TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA HAYIR!..
MİSYONERE YANIT
Allah sözü denince ne anlamamız gerektiğine açıklık getirmemiz gerekir…
İnsanlığı; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme yönelten sözlere, kim tarafından, söylenirse söylensin Allah sözü denir.
Allah’ın sözü aynı zamanda genel değerler, ortak doğrular, olumlu kavramlar, yüce duyguları yansıtan düşüncelerdir.
Bu Ortak değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları yansıtan olumlu ve güzel sözler her zaman geçerliliğini koruduğu için de ebedî ve ezelî anlamda Tanrı sözü sayılır…
Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
www.tabularatalanayalanabalta.com
ÖNSÖZ
AkıI yürütüp “Bu dünyayı bir yaratan var!..” diyerek bir Tanrı yaratmışız.
Bu yarattığımız Tanrı’ya da herkesin inanmasını istemişiz…
Oysa Tanrı içimizde olup her zaman tecelli etmeye hazırdır;
yeter ki O’na kulak verelim, O’nun niteliklerini bilelim…
Daha güzel bir dünyanın, daha özgürlüklü bir dünya olmadan gerçekleşemeyeceği açık. Daha özgürlüklü bir dünyanın kurulabilmesi için de tabuların yıkılması gerekli. Her türlü tabu yıkılmalı. En başta da dinlerden , “inanç”lardan kaynağını alan tabular.
“Özgürlükleri bağlayan her türlü zincir kırılmalı, en başta da kafalardaki “iman zinciri”…
İman zincirine bağlı düşünce sabittir, değişmez… Atatürk bu konuda şöyle diyor:
“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur..”
Atatürk BU SÖZLERİ Kuran’daki şu ayet için söylüyor:
” Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”(Kuran – Fatır. 35/43)
Bu ayet ise doğanın değişken yapısına terstir.
Zincirli zihin gelişme gösteremez; değişmelere, gelişmelere ayak uyduramaz. Dünyamızdaki her türlü olumlu gelişme, dinin ve imanınki başta olmak üzere, tabuların zincirinden kurtulabildiği, yol bulabildiği ölçüde gerçekleşebilmiştir. Akıl, bilim, teknoloji, insan hakları alanında ulaşılan noktalar, bu yoldaki adımların ürünleridir.
Akıl ve bilim aydınlık kesimdedir. Din ve iman ise karanlık kesimde.
Aklın, bilimin ölçüleri bellidir. Gözlem vardır, deney vardır, nesnellik vardır…Yolu ışıklandıran da bunlardır. Öyleyse “Din”in üzerine nasıl gidilmesi gerektiği ortada ve son derece açık: Karanlığın üzerine nasıl gidilirse, “din”in üzerine de öyle gidilmelidir. Karanlıkla savaşılırken ışık gereklidir. Dinin, imanın üzerine gidilirken de…”
Böyle başlıyor Turan Dursun yayına çıkacak ilk kitabının önsözünde. Şeriatın kurşunları 4 eylül 1990 günü onu arkadan, yedi yerinden, vurup öldürmeden üç ay evvel…
Öldürüleceğini çok iyi biliyordu ve şöyle diyordu: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım.” Aydın ve cesur bir insan olarak ikincisini seçti o.
Ben yanmasam,
Sen yanmasan,
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Nazım Hikmet
Turan Dursun, mükemmel derecede Arapça bilgisi ve uzun yıllarını İslam’a adamış bir aydın olarak, yaşamı pahasına ve bunun bilincinde olarak dinin karanlıklarına ışığını tutmayı başarabildi. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitaplarının baskıları yüz bini geçti.
Turan Dursun Sitesi ise 1997 yılından beri zaman zaman aksayarak da olsa yayınını bugünlere ulaştırabildi ve en az yüz bin insana da ulaştı.
Büyük İslam bilgini, aydın ve cesur dostumu saygıyla anıyoruz.
(Yukarıdaki yazının büyük bölümü Turan Dursun bölümünden alınmıştır…)
Av. Hayri Balta, 22.7.2007
x
TANRI; MADDE, VARLIK, KİŞİ YA DA RUH OLARAK VAR MIDIR?..
Ebu Ubeyde Bin Nihat adlı bir okurumuz bana “Siz kalkıp hangi rütbenizle Rahman ve Rahim olan Allah’tan hesap sormayı düşünebilirsiniz? Yoksa Hayri Balta artık ilahlık peşinde midir?” demektedir. Anlaşılan o ki bu okurumuz benim yazdıklarımı anlamamıştır..
Bir kere ben; insanın dışında bir Tanrının varlığına inanmıyorum ki, gidip ondan hesap sorayım… Bir kere şu bilinsin ki insanın olmadığı yerde Yaratan (madde, toprak…) vardır ama Tanrı yoktur!..
Tanrı; kendini (nefsini) bilen ve isteklerini (nefsini) denetim altına alan insanın düşünce dünyasında vardır. Bu yüzden “Nefsini bilen Rabbini bilir!” denmiştir.
Sen kendini bilmediğin sürece Tanrı’yı bilemezsin ki? Bu gerçeği Şemseddin-i Sivasî şu sözlerle dile getirmiştir. Anlayan varsa beri gelsin:
“Gözle seni sen sende
Düşme diğer sevdaya
Sende seni buldunsa
Edersin vuslat yâr’a…” (Bedri Özbey, Veliler Bahçesi. S.16)
Ne demek istiyor; başka yerde Tanrı arama; kendinde ara ve sen kendini bilirsen kavuşursun O’na…
Bu konuda Hacı Bektaşi Veli de şöyle demektedir.
“Hararet nardadır saçta değildir.
Keramet baştadır, taçta değildir.
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac da değildir.”
Bu konuda İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun aşağıdaki sözleri dikkatle okunmaya değer: “Halk ile meşgul olmak bir perdedir. O perde insanı Allah’ın kapısından içeri koymaz. Bina aleyh halkı terk eden nefsinden haberdar olur ve nefsini terk eden Arif-i Billah (Allah’ı bilen) olur.” (Marifet name. s. 30).
Ne demek istiyor? Halkın inandığı gibi inanırsan; gerçeğe ulaşamazsın Ama kendini (nefsini) bilir ve kötü isteklerini frenleyebilirsen; doğru, güzel, iyi olanı yaparsan Tanrı’yı bilen olursun. Tanrı’ya (Genel değerler ve doğrular, üstün duygu ve düşünceler, yüce kavramlar…) uymazsan; yani Tanrı’yı tepelersen huzurun kaçar. Bu huzurun kaçmasına da din ilminde “Cennet’ten kovulma” denir.
Tanrı’yı bilmek ve bulmak için öncelikle; halkın değil, ariflerin, ermişlerin, yukarıya aldığım sözleri üzerinde düşünmek gerekir.
Burada İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun halk dediği halkın nakle ve taklide dayanan Tanrı ve Din anlayışıdır.
Halka gerçek Tanrı ve din bilgisi vermeyenler ise her gece televizyona çıkarak yalanda yarışan, uydurmada uyuşan ilahiyatçılardır. Ne acı ki bunlar bilmeyerek halkımızı (insanları) Tanrı’dan uzaklaştırmaktadırlar.
Yunus Emre bizim Anadolu’muzun ariflerinden biridir. Mevlana’ya ne demiştir? “Ete kemiğe büründüm. Yunus diye göründüm.” Yunus, burada ne demek istiyor. Bunu da okuyucularım düşünsün.
Tanrı konusunda yaptığım şu tanıma dikkatinizi çekerim: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Maddî bir varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Tanrı ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Yine tanrı zat (kişi) olarak yoktur, sıfat (nitelik) olarak vardır…”
Hiçbir ilâhiyatçının Tanrı madde olarak vardır deyeceğini sanmıyorum. Çünkü kendi ifadelerine göre “Tanrı mekandan ve zamandan münezzehtir” ve “Tanrı, İnanan insanın kalbinden başka bir yerde de değildir” ve yine Kuran’a göre: “Allah Kişinin kalbi ile kendisi arasına girer.” (K. 8/24. 50/16)
Burada kalp dediği: İnsanın aklı, sağduyusu, vicdanı, bilgi ve kültür birikiminden oluşan; genel değerler ve doğrular, üstün duygu ve düşünceler, yüce kavramlardır ki bu Tanrı kavramı ile ifade edilir… Bu duygu, düşünce ve kavramlara aykırı davranırsan Tanrı’yı tepelemiş olursun…
Tanrı’nın; kişinin kalbi ile kendisi arasına girmesi demek; insanın, olumlu ve yüce kavramlar yanında, genel doğruların, üstün değerlerin, insanlıkça kabul edilmiş genel ahlakın varlığını her zaman kalbinde (sağduyusunda, vicdanında) duyması ve daima haktan yana, doğrudan yana, iyiden, güzelden yana olması demektir…
İnsan, bu olumlu kavramları, genel doğruları, üstün değerleri bir ilke olarak kabul edip yaşamına uyguladığı sürece huzur ve mutluluk içinde olur ki; insanın bu ruh hali, din ilminde, cennet ile ifade edilir. Bu olumlu kavramların tersi olan olumsuz kavramları; yani kötü olanları ilke olarak kabul edip yaşamına uygularsa huzur ve mutluluğu yitirir ki bu da, din ilminde, cehennem ile ifade edilir.
Bu açıklamalarım Adem ile Havva’nın cennetten kovulması ayetlerinde çok güzel ifade edilmiştir. Orada Tanrı (İnsanın aklı, sağduyusu, mantığı…); insana, şöyle seslenmektedir: “Her şeyi yap, ama şu ağacın meyvesini yeme!” (K. 2/35) demiştir. O ağaç kötülüğün simgesidir ve kötülüğün çeşidi çoktur. O meyveden yeyen huzur ve mutluluğunu yitirir. Yani cennetten kovulur…
Biline ki Cennet de, Cehennem de insan yaşarken söz konusudur. Öldükten sonra gidilecek ve hesap verilecek bir yer yoktur.
Yine biline ki “Tanrı, ölülerin değil; dirilerin Tanrı’sıdır.” (İn. Matta. 22/32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Bu demektir ki değil fiziksel olarak ölmüş insanın; yaşadığı halde kalp gözü kapalı ve cahil bir insanın bile Tanrı ile ilgisi yoktur. Bu nedenle derim ki; olgun insanın olmadığı yerde Tanrı da yoktur…
Bu duruma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bu kavramların din edebiyat ve felsefesinde başka anlamları vardır.
Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözlerle insanı tekamüle sürükleyen sözlerine Tanrı sözü (Allah kelamı) denir.
Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı; Tanrı, kendi yarattığı insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.
Bütün canlıları yaratan maddedir; yani toprak.Bu nedenle “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” denir. Topraktan yaratılan insan ham madde olarak kabul edilir. Bu ham madde olan insanı eğitip, olgunlaştıran ve kendisine gerekli bilgileri vererek yaratan olgun insandır (İnsan-ı kâmil…) Din ilminde bu oluşuma “Allah insanı çamurdan yarattı…” denir ki insanın eğitilmemiş, gerçeklerden habersiz hali, din ilminde, çamur ile ifade edilir.
Yine sanal olan Allah; insanı yaratmış olsaydı, davranışını beğenmediği bir insanı “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) benzeterek aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Tanrı’nın yüceliği ile ne oranda bağdaşır? Takdirini size bırakıyorum.
Vahiy demek; ezoterik bilgi sahiplerinin; olaylar, sorunlar ve soruları çözümlemek için içine doğan duygu ve düşünceleri dile getirmesi demektir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî, insanî olanına ve insana tekâmül yollarını gösterenine dinsel bir terimle vahiy denilmiştir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî olmayanına ise ilham denir.
Vahyin de, ilham’ın da hepsine Türkçede “İçe Doğuş” ya da “Esin” denir. Bütün esinlerin (Vahiy, ilham, içe doğuş…) kaynağı insanın gelişmiş aklı, bilgisi, kültürü sayesinde oluşan önsezisidir. Gelişmiş aklı, bilgisi, kültürü olmayan ne vahiy gelir ne de ilham…
Artık doğa olaylarını, toplum olaylarını, tıbbî olayları, uzay olaylarını ilâhir Tanrı kavramı ile karıştırmamalıyız. Bırakalım tıp bilimi ile doktorlar uğraşsın. Toplum olaylarını sosyologlar incelesin. Uzay hakkında uzay bilimcileri konuşsun. Bizler doğa olayları ile Tanrısal olayları birbirine karıştırmayalım. Tanrısal olan nedir onu bulmaya çalışalım.
Tanrısal olaylar yaşam deneyleri ile ortaya çıkar. Uygulandığında insanın yüzünü kızartmayan, başını ağrıtmayan, kendisini utanca boğmayan ve her zaman başını dik tutan yaşam yöntemi Tanrısal yaşamdır.
Böyle bir yola gitmeyi öğütlemek kolay ama uygulamak zordur. Bunun içindir ki “En büyük cihat insanın kendi nefsi ile yapacağı savaştır.” denmiştir.
Kendini bilmeyen insan Tanrı’yı bilemez. Tanrı’yı bilmek için insanın önce kendisini bilmesi; yani eleştirmesi, yargılaması; ruhsal yapısındaki eksiklikleri görerek gidermesi, kötü olanı yapmaması ve kötülerle ilişkiyi kesmesi gerekir. Böylece Tanrı yolunda sayılır; aksi takdirde ham gelir, ham gider…
Av. Hayri Balta, 26.2.2006
X
TANRI ve DİN TANIMI’NA GİRİŞ
Din, olumlu davranışları simgeler. Dinsizlik ise olumsuz davranışları… Örneğin bir insan; ahlakla mı, ahlaksız mı, arlı mı, arsız mı, hırlı mı, hırsız mı, namuslu mu, namussuz mu, bencil mi değil mi, denli mi, densiz mi, erdemli mi, erdemsiz mi, ilkeli mi, ilkesiz mi, mal-mülk peşinde mi yoksa gereksinimi kadarının kazanmak peşinde mi? Bütün bu olumlu ve olumsuz kavramları sayısızca çoğaltabiliriz.. İşte bütün bu kavramlar dinin inceleme konusudur.
Burada saydığımız olumsuz kavramlar; ahlaksızlık, namussuzluk, hırsızlık, kan dökücülük, mal-mülk düşkünlüğü gibi… bunların hepsi dinsizlik olarak nitelenir. İster sinagog’a, ister Kilise’ye, isterse camiye gitsin sonuç değişmez, ölçü budur. Bu saydıklarımızı alışkanlık haline getirenler, dinlerin günahkâr olarak kabul etmesine karşın, dinsiz sayılır…
İşte bu anlamda olmak üzere bütün bu olumsuz ilke ve davranışların zıttı olan kavramlar ise kötüye karşı iyi oldukları için kutsallaştırılır. Kutsallaştırılan bütün kavramlar Tanı kavramı ile simgelenir.
Bu anlayışı ölçü almak koşulu ile bütün insanlık dinsizliği kabul etse ben kabul etmem. Bu anlamda olmak üzere bütün insanlar Tanrı’yı yadsısa ben, ölüm pahasına da olsa, yadsıyamam.
Din bu şekilde anlaşılması gerekirken insanlar, bu anlayışın dışına çıktıkları için Tanrı’dan uzaklaşmışlardır…
İnsan hakları Evrensel Sözleşmesinde “Herkesin düşünce, düşünceyi ifade etme, din ve inanç özgürlüğü vardır. Bu hak din ve inanç değiştirme özgürlüğünü de kapsar…” (Madde 18) Bu tür özgürlükler diğer sözleşmelerde de vardır. Örneğin: Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi gibi…
Ne var ki Tanrı sözü sayılan Kutsal Kitaplarda insanların insanlığa tanığı bu hakları kullanmaya kalkışmak ölüme davetiye çıkarmak anlamına gelir. Örneğin İslam’da dinini değiştiren mürtet sayılarak öldürülür. Bu anlayışın kaynağı Hadisler yanında Kuran’dır. Okuyalım Tanrı sözü olarak kabul edilen Kuran’da: “Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onun ki kabul edilmeyecektir. O âhrette de kaybedenlerdendir.” (K. 3/85). “Kim mürtet ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, ahrette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır.” (K. 2/217, 3/77, 4/89,137, 47/25-29)
İnsaf yahu Yaratan (Tanrı=Allah…) vardır. Bir parça aklı ve sağduyusu olan insan insanların yaptığı yasalar; insanlığa din ve inancını değiştirme özgürlüğü tanırken Allah kendi kitabında bu tür davranışları niçin en büyük suçlardan saymıştır.
İnsanların koyduğu kurallar ile Tanrı’nın koydu kurallar karşılaştırıldığında insanların koyduğu kuralların daha insancıl olduğu görülür. Oysa Tanrı’nın yasaları daha insancıl olmalı değil mi idi? Nedir bu kâfirleri-müşrikleri, mürtetleri öldürmek… Bunların Müslüman olmadıkları için yaşama hakları yok mu?
Din ve Tanrı konusunu akılcı açıdan bakılmalıdır. Atatürk’ün deyimiyle: “Her ne ki akla mantığa Uygundur; o dindir.” Tanrı bilgisine erişmiş olanlar bu konulara akılcı ve bilimsel açıdan yaklaşırlar.
Öyle halkın anladığı gibi herhangi bir dine bağlı olmak yetmez. Söylenen her söz, Tanrı da söylese, Peygamberler de söylese, akıl, ahlak, bilim, erdem ölçülerine vurulmadan kabul edilemez.
