuncem su: “Bizim” bana gore uc hedefimiz olmali gibi geliyor.
1 – Entellektuel bir durtu ile dini ve eski rituelleri bilimsel anlamda irdelemek, gerekli kaynaklara inmek, arastirmak ve ogrenmek.
2 – Ogrendiklerimizi , bulgularimizi akilci bir yaklasimla topluma aktarabilmek.
3 – Dini dogma ve duzen arayislarinin karsisinda aklin ve bilimin savunuculugunu yapmak.
Herkes, olanaklari, birikimleri, islevi acisindan olayin bir tarafindan destek oluyor zaten.Dogallikla, bu ugurda Safa Kacmazlar, Turan Dursunlar merkezi bir onem tasiyorlar.
Hep, “biz” dedim.”Biz” kimiz? Biz Safa Kacmaz’iz, Turan Dursun’uz, Muazzez İlmiye’yiz ve hatta genel anlamda biz Yunus’uz, Bedreddin’iz, ve hatta Yasar Nuri’yiz…
Lutfen islevlerini kucumsemeyin.Yasar Nuri’ler olmasa, Muazzez İlmiye’ler, Server Tanelli’ler olmaz, onlar olmasa Turan Dursun’lar, Safa Kacmaz’lar olmaz…Dar anlamda ateist, genel anlamda laik ve bilime inanmis bir kesimin varligi avantajdir…
Bu avantaji dezavantaja donusturmeyelim…
Dostlukla…
hakan eginlioglu, 17.9.2008
x
YASAKLAR, KUTSALLAR VE ORUCUN KÖKENLERİ ÜZERİNE
İki hafta kadar önceydi, elektronik bir mektup aldım. Gönderen Google gruplarda Toplum ve Tarih grubunun kurucusu Sn. Safa Kaçmaz, mektubun başlığı “Orucun kökenleri üzerine”.
Birinci gün okuduğumdan birşey anlamamışım, ama ikinci gün sanki gök yarıldı da içinden Haz. Cebrail göründü, o kadar olağanüstü. Benim için olağanüstü, çünkü gönderdiği bilgi benim uzun yıllardır ulaşmayı beklediğim bir bilgi. Üç gün sonra kendisine bu olağanüstü çalışma ve paylaşımı için teşekkür ederken şöyle demiştim;
” – Eğer gücüm yeterse bu çalışmanızı ifade dili açısından biraz süsleyerek ben de başkalarıyla paylaşmak isterim, hatta bunu yapmamın üzerime farz olduğunu düşünüyorum.”
Bence bu süslemenin ve paylaşmanın şimdi tam yeri ve tam zamanıdır.
Ancak baştan söylemeliyim ki, bu yeni hatıranın özellikle ateizmin hoşlanmadığı dinsel bir ağızla başlayacak olması sizi aldatmasın, eminim sonunu çok seveceksiniz.
“Medine’nin eski ismi Yesrib’tir. Medeniyet, şehirleşme anlamına gelen Medine ismi Haz.Muhammet tarafından sonradan verilmiştir. Medine’de önceleri Amâlika kavminin yaşadığı, sonra İsrail oğullarından bir kavmin Amâlika’yı yok ederek buraya yerleştiklerine dair rivayetler vardır. Hâttâ bazı kayıtlarda, İsrail oğullarından olan bu kavmi Haz. Musa’nın gönderdiği söylenmektedir. Kuyular açarak ve çevreyi ağaçlandırarak hayli zaman yaşamışlar, sonraki bir zamanda tarihten silinmişlerdir. Medine’yi bundan sonra ihya edenlerin tübba olarak bilinen Yemen kralları olduğu sanılmaktadır.
Yine bazı rivayetlerde, Yemende hüküm süren Ad kavminin, kraliçeleri Saba melikesi Belkıs ile birlikte Haz. Süleyman’ın dinine girdikten uzun yıllar sonra bozuldukları, yaptıkları barajın yıkılması sonucu (seyl-i arim) kuraklık felaketi yaşandığı, Ad kavminin kabileler halinde yakın çevredeki diğer ülkelere doğru göç ettikleri, Evs ve Hazrec adındaki iki ailenin de bu göç sırasında Medine’ye gelip yerleştikleri bildirilmektedir.
Evs ve Hazrec kabileleri, Medine’ye dışarıdan gelerek yerleşen son kavimdir. Evs ve Hazrec iki kardeştir. Babaları, Yemenli Cefne veya Kudai soyuna mensup Salebe oğlu Harise’dir. Anaları yine Cefne soyundan Erkam kızı Kayle’dir. Her iki kardeşin soyu Medine’de çoğaldıkça, şehrin eski sakinlerinden olan Yahudilerle dini ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan çatışmalar başlamıştır. Ancak Yahudilerle olan bu çatışmanın yanı sıra, Arapların yaratılışı gereği iki kardeş soy arasında da savaşa varan anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bazı rivayetlere göre, bu çatışmaların yüz yirmi yıl devam ettiği söylenmektedir. Bu kardeş kavgalarının en sonuncusu Buas harbi olmuştur. Arap edebiyatı, bu iç savaşlarda yaşanan acıların ve kahramanlıkların hatıraları ile doludur.
Ne var ki fasılalarla 615 yıllarına kadar devam eden bu çatışmalar, Evs ve Hazrec’i hem komşuları Yahudiler, hem de kervan yolu üzerindeki diğer Arap boylarına karşı zayıf düşürmüştür. Altı yahut sekiz kişilik bir heyet, hem haccetmek hem de Mekke’nin en etkili kabilelerinden Kureyş ile bir ittifak zemini aramak üzere Ukaz panayırına geldiklerinde tarihler 620 yi göstermektedir. Kureyş’in ileri gelenlerinden Amr bin Hişam, namı diğer Ebu Cehil ile görüşmüşler ve reddedilmişlerdir. Esad bin Zürare’nin de aralarında bulunduğu altı kişilik barış heyeti, şaşkın ve umutsuz bir halde Ukaz panayırında dolaşmakta ve uygun bir çıkış yolu aramakta iken, aynı panayırda çıkış yolu arayan sıkıntılı bir insan daha dolaşmaktadır. Haz.Muhammet!
Haz.Muhammet o günlerde 49 yaşındadır. En büyük destekçileri amcası Ebu Talib’i ve eşi Hatice’yi arka arkaya kaybetmiş, destek bulmak üzere gittiği Taif’ten ise taşlanarak kovulmuştur. Büyük kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ü evlendirmiş, muhtemelen küçük kızı Fatıma ile birlikte hayatının en zor günlerini yaşamaktadır. Gerek şahsına gerekse az sayıdaki taraftarına uygulanan baskı ve şiddete rağmen bazen Kabe’yi haccetmeye gelenlere, bazen de panayır yerlerinde toplanan insanlara Kuran’ı anlatmaya çalışmaktadır. Şehrin ileri gelenlerinden olan karşıtları için, artık onun yok edilmesinden başka bir yol kalmamış gibidir. Haz.Muhammet, doğduğu şehir Mekke’de on yıldır sürdürdüğü inanç kavgasında yenik düşmek üzeredir.
İlk tedbir olarak, taraftarlarından 15 kişilik bir gurubu Hıristiyan bir ülkeye, Habeşistan’a göndermiştir. O sıralarda necâşi (sultan) Eshame’ dir ve adil bir yönetici olduğu söylenmektedir. Müslümanlar gerçekten iyi karşılanırlar. Sonra 83 kişi daha yola çıkar. Kendisi ve kendisiyle birlikte Mekke’de kalan arkadaşları için aradığı çıkış yolunu ise, Mekke yakınlarında kurulan Ukaz panayırında yakalar. Bu çıkış yolu, aynı şehirde uzun yıllardır düşman kardeşler olarak yaşayan Evs ve Hazrec kabileleridir. Bu şehir ise, Mekke’nin 300 km. kadar kuzeyindeki Yesrib, ya da daha sonraki adıyla Medine’dir.
Haz.Muhammet, her iki kabilenin panayıra gelen ileri gelenlerini ayrı ayrı ziyaret ederek günlerce konuşur. Sonuç sevindiricidir, başta Esad bin Zürare olmak üzere bütün heyettekiler Haz.Muhammet’in sözlerini benimsemişlerdir. Bu sözler aralarındaki düşmanlığı yok eden ortak bir payda sunmaktadır.
Haz.Muhammet’in ise tek bir isteği vardır. Kendisinin koruma altına alınarak düşüncelerini yaymasına yardım edilmesi. Ancak bu konuda bazı sıkıntılar vardır. Her iki kardeş kabile uzun yıllar süren iç savaştan henüz çıkamamış, siyasal bir birlik oluşturamamıştır. Böyle bir söz vermek kolay değildir.
Heyet, bu anlaşma taslağını kabilenin diğer üyelerine anlatmak ve gurup kararı almak üzere Medine’ye dönmeden önce, Haz.Muhammet’e bağlılık yemini ederler. (1.Akabe Biatı)
Bir yıl sonra yine buluşmak üzere sözleşip Mekke’den dönerlerken, yanlarında Mekkeli biri daha vardır. Musab bin Umeyr! Peygamberin yakın arkadaşlarından olan Musab, Medine’de Kuran’ı anlatmak üzere heyetle birlikte yola çıkmıştır.
O sıralarda kutsal kitap Kuran dörtte birine bile gelmiş değildir ve Haz.Muhammet mutludur. Alabileceği bütün tedbirleri almış, artık beklemektedir. Hâttâ, belki de Musab bin Umeyr’den gelen haberlerle sonuçtan öylesine emin gibidir ki, çevresinde bulunan sıkıntı içindeki Müslümanlara şöyle demektedir,
– Bana, kurtuluşumuzun iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu gösterildi.
Tarif ettiği yer, Medine’nin ta kendisidir. Umut, endişe ve heyecanla geçen bir yıldan sonra, hac mevsimi gelip de panayır dolmaya başladığında beklenen haber gelir. Evs ve Hazrec, ikisi kadın yetmiş beş kişilik bir grup halinde Ukaz panayırına gelmiştir. Her iki kabile de Haz.Muhammet’i lider olarak kabul ettiklerini beyan etmekte ve korumak üzere söz vermektedirler.
2. Akabe biatı olarak bilinen bu sözden sonradır ki, az sayıdaki Müslüman küçük guruplar halinde Mekke’yi terk ederek Medine’ye doğru yola çıkarlar. Şehri son terk eden, Haz.Muhammet ve en yakın arkadaşı Ebu Bekir’dir. Takip edilmelerine rağmen, bir hafta süren tehlikeli ve şaşırtmacalı bir yolculuktan sonra Medine’ye vardıklarında, tarihler 23 temmuz 622 yi göstermektedir.”
Artık üç ay sonra mıydı yoksa bir yıl sonra mı bilmem, işte o günlerde birgün Haz.Muhammet çevresindeki birkaç arkadaşıyla birlikte Medine çarşısında dolaşmaktadır. Çarşıda ne yapılır? Biraz alışveriş, biraz karşılıklı ikram, biraz sohbet, derken birilerinin bazı tuhaf davranışları Haz.Muhammet’in dikkatini çeker ve yanındakilere sorar;
– Nesi var bunların?
– Bunlar Yahudi ve bugünler kutsal aşure günleridir. Allah İsrailoğullarını firavundan bugünlerde kurtardı ve Musa bugünlerde şükür orucu tuttu, onun için bunlar da oruçludurlar.
Bunun üzerine Haz.Muhammet çevresindeki müslümanlara dönüp şöyle der;
– Muhakkak ki biz Musa’ya onlardan daha yakınız ve yine muhakkak ki oruca saygı onlardan çok bize düşer.
Dinler tarihindeki karanlık geçmişi bir yana, müslüman toplumun bir ay boyunca tuttukları ramazan orucunun başlangıcı işte bu hatıradır.
Doğrusunu isterseniz yıllar önce bu hatırayı ilk okuduğumda bana hiç de doyurucu gelmemiş, hatta şüphelerimin artmasına neden olmuştu. Ve bu şüpheyle üşenmeyip aramıştım, Haz.Muhammet’in bundan önceki yaşamında oruca dair bir hadis var mı? Hayır, yoktu.
Yok olan sadece hadis olsa neyse, o döneme ait Kuran ayetlerinde de yok! İnanmazsanız Kuran’ın iniş sırasına düzenlenmiş bir metninde oruç yazıp aratın, hayır yok! Oruç kelimesi ilk kez Medine’de okunan Bakara suresinde görülmeye başlıyor, garip değil mi?
Gariplik bu kadarla da kalmıyor, kokar da insanları rahatsız eder korkusuyla sarımsak bile yemeyen Haz.Muhammet bakın ne diyor ;
– Allah katında kokuların en güzeli oruçlunun ağız kokusudur.
İşte orucun değeri konusunda bir hadis daha;
– Bütün ibadetler kulun kendinedir ve fazlasıyla kendisine geri ödenir. Ancak oruç hariç, Allah onu kendisine özel kılmıştır ve kendi lütfundan ödeyecektir.
İyi ama mucizeler yaratan, vahiyle bilgilendirilen bir peygamber böylesine temel bir ibadetten elli üç yaşına kadar nasıl habersiz kalır?
Yoksa Muhammet Allah’a yalakalıkta Musa’nın arkasında kalmamak için mi sahiplendi bilmediği eski bir geleneği, nasıl olsa ne göründüğü var Allah’ın ne ses verdiği!
O günlerde ne kadar canım sıkıldı bu işe anlatamam. Allah’tan, Allah’ı arayıp bulmak gibi önemli bir işim var da Haz.Muhammet’e ve oruca ayıracak fazla zamanım yok.
Sonra yıllar geçti. Ve ne zaman ki Allah’ın görünmez bir varlık olmayıp ta görünen gerçeğin El İlah denen bir tanımı olduğuna yakınlaştım, işte o zaman üzüntüm hafifledi. Henüz bilmiyordum ama, orucun herkesin anlayabileceği bir gerçekliği vardı, kesin vardı.
***
Sonra yine yıllar geçti ve beklediğim bilgi yukarıda söz ettiğim postayla Sn. Safa Kaçmaz’dan geldi. Mektup uzun ve bilimsel bir dille yazıldığı için sadece anladığım kadarını özetlemekle yetineceğim.
” Yiyecek ve cinsellik, hayvanların olduğu gibi insanın da en temel ihtiyacıdır. İlkel insanın doğal felaketler ve diğer hayvanlar karşısında hayatta kalabilmesi, elbette aç kalındığında birbirini yemeyi bile zorunlu kılan bir gerçeklikti. İlkel insanın bu gerçeği, bugün ender de olsa hala izleri görülen yamyamlık kavramının temelini oluşturur. Ancak bir zaman sonra ilkel topluluklarda sürüye önderlik edenler gördüler ki, her yenilip eksilen birey sürünün gücünü zayıflatmakta, başka bir yok oluşun kapılarını açmaktadır. Öncelikli tedbir avcılık ve toplayıcılığa ağırlık vermek, ( ki, bu tedbir daha sonraki zamanlarda yerleşik düzende tarımsal üretim olarak şekillenecektir) sonra da öldürme ve yeme yasağı getirmek. Bu yasak gerçekten kutsaldı ve kutsala uymayanlar sürünün yardımıyla bizzat önder tarafından öldürülürdü. Sümer akad yazılı tabletlerinde, sürünün bu yasağa uyduğunu ve öldürdüğü suçluyu yemeyeceğini göstermek üzere ölünün üzerine tükürdüğü şeklinde anlatımlar görülür.
Ne var ki iş bununla bitmiyordu, bazen bir avı paylaşamamak, bazen de cinsel kıskançlıktan doğan ölümüne kavgalar ve kayıplar hala sürüyordu. Sürü kendi içinde bir paylaşımı örgütlemek ve öğrenmek zorundaydı. Sürüler, helal ve haramlara doğru giden uzun bir yolun henüz başındaydı.
Peki ama henüz bu kutsal yasağı tanımayan saldırgan komşu sürü ne olacak? Barış adına ona verilebilecek en değerli sunu yine bir insandı ve adı adaktı, adı kurbandı.
Verilene helal, verene haram. Tarihin ilk dönemlerinde afiyetle yenen, biraz gelişmeden sonra kutsallık adına sadece boğazı kesilip kanı akıtılan!
Tıpkı İsa’nın İncil’de ” Yiyin bu benim etimdir, için bu benim kanımdır.” dediği gibi.
Şüphesiz ki oruç kurumu din kavramından bağımsız ve ilişkisiz olarak, ilkel toplumlarda yasakların sembolikleşmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Oruç kurumunun varoluş nedeni olarak öğretilmeye çalışılan “nefis kontrolü”, “açın halinden anlamak”, ” bedeni dinlendirmek” gibi gerekçeler elbette temelsiz iddialardır. Çünkü ilkel insan bu kavramlara yabancıdır ve davranışlarına yön veren etki bunlar olamazdı.
Bu özellikleriyle “oruç” sadece Müslümanların değil, diğer tüm dinlerin, hatta tüm insanlığın en eski kurumudur.”
” Ey inananlar! Zannın fazlasından kaçının, çünkü zannın çoğu günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, birbirinizi arkadan çekiştirmeyin. Kardeşinizin ölü etini yemekten hoşlanır mısınız, oysa dedikodu işte böyle bir şeydir. Şu halde El İlah’tan korkun da böyle çirkinlikleri terk edin. Şüphesiz El İlah pişmanlığı hemen kabul eden ve bağışlayandır. Hucurat 49/12″
Değerli Müslümanlar,
Görmüyor musunuz ki daha dün birbirimizin etini yiyormuşuz da, bugün dedikoduyu bile yamyamlıkla eş tutan bir gelişme nimetine ulaşmışız.
Bu nimete oruç tutmayan insanlara zorla oruç tutturarak ve tutmayanları döverek mi şükredeceğiz?
İftar çadırlarında bir lokma et verip de, açlığını gidermek için birbirini ezen insanları büyük bir hazla seyrederken mi teşekkür edeceğiz?
Oruç tutmayan birisi yanımızda tutmadığını gizlemek zorunda kalıyorsa, tuttuğumuz orucun ne anlamı kalıyor?
Bu toplumun namazını, orucunu ve haccını büyük bir hızla putlaştırdığını düşünüyorum.
Halbuki gördünüz ki oruç tutmak demek aç kalmak demek değil, insana ve insanlığa hayat vermek demekmiş.
Lütfen biraz gayret edin de, imanınızı zannınızın şeytanına kolayca teslim etmeyin.
Değerli hocalarımız,
Biliyoruz ayda 500 lira fazla getirsin de geçinebilelim diye, doç. prof. gibi bir ünvanlar peşinde koşmaktan bilgi peşinde koşacak takatiniz kalmıyor.
Ama hiç olmazsa şu insanlarımıza yanlış yanlış şeyler söylemeyin, söylenmesine izin vermeyin.
“Bilmiyorum” ilmin yarısı değil mi, bilmiyorum demek bu kadar mı zor?
Değerli arkadaşlar,
Bu bilgiler ışığında Kuran’ın,
” Ey insanlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, umulur ki onunla korunursunuz. Bakara 2/183.”
hitabındaki farzın, neden kutsal bir farz olduğunu anlamak bizim için şimdi daha kolaydır.
Doğru yolda olduğumuzdan şüphe yok, ama yolun doğruluğundan emin olmazsak, yolunu kaybedene hangi doğru bilgiyle yol göstereceğiz?
Müfit Keper, 17.9.2008
X
Değerli Akın,
benim eleştiri tarzım ile “Okinono”nun eleştiri tarzı ve üslubunun
tamamen farklı olduğunu saptamamız gereklidir.
Benim “sert” tutumum, TvT’nin ve benim, Turan Dursun’a eleştirilerimin ve farklılığımın önemsiz gösterilmesine duyulan bir tepki olarak ifade edilmiştir.Ben “Turan Dursun tarzının karşısındayım, onun zıddıyım” dedikçe, adeta, “o kadar ayrılık yok, zorlama ile öyle söylüyorsunuz” diye bu ayrımları yok saymaya kalkışılmıştı.
Tartışmalarda kişisel motifler kullanmak da pek benim işim değil.Hiç
olmazsa kullanmamam gerektiğinden yola çıkıyorum.
Okinono’nun terbiyesizlik alanında yer alan ifadeleri ile yukardaki tavırlarımı “farklı olmayan”lar olarak tanımlamak bu bakımdan bana doğru görünmüyor. Okinono veya benzer tarzda yazmak isteyenler, saygı temeline davet edilmelidir.Mesela “sazan haber” sadece bana yönelik kullanılmış olamaz; çok değerli arkadaşlarımız da konuya yazdılar. Okinono, bu noktada sadece terbiyesizlik yapmış olmakla kalmıyor; üstelik bu terbiyesiz tavrı, kendi cehli ile destekliyor.
Bunlara tavır almak, tartışmalarımızın içerik üzerinde yürümesine
hizmet edecektir.
Teşekkürler, sevgiler..
Safa Kaçmaz, 17.9.2008
X
Nevin hanım merhaba,
“Kendini ispat” konusu benimle ilgili değil..Zaten, şu anda bile, TvT’de eski toplumu, pek bilinmeyen kuralları yönüyle, adım adım, iğneyle kuyu kazarcasına incelemeye devam ediyor olmam, “ununu elemiş”lerden biri olmadığımı göstermeye yetmeliydi.
Eleştiriyi dinlemek ve yanıtlamak, terbiye sınırları içinde kalındığı sürece yapılıyor zaten.
Turan Dursun’a benim kişisel bir düşmanlığım yok ki..Yaşadığı dönemde
yazdıklarını oldukça seviyor ve beğeniyordum da hatta. Ama artık o düzeyde bir “islam eleştirisi” noktasını artık aşmamız gereklidir. Konumuz bu; Turan Dursun’un bedel ödemesi; yaşadığı sırada islama karşı farklı bir eleştiri tarzıyla olumlu çıkış yapmış olması falan değil… Bunları önce söylemiştim..Yinelemek anlamına geleceği için, onun hatalı yaklaşımlarının bilince çıkarılmasına özel itina gösterdim.
Yineliyorum; Turan Dursun, İlhan Arsel, Erdoğan Aydın gibi yazarlarımız üzerinden, islam gerektiği biçimde eleştirilemez; her şey “cehalet”le “karanlık”la, “hurafe”yle güya açıklanır. Onların tarzında sağlam bir ateizm bulunmuyor.
Bu farklılığın üzerimizdeki etkisini, her somut eleştirel konumuzda yaşamak gereklidir. TvTdeki çalışmaları okuyanların, Turn Dursun’a , İlhan Arsel’e, Erdoğan Aydın’a… falan artık çok fazla dayanılamayacağını gördüklerini düşünüyorum; duyuyorum.
Böyle bir durumda, Turan Dursun’un öldürülmesini, veya çıkışındaki olumlu etkiyi falan öne çıkarmak; asıl vurguları oralara yöneltmek, bence pek doğru olmayacaktır artık.
Dinsel gelişmelerin hayatın her alanında hızlı adımlarla yaşandığı bugünkü ortamda, sosyolojik tahlillere çok fazla gereksinim var; “Din hurafedir” gibi bir parola, ateist kesimin içini ısıtan bir hoşnutluk yaratsa da, açıklama alanında son derece kısır ve cahil bir ateist kesim yaratmaktan başka sonuç vermez.
Bunu mutlaka değiştirmek gerekiyor ve kimseye kendimi ispat etme gibi bir yüküm hissetmeden yıllara yayılmış olan bu çalışmalarım da, işte sadece bu tür hedeflere hizmet etmektedir.
Ne yaptığımı, ne yapmak istediğimi ve ne kadarını yapabildiğimi biliyor olarak hareket ediyorum.Bu çalışmaların değerinin giderek anlaşılacağına inanıyorum.
Selamlar,saygılar.
Safa Kaçmaz, 17.9.2008
X
İstemeden de olsa müdahil olmak durumundayım. TD sitesini eleştirenlerin hiç birinin TD sitesinden haberleri yok. TD sitesi her türlü düşüncenin serbestçe ifade edildigi bir düşünsel platformdur. Ne teori üretmek diye bir derdi vardır ne de bir siyasi çizgi koymak diye. Amacı en büyük tabu olan dinlerin özgürce ve her yönüyle tartışıldıgı bir platform olabilmesidir. Tek kıstası ırkçılıga izin verilmemesi ve tüm görüşlerin seviyeli ifade edildigi takdirde, ifade edilebilmesidir.
Sitemize bunun dışında misyon yükleyip bu yükledikleri öznel degerlere yönelik sanal eleştirilerin de hiç bir anlamı yoktur.
Sitedeki görüşlerin ne olup ne olmadıgına bakmak için 6 binin üzerindeki başlıklara bir göz atmanız gerekmektedir.ve gerçekten bu başlıklarda yer alan iletilerde dinlerin eski toplum temelinde mi yoksa hurafe temelinde mi ele alınıp alınmadıgını bilmeden eleştiri yöneltmeniz son derece yanlıştır.
Turan Dursun sitesi içerisinde sadece ateitleri barındırmıyor, teistler ve agnostikler, deistler de var, hatta oldukça fazla inanır da var.
Ancak hiç bir biçimde site hakkında bilgi sahibi olmadan sitenin sadece Turan Dursun’un anısına kurulmuş olması dolayısıyla eleştirmek son derece basit ve öznelcidir. Tavsiyem TD sitesinin forum alanlarındaki muhtelif başlıkların incelenmesidir.
Bugün için TD sitesinin teori üretmek diye bir amacı yoktur, ama kısa vadede olacaktır. Bilmem derdimi ve TD sitesinin işlevini anlatabildim mi. TD sitesini eleştirmek için öncelikle amacını ne oldugunu bilmek gerekir. Ana amacımız demokratik bir kitle örgütü olabilmektir. Kitleselleşebilmektir. Özgür bir platform olabilmektir. Dolayısıyla kapalı bir grup olan bu mail grubu ile TD sitesini karşılaştırmak son derece anlamsızdır.
Umarım bu açıkalamamdan sonra taşlar yerli yerine oturur.
saygılarımla
Dilaver Koman, 18.9.2008
X
Merhaba,
aslında biz Turan Dursun, İlhan Arsel, S. Tanilli, E.Aydın gibi ” kaba ateist” yazarlarımızın çizgilerinin açmazlarını göstermeye henüz başladık.. Bu bakımdan artık “şehitlik”, “bedel” vb. tanıtımlarını yerine koyup orada bırakmak ve ilerletici bir alana çıkmak gerekecektir.
Aşağıdaki yazı, daha önce yazılmıştı. Fakat ilerlerken, bunu
anımsamakta yarar var..
+
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-8 9.3.2008
Dinsel inançların erken kökenleri söz konusu olduğunda, sanki, farklı dinler sadece birbirlerinden çalınmış bazı anlatımlara dayanıyormuş gibi, “İslam, Musevilik ve Hiristiyanlık..” denilerek bir genelleme yapılmasına karşı çıkıyoruz.
Anımsayacağımız gibi, bu tür hatalı genellemeleri yapan Erdoğan Aydın, Turan Dursun gibi yazarlarımıza, hatta sertçe, eleştirilerde bulunuyorum. Mesela Erdoğan Aydın, “Yaratılış” anlatımını kast ederek, “Bu rivayeti İ.S. 6 yüzyıl Arabistan koşullarında akılda kaldığı haliyle yineleyen Kuran…” (İslamiyet ve Bilim. S.89) derken aynı temelsiz, tahlil yoksunu, din’leri toplumsal temellerinden kopararak “Din hurafedir ve birbirinden çalma anlatımlardır” anlayışının yansıması olan sözleri bir kez daha yinelemiş olur. Oysa, her eski dinsel anlatımda, “yaratılış” ayinleri farklı biçimlerde yaşanmıştı ve işte bu nedenle de farklı bir şekilde aktarılıyordu. Eski Ahit’te birden fazla “Yaratılış” anlatımının; Kuran’da ise birden çok “yaratılış maddesi” bulunuyor olmasının nedeni buydu. “Kutsal Kitap”ların “varlık”larının ,”Su”dan, “Toprak”tan, “ol sözü”nden, “kan pıhtısı”ndan, “çamur”dan ; “yumurta”dan vb. meydana gelmesinin nedeni, anlatıcı peygamberlerin mantıksızlıkları değil, kendilerinden önceki farklı toplulukların bu tür farklı yaratılış anlatımları bulunmasıydı. Onlar, değişik anlatım veya ilahilerin giderek kaynaşmış bu farklı “madde”lerine ister istemez kendi anlatımlarında yer vermek zorunda kalmışlardı.
Kaba bir karşılaştırmayla bile, “Deveyi haram” addeden Musevilik ile “deveyi en makbul kurban kabul eden İslam” arasında tek yönlü bir çalıntı, “anımsama” olduğu edebiyatının boşluğu görülebilir. Bu tür yaklaşımlar, Erdoğan Aydın türünde yazarlarımızın dinleri uydurmalar toplamı görmelerinden ve aslında dini edebiyatın kökenlerini tanımamalarından kaynaklanıyor.
Ben sadece böyle genellemelerden kaçınmak gerektiğini söylemekle yetinmiyor, örneğin “Hıristiyanlık” içinde bile farklı ön kültür kaynakları bulunduğunu; ateş arınmacısı kült ile su arınmacısı kült arasındaki ayrımların, bu kültlerin anlamı bilindikçe ortaya çıkarılabileceğini anlatıyorum. Murat Belge, Yuhanna’nın “insan sevgisi”ni överken, aslında İncillerin her birinin içinde çok farklı ön topluluk kaynaklı motifler barındırdığından habersizdir. Fakat bunu saptayabilmesi için, bu tür motiflerin neler olduğunu; onların Akado- sammaru kaynaklarındaki varlıklarını tanıması gerekiyordu. Oysa Murat Belge, “eski doğu toplumları” deyince, en fazla “Mısır firavunlarını bilen” bir tarihçi olduğunu kendi yazılarında ortaya koyuyor zaten.
Hıristiyan dünyasına ait olarak, “Hamursuz ekmek” ile “Hamurlu ekmek” diye sunulan çelişmede de, eski “tahıl-bitki ürün sunum” ve “hayvan sunum” farkları olduğunu açıklamıştık. Doğal olarak bu ayrım, “ekmeğin” yani “yiyecek”in hamurlu veya hamursuz (etli) olmasına yol açıyordu. Eski toplumsal sunular ve dolayısıyla hayvan ve bitki totemler arasındaki farkı bilmeyenler için de, o kişiler “uzman” bile olsalar, bu tür ayrımlar “saçma”, “basit”, gülünecek düzeyde seviyesi düşük ayrımlar halinde görünürler. Oysa, eski ön topluluklar ve onların yapıları tanındıkça, bu tür ayrımların ne denli temelli olduğu da ortaya çıkacaktır. Fasulye veya Marul’u yemeyen bir dinsel inancın, domuz yemeyi günah addeden bir dinsel inanç kadar “mantıklı” ve “ciddi” olduğu görülecektir. Deveyi yemeyi günah, Çekirge yemeyi sevap addeden Museviliğin bu davranışının gerisinde, hayvan olarak Deve, Domuz, Çekirge, Kuşlar değil bu totemlere sahip toplulukların insanları olduğu anlaşıldıkça, davranışın moral ve etik kökenleri ortaya çıkacak; böylece, “tavşan”la, “eşek”, Domuzla Deve, Sığırla Ceylan karşılaştırmasının yerini, genel olarak hayvan ve bitki totem ayrışması sisteminin incelenmesi alacaktır.
Demek ki, eski dinsel inançlar ve onları uygulayan ön topluluklar, gidilebilecek en eski dönemler bakımından tanındıkça, şimdi hepsi “Hıristiyanlık” içinde toplanmış bile olsalar, “Mercimek” veya Marul”u bazı ayinlerin zorunlu yiyeceği olarak kabul edip yiyen ile onu bazı dönemlerde ve-ya genel olarak yemeyi reddeden Hıristiyan mezheplerin, tarihlerinde “ortak rivayet”lerin olduğu kadar, ortak olmayan “rivayet!”lerinin de bulunduğu açıklığa kavuşur.
Bektaşilik ile Masonluğun, Musevilik ile Nusayrilerin , Sabiilik ile Şafiliğin, Şiilik ile Aleviliğin ortak yanlarının bulunması kadar, aralarındaki farklılıkları, eski dinleri ve onların bu tür erken temel ayrımlarını tanıdıkça ortaya çıkarabileceğiz.
Bizim bu yaklaşımımıza göre “ortak bir İslam” tanımlaması bile, sorunludur. Çünkü, “hak mezhep”leri tanıdıkça, aslında İslam’ın da farklı ön kaynaklara dayandığı; “İslam içinde”ki farklı abdest, farklı namaz ve farklı ibadet biçimlerinin sadece “mezhep önderleri”nin karizmatik etkilerine bağlı olamayacağını, şeyhlerin, halifelerin canları öyle istediği için ibadetlerin farklı tarzda formüle edilmemiş olacağını göreceğiz. Bu noktada bize yardımcı olacak olan, Akado- sammaru kaynaklarıdır ve bu nedenle de dikkatlerimizi, öncelikle erken kaynaklara yöneltiyoruz. Eğer yazılarımızda bazan genellemeler yapıyorsak, bu çerçevededir.
Yeri gelmişken söylemekte yarar var. Uzun yıllar önce okuduğum Cevat Şakir’in yöntemleri ile de, benim ortak bir yanım yoktur. Onlar B. Roussel’ci “aydınlanmacı”lardır ve din olgusuna Aristo’nun, eski Musa’ların bazılarının düşleri, hayalleri, uydurmaları gözüyle yaklaşırlar.
Eski toplumu ve eski topluma ilişkin davranış nedenlerini, ekonomik
ilişkiler bazında ele alarak gerekçelendirmeye çalışmak, eski tarihi salt ekonomik kategorilerle yorumlayabileceğini sanan Marksist akımın da bir yanılgısıydı.
İnsanbilim alanında yaptığım çalışmalarda, ben, eski doğal toplumsal yapılanmaların kurallarını, en erken toplum birimlerin doğal yapılarında arıyorum; başka bir yerde değil! Bu doğal yapılarda ,örnek alındığı düşünülen “doğasal”, “tabiatsal” verileri, çok önemsemiyorum. Çünkü, diyelim ki, “9 gezegen” veya “7 yıldız” onların örgütlenmesinde belirleyici ön kaynaklar değildi. Maddeci görünümlü açıklama tarzına ilişkin bu tür “doğasal” motifler, birer kaynak değil, giderek, eski gerçek uygulamaların toplumsal yapı dışına itilme dönemindeki “davranış açıklayıcı” unsurlar olarak kullanılmaya başlanmıştı. Eski toplumda “Öküze tapınma”nın nedenini, “tarımcı topluluğunun sabanını öküz çektiği için, öküz de güçlü olduğu için …” biçiminde açıklamak, bu bakımdan, bir yanılgıdır ve bir başka hayvan türüne, mesela Kuzu’ya, Sıpa’ya, Börtü-Böcek’e, Ceylan’a, Köpek’e, Tavşan’a… tapınma gerekçesini açıklamaz. Fakat ne yapalım ki, güya ateist geçmiş akımların bu tür “akılcı gerekçeler” arama işlemi, her farklı hayvan ve her farklı ürün için farklı bir “akılcı” açıklama arayışı temelinde devam etmiştir.
Topluluklar, bir ötekinden farklı olan davranışlarının nedenlerini izah etmek zorunluluğuyla karşılaştıklarında, ya bu davranışlarını artık sürdüremiyor, veya gizlemek zorunda kalıyor veya dönüştürüyor veya bazı nedenler ileri sürüyorlar. İncelemelerimizde gördük ki, topluluklar Ceylan, Marul, Fasulye, Mercimek vb. yememek için bile “gerekçe” üretebilmektedirler. Tavşanı yememek için üretilmiş gerekçelere inanmak, domuzu yememek için üretilmiş gerekçelere
inanmakla aynıdır. Bunu açıkça söylemek zorundayız. Burada hayırhahlık
olamaz.
Avesta’yı ve Sabiilik akımlarını incelediğimizde, mezhepler arası olduğu kadar, mezhepler içi farklı ön kaynakları da tanıma ve giderek onları birbirinden ayrıştırma olanağı bulabileceğiz.
+
http://toplumvetarih.blogcu.com/dinlerin-elestirilmesinde-yontem-ve-icerik-8_10479401.html
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7
Safa Kaçmaz, 19.9.208
X
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7
24.2.2008
Eski toplumu derinlemesine tanımadan, o toplumların erken kuralları olarak şekillenmiş ilişki biçimlerinden günümüze ulaşırken iyice “ruhani” özellik kazanmış Museviliğe, Hıristiyanlığa ve İslama karşı mücadele edilemez. Ya da “mücadele” adına son derece yüzeysel, hatalı motif ve gerekçeler kullanarak, düşük seviyede bir “tartışma” sürdürülebilir.
İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un, Server Tanilli’nin, onların çok daha basit bir versiyonu olan Erdoğan Aydınların, Murat Belgelerin, konuya yaklaşım ve yansıtma biçimleri, böyle bir “ateist” mücadelenin tipik ve başarısız örneklerini oluşturuyor. Bu bakımdan sağlam bir ateizm anlayışı, ancak, onların sistemli eleştirisiyle birlikte yerleştirilebilir.
Eski toplumun Mezopotamya’daki bölümüne ait kayıtlara adımımızı atar atmaz, “insan dünyası” ve “tanrı dünyası” kadar önemli olan bir başka alanla, “hayvan dünyası” ve “bitki ağaç” dünyası ile karşılaşırız. Bu, hiç de nedensiz ve “cehalet” kaynaklı değildi. Yetişkin insan ve çocuk kurbanıyla bunalan eski toplum, gerçek yamyamlık edimini toplumun dışına atmak için ve atarken, kendisine kurtarıcı olarak “hayvan” ve “bitki-ağaç” dünyasını seçmişti. Böylece, tamamen insan haliyle ve insan olan eski toplumun başlangıçtaki tanrıları, büyük bir hızla “hayvan tanrı” ve “bitki tanrı” haline ; ilgili topluluklar da “hayvan (insan)” ve “bitki (insan)” haline dönüşme yolunu,kendi varlıklarının bir kurtuluş yolu olarak seçmişlerdi. Yetişkin insan ve çocuk kurbanı yerine, Koyun, Koç veya Kuzu; İnek, Öküz veya Dana, dişi veya erkek eşek ve sıpa; dişi veya erkek köpek veya enik; dişi veya erkek domuz ve yavrusu; erkek veya dişi Deve ve yavrusu; aygır, kısrak ve tay; Horoz, Tavuk ve piliç; tavşan, kedi, Hindi, Ördek, Kaz, Güvercin, bu temel nedenle, deyimsel ve uygulamalı olarak derin izler üzerinden günümüzde ulaşmışlardır.
Yamyamlığın aşılması sırasında, farklı toplum birimlerin ve farklı tanrıların bu süreç içinde hayvan’laşması veya bitki’leşmesi kavranılmadan, “Yıldız falı” denen şimdiki burçların, neden hayvan ve bitki sembollü oldukları da kavranılamaz. “Tavşan”, “domuz” veya !köpek” yeme yasağı, bazı “anlaşılır” nedenlere bağlanırken, Musevilikte Deve yeme yasağının; Ahura Mazdacılıkta Sığır yeme yasağının; Sabiilikte Ceylan yeme yasağının vb. nedenleri de ortaya konulamaz. Ya da tamamen günümüzün “mantıksal” temelinde, yani uydurma gerekçelerle açıklanabilir. Yapılanlar da, aslında, genel olarak bundan başka bir şey değildir.
Eski Mezopotamya toplulukları, eğer kendilerine “domuz”, “deve”, “eşek”, “at”, “köpek”, “horoz” vb. yeme yasağı veya yeme gereğini formüle etmişler ise,sunu hayvan olarak bunları seçmişlerse, bu, onların ilgili totemlerle ilişki tarzından ötürü olmuştur. Kendisini “domuz” totemi ile tanımlayan bir topluluk, iç yamyamlığını engellerken, bu konuyu, “domuza dokunulması”nı, yenmesini, hatta adının bile anılmasını yasaklama yoluyla; Domuz’u mekruh ve giderek “pis” olarak tanımlama yoluyla çözmeye çalışmış olmalıydı. “Pis”, Eski Ahit ve Avesta’da, “dokunulması yasak” anlamındaki “kirli” sözcüğünü bozulmasıyla oluşmuş olmalıdır. Kadının adet görmesinin bile “kirlenme” olarak nitelendiğini unutmamak gerekir. Dokunmak da “kirlenme”ye yol açtığı için, onlara dokunulamazdı.
“Bitki-ağaç” dünyası bakımından da, eski toplumda benzer bir gelişme yaşandığı için, farklı topluluklar, kendileri için tamamen dini- kutsal bir edim olarak, “Marul”, Fasulye, Mercimek gibi bazı ürünleri “yeme yasağı”nı, formüle edebilmişlerdi. Burada, eski topluma ait “cehalet” gerekçesi, sadece, “İslamiyet ve Bilim” diye kitap yazan
Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın gerçek cehaletlerinin bir açıklayamama özür ifadesidir. Çünkü, Hıristiyan ordotokslarının bir kısmı için ise, “Marul”, “Fasulye”, “Mercimek” veya “asma üzümü” yemek, tersine, zorunlu bir dinsel edimdi ve bir topluluğun onları “yeme yasağı”, öteki bir topluluğun onları “yeme gereği” olarak birbirini tamamlıyordu. Burada ne “yeme yasağı”na sahip topluluğun, ve ne de “yeme ğereği” uygulayan topluluğun “cehaleti”nden bahsedebiliriz. Bir topluluğun “yasak” kapsamında gördüğü bir hayvan veya bitki-meyve türü,onlarda “iç yamyamlık” yasağına denk düşüyordu. Karşıt başka bir topluluğun “yeme gereği” ise, onların dış yamyamlık ilişki sürecinden arta kalmış bir edim olarak zorunluluğa tekabül ediyordu. Eski insan burada, “Mercimek” ürünü yoluyla bir topluluğu;
“Marul” yoluyla bir başka topluluğu; “asma üzümü” yoluyla bir diğerini ; “zeytin ” veya “hurma” ile bir başka topluluğu eşitlemiş olduğu için, eski yamyamlık dönemi ilişkilerini, böylece hayvan ve bitki-ürün totemler üzerinden yerine getirebiliyordu. Anlaşılmaktadır ki, ayinsal olarak yenilmesi gerekli veya dinsel olarak yenilmesi yasak hayvan ve bitkilerin arkasında, gerkeç topluluklar ve onların yetişkin ve çocuk insanları bulunmaktaydı. Bu nedenle onlar, dinsel bir ayinin mutlak ve vazgeçilmez araçları olarak kavranılıyordu.
Eski Mezopotamya’daki farklı ön toplulukların bu temel diziliş ve ilişki düzenleri bir kez kavranılınca, bize sonra, “Adem oğlu”, “Kişi oğlu”, “Lulu”, “Avilu” vb. olarak ulaşacak olan farklı “insan”ların her birisinin, bu erken totem kökenlerle de bağlarının kurulması için önümüze kapılar açılmış olur. Bu bakış açısına göre, tarihimizde, mutlaka “marul” sözcüğüyle eşitlenmiş bir topluluk; Fasulyeyle, Mercimekle, Domuz, At ve Eşekle, sığır- öküzle ve Hurma ile vb. eşitlenmiş topluluklar olmuş olmak zorundadırlar. Bunları tarihsel bakımdan ve etimolojik olarak ortaya çıkarabilip, çıkaramayacağımızdan bagımsız bir önsel çıkarımdır bu. Sabii’lerin veya bazı Asur topluluklarının “Yıldız inancı”na bağlı olduğu ve doğal “yıldız- gezegen”lerden alındığı sanılan burçların,”yengeç insanı”nın , “akrep insanı”nın, MÖ. 2000’li yıllarda var olan yazılı kayıtlarını tanıdığımız gibi, dikkatli ve sabırlı bir inceleme, bize, eğer o topluluklar, bir nedenle yok olmamış iseler, bu yönde kanıtların bulunabileceğini gösteriyor. İslami yazında “hala”mız olan “Hurma”nın, gerçekte, “Hurma salkımının hanımı” biçimindeki bir İştar kavrayışına dayanmış olduğunu daha önce ortaya koymuştuk. Dolayısıyla bu süreci bozulmuş tarzda anlatan Eski-Yeni Ahit’in, Balam’ın eşeği dile gelip “insan gibi” konuşursa; eğer Süleyman, “kuş dili” biliyor ve “kuş”larla konuşabiliyorsa; bir kutsal ağaç veya bitki, eğer dilegelip derdini “insan” diliyle anlatabiliyorsa, bunlara, basitçe “cehalet” etiketi takmak, ne yapalım ki, insanbilim bakımından sadece “cehalet”dir.
T. Dursun’un, Avesta’da “köpek hakları” keşfetmesine yol açan yaklaşımı, onun Kuran ve Hadisleri dışındaki dinsel metinlere son derece yabancı olmasının yanısıra, Kuran da dahil, eski dinsel metinlerin temel kavramlarını, tarihsel süreçten ve insanbilim kurallarından yoksun bir şekilde ele almasından kaynaklanıyordu. O, bu yazıtlarda “sinek” veya “arı” görmüş ise, 5000 yıl önceki , kavramları bugünkü içeriğiyle ele almaktaydı. Eski dinsel metinlerde, “Gök” sözcüğü görülünce “Gök”ün; “Yer-dünya” sözcüğü görülünce de, bugünkü anlamıyla “dünya”nın anlaşılmış olması yanılgısı gibi… Eğer Avesta, Aryen-Hitit ve Assur topluluklarının “Ateş ve Su” tapımcısı erken ön kaynaklarının bir tarih aktarım biçimi, oldukça bozulmuş bile olsa, olarak şekillenmiş kutsal yazın türü olarak ele alınabilseydi, o zaman, Avesta veua Kuran’da “Köpek” sözcüğünün görüldüğü her noktada, o kavramdan şimdi Bostancı sahilinde boynuna tasmasıyla gezdirilen Kaniş’in veya Sivas köylerindeki Kangal’ın anlaşılmaması gerektiği belki anlaşılabilirdi. Şimdi artık biliyoruz ki, Avestacılık, Sabii’lik, Yezidilikte de haram ve-ya kutsal olan bu “Köpek”, Mezopotamya toplulukları arasında tanıdığımızen eski totem hayvanlardan birisi idi.
Akado-sammaru yazınında “Kalp” anlamıyla yola çıkan bir sözcüğün “köpek” ve “insan” geçişmesi süreci yaşamış olmasına değinmiştik. Erken dönemin bu “kalp”i, günümüzün “aşk”ı ve “iman”ı içeriklerini taşıyorsa, erken dönemde, toplulukların karşılıklı evlilik ve ittifak ilişkilerinde, insanın bu en önemli organın adanmasından ötürü olmalıydı. “Kalp falı” veya şimdiki söylem biçimiyle “kalbinden geçenlerin bilinmesi”, “ciğerini okumak” falan, tanıdığımız en eski “fal” bakma biçimlerinden birisinin kalıntısal deyimleridir. Bu yüzden günümüzde, ister cinsel sevgi, ister tanrısal imani bağlılık, hala “kalp” üzerinden ele alınır ve sevgisizlik veya imansızlık
“kalpsizlik”le değerlendirilir.
Kalp, böbrek, ciğer gibi adak organ sunumlarının, dolayısıyla insan kurban ve yamyamlığının aşılması döneminde, bu kavramın “köpek”le eşitlenmeye doğru gitmiş olması gerekliydi. “Köpek” totemli topluluğunun, artık “insan” olarak ele alınma aşamasında ise, insan, erkek, adam anlamıyla, “Ur” (? Er) kelimesinin karşılığının, Akadca yazılımlarda, <<kalbum>> eşdeğer kelimesiyle verilmeye başlandığını görüyoruz. Bu, lafzen, literer olarak “köpek” demekti.
Akkadca kökenli dillerde, bu anlam ve ses değeri, örneğin günümüzdeki Museviler bakımından, hala, “Kelev” (Köpek) ve “Kalba” (Enik) olarak ve Arapcada ise “Kelp” (köpek) haliyle devam etmektedir. -3. binli yılların Babil-Akad tabletlerinde “insan” anlamıyla kullanılan “awilum”, “awel” kavramı da, yine “kalbum” karşılığında kullanılıyordu.
Hitit kayıtlarında “Rabi kalbatim” kavramını, “Köpeklerin amiri”, “köpeklerin Rab’bi” vb. haliyle de bulmuştuk. Burada, “köpek” veya “uşak”, “köle”, “koruyucu” anlamlarıyla birlikte, bir arada kullanılıyordu ki, bu, günümüz Türkiye’sinde hala tam olarak böyledir: “X’in köpeği” denildiğinde, “X’in koruyucusu, X’sin uşağı” anlatılmak
istenir.
Aslında, bize bir dizi kurum ve kavramını devretmiş eski ata toplumlarına karşı son derece hatalı bir miras sahiplenmesi bulunuyor. Fakat tarihe objektif olarak baktığımızda, ” köpek” totemine sahip olan bir toplulukla, koyun, keçi, eşek, sığır totemlerine veya “akbaba”, “aslan” totemlerine sahip olan topluluklar arasında, eski toplumun totem ayrışması döneminde, bir totem tercihi bakımından hiçbir fark bulunmaz. Hiç olmazsa, bizim şimdi geriye dönük olarak tarihe bakarken, onlar arasında “totem” bağıntısında bir ayrımyapmamız son derece ilkel ve basit bir yaklaşım olur. Bununla birlikte, eski toplumun bu totem düzenlenişinde, yine de, toplulukların farklı özellikleri hesaba katılmış olmalıydı. Şimdi anlıyoruz ki, Bektaşilikteki “Pençe” vurgusu ve “Pençe” tapınımı, onların “Akbaba”, “Kuzgun”, “Aslan” türü “pençeli totem” hayvanlardan bağımsız olmamalıydı ve ilgili topluluğun kendini, kendi totem hayvan veya bitkisiyle eşitlemesi, kendi davranış ve yaklaşımlarına da yansımaktaydı.
“Koyun-Kuzu” totemli toplulukla, “aslan”, “kartal” totemli toplulukların “etnik” davranışlarındaki farka ve bu farkları toplumsal yaşamlarında da yansıtmalarına (“savaşçı” veya “barışçı” olmak; “koyun-kuzu” , “sığır” veya “domuz” tüketimi olma-ma-sı ; “kulluk” özelliğinde veya “emredici tanrı” özelliğinde olma-ma-sı vb…) değinmiştik. Bu husus, erken ön toplulukların “kurban sunucu” veya “kurban sunulan” özellikleriyle çok yakından ilgiliydi. “Kurban olma” motifini, edebiyatlarının merkezine yerleştimiş bir topluluk,kendisine “kurban sunulan”, “kurban isteyen” bir topluluğun reflekslerini gösteremezdi. Bu, çok tayin edici bir noktadır.
Modern toplulukların bu günkü farklı davranış reflekslerini incelerken, eski totemlerinin özelliklerinin; kurban sunumlarını farklı tarzlarda yerine getirmelerinin (boğarak, başını keserek, canlı gömerek, yakarak..) ve kutsal yiyeceklerini “çiğ”, “haşlama” veya “kızartma” olarak vb. ayrıştırmış olmalarının günümüze ne kadar etkili bir şekilde yansıyor olduğunu ve aslında hepimizin gündelik yaşam ve zevk algısını biçimlendirdiğini göreceğiz. Eski toplumun örgütlenmesi ve ilişkisi son derece gerçek, reel toplumsal akslara oturduğu için, o özellikler neredeyse kalıtımsal olarak günümüze ulaşmışlardır. Bir takım toplumsal davranış, görenek veya uygulamalara “cehalet-hurafe” demekle, işin içinden çıktığını sanan dar aydınlarımız için, aslında sadece kendi içinde bulundukları zeminin adı “cehalet”dir. Bu eski totem tapını dönemi hiç tanımadığını, Avesta’da “köpek hakları”ndan bahsederek ortaya koyan Turan Dursun, İlhan Arsel ve benzer dar pozitivistler, bu nedenle İslami toplumun, kadın’ı neden diğer hayvan türleriyle değil de, sadece ve özellikle “köpek, eşek ve domuzla” ; hatta sadece “kara başlı köpek, eşek ve domuz”la falan eşitleme içinde ele almış olabileceği üzerine kendilerine soru bile sormamışlardı. Oysa sormaları çok yerinde olurdu.
Çünkü Enuma Eliş anlatımında, Avesta’da bir dizi farklı (renk ve özellik sahibi olarak) <<köpek çeşidi >>nin <<yaratılmış>> olduğunu görmüştük. Bu “köpek”, “eşek” ve “domuz” totemi, izlerini bu gün bile gördüğümüz gibi, eski bazı Assur ön topluluklarını ve bazı Hitit ön topluluklarını tanımlıyor, ifade ediyordu. Muhammed’in dayandığı ön Arap toplulukları, muhtemelen bu “köpek”, “eşek”, “domuz” totemli topluluklardan kadınlarla evleniyorlardı. Dolayısıyla onların gözünde evlendikleri bu “kadın” ile bu totemler giderek eşitlenmişti. İslami ilahiyatçılarımız, dini edim ve yazın kökenlerinde, “tanrı vahyi”nden başka şeyler de olabileceğini, akıllarına getirebilecek kadar bağımsız bir düşünce gücüne sahip olabilseler, bir mümin’in ibadeti sırasında, önünden, diyelim ki, tavşan, horoz-tavuk, sığır ve deve geçtiğinde, namazlarının neden bozulmuş sayılmayacağını Allah’a, o olmazsa Muhammed’e sorabilirlerdi. Tanrı ve elçisi böyle muhtamal bir soruyu açıkca yanıtlamamış ise de, biz anlıyoruz ki, bu İslam içinde bütünleşen topluluklar için, tavuk-horoz, sığır, koyun-keçi, deve
bizzat kendilerinin (farklı toplum birimler olarak) eski totem hayvanları idi. Bu yüzden de namaz sırasında bir mümin’in onlara secde etmesinin bir sakıncası bulunmuyordu; çünkü daha önce zaten onlara tapıyorlardı. Bu bakımdan da, İslam içinde bütünleşecek ön topluluklar için söz konusu olan genel bir “kadın” değil; dışardan evlenilmiş kadınlar olmalıydı ama, binlerce yıllık bir süreç içinde, “kendi kadınları” ve “evlendikleri kadınlar”, genel bir “kadın” potası içinde erimiş ve “kadın, köpek, eşek ve domuz” türü eşitleyici özel bir formül ortaya çıkmış olmalıydı.
Bazı ön Hitit ve ön Assur topluluklarında köpek toteminin etkili gücünü, örneğin bugün bile Yezidilikte,Köpeğin, en az Domuz veya Tavşan değerinde “kirli” bir hayvan olarak kabul edilmesinden de anlıyoruz. Kürt okurlarımızdan bu noktada cesur incelemeler beklemeliyiz. Çünkü, günümüzde, bir erkeğin kendi çocuğunu, karşısındaki birine, “it’in olsun…” gibi tanıtım formatlarıyla takdim etmesi, bazı Kürt topluluklarında, bu eski,”it-köpek totem” geleneğiyle olan bağlardan başka bir şeyi anlatıyor olamaz. Bu, hala yaşayan bir söylem tarzıdır.
Turan Dursun’un, bayağı anlamıyla “köpek” sanarak okuduğu kavram, Avesta’da, tam olarak ilgili bir topluluğun tümünün “köpek” kavramı
etrafında ayrıştırılmış halini, örgütlenmesini ve “köpek” kavramı üzerinden yapılmış tanımlarını vermekteydi. Zaten Avesta, Turan Dursun veya F. Nietzsche tarzında, onda olmayanları değil de, olanları okumak temelinde incelenseydi, Ahura Mazda’nın neredeyse sadece “köpek” ve “insan” üzerinden açıklamalar yapmasının nedenleri bir parça anlaşılabilirdi.
Avesta’nın yayınladığımız çevirilerinde görüldüğü gibi, sadece tüm
topluluk “köpek” kavramı etrafında düzenlenmez, bizzat kendi Magu rahipleri bile iki köpek sınıfı haliyle tanıtılır
IX.
49. Eğer benim (Ahura Mazda’nın) iki köpeğimden biri, (yani) çoban köpeği ve ev köpeği(mden biri)….
….Çünkü benim iki köpeğim (olan) çoban köpeği ve ev köpeği olmadan, Ahura’nın yarattığı yeryüzündeki hiç bir ev geçinemez.
Daha sonra Ahura Mazda şunları söyler:
44. “Bir köpek, sekiz değişik tip kişinin karekterine sahiptir:
‘Bir rahibin karekterine sahiptir,
‘Bir savaşçının (ratheaster) karekterine sahiptir,
‘Bir çiftçinin karekterine sahiptir,
“Bir gezginci şarkıcının karekterine sahiptir,
“Bir hırsızın karekterine sahiptir,
“Bir vahşi hayvanın karekterine sahiptir,
“Bir kibar fahişenin karekterine sahiptir,
“Bir çocuğun karekterine sahiptir,
Daha sonra ise, bu “karakter”lerin çok somut olarak özelliklerini de
görürüz
45. “O, bir rahib(in yaptığı) gibi, yemek artıklarını yer; o bir rahib(in yaptığı) gibi, müteşekkirdir; o bir rahib(in olduğu) gibi, kolay tatmin olur; o bir rahib(in yaptığı) gibi sadece küçük bir ekmek parçası ister; bu gibi huylarıyla o bir rahip gibidir.”
“O bir savaşçı(nın yaptığı) gibi, cepheye koşar; o bir savaşçı(nın
yaptığı) gibi, erdemli inek için çarpışır; o bir savaşçı(nın yaptığı) gibi evden ilk fırlayandır; bu gibi şeylerle o bir savaşçı gibidir.”
46. ‘O bir çiftçi(nin yaptığı) gibi, tetiktedir ve hafif uykuludur; o bir çiftçi(nin yaptığı) gibi evden ilk çıkandır (1); o bir çiftçi(nin yaptığı) gibi eve son girendir (2); bu gibi şeylerle o bir çiftçi gibidir.”
“O bir gezginci şarkıcı gibi şarkı söyler; o bir gezginci şarkıcı gibi sırnaşıktır; o bir gezginci şarkıcı gibi sıskadır; o bir gezginci şarkıcı gibi fakirdir; bu gibi şeylerle o bir gezginci şarkıcı gibidir.”
47. “O bir hırsız gibi karanlıktan hoşlanır; o bir hırsız gibi karanlıkta sinsi sinsi dolaşır, o bir hırsız gibi utanmaz bir yiyicidir; o bir hırsız gibi güvenilmez bir bekçidir; bu gibi şeylerle o bir hırsız gibidir.”
“O bir vahşi hayvan gibi karanlıktan hoşlanır; o bir vahşi hayvan gibi karanlıkta sinsi sinsi dolaşır, o bir vahşi hayvan gibi utanmaz bir yiyicidir; o bir vahşi hayvan gibi güvenilmez bir bekçidir; bu gibi şeylerle o bir vahşi hayvan gibidir.’
48. “O bir kibar fahişe gibi şarkı söyler; o bir kibar fahişe gibi sırnaşıktır; o bir kibar fahişe gibi sıskadır; o bir kibar fahişe gibi fakirdir; bu gibi şeylerle o bir kibar fahişe gibidir.”
“O uykusuyla bir çocuk gibidir; o koşmaya meyyal olmasıyla bir çocuk gibidir; o dilli oluşuyla bir çocuk gibidir; o emekleyen bir çocuk gibi dört ayağıyla yürür (gider); bu gibi şeylerle o bir çocuk gibidir.”
Avesta’da bu farklı “karakter”lerdeki “köpek”lerinin, insan toplulukları değil de, doğal bir köpek olduğuna ; “Kuzu İsa” denildiği için İsa’nın doğal “kuzu” olduğuna inananlar inansın!
Biz değil…
Safa Kaçmaz, 2.9.2008
X
Enfal (1) (Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” http://www.kurandaara.com/?act=ara&keyword=ganimet&meal=1&sure_no=&go.x=19&go.y=9
Enfal (41) Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.
Kur,andan bazı sure ve ayetler.
ALİ İMRAN SURESİ:7.AYET:Sana Kur,anı bildirende odur.KUR,ANIN bir kısmı açık ayetlerdir.Bunlar KUR,ANIN TEMELİDİR.Öbürleri ise kapalı ayetlerdir.İŞTE YÜREKLERİNDE YAMUKLUK OLAN KİMSELER KAPALI AYETLERE BEL BAĞLARLAR.Buda başkalarını yoldan çıkarmak,o ayetleri kendilerine göre yorumlamak istemelerindendir.Oysa ki o kapalı ayetlerin yorumlanmasını ALLAH,TAN BAŞKA KİMSE BİLMEZ.Bilimce ergin olanlar ise şöyle derler.Biz KUR,ANA inanıyoruz.Hepsi ALLAH,IN katından gelmedir.
ALİİMRAN 33-34 Şüphesiz, Allah, Adem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.Allah her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
ALİİMRAN 58:Bütün bunları sana ayetlerden,doğruyu bildiren KUR,ANDAN okuyoruz.
ALİİMRAN 67: İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.
ALİMRAN 144: Muhammed, ancak bir peygamberdir.
ARAF SURESİ ŞEYTANIN CENNETTEN KOVULMASI:
Araf Suresi 3. Ey insanlar, Rabbinizden size indirilene uyun ve O’ndan başka velilere uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.
ARAF SURESİ160:Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde 12 kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Musa’ya, “Asanı taşa vur!” diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki) “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyin.
ARAF 178:Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır.
ARAF SURESİ:3: Bu, sana, kendisiyle (insanları) uyarman için ve mü’minlere öğüt olarak indirilmiş bir kitaptır. Artık ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.
ARAF 188:De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için BİR UYARICI VE MÜJDELEYİCİYİM.OKADAR .
BAKARA SURESİ 2:O içinde şüphelerin yer almadığı kitaptır.
BAKARA SURESİ :4- O sakınanlar ki sana bildirilen kitaba,senden önce bildirilmiş olan kitaplara öbür dünyayada kanasıya inanırlar.
BAKARA SURESİ 23-Yok eğer sizler kulumuza bildirdiğimiz KUR,ANDAN şüphe ediyorsanız,haydi ona benzer bir sure getirin.ALLAHTAN başka bütün bilgiçlerinizi de yardıma çağırın,eğer doğru sözlü kimselerseniz.
BAKARA 41:Elinizdeki tevrat,ı doğrulamak üzere bildirdiğim KUR,ANA inanın.
BAKARA SURESİ 47:Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.
BAKARA SURESİ:62: Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükafat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır”
BAKARA SURESİ :77- Onlar bilmiyorlarmı ki ALLAH onların gizli tuttuklarını da bilir,açığa vurduklarını da.
BAKARA SURESİ:85 ……………………YOKSA SİZ KİTAP,IN YALNIZ BİR KISMINA İNANIP DA BİR KISMINA İNANMAZLIK MI EDİYORSUNUZ?………
BAKARA 89: Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkar ettiler. Oysa, daha önce (bu kitabı getirecek peygamber ile) inkarcılara (Arap müşriklerine) karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkar ettiler. Allah’ın lâneti inkarcıların üzerine olsun.
BAKARA 91: Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Halbuki o ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki, “Eğer inanan kimseler idiyseniz daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”
BAKARA 97: De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.”
BAKARA SUERSİ:122-Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün tuttuğumu hatırlayın..
BAKARA 136:Deyiniz ki:biz ALLAHA ,bize bildirilmiş olan KUR,ANA ,İBRAHİM,E,İSMAİLE,İSHAKA,YAKUPA,OYMAKLARINA bildirilmiş olanlara,peygamberlere çalaplarından verilmiş olanlara inandıkBunları birbirinden ayrı tutmayız.
BAKARA 142:………..ALLAH KİMİ DİLERSE ONU DOĞRU YOLA İLETİR.
BAKARA SURESİ 272: İnsanları doğru yola iletmek sana düşmez.Ancak ALLAH kimi dilerse onu doğru yola iletir.
BELED SURESİ 1:BU KENTE AND OLSUNKİ.
BELED 4: DOĞRUSU BİZ İNSANI ACI ÇEKMEK İÇİN YARATTIK.
CASİYE SURESİ :16Andolsun, Biz İsrailoğulları’na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdık ve onları her ulustan üstün kıldık.
CUMA 11. Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
CİN SURESİ 18:Bütün mescitler ALLAHINDIR.
CUMA SURESİ :11:…ALLAH RIZIK VERENLERİN EN HAYIRLISIDIR.
Duhan Suresi 58.ayet; Biz o Kuran’ı senin dilinle/senin diline kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alabilsinler.
Enam 38:Biz Kur,anda hiçbirşeyi eksik bırakmadık.
ENAM SURESİ 59: Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.
Enam suresi 92::İşte sana bildirdiğimiz bu KUR,AN kutludur,kendinden öncekileri doğrulayıcıdır.ANAKENT MEKKEYİ ve çevresindeki KASABALARI UYARMAK içindir.Öbür dünyaya inananlar kitaba inanırlar,namazlarına bağlıdır.
Enam suresi 108:ALLAHTAN başkasına tapanlara sövmeyin.Sonra onlarda bilgisizliklerinden dolayı taşkınlık edip ALLAH,A söverler.Biz her topluluğun işlediklerini kendine güzel gösterdik.
ENAM 112:Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da YAPAMAZLARDI. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.
ENAM 114: Size Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indiren O iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (de). Kendilerine kitap verdiklerimiz de onun, Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphecilerden olma.
ENAM 115:Rabbinin sözü doğrulukçada,adalet bakımındanda tastamamdır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur.O işitendir,bilendir.
ENAM 125:Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.
ENFAL SURESİ:1:Sana savaştan alınan GANİMETTEN sorarlar .Deki:savaşta alınan GANİMET ALLAH ve elçisinindir……
ENFAL 17: Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.
ENFAL 39: Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir.
ENFAL 41: Bilin ki, ‘ganimet olarak ele geçirdiğiniz’ şeylerin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Resûlün, yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde (Bedir’de) kulumuza indirdiğimize iman ediyorsanız (ganimeti böyle bölüşün). Allah, herşeye güç yetirendir.
ENFAL 69: Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
İbrahim suresi 4:ayet: Biz hangi ulusa elçi gönderdikse onu ancak ulusunun diliyle gönderdik,ALLAHIN buyruklarını apaçık anlatabilsin diye.Ondan sonrada ALLAH kimi dilerse saptırır,kimi dilerse doğru yola iletir.ALLAH erklidir doğruyu bildiricidir
HAC 52: Senden önce hiçbir resül ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
HAKKA 40: Hiç şüphesiz o (Kur’an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.
HAKKA 44 :45: Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı mutlaka onu kudretimizle yakalardık.
HAKKA 46: Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik.
KADİR 1:Gerçekten biz kur,anı kadir gecesi bildirdik.
Kadir 3:Kadir gecesi 1000 aydan yeydir.
Kafirun 6:sizin dininiz size,BENİM DİNİM BANA…!!!!…..?????
KAMER SURESİ 17=22Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?
KAMER 40: 40. Andolsun biz Kur’an’ı, öğüt almak için kolaylaştırdık. O halde düşünüp ibret alan yok mu?
KALEM 16:BİZ ONUN BURNUNU KIRACAĞIZ.
Maide 3:….Bugün size dininizi ikmal ettim,üzerinize nimetimi tamamladım vesizin için din olarak islamı seçtim.
Maide 47. İncil’e inananlar, Allah’ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır.
Maide suresi 49; Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Dikkat et de Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşürmesinler.
MAİDE: Suresi 67; Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.
MAİDE 68:De ki: “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.” Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme.
MAİDE 69:Şüphesiz inananlar (müslümanlar) ile Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir.)
MAİDE 82: (Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah’a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da “Biz hıristiyanlarız” diyenler olduğunu mutlaka görürsün. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır. Onlar büyüklük de taslamazlar.
MAİDE 99: Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. Allah sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.
MEARİÇ 30. Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz;
NİSA SURESİ 34:Erkekler kadınları gözeticidir.Çünkü ALLAH erkekleri kadınlardan üstün kıldı,çünkü onlar kadınları malları ile geçindirirler.Öyleyse iyi kadınlar boyun eğenler,ALLAHIN koruduğu arı siliklerini koruyanlardır.Başı boş kalmalarından korkduğunuz kadınlara öğüt verin.Onları yataklarında yalnız bırakın.Onları dövün.Eğer boyun eğecek olurlarsa artık onlara karşı gitmeyin.
Nisa Suresi 82. ayet; Kuran’ı, iyice okuyup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başka birinin katından gelseydi, elbette ki onun içinde birçok ihtilaf bulacaklardı.
Nisa Suresi 105. Kuşku yok ki, biz bu Kitap’ı sana, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlere yardakçı olma.
NİSA SURESİ 136: Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba da iman edin! Kim Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmazsa, pek derin bir sapıklığa saplanıp gitmiştir.
NİSA SURESİ 150: Allah’a ve peygamberlerine inanmayanlar, Allah’ı tanıyıp peygamberleri tanımayarak aralarında ayırım yapmak isteyenler, “Peygamberlerin kimine inanırız, kimine inanmayız.” Diyerek küfür ile iman arasında bir yol tutmak isteyenler,
NİSA SURESİ 159: Kitab ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce, ona (İsa’ya) iman edecek olmasın. Kıyamet günü o (İsa) onların aleyhine şahit olacaktır.
NİSA SURESİ 162: Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. O namazı kılanlar, zekatı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.
NUR SURESİ:58: Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar (köleleriniz) ve sizden henüz büluğ çağına ermemiş olanlar, günde üç defa; sabah namazından önce, öğleyin elbiselerinizi çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza girecekleri zaman) sizden izin istesinler. Bu üç vakit sizin soyunup dökündüğünüz vakitlerdir. Bu vakitlerin dışında (izinsiz girme konusunda) ne size, ne onlara bir günah vardır. Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz. Allah, âyetlerini size işte böylece açıklar. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Nuh suresi 16. Ve o göklerde, aya bir ışık vermiş ve güneşi de, her yanı aydınlatan bir çırağ olarak halk etmiştir.
NUH SURESİ17: Ve Allah sizi topraktan BİTKİ gibi bitirdi.
FUSSİLET SURESİ 44:Eğer biz bu KUR,ANI yabancı bir dilde bildirmiş olsaydık,kesenkes şunu diyeceklerdi:Bunun ayetleri uzun uzadıya açıklanmalı değilmiydi.ARAP olanlara yabancı bir dil,öylemi.Deki ,O inanan kimseler için doğru yolu gösterici,iyilik getiricidir.İNANMAYAN kimselere gelince onların kulaklarında ağırlık vardır.Onların gözleri Kur,ana kapalıdır.Onlar kendilerine uzaktan ünlenen hayvanlara benzerler.
FATIR SURESİ:23-Sen ,yalnızca bir uyarıcısın
FATIR:24-Şüphesiz Biz seni, hak ile bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın.
Enam suresi 92::İşte sana bildirdiğimiz bu KUR,AN kutludur,kendinden öncekileri doğrulayıcıdır.ANAKENT MEKKEYİ ve çevresindeki KASABALARI UYARMAK içindir.Öbür dünyaya inananlar kitaba inanırlar,namazlarına bağlıdır.
Şura suresi 7::Biz senin gönlüne böyle ARAPÇA bir KUR,AN bildirdik ki iller ili MEKKEYİ,onun dolayındakileri şüphe götürmeyen o toplanma günüyle uyarasın diye.Onlardan bir kısmı Cennette,bir kısmıda kızgın ateşte olacaklardır.
HUD SURESİ 12:::……….. ÇÜNKÜ PEYGAMBER YALNIZCA BİR UYARICIDIR O KADAR….
:144- Muhammed ALLAH,IN elçisidir,o kadar.
KAMER SURESİ :40-Ant olsun kiBiz KUR,ANIN anlaşılmasını kolaylaştırdık,öğütlensinler diye.Hani öğütlenen nerede?
RAHMAN SURESİ 46: 46. Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.
RAHMAN SURESİ :62 – Bu iki CENNETTEN başka iki CENNET daha vardır.
RAHMAN68. İkisinde de her türlü meyveler, hurma ve nar vardır.
RAHMAN 70: İçlerinde huyu güzel yüzü güzel kadınlar vardır.
RAHMAN 72: Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler vardır.
RAHMAN 74: Bunlara onlardan önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
Xxx
RUM SURESİ 58:ANT OLSUN Kİ BİZ BU KUR,ANDA İNSANLAR İÇİN ÖRNEKLERİN HER TÜRLÜSÜNÜ VERDİK.
SECDE SURESİ 13:Eğer biz dilemiş olsaydık herkesi kesenkes doğru yola iletirdik.Ancak verdiğim şu söz yerine gelecektir.Ben cehennemi eninde sonunda,cinlerle,insanlarla dolduracağım.
SAFFAT 42.Çeşitli-meyveler. Onlar ikram görenlerdir.
SAFFAT 43. Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde.
SAFFAT 44. Birbirlerine karşı, tahtlar üzerinde (otururlar).
SAFFAT SURESİ 45:Onlara taslar içinde main ŞARAPLARI gezdirilecektir.
SAFFAT 47:Ne başağrısı verir,nede sarhoşluk.
SAFFAT SURESİ 48: Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır..
SAFFAT SURESİ 49: Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz).
SEBE SURESİ:2-Yere giren yerden çıkan,gökten inen ,göğe ağan ne varsa hepsini o bilir.O ,esirgeyicidir,yarlıgayıcıdır.
SEBE SURESİ :3-Tanımazlar derler:Kalkış günü gelmeyecek.Onlara deki:Yok ,görünmiyeni bilen çalabıma ant olsun ki kalkış günü kesenkes gelecektir.Yerlerde olsun,göklerde olsun çimge kadar bir varlık bile Onun bilgisi dışında kalamaz.Bundan daha küçük ,daha büyük hiç bir nesne yoktur ki apaçık KURANDA yazılı bulunmasın.
ŞURA SURESİ : 7. Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir.
ŞURA SURESİ 27. Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir.
TAHRİM 9. Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!
TEBBET SURESİ 1:Ebu LEHEBİN ELLERİ KIRILSIN,KENDİDE YOK OLSUN.
TEGGABUN 18. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.
TEVBE SURESİ 5: Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir.
TEVBE SUERSİ 38: Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.
TEVBE SURESİ 39: Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.
TEVBE SURESİ 41: (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
TEVBE SURESİ 51. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.
TEVBE 60. Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.
TEVBE 73. Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!
TEVBE 88. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir
TEVBE 107 107. (Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
TEVBE 108 108. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.
TEVBE 111 111. Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.
TEVBE 115 115. Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
TEVBE 123 123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.
TİN SURESİ:1-İNCİRE,ZEYTİNE ANDOLSUN
TİN SURESİ 2:SİNA DAĞINA ANDOLSUN
TİN SURESİ 3:BU GÜVENLİ ŞEHRE MEKKEYE ANDOLSUNKİ
TİN SURESİ4:BİZ ,gerçekten insanı engüzel biçimde yarattık
TİN SURESİ 5:Sonra onu,aşağıların aşağısına indirdik.
TİN SURESİ 6:Ancak,iman edip Salih ameller işleyenler başka.
TİN SURESİ 8. AYET:ALLAH YARGILIYANLARIN,EN İYİ YARGILAYANI DEĞİLMİDİR…..!!!!!!!!!!………????????………!!!!!……??????
TUR SURESİ 24: Kendileri için (hizmet eden)OĞLANLAR, etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) ‘sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl.’
TUR SURESİ 34: Şu halde, eğer doğru sözlüler iseler, KUR,AN benzeri bir söz getirsinler.
Vakıa suresi:11 – İşte o yaklaştırılanlar,
Vakıa:12 – Nimet cennetlerindedirler.
Vakıa 13 – Çoğu önceki ümmetlerden,
Vakıa :14 – Birazıda sonrakilerden.
VAKIA SURESİ:27-Sağcılar ne mutlu o sağcılara!
VAKIA SURESİ:41- SOLCULAR !NE YAZIK O SOLCULARA !
45 – Biz Tevrat’ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına keffaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
YASİN SURESİ:3.İşte sen ALLAHIN gönderdiği elçilerden birisin
YASİN :6 Buda ataları uyarılmadığı için dalgıda kalmış bir ulusu uyarmak için.
YASİN 16: Elçiler) dediler ki: Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.
YASİN 17: Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir” dediler.
YASİN 69 :Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır
YUNUS 12: İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her halinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir.
YUNUS 37- Bu Kur’an, Allah’tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir.
YUNUS38: Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın.
YUNUS 41: Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: “Benim yaptıklarım benim, sizin yaptıklarınız sizindir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.”
YUNUS 47: Her topluluğun bir peygamberi vardır.
YUNUS 61: Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.
YUNUS 67: O, dinlenmeniz için geceyi, gündüzü de aydınlatıcı (mubsir) olarak sizin için yaratmıştır. Şüphesiz işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır.
YUNUS SURESİ:99:Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?
YUNUS 100:Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkarcı) kılar.
YUNUS 109: – Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, Yargılıyanların en hayırlısıdır.
Yusuf 2 :İşte Biz onu Arap diliyle okunacak kitap olarak bildirdik ANLAYABİLESİNİZ diye.
De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Ali İmran, 64)
Dikkat edilirse ayet Kitap Ehli’ni (Yahudi ve Hıristiyanları) Müslüman olmaya değil, sadece Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip bu temel üzerine Müslümanlarla uzlaşmaya çağırmaktadır. (Buradan hareketle, bir insanın kurtuluşu için Kur’an’a tabiyetinin zorunlu olmadığı sonucu çıkarılabilir. Nitekim bir ayette farklı dinler içinde her kim “Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa” kurtuluşa ereceği bildirilmekte [Bakara, 62]; bir diğer ayette ise “İncil sahipleri Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler” denmektedir. [Maide, 47] Kur’an’ın Hıristiyanları terk etmeye çağırdığı şey, İncil değil, Teslis [Üçleme] doktrinidir.*)
Bakara 62:. Şüphesiz iman edenler; yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Burada önemli olan nokta, Kur’an’a göre, dinler arasında aranması gereken tek dini uzlaşma zemininin Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik oluşudur.