Mevlâna’nın dediği gibi “Dün söylenen dünle geçti cancağızım; bu gün için yeni şeyler söylemek lâzım…
Bu gün yurdumuzda, bırakın şeriatçı medyayı; Atatürk’e, Cumhuriyet ilkelerine bağlı ve de ilerici olduklarını söyleyen medyamızda bile şeriat bütün gerçekliği ile halkımıza anlatılmamaktadır. Öyle ki devlet radyoları bile gerçekleri gizlemekte, saçma sapan söylentileri, hurafeleri halkımıza empoze etme konusunda şeriatçı medya ile yarışmaktadır. Örnek verirsek TRT’nin Din ve Ahlak yayınları… Özel televizyonların Ruh Dünyası, UFO dünyası…
Aşağıda adı geçenler “KURAN MÜSLÜMANLIĞI” adı altında şeriat propagandası yapmaktadırlar. Bunlardan ilk akla gelenleri, alfabetik olarak sıralıyorum, Dünden Bugüne Tercüman’da Prof. Bekir Karlıağa, Doç. Dr. Abdulaziz Hatip, Güneş gazetesinde Rıza Zelyut, Halka Tercüman’da Abdullah Sevinç, Star gazetesinde CHP Milletvekili Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Takvim gazetesinde Prof. Zekeriya Beyaz, Vatan gazetesinde Prof. Süleyman ateş, Yarın gazetesinde Ahmet Yılmaz ve daha niceleri…
Diyanet İşleri Başkanlığı derseniz o da adı geçenlerden geri kalmamaktadır. Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı şeriatçıların örgütlü finansmanıdır.
Bütün saydıklarım bu güne değin “İslam’da neyin olup neyin olmadığı konusunda” bir anlaşmaya varamamışlardır. Günümüz ahlak ve bilimine, hukuk ve toplum kurallarına ters düşen bir uygulama ile karşılaştıklarında hep bir ağızdan koro halinde “İslam’da bu yoktur!” demektedirler. Oysa yok dedikleri vardır…
Şimdi bir an düşünelim; yurdumuzda, bunların istediği gibi Kuran Müslümanlığı uygulanmaya başladı diyelim. Bunlar kendi kafalarına göre Müslümanlığı uygulayamazlar ki. Bunlar Kuran, Hadis gibi İslam’ın temel kuralları dışına çıkamazlar ki…
Bir kere şurası bilinmelidir ki şeriatçılara göre: “Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş iman esaslarının, ilâhî emirlerin ve yasakların bütününe ve herhangi birine inanmayan kişi kâfir” sayılır. (Bk. İslam’da Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan. Sözlük bölümü. Aynı zamanda D. Mehmet Doğan’ın Vadi Yayınlarınca yayınlanan BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK’ün Kâfir ve Lâik maddesine bakınız…)
Ali Rıza Demircan’ın dayanağı da şu âyetlerdir. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” (K. 5/44, 45)
”…Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.
Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (K. 2/85)
Yukarda adlarını sıraladıklarım ve diğerleri memlekete yeni bir buluşmuş gibi Kuran Müslümanlığını dayatmaktadırlar. Sanki İslam dünyasında 1500 yıldır uygulanan Kuran Müslümanlığı değilmiş gibi…
Bu bölümde yukarıda adı geçenlerin gizlemeye çalıştıkları âyetler (Kuran hükümleri) dile getirilmektedir. Bakalım dile getirmedikleri bu âyetleri dile getirmemi nasıl karşılayacaklardır.
Onların halkı aldatarak şeriata sürükleme hakkı var da; bizim halkımızı, Anayasa ve yasalarımız gereği yasak olan şeriat tehlikesinden korumak için gerçekleri dile getirmek ve laikliği savunmak hakkımız yok mudur?
Devletimizin Anayasasında her ne kadar “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” deniyorsa da; laik olmayan Cumhuriyetimiz irticaı, Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse etmekte ve hatta korumaktadır.
Böylece İslam’ın Sünni mezhebi devlet dini olma niteliğini sürdürmektedir. Bu laiklik dışı davranış sürdüğü sürece irtica; tesettür, inanç ve öğrenim özgürlüğü adı altında devleti kademe kademe ele geçirmeye devam edecektir.
Bu nedenle diyorum ki Sünni mezhebi de diğer din mensupları gibi kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya bırakılarak Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla şeriatın finanse edilmesine son verilmelidir.
Aksi takdirde şeriat delilerinin; Sivas, Malatya, Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas Madımak otelinde yaptıkları gibi; insanları otele tıkıp yakmaları, Atatürkçü laik aydınları öldürmeleri zaman zaman yinelenecektir.
Bu tür olaylara meydan verilmemesi için laiklik gereği Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir. Yoksa Abdurrahman Dilipak, 21.1.2000 tarihli Akit gazetesinde dediği gibi: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.”
Amacım Kuran’ın zalimler elinde bir cinayet aletine dönüşmesini önlemektir. Bunun için de Devletimizin, her türlü düşünce ve inanç sahiplerine, hakaret ve şiddete başvurmama koşulu ile, özgürlük tanıması ve de; aklı, ahlakı, bilimi, gerçeği, hümanizmi savunanları şeriatçı militanların saldırısından, şerrinden, küfürlerinden koruması gerekir… Kaldı ki devletin aslî görevi de zaten budur.
Sanılmasın ki ben; Allah’ı, Dini, Kuran’ı küçük düşürmeye çalışıyorum. Hayır, ben Din gerçeğini, bütün dinlerin birbirlerinin orijini olduklarını anlatmaya çalışıyorum.
Her toplumun her çağda kendine göre bir hukuku vardır. Mevlana’nın bundan 700 yıl önce söylediği gibi: “Dünle söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün iç in yeni şeyler söylemek lazım!”
1400 yıl önceki hukuk kuralları (şeriat hükümleri) ile laikliğe yönelmiş toplumumuz yönetilemez. Bunun yanında da dinlerin ahlak, edep ve hikmete yönelten öğütleri ihmal edilmemeli ve öğütlerin de; ilahi değil, beşeri olduğu söylenmeli. Böylece; olgunlaşmış, sorumluluğunu bilen ahlak ve hukuk dışı olaylara karşı duyarlılığı olan yepyeni kuşaklar yetiştirilmelidir.
Tanrı anlayışı gerçek yörüngesine oturtulmalıdır. Toplumu sanal bir Tanrı kavramına yönlendirmeye son verilmelidir.
Bilinmelidir ki: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Gerçek olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Kişi (Zat) olarak yoktur, simge olarak vardır.”
Tanrı; doğru, güzel, iyi vb gibi etik değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Bu kavramlar ise insanın ruhunda vardır.
Bir örnekle görüşümü açıklamak istiyorum. Hıristiyanlıkta “Tanrı sevgidir!” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19) denir. Kiliselerinin kapılarında bu levha asılıdır. Ne var ki bunun ne anlama geldiği çok az kişi tarafından anlaşılır. Bu demektir ki: “Sevgi” kavramı ile “nefret” kavramı ile karşılaştığınızda “Sevgi” tercih edilmelidir.
Çünkü Sevgi nefrete göre çok yüce bir kavramdır. Çünkü “sevgi” iyi olduğundan, yüce (Tanrı); nefret ise kötü olduğundan, aşağı (Şeytan) dır.
Bu nedenle “Tanrı yücelerden yücedir!” denilir. Ne var ki din bilgisinden yoksun dinciler Tanrı’nın bilinmeyen bir yerde kürsüsü var sanır…
Bunun yanında Tanrı kavramı; doğa yasaları, toplum kuralları yanında; insanın, aklını, sağduyusun, kültürel birikimini ve vicdanını kapsar. Bunu da ancak erbabı anlar.
“Tanrı bizde tecelli etmeye her zaman hazırdır. Tanrı her zaman içimizde ve bizimle birlikte vardır. Ne var ki ondan kaçarız. Sorumluluktan kaçmak için O’nu hep hep kendi dışımızda ararız.
Bize düşen içimizde bulunan Tanrı’nın sesine (vahiy, ilham, esin, uyarı, cız…) duymak ve o sese kulak verip uymaktır.
Aklın, bilimin, çağın ahlak ve hukuk kurallarına uymadığımız sürece biz insanlara kurtuluş yoktur.”
İnsanlar akla, bilime göre karar vereceklerine vahye uyarak dine göre karar veriyorlar. “Allah dünyayı yoktan var etti!” diyorlar. Böyle dedikleri an çıkmaza girdiklerini bilmiyorlar. Şu basit soru karşısında apışıp kalıyorlar. “Peki sen bir yaratan aradığına göre Allah’ı kim yarattı öyleyse?” denildiği zaman “O kendinden vardır!” diyorlar. Bu sözün bilimsel dayanağı var mı? Böyle bir sav bilimsel olabilir mi? Peki bu konuda da bir başkası: “Kendinden var olan maddedir.” haksız mı?
Yaratan maddedir. Vardan var olur, yoktan bir şey var olmaz. Kaldı ki bu savın bilimsel bir dayanağı da vardır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!” Görüldüğü gibi insanlar akla değil vahye; bilime değil dine inanıyorlar…
Benim saçmaladığımı sananlar olabilir. Onlara şu gösterdiğim âyetlere bakmalarını öneririm:
Kuran’dan: 2/186, 8/24, 15/99, 17/60, 20/46, 50/16, 51/21, 56/85, 58/7;
İncil’den: Yuhanna, 14/8, 17/21; Korintoslular 6/16; Vahiy 21/3.”
Görüşlerimin din dışı olduğunu ileri sürerek bana kızanlar, öfkelenenler; önce gösterdiğim bu âyetlerle bakarak düşüncelerim arasındaki benzerliğe dikkat etmelidir.
Din konusunu oluşturan bu bölümde demek istediğim: insanı, içinde uyumakta olan Tanrı’yı uyarmaya ve uyandırdığı bu Tanrı’yı yaşatmasıdır. Bunun için de insanın akla, bilime öncelik vermesi, gerçekçi olması; yaşamını, sağduyu ve vicdanının sesine uydurması gerekir.
Bunun içinde insanın çaba göstermesi gerekir. Bu iş öğütle, söylemekle olmaz. İnsanın yaratılışı elverişli olmalıdır. Yaratılışı elverişli olmayanlara ne desen boşunadır ve bu nedenle bu sözlerim gerçek arayışı içinde olanlaradır..
Av. Hayri BALTA, 1.8.2003
X
Hayri Bey,
Çok teşekkürler efendim. O kadar net ve doğru tanımlamışsınız ki eklenecek tek söz kalmamış.
Ellerinize, beyninize sağlık diyorum.
Sağlıcakla,
Cetiner, 19.7.2004
X
Çetiner Dostum,
Önce sevgi sundum.
Yazılarıma gösterdiğiniz ilgiden memnun oldum.
Değil mi ki tartıştığın inanç grubu var.
Bu durumda gözden geçirerek yeniden yazdığım “aydınlanmaya katkı” adli kitabımın Tanrı bölümü ile ilgili olan yazımı kullanmanda vardır yarar.
Yazıp gönderdiğim yazlar dipsiz kuyuya atılan taşlar gibi.
“… aldım, teşekkür ederim” ya da,
“… benim için zaman harcama!” demeye değmiyor kimsenin eli…
Düşünüyorum, sessiz kalan bu dostlara göndermeli mi göndermemeli mi?
Yavaş yavaş sileceğim ilgisiz kalan dostların adreslerini…
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 11.10.2005
X
E. E.’den
Hayri Bey,
Umarım hala hayattasınızdır da yazdıklarımı okuyup bana bir cevap yollarsınız.
Diyorsunuz ki, Tanrı; insanın iyiliğe, güzelliğe ulaşma çabasıdır.
Ben Tanrıya inanmıyorum, kötülük yapmaktan zevk alıyorum diyelim…
Bir gece aşırı alkol alsam, arabayla kazara size çarpsam, sonra da sizi yol ortasında bırakıp kaçsam, siz felç olsanız, yürüyemeyecek hale gelseniz, ben çok mutlu bir şekilde hayatıma devam etsem ve yıllar yıllar sonra 95 yaşında paşalar gibi bir hayat yaşayıp ölsem. Siz ise 95 yaşına kadar sürüm sürüm sürünüp, insanlara muhtaç bir halde ölseniz.
Ne güzel olurdu değil mi? Cennet yok cehennem yok. Ben krallar gibi yaşıyorum, iyilik umurumda değil.(çünkü ölümden sonra hayat yok) siz rezil bir hayat yaşıyorsunuz.
Hayri Bey avukatlık mesleğinin gereği olarak ağzınız iyi laf yapıyor ama boş konuşuyorsunuz. Ayetleri birer birer ele alıyorsunuz. Öncesindeki ya da sonrasındaki ayetlerle beraber okuduğunuzda daha farklı anlamlar elde edeceksiniz bunu biliyorsunuz ama işinize gelmiyor.
Lütfen bana dişe dokunur bir cevap verin… Her şey bu Dünyada mı kalıyor.. 60 senelik mi..
Saygılar e.e. 7.12.206
x
Sayın E.E.
Önce sevgi size.
Öyle anlaşılıyor ki girip çıkıyorsunuz Site’mize…
Yaşama gelince; yaşıyoruz işte buna yaşama denirse…
Çünkü 10 Kasım 206’da ağır bir kalp krizi geçirdim.
Şok tedavisi gördüm dirildim.
Kalbime pil takıldı; şimdi, Pilli Dede’yim…
Hadi dediğin gibi olsun.
Öbür dünyada Allah bizden hesap sorsun.
Ama yine oluyor bütün kötülükler.
Her gün cinayetleri, ırza geçmeleri yazıyor gazeteler…
Cennet Cehennem insanın ruhsal halidir.
Bunu idrak edebilmek için “Ölmeden önce ölüp dirilmelidir”…
Ölmeden önce öldük, yeniden doğduk, dirildik.
İşlediğimiz suçların cezasını daha yaşarken çektik…
Evet, Tanrı arayışında olmayanlar bizi bilemez.
Arayış içinde olmayan iyi (sevap); kötü (günah) nedir bilmez.
Onlar Kuran’ın ifadesi ile “sağır, dilsiz ve de kördürler” görmez…
Tanrı, dirilerin Tanrısı’dır ölülerin değil…
Bul Diri’yi, karşısında saygı ile eğil…
Yoruldum, daha fazla yazamıyorum.
Ben az söyledim, sen çok anla diyorum…
Sevgiler size bizden…
İletindeki efendiliği esirgeme bizden.
Av. Hayri Balta, 7.6.2006
+
E. E.
En azından cevap verdiğiniz için teşekkürler…
Umarım bir gün yaşadığımız hayattan pişman olmayız
Saygılar
E. E. 8.12.2006
X
TANRI DÜŞÜNCESİ
İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığı günden bu yana Tanrı düşüncesi insanları meşgul etmiştir. Başlangıçta Tanrı düşüncesi insanların doğa karşısında, bilgisizliğinden, korkusundan, yetersizliğinden doğmuştur. Birsel baskını, bir yıldırım düşüp yangın çıkması, bir deprem olup onlarca kişinin ölmesi veya kaybolması üzerine ilkel insanlar bu olayların kendi günahları yüzünden Tanrılarının kendilerine verdiği ceza olarak kabul etmişlerdir.
Zamanla tek Tanrı düşüncesine indirgenen bu düşünce giderek gelişime uğramış ve günümüzde kimi aydınlarımız tarafından en sağlıklı bir zemine oturtturulmuştur. Artık Doğa’nın, Evren’in, insanın dışında bir Tanrı aramanın bilimsel düşünceye aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Tanrı sözcüğü, çeşitli kavramları simgeleyen dinsel bir terime dönüşmüştür. Bu gelişmeyi Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemiştir: “İnsan bilgi sahibi oldukça, korkudan kurtuldukça, imgesel varlık gider yerine bilge insan gelir.”
Bütün dinler kölelik dönemi ile egemenlerin toplumu yönetme ve
tepkisizleştirme (miskinleştirme) aracı olarak kullanılmıştır. Her ne kadar solcular dinlerin oluşmasını sınıfların ortaya çıkmasına bağlamışlarsa da; dinler, sınıflar olmadan ortaya çıkmıştır. Çünkü dinlerin nedeni toplumsaldır, kültüreldir, ruhsaldır. İlkel toplum aşamasında bile Allah, din inancı toplumu etkilemiştir. Sınıflar ortaya çıkmadan önce de insanlar din kurumunu oluşturmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinler ezilen sınıfları durağan, tepkisiz, miskin bir insan olarak eğitmiştir. Toplumun bireyleri hak aramaktan yoksun olarak haksızlıklara direnmeyi akıl bile edememiş, bu dünyayı cennete çevirmek dururken şu dinli şu dinsiz diye ortalığı kan gölüne çevirerek güzelim dünyayı cehennem etmiştir. Bu dünyayı cehenneme çevirirken de öldükten sonra cennette yaşamayı ummuştur. Bunun sonucunda insan kendisine yabancılaşmıştır. İnsan kendisine yabancılaşınca bilgisizliğe, yoksunluğa, yoksulluğa, bağışıklık kazanmıştır.
Şaşırtıcı olanı insanların bu durumda olması bir beceriymiş (meziyetmiş) gibi gösterilmiş; öyle ki insanlar pasifliğe, tepkisizliğe, miskinliğe özendirilmiştir. Bunların başında egemenlere şirin görünmek isteyen din adamları gelmektedir. Kaldı ki din adamları tarih boyunca egemenler tarafından kullanıla gelmiştir ve halen de bu durum sürüp gitmektedir. Egemenler de din adamlarının halkı uyutması karşılığında onları görüp gözetmiştir. Din adamlarının kendilerine sadakatlerini ödüllendirmiştir. Din adamları da bu görevi başarı ile yerine getirdikleri için her dönemde devletin, egemenleri tarafından korunmuş ve el üstünde tutulmuştur.