:
“… Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” (Maide, 48)
Müdessir suresi: 54-yok,işte o kuran bir öğüttür.55onun için dileyen kimse ondan öğüt alır. 56-Ancak ,bu öğüdü ALLAH,IN dilediği kimseden başkası alamaz.
ZÜMER SURESİ 9:HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLURMU.
ZÜMER 23:…….ALLAH kimide saptırırsa artık ona yol göstercek hiçbir kimse bulunmaz.
17 Eylül 2008 Çarşamba 11:08 tarihinde redfox <mkredfox@gmail.com> yazdı:
x
Hakan Bey’ e çok teşekkürler.
Yaşar Nuri Hocanın yazdıkları günümüz Türkiye’ nin çok acıklı bir
portresini çıkarıyor. Yıllar yılı saf Anadolu köylüsünün nasıl ve ne
maksat ile kandırıldığını net bir şekilde ortaya koymuş.
İşte bu sebepten dolayı konuyu yine ” Turan Dursun ” konusuna getirecek olursak; bence T. Dursun’ nun adına oluşturulan site dine karşı “kaba ateizm” şeklinde mücadele etsede desteklenmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bu tabii ki TD sitesinin yüzeysel bakış açısını tasvip ediyorum anlamına gelmez. Sayın Safa Kaçmaz büyüğüm bu insanlara karşı biraz daha ılıman yaklaşırsa bence onlar da TvT nin ortaya koymuş olduğu akılcı bakış açısına kavuşabilirler ve mücadelelerini daha sağlıklı sürdürebilirler diye düşünüyorum. Sonuçta bizim gibi düşünen insan sayısı çok az. Politik önderlerimizin dediği gibi ülkenin ” %99 u müslüman “.
<BR,
Abuzer Yılmaz Türk, 20.9.2008
X
Abuzer bey, merhaba,
Kusura bakmayin, asagidaki alintilarla ne demek istediginizi anlayamadim.Kisa ve ozlu olarak once neyi anlatmak istediginizi, sonrada bu gorusunuzu “kanitlayan” ornekleri vermis olsaydiniz anlayabilirdim.
Simdiden tesekkurler…
hakan eginlioglu, 20.8.2008
x
Hakan bey selamlar,size yanlışlıkla yollamışım bu yazıyı,kusura bakmayın. Fakat tekrar bakınca Yaşar Nuri Öztürk,ün Kur,an çevirilerindede çok açık değildir, yukardaki sure ve ayetler.Kur,an MEKKE ve çevresindeki Kasabaları uyarmak içindir.Arap diliyle Araplar okusun anlayabilsin,doğru yolu bulabilsinler diye Arapların içinden Bir PEYGAMBER ile iletilmiştir.Bu hususda 25-30 tane ayet vardır.
Yusuf 2 :İşte Biz onu Arap diliyle okunacak kitap olarak bildirdik ANLAYABİLESİNİZ diye.
Enam suresi 92::İşte sana bildirdiğimiz bu KUR,AN kutludur,kendinden öncekileri doğrulayıcıdır.ANAKENT MEKKEYİ ve çevresindeki KASABALARI UYARMAK içindir.Öbür dünyaya inananlar kitaba inanırlar,namazlarına bağlıdır.
ŞURA SURESİ : 7. Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir.
İbrahim suresi 4:ayet: Biz hangi ulusa elçi gönderdikse onu ancak ulusunun diliyle gönderdik,ALLAHIN buyruklarını apaçık anlatabilsin diye.Ondan sonrada ALLAH kimi dilerse saptırır,kimi dilerse doğru yola iletir.ALLAH erklidir doğruyu bildiricidir.
RUM SURESİ 58:ANT OLSUN Kİ BİZ BU KUR,ANDA İNSANLAR İÇİN ÖRNEKLERİN HER TÜRLÜSÜNÜ VERDİK.
Peygamber sadece bir elçidir,ALLAHTAN gelenleri iletmekle görevlidir.
FUSSİLET SURESİ 44:Eğer biz bu KUR,ANI yabancı bir dilde bildirmiş olsaydık,kesenkes şunu diyeceklerdi:Bunun ayetleri uzun uzadıya açıklanmalı değilmiydi.ARAP olanlara yabancı bir dil,öylemi.Deki ,O inanan kimseler için doğru yolu gösterici,iyilik getiricidir.İNANMAYAN kimselere gelince onların kulaklarında ağırlık vardır.Onların gözleri Kur,ana kapalıdır.Onlar kendilerine uzaktan ünlenen hayvanlara benzerler.
FATIR SURESİ:23-Sen ,yalnızca bir uyarıcısın
FATIR:24-Şüphesiz Biz seni, hak ile bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın.
Selamlar,Abuzer,
Abuzer Yılmaz türk, 20.9.2008
X
Merhaba…
Dilaver Koman dostumuz öteki sözlerinin arasında, şöyle diyor:
“Sitedeki görüşlerin ne olup ne olmadıgına bakmak için 6 binin üzerindeki başlıklara bir göz atmanız gerekmektedir.ve gerçekten bu başlıklarda yer alan iletilerde dinlerin eski toplum temelinde mi yoksa hurafe temelinde mi ele alınıp alınmadıgını bilmeden eleştiri yöneltmeniz son derece yanlıştır.
+
Tavsiyem TD sitesinin forum alanlarındaki muhtelif başlıkların incelenmesidir.”
Gelin bunu beraber yapalım.
Buna siz önderlik edin, oralarda “hurafe”, “akıl dışı”, “bilim dışı”, “karanlık” gibi açıklama öğelerinin dışında, toplumsal kökenleri ve tarihsellik bağıntısında ele alınmış konuları bize göstermeye çalışın. Bundan sevinç duyarım. Somut konular konuşulduğu için, bu tartışma da bir yerlere doğru gelir.
Benim için “TD sitesi”, “site üyesi” değil konular. Eski “aydınlanmacı” kaba ateizmin, din olgusunu anlayamaması ve dolayısıyla tanımlayamaması ve gerektiği biçimde eleştirme yeteneğinde olmaması.
Bu tür yazarların üzerinde bulundukları temel, bir başka şey yapmalarına izin vermez zaten. Din’leri tarihsel, toplumsal kökenleri bakımından ele alamazlar; bunu yaptıkları an,zaten bulundukları eleştiri alanını terk etmek zorundadırlar.
Ben bu nedenlerle daha önce de bir çok kez şöyle demiştim:
“Benim konuları ele alış tarzım ve inceleme metodum, T. Dursun, İ. Arsel, S.Tanilli gibi yazarlarımızdan ve onlardan daha farklı bir yerde durmasına karşılık sayın M. İ. Çığ’dan da, onların konuları ele alış temelleri ve kullandıkları metot bakımından oldukça farklıdır ; hatta onlara karşıttır.”
Bunlar, adı geçen kişilere hakaret etmek değildir. Bu şahsiyetlerin hepsinin çalışmalarından yararlanmış birisiyim ben.
Ama, artık onların yerlerini saptayıp, o alanı aşmak gereken noktaya
gelmiş bulunuyoruz.Bunu benim veya bir başka kişinin yapıyor olması da
çok önemli değil. Düşünsel gelişme sürecimiz, bilimin geldiği aşama, sadece Türkiye bakımından değil, dünya çapında da, artık eski “aydınlanma”cı darlığın aşılmasının mümkün ve gerekli olduğu bir noktaya varmıştı.
TvT, eski toplumu tanıma ve tanıtma çabası içinde bunu bilimsel bir zeminde, bir dizi eski toplum kuralını açığa ve bilince çıkara çıkara,yapmaya çalışıyor.
Diyorum ki, Turan Dursun, İlhan Arsel, Aydın Erdoğan gibi yazarlarımızın tarzını sürdürerek,”dinlerden özgürleşme” falan sağlanmaz. Bunun neden olamayacağını açıklamaya çalışıyorum.
Bu noktada, genel sözler etmeyelim; Turan Dursun’un İslam eleştirisindeki gerekçelendirmelerini ortaya koyalım.. Bunlarda “doğru” olarak konulabilmiş bir yan olup olmadığını saptayalım. Bu düşüncede olanlar, koysunlar ortaya.
Dini bir metinde “Dağ” sözünü görüp orada “bilim dışılık” saptamak, bizzat Turan Dursun’ların bilim dışında durmalarını engellemiyor çünkü. Ve o tarzda yapılmış “akıl ve bilim” açıklamaları, pek de öyle “akıl ve bilim” temellerine dayanmıyor ne yazık ki.
Lütfen,biraz cesurca, konuların üzerine gidelim.
Selamlar,saygılar
Safa Kaçmaz, 20.9.2008
X
Değerli liste üyeleri,merhaba..
Tevrat’ın “yaratılış” anlatımı, üç din tarafından sahipleniliyor.Buna
göre,”evren”, “gök”ler,”yer”ler, “insan” ve öteki yaratıklar “yaratılıyor”muş.. Eski Aydınlanmacılık akımları,onların farklı takipçileri,Turan Dursun’lar, şimdiki bazı kişiler, geçmişte “ateist” olan “hepimiz”, Tevrattaki aktarım tarzının “akıl,bilim, mantık dışı” olduğunu düşündük, bu temelde “açıklamalar” yaptık.Kaba ateizm’de “iman”a devam edenler, bu “yaratma” anlatımını, alaya alarak, gülüp küçümseyerek, güya “eleştirir”lerken, aslında dincilerle aynı bakış alanında durduklarının; dincilerin kavramlarıyla konuya yaklaştıklarının; aynı algılama tarzını kullandıklarının bile
farkında değiller.
Tevrat’ta yer alan “yaratılış” aktarımı, Mezopotamya toplulukları arasında, karşılıklı ittifak toplantılarıyla gerçekleşmiş “tanınma ritüelleri”nden sadece birisine dayanıyordu. Musevi takvimine göre, bu “yaratılma” yaklaşık 6000 yıl (su anki tarih onlara göre 5790 civarıdır) önce gerçekleşen “ittifak” edimlerinden birisine
dayanıyordu. Bu ritler, bir haftalık, 7 farklı toplum birimin katıldığı , insan kurbanıyla taçlanmış karşılıklı tanınma ve resmi ilişki kurma özelliğine dayanıyordu; katılımcıların “amin”i, böyle bir karşılıklı “iman”ın onay sözcüğü olarak ortaya çıkmıştı ve muhtemelen en eski ortak kutsal sözcük, “öyle olsun, tamam, söz” anlamlarıyla oluşmuştu.
Kaba ateizm bakımından, hiç olmazsa “3 kutsal semavi din”, erken mezopotamya topluluklarının gerçek ilişkileri temeline oturtularak ele alınmadığı ve “hurafe,akıl ve bilim dışılık” falan temelinde güya “açıklandığı” için, zaten eski toplumsal ilişkilerin tanınması, ortaya çıkarılması alanında ilerlemeye izin veremezdi.Burada söz konusu olan “istek”ler, “niyet”ler falan değildir.
Benim çalışmalarım hakkında, isteyen istediği gibi düşünür. Fakat bazı
olguları saptamak ve artık “din üzerine” falan yazarken bunları hesaba katmak zorundadır. Bu onun arzusundan falan bağımsız, objektif bir yüküm haline tarafımdan getirilmiştir artık.
Mezopotamya topluluklarının bir bölümünün yazılı kayıtları üzerinden yapılmış çalışmalarımla, bir çok toplumsal kuralı, meydana çıkardım ve tanıttım. Eski toplumda ilk evlat kurbanı; çocuk paylaşımı; miras düzeneği ; sütanalık kurumunun değişik yanları ; evlilik biçimleri… ilk anda okurlarımızın anımsayacağı önemde ve belirginlikte yansıtılmış kurumlardır.
Bu durumda, konularımızı Safa Kaçmaz’ın ispatlanamaz “niyet”leri üzerine ahkam kesme alanından, çok somut sosyolojik konulara taşınması çok yerinde olacak.
Böylece,benim çalışmalarım,Tevrat’ın, İncillerin, Kuran’ın dinsel metinlerinin artık tamamen farklı okunmasının yolunu açmış durumdadır. O metinlerde, başlangıçtaki halde, sözü edilen şeylerin, Mezopotamya coğrafyasının farklı bölgeleri ve farklı toplum birimleri arasındaki ilişkilerin tarihçesinden başka bir şey olmadığı açıklığa kavuşturulmuştur.
Bu noktalar üzerinde ilerleyerek, Tevrat’ın anlattığı “yaratış”ı, Tevrat’ın anlatmadığı bir alanda arama tarzının dar asteizmi hiçbir yere götürmediğini ve neden götüremeyeceğini anlatmış olacağız.
Tevrat’ın “yaratılışı”, şimdiki anlamıyla Evren’in yaratılışını anlatmıyordu ki,aktardıklarının eleştirisini ,sanki “evren” anlatılıyormuş gibi eleştirelim.
Tevrat’ın “yaratılış” anlatımı, çok somut olarak, Mezopotamya’nın son 6-7 bin yıllık tarihçesinin soyutlanmış kavramlar temelinde anlatılmasından başka bir şey değildir.
“Dinsel metinleri” , gelin bir de böyle “okuyalım” ve Turan Dursun’ların alaya alarak okudukları ve dolayısıyla “akıl ve bilim dışılık” dışında bir şey bulamayacağı bu metinlerden, bütün bir eski tarihin açıklığa kavuşturulmasında yararlanabilme olanağına kapıları sonuna kadar açabilelim.
Selamlar, saygılar.
+
“Yaratılış Bilmecesi”ni Çözmek ! 21.9.2008
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.
Onun bu samimi çabalarının, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını ortaya koymak gereklidir.
Dinsel gelişmenin önüne geçme çabasında, din’lerin eski kaynaklarını tanımak bugün çok daha önem kazanmaktadır..
Eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde yer alan , ‘tatlı su-tuzlu su’, ‘aşağı- yukarı’,’ışık-ateş’, ‘gece-gündüz’, ‘aydınlık-karanlık’ gibi kavram anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde,şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado-sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış bulunuyoruz.
Bu ilahilerde ,’Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde anlatılır ki,Gökyüzü’nden birden bire Kazma’ya geçmek hiç bir anormallik yaratmaz. Çünkü,burada sözü edilen Gök ve Yer, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı,bizzat kendileriydi. ‘Kazma’ ise,Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır ; dolayısıyla ‘kazma’,Gılgameş’in ikizi,rakibi,ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’u,yani eğitilmemiş bir insan tanımıydı.Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü beyinlerinden günümüz uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak yerine, ‘efsane ve-ya uydurma’ bulmaya yönelmişlerdi. Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın,nasılsa ‘cahil eski toplum’ tarafından üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.Onun bu samimi çabalarının,sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado- sammaru’ tarihinden,Enuma Eliş’ten,eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan,eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamn bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabaı içinde ‘cilt’ler doldurmaktadır.Fakat,Tevrat’tan bağımsız bir Kuran;Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat incelenemez.Bu temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın,eğer bir parça bu alanda bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu cilt’ler dolusu kitap sayfalarının, bölümlerinin adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir. Umalım ki o,bunu bizzat kendisi görsün…
Kuran’ın tanrısı,Gök ve Yer bitişik iken onları birbirinden ayırmış, ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık biliyoruz ki,bu temel kavram Enlil’e aitti ve Muhammed’den 4000 yıl öncesinde sözlü ve daha sonra da tabletlerde yazılı olarak yer alan bir ilahi olarak bulunuyordu.Burada sadece Muhammed’e vurarak ‘dini eleştirmek’ çabası çocukça ve hedef saptırıcıdır.Orada şöyle deniyordu:
Nimetlerin gerçek yaratıcısı, Kararları değiştirilemeyen Efendi, Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil, Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü, Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü. Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için, “Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) … Yaydı. Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı, Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
+
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…>> (Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)
Bu tür örnekler, ‘Gök’ ,’Yer’, ‘kazma’ gibi eski ilahi temel kavramlarının,erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair,herkes için uyarıcı işaretler olmalıydı.
Gelgelelim,ister dini inanca sahip olsun, olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçi Doğu nihilistleri,’Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘birbirinden ayrıştırılması’ vb. konularında Eski Ahit’in kahin ve rahip yorumlarına kendilerini öyle kaptırmışlardır ki,düşüncelerinde, tabletlerin belki bir başka konuyu anlatmış olabileceğine ait bir kuşku izi bile taşıyor görünmezler.Oysa E.Erdoğan ,’bilim’de ‘kuşku’nun yerini Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı alıntılarda ne de güzel yineleyip durur…
Voltaire’lerden Kramer’lere kadar düşün adamlarımızın kanılarının tersine, Akado-sammaru ilahilerinin ‘Yer’ ve ‘Gök’ kavram ve kavrayışları,masallara,efsanelere veya tasarlanmış kozmonogia’lara değil, çok somut olarak, ‘Sümer-Akkad’ topraklarında gerçekleşen tarihin,kendi kavram ve kavrayışlarıyla anlatımına aitti.
Öyle olduğu için oradaki tapınaklara,tapınılan tanrının özelliğine bağlı olarak ‘Gök Dağı’ veya ‘Yer Dağı’ da deniliyordu.Bu kavramlar ‘Sümer’ ve ‘Akkad’ denilen topluluklar ve onların tapınaklarını anlatıyordu.Bu nedenle,Eski Ahit ve Kuran’ın tanrıları, Adem’i veya Yeşillik’leri,Gök’teki Kuşları,Deniz’deki yaratıkları bazan mutlaka ‘toprak’tan; bazan ‘su’dan,bazan ‘yumurta’dan falan yaratınca,bu kavramlarla anlattıkları,eski ateş tapımcılığının bir kalıntısı olan ‘Aydınlanmacılık’ dönemi düşünürlerinin ve onlara dayanan T.Dursun’un, E.Erdoğan’ın ‘düpedüz’ anladıklarını sandıklarından tamamen farklı şeyleri, çok somut olarak gerçek toplulukların iç örgütlenmelerini vb. anlatmış oluyorlardı.
Eski tabletlerin çözüm ve tercüme zorlukları bulunuyor olsa bile,onların hatalı tercümeleri bile,eski toplumun tarih aktarımlarını yine de yansıtmaktadır:
[Yukarda Gök’lerin adı yoktu
Aşağıda Yer’in adı yoktu
Yükseklik ve derinlik yoktu,
Hiçbir isim yoktu daha.
Toprak altında Abzu vardı yalnız
İlk yaratıcı olan Tatlı Su ile
Bir de Tuzlu Su, Tiamat vardı.
Bir de döl yatağında dönen Mummu.
Birbirine karışıyordu tatlı su ile tuzlu su,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu,
İşte o vakit,
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu ve Tiamat’tan
Tanrılar yaratıldı.
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile Yeryüzü ufku Kişar’ı
Gök’ün ve Yer’in çizgilerini
Ufuklarda bulutları çamur’lardan ayırdılar. ]
+
[Enki,anası Nammu’ya yanıt verdi:
“Ey annem,senin ismini vereceğin (ad koyacağın) yaratık meydana
çıksın,
Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy,
Dipsiz suyun(bataklığın) çamurunun özünü karıştır,
İyi ve prens gibi şekilleri çamurla sık,
Kol ve bacaklarını meydana getir,
(Yeryüzü ana tanrıçası) Ninmah,onun üzerine tanrıların suretini (görüntüsünü) koyacak,
O bir insan…” ]
Neredeyse burada kullanılan her temel kavramı daha önceki
çalışmalarda ayrıntılarıyla ele almaya çalışmıştık.Bu yeni yaklaşım
tarzı,bütün okurlarımıza,eski tarihi canlı bir şekilde anlama olanağı
verecektir. Bu,eski tarihçiliğe,eski felsefeciliğe,eski toplumbilimciliğe tamamen karşıt, onların geçerliliğini büyük ölçüde ortadan kaldıran bir yeni bilimin kurulmasıdır da aynı zamanda.
Şimdi artık,Eski Ahit’in anlatımlarının,erken ‘yaratılış’ varyantlarından,hatta peşpeşe gelen iki farklı yaratılış versiyonunun,özetlenmesinden başka bir şey olmadığı açığaçıkarılmıştır.7 veya 8 farklı toplum birimin,birlikte gerçekleştirdiği ortak Tufan’lardan, ortak karşılıklı insan kurbantörenlerine katılan her farklı toplum birim için ‘yaratılış’ farklı bir şekilde yaşanıyor ve öyle de yansıtılıyordu.Üstelik,Eski Ahit ve Kuran’lara,Akado-sammaru tarihi boyunca,farklı dönemlerde farklı şekillerde yaşanmış ‘yaratılışlar’ vardı.Bu nedenle,din kitaplarında ‘ol sözü’ ile, ‘akıl’ ile, ‘ateş’ ile, Su ile, toprak ile, yumurta ile vb. bir dizi yaratılış elemanından birbiriyle çelişir şekilde söz edilmiş ise, sadece bunları göstermek ‘din eleştirisi’ yapmış olmak anlamına gelmez.Gerçek din eleştirisi,ancak,o farklı yaratılış elemanlarının hangi eski dönemlerin ritüel araçları olduğunun anlaşılması ve biraz zaman geçmiş olmasına karşın,o sırada bilmeleri olanaksız olan Musa’ya,İsa’ya ve Muhammed’e,gerçek tarihi anlatarak,onların atalarının asıl davranış,cinsel ilişki ve yamyamlık türlerini tanıtmakla yerine getirilebilir.
Bu yöndeki çalışmaların başlangıç noktasını,farklı bir okuma tarzıyla Eski Ahit’in ‘yaratılış’ anlatımını ele almak oluşturur.Bu nedenle,E.Erdoğan gibi,Kuran Eski Ahit’e dayanıyor sınırlı ve asıl kaynağı tanımayan eleştiri metoduyla Kuran’a geçmeden önce ve geçebilmek için Musevi kayıtlarını derinlemesine tanımak gerekecektir.
Bu metinin birkaç yüzyıl önceki tercümelerini bulmak daha yararlı olacaktır ama, şimdi hayli düzenlenmiş yanlar taşısa da,yine de,bağrında,6000 yıl kadar önceki değerleri içermektedir:
Eski Ahit’te Yaratılış Anlatımı:
Başlangıçta Tanrı Gök’ü ve Yer’i yarattı.
Yer boştu, Yeryüzü şekilleri yoktu;
Engin, karanlıklarla kaplıydı.
Tanrı’nın Ruhu Su’ların üzerinde dalgalanıyordu.
Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve Işık oldu.
Tanrı Işık’ın iyi olduğunu gördü ve onu Karanlık’tan ayırdı.
Işık’a “Gündüz”, Karanlık’a “Gece” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, “Suların ortasında bir Kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu.
Ve öyle oldu. Tanrı Gökkubbeyi yarattı. Kubbe’nin Altındaki Su’ları Üstündeki Su’lardan ayırdı.
Kubbeye “Gök” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, “Göğün altındaki Su’lar bir yere toplansın, Kuru Toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.
Kuru alana ‘Kara’, toplanan sulara ‘Deniz’ adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu.
Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbe’de Gündüz’ü Gece’den ayıracak,
Yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.”
Ve öyle oldu.
Tanrı, Büyük’ü Gündüz’e, Küçük’ü Gece’ye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
Yeryüzü’nü aydınlatmak, Gündüz’e ve Gece’ye egemen olmak; Işık’
Karanlık’tan ayırmak için onları Gökkubbe’ye yerleştirdi.
Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, Yeryüzü’nün üzerinde,
Gök’te kuşlar uçuşsun” diye buyurdu.
Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, Yeryüzü’nde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı.
Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. (Sürüngen: İbranice bu sözcük fare, böcek gibi öteki kara hayvanlarını da kapsıyor.)
Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı.
Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “İnsan’ı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi;
“Denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, Yeryüzü’nün tümüne egemen olsun.”
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.
Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, Yeryüzü’nde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
İşte Yeryüzü’nde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
Yabanıl hayvanlara, Gök’teki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.”
Ve öyle oldu.
Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.
Gök ve Yer bütün öğeleriyle tamamlandı.
Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi (istirahat etti).
Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.
+
Göğün ve yerin Yaratılış öyküsü:
RAB Tanrı Gök’ü ve Yer’i Yarattığında,
Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RAB Tanrı henüz Yeryüzü’ne Yağmur göndermemişti.
Toprağı işleyecek insan da yoktu.
Yer’den yükselen buhar bütün toprakları suluyordu.
RAB Tanrı Adem’i Toprak’tan yarattı ve burnuna Yaşam Soluğunu üfledi.
Böylece Adem Yaşayan Varlık oldu.
RAB Tanrı doğu’da, Aden’de bir Bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu.
Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu.
İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar.
Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur.
İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar.
Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar.
Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.
RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya
koydu.
Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu
“Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”
Sonra, “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir Yardımcı Yaratacağım.”
RAB Tanrı Yer’deki hayvanların, Gök’teki kuşların tümünü Toprak’tan Yaratmıştı.
Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi.
Adem her birine ne ad verdi ise, o canlı o adla anıldı.
Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, Gök’te uçan kuşlara ad koydu
Ama kendisi için uygun bir Yardımcı bulunmadı.
RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.
Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın denilecek, Çünkü o adam’dan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.
Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
Saa Kaçmaz, 21.9.2008
X
TD sitesinde ,Safa Kaçmaz’la ilgili var olan bazı tartışma notlarını aşağıya aktarmak istiyorum. Buradaki iddia, itham veya eleştirileri temellendirmek yararlı olurdu.
Bu konudaki tartışmaların mümkün olduğunca, benim görüşlerimin içeriğine, kaba ateizme yönelik eleştirilerime,bilim dünyasına sunduğum özel katkı noktalarına yöneltilmesini özellikle rica ediyorum.
Selamlar,saygılar
S.Kaçmaz
***
Dilaver Koman
Sayın müritkefer
Sefa Kaçmazın bu iletide anlatılarındaki aşırı öznellik kanıtlanmaya muhtaç zannediyorsam, siz de veriler varsa aktarırsanız sevinirim.
Sümer akad yazılı tabletlerinde, sürünün bu yasağa uyduğunu ve öldürdüğü suçluyu yemeyeceğini göstermek üzere ölünün üzerine tükürdüğü şeklinde anlatımlar görülür.
İlginç Sümerlerde yamyamlıgın izini Sefa Bey buluyor. Bununla ilgili bilgileri yazmanız mümkün mü. Benim düşünceme göre Sefa Kaçmaz insanlık geçmişini öznel bir biçimde ters yüz etmeye çalışıyor. Amacının bir farklılık yaratmaya çalışmak oldugu anlaşılıyor, ama düşünceme göre burada da inananların inaçlarından öte bir adım atamıyor. Önce düşünceyi kurmuş ve buna uygun kanıtlar arıyor, ama bunda da başarılı oldugunu zannetmiyorum.
Her şeyden evvel tanrıyı öldürmek ve etini yemek büyüsel temelli ritüeli yamyamlık olarak görüyor ve bunda da yanılıyor. Bu anlayış zorunlu olarak tarım toplumlarını başa almayı ve tanrıyı başa almayı gerektiriyor, burada da toplumların gelişimini ters yüz etmetye çalışıyor ve buna kanıt olarak da göbeklitepe kazılarını göstermek istiyor. Ama göbeklitepede tarıma ait bir buluntu yok.
Şimdi bilebildigimiz tüm avcı toplumlar ortaklaşmacı temelde ve bunlarda da yamyamlıgın kanıtı yok. Ayrıca tanrıya dair bir kanıt ta yok,, ruh var. Üstelik bu toplumlar ortaklaşmacı ve mülkiyeti bilmiyorlar.
Neyse bu yazıya itiraz şerhi olarak yazdım bu başlangıcı, dilerseniz parça parça açar, tartışırız. Ancak Sümerliler sonuçtur. Uzun bir insanlık gelişiminin uygarlıga varan ilk ivmesi.
Tarihte yamyam toplum olarak nitelendirilebilecek bir uygarlık varsa o da Aztek uygarlıgı olmalı. Elbette her toplumun geçmişinde hemcinsini yemek olabilir, bu düşünülebilir, ama bu belki son derece eski dönemlerde belki düşünülebilir. Bu son cümleyi de varsayım olarak yazdım, dogru olup olmadıgı tartışılmalıdır.
Ancak totemin toplu olarak yenilmesi kaynaklı kurban törenlerini de insan yamyamlıgına dayandırmak aşırı öznelcilik gibi duruyor.
Açalım, kanıtlandıralım ve tartışalım.
Orucun temeli olan ergenlik ritlerini de insan yemeye karşı bir eylem ve yasak olarak düşünmek için elimizde ne gibi kanıtlar vardır.
Olay çok boyutlu aslında, parça parça düşüncelerimi yazdım, geliştirebilirsek iyi olur.
Saygılarımla
**
Mürit Kefer
Safa beyin bu keskin köşeli saptamalarının belgelendirilmesi gerektiği konusunda haklısınız. Ancak ne yazık ki benim bunu yapabilecek teknik bilgim yok, yazdıklarını bile zor anlıyorum. Öyle sanıyorum ki bugün itibariyle kendisinin de yok. Teşbihte hata olmasın bazen kendisini Galile’ye benzetirim, dünyanın yuvarlaklığını ispatlamaya çalışan ama aydan çekilmiş bir fotoğrafını gösteremeyen. Görüşlerinde isabet edip etmediğini elbette gelişen bilim zamanla açığa çıkaracaktır. Ancak hata yapıyor olsa bile, bilimsel ayrıntıya girme konusundaki cesaret ve gayretinden dolayı takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Söylediğim gibi, yukarıda anladığım kadarını alıntıladığım bu çalışmanın bilimsel ayrıntısına vakıf değilim. Ancak öyle sanıyorum ki anladığım kadarı bile maksadı ifadeye kafi geldi. Doğal gerçek, evrim, dinler tarihi ve Kuran arasındaki karanlık sürece daha yakından bakan başka bir tespite henüz rastlamamıştım ve Kuran’la ilgili bazı bilgilerin sizinle paylaşılmasına vesile ettim.
Dediğiniz gibi Safa beyin doğruları ve yanlışları başka bir başlıkta tartışmaya açılabilir, ben de aklım erdiğince katkıda bulunmaya çalışırım. Ama şu anda aklım kendimin nerede hata yapmış olabileceğini sorguluyor. Eleştirilerinizle yardımcı olursanız memnun olurum.
Selam ve sevgiyle,
**
Dilaver Koman
Sayın Müritkefer
Eski toplumu incelerken elimizde pek fazla yazılı belge yok, hem de hiç yok. Çünkü eski toplum derken uygarlık öncesi, yani yazı öncesi toplumu ele almaız gerekiyor. O halde bununla ilgili bir yazılı belge bulabilmek hayal olur. Demek ki yazılı belgelerden ancak eski topluma yönelik çıkarsamalar yapabilirz. Yazılı belgeler aslında en eski toplumun tarihe degişik izdüşümleridir.
Ayrıca elimizde söylencelerimiz vardır, masallar, sözlü mitler vs. Bir de arkeolojik buluntularımız.
Şimdi Sefa Bey eski toplumun ya da tarıma geçiş toplumunun büyüsel temelli tanrı kurbanı uygulamasını yamyamlık olarak ele alıyor ve temel yanlışı da burada bana göre. Tanrıyı öldürmek ve etini toplu olarak yemek, yani İsanın bu benimdir, bu benim kanımdır söylemi; eski büyüsel törenlerin dine dönüş sürecidir
Ama ilginç olan bunun yalnızca tarım ve tarıma geçiş toplumlarında görülmesi, bir rahibe/rahip ruhbanlıgı ile desteklenmesi ve de ilk önceleri tarımsal döngüye uygun oalarak senelik olarak uygulanmasıdır. Gene dikkati çeken bir hsusu tarım öncesi toplumlarda bu tarz bir eylemin görülmemesidir.
Yazılı ve sözlü metinler haricinde bunu tespit edebilecegimiz bir kaynagımız daha var. Tarımı bilmeyen avcı ve toplayıcı toplumlar konusunda 18-19-20 yy kaynaklı oldukça geniş antropolojik ve anı dagarcıgımız var. İlginç olan bu toplumlarda sefa beyin iddia ettigi yamyamlıga rastlanılmaması. Şimdi buradan çıkarmamız gereken ilk sonuç nedir.
İnsanların tarımı bulup da ondan vazgeçerek avcılıga yönelmesi mümkün degil. Kaldı ki insanlar daha besleyici olan ete sahip iken ve av bol iken asla tarımla ugraşmazlar. O halde çıkacak sonuç avcılıgın daha eski olması. Ve tarımın toplayıcılık sonucunda elde edilen bitkilerin kadınlar tarafından ıslahı ile ve besinin kıt oldugu şartlarda ortaya çıkışı.
Böyle bakınca Sefa Beyin tüm savları tepe üstü durmakta. Ayrıca gene toteme sahip olan pek çok toplumda tanrı daha bilinmiyor ve bu toplumların tamamı ortaklaşmacı.
Bu konuyu derinleştirmek üzere… Bu başlıga dahil olmamın nedeni ise sizin de bildiginiz gibi tvt de yanlış giden bir tartışmaya vakit ve gerek bulamadıgım için dahil olamamam ve en azından vakit buldugum ölçüde bu tartışmaya buradan katkıda bulunabilme istegim. Belki bu sayede de TD sitesindekilerin vulgar ateist mi yoksa gerçek ateist mi oldugu da ortaya çıkabilir. Saygılarımla
*
Frodo:
Değerli liste üyeleri,
Zaman zaman isim vererek de, İ. Arsel, Turan Dursun’u eleştirmeksizin Kuran eleştirisinin veya değerlendirmesinin *doğru temelde yürüyemeyeceğini yazıyorum.
Gerçekten de, sağlam bir Kuran eleştirisi, onların yanılgıları ortaya konulamadan gerçekleşemez.Çünkü onlarda Din, sınırlı bir içerikle İslam’la eşitlenme eğilimi halinde ele alınır.Kuran’da *Muhammed çerçevesini, onun sağdan soldan devşirmeler toplamı olduğu noktasın pek aşamaz.
Erdoğan Aydın ise, onların çok daha zayıf *bir güncellemesidir. Bunları hiç bir şekilde kişisel yönleri bakımından ele almıyorum. Bunlar artık yazılmış şeylerdir ve niye öyle yaptılar diye yakınacak halimiz yok.
Fakat *yaptıklarının içeriğinin hatalı temelini ortaua koymadığımız sürece, fazla bir ilerleme sağlanamaz.
Benim , İslami yazarlardan çok “Din eleştiricisi” olarak tanınan bu yazarları eleştirmeme yönelmemi eleştiren dostlarına vereceğim yanıt budur.
Dini kayıtlarda “Gök” sözünü Gök, Yer sözünü şimdiki anlamıyla Yer
olarak algıladığımız sürece, Adem’in niye ille Toprak’tan yaratıldığının söylendiğini *anlayamayız. Ve böylece bir uydurma karşısında olduğumuzu farz eder ve *şimdi
Erdoğan Aydın’ın yaptığı gibi, “bu hurafelere cevap vermeye değer mi?” modunda, kendimizi bilge, onu yaratanları ve inançlıları da “cühela” ilan eder ve bütün “bilimsel” *çalışmayı, sadece bilim ile cehalet karşılaştırması halinde teşhir amacıyla sınırlarız. Oysa Din kitaplarında bundan fazlası vardır;tarih anlamıyla, toplumsal ilişkiler anlamıyla..
Kuran, *giderek nasıl meraklı bir izleyici kitlesine sahip olacak. İ. Arsel’in, Turan Dursun’un ” kutsal sineğini”, ” yürüyen dağları”nı, “benekli ve renklilerini” falan tam anlamıyla eleştirebilmek, Kuran’ın ve ondan önce de, İncillerin, Eski Ahit’in, Avesta’nın *ve bunlara kaynaklık eden Akado sammaru kayıtlarının, hiç olmazsa *tanınmasını gerektiriyor.
O zaman şöyle bir *genel soru yöneltelim İlhan Arsel’de, Turan Dursun’larda, * her hangi *bir *noktada, doğru olarak temellendirilmiş somut *bir içerik eleştirisi var mıdır ?
Öncelikle sn. Safa Kaçmaz’ın okuduğum kadarı ile temel çıkışı “din sadece peygamberlerin uydurmasından öte bir şeydir” noktasında. Bu çıkışa temel olarak da dinin, insan tarihinin bir rafine ürünü olarak tarihselliğine bakmak gerektiğini söylüyor. Hemfikir olmamak mümkün mü ?
Ama bir itiraz şerhi koyarak; din salt kadim kitaplarla sınırlı ve insanlığın tarihinin bir dönemine tanıklık eden söylencelerle sınırlı değildir. O günlük yaşamı kuşatan, toplumu “vahyi” emirlerle biçimlendirmeye çalışan inancı iktidar olma aracı olarak kullanan sistematik düşünce biçimi hatta siyasi bir yapılanmadır. Ve bu bütünlüklü yapıya karşı ideolojik mücadele her alanda sürdürülmelidir.
Onun savlarının kendi içerisinde ve çağın bilgileri ile nasıl çelişik olduğunu vurgulayan T.Dursun, İ.Arsel v.b aydınlanmacı yazarlara ” her hangi *bir *noktada, doğru olarak temellendirilmiş somut *bir içerik eleştirisi var mıdır ?” diye sorabilmek için başka bir dünyada yaşamak gerekir gibime geliyor.
Eğer yazarın söylemek istediği T.Dursun ve İlhan Arsel’in kutsal kitapları eleştirmede kullandığı yöntemler aşılmalıdır ise zaten yapılmaya çalışılan ve kaçınılmaz gelişme de bu yöndedir.
**
Değerli liste üyeleri,merhaba..
Turan Dursun, İlhan Arsel … konularına *açıklık getirebilir.
Selamlar..
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik
Türkiye’de de, genel olarak din fenomeninin toplumsal ön kaynakları üzerine, eski toplumsal ilişkilerle bağ içinde ele alınarak yeterince derinleştirilmiş çalışmalar bulunduğunu, maalesef söyleyemiyoruz.
Bu nedenle bizi, Musa, İsa veya Muhammed’in *”kişilikleri” veya “kişisel yaşamları” pek fazla ilgilendirmiyor. Çünkü onlar adına hazırlanmış kitaplar ve o kitaplarda aktarılan kurallara göre şekillenip işleyen önceki ve sonraki *toplumlar, bir inceleme yapılmak istenirse, fazlasıyla yeterlidirler. Bu noktadan bakınca, Turan Dursun’un, İ. Arsel’in, Muhammed’in *genç karısı Ayşe’nin *bir yolculukta “gecikmesi” *ve *zina yaptığı iddiası üzerine *kitap sayfalarını doldurmaları, sadece bir düzey sorununa tekabül eder. *Oysa evlilik ve ürün paylaşım ilişkilerinin eski kayıtları anlaşılıp yorumlanmadan, Muhammed’in *oğulluğunun karısıyla veya 6 yaşında bir kız çocuğuyla evlenip, bu kız çocuğu 9 yaşına gelince gerdeğe girmesinin temelleri de anlaşılamaz, dolayısıyla anlatılamaz. Ya da Turan Dursun ve *İ. Arsel gibi anlatılabilir.
Benim konuları ele alış tarzım ve inceleme metodum, T. Dursun, İ. Arsel, S.Tanilli gibi *yazarlarımızdan ve *onlardan daha farklı bir yerde durmasına karşılık sayın M. İ. Çığ’dan da, onların konuları ele alış *temelleri ve *kullandıkları metot bakımından oldukça *farklıdır ; hatta onlara karşıttır.
‘Sağ yön üstünlüğü’ fikrinin savunulmasını sadece *İslamla sınırlayarak *ele alan İ. Arsel’in çalışmasında, “sol elle yemek haramdır” deme noktasında tıkanıp kalmış bir İslam teşhirini buluruz sadece. O şöyle demekteydi:
“Bu vesileyle ekleyelim ki, sağ’ın sol’a üstünlüğünü öngören şeriat verileri, tüm olarak bilimsel gerçeklere ters şeylerdir. Çünkü akılcı bilimin ortaya vurduğu gerçek şudur ki, insan beyninin sol kesimi, vücudun sağ kısmını (örneğin sağ el, sağ ayak vb., gibi) yönetmektedir. Buna karşılık beynin sağ kesimi, vücud’un sol kısmına (sol el, sol ayak, vb. gibi) kumanda vermektedir. Daha başka bir deyimle sağ elimizi kullandıran güç, beynimizin sol kesiminden gelmektedir. Şu durumda, eğer “sağ” ve “sol”dan birinin üstünlüğü söz konusu olacak ise, bu takdirde sol’un sağ’a üstünlüğünü kabulden başka çözüm yoktur. Öte yandan tarihin yetiştirdiği ünlü kişilerden, ya da uygarlık gelişmesinde en büyük payı olanlardan çoğu’nun solak oldukları bir gerçektir. Bir kaç örnek söyle: Büyük İskender, Sezar, Sarlyman, Napolyon Bonoparte, Leonardo Da Vinci, Mikelangelo, Bethoven, Albert Schweizer, ve daha niceleri! Bati ülkelerinde solakların sayısı oldukça çoktur: örneğin bilim ve teknik alanlarda en ileri gitmiş toplumlardan biri sayılan Amerika Birleşik devletlerinde halkın yüzde onbesi’nin solak olduğu bir gerçektir.” ( http://www.ilhan-arsel.org/Gazetelerde/solel.html)
İslam’ın, bu konuyu, “sağ elin sol ele üstünlüğü”; “sol elle yeme yasağı” gibi noktalara taşımış olması, bizim konuyu daha temelli ve erken tarihsel kaynaklar bakımından ele almamızı engellemiyor.
Çünkü İslam, konuyu sadece “sol elle yemek yemeyin” kuralıyla sınırlamıyor; Kuran’da, “sağ ve sol” motiflerini yaşamın bütün alanlarında kullanıyordu. Bu kullanım, insanın anatomik *yapısında, doğal olan *”sağ”ı, “sol”u bakımlarından değildi. Sorgu ve yazıcı melekler de, bu yön ayrımına göre omuz başlarına yerleşiyorlardı:
“…biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.” *[Kaf Suresi (17)]
Fakat bunun dahası vardı. Yeryüzündeki insanlar da, *”kitapları sağ’dan verilenler” ve ” kitapları sol’dan verilenler” olarak *bir düzenlemeye, sınıflamaya tabi tutuluyordu:
“Kime kitabı sağından verilirse…” İnşikak Suresi (7) “….. her kime kitabı sağından verilirse…” *İsra Suresi (71) “…kitabı kendisine sağından verilen kimse…..” *Hakka Suresi (19)
“Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana *(?sol’dan ) verilmeseydi.” Hakka Suresi (25)
İslami inanca göre, “Sağ”ın yani *Adalet’in, Doğru’nun, Yemin’in, İman’ın tarafındaki topluluğu anlatan “Ashabü’l-Meymene” *veya “Ashabü’l-Yemin” doğal olarak Muhammed’in tanrısının müminlerini tanımlıyor olmalıydı. Buna karşılık, *”Ashabü’l-Meş’eme” veya “Ashabü’ş-Şimal”, Kuzey Eshabı, Muhammed’in tanrısının *asilerini, karşıtlarını ifade ediyor olmalıydı.Her topluluğun kendi tanrısının sağına geçme döneminde, elbette, “Kuzey topluluğu”nun anlatımında, kendisini sağ tarafta duruyor olarak tanımlayacağını göreceğiz. *”Sağ” ve “sol” yön ayrımının aynı zamanda “Kuzey” ve “Güney” tanımları olarak kullanılmasının örneklerini, en erken Akado-Sammaru tabletlerinden itibaren “Kuzey Rüzgarı, Nefesi” ve “Güney Rüzgrı, Nefesi” olarak da tanıyoruz.
“Kitabı” sağ’ından verilmiş olmak veya sol’undan verilmiş olmak eski toplumda böylesine önemliyse, doğal olarak, bizzat bu *kitapların “sağ’dan başlanarak” yazılması ve sağ’dan başlayarak okunması ile “sol’dan başlanarak okunması ve sol’dan başlayarak yazılması” da o topluluklar için son derece *önemli olmuş olmalıydı. Öyle ki, şimdiki alfabe ve yazım tarzlarının sağdan veya sol’dan başlaması sistemlerinin *başlangıç kaynaklarına doğru *gidildikçe, muhtemelen eski toplumun bu ayrıştırılmış yön düzeninin izleriyle de *karşılaşacağız.
İslam Kuran’ına göre “Kıyamet günü”nün toplumsal diziliş düzeninde de, “sağ’da toplanmış adamları Cennetlik, sol yönde toplanmış adamlar ise Cehennemlik olanlardı. İslam ön kaynakları bakımından bir Tufan ayini (Din Günü, Hesap günü) olan bu “Kıyamet” toplantısı esnasında, “merkez”deki tanrı(lar)a göre düzenlenmiş iki topluluk bulunuyordu. İslami kavrayışa göre, tanrı(ların) sol’unda duranlar, ateş kültüne göre tanımlanmış *”kaynar kazan” ve “kavurucu ateş” motifli bir Cehenneme gideceklerdi; *Tanrıların sağ’ında toplananlar ise, hiç sorgusuz, yine İslami kavrayışa Cennetliklerdi.
Toplam *bu üç gurup içinde şekillendirilmiş *topluluk halindeki bir seremoni, ayin ortamı varmış gibi; “merkez” ve ona göre sağ’da duranlar; ve sol tarafta duranlar olarak diziyordu.
(Kıyamet) bir koptu mu,
…
Siz de üç sınıf olduğunuz zaman,
Sağ’da sağın adamları, ne mutludur onlar!
Sol’da solun adamları, ne mutsuzdur onlar!
Önde, en öne geçenler, işte o ileride olanlar!
Naim cennetlerinde (Allah’a) yakın olanlardır.
Çoğu öncekilerden,
Biraz da sonrakilerden,
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üstünde,
Karşı karşıya kurulmuşlar.
Etraflarında taze kalan küpeli genç hizmetçiler dolaşırlar.
Main’den doldurulmuş küpler, ibrikler ve kadehlere, (tertemiz kaynakların suyundan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve fincanlara,) *
Bu içkiden ne başları ağrıtılır ne de içtiklerini tüketirler. Meyve beğendiklerinden,
Kuş eti istediklerinden, İri gözlü huriler,
Saklı inciler gibi, İşledikleri amellere mükâfat için.
…….
Dalbastı kirazlar,
Salkım muzlar içinde,
Uzamış bir gölge,
Uzamış bir gölge, Birçok meyve, (ki) bunlar ne eksilir, ne de yasaklanırlar, Yüksek döşekler (üstündedirler).
……..
Solun adamları ise, ne solun adamları!
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
Kapkara boğucu dumandan bir gölge,
Ne serin, ne de rahatlatıcı!
……..
Sonra siz, ey sapık inkârcılar (solun adamları) ,
Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yersiniz,
Karınlarınızı onunla doldurursunuz,
Üstüne de kaynar su içersiniz,
Susuzluk illetine tutulmuş kanmak ilmeyen develerin içişi gibi içersiniz.
İşte ceza gününde onların konuklukları (ağırlanışları) böyledir!
Ama o (can çekişen kişi) Allah’a yakın olanlardan ise, (ona) ravh (rahmet, ferahlık, daimi bir hayat), güzel bir rızık ve Naim cennet vardır.
Eğer sağın adamlarından ise,
Artık selam sana, sağın adamlarından.
Ama o yalanlayan sapıklardan (‘solun adamlarından’) *ise,
Muhakkak konukluğu kaynar su
Ve yaslanacağı cehennemdir!
Dinsel kayıtlarda “sağ ve sol” yön kavrayışının izlerini *takip ettiğimizde, bunun sadece Kuran’la sınırlı *bir konu olmadığını derhal anlarız. *
Mesela Yeni Ahit- İncil, İsa’nın Tanrı meclisinde *nerede oturacağını *yön itibariyle ele alarak şöyle diyordu:
“İnsanoğlu kendi görkemi içinde bütün melekleriyle birlikte gelince,
görkemli tahtına oturacak. 31
“Mesih orada, Tanrı’nın sağında oturur”. (Koloseliler)
+
Ulusların hepsi O’nun önünde toplanacak, O da koyunları keçilerden ayıran bir çoban gibi, insanları birbirinden ayıracak. Koyunları sağına, keçileri soluna alacak.
O zaman Kral, sağındaki kişilere, ‘Sizler, Babam’ın kutsadıkları, gelin!’ diyecek. ‘Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın! Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin! 41
Eski Ahit’e geçtiğimizde, ,Abram, henüz Abraham konumuna erişmemiş iken, Ur’dan, karısı Sara ve “yeğeni” Lut ile yola koyulup *Sodom civarında olması gereken yeni yerleşim alanına geldiklerinde, “sağ ve sol”, yerleşim bakımından bir düzenleniş kategorisi olarak ele alınıyordu. Abram, belki “oğlu” kıabul ettiği yeğeni Lut’a şöyle
diyordu:
“Bütün topraklar senin önünde. Gel, ayrılalım. Sen sola gidersen, ben sağa gideceğim. Sen sağa gidersen, ben sola gideceğim.” 9
Musa döneminde ise, Musa’nın tanrısının da “sol eli” değil, “sağ eli” çok daha güçlüydü ve *onun “Sağ elinin gücü” övülüyordu: “Senin sağ elin, ya RAB, Senin sağ elin korkunç güce sahiptir. 6
Sağ elini uzattın, Yer yuttu onları. 12
Eski Ahit’te *”sağ el” ve “sol el” ; “sağ kol”, “sol kol” ayrımları,
Yusuf’un ‘küçük ve büyük oğulunun *kutsaması sırasında da çok önem
taşıyordu. Kutsanma sırasında sağ elin, küçük veya büyük oğulun başına konulması, baba’nın mirasçının saptanması anlamına geliyordu. Bektaşilik’te tek oğulun “Çapraz kuşanması”, baba bakımından “büyük- küçük oğul” *arasındaki kategorik sosyal ayrımın artık kaldırıldığı aşamanın bir ürünü olarak şekillenmiş olmalıydı. ‘Sağ ve sol’un adamlarının *tek insan’da sentezi *dönemi *motifsel alanlarda böyle
*yansıtılıyor olmalıydı. Zaten bu yüzden bir süre sonra İslam’da tanrı bakımından “Kudret”, açıkça *”iki el” üzerinden ifade edilmeye başlanır: Tanrı “kudretim” demek istediğinde, , “iki elimle” demesi bu nedenle yeterli olur.
Eski Ahit’te “sağ yana yatarak oruç tutma”,”sol yana yatarak oruç tutma” motiflerine; Harun ve oğullarının takdisinde “sağ kulak memesi” gibi hususlara değinmiştik. Bunun ötesinde, Akad ritüellerinde; sunu kurbanlarının “sağ” ve “sol” bölümlerinin ne kadar önemle hesaba katıldıklarını görmüştük. İslamın abdestini ele aldığımızda da, abdet alınıp arındırılan uzuvların “sağ” veya “sol” olması da, başlı başına, bir kurallar dizgesi oluşturuyordu…
Kısaca ve hızlıca ele aldığımız ve kökenleri, eski toplumun örgütlenme şekillenmesine giden “sağ ve sol” arasındaki ilişkiler bakımından, bay İlhan Arsel;
“sağ’ın sol’a üstünlüğünü öngören şeriat verileri, tüm olarak bilimsel gerçeklere ters şeylerdir” *diye kestirip attığı zaman, sadece, bu yaklaşımın yüzeyselliğini anlatmış olur; konuyu, İstanbul müftülerinin “sol elle yemeyin, haşa, günaha girersiniz” fetvaları çerçevesini aşmadığını ilan etmiş olur.
Tersine, yapılması gereken, bizzat Diyanet’in ve onun müftülerinin sığlığının gösterilmesi ve İslam öncesi kaynaklara da dayanarak, bu eski yön ayrımının, toplumsal düzenlenişle ilgisini ortaya koymak olmalıydı. Bu tutumun aynı zamanda bizzat kendi ufkunu da genişletmiş olacağı ise, zaten açık bir noktadır..
Safa Kaçmaz
**
Dilaver
Sefa Kaçmaz zaten 7 bölümlük bu yazılarının bir kısmını sitemize de gönderdi ve kendisine konu ile ilgili görüşlerimizi de bildirdik. Kısa bir diyalogumuz oldu. İlişikteki asılan yazı ise Sefa Kaçmazın google gruplardaki yazışma grubundan alınmış bir yazı.
* *
Elbette TD hakkında da sagdan ve soldan eleştiriler olabilir ve dogaldır da. Ama tüm eleştiriler haklıdır, ya da dogrudur die bir şey iddia edilemz. Demek ki TD ölümünden sonra da yare de agyare de yaranamamış.
Saygılarımla
**
Haksızlık etmiş veya haksızlığa neden olmuş olmak endişesiyle, Safa Kaçmaz ve Oruç konusunda bazı hususlara açıklık getirmek isterim.
Safa Kaçmaz yazılı tarihsel veri yetersizliği nedeniyle olayların kronolojik sıralamasında hata yapmış olabilir.
Sözlü gelenekle aktarılan bir metni, o metni tabletlere kazıyan eski toplumlar da yanlış anlayıp saptırmış olabilirler.
Benzeri bir hatayı tabletleri çeviren arkeologlar da yapmış olabilir.
Keza, Safa Kaçmaz’ı okurken ben de eksik ve yanlış anlamış olabilirim.
Bu kadar bilinmezlik içinde bu kadar eski bir tarihi açığa çıkarmaya çalışmak elbette hiç kolay bir iş değil.
Benim bu çalışmayı önemseyip paylaşmaya çalışmamın iki nedeni olmuştu.
Bunlardan birincisi evrim kuramının kendisidir.
Bildiğiniz gibi cansız varlıktan canlılığa geçişte ilk basamak bitki türleridir ve bazı bitki türleri birbirini yer.
İkinci basamak hayvan türleridir ve büyük balığın küçük balığı yemesiyle gelişme devam eder. Canlı varlığın birbirini yiyen bir geçmişe sahip olduğu ortadadır.
Bu süreçte insanın ne zaman ve hangi özellikleriyle hayvandan ayrılıp insan olduğunu bilmiyorum.
Bence ister kutsallık ister başka bir nedenle, Sümerlerde veya başka bir toplumda yamyamlığın olup olmaması da çok önemli değil. Benim bu çalışmada önemli bulduğum tek şey canlı varlığın geçmişinde birbirini yiyen evrimsel bir gerçekliğin olması ve orucun kutsallığına bundan daha yakın bir kaynak gösterilemeyişi idi.
Bütün bunlara ek olarak,
İyice anlamadan söz söylemediğine zaman içinde iyice emin olduğum Haz. Muhammet’in hatıraları bu kutsallığı onaylıyordu. Yaratılışın ve insanlığın temel bilgilerini aktardığını düşündüğüm Kuran’sa meleklere şöyle söyletiyordu;
” İşte o zaman Rabbin meleklere; Ben dünyada, evrene benim adıma sahip çıkacak bir vekil yaratacağım demişti de onlar; Biz sana kulluk edip dururken yeryüzünde kan dökecek bir vekil mi yaratacaksın, demişlerdi. Bakara 2/30″
Bu çalışmayı işte bu nedenlerle paylaşmak istemiştim. Hatalarımız ve eksiklerimiz elbette olacaktır, birlikte çalışacak birlikte düzelteceğiz.
Saygı ve sevgilerimle,
Müfit Kiper, 23.9.2008
XXX
M. Kefer bey, merhaba.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Dilaver Koman’ın pek içacıcı
olmayan,yaptıklarımı inkarla malül, çalışmalarımı yeterince okumadığı
halde onlar hakkında keskin ve hatalı değerlendirmelerde bulunmaktan
çekinmeyen; benim yazdıklarım, yaptıklarımdan çok “amaç”ımla çok
ilgili “değerlendirmeler”i içeren yazışmalarınız, pek de uygun bir
zeminde yürümüş görünmüyordu.
O bağıntıda, açıça yazdıklarınızla olduğu kadar, yazmadıklarınızla da
ilgili olarak, bana karşı, bir “Haksızlık etmiş veya haksızlığa neden
olmuş olmak endişesi” taşımanızı, sizin güzel bir özelliğiniz olarak
saptıyorum. Hassasiyetiniz için teşekkür ederim.
“Belge”/ “Kanıt” konusunda,”yazmadıklarınız” bağıntısında, bazı
Hitit ve Akad ritlerine ilişkin bir dizi seremonial tapınım
türlerini, bildiğim kadarıyla, Türkçeye ilk kez benim yayınlamış
olduğumu falan da saptamak ve öne çıkarmak gerekliydi.D.Koman,
bunları okumamış, sitesinde yayınlama gereği bulmamış ise, o onun
sorunudur ve “ateist mücadele”den neyi anlayıp neyi yaptığının da bir
göstergesidir.
Muhammed’in sakalındaki birkaç kıla tapındıkları için ; onun abdest
artığı suyunu, sümüğünü yaladıkları için müminlerini aşağılayıp,
“İslama eleştiriyi” bu noktalarda toparlamak, bütün eski Mezopotamya
topluluklarında gördüğümüz “Kıl Kültü”nün kökenlerini derinlemesine
anlamak için konu üzerinde düşünmek ve bu kült kaynaklarıyla
bağlantıları günümüze kadar taşımaktan yüzlerce kez daha kolaydır.
Bunun ilkini, yani abdest artığı suyu yalayan kitleleri aşağılamayı ve
orada durmayı “İslama karşı mücadele” olarak anlayanlar İ.Arsel’ler,
T.Dursunlar ve şimdi de onları pek eleştirmeden sürdürmek işlerine
gelenler tarafından yapılmış ve yapılmaktadır. Bu oldukça “anlaşılır”
cümleler ve “basit” açıklamalarla yapılıyor.
Safa Kaçmaz ve onun gibi düşünenler ise,kaşını almayan,”İslam”ı
neredeyse saçının tek telini göstermeme noktasına yükseltmiş
türbanlıların doğru veya yanlış dayandıkları sosyal eski uygulamaları,
6000 yıllık tarih içinde Mezopotamya topluluklarının uygulamalarında,
yazılı metinlerinde arayıp ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Sizin de
saptadığınız gibi, Hac sırasında saç tıraşının, eli saça dokundurmama
gibi kuralların anlamını , “hurafe”, “cehalet” gibi itirazlarda değil,
en eski toplum birimlerin “ateş kültü” tapınımda arayıp, birbir açığa
çıkartmakta; bu uygulamalara anlaşılır, anlamlı yanıtlar bulmaya
çalışmaktadır.Bu ise,gerçekten de anlaşılması hiç de kolay olmayan
çalışmaları okumak anlamına geliyor, vb.
Abdest’e, Kurban’a,Kıl’a, Sünnet’e vb. ilişkin bu tür uygulamalara
“hurafe”,”cehalet” vb. tekrarlarıyla dolu yazılar yazmayı, “islama
karşı mücadele” olarak kavramak ve bu düşüncelerle avunmak bir
yöntemdir.
Buna karşılık, Abdest’in, Kurban’ın, Oruç’un, Sünnet’in, Kıl
tapınmasının vb. en erken kökenlerini meydana çıkarmak ve bunları
meydana çıkarma süreci içinde eski toplumun kural ve örgütlenme
tarzlarını da ortaya sermeye çalışmak ise bir başka yöntemdir.
Birincisinin D.Koman ve çevresinin, T.Dursun, i.Arsel, A.Erdoğan,
S.Tanilli gibilerinin çizgisi olduğu açıktır.
İkincisini de TvT’de biz savunuyor ve derinleştiriyoruz.
Bu bağıntıda, sizin Safa Kaçmaz’ın bilimsel cesaretini öne
çıkarmanız çok yerindedir ve bu nedenle ben de size, teşekkür ederim.
Oradaki tartışmaya yeniden döneceğim..
Selamlar,saygılar.
Safa Kaçmaz, 24.3.2008
X
Merhaba..
İslam’ın bazı tapınım biçim ve düzenini “ateş-güneş tapınım”ından
“devraldığı”,”çaldığı” vb. ileri sürülmüştür.Fakat bu iddia, Güneş’e
bağlı bir “ibadet” düzeni varsaydığı için, pek doğru sayılmaz. Mesela,
akşam ve yatsı namazında, mesela geceyarısı “fısıh”
kurbanında,burada “güneş”in yerini tam saptayamayız.
Buna karşılık, erken ilahilerde, en başta “yaratılan”lardan birisi
olarak “zaman”/ay/gün/vakit ile iki mevsim( sonbahar/kış ve ilkyaz/
yaz) olduğuna dikkat çekmiştik.
“Zaman” mefhumu, karşılıklı ittifak düzeninin kurulmasıyla birlikte
çok hassas ölçüler içinde ele alınmaya başlanmış görünüyor.
Eski zaman ölçü birimlerini de TvT’de tanıyıp tanıtmaya çalışmıştık.
Musevi takviminde yaklaşık 6000 yıl önce başlayan bir “varoluş” ( ki,
bu süre Mezopotamya arkeolojik kayıtlarına da tamamen uymaktadır),
kutsal kitapların “Yaratılış” dedikleri ana denk düşmekteydi ve bu
şekilde algılanan 6000 yıl kadarlık zaman, farklı vakit değerlerinin
bozulmasına ve farklı okunmasına bağlı olarak başka yazılı tablet ve
çözümlerde 415.000 yıl, 210.000 yıl gibi “değer”lere dönüşmüştür.
Nuh’un “950 yıl yaşaması” falan da muhtemelen bu tür rakam/zaman değer
bozulmalarına bağlı farklı okunmalarla ilgili olmalıydı. Turan Dursun,
“Nuh 950 yıl yaşadı” sözünü görünce, bu tür noktaları hiç bilmez ve
düşünmez, sadece “bilim dışı”lık örneği olarak bunu teşhir etmekle
yetinir. Biz ise, burada, eski toplumun “vakte” verdiği “değer”i;
ittifak kurulmalarıyla birlikte tarafların, ayları, günleri,
mevsimleri, oruç ve bayramları, son derece titiz izlediği sonucuna
varıyoruz. Eğer, erkek mastürbasyonu “31 çekmek” olarak ifade
ediliyorsa, bunun da belki, “30 günlük yiyecek ve cinsel pehriz”le
ilgili olabileceğini düşünebiliyoruz. Bize bu düşünce yetisini
veren,eski topluma, sağlam bilimsel ölçüler içinde, insanbilim
kuralları temelinde bakabilme gücümüzdür. Açıklayamadığı her konuya
“hurafe” edebiyatıyla yaklaşanlar bakımından, konumuzun sadece
“cahiliyet” le sonuçlanacağı gayet açıktır.
Aşağıdaki gazete haberi,gayet komik yanlar taşıyor olmakla birlikte,
öte yandan da, “oruç” açmanın neden bu kadar “dakik” ölçüler içinde
ele alınmış olabileceği sorusu üzerine düşünme çağrısıdır da..
***
Müezzine ‘erken ezan’ dayağı
http://haber.gazetevatan.com/
24.09.2008
Bursa’nın Gemlik ilçesinde, 10 gün önce akşam ezanını 2.5 dakika önce
okuyarak ilçe halkının orucunu erken açmasına neden olduğu iddia
edilen bir müezzinin, bu nedenle tartıştığı ilçe müftüsü tarafından
darp edildiği öne sürüldü.
İddiaya göre, ilçede ezanların merkezi olarak okunduğu Çarşı
Camisi’nin imamı Süleyman Yedek ve müezzini Sabri Aslan’ın 14 Eylül
akşamı iftara davetli olmaları nedeniyle akşam ezanını okuması için
başka bir caminin müezzini M.B, görevlendirildi.
M.B, caminin duvarındaki dijital saate bakarak akşam ezanını 2.5
dakika erken okudu. Bunun üzerine oruçlarını açan vatandaşlar, ezanın
erken okunduğunu fark edince İlçe Müftüsü Yusuf Şahin ve müftülük
yetkililerine telefonla ulaşarak şikayette bulundu. Bu sırada Gemlik
Esnaf ve Sanatkarlar Odası’nın verdiği iftar yemeğindeyken olayı
öğrenen Şahin, Çarşı Camisi’nin imamı, müezzini ve ezanı okuyan M.B.
ile caminin imam odasında bir toplantı yaptı.
Müftü Şahin’in burada tartıştığı M.B’ye yumruk atarak odadan çıkardığı
öne sürüldü. Bunun üzerine M.B’nin kaymakamlık, İl Müftülüğü ve
Diyanet İşleri Başkanlığı’na şikayet dilekçesi verdiği öğrenildi.
İlçe Müftüsü Yusuf Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, müezzinin
akşam ezanını 2.5 dakika erken okuduğu yönünde yoğun şikayette
bulunulması üzerine M.B. ve Çarşı Camisi’nin görevlileriyle camide
görüştüğünü belirtti.
M.B’nin camideki dijital saate bakarak ezanı okuduğunu, daha sonra
saatin yanlış olduğunu öğrendiğini dile getiren Şahin, M.B’nin
kendisine “oldu bir defa” demesi üzerine sinirlendiğini söyledi.
Şahin, şöyle konuştu: “Vatandaşların yoğun baskısı üzerimde olduğu
için bu cevap karşısında hoca efendiye ‘buyurun çıkın’ dedim. Kapıyı
açtım ve hoca efendiyi imam odasından kendim çıkardım. Bu sırada
teravih için camiye gelip gidenler görüp yanlış anladılar herhalde.
Darp olayı kesinlikle söz konusu değil.” Şahin, vatandaşların
“orucumuz bozuldu mu” yönindeki soruları üzerine Diyanet İşleri
Başkanlığı uzmanları ile görüştüklerini belirtti. Uzmanların, ezanın
“temkini vakit”te okunduğunu, bu yüzden oruca zararı olmadığını ifade
ettiklerini anlatan Şahin, vatandaşların o gün tuttukları orucu kaza
etmelerine
gerek olmadığını vurguladı.
“GEREĞİ NEYSE YAPILACAK”
Gemlik Kaymakamı Mehmet Baygül de müezzinin kolunda saati olmadığı
için camideki saate bakarak ezanı okuduğunu, bunun üzerine
vatandaşların “orucumuz bozuldu” diyerek müftülüğe şikayette
bulunduklarını söyledi.
Müftü ile müezzin arasında bu nedenle bir tartışma yaşandığını dile
getiren Baygül, “Büyütülecek bir konu değil. Tartışma sırasında müftü,
hocayı iteklemiş galiba. Olay bize de intikal etti. Hoca davacı
olmadı, ancak ben
inceleme başlattım. İnceleme sonucunda konu netlik kazanacak” diye
konuştu. Bursa İl Müftülüğü yetkilileri ise iddiaların araştırıldığını
bildirdi.
Safa Kaçmaz, 24.9.2008
X
M. Kefer bey, merhaba.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Dilaver Koman’ın pek içacıcı
olmayan,yaptıklarımı inkarla malül, çalışmalarımı yeterince okumadığı
halde onlar hakkında keskin ve hatalı değerlendirmelerde bulunmaktan
çekinmeyen; benim yazdıklarım, yaptıklarımdan çok “amaç”ımla çok
ilgili “değerlendirmeler”i içeren yazışmalarınız, pek de uygun bir
zeminde yürümüş görünmüyordu.
O bağıntıda, açıça yazdıklarınızla olduğu kadar, yazmadıklarınızla da
ilgili olarak, bana karşı, bir “Haksızlık etmiş veya haksızlığa neden
olmuş olmak endişesi” taşımanızı, sizin güzel bir özelliğiniz olarak
saptıyorum. Hassasiyetiniz için teşekkür ederim.
“Belge”/ “Kanıt” konusunda,”yazmadıklarınız” bağıntısında, bazı
Hitit ve Akad ritlerine ilişkin bir dizi seremonial tapınım
türlerini, bildiğim kadarıyla, Türkçeye ilk kez benim yayınlamış
olduğumu falan da saptamak ve öne çıkarmak gerekliydi.D.Koman,
bunları okumamış, sitesinde yayınlama gereği bulmamış ise, o onun
sorunudur ve “ateist mücadele”den neyi anlayıp neyi yaptığının da bir
göstergesidir.
Muhammed’in sakalındaki birkaç kıla tapındıkları için ; onun abdest
artığı suyunu, sümüğünü yaladıkları için müminlerini aşağılayıp,
“İslama eleştiriyi” bu noktalarda toparlamak, bütün eski Mezopotamya
topluluklarında gördüğümüz “Kıl Kültü”nün kökenlerini derinlemesine
anlamak için konu üzerinde düşünmek ve bu kült kaynaklarıyla
bağlantıları günümüze kadar taşımaktan yüzlerce kez daha kolaydır.
Bunun ilkini, yani abdest artığı suyu yalayan kitleleri aşağılamayı ve
orada durmayı “İslama karşı mücadele” olarak anlayanlar İ.Arsel’ler,
T.Dursunlar ve şimdi de onları pek eleştirmeden sürdürmek işlerine
gelenler tarafından yapılmış ve yapılmaktadır. Bu oldukça “anlaşılır”
cümleler ve “basit” açıklamalarla yapılıyor.
Safa Kaçmaz ve onun gibi düşünenler ise,kaşını almayan,”İslam”ı
neredeyse saçının tek telini göstermeme noktasına yükseltmiş
türbanlıların doğru veya yanlış dayandıkları sosyal eski uygulamaları,
6000 yıllık tarih içinde Mezopotamya topluluklarının uygulamalarında,
yazılı metinlerinde arayıp ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Sizin de
saptadığınız gibi, Hac sırasında saç tıraşının, eli saça dokundurmama
gibi kuralların anlamını , “hurafe”, “cehalet” gibi itirazlarda değil,
en eski toplum birimlerin “ateş kültü” tapınımda arayıp, birbir açığa
çıkartmakta; bu uygulamalara anlaşılır, anlamlı yanıtlar bulmaya
çalışmaktadır.Bu ise,gerçekten de anlaşılması hiç de kolay olmayan
çalışmaları okumak anlamına geliyor, vb.
Abdest’e, Kurban’a,Kıl’a, Sünnet’e vb. ilişkin bu tür uygulamalara
“hurafe”,”cehalet” vb. tekrarlarıyla dolu yazılar yazmayı, “islama
karşı mücadele” olarak kavramak ve bu düşüncelerle avunmak bir
yöntemdir.
Buna karşılık, Abdest’in, Kurban’ın, Oruç’un, Sünnet’in, Kıl
tapınmasının vb. en erken kökenlerini meydana çıkarmak ve bunları
meydana çıkarma süreci içinde eski toplumun kural ve örgütlenme
tarzlarını da ortaya sermeye çalışmak ise bir başka yöntemdir.
Birincisinin D.Koman ve çevresinin, T.Dursun, i.Arsel, A.Erdoğan,
S.Tanilli gibilerinin çizgisi olduğu açıktır.
İkincisini de TvT’de biz savunuyor ve derinleştiriyoruz.
Bu bağıntıda, sizin Safa Kaçmaz’ın bilimsel cesaretini öne
çıkarmanız çok yerindedir ve bu nedenle ben de size, teşekkür ederim.
Oradaki tartışmaya yeniden döneceğim..
Selamlar,saygılar.
Safa Kaçmaz, 24.9.2008
X
Merhaba..
İslam’ın bazı tapınım biçim ve düzenini “ateş-güneş tapınım”ından
“devraldığı”,”çaldığı” vb. ileri sürülmüştür.Fakat bu iddia, Güneş’e
bağlı bir “ibadet” düzeni varsaydığı için, pek doğru sayılmaz. Mesela,
akşam ve yatsı namazında, mesela geceyarısı “fısıh”
kurbanında,burada “güneş”in yerini tam saptayamayız.
Buna karşılık, erken ilahilerde, en başta “yaratılan”lardan birisi
olarak “zaman”/ay/gün/vakit ile iki mevsim( sonbahar/kış ve ilkyaz/
yaz) olduğuna dikkat çekmiştik.
“Zaman” mefhumu, karşılıklı ittifak düzeninin kurulmasıyla birlikte
çok hassas ölçüler içinde ele alınmaya başlanmış görünüyor.
Eski zaman ölçü birimlerini de TvT’de tanıyıp tanıtmaya çalışmıştık.
Musevi takviminde yaklaşık 6000 yıl önce başlayan bir “varoluş” ( ki,
bu süre Mezopotamya arkeolojik kayıtlarına da tamamen uymaktadır),
kutsal kitapların “Yaratılış” dedikleri ana denk düşmekteydi ve bu
şekilde algılanan 6000 yıl kadarlık zaman, farklı vakit değerlerinin
bozulmasına ve farklı okunmasına bağlı olarak başka yazılı tablet ve
çözümlerde 415.000 yıl, 210.000 yıl gibi “değer”lere dönüşmüştür.
Nuh’un “950 yıl yaşaması” falan da muhtemelen bu tür rakam/zaman değer
bozulmalarına bağlı farklı okunmalarla ilgili olmalıydı. Turan Dursun,
“Nuh 950 yıl yaşadı” sözünü görünce, bu tür noktaları hiç bilmez ve
düşünmez, sadece “bilim dışı”lık örneği olarak bunu teşhir etmekle
yetinir. Biz ise, burada, eski toplumun “vakte” verdiği “değer”i;
ittifak kurulmalarıyla birlikte tarafların, ayları, günleri,
mevsimleri, oruç ve bayramları, son derece titiz izlediği sonucuna
varıyoruz. Eğer, erkek mastürbasyonu “31 çekmek” olarak ifade
ediliyorsa, bunun da belki, “30 günlük yiyecek ve cinsel pehriz”le
ilgili olabileceğini düşünebiliyoruz. Bize bu düşünce yetisini
veren,eski topluma, sağlam bilimsel ölçüler içinde, insanbilim
kuralları temelinde bakabilme gücümüzdür. Açıklayamadığı her konuya
“hurafe” edebiyatıyla yaklaşanlar bakımından, konumuzun sadece
“cahiliyet” le sonuçlanacağı gayet açıktır.
Aşağıdaki gazete haberi,gayet komik yanlar taşıyor olmakla birlikte,
öte yandan da, “oruç” açmanın neden bu kadar “dakik” ölçüler içinde
ele alınmış olabileceği sorusu üzerine düşünme çağrısıdır da..
***
Müezzine ‘erken ezan’ dayağı
http://haber.gazetevatan.com/
24.09.2008
Bursa’nın Gemlik ilçesinde, 10 gün önce akşam ezanını 2.5 dakika önce
okuyarak ilçe halkının orucunu erken açmasına neden olduğu iddia
edilen bir müezzinin, bu nedenle tartıştığı ilçe müftüsü tarafından
darp edildiği öne sürüldü.
İddiaya göre, ilçede ezanların merkezi olarak okunduğu Çarşı
Camisi’nin imamı Süleyman Yedek ve müezzini Sabri Aslan’ın 14 Eylül
akşamı iftara davetli olmaları nedeniyle akşam ezanını okuması için
başka bir caminin müezzini M.B, görevlendirildi.
M.B, caminin duvarındaki dijital saate bakarak akşam ezanını 2.5
dakika erken okudu. Bunun üzerine oruçlarını açan vatandaşlar, ezanın
erken okunduğunu fark edince İlçe Müftüsü Yusuf Şahin ve müftülük
yetkililerine telefonla ulaşarak şikayette bulundu. Bu sırada Gemlik
Esnaf ve Sanatkarlar Odası’nın verdiği iftar yemeğindeyken olayı
öğrenen Şahin, Çarşı Camisi’nin imamı, müezzini ve ezanı okuyan M.B.
ile caminin imam odasında bir toplantı yaptı.
Müftü Şahin’in burada tartıştığı M.B’ye yumruk atarak odadan çıkardığı
öne sürüldü. Bunun üzerine M.B’nin kaymakamlık, İl Müftülüğü ve
Diyanet İşleri Başkanlığı’na şikayet dilekçesi verdiği öğrenildi.
İlçe Müftüsü Yusuf Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, müezzinin
akşam ezanını 2.5 dakika erken okuduğu yönünde yoğun şikayette
bulunulması üzerine M.B. ve Çarşı Camisi’nin görevlileriyle camide
görüştüğünü belirtti.
M.B’nin camideki dijital saate bakarak ezanı okuduğunu, daha sonra
saatin yanlış olduğunu öğrendiğini dile getiren Şahin, M.B’nin
kendisine “oldu bir defa” demesi üzerine sinirlendiğini söyledi.
Şahin, şöyle konuştu: “Vatandaşların yoğun baskısı üzerimde olduğu
için bu cevap karşısında hoca efendiye ‘buyurun çıkın’ dedim. Kapıyı
açtım ve hoca efendiyi imam odasından kendim çıkardım. Bu sırada
teravih için camiye gelip gidenler görüp yanlış anladılar herhalde.
Darp olayı kesinlikle söz konusu değil.” Şahin, vatandaşların
“orucumuz bozuldu mu” yönindeki soruları üzerine Diyanet İşleri
Başkanlığı uzmanları ile görüştüklerini belirtti. Uzmanların, ezanın
“temkini vakit”te okunduğunu, bu yüzden oruca zararı olmadığını ifade
ettiklerini anlatan Şahin, vatandaşların o gün tuttukları orucu kaza
etmelerine
gerek olmadığını vurguladı.
“GEREĞİ NEYSE YAPILACAK”
Gemlik Kaymakamı Mehmet Baygül de müezzinin kolunda saati olmadığı
için camideki saate bakarak ezanı okuduğunu, bunun üzerine
vatandaşların “orucumuz bozuldu” diyerek müftülüğe şikayette
bulunduklarını söyledi.