Din adamlarının asıl görevi din düşüncesinin insana, aslından gerçeğinden, saptırılarak yanlış öğretmektir. Şunu önemle belirtmek gereğini duyuyorum ki insanları -Tanrı’dan uzaklaştıran din adamlarıdır. Böylece insan başına geleni Tanrı’dan sanarak bütün haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara sabırla katlanmayı bir sınav sayacaktır. Oysa bütün bu haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara katlanmamayı bir insansal görev bilen toplumlar sefil ve perişan yaşamaktan kurtulmayı başarabilmişlerdir.
Tanrı kavramı ile din duygusu hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Tanrı kavramı, dinsel bir terimdir. Erdem’in içeriğinde bulunan bütün olumlu
kavramları kapsayan simgesel bir demettir. Tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağı yukarı şöyle yapılır: “Eşi ve benzeri olmayan; bütün eksikliklerden uzak, her şeyi yoktan var eden, insanı ve diğer canlı cansız her şeyi yaratan, koruyan, rızkını veren, gücüne ve büyüklüğüne denk olmayan, her şeye gücü yeten (kadir olan), yazgımızı (kaderimizi) belirleyen, sonra da dilediğini kafir, dilediğini Müslüman eden, sonra da kafir ettiklerini cehenneme sokan, yaptıklarına akıl ermeyen dokunulmaz (la yüssel) bir varlıktır.”
Görüldüğü gibi ne kadar olumlu nitelikler varsa; imgesel (hayali) olan bir varlığa yağ çekilmektedir. Dalkavukluk yapılmaktadır. Oysa bu tanım bilime aykırıdır. Determinizmim kuralı gereğince her sonucun bir nedeni vardır. Yine Lavasion yasasına göre “Hiçbir şey yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz.” (Maddenin sakinimi yasası…) Bilimsel gerçeğe aykırı olan bu dünya görüşü; akla da, mantığa da aykırıdır.
Hele Kuran’da bulunan şu ayet insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü maddesindeki” “Herkes düşünme, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” (Mad. 9) ilkesine aykırı olduğu gibi Anayasamızın 10. maddesinde geçen “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Kuralına da aykırıdır. İşte ayet: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin, haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29) Ne demek “hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşmak?” ( K. Tevbe. 9/29) Böyle bir düşünceyi insanlığa kabul ettirmeye çalışanın kafasına çökerler terörist diye… Böyle bir anlayış günümüzün ahlak, akıl ve hukukuna aykırıdır.
Oysa dinin temeli akıldır. “Aklı olmayanın dini de yoktur” denir. Bütün dinlerin asıl amacı insanın kendi iradesini kullanarak kendini olgunlaştırıp mükemmelleştirmektir. Ama ne görüyoruz dinciler, bu anlayışın tersine olarak, insanları yalnızca tapınmaya yöneltmiştir. “Yat, kalk! Kabul eden Hak!” denilmiştir. Hatta öyle ki “Her türlü günahı ölünceye kadar işle; ancak ölürken tövbe et, bir salavat getir doğru cennetliksin!” denmiştir.
Akletmeden, düşünmeden, yatıp kalkmak, oruç tutmak, hac’ca gitmek, kurban kesmek insanı olgunlaştıracağına Müslüman olmayanları karşı kin ve düşmanlığa motive eder. Açık kanıtı yüzlerce cihat ve şiddet ayeti yanında K. 9/29 ayetidir. Yeniden okuyalım: “Kitap verilenlerden Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savasın.” ( K. Tevbe. 9/29) Oysa dindar olmak demek; ahlak, edep, marifet, hikmet ve her bakımdan bilgili, hikmetli bir bilge olmaya yönelmek demektir. Aklını insan ve insanlık yararına kullanmayı öğrenmek ve dini, ırkı, inancı ne olursa olsun insanları sevmektir.
Bu durumda Tanrı’nın akla, bilime ve mantığa uygun bir tanımı yapmak gerekmektedir. Böyle bir tanım ancak şu biçimde yapılabilir: “Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır. (Esmaül hüsna dedikleri…)” Bu tanım; akla, mantığa, bilime ve gerçeğe uygundur. Bu tanıma göre insanın kendisi dışında bir varlık araması büyük bir yanılgıdır. Gökte bulunan bir Tanrı’dan haber ve bilgi geldiğine inanmak insanın kendi aklına vurduğu en büyük kettir (engel). Tanrı (Allah) kavramı, bir çok kavramı içerir ve asıl anlamından da başka bir anlamda kullanılır (mecaz). Aksi durumda insan büyük bir yanılgıya düşerek toplumsal gerçeklere ters düşer.
Peygamberler; eski çağlarda toplumun din konusunda en bilgili ve bilge kişileri olup günümüzde bunlara aydın denir. Bunların toplum yararına olduğu sanılan bütün sözleri yüceltilerek Tanrı kelamı olarak nitelendirilir. Bütün kutsal kitaplar; peygamberlerin, din adamı bilgin ve bilge kişilerin sözleridir. Peygamberler kendilerini topluma kabul ettirmek için Allah’ın sevgili kulu olduklarını ileri sürerler. Oysa Tanrı rabbül alemindir. Bütün kullarını sever. Yeter ki insan, insanlığına yakışır bir erdemli yaşamı ilke olarak benimsesin ve yaşamına uygulasın. Peygamberlerini seven Tanrı, doğru dürüst yaşayan, kişiliğine leke sürmeyen insanları niçin sevmesin. Kaldı ki Tanrı’nın peygamberlerini sevdiği de kuşku götürür. Eğer dedikleri gibi sevmiş olsaydı onları, çocuklarını ve torunlarını ölümden kurtarırdı. Çünkü peygamberlerin çoğu öldürülmüştür; kimisin kafası kesilmiş, kimisi çarmıha gerilmiş, kimisi ağaçla birlikte diri diri kesilmiştir. En sevgili peygamberi olduğu ileri sürülen peygamberinin Hüseyin adlı torunu ile ailesi, çocukları Kerbela’da susuz bırakılarak öldürülmüş; büyük torunu Hasan ise zehirlenmiştir. Bütün bunlar olurken Allah kılını bile kımıldatmamıştır. Tanrı, peygamberlerini bu kadar severmiş de peygamberleri ve torunları öldürürken neredeydi?
Allah peygamberlerini severmiş de; niçin Isa çarmıhta ölmek üzere iken şöyle bağırttırmıştır. “Allah’ım, Allah’ım! Beni niçin bıraktın?” (İncil, Matta. 27/45, 46) İncil’deki bu ayetin kaynağı Tevrat’tır. Böylece Tevrat da geleceğe ilişkin bildirilenler yerine getirilmiş oluyor. Tevrat’ta İsa’nın haykırışı şöyle dile getiriliyor: “Allah’ım Allah’ım beni niçin bıraktın? Kurtuluşumdan, iniltimin sözlerinden niçin uzaktasın? Ey Allah’ım, gündüz çağırıyorum, fakat yanıt vermiyorsun, ve geceleyin bana rahat yok…” (Tevrat Mezmurlar. 22/1-3)
Bu sözler aslında Davut’un yakınmaları. Ancak yakınanlar yalnız Davut ve İsa değil. Bu yakınanlar arasında Eyüp Peygamber de var. Oysa bize Eyüp Peygamberi sabrın simgesi olarak gösterilmiştir. . (Bak. Tevrat, Eyüp. 10 Bölüm…) Niçin bunlar kendilerine yardım edeceğini sandıkları Allah’tan umduklarını bulamamışlardır. Dinciler bu sorulan sormayı akıl bile edemezler, çünkü çarpılacaklarından korkarlar. Dinciler Peygamberlerine bile yardımda- etmeyen imgesel bir varlıktan yardım umarlar. Ellerini açarak istekte bulunurlar. Bütün bu yalvarıp yakarmalarına karşı Allah’ın kimseye bir bağ maydanoz gönderdiği görülmemiştir… Ancak sen çalıp çabalarsan sıkıntılı durumdan kurtulabilirsin.
On iki yaşlarında dini bütün bir Hıristiyan kızın ayakları lavların arasında kalmıştı. Lavlar çimento gibi donduğundan kızcağız ayaklarını çekip çıkaramıyordu. Sular ise kendisini boylayacak şekilde yükseliyordu. Kız ise durmadan Allah’a yalvarıyordu. “Allah’ım, Allah’ım ölmek istemiyorum. Ne olur beni kurtar!” Televizyon bu görüntülüyü sergiliyordu helikopterden… Donan lavlar kızcağızı ayaklarından yakalamıştı. Helikopter ip atıp kurtaramıyordu. Çünkü donmuş çimento lavlar ayaklarından yakalamıştı. Hepimiz merakla sonucu bekliyorduk. Sonunda kızcağız bütün yalvarıp yakarmalarına karşın gözlerimizin önünde yalvara yalvara ölüp gitti… Eğer gökyüzünde her şeyi gören, her şeye gücü yeten bir varlık olsaydı kızcağızı ne yapar eder kurtarırdı. Çünkü Allah böylesine acımasız ve gaddar olamazdı. Demek ki böyle bir Allah anlayışının bize bir yaran yok. Allah anlayışımızı akla, bilime ve mantığa uygun duruma getirmeliyiz ki onun bize yardımı olsun…
Yaratan (madde) insana akıl gibi bir organ, yetenek vermiştir. İnsan, aklını kullanarak kendisine yakışan bir yaşam sürdürmelidir. Aklını kullanarak bütün olası tehlikelere karşı önlem almalıdır. Yaşamını gerekçeli bir yaşama kodlayıp toplumsal ve yaşamsal sorunları göz önüne alarak önlem almalıdır.. Gerçeklere saygılı olmalı, insana yararlı olanı yapmalı, zararlı olanı yapmamalıdır. Bilimin doğrularına göre
yaşamak, doğanın ve toplumun yasalarını öğrenip öğretmelidir. Olumlu kavramları yaşamına uygulayarak huzurunu sağlamalıdır. Tersine bir yaşam yolu seçilirse güvensizlik, huzursuzluk, mutsuzluk içinde yaşar gider. Esen yel üzerine kıpırdayan yaprağın hışırtısından bile korkar. Korku içinde olanlar ise sağlıklı düşünüp sağlıklı karar veremezler.
“İncil’de “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar.” (İncil. Yuh. 1. Mek. 4/16) denir. Demek isteniyor ki sevgi olumlu, nefret ise olumsuzdur. Sevgi, nefrete göre iyidir, iyi olan yücedir ve yüce olan da Tanrıdır. Nefret ise şeytandandır. İnsan yaşamı boyunca nefret ve sevgi arasında bocalar durur. Eşiyle dostuyla, arkadaşlarıyla ters düşebilir. Bu durumda yeğlenmesi gereken sevgiye sarılmaktır. Çünkü nefret doğurgandır. Nefret, nefret getirir. Nefret ise kötülüğün anasıdır. Nefretin babası ise akılsızlık ve öfkedir. Bu ikili insanı yeni sorunlara ve çıkmazlara sürükler.
Bu durumda yukarıdan beri söylediklerimi yinelemek zorundayım. Tanrı; aklın, bilimin, kültürün, sağduyunun verilerine göre insanlarda oluşan ve doğruya, güzele, iyiye ve sevgiye dayanan anlayıştır, insanın değer verdiği genel doğrularla, olumlu kavramlar, üstün değerler, yüce düşünceleri kapsayan duygu ve davranışlar Allah kavramı içinde dile getirilir. Çünkü saydığım bu kavramlar yücedir. Ne ki yücedir o Tanrı’dır. Tanrı kavramı bu şekilde anlaşılmaz ise kutsal kitapların anlaşılmasına olanak yoktur. Öncelikle şu bilinmelidir ki yukarıda, gökte, bilinmeyen
bir yerden Peygamber gönderen, kitap indiren bir Allah yoktur. Bütün bu söylemlerin mecaz anlamları vardır ve insanın ilk işi bu kavramlarla ne anlatılmak istendiğini öğrenmektir.
Bu söylediklerimin iyi anlaşılması için kutsal kitaplardaki şu ayetlere bakılmalıdır: “Kendi içinizde Allah’ın varlığına ilişkin deliller vardır, görmez misiniz?” (K. 61/20-21). Bu demektir ki Allah’ı kendinizde arayın… İnsanlar sık sık “Allah’tan başka kimseden korkmam!” diyerek kabadayılık taslar… “Allah’tan başka kimseden korkmam!” diyenler içinde her türü ahlaksız, hortumcu, soyguncu, ırz düşmanı, kadın ve uyuşturucu satıcıları vardır. Bu sözleri söyleyen cehaletini haykırmaktır. Bunların elemleri o kadar kötüdür ki sözleri duyulmaz. Bunların “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demeleri bana çok komik gelir. Çünkü “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çiğ yemedim ki karnım ağrıya…”
(Halk deyimi…) demektir. Başka bir anlamda da “Yanlış yapmadım ki korkayım!” demektir. Ne var ki böyle diyenler genellikle her türlü pisliğe bulaşmış olanlardır. Bu her türlü pisliğe bulaşmış olanların tabutu musalla taşma yatırıldığında imam sorar “Ey cemaat mevtayı nasıl bilirsiniz?” Hep birden “iyi biliriz!” denir. Çünkü Peygamberlerinin sözü vardır. “Ölülerinizi hayırla yad ediniz!” Oysa bunlar bizim ölülerimiz değildir. Bunlar kötülüğün (Şeytanın) oğludur. Şimdi her türlü pisliğe bulaşmış bu kişiler bizim ölümüz olabilir mi? Oysa “Allah’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çünkü ben doğru, dürüst, güzel ve erdemli aşıyorum. Bu nedenle kimden korkayım demektir” ki, bu anlayışın dayanağını Tevrat’ta buluruz:
“Rap (Allah) doğruluğumuzdur.” (Tevrat. Tekvin. 15/61) Yine aynı anlamda
olmak üzere Tevrat’ta üç ayet daha vardır: “Benim dayanağım, kayam Rap’tır.” (Tevrat 2. Samuel. 22/2-3 ve 22/32) Burada “Rab’in” karşılığı: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik ve erdemdir. Bu kavramlar yücedir. Yüce olan da Tanrı’dır… Erdemli yaşamı ilke edinen kişinin hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktur…
X
DİNSEL KAVRAMLAR
Aşağıda okuyacağınız yazı “GMX” diye bir yerden geldi. Almanya’dan gönderildiğini sanıyorum.
Şöyle diyor: “Sitenizde Ateizm hakkında çok güzel yazılmış eserler bulunuyor, çok iyi derlemişsiniz.
Size bir sorum olacak: Çok yakında bir www.dinsiz.com ismi altında bir Site açmak istiyoruz ve sizin de bildiğiniz gibi Site’nin içeriğini hazırlamak çok uzun bir süre alıyor…
Bizler de uzunca uğraşlardan sonra geniş kapsamlı güzel bir Site hazırlamaya çalıştık, Ateizm, Şeriat ve buna benzeri konular hakkında uzunca araştırmalarda bulunduk, ancak yazılar çok uzun zamanımızı alıyor…
Sizin sayfanızda bulunan “bazı” yazıları kaynak edinebilir miyiz? Elbette Sitemizde sizin Sitenizin de bir link’i bulunacaktır ve yazıların “Sizin” sayfanızdan alındığı yazılacaktır.
Dinci kitlelerin profesyonelce çalıştığı gibi; biz ateistler olarak da, bir olup çalışmamız hepimizin kazancı olacaktır…
Ne yazık ki Dinci – Şeriatçı Siteler ayakta durmakta ve Ateist ve ileri görüşlü olan Siteler kapanmaktadır… Bu acı bir kayıptır…
Böylelikle bir diğer amacımız da Internet`de bulunan Ateizm sayfalarını yapabildiğimiz kadarıyla bir Çatı altında toplayabilmemiz…
İlginizden dolayı çok teşekkür ederiz ve çalışmalarınızda başarılar dileriz….Her şey gönlünüzce olsun.
Sevgi ve saygılarla…
Dinsiz.com ‘un webmaster’i. GMX – Die Kommunikationsplattform im Internet. http://www.gmx.net/” 2.1.2002
+
Bu yazı benim gibilere de gelmiş. Onlar beni uyarıyor: “Aman dikkat, bunlar kendilerine aykırı düşüncede olanları belirleyip gereğini yapmak için bu yola gidiyor olabilirler!” gibisinden…
Aşağıdaki yazıyı bütün bu olasılıkları dikkate alarak yazdım. Bu yazımda da dinsel kavramlara açıklık getiriyorum. Dikkatle okunursa bunlar görülür.
+
Sayın GMX yetkilileri.
Önce saygı, sevgi… İster dinsiz olun, ister dinli… Benim için fark etmez hiç biri.
Hem bir kişi dinsiz olsa ne çıkar ki… Dinsiz de olsa insan, dinsiz de insan değil mi?
İnsanları dinli dinsiz diye ayırmak ilkellik değil mi? Yeter ki insan olsun, bir de bilge ve erdemli… Bir kişi bilge değil mi, erdemsiz mi, densiz mi, beş para etmez, ister dinsiz olsun, ister dinli…
Bir kere beni anlayamamışsınız: Ben: Allahsız, dinsiz, kitapsız değilim; dinliyim, dinli… Hem dinsiz olsam ne çıkar ki… Ama ben dinsiz değilim ki…
İşte bana göre dinsizlik:
Dinsizlik demek: Ahlaksızlık, duyarsızlık, kuralsızlık, densizlik, erdemsizlik, sorumsuzluk demektir. Bir insanın; ahlaksız, densiz, erdemsiz, duyarsız, kuralsız, sorumsuz olması için akılsız olması gerektir…
Bu nedenle akıl, ve sağduyu (Allah, Tanrı…) sorumluluğu yalnızca insanda vardır.
Din: Akıl, ahlak, bilim yolunu yeğleyerek; toplum sorunlarına duyarlı olmaktır. Bilgelik, doğruluk, den, erdem, güzellik, iyilik… yolunda ilerlemek; herkesi kendin gibi bilmek, olumlu kavramlara, genel doğrulara, üstün değerlere, yüce duygulara saygı göstermektir.
Yaratan: Varlığımızın nedeni Evren’dir, Dünya’dır; yani maddedir. Bu madde doğmamıştır,doğdurulmamıştır. Bizden önce vardır ve bizden sonra da olacaktır.
Allah: İnsanlık toplum olarak yaşamaya başladıkları andan itibaren tapılacak bir ilah aramışlardır. Bu ilah kavramı insanların bilgisizliklerinden, korkularından, yoksulluklarından ve bazı açıkgözlülerin topluma hükmetme ihtiyacından doğmuştur.
İlkin aya, yıldızlara, güneşe tapmışlardır. Sonra da bunları yönlendiren bir güç vardır diyerek Allah anlayışına varmışlardır. Oysa bu anlayış zandan ibrettir.. Bilimsel bir dayanağı yoktur.
Tanrı: Toplum kuralları ile aklın, bilimin ve kültürümüzün verileri ile benliğimizde oluşan sağduyumuzla; bizleri, olumsuz duygu düşünceler karşısında uyarmaya çalışan olumlu duygu ve düşüncelerdir. Uyguladığımızda yüzümüzü kızartmayacak genel doğrular, üstün değerler ile olumlu kavramlardır… Özelersek: Doğruluktur, dürüstlüktür, iyiliktir, Sevgidir, kısaca bütün olumlu kavram ve duygulardır.
Saydığım bütün bu üstün nitelikleri yakalama yeteneğini doğa (Yaratan) bütün insanlara vermiştir. Bu duygu bizimle temas halindedir. Yeter ki ona kulak verelim. Yeter ki onu, bize gelmişken yakalayalım.
Her hangi bir olumsuz davranışta bulunurken içimizden gelen bir duygu bizi “Cız!” diye uyararak: “Sakin bunu yapma! Yaptığın takdirde; ya yakalanırsan, ya seni yargılığa çıkarırlarsa!” der… Bu uyarıya İslam’da Cebrail, vahiy denmiş; Hıristiyanlıkta ise Kutsal Ruh adı verilmiştir.
Tanrı, yüce olan kavramları kapsayan bir kavramdır. İyi olan, güzel olan, adil olan, verici olan, paylaşıcı ve paylaştırıcı olan, bencil olmayan gibi daha nice olumlu kavramlar Tanrı (Cenabı hak, Hak, Rab,Yaradan gibi…) kapsamı içinde anlatılmaya çalışılır…
Demek istediğim bütün iyi olanlar, bütün güzel olanlar, bütün doğru olanlar; bütün kötülüklere, bütün çirkinliklere, bütün yanlışlıklara oranla daha yüce davranış olduğundan, insanlar uygulasınlar diye kutsallaştırılmıştır. Kutsallaştırılan bütün kavramlar da yüceltilerek Tanrı kapsamı içinde ifade edilmeye çalışılmıştır…
Bu olumlu ve üstün nitelikler; İslamiyet’te “Esma-i Hüsna” diye anılır. Güzel isimler, güzel nitelikler demektir. Tanrı’nın, isimleri ve sıfatı olarak kabul edilir. Din edebiyatında ve felsefesinde; bu nitelikleri kazanan insanlara insan-ı kâmil adı verilir ve Tanrı olarak nitelendirilir… Anlayan varsa, beri gelsin… Elini ayağını öpeyim…
İnsanlar, “Esma-i hüsna” diye sayılan bu güzel niteliklere sahip olmak için çalışmalıdır. İşte din budur. Bilge olmak, denli, erdemli olmak, mükemmelleşmek, olgunlaşmak, iki günü bir olmamak… Dünyayı cehenneme çeviren kâfire el açmamaktır…
İnsanlarımız, din bilgini sanılan bilgisizler sayesinde, dine öylesine yabancılaştırılmışlar ki, bunları söyleyenleri dinden çıkmış (mürted) diye öldürürler, öldürmediklerini de sürüm süründürürler… Sinini de (Gömüdünü, kabrini, mezarını) derin eşerek gömdükten sonra üzerine de bir daha kalkmaması için ağır ağır taşlar yerleştirirler…
Din insana, kendini eğitme ve geliştirme yöntemini gösteren bir öğretim sistemi olmalı iken düşmanlığa güdeleyen (saik; motive) bir kurum olmuştur… Oysa, din (Hizbullahçılık, Talibancılık, şeriatçılık, takiyecilik, tarikatçılık değil…) ruhsal (psikolojik) derinliği olan bir kurumdur.
Dinin sahibi Tanrı’dır; denir ya, bunun anlamı: İnsanlar, akılları ve sağduyuları sayesinde, eninde sonunda, doğru olanı, iyi olanı, güzel olanı bulacak demektir.
Tanrı birdir, tektir, eşi-örneği yoktur denir. Anlamı şudur: Bütün insanlar; doğru, güzel, iyi, çirkin gibi bütün olumlu kavramları olumsuz kavramlara göre daha üstün tutarlar. Bütün insanlar; genel doğrulara, yüce davranışlara, olumlu kavramlara, üstün değerlere beğeni gösterirler… Bu demektir ki doğru, güzel, iyi olan bütün insanlar için aynıdır ve tektir… Bu nedenle Tanrı tektir denir.
Din edebiyat ve felsefesinde: İnsanların, gelişmesi, olgunlaşması ve yetişebilmesi için yedi kategoriyi atlaması ve sayısız basamakları çıkması gerekir ki bu kategoriler nefis olarak nitelendirilir… Nefsi emmareden baslar, nefs-i safiyede biter…
Ama dinler bilgileri, öğrenmeyi öylesine değersizleştirmişler ki bütün bağlılarını; “Yat kalk, kabul eden hak!” diyerek, imama uymakla; huzura, mutluluğa, cennete gideceğine inandırmışlardır. İş böyle olunca bütün dinler asıl amacını yitirmiştir… Güzelim insanlarımız, öldükten sonra cennete ya da cehennem gideceği yalanlarıyla aldatılmıştır…
Oysa cennet de buradadır, cehennem de buradadır. Ölüler ikiye ayrılır. Bir gerçekten ölmüş olanlar; bir de yaşarken ölmüş (Basireti bağlı olanlar) olanlar vardır ki bunlara ölüm uykusuna yatmış ölüler denir…
Fiziksel olarak ölenler, nerden geldilerse oraya giderler. Bilinen şu ki topraktan gelirler, toprağa giderler, aklı başında din adamları da bunu böyle söyler. Öldükten sonrası için hesap verilecek bir yer yoktur. Cennet de cehennem de insanın ruhunda oluşan bir hâldir…
Yaşarken ölü tayfasından olanlar için de ne cennet, ne de cehennem söz konusudur… Onlar hayvanlar gibidir, kötülük yaptıkça, haksız kazanç sağladıkça, başkalarını ezerek üstünlük sağladıkça keyiften dört köşe olurlar. Böyle olmalarının kökeninde de; aşağılık duygusu, vardır, gelişmemişlik vardır, yetersizlik ve yeteneksizlik vardır…
Bunlar duyarsız ve sorumsuz oldukları için iyi-kötü kavramını bilmezler. Bunlara, din edebiyatında ve felsefesinde, “Ölü” denir. Dinin amacı ölüleri (kötülüğe bağışıklık kazanmış olanları…) diriltmektir. İşte bu ölüler, ki yaptığı kötülükten hiçbir şekilde rahatsız olmazlar… Bu yapıda olan bütün insanlar dinsel anlamda ölüdürler…
Kötülük yaptıktan sonra, yaptıklarına nadim olarak iyi yolu seçenler “kötülüğe ölmüş ve iyiliğe dirilmiş” olurlar ki; işte öldükten sonra dirilme dedikleri budur… İşte bu duruma gelenler cenneti de cehennemi de kendi vicdanlarında hissederler ve yaşarlar. Ne demek istediğimi anlayan varsa; gelsin, eline ayağına yüz süreyim…
Bu şekilde kötülüğe ölenler, geçmişte yaptıkları kötülükler her aklına gelişte, cehennemi yaşarlar; yani, yaptıkları kötülüklerinin üzüntüsünü ruhlarında duyarlar ki; buna, cehennem ateşinde yanmak denir….
Yinelersek: Tövbekâr olmadan önce yaptıkları bir süre gözlerinin önüne gelir ve “Ben bunları nasıl yaptım?” diyerek acı ve utanç duymaya başlarlar; işte bu ruhsal oluşuma cehennem azabı denir.
Kötülük yolundan saparak iyilik yoluna girenler; zamanla, kötü davranışlardan kurtulduğuna sevinerek, ruhsal huzur ve mutluluk duymaya başlar, toplumda saygınlık görmeye başlar ve böylece kaygısız, kasavetsiz, korkusuz yaşar ki buna da öldükten sonra cennete gitmek denir.
Özetlersek: dinsel deyimle “Ölmeden önce ölmeden” ya da “Yeniden doğmadan” cennet-cehennem yaşanmaz…
Peygamber (Aydınlatmacı. Haber verici, Uyarıcı): İnsanlık yararına çalışan, insanları aydınlatan, insanlara; barışı, dostluğu, sevgiyi aşılayan, huzurlu ve mutlu yaşamanın yolarını gösteren, hikmet dolu sözlerle halka gerçeği gösteren ve de bu söylediklerini kendi kişiliğinde yansıtan erdemli ve olgun kişilerdir. Bu aydınlanmacılar; din, iman adına kimseye baskı yapmadığı gibi kimsenin de kafir diye canına kıymaz.
Kutsal Kitap: İnsanlara; doğruyu, iyiyi, güzeli, mükemmel olmanın yollarını gösteren bütün ahlak ve erdem kitapları ki; kim yazarsa, kim söylerse söylesin Tanrı sözü sayılır ve giderek kutsallaştırılır ve kutsal kitap sayılır.
Vahiy: Olumsuz bir davranışa teşebbüs ettiğimiz zaman içimizden gelen bir ses bizi uyarır eğer duyarlı isek ve temiz bir yaşamı yakalamışsak. Bu ses; bizi, her an doğru ile eğriyi göstererek uyarır…
İçimizde bizleri doğru, dürüst olmaya yönelten bu sese uyarsak ve onu yakınken yakalamaya çalışırsak Tanrıya, (Gerçeğe, doğruya, güzele, olumluya…) erişmiş oluruz…
Hani kimileri için “Erişmiş!” derler ya… İşte erişmek budur. Yoksa göklerde, bir yerlerde olana erişmek olasılığı var mı?
Bizleri olumluluğa sürükleyen bu güzel duyguya içe doğuş (vahiy) denir ki, yüce bir duygudur: Yüce olan bütün kavramlar da Tanrı (Allah…) sayılır… “Tanrı ile insan arasına kimse giremez!” derken anlatılmak istenen budur… Ne var ki bunu, ne söyleyen bilir ne de dinleyen…
Şeytan: İnsanı olumsuz davranışa sürükleyen duygu ve düşüncelerdir. Şeytan’ın önemli niteliği insanı; yalana, yanlışa ve olumsuzluğa sürüklemesidir. İnsanı olumsuzluğa yani aşağılık olan davranışlara iteleyen kötü duyguları yaşamına uygulayan insan, Şeytan’a teslim olmuş sayılır. olur.
Demek ki içimizde bizi doğruya ve yanlışa sürükleyen iki duygu vardır. Yunus Emre: “Bir ben var; bende, benden içeri…” demiştir ama eksik söylemiştir. Doğrusu: “İki ben var; bende benden içeri!..” demesi gerekirdi. Bu iki duygunun adı din edebiyat ve felsefesinde içe doğuştur, vahiy’dir…
Ozanlara-Şairlere esin (ilham) nerden geliyorsa içe doğuş (vahiy) kaynağı da odur. Kutsallaştırılan esin, vahiy adını alır; kutsallaştırılmayan esin ise ilham…
Bütün dinciler içe doğuş (Vahiy) yolu kapandı demekle Yaratan, Tanrı ile insanların bağını kopararak insanlığa en büyük kötülüğü yapmışlardır. Bundan amaçları da Tanrı adına konuşma yetkisinin kendilerinde olması isteğidir. Bütün dinciler insanlarla Tanrısı arasına girme küstahlığında bulunurlar. Bunlara: “Hey! Alo… Çekilin aradan!” diye seslenme gereğini duyuyorum…
Bu aracılar: Kendi önderlerinin son ve en iyisi olduğunu, Tanrının ona kitap gönderdiğini ileri sürerek insanları aptallaştırıp kendilerine bağlamaya çalışırlar. Kendileri de peygamberleri adına konuşarak çıkar sağlarlar…
Bu tür davranış ve inanışlar büyük bir yanılgıdır. Ortalık güzel insanlarla, bilge ve bilgili insanlarla dolup taşıyor ki bunların hepsi birer aydınlatmacıdır, birer insan-ı kâmildir.
Her gün, piyasaya, öylesine güzel kitaplar çıkıyor ki; bunların yanında, kutsallaştırılan kitaplar anlaşılmaz kalır…
Ne var ki bütün dinsel kavramlar yanlış anlaşılmaktadır. Oysa Tanrı da, din de, kitaplar da insanin mutluluğu için vardır. Huzur ve güven içinde yaşaması için vardır.
İnsanları birbiri ile kâfir, müşrik diye boğazlaşmaya çağıran, ganimet adı altında yendiği düşmanlarının karısını kızını cariye; kocasını oğlunu köle olarak alıp satmaya ve kullanmaya çağıran bütün dinler, din değil dinsizliktir. Bu tür dinlerden yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçılmalıdır.
İnsanlar din için değildir; dinler insanlar içindir. Allah da, din de, kitaplar da insana hizmet için vardır…. Ama ne görüyoruz, bütün insanları Allah’a, dine, kitaplara hizmete yönlendire ederek kul – köle etmişlerdir. Böylece güzelim insanlar insanlıktan çıkarak kan dökücü bir varlık durumuna getirmişlerdir…
Somut örnek göstermek gerekirse; ilkçağda Yahudilere, Ortaçağda Hıristiyanlara, günümüzde ise basta Afganistan’ın Taliban’ı olmak üzere bütün şeriatla yönetilen ülkelere bakmak yeterlidir. Ama gören gözü olana, basireti bağlanmamış olanlara, aklını imana ve sanal Allah’a kurban etmemiş olanlara…
“GMX” dostlar benimle düşünce alış-verişi yapmak istiyorsanız bir kere açık adresinizi ve kimliğinizi bildirmek zorundasınız. Yoksa sizi muhatap almam!.. Kendi görüşlerinin doğruluğuna inanan bir kimse adını gizleme gereğini duymaz.
Bir kimse ışık yakıp da gizlemez; gizlerse hiçbir işe yaramaz. Biliniz ki gizlide yapılanlar muhakkak açığa çıkacaktır. Örnek verirsek: Bütün erkek ve dişinin gizli olarak yaptıkları muhakkak bir çocuk olarak kendini gösterir. Gözümüzün önünde gezen bütün canlı varlıklar, erkek ve dişinin gizlide yapılanların görünüre çıkmasıdır… Demek istediğim ne denli saklansanız da açığa çıkacaksınız… Siz çıkmasanız bile, etkin olmaya başladığınızda, sizi açığa çıkarırlar…
Yazılarımı alma konusuna gelince isteyen kişi, istediği yazımı bana sormadan da alabilir. Ben bu yazıları adımla, sanımla yazıyorum. Fotoğrafımı gösteriyorum. Adresimi veriyorum. Bütün dünyaya yazıyorum. Sitemde bayrağım dalgalanmakta bu da benim uyruğumu göstermektedir. Bu demektir ki ben düşüncelerimle, inanışımla dünyaya bayrak açmışım… Düşünce ve inanışım yüzünden başıma geleceklere de şimdiden buyur etmişim.
Benim herhangi bir beklentim de yok… Sizler için gelecek olan benim için geçmişte kalmıştır. Korkacağım bir şey de yok. Benim için en büyük korku, inandığım gibi konuşmamaktır. Gerçeklere saygı göstermemek ve gerçeği gizlemektir (Kafir: Gerçeği gizleyendir. Asıl kâfirlik budur.. Bir de biz de kâfir de olsa öldürme yoktur…)
Hangi nenle olursa olsun bir insanı öldürmek Hak’kı (Tanrı’yı…) tepelemek sayılır. Gelişmiş insanlar, olgun insanlar gerçekleri gizlemekten (Hakkı tepelemekten) korkarlar ki; işte bu da: “Ben Allah’tan başka kimseden korkmam!” diye ifade edilir… Yoksa öyle bilinçsiz politikacıların, din tacirlerinin, mahallenin bıçkın delikanlılarının, kıtıpiyos kişilerin maganda erkeklerle hayat kadınlarının “Ben Allah’tan başka kimseden korkmam!” demelerinin hiçbir anlam ve değeri yoktur…
“Ölmeyeceğim, beni öldüremezler, beni Allah korur! Canı veren alır…” gibisinden saçma sapan bir savım da yok. “Canı, canı veren alır diyenlerin milyonlarcası başkalarınca öldürülmüştür.”.