Müftü ile müezzin arasında bu nedenle bir tartışma yaşandığını dile
getiren Baygül, “Büyütülecek bir konu değil. Tartışma sırasında müftü,
hocayı iteklemiş galiba. Olay bize de intikal etti. Hoca davacı
olmadı, ancak ben
inceleme başlattım. İnceleme sonucunda konu netlik kazanacak” diye
konuştu. Bursa İl Müftülüğü yetkilileri ise iddiaların araştırıldığını
bildirdi.
Safa Kaçmaz, 24.9.2008
x
Alevi Oruçları üzerine yazılmış yazılarda “Muharrem Matem Orucu” öne
çıkıyor.
Burada “su içmeme” motifinin öne çıkığını görüyoruz. Bu husus
“Kerbela”ya bağlanarak anlatılmış olsa da, hem Kuran’da “su içmeme”
motifinin varlığı ve hem de erken Akado-Sammaru kayıtlarında “içmeme”,
“içme yasağı” ve-ya “içme gereği”, su/kan/içecek ile ilgili
uygulamaların “Ali/Hüseyin” vb. lerinden çok önce var olduğunu
kanıtlıyor. Bu eski uygulamalar, sonradan “Alevi/şii” olarak
adlandırılacak toplulukların ön geleneklerinden kaynaklanıyor
olmalıydı.
Alevi Muharrem Orucu süresince :
-“bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez”,
– “Düğün-nişan-sünnet törenleri yapılmaz”;
– “Karı koca arasındakli cinsel ilişkiler kesilir” ;
– “kurban kesilmez ve et yenilmez”
gibi kurallar, Oruç denilen uygulamanın “yeme, içme, yıkanma, cinsel
ilişki” gibi konulardaki genel yasaklara ilişkin bir tanımlama
olduğunu gösteriyor.
Bir oruç dönemi içinde “Bıçağa ve kesici aletlere el sürülmeme”
uygulaması, bu oruçların kökeninde, kurban kesmeme, kurbandan et
yememe, kurban kanı içmeme ve bu dönem içinde de “karşıt ve eşdeğer
toplum birim kadınıyla da teması kesip içe kapanma” bulunduğunu
gösteriyor. Musevilerde de bunu “Sept günü ateş yakma yasağı, yemek
pişirme yasağı” falan haliyle görmüştük. Buradaki olayı “tatil yapmak”
haliyle tanımlamak gerçekleri yansıtmaz. Öyle ki, Musanın tanrısı,
“tatil yapmadı” diye, Cumartesi yasağına uymayanları öldürtecek kadar
bu noktaya önem vermektedir.
Alevi Orucu döneminde el sürülme yasağına uğrayan “Bıçak ve kesici
aletler” eski toplumda o kadar önemlidir ki, herhangi birisi öldüğü
zaman, Anadolu’da, ölen şahsın göbeğinin-karnının üzerine Bıçak,
makas gibi araçlar konmaya hala devam edilmektedir. Bu davranışa ait
bir dizi uydurma gerekçe geliştirilmiştir ama, artık biliyoruz ki, bu,
ilgili ölü bedene yönelik yamyamlık edimine ait uygulamanın kesintiye
uğrama anından kalan bir görenekti. Zamanında bu şekilde gerçekleşen
ölü yamyamlığı, bıçağı ölü bedenin üzerinde tutma yoluyla aşılmaya
çalışılmış olmalıydı.
Benim sosyolojik çalışmalarımla ilgili güya “kanıt” sorgulayıcıları,
ölmüş beden üzerine makas/bıçak koyma “kutsal” edimi ile, diyelim ki
Alevi orucunda “kesici” araçlardan uzak durma kuralı arasında bir
bağlantı kurmayı becerebildikleri zaman, tutumlarını düzeltebilirler.
Bağlantı kurabilmek için ise, eski toplumun bütün bir davranışlar
çizgisini tanımaya; o davranışların içeriğini ortaya çıkarmaya
çalışmak gereklidir. Böyle bir ön birikim olmadan zaten farklı dinler
arasındaki zıtlıklardan doğan bütünleşmeyi anlayamaz ve ortaya
koyamayız.
Alevi yazında “Muharrem orucu” içinde kaynaşan iki önemli oruç
tanımı-
içeriği daha görüyoruz:
1- Masum-u Paklar Orucu :
“… 3 gün Masumu Paklar yani savaşlarda öldürülen çocuk yaştaki
suçsuz, masum temiz çocuk şehitler için tutulan oruç”
Bu açıklama biçiminde “savaşlarda öldürülen çocuk”lar ifadesi oldukça
fludur ve yazanların bile, artık “Masumu Pak” tapınımını unutmuş
olduklarını gösteriyor.
Burada söz konusu olanlar, şimdi anlaşılan anlamıyla “savaşlar”
değildi. “Masum çocuk kurbanı” idi. Kerbela olayına “eklemlenerek” o
sırada Şehit Huseyn ile gidenlerin “evlatları” haline getirilmiş bu
“masumu pak” orucunun çok daha önceki uygulamalara denk düştüğünü,
alevi niyet duasından da anlıyoruz:
“…..14 masum-u pak efendilerimizin şevkine, ….”
Demek ki, alevi Muharremine “eklemlenen” bu “masumu pak” orucu,
aslında, rakamsal olarak da çok belirgin, seremonial bir çocuk kurban
ve kutsama dönemine ait olmalıydı. “14” rakamını biz, 7’li düzenin
“çift”liğinde buluyoruz. Belki de “erkek ve dişi” olarak veya “ikiz”
olarak çiftli çocuk kurbanıydı söz konusu olan. “Çift” olmak, “ahiret
kardeşliği” falan Alevi ön kaynaklarında çok önemlidir. Buna bağlı
olarak “Alinin çift başlı kılıcı”ndan, “çift başlı kartal”
motiflerinden falan bahsetmiştik. “Ayna”, yansıma, “cemal görme”,
“aks” edebiyatının Alevi-Sufi kayıtlarındaki önemi nedensiz değildir.
“Masumu Pak” uygulaması yani “çocuk tapınımcılığı” asıl olarak “Bebek
İsa” üzerinden de tanıdığımız gibi, erken Akado Samarru kaynaklarından
İsacılık’ın bazı kolları yoluyla günümüze ulaşmıştır. “Yıldız
tapınımcısı” kahinlerin Meryem’in karnındaki İsa’ya tapınımları,
İsanın anasının karnındayken konuşmaya başlaması, “mucize”ler
yaratması falan bu bakımdan “bebek” tapınımcılığına dayanmaktadır.
“Ölmek kaderiyle yükümlü olarak doğan Bebek İsa” motifi
Hiristiyanlığın en önemli ayinlerinden birini oluşturmaktadır. Bu
bakımdan “günahsız bebek doğmaz” veya “bebekler günahsız doğar”
argümanları eski toplumda ciddi bir uygulama konusuydu. “Bebekleri
mutlaka günahla doğan” topluluklar, bu bakımdan “bebeklerini
günahlarından arındırma” edimlerine başvuracaklardır. Hıristiyan
çizimlerinde “kanatlı bebek” motiflerinin bu kadar çok olması, bebek
kurbanıyla ilgilidir ve bunların da “yakılma” suretiyle, (“nur” olma,
“ışık”, “aydınlık”, “mum”, “çıra”, “şamdan” edebiyatı “ateş” kültünün
yansımalarını verir bize..) kurban edildiğini gösteriyor. Aziz
Nesin’in cenazesinin “yakılması”nı istemesi bu bakımdan “ilericilik”
örneği değil, olsa olsa, İslami tarza karşı “ateş” kültüne dayanan
Hıristiyanlık tarzına sahip çıkma olurdu..
Bu kült bizi, “Sabi” kültünü, bazı uydurma alanlarda değil de “coçuk
tapınımı” alanında aramaya da davet etmektedir. Bildiğimiz gibi,
Sabii’lik hakkında bir dizi şey söylenmiş, fakat o, “cocuk
tapınımı”yla olan bağları yönüyle, İsa’nın ana karnında konuşması,
İbrahim’in “büyük oğlunu” bıçakla kesip ateşte yakarak kurban etme
gibi uygulamaların ön biçimleriyle birlikte pek ele alınmamıştır.
Aslında bu, “Mesih-Nesih”, “Eski yıl-Yeni Yıl”, “yaşlı kocamış yıl-
genç yeni yıl” ikilemleri yoluyla da toplulukların yaşamında
bulunmaktadır. “Kıral öldü/yaşasın (yeni) kıral” da, rotasyonel çift
başlı yönetimin bir ifade ediş biçimiydi.
2- “Hıdır İlyas orucu”
Alevi “Muharrem”ine bağlanan bir öteki oruç da “Hıdırellez”
uygulamasıdır.
Bu noktaya daha önce değinmiştik.
“Hıdır/Hızır” ve “ellez/İlyas” iki farklı topluluk temsilcileri olarak
vardırlar. Bunların “buluşma” anları, iki toplumun, ittifak yineleme
anları olarak zamanla , klimasal bir an’a bağlanmış görünüyor.
Hıdır ve İlyas( Laz?) kavram içeriklerini ayrıca ele almamız
gerekecektir ama, bilmeliyiz ki, erken dönemin yan yana bulunan ve
ittifak kurmuş bütün topluluklarında, farklı Dumuzi’ler, farklı
Enkidumlar, Kişzidum’lar falan olarak , iki temsilci buluşması
vardır. İnana-Dumuzi buluşmaları da aslında, karşılıklı iki topluluğun
buluşmasının cinsel ilişki yönüyle öne çıktığı dönemi simgeliyordu.
(devam edecek)
Safa Kaçmaz, 26.9.2008
X
Daha önceki yazılarda da, Turan Dursun, İlhan Arsel, Aydın Erdoğan
gibi yazarlarımızın “din”lere ve dinlerin kaynaklarına ilişkin
“açıklama” tarzlarını sürdürerek, “din’lerden özgürleşme”nin
sağlanamaz olduğunu açıklamaya çalışmıştım.
Eski Ahit’te yer alan “Yaratılış” anlatımı, şimdiki dinsel metinler ve
erken Akado-sammaru kaynakları gerektiği gibi incelenirse,
görülecektir ki, aslında bir dizi “yartılış” anlatım varyantlarından
sadece “birisi”dir. Hatta, çok açık bir şekilde, iki ayrı “yartılış”
anlatımının peşpeşe eklenmiş “bir” biçimidir.
Turan Dursun ve-ya Aydın Erdoğan , dinlerin, özel olarak da İslam’ın
ne kadar bilim ve akıl dışı olduğunu göstermek istediklerinde,
Tevrat’taki yrtılış aktarımını alıntılayıp sayfalarına eklerler.Ve
aslında, bu aktarımın kendisi, kendi bilim dışılığını kendiliğinden
ispatlıyormuş gibi bir yaklaşımla, “Yer”in, “Gök”ün yaratılışını,
birkaç yüz milyon yıllık evrimler falan bağıntısında ele alıp ciddi
ciddi bunları anlatırlar.
Bu durum bile gösteriyor ki, bu yaklaşıma göre, Tevrat’ın aktardığı
“yaratılış”, Evren’in ortaya çıkış sürecini anlatıyormuş sanki!
Oysa, Tevrat’ın anlattığı bu “yaratılış”, Musevi takvim değerlerinin
de ortaya koyduğu gibi, sadece,Mezopotamya tarihinin ” 6000 yıl”
önceki bölümünün bozulmuş bir özetinden başka bir şey değildi.
Dolayısıyla, Tevrat’ta anlatılıyor sanılan şey, Tevrat’ın anlattığı
şey değildi.
Bu hususun bir kez meydana çıkarılması ile, kaba ateizmin bütün
argümanları bir bir yere dökülmesi kaçınılmaz olacak.
Bu yaratılış aktarımlarında yer alan “Gök” ve “Yer” kavramlarının
“Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” tanımlarına bağlı oluşmuş
olması gerektiğini açıklamıştık. “Yukarı” ve “aşağı” coğrafi terimleri
şimdi bile çok yaygın olarak farklı dillerde kullanılır :”Basse-
Normandie” ve “Haute-Normandie” veya Holanda için “Pays Bas” gibi
tanıtımlar, tanımlamanın sadece “aşağı bağ”,”yukarı bağ” gibi ayrımlar
yapan Türkçe ile sınırlı olmadığını gösteriyor.
Aşağı/Toprak-Yer-Dünya ve Yukarı/Gök biçimli bir ayrım, Mezopotamya
tarihçesinde karşılaştığımız bir ayrımdı.
“Toprak”/”Yer”/”dünya” ayrımı, şimdi daha açıkca görüyoruz ki,
Tarımcı Asur topraklarını anlatmak üzere ifade ediliyordu.
O kadar ki, bu “yaratma” esnasında Tanrı, herhangi bir şeyi doğrudan
kendisi yratmış bile değildir.
Tanrı ya “Su”ya emir veriyordu veya doğrudn “Toprak”a, “Yer”e,
“Dünya”ya… Toprak da Tanrının isteğini yerine getiriyordu. Zaten
Adem’lerden birisinin de “Toprak”tan “yaratılması” bu anlamda
olmalıydı. Tanrı, “Gökyüzü kuşları”nı bile eğer ille de “toprak”tan
yarattırtma yolunu seçmiş ise, anlaşılmalıydı ki, tanrının emir
verdiği topluluk Assur’un erken ön kaynaklarıydı.
“Aşure”nin içinde yer alan Tahıl türlerinin, “meyvesinde çekirdeği
bulunan” ağaçların ürünlerinin bulunması bile, sözkonusu olan
topluluğun Assur olduğuna işaret ediyor.
Ben bütün liste üyelerine bir kez daha rica ediyor; Tevrattaki
“yaratılış”ı, TvT’de ortaya konulmuş yeni okuma tarzıyla okumayı
şiddetle öneriyorum. İnanıyorum ki, orada yazılı olanların
anlattığının, bizler tarafından anlaşılan şeyler olmadığı giderek daha
çok ortaya çıkacak ve dinsel “yaratılış” anlatımlarının basitçe
Mezopotamya toplum birimlerinin tarih sahnesine çıkışlarının
anlatımından başka bir şey olmadığı daha çok görülecektir..
Tevrat/Yaratılış’ın “Yer”le ilgili bölümleri…
….
11* Allah Yeryüzü’ne(11) sebzeler;
yani tohum veren bitkilerle, Yeryüzü üstünde
tohumu kendisinde olan ve çeşitlerine göre meyvelerini (12) veren
meyve ağaçları olsun dedi ve bu
böyle oldu.
(Allah, bunları kendi yaratmaz… “Yeryüzü”ne emir verir…)
12* Böylece Yer, sebzeler için çeşitlerine
göre tohum veren bitkileri, çeşitlerine göre tohumu
kendisinde olan ve meyve veren ağaçları çıkarttı.
Allah bunun iyi olduğunu gördü.
(Burada da “yaratan” Allah değildir; sebze ve bitkilerin “yaratıcısı”
Yer/Toprak/Dünya ve bu anlamlarda kullanılan Assur ön topluluk coğrafi
alanıdır…)
Safa Kaçmaz, 27.9.2008
X
17.10.2007
“Kıral tapınağına girince,
7 gün boyunca,
Esire sahibesiyle eşitti,
Köle,kendi sahibiyle yürürdü yan yana,
Şehirde kötülük olmazdı,
Kötü konuşma olmazdı aralarında.”
(Kutsal Evliliğin Kaynakları )
Günümüzde ‘Bayram’ kavramı,genişlemiş bir içerikle,bir dizi ulusal
etkinliği de içeriyor olarak kullanılıyorsa da,burada
kendimizi ,dinsel içerikli ‘bayram’ların kökeni ve anlamı ile
sınırlayalım.
Dinsel özellikteki ‘bayram’lar, genel olarak,eski toplumda ‘yeme-
içme’ ve ‘cinsel ilişki’ alanlarında gerçekleşen kutlama edimleri;
karşılıklı kardeşlik ittifakı dönemleriydi.Bu yönüyle ‘kardeşleşme’
toplantılarıydı. Geçtiğimiz İslami şeker bayramında dağıtılan ‘Akide
şekeri’nin ‘Akide’si de bu yüzden, muhtemelen, eski toplumun
karşılıklı ‘Akid’ine dayanıyor olmalıdır. Gerek Eski Ahit, gerekse
Yeni Ahit-İncil’ler,bu kitaplar temelinde örgütlenen ve hareket eden
toplulukların tanrısının,bu topluluklarla yaptığı ‘anlaşma’ları
anlatır.Onlar soyut bir şekilde kendi tanrılarıyla ‘anlaşma’,
‘ittifak’ yapmadan daha önceki dönemde ,bu anlaşmaları somut olarak
başka topluluklarla yapıyorlardı.
Bu tür ‘anlaşma’ toplantılarının tarihteki en eski biçimlerinde, daima
bir takım varlıkların ‘yaratılması’ edimleri bulunduğunu belli
ölçülerde incelemiştik. Bunlarda, tanrıların bazıları kurban edilir,
öldürülür ve onun eti ile kanı farklı hazırlık biçimleriyle kutsal
sofraya sunulur; böylece ‘insan’, ‘kişi’, Lulu, Dumu’lar ile başka tür
varlıklar; ‘Yer’, ‘Gök’, ‘Yağmur’ vb. “yaratılmış” olurdu.
“Yer ile Gök arasında sağlanan birlik ve ayrışma”, yani daha sonra
“Yer tapımcısı ve Gök tapımcısı” halini alacak olan “iki temel toplum
birimin” başlangıçtaki ittifak biçimleri bile, insan-tanrı kurban
sunum aracılığıyla; onların “et ve kanı”nın ifade biçimi olan ‘yaşam
yiyeceği’ ve ‘yaşam içeceği’ ile ,”kutsal ekmek” ve “kutsal tuz”,
“kutsal su” vb. ile gerçekleşiyordu.
Bir toplum birimin üyelerinin ‘yaşama’larını sağladığı için ‘yaşam
yiyecek ve içeceği’ olan “et ve kan”, bunu sunan toplum birimlerden
bazıları için, iç yamyamlığı yasaklama yolundaki toplum birimler için,
‘ölüm yiyecek ve içeceği’ olarak kavranmıştı ama, bunların içinde
kendi kurtarıcılarının et’ini yeme ve kanını içme edimini sürdüren
bazı ön-Hıristiyan topluluklarda bu uygulama hala ‘şükran yemeği’
olmaya devam eder. Hıristiyan sofra duasında ‘özür-pardon duası’ aynı
zamanda ‘teşekkür’ duasıdır da. Çok basit haliyle burada,İsa’ların “et
ve kanı yenilip içildiği” için kurbandan hem özür dilenmiş ve fakat
hem de,kendilerine Rızk olduğu ve kendi namlarına kurban edildiği
için,ona teşekkür edilmiş olur.
Tahlilci bir şekilde bu ayinler ayrıştırıldığında, gerçekte karşımızda
bir tek İsa bulunmadığını da anlarız.Burada da,bir topluluğun İsa’sı
ölürken,karşılıklı anlaşmanın öteki tarafının İsa’sı da doğmaktaydı.
Çiftçi ve Çoban toplum birimlerin ittifak edimlerinin somut olarak
nasıl gerçekleşmiş olduğunu saptamaya çalışmak gereklidir: Çiftçi
toplum birimin elindeki ürünleri ötekine sunabilmesi için Hasat
yapması gerekli idi. Dolayısıyla onlar bakımından diğerlerine
yönelik sunum, o dönemin rekoltelerine, hasadına bağlı olmalıydı.
Elinde meyve ve tahıl ürünü olmayan bir topluluğun, bunları ötekilerle
paylaşması, ötekilere bunlardan sunması mümkün olamaz.
Çoban toplum birimin elinde ise, benzer biçimde, hayvanlarının
doğurması, süt,yağ ve peynirin bulunması gerekliydi.
Doğal olarak burada, başlangıçta, karşılıklı olarak sadece insan
kurban sunan toplulukların giderek ‘hayvan’ ve ‘bitki-tahıl’ sunumuna
geçtikleri bir andan bahsettiğimiz anlaşılmaktadır. Bu anlamdaki
‘bayramlar’, artık, toplulukların kendilerini ‘bitki’ ve ‘hayvan’larla
eşitledikleri Totem dönemine hastı.
Rotasyonel yönetim tarzı, herhalde başlangıçta, doğrudan doğruya, Mart-
Nisan’la başlayan ‘Bahar’ ve Ağustos-Eylül-Ekim’le son bulacak ‘Güz’
bayramları haliyle ele alınıyor olmalıydı. Enuma Eliş’te, ‘Yaz’ ve
‘Kış’ın, tanrıların ilk başta yarattıkları mevsimler olması, bu
bakımdan nedensiz görünmüyor.O yaratılış anlatımlarında, her iki
topluluk, anlaşmalı bir tarzda ‘zaman’ olgusunu da somutlaştırmış ;
Yazın nerede başlayıp son bulduğunu ; Kış’ın nerede başlayıp son
bulduğunu tanımlamış olmalıydılar. Buradaki yola çıkış noktalarının
doğa’nın ciddi bir gözlemine dayanmış olması gereklidir.
Başlangıçtaki her iki toplum birim için, birinin temsilcisi
öldüğünde,ötekinin temsilcisi doğuyor olarak algılanıyor olmalıydı.
Zaten, dikkatle incelendiğinde, Dumuzi öldüğünde Gılgameş (Giş-bilga-
meş) veya Enkidum’un doğması veya Gılgameş veya Enkidum öldüğünde
Dumuzi’nin doğması veya egemenliği ele almasına yönelik bütün eski
anlatımlar, böyle bir devr-i daim düzeninin, “felek’in çarkı”nın
şaşmaz devranının sistematik düzenini yansıtırlar.
Dikkatli bir şekilde incelendiğinde, Dumuzi’nin veya Enkidum’un tek
bir biçiminin bulunmadığını görürüz. Onların farklı özelliklerini
incelemek yerine onlardan bir tür ‘bilim kurgu’ yaratan sayın
M.İlmiye Çığ’ın, insanbilimle uyuşmayan yorumları bir yana kaldırılıp
atılır, onun bin bir surat Dumuzi’lerinin ‘avcı’, ‘çiftçi’, ‘balıkçı’,
‘çoban’ yüzleri ortaya çıkarılırsa, söz konusu olan noktanın, farklı
toplum birimlerdeki halleriyle Dumuzi’ler veya Enkidum’lar olduğu
anlaşılır. Dumuzi ve Enkidum birer özel isim değil, çiftçi, avcı,
çoban, balıkçı özellikli toplum birimlerin oğul’larının, erkek
bireylerinin sınıflayıcı bir sıfatı idi.T ıpkı İnanna veya İştar’ların
da, çiftçi, avcı, çoban, balıkçı toplum birimlere ait farklı İnanna
veya İştar’lar olması gibi.
***
“….Meryem oğlu İsa;
‘Allahım, Rabbimiz! Bize ve bizden sonra
geleceklere bayram ve senden bir delil olarak
Gök’ten bir sofra indir, bizi rızıklandır.
Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın’, dedi. ”
(Kuran,Mâide-114)
Dinsel özelliğiyle erken Bayram’ların gel-git’li rotasyonel yönetim
tarzı ile olan ilişkisini, Arapça kelime kökeni yönüyle de
görebiliyoruz. Kuran’da geçen ve Bayram karşılığında, (herhalde) bir
tek kez kullanılan kavram ‘İyd’, bu nedenle ilahiyatçılar arasında,
‘dönüp gelen’ devrevi bir anlam içermekteydi.
İslam ilahiyatçıları, Bayram kavramının Arapça karşılığı olan ‘ıyd’
kelimesinin,”a’vd (avd)” kökenine bağlamaktdırlar. “A’vd (avd)”
kelimesi ise , “belirli aralıklarla ‘geri dönen’…” anlamına
gelmekteydi. Dolayısıyla ‘İyd’ kelimesi ‘geri dönüp gelen’ anlamı
kazanmaktadır ki, bu da zaten, devrevi, periyodik, zamana bağlı,
takvimsel düzende işleyen eski rotasyonel yönetim tarzı ile Bayram
arasındaki bağlantıları biraz daha anlaşılır kılmaktadır.
Bayram Kelimesinin ‘Anlamı Ve Kökeni’ üzerine ,Gaffar Tetik,
Türkiye’de ‘Bayram’ kelimesinin kullanımıyla ilgili olarak şöyle
demektedir:
“(…)Kaşgarlı Mahmut, XI. asırda Oğuzların ‘İd Günü’ne ‘Bayram’
dediklerini ve bugünün ‘sevinç ve eğlence günü’ olduğunu kaydettiği
gibi, bayramın aslı olarak gösterdiği ‘Bazram’ kelimesinin, aynı
manaya geldiğini de söylüyor.
(…)
Fakat Müslüman Türklere mahsus olan diğer bayramlar hakkındaki açık
bilgilerimiz, ancak Osmanlı Devleti zamanına aittir. Yapılan bayram ve
merasim şenliklerinin, ilk kez ortaya konmasını olmasa bile, bir kanun
ile düzenlenmesini, eldeki vesikalara göre, Fatih Sultan Mehmed’in
eseri olarak telâkki etmek gerekir. Ona dayandırılan Kanunname ile
Fatih’in bayram günleri, divan meydanına taht kurulup çıkılması ve
yüksek rütbeli memurlarına el öptürmeyi emrettiği
kaydedilmektedir.”(http://www.kubacami.com/konular/kitaplar/ramazan/
bayramlar.htm)
Öte yandan Kuran’da geçen ‘Bayram’ kavramının, Sofra ve Rızk ile
doğrudan ilişkilendirilmiş olarak kullanım bağıntısı da oldukça
önemlidir. Kuran, Bayram, İyd’i açıkça “Gök’ten gelen Sofra” ile
bağlantı halinde ele alarak, şöyle demekteydi:
“(…)Meryem oğlu İsa; ‘Allahım, Rabbimiz! Bize ve bizden sonra
geleceklere Bayram ve senden bir delil olarak Gök’ten bir sofra indir,
bizi rızıklandır.
Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın'(dedi)..”
İsacı İncil’lerin “Gök’ten inen”, “Göksel Baba’nın verdiği” kutsal
‘yaşam yiyeceği’nin bizzat İsa’nın bedeni olduğunu daha önce
incelemiştik. Erken Akado-sammaru ilahilerinden beri tanıdığımız
‘yaşam yiyeceği’, Gök ve-ya Ateş tapımcısı topluluklarda ve onların
‘insan kurban’ eden ve ‘insan kurban yiyen’ kesimlerinde açıkca,
İsa’nın bedeni ile eşitlenerek kullanılmaktaydı:
“Yukarı’dan gelen, herkesten üstündür.
Dünya’dan olan dünya’ya aittir ve dünya’dan söz eder.
Gök’ten gelen ise, herkesten üstündür.
Atalarımız çölde man* yediler.
Yazılmış olduğu gibi,
Yemeleri için onlara gök’ten ekmek verdi.`
İsa onlara dedi ki, “Size doğrusunu söyleyeyim,
Gök’ten ekmeği size Musa vermedi,
Gök’ten size gerçek ekmeği Babam verir.
Çünkü Tanrı’nın ekmeği, Gök’ten inen ve Dünya’ya yaşam verendir.”
Gök’ten inen öyle bir ekmek var ki, ondan yiyen ölmeyecek.
Gök’ten inmiş olan diri ekmek Ben’im.
Bu ekmekten yiyen sonsuza dek yaşayacak.
Dünyanın yaşamı uğruna vereceğim ekmek de benim bedenimdir.”
İşte gökten inmiş olan ekmek budur.
Atalarınızın yedikleri man gibi değildir.
Atalarınız öldüler.
Oysa bu ekmeği yiyen sonsuza dek yaşar.”
“Gök’ten inmiş olan ekmek Ben’im” dediği için
Yahudiler O’na karşı söylenmeye başladılar.
Yusuf oğlu İsa değil mi bu? diyorlardı.
“Annesini de, babasını da tanıyoruz.
Şimdi nasıl oluyor da, “Gök’ten indim” diyor?”
(İncil)
Bu ifadelerde, ‘Yukarı’ kavramının Gök ile eşitlenmesi; ‘Dünya’nın
şimdi anlaşılan anlamıyla olmayan bir tanıtım kavramı olarak
‘Yukarı’nın karşıtı haliyle kullanılmış olması dikkatimizi
çekmektedir. Bu kullanım tarzı,erken Akado-sammaru ilahilerine aitti.
Öte yandan, Eski Ahit’te, tanrı, söz dinlemeyip ‘yaşam ve bilgelik
kazanma ağacının ürününden yiyen’ Adem’i cezalandırmak istediğinde,
ona “Yaban otu yiyeceksin” veya “Toprak sana (sadece) çalı ve diken
verecek” gibi yaptırımlar uygulamıştı.
Bütün bunlar, ‘yaşam yiyeceği’, Rızık konularıyla çok ilgiliydi. Tanrı
da zaten, Adem ve Havva, ‘Gözleri kapalı’ yani “Cahil” kalmak
istemeyip “Bilgelik” kazanma ritüelinin parçası olmayı tercih
ettiklerinde, Tanrı, bu nedenle,onlara bir başka ceza alanı düşünmez,
doğrudan doğruya, artık onların hangi ‘rızık’la geçindirileceği ile
ilgilenir. Oysa, anlatımlara göre, kocaman ‘dünya’da, ortalıkta
gezinen bir Adem, bir de onun kaburga kemiğinden yaratılmış Havva
olmalıydı ve ‘Yeryüzünün’ tükenmez nimetleri bulunuyordu. Tanrı’nın
bütün bu nimetler arasında, aklına sadece ‘yaban otu’ veya ‘çalı ve
diken’in gelmesi, bizim şimdi bu kavramlardan anladıklarımızı
anlatmadığının işaretleri olarak kabul edilmelidir. Musevi atalarına
“gök’ten gelen ekmek” de küncü,kişmiş türü bir “yiyecek”ti. İslami
inançda Hurma, imanlıların “hala”sı olarak, yani baba’larının kız
kardeşi olarak ele alınıyorsa, bu nedensiz değildir.İştar’ın erken
Arap topluluklarındaki karşılıklarından birisi, “Hurma salkımının
Hanımı” idi. Eski Yezidilik ve Hıristiyan ön topluluklarda “Fasulye,
Mercimek, Marul, Üzüm, küncü” türü yiyeceklerin kutsal veya mekruh
olduğunu hesaba kattığımızda “Çalı ve Diken”in hangi tarımsal ürüne
denk düştüğünü ve hangi topluluğun tanım türü olduğunu anlayacağız.
Bu nedenle, Eski Ahit’te Musevilerin ‘Gökten gelen, kişmiş benzeri bir
‘ürün’ olarak tanıttıkları ‘Man Ekmeği’ de, muhtemelen bir toplum
birimin insan kurbanları ile ilgiliydi. İlerde göreceğiz ki, tam da bu
nedenle, tanrı, birden bire onlara ‘man ekmeği’ verir ve 40 yıl kadar
sonra da, yine birden bire bu ‘man ekmeğini’ keser!
Bu bakımdan ‘Yaban Otu’ da, ‘kişmiş benzeri Man ekmeği’ de doğadaki
meraların ürünü haline gelmeden önce,basbayağı farklı toplum
birimlerin tanımı ve daha sonra da onların totemi idi !
İncil’lerde, ‘Man Ekmeği’ açıkca, İsa’nın Bedensel varlığı ile
eşitlenir ve İsa’nın bedensel varlığı ‘Gökten gönderilmiş kutsal
yiyecek’ olarak tanımlanır; ‘Man ekmeği’nin alternatifi olarak,
“gerçekten Gök’ten gönderilmiş ekmek” haliyle tanımlanır.
Safa Kaçmaz, 27.9.2008
x
Değerli liste üyeleri..
“Yaratılış” anlatımlarının temel kavramlarını tanımak ve bu anlatım
tarzlarını eski Mezopotamya tarihine oturtarak anlayabilmek çok
önemli… Aşağıdaki yazılar daha önce yayınlanmıştı ama, yeniden
anımsatmamın anlayışla karşılanacağını umarım.
Bu arada, bu yazıların birinde, kısmen Cebrail/Cibril konusunda da
değinilmektedir.
Selamlar,saygılar..
***
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-1
Eski toplumu ve onun bir parçası olarak dinleri ele alırken, dinler
üstü ve etnisite üstü kalmaya özen göstermek zorundayız. Çünkü
Hıristiyanlık cephesinde durarak, İslama karşı çıkmak “dine karşı”
çıkmak olmayacağı gibi, farklı mezhepler yanında durarak Sunni İslamın
eleştirisi de, “din eleştirisi” olmuş olmaz.
Diyelim ki, insanbilim alanında çalışırken, tarihte, eski Türk
toplulukların bir bölümünde, babanın mirascı olan en küçük oğlunun,
babanın karılarını da, yani bugünkü kavramlarımızla “analarını” da,
miras olarak karılığa aldığını açıklamak gibi bir yükümümüz var. Bunu,
bugünkü moral değerleri bakımından “teşhir” amacıyla yapmıyoruz; bu,
bilimsel objektiflik gereğidir. Çünkü ancak böylece eski toplumun,
örgütlenme ve miras ilişkisinin temel mantığını ve gerekçelerini açığa
çıkarabiliriz.
Bu özellikteki bir çalışmayı yürütürken, eski toplumun bugünkü
toplumlara etkilerini ve ara bağlantılarını ortaya koymaz isek, sadece
genel, “etliye ve sütlüye dokunmayan” türde çalışmalar ortaya çıkar.
Oysa biz, ancak, “etliye de, sütlüye de dokunan” çalışmalar
yapabildiğimiz oranda, eski ve modern toplumun bazı yargıları ve
uygulamaları ve onların kaynakları hakkında yeni yorumlara
ulaşabilmenin yollarını açabiliriz.
Diyelim ki, Avrupa ülkelerinde Koyun-kuzu tüketimi zayıflığını,
sadece, “koyun etinin yağlı olması” gibi bir gerekçeyle açıklamayı,
Çetin Altan gibi insanlar yapsın. Avrupa hayranlığı, Avrupalıların
her davranışında “bilimselcilik” aramak gibi yansıtılmıştır . Oysa
Fıransız veya İtalyan şarapcılığı ; Alman biracılığı, Rus votkacılığı
sadece coğrafi koşullarla açıklanamayacağı gibi, Avrupa’da kuzu-koyun
tüketim zayıflığı da, koyun etinin yağlı olmasıyla açıklanamaz. Çünkü
domuz’un çok daha yağlı olduğunu biliyoruz ve domuz eti tüketimi bütün
bu ülkelerde bir numaradır. Demek ki, konumuz, basitçe “yağlı et”
konusu değildi ve burada, İsa’ya “Kuzu İsa” diyerek tapınmanın etki
ve rolünü araştırmak, hiç de insanları “rencide etmek” amaçlı
olmayacaktır.
Hiristiyan dünyada yaygın şarap içimi de, diyelim ki, Fransızların
sihhatlerinin kadrini bilmeleriyle açıklanamaz. Çünkü çalışmalarımız
boyunca gördük ki, “Tufan”dan sonra, Eski Ahit’in Nuh’u, anlatıma
göre, etrafın “çamur” falan olmasına hiç aldırmadan, “gemi”den çıkar
çıkmaz üzüm yetiştirmiş, o üzümden şarap üretmiş, sonra da bu şaraptan
iyice içip, sarhoş olmuş ve çadırında çırıl çıplak yatmıştı, falan.
İncelemeler içinde görüyoruz ki, “üzüm salkımı” kutsaması, günümüzde
bile Suryani kilisesinde ayinsel olarak gerçekleştirilmekte;
Artemis’in “memeleri” doğrudan doğruya bu üzüm taneleri olarak
bulunmakta, Alevi edebiyatında “bir üzüm tanesinin kırk’lar arasında
paylaştırılması” motifi işlenmekte; Babil, “asma bahçeleriyle” meşhur
olmakta; “şarap” Hıristiyan kutsamalarının iki temel aracından biri
olarak kullanılmaktadır. İsa’cı Yeni Ahit’te, “üzüm asması” özel
vurgularla yer almaktadır ve bütün bunlar arasında kurulması
kaçınılmaz olan bağlantıyı açıklığa kavuşturmak gereklidir. Burada
bize düşen, bu bağlantıları kurarak bir toplumsal ve dini tarih
oluşturmak ve konumuzun içine, dinsel anlatımlara, farklı bir bakışla
yeniden girebilmektir.
Avesta’da yazılı olan dine inançlı bazı eski toplulukların “Köpek”
totemiyle olan ilişki biçimlerini ele alınırken, bu hayvan şimdi pek
makbul sayılmıyor diye, konu ele alınmaktan çekinilirse, o zaman,
Muhammed”in dininin “kadın, eşek, köpek” bağıntısı doğru kurulamaz ve
eski hayvan totem tapınımın sonraki kalıntıları izlenemez. Bazı
toplulukların, günümüzdeki köpek düşkünlüğünün tarihsel nedenlerini de
doğru tanımlayamadığımız gibi, Yezidi topraklarında, ailelerin veya
insanların köpek beslemesini bir yana bırakalım, köpek görmekten,
köpeğe dokunmaktan çekinen tutumlarının “cehalet” dışındaki
“gerekçe”leri de açıklanamaz. “Cehalet” gerekçesi ise, aslında sağlam
tarihsel ve toplumsal gerekçeler açıklayamamanın bir örtüsüdür.
Bunlar, insanları tedirgin edecek konular olmakla birlikte, eğer bir
takım uydurmalarla “durumu izah etmek” yoluna gitmeyeceksek, ele almak
zorunda olduğumuz noktalardır ve teşhir amaçlı, teşhir hedefli
değilidir. Tamamen bilimsel, kaynakları bütün çıplaklığıyla ortaya
koyan bir çalışmanın parçalarıdır.
Eski Ahit’e göre, “Adem ve Havva’nın yaratılışı” sırasında, Tanrının
bir “ağacı” ve “bu ağacın ürününü” onlara yemeyi yasakladığını
biliyoruz. Yazar veya düşünürlerin en ateist olanları bile, bu
anlatımda, en fazla, tarihteki “yasak” bilincini, “bazı yiyecek
yasakları”nı saptamanın ötesine geçememişlerdir. Bu son derece
yüzeysel bir yaklaşımdı ve Eski Ahit’te yazılı olanların doğru
“okunamamasına” bağlıydı.
Çünkü Eski Ahit’in kendi sözleri, sadece “yasak ağaç”tan değil,
“yenilmesi bilgelik kazandıran ağaç”tan bahsediyordu. “Ürün-meyve”
ise, sadece bilinen “meyve”ler anlamıyla değildi; “hayvan ve kadın
rahminin ürünü” olan “çocukları” da kapsıyordu. Bu anlatımda,
başlangıçta “Gözü kapalı” olan Adem ve Havva , “meyveyi yer yemez” ,
bilgelik kazanmış olmaları anlamında “gözleri açılıyor”du.