Bu nedenle böyle deme aptallığında bulunamam. Ben o kadar geri zekalı ve bilinçsiz değilim. Öldürmek isterlerse Kız Kulesine saklansanız bile bulup öldürürler… Ölümden korkmuyorum deme aptallığında da bulunamam. Ölümden, ölmekten; deliler, hayvanlar bile korkar. Gelin giderken ağlayan kızına “Dayanamıyorsan. Seni göndermeyelim kızım!” diyen babaya: “Ben hem ağlar hem de giderim!” diyen kızı gibi ölmekten, öldürülmekten de korkarım. Ne var ki doğruları, gerçekleri söylememekten de korkarım. Bu korku gelişmiş insanlar için yaşarken ölmek gibidir…
Bir canlı olarak, ölüme karşı, bir sinek kadar olsun hükmüm yok. Kaldı ki ben hitap ettiğim kitle içinde; bağnaz, fanatik, yobaz kişiler bulunduğunu ve bunların öldürmekten başka bir niteliklerinin olmadığını da biliyorum. Ama “Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkacak karanlıklar aydınlığa…” (Nazım Hikmet. Büyük bir aydınlatmacı…). Asıl gizlide iş yapmakla kıyar insan kendi canına…
Şimdi görüşlerimi özetleyebilirim.Tanrısız, dinsiz, kitapsız değilim; Tanrısız, kitapsız, dinsiz olana da kızacak kadar ilkel değilim; ama, Evrenin dışında, doğadan ayrı bir güçlü varlığın olduğuna da inanmıyorum. Bu varlık benim için sanaldır. Sanal olan bir varlık da ne Peygamber gönderir, ne de kitap indirir.
Sanal olmayan, gerçek olan Tanrı: İnsanları kâfir müşrik, münafık, fasık, dinli-dinsiz, günahlı, günahsız diye ayırmaz…
Gerçek varlık insanlara akıl vermiştir, insanlar, müdahale edilmezse, gerçeği, doğruyu, güzeli, iyiyi bulur… Eğer o Allah dedikleri sanal olmayıp da gerçek olsaydı insanlara nasıl cinsel ilişkiye gireceğine ilişkin kitap gönderip kurallar koymazdı.
İnsanların cinsel ilişkiye girmek için ne Allah’a, ne Peygambere, ne de kitaba gereksinimi vardır.. Hayvanların Allah’ı, Peygamberi, kitabı mı var… Bu işi senden benden güzel yaparlar… Aklını imana kurban etmemiş kişiler ne demek istediğimi anlar…
Gerçek Tanrı; güzelim insanları, birbirlerini öldürmeye, karılarını, kızlarını, kocalarını oğullarını tutsak etmeye ve de mallarını ganimet adı altında çapulculuğa, yağmacılığa özendirmez… Tanrı; böyle Tanrılığa yakışmayan işler yapmaz. Bu işler ancak Tanrı’yı tanımayanların yapacağı iştir.
Tanrı; “Mümin müminin kardeşidir!” demez; “Bütün insanlar birbirinin kardeşidir!” der.
Tanrı; Barıştır, sevgidir, dostluktur… Doğruluktur, iyiliktir, güzelliktir. Bütün genel doğrular, üstün değerler, olumlu kavramlar, yüce olandır… Gelin şu Tanrıyı ( Güzeli, iyiyi, doğruyu, olumluyu il’ahir..) Allahsızların elinden alalım…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 22.3.2004
X
Sayın Hayri Balta,
Başarılarınızı, Sitenizin sürekliliğini, sağlık ve esenliğinizi dilerim.
Aşağıdaki adresleri de inceleyin zaman olursa
I. 22.3.2004
+
http://f16.parsimony.net/forum26911/index.htm
http://www.suryaniler.com/forum.asp
+
Sayın I.
İlgine teşekkür ederim,
Sevgiler sunarım…
Yazdıklarını okudum, güzel fikirleriniz var..
Akılcılık insana yarar sağlar,
Kadercilik ise insanın basiretini bağlar.
Ne varsa dostlukta, kardeşlikte, sevgide vardır.
Gerisi koskocaman bir yalandır.
Tanrı sevgide, sevgi Tanrı’da yaşar.
Hayalci insanlar Tanrı’yı insanın dışında arar.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sevgiler yeniden sana..
Av. Hayri Balta, 22.3.2004
x
Sayın Hayri Balta,
İlkokula başladıktan sonra Orta 2 yazı da olmak üzere her yaz 7 yıl Kur’an Kursu’na gönderildim. Fakat anlamını bilmiyordum.
Üniversitedeyken bir Meal aldım, sonra bir başka Meal daha aldım, farklı anlamlar olduğunu görünce Diyanet Meali aldım farklılıkları gördükçe hayretim arttı, madem ki “Tanrı Sözü” idi o halde niçin anlamlandırılırken özen gösterilmiyordu da birbirine zıt anlamlarla çevirileşiyordu.. Buna çok şaştım ve şaşıyorum.
“Tefsirlerde tefsirci alıp başını istediği yere gider” düşüncesiyle farklı Mealler toplamağa başladım ve 36 tane Meal biriktirdim. İnternetten de topladığım mealler oldu. Yıllarca arayıp ta kitap olarak bulamadığım halde rastlantıyla Abdül Baki Gölpınarlı Mealini buldum ve 114 sureyi toplayıp birleştirdim, dipnotlarını düzenledim ve içine başka bir yerden bulup topladığım Arapça okunuşun abc yazılımını ekledim. Biraz da Türkçeleştirme ve düzeltme yaptım. Şunu görüyorum ki, şeriatçılar kendi düşünceleri ve özlemleri için Kuran anlamlarını değiştiriyorlar.
Kuran tahrif edilmemiştir diyorlar fakat bunu diyenler anlamlandırmalarda tahrifi bizzat kendileri yapıyorlar. Örneklersek: Başörtüsü konusunda referans verdikleri NUR Suresi 31. Belit de “Başörtülerini omuzlarının üzerinden yakalarını örtecek halde aşağıya salsınlar” diyen Mealler var. Oysa ki, Kuran`da “En doğrusu ki, örtülerini göğüslerinin ayrımından yükseğe vurunsunlar.” anlamı var.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK her alanda GERÇEK bilgilere erişebilmişti. Din konusunda da Balıkesir Hutbesi ve TBMM’de Hilâfetin Kaldırılması Hakkındaki Konuşma’sı O’nun din bilgisi bakımından nasıl güçlü bilgilere sahip olduğunu bize gösteriyor. Oysa o zamanki siyasetçiler arasında pek çok din adamları vardı ki, hiçbirisi de Gazi’nin söylemlerinin gerçek dışılığını ileri sürememişlerdir; çünkü tam gerçeği söylüyordu.
Şimdi ise pek çok aydınımız din konusunda gerçeği araştırmadıklarından, aslında ateist yönelimli olduklarından, -ki öyle olsalar bile yine de ulusal gerçek olduğundan araştırmaları gerekir.- bilgisizler ve konuşsalar bile zannettikleri gibi ileri-geri düşüncelerle gerçekleri sergileyemiyorlar.
Bir de Hıristiyan Misyonerliği ve Siyonizm tehlikeleri var. Bu nedenle de aydınlarımızın donanımlı olmaları gerekiyor.
Bu çalışmalar bilgilendirme amaçlı olduğu halde, telif hakları bakımından sakıncalı olabilir düşüncesiyle verdiğim kişileri başkalarına vermemeleri ve ticari amaçla kullanmamaları için uyarıyorum. Böylece aylarca/yıllarca süren emeklerimle olan bu çalışmama saygılı ve dikkatli olurlar.
Bu kez bu adresten Word 95 belgesi olarak göndermeğe çalışacağım dedim fakat başaramadım. Evimde internetim yok, internet kafeden internete giriyorum. Yaptığım ek çok büyük olmalı ki eklenemiyor. O halde parçalamak gerekiyor.
Şimdi sizin sayfaları kaydediyordum. Bir de Musevi sitesi buldum. www.savivon.com
Bir Hukukçu ve Çağcıl-İnsancıl-Gerçekçi Aydın olarak İsrail-Filistin terörleri konusunda nasıl değerlendirmeleriniz var? Tüm yazılarınızı henüz okumadım.
Öner Kadir BALTA fakülteden sınıf arkadaşımdı, acaba soy ad benzerliği mi, yoksa akrabalığınız var mı? diye düşünüyorum. Fakat yanıtlamanız gerekmez. İnsanları anlamak için düşüncelerini anlayabilmek yeter. Fazla araştırmak abes olur. Özel yaşamlar bizi ilgilendirmemeli. Tarih boyunca tüm büyük aydınların düşünceleri dışındaki kimlikleri gizlidir. Ve araştırıcılar merak etseler de bulamıyorlar. Çünkü merak da zan gibi öğretici değil, kişiye zararlı oluyor.
Bunu şimdilik böyle göndereyim. Size yararlı olabilecek çalışmayı sonra gönderebileceğimi umuyorum.
Sağlık, huzur, mutluluk ve başarı dileklerimi, saygı ve sevgilerimi yinelerim.
Bakalım başarılı olacak mı?
Saygılarımla, sevgilerimle…
I. 28.3.2004
X
Sayın I.
Önce saygı, sevgi…
Sıralıyorum; kısa, kısa: Merak ettiklerini ve merak ettiklerimi.
Hangi ilde oturuyorsun?
Öğrenimin nedir, hangi fakülteyi bitirdin, kaç yaşınasın?
Gelelim sizin merak ettiklerinize: Hiç merak etme bütün kutsal kitaplar Tanrı sözü değildir, seçkin insanlar tarafından söylenmiştir.
Tanrı dedikleri, maddî ve manevi yönlüdür…
Bütün doğru, güzel, iyi ve olumlu kavramlar insanlığa yararlı kabul edilip kutsallaştırılmıştır.
Bütün yanlış, kötü ve olumsuz kavramlar ise kötü olarak kabul edilip günah olarak adlandırılmıştır.
Tanrı (Allah), Cennet-Cehennem, Öbür dünya, yok değil, vardır.
Bunlar yanlış anlamlandırılmamalıdır…
Bu kavramların hepsi insan yaşarken söz konusudur.
İnsan öldükten sonra yaşam son bulur…
Ariflerin yıllarca yaptıkları araştırma buldukları budur.
Bu kavramları dediğim şekilde anlamayanlar Allah’ın meczubudur.
Tanrı; madde olarak değil, mana olarak vardır.
Varlık olarak değil, kavram olarak vardır.
Ruh olarak değil, düşünce olarak vardır.
Kişi (zat) olarak değil, nitelik (sıfat) olarak vardır.
Tanrı; doğa yasaları ve insanın mutluluğu, huzuru için konan toplum kuralları ve aklımızın verileri olan sağduyu, vicdan gibi bizi doğru, dürüst, iyi ve güzel olmaya yönelten duygularımızdır ki buna bütün dinlerde Kutsal Ruh (Ruhül Kudüs) denir.
Bir de bizi bencil davranmaya, kısa vadeli çıkarlarımızı gözeten, yanlışa ve kötülüğe yönelten duygularımız vardır ki buna da kabahate sürükleyen Ruh (Ruhül kubûh), Şeytan denir.
Sıraladığım bu Tanrı anlayışına uyanlar güven ve huzur içinde yaşarlar ve yaşamlarında kaygı duymaz, korku duymaz, mutsuz olmaz…
Yaşamındaki eylemlerinin; yasal, ahlakî ve doğru olduğuna güvenerek kimseye aldırmaz.
Bunlar Tanrı’dan (Doğruya, gerçeğe saygılı olmak ve yanlış yapmaktan korkmak…) başka kimseden korkmaz.
Tanrı da yukarıda tanımını yaptığım Tanrı anlayışından başka olamaz.
Ne var ki söylediklerimi aydın (arif) olandan başkası anlamaz…
İşte bu ilkelere göre yaşayanlar yaşamları boyunca mutlu olur ki buna Hıristiyanlıkta Allah’ın melekûtu; İslamiyet’te ise Cennette olmak denir.
Bu söylediklerimi anlayabilmek için diri olmak gerekir.
Ölü olanlara söylediklerim su sesi gelir…
Aklına, sağduyusuna, vicdanının sesine uymayanlar,
Doğru dürüst yaşamayanlar
Kötülüğe bağışıklık kazananlar,
Şan-şöhret, mevki-unvan peşinde koşanlar,
Babalarından, analarından, komşularından duyduklarına inananlar…
Aklını imana kurban edenler Tanrı’nın sesini duyamazlar.
Bunlar Tanrı’nın şeylerini değil insanın şeylerini düşünürler.
İnsana ve insanlığa saygı, sevgi, sorumluluk nedir bilmezler.
Bunlar toplumsal sorunlara kayıtsızdırlar;
Taa ki kendi evleri yanıncaya değin dünya yansa aldırmazlar; …
Bunların kulakları olduğu halde duymazlar,
Gözleri olduğu halde görmezler.
Bunların basiretleri bağlı kördürler,
Yaşadıkları halde ölüdürler.
Bunlar Gerçekleri dile getirenleri sapkın olarak görürler,
Yalnız kendilerini doğru bilirler.
Bunlar cahil, eçhel yanında cehli mürekkeptir.
Din ilminde, bunlara ölü denir.
Ölüler; hayvan gibidir, ne yapsalar yeridir.
Bunlar; paylaşımcı değil bencildirler.
Toplumcu değil bireycidirler.
Oysa toplumcudur; arı, karınca, kaz ve leylek gibi hayvanlar…
Gelişmemiş insanlar ise toplumcu olmaktan kaçınırlar.
Bunlar, ölü oldukları için, Tanrı nezdinde sorumlulukları yoktur…
Yalnız dirilerin Tanrı nezdinde yeri vardır
Ve yalnız dirilerden hesap sorulur?
Hırslı insanlar Allah adına konuşarak kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar.
Bazı saf kişiler bunlara inanarak Tanrı yoluna girdiklerini sanırlar.
Bu konular anlatmakla bitmez.
Bunları anlatmaya benim ömrüm yetmez.
Bu konulara elimden geldiğince Sitemde değinmekteyim.
Sizin sitemle ilgilenerek yazılarımın çıkışını almanıza sevinmekteyim.
Kimi görüş ve düşüncelerim gerçekten ilginçtir;
Aklını imana kurban etmeyenleri olumlu yönde değiştirir, geliştirir.
+
“Bir Hukukçu ve Çağcıl-İnsancıl-Gerçekçi Aydın olarak Israil-Filistin olayları konusunda nasıl değerlendirmeleriniz var?” demişsin;
Demek ki daha Sitemin Tevrat’tan bölümüne girmemişsin.
Bu soruların yanıtları www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemin Tevrat’tan bölümündedir.
Bu konuda söyleyeceklerim birikmiştir. Ne var ki yaşlandım, hastalandım, gücüm bitmiştir…
Artık yaşamak, okumak ve yazmak bile bana ağır bir yük gibi gelmektedir…
Soyadı Balta olanlar çoktur.
“Öner Kadir BALTA” ile akrabalığım yoktur.
Ben Gaziantepliyimdir.
Balta soyadlılar ise daha çok Karadeniz bölgesindedir.
Başka soruların varsa; sor, yanıt veririm sana.
Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 28.3.2004
X
Sayın Balta,
Karacoğlan demiş ki: “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca”
Bedri Rahmi de demiş ki: “Ben güzele güzel demem, güzel yararlı olmalı”
Ben sizi söyleminizden anlıyorum.
“Gözel seven oğlan yürüyüşünden belli olur” demişler
Veya, “Üslûb-u Beyan, aynıyle insan” demişler.
Veya, “İnsan dilinin altında gizlidir” demiş Ali
Şimdi merak ediyorum superposta ile gönderdiğim ekler geldi mi? Bunları fazla beceremediğim için çok genç olmadığımı anlamalısınız. :
Yaşlısınız fakat kendinize morallilik sağlayın. Madem ki her şey zıddıyla var, hep olumlu bakabilmeli insan. Üslûbunuzdan neş’eli olduğunuz anlaşılıyor.
Benim düşüncelerimden dolayı hayati tehlikelerim var. Aslında onlar için sizlrden çok benim gibiler daha tehlikeli, benim gibi yöntem uygulayan birkaç kişi olsa çok daha etkili olurdu. Atatürk yöntemi ve mantığı nasıldır, buna Söylev ve Demeçleri incelenerek bakılmalıdır. Ne yazık ki Atatürkçü Düşünce Derneği Ata’nın mantığı ve yöntemleri ile ilgili incelemeler yapıp sonuçları güncel olaylara/olgulara taşıyamıyor. Kapasiteleri yetmiyor.
Aslında ben de yorgunlardan/küskünlerden sayılırım.
Fakat Gerçeği Söylemlerin içinden sezerek tanıma yeteneğim biraz gelişmiştir.
Şu sözleriniz muazzam: Fakat her gerçek her kulağa göre değildir, insanlara akılları/anlakları/kavrayışları oranında sözler söylemek gerek.
Aşağıdaki şu sözleriniz bana göre fakat herkese uygun olmayabilir veya hepsi birden söylenmemeli:
“Hiç merak etme bütün kutsal kitaplar Tanrı sözü değildir, seçkin insanlar tarafından söylenmiştir.
Tanrı dedikleri, maddî ve manevi yönlüdür…
Bütün doğru, güzel, iyi ve olumlu kavramlar insanlığa yararlı kabul edilip kutsallaştırılmıştır.
Bütün yanlış, kötü ve olumsuz kavramlar ise kötü olarak kabul edilip şeytan olarak adlandırılmıştır.
Tanrı (Allah), Cennet-Cehennem, Öbür dünya yok değil, vardır.
Ne var ki, yanlış algılanmaktadır.
Bu kavramların hepsi insan yaşarken söz konusudur.
İnsan öldükten sonra yaşam son bulur.
Ariflerin yıllarca yaptıkları araştırma sonucu buldukları budur.
Bu kavramları dediğim şekilde anlamayanlar Allah’ın meczubudur.
Tanrı; madde olarak değil, mânâ olarak vardır.
Varlık olarak değil, kavram olarak vardır.
Ruh olarak değil, düşünce olarak vardır.
Kişi (zat) olarak değil, nitelik (sıfat) olarak vardır.
Tanrı; doğa yasaları ve insanın mutluluğu, huzuru için konan toplum kuralları ile; aklımızın verileri olan sağduyu, vicdan gibi bizi doğru, dürüst, iyi ve güzel olmaya yönelten duygularımızdır ki buna bütün dinlerde Kutsal Ruh (Ruhül Kudüs) denir.
Bir de bizi bencil davranmaya, kısa vadeli çıkarlarımızı gözetmeye zorlayan yanlışa ve kötülüğe yönelten duygularımız vardır ki buna da kabahate sürükleyen ruh (Ruhül kubûh), Şeytan denir.
Sıraladığım bu Tanrı anlayışına uyanlar yaşamlarında kaygı duymaz, korku duymaz, mutsuz olmaz.
Yaşamındaki eylemlerinin; yasal, ahlakî ve doğru olduğuna güvenerek kimseye aldırmaz.
Bunlar Tanrı’dan başka kimseden korkmaz.
Tanrı da yukarıda tanımını yaptığımdan başka olamaz.
Ne var ki söylediklerimi aydın (arif) olandan başkası anlamaz…
İşte bu ilkelere göre yaşayanlar yaşamları boyunca mutlu olur ki buna Hıristiyanlıkta Allah’ın melekûtu; İslamiyet’te ise Cennet denir.
Bu söylediklerimi anlayabilmek için diri olmak gerekir.
Ölü olanlar bunları nasıl bilir?
Aklına, sağduyusuna, vicdanının sesine uymayanlar,
Doğru dürüst olmayanlar,
Kötülüğe bağışıklık kazananlar,
Şan-şöhret, mevki-unvan peşinde koşturanlar,
Babalarından, analarından, komşularından duyduklarına inananlar,
Atalarının dinine saplanıp kalanlar,
Aklını dine kurban yapanlar,
Tanrı’nın sesini nasıl duyarlar…
Bunlar Tanrı’nın şeylerini değil insanın şeylerini düşünürler.
İnsana ve insanlığa saygı, sevgi, sorumluluk nedir bilmezler.
Bunlar toplumsal sorunlara kayıtsızdırlar;
Kendi evleri yanıncaya değin dünya yansa aldırmazlar…
Bunların kulakları olduğu halde duymazlar,
Gözleri olduğu halde görmezler.
Bunların basiretleri bağlandığından kördürler,
Yaşadıkları halde ölüdürler.
Bunlar Gerçekleri dile getirenleri sapkın olarak görürler,
Yalnız kendilerini doğru bilirler.
Bunlar cahil, eçhel yanında cehli mürekkeptirler.
Din ilminde, bunlara ölü denir.
Ölüler; hayvan gibidir, ne yapsalar yeridir.
Bunlar; paylaşımcı değil bencildirler.
Toplumcu değil bireycidirler.
Oysa toplumcudur; arı, karınca, kaz ve leylek gibi hayvanlar…
Gelişmemiş insanlar ise toplumcu olmaktan kaçınırlar.
Bunlar, ölü oldukları için, Tanrı nezdinde sorumlulukları yoktur…
Yalnız dirilerden hesap sorulur?
Hırslı insanlar Allah adına konuşarak kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar.
Bazı saf kişiler bunlara inanarak Tanrı yoluna girdiklerini sanırlar.
Bu konular anlatmakla bitmez.
Bunları anlatmaya benim ömrüm yetmez.
Bu konulara elimden geldiğince Sitemde değinmekteyim.
Sizin sitemle ilgilenerek yazılarımın çıkışını almanıza sevinmekteyim.
Kimi görüş ve düşüncelerim gerçekten ilginçtir;
Aklını iman etmeyenleri olumlu yönde geliştirir.”
+
Sayın Balta,
Çıktı almıyorum ama farklı kaydedip Hayri Balta klasörümde biriktiriyorum. İnsanlar bize göre kötünün kendilerince de kötü olduğunu bilseydiler, o kötülüklerden elbette kaçınırdılar, iyi yaptıklarını sanıyorlar, sonuçlarını önceden görebilecek basiretleri yetersiz.
Bu bakımdan insanlarla onlardan biri gibi tartışmak sonuç almak için daha yararlıdır ve bu riyakârlık değildir, çünkü aslında incelersek her birimiz diğerlerinden/ onlardan birisiyiz.
Sizin ve Arsel’in tutumlarınız bu bakımdan sert ve sorumsuz oluyor ve sonuçta da esnek olunamadığı için tutum değişimlerini de olanaksızlaştırıyor.
Şimdi bu bedava posta da bir sorun çıkarmadan, yazılarım uçup gitmeden hemen göndereyim.
Sizi biraz daha fazla okursam ve aklımı başıma toplayıp sakin zamanda düşüncelerimi yoğunlaştırabilirsem önceden hazırlanmış ve daha yöntemli ileti gönderebilirim.
Aslında bilgi toplamakla uğraşıyorum.
Ebu Hureyre kimdir, asıl adı nedir bu “Kedicik Babası”nın, onu araştıracağım.
Size sağlık, esenlik, mutluluk, iyilik, güzellik, uzun ve yararlı ömürler, ne gerekiyorsa her şeyi birden diliyorum.
Hoşça kalın, her şey gönlünüzce olsun, insanın iki-üç tane tam kafa dengi dostu/arkadaşı -sözün gerçekten eylemleriyle/tam anlamıyla- olsa tüm dertleri artık ona vız gelir…
I. 28.3.2004
X
Sayın Isa,
Önce yine saygı, sevgi sana.
Aşağıdaki sorularıma yanıt vermemişsin.
“Hangi ilde oturduğunu, öğrenimin durumunu, hangi fakülteden mezun olduğunu ve kaç yaşında bulunduğunu” söylememişsin.
Bu sorularıma yanıt vermek dururken tutmuş bize akıl vermişsin.
“Sizin ve Arsel’in tutumlarınız bu bakımdan sert ve sorumsuz oluyor ve sonuçta da esnek olunamadığı için tutum değişimlerini de olanaksızlaştırıyor.” demişsin.
Biz kimseden bizim gibi düşünsün, “tutumunu değiştirsin” istemeyiz.
Bizler; Anayasamızın bize tanıdığı haklar gereğince düşüncelerimizi ifade ederiz.
Kabul edip etmemek insanın en doğal hakkıdır;
İnsanın bu doğal hakkına saygı gösterilmelidir.
İşte felsefemiz:
“En küçük bir zorlama ya da ikna etmeyi insanlık onuruna yapılmış bir saldırı olarak kabul ederiz” (Rudolf Steiner. Kozmik Hafıza. 1. Basım. 2003. s. 9).
Biz de, bize yapılan zorlama ve ikna çabalarını kişiliğimize yapılmış bir saldırı olarak kabul ederiz.
İsteyen inanır isteyen inanmaz.
Bizde başkasını doğru yola getirmek gibi peygamberlik olmaz.
Düşüncelerini, inançlarını bir başkasına kabul ettirmek sevdasında olanlardan nefret ederiz.
Çünkü biz her insanın düşünce ve inancını “Hak!” biliriz.
Biz “İnsanların şeylerini değil Tanrı’nın şeylerini düşünürüz.” (Incil)
Hak (Doğru) bildiğimiz yolda kimseden bir şey beklemeden yürürüz.
Dikkat et dostum kiminle yazıştığına…
Senden çok rica ediyorum bir daha akıl verme bana,
Aklını kendine sakla…
Konuyu dağıtmamanı rica ediyorum.
Öncelikle yukarıda sorduğum sorularıma yanıt bekliyorum.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sevgiler yeniden sana.
Av. Hayri Balta, 28.3.2004
+
Not: Gönderdiğin ikinci e-mail gelmedi.
İyisi mi küçük küçük parçalar halinde zaman zaman göndermeli.
X
BİR MİSYONERE YANIT
Bu bölümde: Bir misyonerin sorularını yanıtlamaya çalışıyorum:
Sorular aşağıdaki bakış açısı ile yanıtlanmıştır…
ALLAH (TANRI – YARATAN): ALLAH : Doğa (Dünya) ’dır, Evren’dir, Madde’dir… Evren’in, Doğa’nın, Maddenin dışında maddi olarak Allah diye kişisel, nesnel bir varlık yoktur. Evren’in, Doğa’nın dışında maddi olarak kişisel, nesnel bir Allah’ın varlığını kabul etmek insan hayalinin ürünüdür. Allah, sanaldır ve insanların düşüncesinin ürünüdür.
Allah, üstesinden gelemeyeceğimiz doğa, evren yasalarıdır..
Allah: Madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, simge olarak vardır.
Bir anlamda da aklın, iç benin, özdenetimin, önsezinin, sağduyunun, vicdanın simgesidir. Aynı zamanda: erdemle bezenmiş yaşamı, genel doğruları, olumlu kavramları, yüce duygu ve düşünceleri simgeler…
İnsan’ın olmadığı yerde ne Allah vardır ne de Şeytan; ancak, yaratan doğa, evren, madde vardır…
Misyonere verilen yanıtlar bu bakış açısı ile ele alınmıştır…
+
Bu dosyada; Daniel Wickwire’nin “Kitab-ı Mukaddes ve Kuran-ı Kerim Hakkında 100 SORU” adlı kitabındaki sorular yanıtlanmıştır.
Daniel Wickwire ilginç bir kişidir. Mesih İnanlıların aktif elemanlarındandır. Ara-sıra bana gelir. Ne var ki kendisi konuşurken ben can kulağı ile dinlerim de ben konuşmaya başlayınca kendisi uyuklayarak şekerleme yapmaya başlar.
Kitabında belirttiğine göre öğrenim durumu şöyledir:
”1951’de California’da doğdu. Liseyi 1969’da bitirdi.
1970-1973 yılları arasında sağlıkçı olarak ABD Ordusunda askerlik yaparken; komando ve yeşil bereli eğitimi gördüğü gibi aynı zamanda Vietnam savaşında bulundu ve bu savaşta 4 ayrı madalya ile onurlandırıldı.
Savaştan sonra Amerika’da 22 yaşında iken Mesih inanlısı olarak vaftiz edildi.
Bakersfiel College’de iki yıl eğitim gören D.W. İspanyolca, Fransızca ve Yunanca üzerine eğitim gördü ve 1974 yılında Associate of arts (A.A.) diploması aldı; daha sonra, İlahiyat Fakültesi olan Multnomah Scool of the Bible’de 3 yıl Kitab-ı Mukaddes, Grekçe ve İbrani’ce üzerine eğitim görerek 1977 yılında Bachelor of Tehology ‘Th. B.) derece ile mezun oldu.
Yazar, 1976 yılının yaz döneminde de Üniversity of Washington – Seattle’de dilbilimi (lenguistik) eğitimine başladı ve 1977-1978 yılları arasında da Üniversity of Texas – Arlington’da dilbilimi eğitimine, ağırlıklı olarak da Arapça üzerine eğitim gördü.
1979-1980 yılında da University of Oklahomah, Norman’da dilbilim eğitimi sürdürdü. Dilbilimi Master’ını da 1980 yılında Columbia International Üniversity İlahiyat Fakültesinde eğitim gördü ve 1983 yılında mezun oldu.
1995-1996 yıllarında Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri, Kelâm Anabilim Dalında, Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın özel doktora öğrencisi olarak öğrenim gördü.”
(Kaynak: Yahudi, Hristiyan ve İslam Kaynaklarına göre KUTSAL KİTABIN DEĞİŞMEZLİĞİ. Daniel Wickwire. Lütuf Yayıncılık. Eylül 1999. s. 9)”
Yazımıza kitabın kısa ÖNSÖZÜ ile başlayalım.
ÖNSÖZ:
“Hıristiyanların birçoğunun Kur’an-ı Kerim’i okumadığı gibi, birçok Müslüman da Kitab-ı Mukaddes-i okumamıştır.
Bu yüzden, her iki inanca mensup olanların çoğu Kitab-ı Mukaddes-i ve Kur’an-ı yeterince bilmemektedirler. Dolayısıyla bu kitapta bulunan sorular ve cevaplar insanların kendi bilgilerini sınamaları açısından yararlı olacaktır.
Kitap okunduğunda, bazı soruların yanıtlarının aynı, bazılarınınsa zıt olduğu görülecektir. Böylece, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim arasındaki benzer ve farklı olan bazı kavramlar tespit edilmiş olacaktır.”
(Nasıl olur? Tevrat’ı da, İncil’i de, Kuran’ı da gönderen aynı Allah değil mi? Allah’ın sözlerinde değişme ve çelişki olur mu? Olursa, ona Allah denir mi?.. HB)
Müslümanlar bu soruya: “Kuran dışındaki kutsal kitaplar değiştirilmiştir!” diye yanıt vererek işin içinden çıkmaya çalışır. Ne var ki bu sava karşılık sorulan şu soruya yanıt veremezler: Bu kitaptaki sorular tamamen Kitab-ı Mukadddes ve Kur’an ayetlerine dayalıdır. Ama sunduğumuz sorular tamamen tarafsız olmayıp Protestan Hıristiyanların bakış açısıyla hazırlanmıştır.
Protestanların çalışma metodunun temelinde “sola scriptura” prensibi vardır; yani, yorum yaparken sadece Allah’ın ayetlerine önem verilir. Dolayısı ile bu kitap hazırlanırken, hadisler, rivayetler ve halk arasında anlatılan öyküler göz önüne alınmamıştır. Böylece, bizim verdiğimiz yanıtlar bazı insanların alıştığı yanıtlardan farklı olabilir. Bazı sorularımız size basit, bazıları ise size çok zor gelebilir.
“Bu konuların üzerinde dur. Kendini bunlara ver ki, herkes senin ilerlediğini görsün. Kendisine ve öğretişine dikkat et, bu yolda yürümeye devam et. Çünkü bunu yapmakla hem kendini, hem seni dinleyenleri kurtaracaksın.” (İncil. 1. Timoteyus. 4/15-16)
+
Kitaba girmeden önce şu bilgileri vermem gerekiyor:
Tevrat’tan alınan tümceler (âyetler) Kitab-ı Mukaddes Şirketi. 1985;
İncil’den alınan tümceler (âyetler) ise: İncil’in Çağdaş Türkçe çevirisi, 1987. Yeni Yaşam yayınları.
Kuran’dan alınan tümceler (âyetler) ise: Prof. Dr. Süleyman Ateş. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Kılıç, 1975. Kitabevi.’nden alınmıştır.
Daniel Wvickwire, Ankara, 1Şubt 2001
YANITLARIM:
Bu açıklamaları yapmaktan amacım: Muhatap aldığım kişinin kimliğinin bilinmesidir. Az-buz değil.. Din bilgisi konusunda; benim gibi gece mektebi mezunu on avukatı cebinden çıkarır. Onun yanında ben hiç sayılırım. Ne var ki bu iş öğrenimle, eğitimle, ilahiyat fakülteleri bitirmekle olmaz. Bu iş bir doğa (Allah) vergisidir. Çünkü yazılmıştır:
“O zaman İsa cevap verdi ve dedi: Ey Baba, göklerin ve yerin Rabbi, sana şükrederim ki, sen bu şeyleri akıllılardan ve hikmetlilerden gizledin ve onları küçük çocuklara açtın. Evet, zira Baba indinde böylece hoş göründü.” (İncil. Matta. 11/25-26)
Bu sözlerim, aynı zamanda, yurdumuzun en ilerici, en demokrat ve en laik ilahiyatçılarını da kapsar. Bana göre, bunlar din ve Allah bilgisine erişmemişlerdir. Bu İlahiyatçıların, Daniel Wickwire de olmak üzere, dinleri ile bilgileri vardır; ancak, asıl bilinmesi gereken Allah bilgileri ve Din duygusu yoktur. Çünkü onlar kitaplarına göre konuşur ben ise doğrudan doğruya içime doğduğu biçimde (akıl verileri, sağduyu uyarınca) konuşurum…
Demek istediğim Allah kavramı ve din duygusu öğrenimle olmaz. Bu bilgilerin: insana, Yaratan tarafından, yaratılışında verilmesi gerek. Bu nedenle şöyle denmiştir kuranda:
“Kör ile gören, karanlıklar ile ışık ve gölgelikle sıcaklık bir değildir. Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kişiye işittirir. Ey Muhammed! Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin!” (Kuran. 35/19-22).
Bu dosyada görüşlerimi bildirmekten amacım:
“Kör ile görenin”;
“Aydınlık ile karanlığın”,
“Ölü ile diri’nin”;
“Kabirlerde olanlarla olmayanların” varlığına dikkat çekmektir.
+
İncil’deki; Timoteyus bölümü, Pavlus’un Timoteyus yazdığı bir mektubu içerir. Oysa Allah yalnızca peygamberlerine seslendiğine göre; Pavlus İsa’nın havarilerinden bile olmadığı halde nasıl olur da onun mektuplarına “Allah sözü” denebilir? Allah’ın ne olduğunu ve hangi sözlere Allah sözü dendiği konusunda, az aşağıda, özet olarak bilgiler verilmiştir…
Burada görülüyor ki Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında Peygamberlik anlayışı bakımından da büyük ayrılık vardır. Her ne kadar İslam allameleri vahiy yalnız peygamberlere gönderilir derlerse de bu bilgisizliklerindendir. Oysa Kuran’da Belirtildiğine göre Allah vahyini;
Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51)
Havarilere (K. 5/11)
Hayvanlara ve balarısına (K. 16/68),
Musa’nın anasına (K. 20/38. 28/7.
Yer’e (arza), (K. 99/1-5) gönderir. Ne var ki, dediğim gibi, İslam allameleri bu ayetleri görmezden gelir…
Burada önemli olan ayet Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51) vahiy göndermiş olmasıdır.