Dinsel anlatımda bu tür noktaları saptadığımız anda, Eski Ahit’in,
daha önce anlaşılan anlamları birden bire ve temelden değişir. “Gözün
açılması” bilgelik kazanma kavramına bağlanır; Göz kapalılığı ise
“cehalet”le eşleşir. Böyle bir durumda ise, Eski Ahit’te, “madem
Adem’in ve Havva’nın gözü kapalıydı, o zaman ‘meyveyi’, görmeyen
gözleriyle nasıl buldular?”, “Tanrı onlara yasak Ağacı nasıl tarif
etti?” gibi sorular anlamını bütünüyle yitirir. Bu tür sorular,
Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın kitap sayfalarında kalır. Dinsel
yazına “hurafe”, “masal” diye, çok genel bir değerlendirmede bulunan
düşün adamlarımızın, bu iddialarının, aslında onların, dinsel
metinleri “okuma”yı bilmemelerine bağlı olduğu açığa çıkar. Eski
Ahit’in bozulmuş anlatımı ardında, binlerce yıl önceki ayinlerin,
“cehalet”ten “bilgeliğe” geçiş ritüelinin; bu ritüeldeki cocuk
yamyamlığının görüntüsü belirginleşmeye başlar.
Böylece Akado-sammaru yazınında hep karşımıza çıkan ve “İgigi” ve
“Annunaki” gibi iki temel tanrısal kavramın anlamları da açıklık
kazanacaktır…
O zaman ilginç biçimde görürüz ki, “İgigi” cahil, ve kabasaba
anlamıyla ve literer olarak “Kara göz” , “gözü kapalı”, yani “cahil”
kişinin bir anlatım türü olarak kullanılıyor olmalıydı. Eski
kayıtlarda, bu arada Kuran’da da kullanılan “cehalet” kavramı da, bu
nedenle “gözü kapalılık” anlamında olmuş olmalıydı.
Eski Ahit’in anlatımı, bizi eski İgigi, Gözü kara, kara Gözlü, cahil ,
“görmeyen” anlamıyla buluştururken, oradaki ritüelin kafamızda tam
şekillenişini de ,bize Bektaşi “geçiş ayinleri” sağlamaktadır. Çünkü
“cahillikten bilgeliğe”, bilgisiz bir insandan Tanrısallığa, Tanrılığa
geçiş olarak yaşanmış olması gereken eski geçiş ritüellerinin nasıl
olabileceğini, en canlı haliyle bize, Bektaşi geçiş ayinleri
vermektedir. Muhtemelen epey bozulmuş bir halde… Ama yine de,
“bilgelik”, “cehalet”, “göz bağlama”, “göz açma”, “çıplak iken
giyinme” gibi motiflerin geçtiği bu ayinleri artık tanıyoruz. Bunlar
bizi Mezopotamya’nın 5000 yıl kadar önceki tarihiyle buluşturabildiği
gibi, Bektaşiliğin kaynaklarının da bu çok eski tarihte aranması
gerektiği bilincine ulaştırır.
“Museviliğin ilk tek tanrılı din” olduğu çok yaygın ve hatalı
doğmalardan birisidir ve bunun da yıkılması gerekiyor. Bu Museviliğe
karşı özel bir düşmanlık taşımaktan ötürü değildir. Bu konuların
açıklanması çabası içinde de göreceğiz ki, Bektaşilik, “pençe”
edebiyatıyla, “bilim” ile olan ilişkisi bakımından, örgütleyici bir
kast özelliğiyle, en eski kült kaynaklarına bağlanır..
**
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-2
28.2.2008
Bektaşi-Alevilik inanç alanı içinde durarak yapılmış bir
“Sunni İslam eleştirisi” de, tam anlamıyla bir “din eleştirisi” olmuş
olmaz. Alevi-Bektaşi inancı argümanlarıyla bir “İslam eleştirisi”nde,
birçok doğru husus dile getirilmiş olsa bile, burada, henüz genel
olarak bütün “dinlere karşı” bir eleştiri noktasında durmuş olmayız.
Bu, çok açık bir nokta olmalıdır.
“Musahiplik” konusunun ön kaynaklarının araştırılmasında olduğu gibi,
ateş-güneş kült topluluklarına yönelik “yıkanmama” eleştirisinde de,
dayanılması ve yorumlanması gereken kaynaklar, erken dönemlerdeki
ritüel tanımlamalarıdır. Bunların dinsel yazındaki yansıma
biçimleridir. Bu noktada ,”Aleviliğin kökenleri…” falan diye
yayınlanmış kitaplar, özellikle de “…Hazreti Ali…” diye
başlayanlar
beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor ve onları çok zorunlu kalmadıkça okuma
ihtiyacı da duymuyorum. Hiristiyanlığın, İslamın, onların
mezheplerinin kökenlerinin açığa çıkarılması çalışmasında, farklı
dinlerin günümüzdeki uygulama veya davranışları, her zaman için,
sağlam veriler barındıramaz. Çünkü eski dinlerin bugünkü uygulamaları
zaten oldukça dönüşmüş durumdadır.
Diyelim ki, dinsel özelliğiyle “su” ile arınma konusu…
Burada, İsacı bazı ön toplulukların, Ürdün Nehri Vaftizcisi Yahya
üzerinden gelen inanç ve uygulamalar yoluyla şimdiki Hıristiyanlık ve
Yeni Ahit içinde kendilerine yer bulmuş olduklarını görmüştük. Fakat
eski ateş tapımcısı ön topluluklar arasında “ateşle vaftiz” o kadar
güçlü idi ki, Bu toplulukla rın temsilcileri, İncillerde, bizzat
Yahya’ya, İsa’nın bundan sonra imanlıları “ateşle vaftiz etmeye gelen”
olduğunu söyletmişlerdir. Anlıyoruz ki, “ateş ve su” vaftiz türü, eski
ateş ve su-nehir, “tatlı su” tapınması, yani kurbanların ateşte
yakılması ve nehirlere atılması biçimli davranışların bir devamı idi.
Hıristiyanlık içinde toplanan sentez toplum birimlerde bu bakımdan,
hem “ateşle arına” ve hem de su ile arınma” yan yana, bazan bir
bazan öteki öne çıkarak yer alıyor; iç içe geçiyordu. Bu nedenle Su
vaftizcisi Yahya’ya, “sonra gelecek olan” İsa’nın imanlıları
arıdırmak için “ateş vaftizini” kullanacağı söyletilmişti ve yine
aynı nedenle de İsa, “sen sonraki vaftiz biçimini anlatmayı bırak,
şimdi ‘kitapta yazılı olan’ su vaftizini yerine getir” anlamında
sözler ederek Yahya’nın Ürdün nehrindeki vaftizden geçmişti…
Bu tür sözlerin anlamı sadece, eski “ateş” ve “Su” tatlı su- tuzlu su
(? Nehir, Deniz…) kült toplulukları ve onların kurban sunum ve
kurban
hazırlık biçimlerini ayrıntılı olarak tanıyabildiğimiz ölçüde
anlaşılır özellik kazanabilir. Ve ancak böylece, dinsel edimler olarak
su, ateş, toprak ile abdest, su ile abdest; “cünüp abdesti” vb.
yoluyla ‘temizlenmek’ kavramları, fiziki bir temizlik konusu değil
fakat dinsel açıdan “arınma” kavramları olarak belirginleşirler.
İslami abdestin ve o abdestle arındırılan organların erken
biçimlerinin “sağ el”, “sol el”, “sağ kulak, sol kulak”, ayaklar,
burun vb. olarak erken ön biçimlerini Avesta’larda keşfetme olanağı da
böylece ortaya çıkarılabilir. “El, ayak, burun, kulak, yanak, baş,
göz” gibi eski adak ve “mühürlü” (damgalı) organların bu özelliklerini
tanımadan, onların “arındırılması” işleminin İslami abdestte
merkezileşmiş sembolik hale gelmiş yapısını kavrayamayacağımız gibi,
Eski Ahit’te, Tanrı(lar)ın “her şeyi” yarattıktan sonra, ikinci bir
Yaratış seansında, özel olarak, neden “yağmur” veya “Gök’ün
çiğleri”ni ; “yaban ot”larını yaratmış olduğunu; bunların neden “eksik
kalmış” olarak değerlendirildiğini de anlayamayız. Erdoğan Aydın gibi
yazarlarımız, dinlerin eski kaynakları ve anlatım tarzları hakkında
sağlam bir görüşe sahip olamadıkları ve dinlere eski toplumun
uydurmaları olarak yaklaştıkları için, “İslamiyet ve Bilim” adlı
gayri-
bilimsel kitaplarında ” Rüzgar ve Yağmura İlişkin Kur’an’ın
Yaklaşımı” (s.193) gibi özel bir bölüm eklerler ve Tanrının “yağmur”u-
rahmeti var etmesinin “bilim dışılığı” üzerine “masal” anlatmaya
devam ederler. Kuran’da aktarıldığı biçimiyle “Allah’ın özel olarak
“ölçülü yağmur” falan yaratması elbette, bilim dışı bir anlatımdır.
Fakat burada sorun başkadır: Allah’ın, özel olarak, neden “ölçülü bir
yağmur-rahmet” yağdırdığını; Hıristiyanlığın “serpmelik kan ve su
vaftizi”nin anlamını , biz ancak Hıristiyanlık içindeki önemini
tanıyarak çözümleyebilirdik. Konuyu, Akado-Sammaru kayıtlarındaki
“Kuzey Rüzgarı ve Güney Rüzgarı”nı ; Sabi dininde “Kuzeye tapınma” ve
“Güneye tapınma”yı yerlerine oturtabilir ; Kuran’ın “Kuzeyin
adamları”nı , “Güneyin adamlarını” Cennetlik ve Cehennemlik diye
ayırması arasındaki bağlantılarını kurabilirdik.
Bütün bunları iğneyle kuyu kazarcasına, sabırla ve ancak yeni bir
yaklaşıma sahip olarak gerçekleştirilebilecek “yeni okuma tarzıyla”
yapmaya çalışıyoruz. Burada, herhangi bir mezhebi, müminlerini “suyla
arındığı” için olumlama veya “suyla arınmayı günah gördüğü” için
olumsuzlama konumunda değiliz. Çünkü aslında bu arınma biçimlerinin,
takipçisi olduğumuz toplulukların özel bir tercihi olmadığını; bundan
ötürü onları ve kendimizi suçlayamayacağımızı biliyoruz.
Sunni İslam tarafından, ateş aracılığıyla arınma türünü uygulayan
ateş-
güneş tapımcısı toplulukların devamı olan bazı Ortodoks, Şia, Alevi,
Bektaşi topluluklara karşı sürdürülen ‘yıkanmama’ eleştirilerinin de
kaynağı buydu. Buradaki “yıkanmama” fiziki bir temizlik konusu değil;
dinsel arınma ile ilgiliydi. Dinsel arınmayı “ateş”le sağlayan
topluluklar için su elbette ki karşıt bir arınma aracı idi ve onlar
için “günah”tı. Bunu “ateşin suyla söndürülmesi”ni günah addeden bütün
inanç guruplarında saptamamız mümkündür.
Sayın M. İlmiye Çığ, su’yla veya ateş’le arınmanın dinsel karakterini
ve kaynaklarını yeterince göremediği için, bir dinsel edim öncesi ”
ellerin suyla yuvulması”, “arınmış ellerle tanrıya dua” gibi motifsel
kavramlardan yola çıkarak, “Sümerlilerin çok temiz oldukları” gibi,
konuyu fiziksel temizlik, fiziksel kirlilik alanlarında ele almıştır.
Sunni İslamın , Alevi, Yezidi inancının erken ateş tapınımcı
özelliğinden yola çıkarak “…. yıkanmazlar” türündeki temeli,
bozulmuş
arınma biçimlerine dayanan bir eleştirisine karşı, derhal savunmaya
geçerek, bunun “Alevilere bir iftira” olduğu düzeyinde bir savunma,
Alevilik-Bektaşilik inancının erken kökenlerini tanımayı da
engelleyecektir.
Bu tür inceleme alanlarınının erken kökenlerine ait kaynak yazıları
biz, TvT sayfalarında yayınlamış durumdayız. Oralarda görmüştük ki,
eski Mezopotamya topluluklarının ateş-güneş tapınmacısı olanların
temel arınma aracı ateşti ve ateş kült temsilcisi dini erkânın bir
bölümünün eline, ayağına, özellikle “su değmemesi” gerekiyordu.
Dolayısıyla “…yıkanmama” eleştirisi böyle bir arka plana
dayanıyordu.
Eski Mezopotamya topluluklarının totem ağaç-bitkilerine bağlı olarak,
Adapa anlatımında da, vücüdunun “zeytin yağıyla arındırılması”
işlemini görmüştük. Kutsal Zeytin yağı ve Barış sebolü Zeytin
motifleri, bir dizi farklı uygulama olarak , Hıristiyanlık ve İslamda
kendine yer bulmuştur. İslami orucun “zeytinle açılması”, hiç de
zeytin’in ürünsel özelliğine bağlı değildir. Hıristiyanlıktaki “kutsal
zeytinyağı”, hem vaftiz aracı olarak kullanılmakta ( Şili diktatörü
Pinoşe de “ölmeden önce”, “başını”, zeytin yağ ile arındırmıştı) ; hem
de “barış sembolü” olmaya devam etmektedir. Edirne pehlivanlarının
yağlanması geleneğininin kaynaklarını da, başka bir alanda değil, bu
noktada aramak yararlı olacaktır. Tıpkı, Adem ve Havva’nın “ayıp
yerlerini” örten yaprakların, farklı anlatımlarda, özellikle farklı
bitki yaprakları ile örtme edimlerinin kaynaklarının da eski
toplumdaki “bitki-meyve” totemlere bağlı olması gibi…
**
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-3
27.2.2008
Herhangi bir dini metinin veya kavramın analizine ilişkin olarak
nasıl bir yöntem kullanıldığımızı ,genel hatlarıyla daha yakından
tanımakta yarar var. Belki böylece bazı noktalarda ortak dil oluşturma
işinde ilerleyebilir ve belki gereksiz çekince veya ithamlardan uzak
durabiliriz.
Örneğin, Musahiplik bağıntısında kullandığımız bir bölümde,
anımsayacağımız gibi, “Münafık”, “Merdut” ve “Yezid”e ilişkin
tanımlamalar bağıntısında, Şeyh Sâfî ve Şeyh Sadreddin arasındaki
konuşmaya ilişkin bir bölüm şöyleydi:
“….’Münafık’ odur ki bu dâire-i ayn-ı cem derûnunda olan sırları
ifşâ
edip ara yerde söz gezdirir. ‘Münafık’ diye ona derler.
‘Merdut’ odur ki evvelâ ‘haktır’ diye ikrar eder, badehu ikrarına
sahib-i kadem olmaz, ikrarından döner, ‘merdut’ diye ona derler.
‘Yezid’ odur ki hiçbir nesneden haberi yoktur, ‘Yezid’ diye ona
derler…”
Burada kullanılan kavramları tek başlarına ele aldığımızda, elbette
kavramlara ait olarak bazı gerekçelendirmelere sahip olabiliyoruz.
Fakat yine de sadece Bektaşi edebiyatına ait belgeler üzerinden
bunları tam olarak tanımak olanaklı değildir.
Şimdilik dikkatimizi “Yezid” tanımlaması noktasıyla sınırlayalım.
Buradaki “Yezid” tanımında, Yezid olanın neden ötürü, “nesne”den
haberli olmayan birisi olarak tanımladığını anlayamayız. Daha
doğrusu “nesne”nin bir Yezid tanımlamasında referans olarak,
tanımlayıcı olarak kullanılmasının yerini saptayamayız. Fakat yine de
anlarız ki, “Nesne”, Yezidin tanımlanmasında merkezi, hatta tek
belirleyen olarak kullanılmaktadır.
“Nesne”ye yani “cisim”e, Bektaşi edebiyatında rastlamıştık.
Burada, “felsefi” çıkarımlar üzerinden “derin” yorumlarda bulunmak
mümkün elbette. Fakat işin o bölümünü, hiç olmazsa şimdilik geriye
atalım. Kavramları, onlar henüz felsefi evrim ve içerik yoğunlaşması
geçirmeden önceki erken, çıplak anlamlarına doğru bir yolculuk içinde
tanıyalım.
O zaman göreceğiz ki, bu tanımlamada kullanılan “Yezid”in belirleyici
unsuru olarak yansıtılan “nesneyi tanımama” özelliği, bilgisizlikle
ilgili değil ; onu “reddetme” anlamındaki bir “tanımama” idi. Ve
doğrudan doğruya, Avesta’da da durmadan sözü edilen “maddi dünya” ve
“ruhani dünya” ikilemindeki “maddi, cismani dünya”nın farklı bir ifade
edilişin farklı bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktaydı.
“Nesneyi tanımama” vurgusundaki “redçilik” ise, bizi doğrudan
doğruya, “Adem’e secde etmeyi red eden Şeytan” motifine ulaştırır.
İncelemeler içinde görmüştük ki, Kuran’ın tanrısı, Adem’i yarattıktan
sonra, Melek, Cin, Şeytan gurubunun “Adem’e secde etmesini” istediği
bir ritüel düzenlediğinde, bu ritüelde Adem, bir takım varlıklara,
nesne’lere, varlık’lara “ad vermiş”, onları adı ile çağırmış, onlar da
artık bu ad’lar ile anılmışlardı. Bu anlatım tarzı, dinsel yazında
“cismani, nesnel dünya”nın “yaratılış” anına ilişkindi. Bu ritüelde,
İslami anlatıma göre, Şeytan dışındaki öteki melekler ve-ya cinler bu
“nesnelere” Adem’in verdiği “ad”ları yani “tanımlayıcı kavramları”
tanımış; yani “ittifakın bir tarafı” olmuşlar ve bu anlamda da
“Adem’e secde etmişler”di. Bu ittifakı tanımayan ve bu anlamda
“nesnelere verilen adları”, dolayısıyla nesne’leri “tanımayan”-
tanımayı kabul etmeyen sadece Şeytan’dı. O , Adem’e tapınmayı
reddettiği gibi ; “mahlukat”ı, “beşer”i de tanımayı reddetmişti.
“Beşer”, genel olarak “insanlık” değil, bir dizi “insanlık”
tanımlarından sadece birisi idi.
“Mahlukat” ise, her türlü “hayvan”, “kuş” ve “sürüngen” değil, onların
sadece somut bir bölümü idi ve bu yüzden de Eski Ahit, “Yaratılış”
ritüelini aktarırken daima, “deniz canavarları”, “Yeryüzü hayvanları”,
“Gökte uçan kuşlar” gibi niteleyici ifadeler kullanmaktaydı. Bunların
çok somut totem hayvanların ifade edilmesi olduğunu artık biliyoruz.
Bu ifadelere dikkatle baktığımızda, orada “Gökte uçmayan kuşlar” gibi
bir kategori olduğunu görürüz. Bu ifade nedensiz değildi ve bu yüzden,
“Gökte uçmayan kuş”lar kategorisindeki “Horoz-tavuk-civciv”, “Tavus
kuşu, Hindi” gibi totem sahibi topluluklar, Eski Ahit’in aktardığı
“Adem” cinsini ve Adem topluluğuyla yapılan ittifakı tanımamışlardı.
Sabii’lik’te “horoz” tapınımı ; Suryanilikte, Yezidilikte “tavus
kuşu, Horoz, Hindi”nin merkezi roller üstlenmesi, bizi, Bektaşi
tanımındaki bu somut “Yezid”in kimliğine doğru yöneltmektedir.
Tam da bu nedenle, Eski Ahit’in ve Kuran’ın tanrıları, Avesta’da
tanımlanan “Kara kış” türü ; Yeni Ahit’te tanımlanan “Veba, Yangın,
Afet” türü ritüellerin eşdeğeri ve fakat farklı bir biçimi olan “sel
Tufanı”nda, sadece “İnsan” değil, “yerdeki hayvanların ve gökte uçan
kuşlar” da, bu tanrısal “yok edişin” özel hedefi haline gelebiliyordu.
Tufan anlatımlarında bu noktayı ele almıştık zaten. Fakat, “İslam
eleştirmeni” yazarlarımız Tufan’ların bir insan kurban ritüeli; bu
anlamda iman tazeleme, ittifak yineleme ritüelleri olduğunu fark
edemedikleri için, ne Avesta’nın “Kış- Kıyamet”ini ; ne İncillerin
“Apokalips”ini, ne Hitit “Veba salgınları”nı, ne Eski Ahit’in ” Arı ve
sinek saldırılarını”, birer Tufan, “kıyamet” ve “yeniden var oluş”
türü olarak saptayabilirler ve ne de Tanrının Musevi ve İslami
anlatımdaki Tufan’da “insan”ın yanısıra , “hayvan ve kuşları” da
neden “cezalandırmış” olduğunu! Dolayısıyla bu ayinlere katılım, bir
“tanıma ve tanınma” edimiydi aynı zamanda. Böylece anlarız ki,
“nesneyi” ve muhtemelen “insan”lıkın bir biçimi olan “beşeri”
tanımayan bu “Yezid”, Tufan’ın da bir tarafı değildi. Böylece anlarız
ki, Yeni Ahit-İncillerde eğer bildiğimiz “Tufan” anlatımı fazla
önemsenmemiş, yerine “Apokalips” konulmuş ise nedeni bu olmalıdır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Apokalips)
Aynı biçimde, alıntımızda ifade edilen “Yezid”in “nesne”yi
“tanımaması” ile “beşerin Adem’ini” de tanımayışı paralelliği açıktı.
Bunu, eski yaratılış anlatımlarında “tek bir Adem” kurgusu bulunduğunu
varsayan yorumlarla kavrayamayız. Oysa, Sabilikle ilgili aktardımız
yazılarda görmüştük ki, onlar hiç de Eski Ahit ve-ya Kuran’ın
aktardığı bir Adem tanımına sahip değillerdi:
“Bir de ileri sürerler ki, Adem de, insanlardan herhangi bir kimse
gibi bir erkek ve dişiden (doğmuştur). Bununla birlikte Adem’e büyük
saygı gösterirler. Ve derler ki, o, Ay (Kültü) peygamberiydi. Ve Ay
tapımına çağırmıştı (insanları). Onun toprak işlemeye (tarımcılığa)
ilişkin birtakım kitapları vardır. Yine Sabiller derler ki, Nuh da bir
Çiftçiydi (feIlah)…”
Bu noktayı giderek daha ayrıntılı bir temelde açıklayacağız ve dini
yazında, “su”dan, “ağaç”tan, “çamur”dan, “ol sözü”nden, “gök”ten,
“yer”den yaratılmış Adem’in, “Oğul”un, bir ve tek bir varlığa; aynı
toplum birimlere ilişkin olmadığını daha ayrıntılı olarak göreceğiz.
Buradaki zorluğumuz , şimdiki Türkçe dağarcığımızda “İnsan” dışında
“İnsan” kavramını karşılayan kelimelerin giderek kaybolmuş
olmasıdır.Eski Mezopotamya toplulukları için İnsan-Nisa, sadece Nisan
bayramını kutlayan toplulukların “insan”ını tanımlıyordu.
Demek ki, Sabiiliğin Adem’i farklıydı ve hiç olmazsa köken itibariyle
onlar kendilerini, Musevi ve Muhammedilerin tanrılarının Adem’ine
dayandırmıyorlardı. Çünkü onların Adem’i, İnsan’ı, Hıristiyan
İncillerinde ifade edilen, diğer cins bir ‘insan-Adem’e, “Gökten
yaratılmış İnsan”a dayanıyordu. Bu bakımdan da, “Ruhsal dünyanın”
ürünü olarak “Maddesel dünya”nın “nesne”lerini hem bilemez ve hem de
“tanımaz”dı. “Gök” tapımcılığı jargonunun “Ateş, Ruh, Uçuculuk, Nur,
Nar, Har” gibi kavramlar merkezinde devam etmiş olduğunu görmüştük.
Suryani kilisesi tarafından kullanılan “Gabriel oğulları” ve “Yusuf
oğulları-İnsangiller” gibi ayrımlar bu temelde anlam bulurlar. Gerçi
İslam, süreç içinde karmaşıklaşmış bu temel dizgeyi yeniden
biçimlendirirken, ordan-burdan çok devşirmecilik yaparak da ortaya
koymuş; Kurandaki tanrı kelamlarını Muhammed’e Cebrail, Cibril
aracılığıyla taşıtmıştır ama, bu Cebrail-Cibril, aslında, İslam’ın
anlayışına göre Şeytan’ın bizzat kendisiydi. Akado-Sammaru
kayıtlarında, Gibil olarak, muhtemelen sonraki Habil, Kabel olarak
karşılaştığımız bu varlık, bir toplum birimin tanrısı, Tanrısalı;
fakat karşıt toplumun da düpedüz Şeytan’ı idi. Suryani kilisesinin
kullandığı kavramsal ayrımlarda “Gabriel oğulları” ve “Yusuf oğulları”
Habil-Kabil ; “Tanrı oğulları- İnsan oğulları”, “Yer ve Gök” , “Ruh ve
Madde” ayrımının bir öteki biçimidir ve kendileri de, muhtemelen bu
ayrımda, “Gabriel oğulları” safında; yani “Ruhani varlıklar” safında
yer alıyorlardı. Dolayısıyla da yine muhtemelen “nesne” bilmeyen,
“nesneyi, maddeyi” tanımayanlar kısımındaydılar. Zaten dini üstünlük
bakımından Süryani topluluğunun otoritesi açıktır. İsa’yı var eden
asıl çizginin de buradan geldiği, “Nasuralı İsa”yı, daha doğar doğmaz
yıldız falı yoluyla keşfedenlerin de onlar olmasından belli oluyor.
Avesta, daha doğru bir tanımlama ile, bize ulaşmış biçimiyle
tanıdığımız Avesta, daha sonra göreceğimiz gibi, birbirine zıt
kılınmış alt toplum birimlerin giderek aralarındaki zıtlık izlerinin
silinmeye başladığı dönemin bir anlatım biçimidir ve bu nedenle çok
eski kaynakların görece yeni bir yazılımıdır. Bunu, “insan cesedinin
defin biçimleri”ne baktığımızda görürüz. Eski Mezopotamya
topluluklarında defin işlemi, “toprağa gömme”; “yakma” , “dakma’lara
koyma” ; “arazide kurumaya ve ite-kuşa yedirmeye bırakma” vb.
tarzında birbirinden çok farklı olan ve birisi diğerini temelde
dışlayan halde ele alnıp uygulanıyordu. Onlarda “defin biçimleri”nden
birisi ya “günah” addediliyor, ya da öneriliyordu. Bu bakımdan Avesta
“saf” bir dini metin olarak bize ulaşmış olsa, bunlardan sadece bir
metot önerilmek ve ötekiler reddedilmek zorundaydı. Oysa orada farklı
biçimler, çelişmeli tarzda kabul ediliyordu. Defin işlemindeki bu
tür “çelişmeli” sözleri sıralayıp, Avesta’nın bir “masal” olduğunu
anlatmayı Erdoğan Aydın tarzında “din eleştirisi” yazanlar yapsınlar.
Biz ise orada, gerçek, eski ve farklı ön toplum birimlerin farklı ölüm
ve cenaze kültünün ayrıntılarını görürüz ve onların günümüzde yaşayan
kalıntılarını takip edebiliriz. MÖ. 3. binli yıllarda, ölüm ve cenaze
kültü, ilgili toplulukların kurban sunum biçimlerine bağlı olarak,
kesin çizgiler halinde şekillenmiş olmalıydı.
Bununla birlikte, Avesta yine de, ana çizgi bakımından “maddi dünya ve
manevi dünya” halindeki ikili ayrım üzerine oturmaktaydı. Bize ulaşan
Avesta’nın “Ahura Mazda”sı, daima “Maddi dünyanın Yaratıcısı” olarak
tanımlanır; Zarahuştra ne zaman Ahura Mazda’nın adını anmak istese,
ona, “Ey maddi dünyanın yaratıcısı” diye hitap eder:
“Ey Maddi Dünyanın Yaratıcısı, Sen, Kutsal Biri!
Mazda (şöyle) cevapladı:
” … Ey Kutsal Zarathuştra!”
Burada anlarız ki, karşımızdaki tanrı, sadece “maddi dünya”nın
yaratıcısıdır; Avesta’daki Ahura Mazda’mız “ruhani dünya”yı,
“yaratmamış”tır. Oysa biliyoruz ki, ister “tanrı dünyası” ve “insan
dünyası” haliyle olsun; ister “Adem ve Şeytan” haliyle veya “İnsanoğlu
topluluğu” ve “Cin-Şeytan topluluğu” haliyle ifade edilmiş olsun, eski
Mezopotamya topluluklarının ikili, düalist bir “dünya’lar” kavrayışı
bulunuyordu ve bu bazan “Ruh dünyası ve cismani dünya” veya “Gök ve
Yer” haliyle ifade ediliyordu:
” Ey Maddi Dünyanın Yaratıcısı, Sen, Kutsal Biri!
Orada (göksel) efendi (Ahura) ve (yersel) hükümdar kimdir?
Ahura Mazda (şöyle) cevapladı: ‘Urvatad-nara, Ey Zarathuştra!
Ve sen kendinsin Zarathuştra!’…”
Doğal olarak burada artık “Yer ve Gök”, “Ruhani ve Cismani” yapının
sentezleşme sürecinin ileri bir aşamasında bulunuyoruz. “Kıyamet”ler
aracılığıyla, ya “Dünya’dan yaratılmış olan İnsan-tanrı”,ya da
“Gök’ten yaratılmış İnsan-tanrı” dönemsel olarak “Yer ve Gök”ün
tamamının yönetimini eline geçiriyordu. Dinsel yazının bütün “Yer ve
Gök” edebiyatının temeli buydu.
“Ruh”un cismani özellik kazanması, yani sentezleşme sürecini, aynı
zamanda Bektaşi edebiyatında “kamil insan” oluşma süreci olarak da
görürüyoruz. Buna göre, en azından Bektaşiliğin bir kolu için, kendini
merkeze koyan bir “insan”ın oluşum süreci , “Ruhani” varlıktan (yani
“nesne”yi tanımayandan) “nesne” haline dönüşüm süreci şöyleydi:
“Orada önce madene (?!) uğrar.
Madenden murad mercandır.
Sonra nebata uğrar.
Nebattan murad hurmadır.
Sonra hayvana uğrar ki hayvandan murad at’tır.
Attan insana gelir ve ahsen-i takvim ile mükerrem olur.”
Bu aktarım tarzı, bunu böyle aktaran Bektaşilik kolunun, tarihteki ön
biçimlerinin “mercan”, “hurma”, “at” totem topluluklarından dönüşüm
sürecinin anlatımından başka bir şey değildi.
İnsanbilim kuralları yoluyla ulaştığımız genellemeler ışığında, bu
anlatım tarzı, bize aynı zamanda “hayvan-bitki totem” döneminin “en
eski döneme” ait olduğu yolundaki boş yargıların da yıkılmasının ne
kadar gerekli olduğunu gösteriyor.
Safa Kaçmaz, 1.10.2008
X
Değerli liste üyeleri..
“Yaratılış” anlatımlarının temel kavramlarını tanımak ve bu anlatım
tarzlarını eski Mezopotamya tarihine oturtarak anlayabilmek çok
önemli… Aşağıdaki yazılar daha önce yayınlanmıştı ama, yeniden
anımsatmamın anlayışla karşılanacağını umarım.
Bu arada, bu yazıların birinde, kısmen Cebrail/Cibril konusunda da
değinilmektedir.
Selamlar,saygılar..
***
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-1
Eski toplumu ve onun bir parçası olarak dinleri ele alırken, dinler
üstü ve etnisite üstü kalmaya özen göstermek zorundayız. Çünkü
Hıristiyanlık cephesinde durarak, İslama karşı çıkmak “dine karşı”
çıkmak olmayacağı gibi, farklı mezhepler yanında durarak Sunni İslamın
eleştirisi de, “din eleştirisi” olmuş olmaz.
Diyelim ki, insanbilim alanında çalışırken, tarihte, eski Türk
toplulukların bir bölümünde, babanın mirascı olan en küçük oğlunun,
babanın karılarını da, yani bugünkü kavramlarımızla “analarını” da,
miras olarak karılığa aldığını açıklamak gibi bir yükümümüz var. Bunu,
bugünkü moral değerleri bakımından “teşhir” amacıyla yapmıyoruz; bu,
bilimsel objektiflik gereğidir. Çünkü ancak böylece eski toplumun,
örgütlenme ve miras ilişkisinin temel mantığını ve gerekçelerini açığa
çıkarabiliriz.
Bu özellikteki bir çalışmayı yürütürken, eski toplumun bugünkü
toplumlara etkilerini ve ara bağlantılarını ortaya koymaz isek, sadece
genel, “etliye ve sütlüye dokunmayan” türde çalışmalar ortaya çıkar.
Oysa biz, ancak, “etliye de, sütlüye de dokunan” çalışmalar
yapabildiğimiz oranda, eski ve modern toplumun bazı yargıları ve
uygulamaları ve onların kaynakları hakkında yeni yorumlara
ulaşabilmenin yollarını açabiliriz.
Diyelim ki, Avrupa ülkelerinde Koyun-kuzu tüketimi zayıflığını,
sadece, “koyun etinin yağlı olması” gibi bir gerekçeyle açıklamayı,
Çetin Altan gibi insanlar yapsın. Avrupa hayranlığı, Avrupalıların
her davranışında “bilimselcilik” aramak gibi yansıtılmıştır . Oysa
Fıransız veya İtalyan şarapcılığı ; Alman biracılığı, Rus votkacılığı
sadece coğrafi koşullarla açıklanamayacağı gibi, Avrupa’da kuzu-koyun
tüketim zayıflığı da, koyun etinin yağlı olmasıyla açıklanamaz. Çünkü
domuz’un çok daha yağlı olduğunu biliyoruz ve domuz eti tüketimi bütün
bu ülkelerde bir numaradır. Demek ki, konumuz, basitçe “yağlı et”
konusu değildi ve burada, İsa’ya “Kuzu İsa” diyerek tapınmanın etki
ve rolünü araştırmak, hiç de insanları “rencide etmek” amaçlı
olmayacaktır.
Hiristiyan dünyada yaygın şarap içimi de, diyelim ki, Fransızların
sihhatlerinin kadrini bilmeleriyle açıklanamaz. Çünkü çalışmalarımız
boyunca gördük ki, “Tufan”dan sonra, Eski Ahit’in Nuh’u, anlatıma
göre, etrafın “çamur” falan olmasına hiç aldırmadan, “gemi”den çıkar
çıkmaz üzüm yetiştirmiş, o üzümden şarap üretmiş, sonra da bu şaraptan
iyice içip, sarhoş olmuş ve çadırında çırıl çıplak yatmıştı, falan.
İncelemeler içinde görüyoruz ki, “üzüm salkımı” kutsaması, günümüzde
bile Suryani kilisesinde ayinsel olarak gerçekleştirilmekte;
Artemis’in “memeleri” doğrudan doğruya bu üzüm taneleri olarak
bulunmakta, Alevi edebiyatında “bir üzüm tanesinin kırk’lar arasında
paylaştırılması” motifi işlenmekte; Babil, “asma bahçeleriyle” meşhur
olmakta; “şarap” Hıristiyan kutsamalarının iki temel aracından biri
olarak kullanılmaktadır. İsa’cı Yeni Ahit’te, “üzüm asması” özel
vurgularla yer almaktadır ve bütün bunlar arasında kurulması
kaçınılmaz olan bağlantıyı açıklığa kavuşturmak gereklidir. Burada
bize düşen, bu bağlantıları kurarak bir toplumsal ve dini tarih
oluşturmak ve konumuzun içine, dinsel anlatımlara, farklı bir bakışla
yeniden girebilmektir.
Avesta’da yazılı olan dine inançlı bazı eski toplulukların “Köpek”
totemiyle olan ilişki biçimlerini ele alınırken, bu hayvan şimdi pek
makbul sayılmıyor diye, konu ele alınmaktan çekinilirse, o zaman,
Muhammed”in dininin “kadın, eşek, köpek” bağıntısı doğru kurulamaz ve
eski hayvan totem tapınımın sonraki kalıntıları izlenemez. Bazı
toplulukların, günümüzdeki köpek düşkünlüğünün tarihsel nedenlerini de
doğru tanımlayamadığımız gibi, Yezidi topraklarında, ailelerin veya
insanların köpek beslemesini bir yana bırakalım, köpek görmekten,
köpeğe dokunmaktan çekinen tutumlarının “cehalet” dışındaki
“gerekçe”leri de açıklanamaz. “Cehalet” gerekçesi ise, aslında sağlam
tarihsel ve toplumsal gerekçeler açıklayamamanın bir örtüsüdür.
Bunlar, insanları tedirgin edecek konular olmakla birlikte, eğer bir
takım uydurmalarla “durumu izah etmek” yoluna gitmeyeceksek, ele almak
zorunda olduğumuz noktalardır ve teşhir amaçlı, teşhir hedefli
değilidir. Tamamen bilimsel, kaynakları bütün çıplaklığıyla ortaya
koyan bir çalışmanın parçalarıdır.
Eski Ahit’e göre, “Adem ve Havva’nın yaratılışı” sırasında, Tanrının
bir “ağacı” ve “bu ağacın ürününü” onlara yemeyi yasakladığını
biliyoruz. Yazar veya düşünürlerin en ateist olanları bile, bu
anlatımda, en fazla, tarihteki “yasak” bilincini, “bazı yiyecek
yasakları”nı saptamanın ötesine geçememişlerdir. Bu son derece
yüzeysel bir yaklaşımdı ve Eski Ahit’te yazılı olanların doğru
“okunamamasına” bağlıydı.
Çünkü Eski Ahit’in kendi sözleri, sadece “yasak ağaç”tan değil,
“yenilmesi bilgelik kazandıran ağaç”tan bahsediyordu. “Ürün-meyve”
ise, sadece bilinen “meyve”ler anlamıyla değildi; “hayvan ve kadın
rahminin ürünü” olan “çocukları” da kapsıyordu. Bu anlatımda,
başlangıçta “Gözü kapalı” olan Adem ve Havva , “meyveyi yer yemez” ,
bilgelik kazanmış olmaları anlamında “gözleri açılıyor”du.
Dinsel anlatımda bu tür noktaları saptadığımız anda, Eski Ahit’in,
daha önce anlaşılan anlamları birden bire ve temelden değişir. “Gözün
açılması” bilgelik kazanma kavramına bağlanır; Göz kapalılığı ise
“cehalet”le eşleşir. Böyle bir durumda ise, Eski Ahit’te, “madem
Adem’in ve Havva’nın gözü kapalıydı, o zaman ‘meyveyi’, görmeyen
gözleriyle nasıl buldular?”, “Tanrı onlara yasak Ağacı nasıl tarif
etti?” gibi sorular anlamını bütünüyle yitirir. Bu tür sorular,
Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın kitap sayfalarında kalır. Dinsel
yazına “hurafe”, “masal” diye, çok genel bir değerlendirmede bulunan
düşün adamlarımızın, bu iddialarının, aslında onların, dinsel
metinleri “okuma”yı bilmemelerine bağlı olduğu açığa çıkar. Eski
Ahit’in bozulmuş anlatımı ardında, binlerce yıl önceki ayinlerin,
“cehalet”ten “bilgeliğe” geçiş ritüelinin; bu ritüeldeki cocuk
yamyamlığının görüntüsü belirginleşmeye başlar.