İsevilere göre ise Havarilere ve Havarilerden sonra gelenlere de vahiy gönderilmiş oluyor… Bana göre ise Doğa (Yaratan); bilge, erdemli ve ruhsal olgunluğa erişen her kişiye; esin, (içe doğuş, ilham, vahiy…) gönderir…
Vahiy kapısı İslam Peygamberiyle kapanmış değildir… Bilgili, erdemli doğru dürüst yaşayan, salih amel sahibi her insana vahiy gelir… Hayvanlara, Arıya, yer küresine (arza) şu an bile gelmekte olan vahiy; doğru dürüst, erdemli yaşayan insanlara niçin gelmesin?..
Demek isterim ki içe doğuş (vahiy) yolu kapanmamıştır… Doğa, (Yaratan), yarattıkları ile bağlantısını kesmez. Bu görüşüm İslamiyet’te şu söylem ile dile getirilir: “Allah ile kulun arasına kimse giremez!..”
Bir de Allah, Yaratan kavramlarına tarafımdan verilen anlamların bilinmesi gerekir:
Allah: Doğa (Evren) yasalarının açıklayamadığımız gizlerine ve üstesinden gelemediğimiz doğa yasalarına Allah deriz; oysa Doğa’ya, Evren’e Yaratan dememiz daha doğrudur.
Kuran bu durumu Doğa’daki oluşumlara bakarak şu şekilde ifade eder:
“Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (Hak’tan) nasıl dönersiniz? (K. 6/95) Bu ayette açıkça görülüyor ki Allah olarak doğa gösteriliyor…
İnsanoğlunun Yaratan kavramına ulaşmasının kaynağı; insanın, doğa olaylarına bakarak kıyaslama yapmasıdır. Buna örnek olarak İbrahim Peygamberin yıldızlara, aya, güneşe bakarak kıyaslama yapmasıdır. Sonunda güneş de batınca bunun da üstünde bir güç, Yaratan, vardır inancına ulaşması savımıza güzel bir örnektir. (Bkz. K. 6/74)
Bilmediklerimize, korktuklarımıza, gücümüzün yetmediği doğa olaylarına, nedenlerini açıklayamadığımız için, Allah deriz. Ne var ki bilgilerimiz artıkça, korkularımızın yersiz olduğunu anladıkça, olaylara akıl erdirmeye başladıkça, Allah kavramı gider yerine bilge insan gelir.
Doğru, güzel, iyi, güzel olan bütün olumlu kavramları, üstün değerleri, genel doğruları, vicdani duyguları yücelterek TANRI deriz…
Buna ek olarak din ve edebiyat felsefesinde (tasavvufta) erdemli nitelikleri olan üstün kişilere de TANRI dendiği de olur.
İnsanlık yararına söylenen sözlerle, insanları doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme yönelten bütün sözlere, kim söylerse söylesin, TANRI SÖZÜ (Allah kelâmı…) denir.
Bilge ve erdemli kişilerin sözlerinin kaynakları içe doğuştur. Bilge ve erdemli kişilerin söylediği; ahlaka, erdeme ve iyiliğe yönelten sözler, din edebiyatında, Vahiy olarak nitelendirilir…
Şairlere esin (ilham) nereden geliyorsa; Peygamberlere ve ermiş kişilere gelen içe doğuşun (vahyin) kaynağı da aynıdır.
Şairler kendi eğilimlerine göre konuştuğundan; dinsel nitelikteki sözlerden ayırmak için vahiy yerine (ilham) adı verilmiştir…
Doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik gibi yüce kavramları yaşamına uygulayan insana dindar denir. Dinin temeli ahlaktır, dendir (densizliğin olumlusu), edeptir, erdemdir.
İnsanın dışında maddi olarak Allah yoktur ki onun sözü olsun… Allah, Allah sözü hep mecaz (Değişmece) anlatımlardır. Bunlar din edebiyat ve felsefesinin konularıdır.
Allah: Madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, sıfat olarak vardır.
Dikkat edilirse Allah yok demiyorum… Vardır; din adamlarının, şeriatçıların anladığı gibi değildir…Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler Şeyh Bedreddin’in VARİDAT, Şems-i Tebrizi’nin MAKALAT adlı kitaplarına bakılabilir… Bir de şu kitaba bakabilirsiniz…(Tasavvuf. Kısa Bir Giriş. İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
Bu kitapta şöyle denmektedir:
“İSLAM, SENİ GÖRMEKTİR.” “Hayır, hayır, Sübhanallah (K. 2/32)… Senin, onların ağzından çıkan “Her parça Seni görmez!..” şeklindeki – bu tür eksik – sözlerden münezzeh ve ötede olduğun anlamına gelir.
Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkânsızdır.
Senin görülmeni inkâr edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir.”(Hadîd. 57:4)’ün “tanıklığıdır.”
Ey organlar, gör¬me olmaksızın tanıklık imkânsızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”
Tanrı, bir anlamda da aklın, öngörünün, önsezinin, sağduyunun, vicdanın simgesidir. Kültürel birikimlerimizle oluşan öngörümüzün, sağduyumuzun, sorumluluk duygumuzun ve vicdanımızın uyarısı ile oluşan ve bizi olumlu davranışlara yönelten duygularımıza, Tanrı yanında, ruhul Kudüs (Cebrail) adı da verilir.
Bu duygu bizi daima olumlu yönde hareket etmeye güdüler ve olumsuz bir davranışta bulunmaya kalkışınca bu duygularımız “Cız!..” diye bizi uyarır. Hıristiyanlıkta buna “Kutsal Ruh” denir. Bir de içimizde bizi kötü yola sürükleyen ruh vardır ki buna da nefis, “Şeytan “ (Kutsal olmayan duygu, kabahate ve suça sürükleyen ruh (Ruhül kubuh) denir…
İslam tasavvufunda: bilge, erdemli ve olgun insanda Tanrı sıfatlarının tezahür ettiğine inanılır ve bu insanlara erişmiş denir… Bunlara Tanrı’ya ulaşan anlamında vuslata erenler denir; yoksa bizim dışımızda, bizden uzakta, evrenin bilinmeyen bir yerindeki Tanrı’ya nasıl ulaşılsın, nasıl erişilsin. Bunlar hep simgesel anlatımlardır…
Evren’de, maddenin dışında bir maddi varlık yoktur. Yaratan madde olup doğmamıştır, doğdurulmamıştır. Bilim bunu şöylece dillendirir: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz…” (Lavezion yasası)
İslam bu konuda şöyle demektedir: “Allah doğmamış ve doğrulmamıştır. Varlığı kendindendir.” (K. 112/4) Bu ayet “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz…” önermesine ne kadar benzemektedir…
Maddeyi yaratan Allah’tır diyenler yalnızca insandır. Allah, televizyona çıkıp, dünyayı, sizleri yaratan benim, demiyor ki. Kaldı ki maddî anlamda bir varlık olarak Allah olsa idi uzay teleskoplarına, radarlara yakalanırdı. Fotoğraf makinesi ile fotoğrafı çekilir ve de televizyonlarla görüntülenebilirdi…
Allah düşüncesi, İnsanların doğadaki güzelliklere, oluşumlara ve olaylara bakarak yaptığı kıyaslama (mukayese) sonucu ortaya çıkan yargıdır.
1960’lı yıllarda İnönü döneminin Yargıtay Başkanı İmran Öktem, bu düşünce ile: “Allah’ı yaratan insandır!” demiştir…
İnsanın olmadığı yerde ne Allah (Ahlak, erdem, edep, doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik gibi olumluluklar…) ne de Şeytan (kötülük gibi olumsuzluklar… ) vardır. İnsanın olmadığı yerde ancak madde, maddesel oluşumlar vardır. Maddenin tabi olduğu doğa (Evren) yasaları vardır…
Bu nedenle “Allah her yerde hazır ve nazırdır “sözü bilimsel dayanaktan yoksun afakî sözlerdir. Çünkü lağım çukurunda madde olur ama Allah olmaz… Bu nedenle diyorum ki insanın olmadığı yerde Yaratan olur ama Tanrı olmaz…
Yaratan Peygamber görevlendirmemiştir. Kitap indirmemiştir. Din koymamıştır.Yaratan; peygamber göndermiş, kitap indirmiş olsa idi bütün dünyada bir dine, bir kitaba, bir peygambere inanılırdı ve din de ilk gönderilen peygamberin dini üzerine temellenirdi ve bu dinlerin mensupları, zaman zaman, birbirlerine canına kıymazlardı.
Yaratan’ın dini bir tanedir; o da, yaratığı bütün insanlara yaratırken verilen; akıl, ahlak, öngörü, önsezi, sağduyu, vicdan gibi duygulardır.
Dinlerin kaynağı toplumdur. İnsanların; kendince huzur içinde yaşamak için bulduğu ahlaka, den’e, (Den: Kendini bilmek…) edebe, erdeme dayanan yaşam tarzıdır ki bu toplum tarafından oluşturulur ve giderek din adını alır. Bir toplumda dinler bu şekilde oluşur.
Bir de insanın yaratılışında olan akıl, ahlak, öngörü, önsezi, sağduyu, vicdan gibi duyguları vardır ki bu nitelikleri ile insan iyi ile kötünün ayrımına vararak kendisine bir yol çizer. İşte asıl din budur.Kuran’da bu düşünce şu şekilde dile getirilir:
“Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah insanları hangi fıtrat üzerine yaratmışsa ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (K. 30/30)
Allah; ırkçılık güden, şu Müslüman şu kafir diye insanları kamplara ayırıp birbirine düşüren Peygamberler göndermez. “Mümin müminin kardeşidir” demez. “Bütün insanlar kardeştir!” der.
Allah, hırsızın elini kesin demez (Hırsızın elini kesin diyen Hamurabi’dir…), zina yapanı taşlayarak öldürün, demez. Devlete karşı gelenin çaprazlama elini ayağını kesin demez (Bunu yasalaştıran Firavun’dur…) İlâhir… Günümüz insanlarının kabul etmediği böylesine acımasız ve olumsuz kurallar Allah tarafından konulmaz…
Gelin şu Allah’ı, Allah’ı bilmeyenlerin elinden alalım, Allah’ı onlar gibi küçültmeyelim; Allah’ı yüceltelim ve Allah kavramını çağımız anlayışına göre anlayıp yüceltmeye çalışalım… Asıl önemlisi Allah’ı; noksan sıfatlardan tenzih edelim…
Bunları açıklamaktan amacım kitaptaki sorulara verilen yanıtların bu bakış açısı ile yanıtlandığının bilinmesi isteğidir.
Artık kitaba girebiliriz. Kitabın birinci sorusu ile başlıyoruz.
MİSYONER’İN SORULARI ve YANITLARI:
Sorular böyle başlıyor:
Soru 1. Allah’ın sözü ezeli ve ebedi midir?
– ALLAH SÖZÜ: Öncelikle; Allah sözü denince ne anlamamız gerektiğine açıklık getirmemiz gerekir…
İnsanlığı; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme yönelten sözlere, kim tarafından, söylenirse söylensin, Allah sözü denir.
Allah’ın sözü aynı zamanda genel değerler, ortak doğrular, olumlu kavramlar, yüce duyguları yansıtan düşünceledir.
Bu Ortak değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları yansıtan olumlu ve güzel sözler her zaman geçerliliğini koruduğu için de ebedî ve ezelî anlamda Tanrı sözü sayılır…
Kutsal kitapların bazı bölümlerinde görüldüğü gibi insanların boğazlaşmasını öngören sözlere Allah sözü denmez…
Bu gün Allah sözü olarak dayatılan kutsal kitaplardaki ayetlerin çoğu dünya hukukunda uygulanmamaktadır. Oysa Allah’ın sözü her zaman her yerde geçerli olmalıdır. Bu da gösteriyor ki uygulanmayan sözler Allah sözü değildir. Çünkü Allah yasalarını yerin getirir ve bunu hiçbir güç önleyemez.
Kutsal kitaplarda geçerliliğini koruyan ilahî ayetler vardır; buna karşın uygulanması olanağı olmayan ayetler de vardır.
Kutsal kitaplardaki sözlerden kimisi ilâhidir. Kimisi beşeridir. Kimisi ise siyasîdir…
Sağduyulu bir okuyucu, Allah sözü olanla olmayanların ayrımına varmalıdır…
D. W’in açıklaması: “İslam tarihinde, Allah’ın Kelâmının ezelî ve ebediliği hakkında iki karşıt görüş ortaya atılmıştır. Mu’tezile’ye göre, Allah’nın Kelâmı yaratılmıştır; yani Tanrı Sözü değildir…
Yani Mutezile; Kuran’ın, Allah sözü değil de Peygamber sözü olduğunu ileri sürmüştür. Karşıt görüşü savunan Eş’ari’ye göre ise, Allah’ın Kelâmı yaratılmamıştır ve ezelidir. –Yazıcıoğlu, Kelâm Ders Notları, 1998. s. 42-71. Bak, kitaptaki dipnotu..”
(Bu konu Abbasiler döneminde harcıalem bir konudur. Kahvelerde, sokaklarda halkın sıradan yaptığı olağan konuşmalardır; ne var ki günümüz laik Türkiye’sinde böyle görüş ileri sürenlerin ölümlerden ölüm beğenmesi gerekir. Artık siz ölçümleyin: İleri mi gitmişiz? Geri mi kalmışız?..)
+
Soru 2: Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, Zebur, ve İncil) Allah’ın Sözü olarak kabul edilir mi? (Kutsal Kitap olarak)
– Soru şu ayetle başlıyor:
Tesniye 27/26: “… Bu şeriatın sözlerini yapmak için onları tasdik etmeyen lanetli olsun.”
Bu sözleri söyleyen belli değil. Allah mı söylüyor, yoksa insan mı?
Bir kere şunu bilelim ki Yaratan şerî kurallar koymaz. Şerî kuralları ancak Peygamberler koyar. Bunun içindir ki Musa şeriâtı, İsa şeriâtı, Muhammed şeriâtı denmiştir. Yaratan’ın yasası doğa ve Evren kurallarıdır. Bu kurallar da değişmez…
Yaratan insanı eylemlerinde özgür bırakmıştır.
Kaldı ki her şeye gücü yeten Allah aciz bir kişi gibi niçin lanet yoluna gitsin.
Lanetlemek insana özgü bir özelliktir. “Lanetleme bir küfürdür” Allah’a yakışmaz…
Allah’ın cezalandırma yetkisi var. Lanetleyeceğine cezasını vererek işi bitirir…
Sonra istediği kadar lanetlesinler; bir iş benim aklıma yatmazsa ben o işi yapmam. Örneğin Tevrat’ta zina yapan kadını taşlayarak öldürmek şeriatın emridir. Bu gelenek de Firavun’unun koyduğu kurallardandır. Yukarıdaki ayette şeriatın bu sözlerini yapmayan lanetleniyor. Bu durumda ben şeriatın lanetlemesine karşın yine de zina yapana taş atamam… Çünkü böyle bir anlayış benim Allah anlayışına uymaz… Benim bildiğim Allah böyle dehşet verici bir ceza koymaz ve hiçbir cezanın karşılığı da ölüm olamaz…
Büyük İslam düşünürü İbn-i Arabi bile bundan yedi yüz elli yıl önce idam cezasını, Cehennem’de cayır cayır insan yakılmasını (bu mecaz anlamdadır, böyle biline…) diyen hümanist bir insandır. (Varidat, Cemil Yener s. 27…)
Bir ayet daha koymuş: Yuhanna 6:68 “…..Rab, biz kime gidelim? Sonsuz yaşamı sözleri sendedir.”
Dikkat edilirse; burada İsa’ya Rab diye seslenen bir insan var… Bu insan kim acaba? Peygamber bile olmayan insanın ağzından çıkan bu yakarışa nasıl Allah sözü diyelim?..
Gelelim sonsuz yaşamın anlamına: Sonsuz yaşam mecazi bir anlatımdır. Sonsuz Yaşam’ı açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz:
Yaşamını; ahlakla, erdemle, doğruluk, dürüstlükle, iyiliklerle, güzelliklerle, geçiren insan sossuz yaşamı yaşama ermiştir…Onun yaşadığı yaşama sonsuz yaşam denir. Çünkü kötü bir yaşam ölümle anlatılır. Çünkü yazılmıştır: “Günahın bedeli ölümdür!” (İncil. Rom. 6/23)
Davranışlarıyla, eylemleriyle kendi başını ağrıtmama becerisine erişen kişi sonsuz yaşama ermiş demektir.
Sonsuz yaşama erişmenin bir yolu da kötülüğe bulaşmamaktır. Kötü davranış din ilminde günah ile ifade edilir. Din ilminde kötü davranışlarda bulunanlar ölü sayılır… Kötü davranışlar aynı zamanda sonsuz yaşamı sona erdirir. Kötü davranış sonucu huzur ve güvenini kaçıranın yaşamı ölümlü yaşamı ifade eder…
Bir ayet daha: Romalılar 1, 15:4: “…..Önceden ne yazıldıysa, bize öğretilmek için yazıldı. Kutsal Yazıların verdiği cesaretle ümidimiz olsun diye yazıldı.”
Bu sözler İsa’ya ait olmadığı gibi başka bir Peygambere de ait değildir. “Biz” denildiğine göre; konuşanın, topluluk adına konuşan Pavlus’tur…
Dikkat edilirse peygamber olmayan bir insanın söyledikleri sözler Allah sözü oluyor ve okuyanlar da bunun ayrımına varamıyor…
Kutsal kitaplar bizim gerçeği öğrenmemiz için ruhça olgunlaşmış insanlar tarafından yazıldı. Gerçeği öğrenmenin yolu da kötü davranışların insanın huzur ve güvenini kaçıracağının bilinmesinden geçer.