Böylece Akado-sammaru yazınında hep karşımıza çıkan ve “İgigi” ve
“Annunaki” gibi iki temel tanrısal kavramın anlamları da açıklık
kazanacaktır…
O zaman ilginç biçimde görürüz ki, “İgigi” cahil, ve kabasaba
anlamıyla ve literer olarak “Kara göz” , “gözü kapalı”, yani “cahil”
kişinin bir anlatım türü olarak kullanılıyor olmalıydı. Eski
kayıtlarda, bu arada Kuran’da da kullanılan “cehalet” kavramı da, bu
nedenle “gözü kapalılık” anlamında olmuş olmalıydı.
Eski Ahit’in anlatımı, bizi eski İgigi, Gözü kara, kara Gözlü, cahil ,
“görmeyen” anlamıyla buluştururken, oradaki ritüelin kafamızda tam
şekillenişini de ,bize Bektaşi “geçiş ayinleri” sağlamaktadır. Çünkü
“cahillikten bilgeliğe”, bilgisiz bir insandan Tanrısallığa, Tanrılığa
geçiş olarak yaşanmış olması gereken eski geçiş ritüellerinin nasıl
olabileceğini, en canlı haliyle bize, Bektaşi geçiş ayinleri
vermektedir. Muhtemelen epey bozulmuş bir halde… Ama yine de,
“bilgelik”, “cehalet”, “göz bağlama”, “göz açma”, “çıplak iken
giyinme” gibi motiflerin geçtiği bu ayinleri artık tanıyoruz. Bunlar
bizi Mezopotamya’nın 5000 yıl kadar önceki tarihiyle buluşturabildiği
gibi, Bektaşiliğin kaynaklarının da bu çok eski tarihte aranması
gerektiği bilincine ulaştırır.
“Museviliğin ilk tek tanrılı din” olduğu çok yaygın ve hatalı
doğmalardan birisidir ve bunun da yıkılması gerekiyor. Bu Museviliğe
karşı özel bir düşmanlık taşımaktan ötürü değildir. Bu konuların
açıklanması çabası içinde de göreceğiz ki, Bektaşilik, “pençe”
edebiyatıyla, “bilim” ile olan ilişkisi bakımından, örgütleyici bir
kast özelliğiyle, en eski kült kaynaklarına bağlanır..
**
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-2
28.2.2008
Bektaşi-Alevilik inanç alanı içinde durarak yapılmış bir
“Sunni İslam eleştirisi” de, tam anlamıyla bir “din eleştirisi” olmuş
olmaz. Alevi-Bektaşi inancı argümanlarıyla bir “İslam eleştirisi”nde,
birçok doğru husus dile getirilmiş olsa bile, burada, henüz genel
olarak bütün “dinlere karşı” bir eleştiri noktasında durmuş olmayız.
Bu, çok açık bir nokta olmalıdır.
“Musahiplik” konusunun ön kaynaklarının araştırılmasında olduğu gibi,
ateş-güneş kült topluluklarına yönelik “yıkanmama” eleştirisinde de,
dayanılması ve yorumlanması gereken kaynaklar, erken dönemlerdeki
ritüel tanımlamalarıdır. Bunların dinsel yazındaki yansıma
biçimleridir. Bu noktada ,”Aleviliğin kökenleri…” falan diye
yayınlanmış kitaplar, özellikle de “…Hazreti Ali…” diye
başlayanlar
beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor ve onları çok zorunlu kalmadıkça okuma
ihtiyacı da duymuyorum. Hiristiyanlığın, İslamın, onların
mezheplerinin kökenlerinin açığa çıkarılması çalışmasında, farklı
dinlerin günümüzdeki uygulama veya davranışları, her zaman için,
sağlam veriler barındıramaz. Çünkü eski dinlerin bugünkü uygulamaları
zaten oldukça dönüşmüş durumdadır.
Diyelim ki, dinsel özelliğiyle “su” ile arınma konusu…
Burada, İsacı bazı ön toplulukların, Ürdün Nehri Vaftizcisi Yahya
üzerinden gelen inanç ve uygulamalar yoluyla şimdiki Hıristiyanlık ve
Yeni Ahit içinde kendilerine yer bulmuş olduklarını görmüştük. Fakat
eski ateş tapımcısı ön topluluklar arasında “ateşle vaftiz” o kadar
güçlü idi ki, Bu toplulukla rın temsilcileri, İncillerde, bizzat
Yahya’ya, İsa’nın bundan sonra imanlıları “ateşle vaftiz etmeye gelen”
olduğunu söyletmişlerdir. Anlıyoruz ki, “ateş ve su” vaftiz türü, eski
ateş ve su-nehir, “tatlı su” tapınması, yani kurbanların ateşte
yakılması ve nehirlere atılması biçimli davranışların bir devamı idi.
Hıristiyanlık içinde toplanan sentez toplum birimlerde bu bakımdan,
hem “ateşle arına” ve hem de su ile arınma” yan yana, bazan bir
bazan öteki öne çıkarak yer alıyor; iç içe geçiyordu. Bu nedenle Su
vaftizcisi Yahya’ya, “sonra gelecek olan” İsa’nın imanlıları
arıdırmak için “ateş vaftizini” kullanacağı söyletilmişti ve yine
aynı nedenle de İsa, “sen sonraki vaftiz biçimini anlatmayı bırak,
şimdi ‘kitapta yazılı olan’ su vaftizini yerine getir” anlamında
sözler ederek Yahya’nın Ürdün nehrindeki vaftizden geçmişti…
Bu tür sözlerin anlamı sadece, eski “ateş” ve “Su” tatlı su- tuzlu su
(? Nehir, Deniz…) kült toplulukları ve onların kurban sunum ve
kurban
hazırlık biçimlerini ayrıntılı olarak tanıyabildiğimiz ölçüde
anlaşılır özellik kazanabilir. Ve ancak böylece, dinsel edimler olarak
su, ateş, toprak ile abdest, su ile abdest; “cünüp abdesti” vb.
yoluyla ‘temizlenmek’ kavramları, fiziki bir temizlik konusu değil
fakat dinsel açıdan “arınma” kavramları olarak belirginleşirler.
İslami abdestin ve o abdestle arındırılan organların erken
biçimlerinin “sağ el”, “sol el”, “sağ kulak, sol kulak”, ayaklar,
burun vb. olarak erken ön biçimlerini Avesta’larda keşfetme olanağı da
böylece ortaya çıkarılabilir. “El, ayak, burun, kulak, yanak, baş,
göz” gibi eski adak ve “mühürlü” (damgalı) organların bu özelliklerini
tanımadan, onların “arındırılması” işleminin İslami abdestte
merkezileşmiş sembolik hale gelmiş yapısını kavrayamayacağımız gibi,
Eski Ahit’te, Tanrı(lar)ın “her şeyi” yarattıktan sonra, ikinci bir
Yaratış seansında, özel olarak, neden “yağmur” veya “Gök’ün
çiğleri”ni ; “yaban ot”larını yaratmış olduğunu; bunların neden “eksik
kalmış” olarak değerlendirildiğini de anlayamayız. Erdoğan Aydın gibi
yazarlarımız, dinlerin eski kaynakları ve anlatım tarzları hakkında
sağlam bir görüşe sahip olamadıkları ve dinlere eski toplumun
uydurmaları olarak yaklaştıkları için, “İslamiyet ve Bilim” adlı
gayri-
bilimsel kitaplarında ” Rüzgar ve Yağmura İlişkin Kur’an’ın
Yaklaşımı” (s.193) gibi özel bir bölüm eklerler ve Tanrının “yağmur”u-
rahmeti var etmesinin “bilim dışılığı” üzerine “masal” anlatmaya
devam ederler. Kuran’da aktarıldığı biçimiyle “Allah’ın özel olarak
“ölçülü yağmur” falan yaratması elbette, bilim dışı bir anlatımdır.
Fakat burada sorun başkadır: Allah’ın, özel olarak, neden “ölçülü bir
yağmur-rahmet” yağdırdığını; Hıristiyanlığın “serpmelik kan ve su
vaftizi”nin anlamını , biz ancak Hıristiyanlık içindeki önemini
tanıyarak çözümleyebilirdik. Konuyu, Akado-Sammaru kayıtlarındaki
“Kuzey Rüzgarı ve Güney Rüzgarı”nı ; Sabi dininde “Kuzeye tapınma” ve
“Güneye tapınma”yı yerlerine oturtabilir ; Kuran’ın “Kuzeyin
adamları”nı , “Güneyin adamlarını” Cennetlik ve Cehennemlik diye
ayırması arasındaki bağlantılarını kurabilirdik.
Bütün bunları iğneyle kuyu kazarcasına, sabırla ve ancak yeni bir
yaklaşıma sahip olarak gerçekleştirilebilecek “yeni okuma tarzıyla”
yapmaya çalışıyoruz. Burada, herhangi bir mezhebi, müminlerini “suyla
arındığı” için olumlama veya “suyla arınmayı günah gördüğü” için
olumsuzlama konumunda değiliz. Çünkü aslında bu arınma biçimlerinin,
takipçisi olduğumuz toplulukların özel bir tercihi olmadığını; bundan
ötürü onları ve kendimizi suçlayamayacağımızı biliyoruz.
Sunni İslam tarafından, ateş aracılığıyla arınma türünü uygulayan
ateş-
güneş tapımcısı toplulukların devamı olan bazı Ortodoks, Şia, Alevi,
Bektaşi topluluklara karşı sürdürülen ‘yıkanmama’ eleştirilerinin de
kaynağı buydu. Buradaki “yıkanmama” fiziki bir temizlik konusu değil;
dinsel arınma ile ilgiliydi. Dinsel arınmayı “ateş”le sağlayan
topluluklar için su elbette ki karşıt bir arınma aracı idi ve onlar
için “günah”tı. Bunu “ateşin suyla söndürülmesi”ni günah addeden bütün
inanç guruplarında saptamamız mümkündür.
Sayın M. İlmiye Çığ, su’yla veya ateş’le arınmanın dinsel karakterini
ve kaynaklarını yeterince göremediği için, bir dinsel edim öncesi ”
ellerin suyla yuvulması”, “arınmış ellerle tanrıya dua” gibi motifsel
kavramlardan yola çıkarak, “Sümerlilerin çok temiz oldukları” gibi,
konuyu fiziksel temizlik, fiziksel kirlilik alanlarında ele almıştır.
Sunni İslamın , Alevi, Yezidi inancının erken ateş tapınımcı
özelliğinden yola çıkarak “…. yıkanmazlar” türündeki temeli,
bozulmuş
arınma biçimlerine dayanan bir eleştirisine karşı, derhal savunmaya
geçerek, bunun “Alevilere bir iftira” olduğu düzeyinde bir savunma,
Alevilik-Bektaşilik inancının erken kökenlerini tanımayı da
engelleyecektir.
Bu tür inceleme alanlarınının erken kökenlerine ait kaynak yazıları
biz, TvT sayfalarında yayınlamış durumdayız. Oralarda görmüştük ki,
eski Mezopotamya topluluklarının ateş-güneş tapınmacısı olanların
temel arınma aracı ateşti ve ateş kült temsilcisi dini erkânın bir
bölümünün eline, ayağına, özellikle “su değmemesi” gerekiyordu.
Dolayısıyla “…yıkanmama” eleştirisi böyle bir arka plana
dayanıyordu.
Eski Mezopotamya topluluklarının totem ağaç-bitkilerine bağlı olarak,
Adapa anlatımında da, vücüdunun “zeytin yağıyla arındırılması”
işlemini görmüştük. Kutsal Zeytin yağı ve Barış sebolü Zeytin
motifleri, bir dizi farklı uygulama olarak , Hıristiyanlık ve İslamda
kendine yer bulmuştur. İslami orucun “zeytinle açılması”, hiç de
zeytin’in ürünsel özelliğine bağlı değildir. Hıristiyanlıktaki “kutsal
zeytinyağı”, hem vaftiz aracı olarak kullanılmakta ( Şili diktatörü
Pinoşe de “ölmeden önce”, “başını”, zeytin yağ ile arındırmıştı) ; hem
de “barış sembolü” olmaya devam etmektedir. Edirne pehlivanlarının
yağlanması geleneğininin kaynaklarını da, başka bir alanda değil, bu
noktada aramak yararlı olacaktır. Tıpkı, Adem ve Havva’nın “ayıp
yerlerini” örten yaprakların, farklı anlatımlarda, özellikle farklı
bitki yaprakları ile örtme edimlerinin kaynaklarının da eski
toplumdaki “bitki-meyve” totemlere bağlı olması gibi…
**
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-3
27.2.2008
Herhangi bir dini metinin veya kavramın analizine ilişkin olarak
nasıl bir yöntem kullanıldığımızı ,genel hatlarıyla daha yakından
tanımakta yarar var. Belki böylece bazı noktalarda ortak dil oluşturma
işinde ilerleyebilir ve belki gereksiz çekince veya ithamlardan uzak
durabiliriz.
Örneğin, Musahiplik bağıntısında kullandığımız bir bölümde,
anımsayacağımız gibi, “Münafık”, “Merdut” ve “Yezid”e ilişkin
tanımlamalar bağıntısında, Şeyh Sâfî ve Şeyh Sadreddin arasındaki
konuşmaya ilişkin bir bölüm şöyleydi:
“….’Münafık’ odur ki bu dâire-i ayn-ı cem derûnunda olan sırları
ifşâ
edip ara yerde söz gezdirir. ‘Münafık’ diye ona derler.
‘Merdut’ odur ki evvelâ ‘haktır’ diye ikrar eder, badehu ikrarına
sahib-i kadem olmaz, ikrarından döner, ‘merdut’ diye ona derler.
‘Yezid’ odur ki hiçbir nesneden haberi yoktur, ‘Yezid’ diye ona
derler…”
Burada kullanılan kavramları tek başlarına ele aldığımızda, elbette
kavramlara ait olarak bazı gerekçelendirmelere sahip olabiliyoruz.
Fakat yine de sadece Bektaşi edebiyatına ait belgeler üzerinden
bunları tam olarak tanımak olanaklı değildir.
Şimdilik dikkatimizi “Yezid” tanımlaması noktasıyla sınırlayalım.
Buradaki “Yezid” tanımında, Yezid olanın neden ötürü, “nesne”den
haberli olmayan birisi olarak tanımladığını anlayamayız. Daha
doğrusu “nesne”nin bir Yezid tanımlamasında referans olarak,
tanımlayıcı olarak kullanılmasının yerini saptayamayız. Fakat yine de
anlarız ki, “Nesne”, Yezidin tanımlanmasında merkezi, hatta tek
belirleyen olarak kullanılmaktadır.
“Nesne”ye yani “cisim”e, Bektaşi edebiyatında rastlamıştık.
Burada, “felsefi” çıkarımlar üzerinden “derin” yorumlarda bulunmak
mümkün elbette. Fakat işin o bölümünü, hiç olmazsa şimdilik geriye
atalım. Kavramları, onlar henüz felsefi evrim ve içerik yoğunlaşması
geçirmeden önceki erken, çıplak anlamlarına doğru bir yolculuk içinde
tanıyalım.
O zaman göreceğiz ki, bu tanımlamada kullanılan “Yezid”in belirleyici
unsuru olarak yansıtılan “nesneyi tanımama” özelliği, bilgisizlikle
ilgili değil ; onu “reddetme” anlamındaki bir “tanımama” idi. Ve
doğrudan doğruya, Avesta’da da durmadan sözü edilen “maddi dünya” ve
“ruhani dünya” ikilemindeki “maddi, cismani dünya”nın farklı bir ifade
edilişin farklı bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktaydı.
“Nesneyi tanımama” vurgusundaki “redçilik” ise, bizi doğrudan
doğruya, “Adem’e secde etmeyi red eden Şeytan” motifine ulaştırır.
İncelemeler içinde görmüştük ki, Kuran’ın tanrısı, Adem’i yarattıktan
sonra, Melek, Cin, Şeytan gurubunun “Adem’e secde etmesini” istediği
bir ritüel düzenlediğinde, bu ritüelde Adem, bir takım varlıklara,
nesne’lere, varlık’lara “ad vermiş”, onları adı ile çağırmış, onlar da
artık bu ad’lar ile anılmışlardı. Bu anlatım tarzı, dinsel yazında
“cismani, nesnel dünya”nın “yaratılış” anına ilişkindi. Bu ritüelde,
İslami anlatıma göre, Şeytan dışındaki öteki melekler ve-ya cinler bu
“nesnelere” Adem’in verdiği “ad”ları yani “tanımlayıcı kavramları”
tanımış; yani “ittifakın bir tarafı” olmuşlar ve bu anlamda da
“Adem’e secde etmişler”di. Bu ittifakı tanımayan ve bu anlamda
“nesnelere verilen adları”, dolayısıyla nesne’leri “tanımayan”-
tanımayı kabul etmeyen sadece Şeytan’dı. O , Adem’e tapınmayı
reddettiği gibi ; “mahlukat”ı, “beşer”i de tanımayı reddetmişti.
“Beşer”, genel olarak “insanlık” değil, bir dizi “insanlık”
tanımlarından sadece birisi idi.
“Mahlukat” ise, her türlü “hayvan”, “kuş” ve “sürüngen” değil, onların
sadece somut bir bölümü idi ve bu yüzden de Eski Ahit, “Yaratılış”
ritüelini aktarırken daima, “deniz canavarları”, “Yeryüzü hayvanları”,
“Gökte uçan kuşlar” gibi niteleyici ifadeler kullanmaktaydı. Bunların
çok somut totem hayvanların ifade edilmesi olduğunu artık biliyoruz.
Bu ifadelere dikkatle baktığımızda, orada “Gökte uçmayan kuşlar” gibi
bir kategori olduğunu görürüz. Bu ifade nedensiz değildi ve bu yüzden,
“Gökte uçmayan kuş”lar kategorisindeki “Horoz-tavuk-civciv”, “Tavus
kuşu, Hindi” gibi totem sahibi topluluklar, Eski Ahit’in aktardığı
“Adem” cinsini ve Adem topluluğuyla yapılan ittifakı tanımamışlardı.
Sabii’lik’te “horoz” tapınımı ; Suryanilikte, Yezidilikte “tavus
kuşu, Horoz, Hindi”nin merkezi roller üstlenmesi, bizi, Bektaşi
tanımındaki bu somut “Yezid”in kimliğine doğru yöneltmektedir.
Tam da bu nedenle, Eski Ahit’in ve Kuran’ın tanrıları, Avesta’da
tanımlanan “Kara kış” türü ; Yeni Ahit’te tanımlanan “Veba, Yangın,
Afet” türü ritüellerin eşdeğeri ve fakat farklı bir biçimi olan “sel
Tufanı”nda, sadece “İnsan” değil, “yerdeki hayvanların ve gökte uçan
kuşlar” da, bu tanrısal “yok edişin” özel hedefi haline gelebiliyordu.
Tufan anlatımlarında bu noktayı ele almıştık zaten. Fakat, “İslam
eleştirmeni” yazarlarımız Tufan’ların bir insan kurban ritüeli; bu
anlamda iman tazeleme, ittifak yineleme ritüelleri olduğunu fark
edemedikleri için, ne Avesta’nın “Kış- Kıyamet”ini ; ne İncillerin
“Apokalips”ini, ne Hitit “Veba salgınları”nı, ne Eski Ahit’in ” Arı ve
sinek saldırılarını”, birer Tufan, “kıyamet” ve “yeniden var oluş”
türü olarak saptayabilirler ve ne de Tanrının Musevi ve İslami
anlatımdaki Tufan’da “insan”ın yanısıra , “hayvan ve kuşları” da
neden “cezalandırmış” olduğunu! Dolayısıyla bu ayinlere katılım, bir
“tanıma ve tanınma” edimiydi aynı zamanda. Böylece anlarız ki,
“nesneyi” ve muhtemelen “insan”lıkın bir biçimi olan “beşeri”
tanımayan bu “Yezid”, Tufan’ın da bir tarafı değildi. Böylece anlarız
ki, Yeni Ahit-İncillerde eğer bildiğimiz “Tufan” anlatımı fazla
önemsenmemiş, yerine “Apokalips” konulmuş ise nedeni bu olmalıdır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Apokalips)
Aynı biçimde, alıntımızda ifade edilen “Yezid”in “nesne”yi
“tanımaması” ile “beşerin Adem’ini” de tanımayışı paralelliği açıktı.
Bunu, eski yaratılış anlatımlarında “tek bir Adem” kurgusu bulunduğunu
varsayan yorumlarla kavrayamayız. Oysa, Sabilikle ilgili aktardımız
yazılarda görmüştük ki, onlar hiç de Eski Ahit ve-ya Kuran’ın
aktardığı bir Adem tanımına sahip değillerdi:
“Bir de ileri sürerler ki, Adem de, insanlardan herhangi bir kimse
gibi bir erkek ve dişiden (doğmuştur). Bununla birlikte Adem’e büyük
saygı gösterirler. Ve derler ki, o, Ay (Kültü) peygamberiydi. Ve Ay
tapımına çağırmıştı (insanları). Onun toprak işlemeye (tarımcılığa)
ilişkin birtakım kitapları vardır. Yine Sabiller derler ki, Nuh da bir
Çiftçiydi (feIlah)…”
Bu noktayı giderek daha ayrıntılı bir temelde açıklayacağız ve dini
yazında, “su”dan, “ağaç”tan, “çamur”dan, “ol sözü”nden, “gök”ten,
“yer”den yaratılmış Adem’in, “Oğul”un, bir ve tek bir varlığa; aynı
toplum birimlere ilişkin olmadığını daha ayrıntılı olarak göreceğiz.
Buradaki zorluğumuz , şimdiki Türkçe dağarcığımızda “İnsan” dışında
“İnsan” kavramını karşılayan kelimelerin giderek kaybolmuş
olmasıdır.Eski Mezopotamya toplulukları için İnsan-Nisa, sadece Nisan
bayramını kutlayan toplulukların “insan”ını tanımlıyordu.
Demek ki, Sabiiliğin Adem’i farklıydı ve hiç olmazsa köken itibariyle
onlar kendilerini, Musevi ve Muhammedilerin tanrılarının Adem’ine
dayandırmıyorlardı. Çünkü onların Adem’i, İnsan’ı, Hıristiyan
İncillerinde ifade edilen, diğer cins bir ‘insan-Adem’e, “Gökten
yaratılmış İnsan”a dayanıyordu. Bu bakımdan da, “Ruhsal dünyanın”
ürünü olarak “Maddesel dünya”nın “nesne”lerini hem bilemez ve hem de
“tanımaz”dı. “Gök” tapımcılığı jargonunun “Ateş, Ruh, Uçuculuk, Nur,
Nar, Har” gibi kavramlar merkezinde devam etmiş olduğunu görmüştük.
Suryani kilisesi tarafından kullanılan “Gabriel oğulları” ve “Yusuf
oğulları-İnsangiller” gibi ayrımlar bu temelde anlam bulurlar. Gerçi
İslam, süreç içinde karmaşıklaşmış bu temel dizgeyi yeniden
biçimlendirirken, ordan-burdan çok devşirmecilik yaparak da ortaya
koymuş; Kurandaki tanrı kelamlarını Muhammed’e Cebrail, Cibril
aracılığıyla taşıtmıştır ama, bu Cebrail-Cibril, aslında, İslam’ın
anlayışına göre Şeytan’ın bizzat kendisiydi. Akado-Sammaru
kayıtlarında, Gibil olarak, muhtemelen sonraki Habil, Kabel olarak
karşılaştığımız bu varlık, bir toplum birimin tanrısı, Tanrısalı;
fakat karşıt toplumun da düpedüz Şeytan’ı idi. Suryani kilisesinin
kullandığı kavramsal ayrımlarda “Gabriel oğulları” ve “Yusuf oğulları”
Habil-Kabil ; “Tanrı oğulları- İnsan oğulları”, “Yer ve Gök” , “Ruh ve
Madde” ayrımının bir öteki biçimidir ve kendileri de, muhtemelen bu
ayrımda, “Gabriel oğulları” safında; yani “Ruhani varlıklar” safında
yer alıyorlardı. Dolayısıyla da yine muhtemelen “nesne” bilmeyen,
“nesneyi, maddeyi” tanımayanlar kısımındaydılar. Zaten dini üstünlük
bakımından Süryani topluluğunun otoritesi açıktır. İsa’yı var eden
asıl çizginin de buradan geldiği, “Nasuralı İsa”yı, daha doğar doğmaz
yıldız falı yoluyla keşfedenlerin de onlar olmasından belli oluyor.
Avesta, daha doğru bir tanımlama ile, bize ulaşmış biçimiyle
tanıdığımız Avesta, daha sonra göreceğimiz gibi, birbirine zıt
kılınmış alt toplum birimlerin giderek aralarındaki zıtlık izlerinin
silinmeye başladığı dönemin bir anlatım biçimidir ve bu nedenle çok
eski kaynakların görece yeni bir yazılımıdır. Bunu, “insan cesedinin
defin biçimleri”ne baktığımızda görürüz. Eski Mezopotamya
topluluklarında defin işlemi, “toprağa gömme”; “yakma” , “dakma’lara
koyma” ; “arazide kurumaya ve ite-kuşa yedirmeye bırakma” vb.
tarzında birbirinden çok farklı olan ve birisi diğerini temelde
dışlayan halde ele alnıp uygulanıyordu. Onlarda “defin biçimleri”nden
birisi ya “günah” addediliyor, ya da öneriliyordu. Bu bakımdan Avesta
“saf” bir dini metin olarak bize ulaşmış olsa, bunlardan sadece bir
metot önerilmek ve ötekiler reddedilmek zorundaydı. Oysa orada farklı
biçimler, çelişmeli tarzda kabul ediliyordu. Defin işlemindeki bu
tür “çelişmeli” sözleri sıralayıp, Avesta’nın bir “masal” olduğunu
anlatmayı Erdoğan Aydın tarzında “din eleştirisi” yazanlar yapsınlar.
Biz ise orada, gerçek, eski ve farklı ön toplum birimlerin farklı ölüm
ve cenaze kültünün ayrıntılarını görürüz ve onların günümüzde yaşayan
kalıntılarını takip edebiliriz. MÖ. 3. binli yıllarda, ölüm ve cenaze
kültü, ilgili toplulukların kurban sunum biçimlerine bağlı olarak,
kesin çizgiler halinde şekillenmiş olmalıydı.
Bununla birlikte, Avesta yine de, ana çizgi bakımından “maddi dünya ve
manevi dünya” halindeki ikili ayrım üzerine oturmaktaydı. Bize ulaşan
Avesta’nın “Ahura Mazda”sı, daima “Maddi dünyanın Yaratıcısı” olarak
tanımlanır; Zarahuştra ne zaman Ahura Mazda’nın adını anmak istese,
ona, “Ey maddi dünyanın yaratıcısı” diye hitap eder:
“Ey Maddi Dünyanın Yaratıcısı, Sen, Kutsal Biri!
Mazda (şöyle) cevapladı:
” … Ey Kutsal Zarathuştra!”
Burada anlarız ki, karşımızdaki tanrı, sadece “maddi dünya”nın
yaratıcısıdır; Avesta’daki Ahura Mazda’mız “ruhani dünya”yı,
“yaratmamış”tır. Oysa biliyoruz ki, ister “tanrı dünyası” ve “insan
dünyası” haliyle olsun; ister “Adem ve Şeytan” haliyle veya “İnsanoğlu
topluluğu” ve “Cin-Şeytan topluluğu” haliyle ifade edilmiş olsun, eski
Mezopotamya topluluklarının ikili, düalist bir “dünya’lar” kavrayışı
bulunuyordu ve bu bazan “Ruh dünyası ve cismani dünya” veya “Gök ve
Yer” haliyle ifade ediliyordu:
” Ey Maddi Dünyanın Yaratıcısı, Sen, Kutsal Biri!
Orada (göksel) efendi (Ahura) ve (yersel) hükümdar kimdir?
Ahura Mazda (şöyle) cevapladı: ‘Urvatad-nara, Ey Zarathuştra!
Ve sen kendinsin Zarathuştra!’…”
Doğal olarak burada artık “Yer ve Gök”, “Ruhani ve Cismani” yapının
sentezleşme sürecinin ileri bir aşamasında bulunuyoruz. “Kıyamet”ler
aracılığıyla, ya “Dünya’dan yaratılmış olan İnsan-tanrı”,ya da
“Gök’ten yaratılmış İnsan-tanrı” dönemsel olarak “Yer ve Gök”ün
tamamının yönetimini eline geçiriyordu. Dinsel yazının bütün “Yer ve
Gök” edebiyatının temeli buydu.
“Ruh”un cismani özellik kazanması, yani sentezleşme sürecini, aynı
zamanda Bektaşi edebiyatında “kamil insan” oluşma süreci olarak da
görürüyoruz. Buna göre, en azından Bektaşiliğin bir kolu için, kendini
merkeze koyan bir “insan”ın oluşum süreci , “Ruhani” varlıktan (yani
“nesne”yi tanımayandan) “nesne” haline dönüşüm süreci şöyleydi:
“Orada önce madene (?!) uğrar.
Madenden murad mercandır.
Sonra nebata uğrar.
Nebattan murad hurmadır.
Sonra hayvana uğrar ki hayvandan murad at’tır.
Attan insana gelir ve ahsen-i takvim ile mükerrem olur.”
Bu aktarım tarzı, bunu böyle aktaran Bektaşilik kolunun, tarihteki ön
biçimlerinin “mercan”, “hurma”, “at” totem topluluklarından dönüşüm
sürecinin anlatımından başka bir şey değildi.
İnsanbilim kuralları yoluyla ulaştığımız genellemeler ışığında, bu
anlatım tarzı, bize aynı zamanda “hayvan-bitki totem” döneminin “en
eski döneme” ait olduğu yolundaki boş yargıların da yıkılmasının ne
kadar gerekli olduğunu gösteriyor.
Safa Kaçmaz, 1.10.2008
X
RAMAZAN SAYFAMIZ
Değerli Üstat,
“Orucun kökenleri üzerine” başlıklı çalışmanız için, önce kendim sonra da toplumsal akıl adına takdir ve teşekkürlerimi sunarım.
Oruç hakkında uzun zamandır ulaşmayı beklediğim bir bilgi boşluğunu doldurdunuz.
Umarım anlayanı çok olur ve yine umarım Zekeriya ve Meryem’in üç günlük sükut oruçlarını da açıklığa kavuşturan bir derinliğe inersiniz.
Sağolun.
Mürit Kefer, 4.9.2008
X
Merhaba,
“Oruçların Kaynakları” gerçekten önemli bir konu ve bu alanda
daha yapılması gereken çalışmalar var.
Bu bağıntıda, daha önce şöyle bir dokunup geçtiğimiz “konuşma yasağı” ( ölüm/yas döneminde) sözünü ettiğiniz “üç günlük sükut oruçları” kapsamında olmalıdır.
Bu noktada, İslamî yönüyle “sükut oruç”unu bilenlerin, belge vb. yayınlayabileceklerin yardımlarını rica edeğim.
Selamlar, saygılar…
Safa Kaçmaz, 4.9.2008
X
RAMAZAN SAYFAMIZ
Bu da bizim Ramazan Sayfamız olsun.
Okuyucularımız, değerli araştırmacı Safa Kaçmaz’ın “ORUÇ’UN KÖKENLERİ ÜZERİNE ” başlıklı yazısını okusun.
Bir, Medyamızda (Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda, kitaplarda…) yapılan oruç hakkında yazılanlara, çizilenlere, konuşulanlara bakınız.
Bir de Sayın Safa Kaçmaz’ın araştırmalarına dayanan Oruç hakkındaki yazısını okuyunuz…
Bir Medya’daki gerçek dışılıklara bakınız. Bir de günde bir sayfa aktaracağım yazılara bakınız.
Medyanın Ramazan sayfasını olur da bizim Ramazan Sayfamız olmaz mı?
Haydi bakalım: Bizden yazması, sizden okuması…
Oruç konusunda her gün bir sayfa….
Ramazan boyunca…
Zaman zaman araya girersem kusura bakılmasın.
Kimse sunacağımız gerçeklerden alınmasın.
Medyadaki yalanları duydukça, okudukça “Yalandan kim ölmüş ki!” demekten kendimi alamıyorum.
Bu nedenle “Gerçekleri bilmekten kim zarar görmüş ki!” diyerek Safa Kaçmaz’ın yazısını sunuyorum…
Eren Bilge, 4.9.2008
x
ORUÇ’UN KÖKENLERİ ÜZERİNE
Yiyecek ve cinsellik paylaşımının örgütlenmesi insanın topluluk biçiminde yaşayabilmesinin ilk önkoşulu olmuştur. Tahıl üretimini bile tanımayan eski toplum, avcılık ve toplayıcılık sonucu elde edilenleri paylaşmasını bilen bir toplumdu.
Eski toplum içinde bir tür yiyecek paylaşımının, hiç olmazsa erkek ve dişi cins arasında, birincilerin et, ikincilerin ot-kök yemeleri biçiminde gerçekleştiğine ilişkin tezler ve bulgular uzmanlarca çok önceden ileri sürülmüştü.
ABD’li bayan Evelyn Reed’in yaygın bir gerçekliğe dayanarak yinelediği, eski toplumlarda kadın ve erkek sofra ayırımı olgusu doğru olmakla birlikte, bu ayırımda kadın cinsine yönelik genel
(Bitmedi, sürecek…)
bir et yeme yasağı bulunduğunu öne sürmesi yanlıştı. Eski insan toplumuna ilişkin genel olan yasa, toplum birimler içinde ve aralarında yiyecek ve dolayısıyla sofra ayırımının bulunuyor olmasıdır.
Bütün toplumlarda bulunan kutsal yiyecekler yasaktan doğar ve kendisini “helal” ile tamamlar. Bu bakımdan tarihteki bütün kutsallıkların öteki yüzünde yasak, yasakların bu yüzünde de kutsallık bulunur.
Eski topluluklarda bazı yiyecekler bütünüyle yasak olmasına karşılık, yalnızca bazı hallerde, bazı gün veya aylarda yenilmeleri yasak olan yiyecekler olduğu gibi, kutsal ve dolayısıyla yasak olan yiyeceklerden bazılarının yılın belirli gün veya dönemlerinde yenilmesinin “güç” verdiğini ve yasağın geçici olarak kalktığını görüyoruz.
Oruç kurumu, İslam dışında,öteki dinlerde de olduğu gibi, üç büyük dinle ilişkisiz eski toplumların tümünde yasakların sembolikleşmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Bir başka yönden, Homeros destanında, ölü yakının, cenaze töreni sonuna değin, yeme, içme ve uyuma, hatta cinsel ilişki yasağına bağlı kaldığını görürüz.
Patraklos’un yasının tutulduğu dönemde Aşil’in ulu anası tanrıça Thetis oğlunun yanına oturup, eliyle onu okşamış , diller dökmüştü : “Yavrum benim, demişti, ne zamana dek yiyeceksin içini, yemeyi içmeyi unutup, ağlaya sızlaya? Bir kadınla sarmaş dolaş olmak iyi şey, neden bundan yoksun ediyorsun kendini ?”
Eski toplumlara doğru gidildikçe, yasak olarak oruçların arttığı da görülür.
+
Eski toplumsal kurumlar değişmez özellikler toplamı olarak şekillenmedikleri için, her durumda, sabit biçim ve anlam içeriyor olarak kalmazlar. Onları vareden ilişkilerin geçirecekleri değişikliklere paralel olarak, dönüşür, belki yiter, bozulur, karmaşıklaşır, yeni koşullara bir şekilde tutunmuş olarak yola devam edip bize ulaşırlar. Bozulmuş anlam ve biçimler üzerinden, eski ilişkilerin görüntüsünü yeniden oluştururken, varolan haliyle bir kurumu almak, onu parçalara ayırmak, ilk biçimini,sonraki ekleme veya çıkarma öğelerini saptamak, değişim surecini izlemek gerekir.
Toplumsal kurumların geçirdiği değişim sürecine ait bir örneği, oruç ibadeti ile ilgili olarak, Kuran’da buluyoruz.Muhammed orada söyle diyordu:
« Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı…. Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın.»
Burada, kuralları gözlerimizin önünde değiştirilen bir oruç kurumuyla karşı karşıyayız. Anlatımdan anlaşılıyor ki, önceki Ramazanlarda bu ibadet, sadece, gündüz yiyecek-içecek yasağı ile sınırlı bir edim değildi; Ramazan dönemi boyunca, gündüz ve gece, kesin bir cinsel ilişki yasağı da uygulanıyordu.
Burada Sayın Safa Kaçmaz’ın izni ile araya giriyorum: Safa Kaçmaz’ın da belirttiği gibi önceleri Ramazan ayında cinsel ilişki konusunda bazı kısıtlamalar olduğunu görüyoruz.
Okuyalım:
“Oruç ilk defa farz kılındığında: İftar vakti girince, yatsı namazı kılınıncaya veya uyuyuncaya kadar, Müslümanların yiyip içmeleri, cinsel ilişkide bulunmaları temasta bulunmaları serbest idi.
Biri yatsı namazını kılsa yada uyusa, gelecek geceye kadar, yiyip içmek, cinsi
Xxx
ilişkide bulunmak gibi ona serbest olan şeyler, iftar etmemiş de olsa, gelecek geceye kadar yasak olurdu.
Müslümanlar bunda güçlerinin, takatlerinin yetmeyeceği, tahammül edemeyecekleri bir meşakkat görüyorlardı. Bu sebeple içlerinden bir kısmı yasağa muhalefet etmiş, karşı çıkmışlardı. Öyle ki bunlar arasında Ömer b. el-Hattâb bile vardı.
îmân Ahmed ve başka diğer hadis imamlarının rivayet ettiğine göre, Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber ( s.a.v.)‘in yanından evine dönmüş, hanımını uyur bulmuştu. Yatsı namazını olmasına rağmen onu arzulamıştı.
Hanımın ona: “Uyudum” demesini bir bahane sanarak onunla ilişkide bulunmuştu. Ka’b b. Mâlik de yapmıştı. Sabah olunca Hz. Peygamber ( s..a. v. )’in huzuruna vararak ona:
– Ey Allah’ın elçisi! Allah’a ve sana itizarda bulunuyorum. Çünkü nefsime uyup hanımımla ilişkide bulundum. Bana bir çıkış yolu bulabilir misin? dedi.
Hz. Peygamber:
– Ey Ömer! sen böyle bir duruma düşmemeliydin!
– Ey Ömer! senin gibi birinin böyle bir duruma düşmemesi gerekirdi..
Berâ b. Azib ( r. a. )’den rivayet olunmuştur. O der ki: Oruç ilk defa farz kılındığında, Müslümanlar bütün ramazan boyunca, kadın yanaşmıyorlardı. Bu yüzden erkekler nefislerine zulmediyorlardı.
Yine Berâ b. Azib ( r. a. )’den rivayet olunmuştur. O der ki: Hz. Peygamber sahabelerinden biri oruçlu olup da, iftar etmeden uyuyacak olursa, geceleyin ne de gündüzün ertesi gün akşama kadar hiç bir şey yeyemezdi. (ESBÂCB-I NÜZUL. Telif: Abdullah EL- KÂDÎ. Tercüme Doç. Dr. Salih Akdemir.FECR Yayınevi. 1986. s.30)
x
Eski toplumun ‘yeme-içme’ ile ‘cinsel ilişki’ arasında hep kuruyor olduğu bu bağlantıyı ölüm-yas dönemi törenlerinde de ele almıştık. Böylece, bir yandan yeme-içme ile cinsel ilişki yasaklarının; öte yandan uyuma, yıkanma, saç-sakal, tırnak kesme, yüksek sesle konuşma gibi yasakların buluştuğu eski toplumun geniş kutsallık meydanına ulaşırız. Toplumsal kurumlar arasındaki bağlantıları önemsemeyen, hatta yoksayan sosyoloji ekollerinin öğretilerini aşmayı gerektiren bu noktada; eski yasakların tanımlayabileceği bir toplum biçimini ve onun ilişkilerini tarihte var olduğu haliyle tanıma olanağının kapısı da aralanmış olur.
***
Belirli bir takvim çerçevesinde, bir takım yiyeceklerin yeme ve içiminin yasaklanmasına , cinsel ilişki yasağı, saç-sakal kesim yasağı vb. olarak, daha önce “Ölüm Kültü ve Yas Dönemi” yasakları arasında rastlamıştık.
Bu özellikleriyle ‘oruç’,sadece Müslümanlara değil,diğer iki din mensuplarına ve hatta bütün eski topluma ait bir kurumdur.
Oruç kurumunun temeli olarak “Nefis kontrolü”, “açın halinden anlama” vb. gibi gerekçeler, elbette, bizim tarihteki sosyal konuları açıklama tarzımıza ait değildir, çünkü eski toplumun davranışlarına yön verenler bu motifler değildi, olamazdı da. Bu tür açıklamaları, ‘Aydınlanmacılığıyla’ ve esrarsız-şarapsız bir Bektaşiliğin var olamayacağını bile görmeden, Haşhaşi dinsel topluluğuna Haşhaş içimini yakıştıramayan “din eleştiri”lerini ‘bilim’ diye hazırlayan ; “ oruç ayı ,nefsimizi de eğitme vesilesi diye bilinir” şeklinde İslama ‘yakınlaşan’ türde yazılar yazan bay Server Tanilli’ler yapsın. (“Hoş geldin, ey şehr-i ramazan)
***
Eski Ahit’in ‘yaratılışı’nda, “6 gün çalışan” ve ‘yaratma’ işiyle uğraşan Tanrı, “7. günü”nü tamamen ‘dinlenmeye’ ayırmıştı. Evreni, Yer’leri, Gökleri, Hayvanları, Yeşillik ve İnsan’ı yaratma gücü de olsa, demek Tanrı yine de ‘dinlenme’ ihtiyacı duymuştu.
Tanrının ‘dinlenme’ye ihtiyacı olup olmadığı ayrı bir husus…Fakat görmüştük ki,bu ‘dinlenme’ geleneğini İnsanoğlu da alıp,Cuma’yı İslam’da,Cumartesi’yi Musevilikte,Pazar’ı Hiristiyanlıkta uygulamakta duraksamamıştır.
Gelgelelim, Musevi ‘dinlenme’ günü, aslında hiç de dinlenme günü değildi: Tersine, Yememe, Ateş yakmama günü idi. Bu dinlenme gününde Museviler aç kalıyor ve sadece ağlıyorlar, ibadet ediyorlardı!
Öyleki Musa’nın Tanrısı, ‘Dinlenme gününde çalışanı öldürün!’ diye özel bir emir bile vermişti.
Doğal olarak bu ‘çalışmama’ günü, aslında ‘yememe’, Oruç günü, ayin yapma, ağlama, üzüntü günü idi.
Bu ‘yememe’ günü, İslamda Cuma, Musevilikte, Cumartesi, Hıristiyanlıkta Pazar olarak genelleşmiştir ama,eğer kaybolmamış olsa idi, haftanın 7 gününün, farklı toplum birimlerce, seçilmiş ‘dinlenme’ günlerine ait olacağını görebilecektik. Yine de Hiristiyanlığın bazı kolları içinde, Cuma, Cumartesi ve Pazar dışında farklı günlerine ait kutsiyet bulunduğunu ve o günlerde özellikle seçilmiş bazı yiyecekleri yememe yasakları kalıntıları bulunduğunu biliyoruz.
Demek ki, bu dinlenme günü, tanrısal yaratılışa katılan 7 farklı toplum birimin bulunduğu bir dönemden kalmaydı ve eski toplumun ‘yaratış’ları, toplum birimler arasında karşılıklı insan kurbanların yenilmesi töreniyle gerçekleştiği için, her gün bir toplum birim öteki topluluklara kendi insan kurbanlarını sunuyordu.
Buna karşılık o gün, kendi topluluğu için, kendi topluluk üyelerinin etinin yenmesini, kanının içilmesini yasaklıyordu. Hatta öteki toplum birimlerden aldığı kadınlarıyla bile cinsel ilişkiyi yasaklıyor, tam bir içe kapanma ve kurban verdiği üyeler için ağıt, af, diliyordu.
Eski toplumun, bu tür değerleri, genelleştiği ölçüde, belirli peryotlara bağlı olarak oruç kurumu sistemleşmeye başlamış görünüyor.
Bir aylık oruç, muhtemelen,12 toplum birimli topluluk
düzenlerinin, bunu, daha sonra musevi, alevi, isacı geleneklerde göreceğiz,bir kalıntısı olmalıdır. Çok somut olarak, Musacı Kudüs tapınak düzeninde, bu tapınağın yiyecek-içecek gereksiniminin, aylık devr-i daim düzeniyle çözüldüğünü biliyoruz.Her ay,bu tapınağın ihtiyaçı bu “12 oğul” topluluktan birisi tarafından sağlanıyordu.Anlıyoruz ki, bu bir aylık periyotta, oraya sunulan insan, çocuk kurbanları bu somut topluluk sağlıyordu. Bu topluluğun, o esnada tapınağa kurban sunan olması, sunulanı da doğal olarak kendisinin yememesi kuralına yol açmaktaydı. Şimdi bile, Türkiye’de “Kürt getirdiğinden yemez!” biçimli bir söz olduğunu biliyoruz. Bu topluluklar “getirdiklerinden yemeyen”ler idi. Bunun başka örneklerini, ‘kutsal yaşam yiyecek-içeceği’ ve ‘ölüm içecek-yiyeceği’ bağıntısında kısmen görmüştük.
İnsan kurban döneminden, Bitki-Hayvan toteme geçişle birlikte, yeme-içme yasağı, her topluluğu temsil eden hayvan-bitkilerin yenilme yasağı halini alarak devam etmiştir.
***
Bay Hilmi Ömer, oruç kurumu, “vücutları mukaddes yemeğe hazırlamak için” oluşmuş… şeklinde göstermekteydi. Bu tanımlama biçimi açıklanmaya muhtaçtır.
Bay H. Ömer’in oruç kurumunu nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olarak, bütün topluluklarda, değişik zamanlarda, bir veya birkaç şeyi yeme veya içme yasağı bulunduğunu biliyoruz. Kutsal dinlerin oruç’u, yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarının zamanla sembolik olarak belli dönemlerde toparlanmış olmasından başka bir şey değildir. Oruç, ‘diyet’ veya ‘vücut sağlığı’na bağlı olarak ortaya çıkmamıştır.
***
Babil döneminden kalma bir tablette, ayın 7’nci, 14’üncü, 2l’inci ve 28’inci günleri Museviliğin Kutsal Cumartesi’sini andıran tarzda bir ‘kötü gün’ tanımlaması ve bu güne ilişkin kurallar aktarılmaktaydı:
“Halkın Ra-Ba’sı ‘Kötü Gün’de
Ateşte kızartılan et yemeyecek,
Elbisesini değiştirmeyecek,
Beyaz elbise giymeyecek,
Tanrıya adak sunmayacak,
Kıral atlı arabasına binmeyecek,
Bağırarak konuşmayacak,
Müneccim kutsal mekanda beddua etmeyecek.
Hekim hastasına el sürmeyecek.
Bir kötülük dilemek ve yapmak yasaktır.
Gece olunca, kıral, tanrılara, dilediği kadar adak-kurban sunacak.”
(P. E. DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris, Pages:380-381)
Babil dönemine ait bir başka tablette de şunlar yazılıydı:
“Šamaš’ın tapınağında;
Tanrı Šaggan’a koyun (eti) sunulmayacak.
Sin’in tapınağında;
Tanrı Harru’ya inek (eti) sunulmayacak.
Tanrıça Belet-šeri’ye kuş sunulmayacak.
Tanrıça Ereš-ki-gal’a kuş ve inek sunulmayacak.”
(E.Dhorme.Les Religions de Babylonie….p.226)
***
Bundan sonra İsa, İblis tarafından denenmek
üzere Ruh aracılığıyla çöle götürüldü.
İsa (orada) kırk gün kırk gece oruç
tuttuktan sonra acıktı.
(Matta. 1: 12-13; Luk. 4: 1-13)
Kuran’da, “ırmaktan su içmeme imtihanı”yla ilgili silik bir anlatım, ölülerin ve canlı kurbanların ırmaklara, kuyulara atıldığı daha eski bir döneme ait gibi görünüyor:
“Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca:
Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir, dedi.
İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler.
Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince:
‘Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’, dediler.
Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: ‘Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’, dediler. ”(Bakara suresi)
***
Tanrılar birleşerek,
“E-kur’a saldırmaya cüret eden,
Enlil’e karşı gelen ”
Aggade kentini lanet’lerken şöyle de demişlerdi:
“Boğazlanan öküz yerine kadınların boğazlansın,
Kesilen koyun yerine çocukların kesilsin,
Yoksul, ‘değerli çocuğu’nu sularda boğsun!
(Sümerler,s.93)
***
Eski toplumun,« kutsal tabut, kutsal kazan ve kap-kacak takımı »na ve bunların eski toplumdaki fonksiyonlarına ilişkin bir ritüel anlatımına, farklı ‘Yaratılış’larla ilgili eski versiyonlardan birisinde de rastlıyoruz.
Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i ( ?toprak’ı) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :
«Böylece,İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı.
Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.
Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan,bu kararı onaylamışlar ve « evet /amin » diye bağırmışlardı.Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :
«Duyuldu davul sesleri,
Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,
Haykırdı onun yaşam işaretini ,
İstiyordu ki,unutulmasın (anılarda)
kurban edilecek bu Tanrı !
Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)
İttifak (akid) yapılsın,
İnsan ile Tanrı arasında diye.
Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne
Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »
Bu tür ilahilerde yer alan özel kavramları tek tek incelemek,eski toplumun gerçek ilişkilerinin tanınması yanında,onların kutsal kitaplardaki izlerinin takip edilmesi için de faydalı olacak ama biz şimdilik İgigi’lerin (bunlar ‘Kara’-‘Yer’le ilgili ‘hizmetkar tanrı’ özelliğindedirler ama,eğer İgigi okunma tarzı doğru ise,kavramın kelime anlamı ‘göz+siyah= Toprağın Gözü ?’ gibi görünüyor ; belki de sadece « Yer’in Elçileri,Kara Gözlemci, ‘kör göz’, ‘Gözü kara’, ‘Cahil’ .. » diye algılamak en doğrusu olabilir,bunlarda din kitaplarının Agog-Magog, Ecüc- Mecüc okumalarını da bulabiliyoruz) kendi aralarından birisi kurban edildiğinde, ‘kil’e tükürme («les Igigu…. crachèrent sur l’argile ») davranışlarına anlam bulmaya çalışmak gerekecektir.
İlahi anlatımında, İgigi’lerden birisi kurban edilmekte; Ateş-Güneş kült temsilcisi tanrılar olan Annunaki’ler bu töreni sevinçle karşılamaktaydılar. ‘Yer’den,‘Kara’lar arasından bir ‘İgügü tanrı’nın kutsal kazandaki parçaları olduğu anlaşılan ‘kil’e , eğer öteki İgigi’ler ‘tükürürlerse’,üst bir tanrı konuma geçeceklerdi.
Bu ritüelde, İgigi-Yecüc’ler, ‘kil’e, kilin olduğu kazana ‘tükürerek’, tanrı sofrasının yiyeceği haline gelen kendilerinden birinin etini, kendi et’lerini, yemeyi red etme davranışını anlatmış olmalılar. Belki, burada, tükürme davranışının temelinde, daha önceki biçimleriyle, eski iç yamyamlık kurallarına dayanarak « kendi kurbanının » etinden önce yeme ve sonra da bu davranıştan pişmanlığı, istiğfar’ı gösterme sembolizmini saptamak daha uygun olabilir. Çünkü, ‘tükürmek’ ve ‘istiğfar’, oldukça kutsi davranışlar olarak,günümüze değin ulaşan dinsel kategorilerdir.
Kurban edilmek üzere öldürülen erken dönemin kutsal varlıklarından Apsu’nun veya Kingu’nun (kıral?) kan ve et’inden, değişik bazı organlarından Tiamat tarafından bir çok ‘yaratılış’ın gerçekleştirildiği rituel anlatımlarında da ‘kil’ veya benzeri kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramlar, ‘toprak’, ‘alüviyon’, ‘balçık-kil’ vb. olarak tercüme edildikleri gibi, kömür tozu (poussier) veya toprak tozu, (poussière) vb. biçimlerde de tercüme edilmektedir. Bunlar, muhtemelen, ‘kazan dibi’ çökeltileriyle ve ‘kavurucu ateş’in artığı ‘kül’lerle ilgili olan kavramlardı. Eski toplum,her yanından irin,kan akan cadı’sının eline süpürge vermişse, herhalde, bir cadı’ya yaraşan en uygun işin,onun ‘yerleri süpürmesi’ olacağına hükmetmesinden değil, bu ‘cadı’ların, kurbanı yakan ateşin ve bizzat kurbanın artıklarının temizlenmesi gerçek işlemiyle ilgilerinden ötürü olmalıydı.
Buraya eklemek gerekir ki, bayağı anlamıyla ‘Tükürük’ eğer dinsel alanda bir uygulama, yasak veya gerek konusu olarak ele alınmış ise, Doğu nihilizminin düşünce tarzına aykırı olarak, orada ‘toplumların temiz-pis’ olma vasıflarını değil, eski toplumun kendi kurbanlarıyla olan bir ilişki biçiminin yansıtıcı davranışını keşfetmek gerekir.
Enuma Eliş’te de Marduk, öldürdüğü Tiamat’ın « tükürüğünü » alıyor,onlar ile bu kez « bulutları ? » yaratıyordu. Yezidiliğin ‘tükürük’ yasağında, sunulan kurbanı ‘reddetmemek’, kabul edip yemek davranışını, buna karşılık, kişiyi ‘istiğfar’a zorlayan ve bunu bir tapınım biçimi olarak ele alan dinlerde, sunulan kurbanı reddedip yememek,eğer yemişler ise, bundan vazgeçme tutumunu bulmak gerekecektir. Kutsal kişilerin salya-sümüklerine tapan ; yüzüne tükürülünce yenilmeyeceğini anlayarak tanrıya hamdeden ; yüzüne tüküren hocasında, şeyhinde ; Muhammed’in abdest suyu artığının içiminde, kurtuluş gören insanların dayandığı geleneklerin gerisinde, eski toplumun, böylesine etkili, insan-tanrı kurban eti,kanı ve onu yeme ile yememe davranış tepkilerinin sembolik anlatımları bulunur.
***
‘Yemek’ ve ‘içme’nin kutsal karakterini ve anlamını, Hıristiyanlığın kutsal sofra geleneğini ifade eden son akşam ziyafetinde de bütün saflığıyla görüyoruz.
“İnsanoğlu Tanrı Mesih Kuzu İsa”, « Gök’lerdeki Baba’ya kavuşmadan » önceki akşam, havarilerine verdiği son ziyafette, onlara ‘Kutsal Sürahi’den şarap dağıtmış,
–« için, bu benim kan’ımdır » demişti.
‘Kutsal yiyecek’ten bölüp vermiş,
–«yiyin, bu benim et’imdir » demişti.
Bu kutsal tören, kendinden,3500–4000 yıl önceki Akado-Sammaru atalarının yamyamlık döneminden, insan kanı içme ve insan eti yeme uygulamasından vazgeçme sürecinde oluşturdukları kültür düzeyine ait sembolizmi yinelemekten başka bir değildi. Eski toplum geçen süre zarfında, yamyamlığı, ‘ekmek’e, kan içicilik uygulaması ‘içki’ içme geleneğine dönüştürmüş durumdaydı.
Akkado-Sammaru yazın kaynakları ilk kutsiyet kavramları ile yiyecek-içecek ve cinsel ilişki düzeni arasındaki bağları yeterince gösteriyor. Görece bir uygarlık kategorisi olarak şekillenen ilk kutsiyet kavramlarının,insanın en doğal güdüleri olan yiyecek-içecek ve cinsel ilişki alanlarında,daha eski kuralları aşma sırasında oluşturulan bir sembolizm olarak şekillenmesi anlaşılabilir.Bu sembolizm, ‘uygarlığın şafağı’nda, artık nerede ise, gerçekleşmiş durumda olmalıydı ki, erken Akado-Sammaru topluluklarının anlatımı sırasında karşılaştığımız, «Yer’den Gök’ün, Gök’ten Yer’in» birbirinden ayrıştırılması işlemi bile bir ritüel konusu olarak ele alıyor; «Yer ile Gök » yani Akado-Sammaru toplulukları arasındaki ilişki düzeni, ittifak, tapınaklarda «kutsal ekmek yenmesi» ile sağlanıyordu.
Eski tanrıların kutsal sofraları, bir anlaşma, ittifak ifadesiydi. İki toplum birim arasındaki anlaşmanın aracı olan «yaşam suyu-yaşam içeceği» ve «yaşam yiyeceği-yaşam ekmeği» kavramlarını erken tablet kayıtlarından itibaren tanıyoruz.
Orada bir topluluk için «yaşam yiyeceği ve içeceği» olan olgular, ittifakın öteki tamamlayıcısı bakımından «ölüm yiyeceği ve ölüm içeceği» olarak değerlendiriliyordu. Bu durumda, ‘yaşam yiyeceği’, karşılıklı olarak, aynı zamanda ‘ölüm yiyeceği’; ‘yaşam içeceği’ de, öteki toplumbirim için ‘ölüm içeceği’ idi. Eski toplumda, iyi ve kötü, helal ve haram, yaşam ve ölüm, iki toplum birim arasında zıt ve tamamlayıcı bir özellik taşır.
Bu yandaki toplumbirimde ‘yaşam yiyeceği ve yaşam içeceği’ karşı yandaki ittifakdaş toplumbirimde ‘ölüm yiyeceği ve ölüm içeceği’ halini alıyor ise, öyle anlaşılıyor ki,bu tarihsel dönemde artık,taraflar, genel olarak , kendilerine ait ‘diri’ insan kurbanlara dokunmuyor, bunu karşı tarafa sunuyorlardı. Bu aynı yaklaşım, ‘ölü’ insan-ceset yiyicilik’e karşı da, yaklaşık bu dönemlerde ‘ölüm ve mezar kültü’ haliyle ve farklı şekillerde oluşmaya; ‘ölü ruhuna’ yiyecek-içecek bedeli ödeme yoluyla ölü beden’ler satın alınmaya başlanmış olmalıdır.
İgügü-Yecüc-Mecüc’lerin, kendilerinden birisi kurban edildiğinde, bu somut kurbana ‘tükürmeleri’, kabaca bu aşamanın durumu anlatıyor olmalıydı. Kuran’ın, Talut-Calut ordularının ‘nehirden su içme veya içmeme’ konusunda oldukça silik anlatımı da bu hususla ilgili görünüyor. Orada bir bölüm ‘ordu’nun susadıkları halde ‘nehirden su içmeme’leri, içen öteki bölümün ise güçten düşmeleriyle ilgili kıssa, nehir’lere atılan canlı ve ölü bedenlere karşı, ‘yeme-içme hakkı’ ile, ‘yememe ve içmeme uygulaması’ arasındaki zıt tutuma ilişkin eski bir davranış özeti olmalıydı.
Biri (kaynar ve arı?) ‘Su’ ,öteki ‘Ateş’ ile ilgili olan Ea-Enki ve Anu arasında Adapa’nın başına gelenlerin anlatıldığı bir ilahide, ‘yaşam-ölüm içecek-yiyecek’ ilişkisinin zıtlığını ve aynı zamanda tamamlayıcılığını tam olarak görüyoruz.
Adapa ilahi anlatımda, Eridu’nun Enki-EA topluluğu için « ölüm yiyecek ve içeceği »olanlar, Anu/Enlil topluluğu için «yaşam yiyecek ve içeceği » olarak kavranılıyor olmalıydı. Tel Harmal’da ele geçen bir Adapa versiyonunda, bu, açıkça ifade edilmektedir:
«Eridu’nun oğlu, evladı», «EA’nın oğlu» olarak da tanımlanan Adapa ,«insan soyundan»dı. Enki-Ea tarafından var edilmiş, yani eski kavramlarla, onun ‘adı’ EA tarafından verilmişti. Eridu’daki ödevi, ekmekçi, fırıncı, kazancı, yemek pişiricilikti. Kısaca ‘mutfak sorumluluğu’ diyebileceğimiz bu kutsal göreve ilişkin kalıntıları, Eski Ahit’in Musa dönemi ve Ehl-i Beyt örgütlenmesinde de buluyoruz. ‘Yiyecek’le ilgili bu kutsal görev, ‘kutsal kazan’la da çok yakın bağlara sahip olmalıdır. Ritüellerde kazan başında bulunma ödevi, erken anlatımlarda, sonradan bize ‘cadı’ ve ‘cadı kazanı’ olarak da ulaşacak olan bir Tanrıça ödevi idi. Kadın ve erkek sofra ayırımı olarak da tanıyacağımız ayrışma içinde bu ödev, iki toplum birimin karşılıklı evlilik sisteminin gelişmesine ve kadın’ın ‘gelin’ olarak koca toplum birimine ‘gitmesi’ne bağlı olarak, giderek, erkek sorumluluğuna doğru evrilmiş görünüyor.
Adapa, bir gün «Balık avı»da iken,’kayığı’nı «Güney Rüzgârı» devirmişti… Böylece Adapa, o sırada «bir ayna gibi olan deniz»e dalar. Bunun üzerine Adapa, «Güney rüzgarının kanatlarını(kollarını)» kırar. Bu arada Anu (=Samaş, Utu, Sema), bir haftadır (=’7 gün’) «Güney Rüzgarı»nın ‘esmiyor olduğunu’ fark eder ve bunun sorumlusunun Adapa olduğu ortaya çıkar.
Ateş, Güneş, Gök tanrısı Anu, Adapa’yı bulunduğu yere çağırır. Adapa Anu’nun yanına gitmeden önce babası olan tanrı Ea-Enki ona , Anu’ya olduğu kadar Dumuzi ve Gişzida’nın tutumlarına da dikkat etmesi gerektiğini anlatarak,onu;
‘Ölüm yiyeceği ikram ederlerse yeme,
Ölüm suyu ikram ederlerse içme!’
diye özellikle uyarır.
Safa Kaçmaz, 1.9.2008
X
Merhaba…
Oruç kurumunun farklı biçim ve uygulamalarını,zamanlarının nelere bağlı olabileceğini anlama çabamızda,doğrudan doğruya Tevrat,İncil ve Kuran’daki metinleri tanımak önemli. Bu bölümleri yorumlamamız gerekiyor.
Böylece, “sükut ( konuşmama) orucu” denilen ve ölüm-yas törenlerinde tam halini daha iyi gördüğümüz “sessiz”liğin nedenleri hakkında da bir fikir sahibi olabileceğiz.
Daha sonra bu bölümlerin aralarına serpiştirilen yorum yazma metodunu kullanacağım.
Üyelerimizden de bu arada ileti gelirse,yararlı bir adım atmış oluruz.
Selamlar,saygılar.
****
ESKİ AHİT
Bütün İsrailliler, bütün halk çekilip Beytel`e döndü. Orada, RAB`bin önünde durup ağladılar, o gün akşama dek oruç* tuttular. RAB`be yakmalık sunular* ve esenlik sunuları* sundular. Hakimler 20:26
Mispa`da toplanan İsrailliler kuyudan su çekip RAB`bin önüne döktüler. O gün oruç* tuttular ve, “RAB`be karşı günah işledik” dediler. Samuel Mispa`da İsrail halkına önderlik etti.
Sonra kemiklerini toplayıp Yaveş`teki ılgın ağacının altına gömdüler ve yedi gün oruç* tuttular. 1. Samuel 31:13
Kılıçtan geçirilen Saul, oğlu Yonatan ve RAB`bin halkı olan İsrailliler için akşama dek yas tutup ağladılar, oruç* tuttular.
Davut çocuk için Tanrı`ya yalvarıp oruç* tuttu; evine gidip gecelerini yerde yatarak geçirdi.
Hizmetkârları, “Neden böyle davranıyorsun?” diye sordular, “Çocuk yaşarken oruç tuttun, ağladın; ama ölünce kalkıp yemek yemeye başladın.”
Davut şöyle yanıtladı: “Çocuk yaşarken oruç tutup ağladım. Çünkü, `Kim bilir, RAB bana lütfeder de çocuk yaşar diye düşünüyordum.
Ama çocuk öldü. Artık neden oruç tutayım? Onu geri getirebilir miyim ki? Ben onun yanına gideceğim, ama o bana geri dönmeyecek.” 2. Samuel 12:23
Mektuplarda şunları yazdı: “Oruç* ilan edip Navot`u halkın önüne oturtun.
Oruç ilan edip Navot`u halkın önüne oturttular.
Ahav bu sözleri dinledikten sonra, giysilerini yırttı, çula sarınıp oruç tutmaya başladı. Çul içinde yatıp kalkarak, alçakgönüllü bir yol tuttu. 1. Krallar 21:27
Bütün yiğitler gidip Saul`la oğullarının cesetlerini Yaveş`e getirdiler. Sonra kemiklerini Yaveş`teki yabanıl fıstık ağacının altına gömdüler ve yedi gün oruç* tuttular.
Korkuya kapılan Yehoşafat RAB`be danışmaya karar verdi ve bütün Yahuda`da oruç* ilan etti. 2. Tarihler 20:3
Tanrımız`ın önünde alçakgönüllü davranmak, O`ndan kendimiz, çocuklarımız, mallarımız için güvenli bir yolculuk dilemek üzere orada, Ahava Kanalı yanında oruç* ilan ettim. Oruç tuttuk ve bu konuda Tanrımız`a yakardık. O da yakarışımızı yanıtladı. Ezra 8:23
Bunları duyunca oturup ağladım, günlerce yas tuttum. Oruç* tutup Göklerin Tanrısı`na dua ettim:
Aynı ayın yirmi dördüncü günü İsrailliler toplandı. Hepsi oruç* tutmuş, çul kuşanmış, başına toprak serpmişti. Nehemya 9:1
Kralın buyruğunun ve fermanının ulaştığı her ilde Yahudiler büyük yas tuttular, ağlayıp feryat ettiler, oruç* tuttular. Birçoğu da çula sarınıp kül içinde yattı.
Git, Sus`taki bütün Yahudiler`i topla; benim için oruç tutun; üç gün, üç gece hiçbir şey yemeyin, içmeyin. Hizmetçilerimle ben de sizin gibi oruç tutacağız. Ardından, kurala aykırı olduğu halde kralın huzuruna çıkacağım; ölürsem ölürüm.
Kraliçe Ester`le birlikte daha önce kararlaştırdıkları gibi, Purim günlerini belirlenen tarihte kutlamalarını buyuruyordu. Bu kutlamalara kendilerinin de, soylarından gelenlerin de katılmalarını, oruç* tutmada ve ağıt yakmada belirlenen kurallara uymalarını istedi. Ester 9:31
**
İNCİL
İsa kırk gün kırk gece oruç* tuttuktan sonra acıktı.
Oruç* tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara belli etmek için kendilerine perişan bir görünüm verirler. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır.
Siz oruç tuttuğunuz zaman, başınıza yağ sürüp yüzünüzü yıkayın.
Öyle ki, insanlara değil, gizlide olan Babanız`a oruçlu görünesiniz. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir.”
Bu arada Yahya`nın öğrencileri gelip İsa`ya, “Neden biz ve Ferisiler oruç tutuyoruz da senin öğrencilerin tutmuyor?” diye sordular.
İsa şöyle karşılık verdi: “Güvey aralarındayken, davetliler yas tutar mı? Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, o zaman oruç tutacaklar.
Yahya geldiği zaman oruç tutup içkiden kaçındı, ona `cinli` diyorlar. Matta 11:18
Yahya`nın öğrencileriyle Ferisiler oruç tutarken, bazı kişiler İsa`ya gelip, “Yahya`nın ve Ferisiler`in öğrencileri oruç tutuyor da senin öğrencilerin neden tutmuyor?” diye sordular.
İsa şöyle karşılık verdi:
“Güvey aralarında olduğu sürece davetliler oruç tutar mı?
Güvey aralarında oldukça oruç tutmazlar!
Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, onlar işte o zaman, o gün oruç tutacaklar. Markos 2:20
Anna adında çok yaşlı bir kadın peygamber vardı. Aşer oymağından Fanuel`in kızıydı. Genç kız olarak evlenip kocasıyla yedi yıl yaşadıktan sonra dul kalmıştı. Şimdi seksen dört yaşındaydı. Tapınaktan ayrılmaz, oruç tutup dua ederek gece gündüz Tanrı`ya tapınırdı.
Onlar İsa`ya, “Yahya`nın öğrencileri sık sık oruç tutup dua ediyorlar, Ferisiler`in öğrencileri de öyle. Seninkiler ise yiyip içiyor” dediler.
İsa şöyle karşılık verdi: “Güvey aralarında olduğu sürece davetlilere oruç tutturabilir misiniz?
Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, onlar işte o zaman, o günler oruç tutacaklar.
Vaftizci Yahya geldiği zaman oruç tutup şaraptan kaçındı, ona `cinli` diyorsunuz.
Haftada iki gün oruç tutuyor, bütün kazancımın ondalığını veriyorum.` Luka 18:12
Bunlar Rab`be tapınıp oruç* tutarlarken Kutsal Ruh kendilerine şöyle dedi: “Barnaba`yla Saul`u, kendilerini çağırmış olduğum görev için bana ayırın.”
Böylece oruç tutup dua ettikten sonra, Barnaba`yla Saul`un üzerine ellerini koyup onları yolcu ettiler.
İmanlılar için her kilisede* ihtiyarlar* seçtiler. Dua ve oruçla* onları, inandıkları Rab`be emanet ettiler.
Epey vakit kaybetmiştik; oruç günü bile geçmişti. O mevsimde deniz yolculuğu tehlikeli olacaktı. Bu nedenle Pavlus onları uyardı: “Efendiler” dedi, “Bu yolculuğun yalnız yük ve gemiye değil, canlarımıza da çok zarar ve ziyan getireceğini görüyorum.” Elçilerin işleri
**
KURAN:
Bakara Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz. Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikafta iken eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.
Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin.
Nisa Bir müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. Ancak yanlışlıkla olması başka. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir. (Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Bunlara imkan bulamayanın, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Maide
Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkanı) bulamazsa onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.
Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ’be’ye hediye olarak varmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir..
Tevbe
Bunlar, tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü’minleri müjdele.
Ahzab
Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkar erkeklerle itaatkar kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.
Mücadele (4)
Kim (köle azat etme imkanı) bulamazsa, eşine dokunmadan önce ardarda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar Allah’a ve Resülüne hakkıyla iman edesiniz diyedir. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kafirler için elem dolu bir azap vardır.
Tahrim
Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha hayırlı, müslüman, inanan, sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir.
Safa Kaçmaz, 5.9.2008 tarihli iletisinden
X
SAÇI BİTMEDİK YETİMLERİN HAKLARINI YEMEK…
Sayın Başbakan “Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yedirmeyeceğiz…” dedi. Kendisini tebrik ediyor, candan kutluyorum… Bu vesile ile “Saçı bitmedik yetimlerin haklarını yemek” ne demektir, bu konuda birkaç madde kaleme almak istiyorum.
(1) İhalelere fesat karıştırmak saçı bitmedik yetimlerin hakkını yemek demektir.
(2) Resmî ve yarı resmî “işlerden” komisyon almak…
(3) Bire yapılabilecek bir işi üçe beşe, hattâ ona yaptırmak…
(4) Emanetleri ehil ve layık olmayanlara vermek… (Emanetler: Makamlar, mevkiler, memuriyetler, vazifeler, işler, hizmetler…)
(5) Gayr-i meşru, yasalara aykırı, haram yollarla kara, necis, pis servetlere, Cehennem ateşi zenginliklere sahip olmak.
(6) Siyasî nüfuzla gelir elde etmek, mala mülke sahip olmak.
(7) Kızlarına, oğullarına, damatlarına, gelinlerine, dünürlerine, kardeşlerine, akraba ve hısımlarına, hemşehrilerine yasa ve ahlâk dışı gelirler ve zenginlikler temin etmek.
(8) Nepotizm yapmak.
(9) Partizanlık yapmak; devlet ve belediye gelirlerini ve bütçelerini partililerin ve particilerin arpalığı gibi kullanmak.
(10) Fakir ve miskin Müslümanların, muhtaçların, sefaletle boğuşanların hakkı olan zekatları; Kur’ân’a, Sünnete, icmâ-i ümmete, fıkha, Şeriata kesinlikle aykırı olarak toplayıp hevasına göre harcamak. Böylece İslâm’ın beş temel şartından/farzından biri olan bu mâlî ibadeti tatil etmek.
Devletin, belediyelerin, resmî veya yarı resmî şirket ve kuruluşların bütçelerindeki her kuruşta yetimlerin, sürünen dulların, kimsesiz fakir yaşlıların, hastaların, muhtaçların hakları vardır. Bunları israf edenler, zimmetlerine geçirenler, arpalık gibi kullananlar Yüce İslâm dini, hukuk ve ahlâk tarafından hain ve merdut ilan edilmiştir.
Allah, saçı bitmedik yetimlerin, fakirlerin, miskinlerin haklarını yiyenleri sevmez, onların yaptıklarından razı olmaz. Onlar, ilahî gazab ve azaba layıktırlar.
Müslüman bir ülkede saçı bitmedik yetimlerin, fukaranın, mesakînin (miskinlerin) hakları yeniyorsa, orada durum çok fena demektir.
Saçı bitmedik yetimlerin haklarının yenmesi genelleşince azaba, felaket ve afetlere, her türlü bela ve musibete uğranılır.
Bu memlekette yakın tarihte çok yetim hakkı yenilmiştir
Allah zalimleri sevmez.
Dinimizin 12 Temel Hükmü
İslâm dininin Kur’an’dan, Sünnetten, icmâ-i ümmetten çıkartılmış temel inançları, kuralları, hükümleri vardır. Bunlar akaid, ilmihal, fıkıh, tefsir kitaplarında sarahaten (açık bir şekilde) yazılıdır.
Birincisi: Yegane hak din İslâmdır. İslâm, hak din olmakta ortaklık kabul etmez. Binaenaleyh birilerinin “Üç hak ibrahimî din” söylem ve safsatalarının hiçbir kıymeti yoktur. Böyle bir iddia Kur’ân’a, Sünnete, icmâya aykırıdır.
İkincisi: Beş vakit namaz, Kelime-i Tevhid’ten yani imandan sonra İslâm’ın en temel ve önemli emridir. Bunda hiç bir şüphe yoktur.
Üçüncüsü: Şeriat, Kitab’tan ve Sünnetten çıkartılmış dinî hükümlerin tamamına verilen isimdir. Şeriat İslâm ile özdeştir. Binaenaleyh “Ben Müslümanım ama Şeriata karşıyım” gibi mantıksız sözler büyük ve korkunç bir çelişkidir ve söyleyeni dinden çıkartır.
Dördüncüsü: Tesettürdür. Müslüman kadınların başlarını örtmeleri ve vücutlarını gizleyecek bir cilbaba bürünmeleri farzdır. Bu konuda on dört asırlık bir icma bulunmaktadır.
Beşincisi: Zekat, Kur’an’ın Tevbe suresinin 60’ıncı ayetine göre, başta fakirler ve miskinler olmak üzere sekiz sınıf gerçek kişiye (tüzelkişiye değil!) verilecektir. Bunda da icma vardır. Tüzelkişilere verilen zekatlar geçersizdir.
Altıncısı: İslâm dini lüksü, israfı, sefahati, aşırı tüketimi, gösterişi, gururu, kibri, ihtiyacından fazla harcamayı kesinlikle yasak ve haram kılmıştır.
Yedincisi: Dinimiz, Kitabımız, Peygamberimiz, Şeriatımız biz Müslümanlara, kafirleri dost ve velî (idareci) edinmeyi yasak etmiştir.
Sekizincisi: Gıybet kesin bir yasak ve haramdır. Kur’an gıybet etmeyi, ölü kardeşinin etini yemek gibi iğrenç ve çirkin bir günah ve cinayet olarak beyan etmiştir. Gıybet yapanlar azılı fasıklardır.
Dokuzuncusu: Kur’an “Mü’minler kesin olarak birbirlerinin kardeşidir” buyurmakta ve dinimiz kardeşliği zedeleyecek şeylerden, tefrikadan, fitne ve fesattan kaçınmamızı emr etmektedir. İman kardeşliğini bozanlar, iman kardeşliğine aykırı işler yapanlar fasıktır, facirdir, günahkardır.
Onuncusu: Yüce dinimiz ve Şeriatımız biz Müslümanları yardımlaşmaya çağırmakta; zenginlerin, imkanlıların fakir ve miskinlerin yardımına koşmasını emir buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz “Din kardeşi aç gecelerken, kendisi tok sabahlayan bizden değildir” buyurmuşlardır. Din ve iman kardeşleri sefalet ve yokluk içinde sürünürken kendisi Nemrud ve Firavun gibi yaşayan, muhtaçlarla ilgilenmeyen, zekatını fıkhın gösterdiği şekilde sarf etmeyen, zekattan başka ayrıca sadaka vermeyen, din kardeşlerine acımayan, onlara yardım etmeyen kimseler fasıktır, facirdir.
Onbirincisi: Peygamberimiz “Üç Müslüman birlikte yolculuğa çıkarsa, içlerinden biri yol başkanı olsun” buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerifte “Zamanındaki İmamü’l-müslimîni bilmeyen kimse sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olur” uyarısı yapılıyor. Binaenaleyh Müslümanların bir reisi olması şarttır. Bütün Müslümanların bunu bilmesi gerekir.
Onikincisi: İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmaresidir. Müslüman nefs-i emmaresi ile devamlı şekilde mücadele etmelidir.
Başta Diyanet olmak üzere bütün cemaatlerin, tarikatların, ulemanın, temsilci ve ziyalı Müslümanların dinimizin bu gibi temel ve zarurî hükümlerini halka bildirmelerinde ve öğretmelerinde büyük yararlar vardır.
Mehmet Şevket Eygi .Millî Gazete, 6.8.2008