İnsan mutluluk içinde yaşamak istiyorsa kanaatkar olmalıdır Kimsenin şanında, şöhretinde; malında mülkünde gözü olmamalıdır. Kendi helal kazancıyla huzur içinde yaşamasını bilmelidir.
Bir ayet daha: Korintliler 1, 14:37-38: “…. Bir kimse kendini peygamber ya da ruhça olgun biri sanıyorsa, bilsin ki, size yazdıklarım Rab’bin buyruğudur.”
“Bu ayette, yazdıklarım” diyen birisi var ki bu Pavlus’tur. Ayrıca “size Rabb’in buyruklarıdır” diyor ki Rab dediği Allah değil İsa’dır… Çünkü Hıristiyanların çoğu İsa’yı Rab, Allah olarak bilirler. Dikkat edilirse Pavlus’un söyledikleri de Allah sözü oluyor…
Burada önemli bir olguya değinilmektedir. kendini peygamber ya da ruhça olgun biri sanıyorsa, denilmektedir… Bu söyleme göre: Doğrulukla, dürüstlükle, bilgelikle, erdemle, denli (Haddini bilen insan…) insanlara örnek bir insan olarak göstermeye çalışan ve insanların iyiliği için çalışıp çabalayan kişi kendini peygamber sayabilir. Demek ki Peygamberlik insanların olumlu bir niteliğidir. Peygamber olarak kabul edilenlerin elinde Allah’tan aldığı mühürlü bir belge mi vardır?.. Yine hangi kutsal kitapta Allah’ın mührü vardır…
Peygamber olabilmek için ruhça olgun ve Salih amel sahibi olmak gerekiyor…
Ayet, insanlara hitap etmekte ve onlara bilin ki bu sözler İsa’nın (Rab’bin) buyruğudur, denilmektedir.
Bir ayet daha: Timoteyus 2, 3:16-17 “…Kutsal Yazıların tümü Tanrı esinidir ve öğretmek, azarlamak, yola getirmek ve doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır.”
Kutsal kitaplarda yazılı olanlar insanların iyiliği içindir. Amaç insanları doğruluğa dürüstlüğe yöneltmektir. “Bu sözlerim Tanrı esini (ilhamı: vahyi) ile olmaktadır, denilmektedir.” Tanrı’nın adı sıkça yinelenmelidir ki inandırıcılık sağlansın…
Burada bir ikrar var. Bu sözler, biz insanlar tarafından söyleniyor ama; bu esinin kaynağı Allah’tır deniyor.
Peki, Halk ozanlarına ve şairlere gelen esinin kaynağı nedir? Halk ozanları bir atışma programında saatlerce hem güfte hem de beste yapıyorlar… Bu aşıkların çoğu ilkokul mezunu bile değil. Peki, bu aşıklara gelen esin’in (vahiy, ilham, içe doğuşun kaynağı) neresidir?..
Peygamberlere nereden geliyorsa Halk Ozanlarına ve şairlere de gelen esinin kaynağı orasıdır. Ozanlara ve şairlere gelen sözler de aynı kaynaktan gelmektedir. Ahlaksal ve erdemsel olan sözleri diğerlerinden ayırmak için vahiy adı verilmiştir. Sorun bu kadar basittir…
Bir ayet daha: “Petrus 2, 1:20-21 …. Öncelikle şunu bilin ki, Kutsal Yazılarda… hiçbir peygamberlik sözü insanın isteğinden kaynaklanmadı. İnsanlar Kutsal Ruh’ça yöneltilerek Tanrı’nın sözlerini ilettiler.
Burada kutsal ruh dedikleri, insanı; doğru, dürüst, iyi olmaya yönelten ve içten gelen, insanı olumluluğa sürükleyen duygudur… Ayrıca Faraklit ruhu dediklerinin bir diğer adı da Kutsal Ruhtur. İnsanı doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe yönelten duyguya kutsal ruh denir.…
Bir de kutsal olmayan bir ruh vardır ki buna da ”Ruhul kûbuh” denir ve bu ruh da insanı kabahate ve suç işlemeye yönelttir…
Her ikisinin kaynağı da insanın kendisidir.
Bir ayet daha: Petrus 2, 3:15-16: “…. Pavlus da kendisine verilmiş olan hikmete göre size yazmıştır; nitekim bütün mektuplarında bu şeyler hakkında söylüyor.”
Yukarıdaki ayetlerde Petrus adlı havariyun (İsa’nın çıraklarındın biri) Pavlus’un sözlerine inanın, güvenin demek istiyor.
Pavlus; ne Peygamberdir, ne de havarilerdendir. Kaldı ki Hıristiyan olmadan önce de binlerce Hıristiyan’ın öldürülmesine vesile olmuştur. Ama görüldüğü gibi, Hıristiyan olunca, mektupları İncil’e alınmış ve bu da Allah’ın sözü olarak kabul edilmiştir. İnanalım mı?
Müslümanlar ise bu gerçekleri vurgulayacaklarına Tevrat değiştirilmiştir demeyi yeğliyorlar… Oysa Kuran şöyle de diyor:
K. Bakara 2:4,53, 85,136 “…. senden önce indirilene inanırlar… Yola gelesiniz diye Musa’ya Kitap ve furkan vermiştik… Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsun?… Musa ve İsa’ya verilene… onlar arasında bir ayrım yapmayız… O’nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız.”
Görüldüğü gibi İslam; kitaplar arasında ayrım yapmıyor. İnsanların hepsinden de kutsal kitapları kabul etmesini istiyor…
Burada konuşan Muhammed’in iç benidir. Aklı, kültürü, mantığı, muhakemesi ve sağduyusudur.
Yunus emre bu gerçeği şu biçimde anlatır: “Bir ben vardır benden içeri…”
Unutmayalım, Allah maddî bir varlık olmayıp, insanları doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe sürükleyen duygudur.
Bu gerçeği Kuran şöyle vurgular:
“Allah, kişinin kalbi ile kendisi arasına girer..” (K. 8/24)
Dikkat burada Peygamber konuşuyor…
Al-i İmrân 3:3-4, 84, 119: “…. önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti… İsa’ya ve peygamberlere… inandık; onlar arasında bir ayırım yapmayız… Biz ona teslim olanlarız…”
Dikkat edilirse burada söyleyenin peygamber olduğu görülüyor…
Bir kere insanlara; Tevrat, Zebur, İncil, Kuran Allah sözü denmiş; onlar da bunu gerçek sanıyor. Oysa bunlar din edebiyatında söz sanatları olup anlamları başkadır… Mecaz ve simgesel anlamlardadır…
Yüzlerce ilahiyatçı profesör televizyona çıkıp konuşuyor; bir tanesi çıkıp da bu konulara değinmiyor… Değinsin de bak cahil güruhu kendisini topa tutarak ekmeğinden eder…
Kitab-ı Mukades denince Hıristiyanların aklına (Tevrat, Zebur, ve İncil) gelir.
Yahudiler ise Tevrat ve Zebur’u kutsal kitap olarak bilir. Müslümanlara göre ise Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an Kutsal Kitap olarak kabul edilir ve dört kitabın dördü de Hak denir… Dört kitabın dördü de Hak demek dördüne de inanılması gerektiği anlamındadır…
Gelelim Allah sözünün anlamına. Her ne kadar 1. Soruya verilen yanıtta bu konu açıklanmış ise de biz yine kısaca değinelim:
İnsanlığı; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme ve iyi insan olmaya yönelten sözlere, kim tarafından, söylenirse söylensin Allah sözü denir.
Bu olumlu ve güzel sözler her zaman geçerliliğini koruduğu için de ebedî ve ezelî denir.
İnsanları birbirine düşman eden ve de Allah’ın ağzından çıkması mümkün olmayan sözlere Allah sözü denemez. Örneğin şu tür sözler Allah’ın ağzına yakışmaz:
“Erkeklik organları eşeğinkine, menileri aygırınkine benzeyen oynaşlarına gönül verdi.” (Tevrat. Hezekiel. 23/20)
(BKZ. YAHYA KEMAL SAVDIR. ALLAH’A İFTİRA mı ediyorsunuz? (Yunus suresi /59) Kitab-ı Mkaddes’ten Tuhaf Ayetler. Ozan Yayıncılık. İstanbul 2010, s. 74)
Bu tür sözlerin Allah’a yakışmayacağını bildikleri için bu ayeti şu biçimde değiştirerek anlaşılmaz duruma getirmişlerdir:
“Ve etleri eşek eti gibi ve belleri aygır beli olan sefahat yoldaşlarına gönül verdi.” (Tevrat. Hezekiel. 23/20)
Bu ayetler hakkında savunmaya geçebilirler. Ancak Tevrat’ın NEŞİDELER NEŞİDESİ bölümündeki enses ilişkiler hakkında söyleyecek sözleri olmaz sanırım.
Demek istediğim bu tür sözlerin Allah sözü olarak kabul edilemeyeceği inancındayım.
Bu tür sözler herhangi bir kitapta dile getirilmiş olsa muzır yasasına aykırılıktan hakkında derhal dava açılır…
Bunun için bütün kutsal kitaplardaki Allah’ın ağzından çıkmayacak olan sözlerin Allah sözü olarak kabul edilmemesi gerekir….
İnsanlığı; ahlaka, doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme, iyi insan olmaya yöneltmeyen ve düşmanlığa motive eden sözlere kutsal kitaplarda da olsa Allah sözü olarak kabul edilmemelidir… Bunlar siyasî maçla söylenmiş sözlerdir…
Bütün Peygamberler, Nirvana’ya yükselmiş insanlar olarak kabul edilip Allah ile özdeşleştirilir ve sözleri de Allah sözü olarak kabul edilir. Ama görüldüğü gibi söylenen sözler arasında Allah’ın ağzına yakışmayacak sözler de vardır…
Bütün kutsal kitaplardaki sözler Allah’ın değil; Peygamberlerin ve Peygamberlerin yolundan giden ulu kişilerin sözleridir… Ancak bu sözler içinde, “ … boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın, kemiklerini kırın …” gibi insanları birbirine düşüren sözler Allah sözü olarak kabul edilmemelidir… Bunlar dediğim gibi siyaseten söylenmiş sözlerdir.
“Bir kere şu kabul edilmelidir. İnsanın dışında, madde olarak, varlık olarak, ruh olarak, somut olarak Allah diye kişisel ve nesnel maddi bir varlık yoktur ki onun sözleri olsun. Bunun da kanıtlarından biri şu ayettir: “Çünkü Allah, Hak’ın ta kendisidir…” (K. 22/62)
Din edebiyat ve felsefesinde her bakımdan üstün ve yetkin insanlara, yüceltmek amacıyla, erişmiş denir. Erişmiş demek Allah’la (bütün yüce kavramlarla, genel doğrularla, yüce olarak kabul edilen erdemlerle…) özdeşleşmiş demektir.
Bilge olan, ahlaklı, erdemli kişilerin; hikmet (alacak) dolu sözleri ile insanı; doğruluğa, dürüstlüğe, nefsine hakim olup olgunlaşmaya yönelten sözlerine inandırıcılık sağlamak için Allah sözü denir. Allah sözünün aslı budur. Yoksa insanın dışında maddî, kişisel ve nesnel bir varlık yoktur ki peygamber göndersin, kitap indirsin…
Kuran, Peygamber sözüdür. Kuran bu konuda şöyle der: “Kuran, hiç kuşkusuz, çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (K. 69/40)
Vahyin Türkçe karşılığı bilinmeden bu soruya doğru yanıt verilemez. Vahiy içe doğuş demektir. Halk ozanlarına, Şairlere ilham nerden geliyorsa peygamberlere de vahiy oradan geliyor demektir. Yoksa ne getiren vardır, ne de götüren…
+
Soru 3. Kur’an Kerim Allah’ın Sözü olarak kabul edilir mi? (Kutsal Kitap olarak):
Girişte de belirttiğim gibi bütün kutsal kitaplar din büyüklerinin sözleridir. Bunu yalnız ben söylemiyorum; din uluları da söylüyor. Örneğin Şeyh Bedrettin VARİDAT’INDA günümüzden 700 yıl önce şöyle diyor:
“Kuran, Tanrı sözü değildir. Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur.” (Şeyh Bedrettin Varidat. İnceleme ve çeviri: Cemil Yener. Elif Yayınevi. 1970. s. 49)
Yine Şeyh Bedrettin’e göre “Kuran’a Tanrı Sözü demeyen kafir sayılır.”
Bu demektir ki Kuran’daki sözler özlü ve yüce sözler olduğu için Tanrısaldır…
Mevlana’nın oğlu da aynı sözleri yineler:
“Bunun gibi, meselâ Kuran peygamberin dudağından, ağzından, damağından, ve dilinden ses, harf ve söz olarak dışarı çıktığı halde, buna, “Hak-kın kelâmı” derler; Tanrı’nın elçisi Muhammed’in sözü demezler. Her kim böyle söylerse kâfir olur.”
Gelenek böyledir: Kutsal kitaplar Peygamberlerin, din ulularının sözleri olduğu halde Tanrı kelamı denmektedir.
Kaldı ki kutsal kitapları düşünerek okursak görürüz ki konuşanlar Peygamberlerin kendisidir. Öyle ki Kuran’da da bu gerçek dile getirilir. Okuyalım:
“Bu söz şanlı şerefli bir elçi’nin sözleridir.” (Bak Kuran. 69/40. Ömer Rıza Doğrul ve Abdülbaki Gölpınarlı, Doç. Dr. Ziya Kazıcı ile Doç Dr. Necip Taylan çevirisi).
Düşünerek okuduğumuz takdirde bunu Kura’nın ifadesinden de anlarız:
Örnek verirsek FATIHA SURESI…Okuyalım:
1 Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla…
2 Hamt, âlemlerin Rabbi Allah’adır.
3 Rahman’dır, Rahîm’dir O.
4 Din gününün Mâlik’i / sultanıdır O…
5 Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6 Dosdoğru giden yola ilet bizi…
7 Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlığa/şaşkınlığa saplanmamışların yoluna…
+
Görüldüğü gibi yerdeki bir insan (Peygamber) gökte var olduğunu sandığı Tanrı’ya yakarıyor.
Bu gerçeği Kuran kendisinde de görürüz. Okuyalım:
“K. 7/189: O, odur ki, sizi bir tek canlıdan yarattı, eşini de ondan vücuda getirdi ki, gönlü buna ısınsın. Eşini sarıp kucaklayınca; o, (kadın) hafif bir yük yüklendi de bir süre onu gezdirdi. Ağırlaştığında ikisi birden Rablerine şöyle dua ettiler: “Bize iyi huylu, yakışıklı bir çocuk verirsen yemin ederiz, şükredenlerden olacağız.”
Bu ifadeler de yerdeki insanların gökteki Tanrı’ya yakarışlarıdır. İnsanın ağzından çıkmış sözlerdir.
Şu ayette dikkatle incelenmeyi değer. Okuyalım: “Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki…” (K. 92/3)
Allah sözü kabul edersek; Allah kendi dışına bulunan bir Allah’a yemin ediyor. Allah’ın Allah’ı olur mu? Demek ki konuşan insan (Peygamber)…
Yine kutsal kitaplarda Allah’ın ağzından çıkmayacak sözler var.
Tevrat’ta : Düşmanlarınızın kemiklerini kırın,
İncil’de : Giysinizi satın silah alın…
Kuran’da: Hak din hakim oluncaya kadar savaşın. Kafirleri, müşrikleri nerede bulursanız öldürün…
Bu sözler de Allah noksan sıfatlardan münezzehtir sözleri ile bağdaşmaz. Bundan da anlaşılıyor ki bunlar Peygamber sözleridir.
+
Soru 4. Allah göndermiş olduğu Kutsal Kitapları sadece Yahudiler aracılığı ile mi gönderilmiştir?
– Yahudilerin seçilmiş bir kavim olduğu; onların, bir hüsnü-ü kuruntusudur… Onlar böyle deyince Müslümanlar da kendi ümmetleri için seçilmiş kavim demiştir.
Müslümanlar da en makbul din olarak kendi dinleri olduğunu ileri sürmektedir. (K. 3/85)
Bütün diniler Peygamberlerinin ortaya koyduğu şeriatlardır. Halk arasında çok söylenir: Musa Şeriatı, İsa Şeriatı, Muhammet Şeriatı diye…
Oysa Allah’ın dini bir tanedir. O da yaratılış (Fıtrat) dinidir… Bu din duygusu yaratılışta bütün insanlara aynı oranda verilmiştir. Bu da insanlarda bulunan iyiliğe meyildir…
“K. 30/30 O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.”
Her ne kadar İslam allameleri vahiy yalnız peygamberlere gönderilir derlerse de bu bilgisizliklerindendir. Oysa Kuran’da Belirtildiğine göre Allah vahyini;
Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51)
Havarilere (K. 5/11)
Hayvanlara ve balarısına (K. 16/68),
Musa’nın anasına (K. 20/38. 28/7.
Yer’e (arza), (K. 99/1-5) gönderir. Ne var ki, dediğim gibi, İslam allameleri bu ayetleri görmezden gelir…
Burada önemli olan ayet Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51) vahiy göndermiş olmasıdır. Bu konuyu yukarıda işlemiştik…
+
Soru 5. Allah, Kendi Kutsal Kitaplarını tahriften (bozulmaktan) korumak istiyor mu? (Niyet)
– Ayetlerde görüldüğü gibi ayetlerin Allah tarafından korunacağı belirtilmektedir.
Dindarların inanışına göre kutsal kitaplar değiştirilemez.
Ama buna karşın taraflar kendi kitaplarından başkasının değiştiğini kabl etmeye meyillidirler. Dahası Yahudiler ve Hıristiyanlar Kuran’ın Tanrı Sözü olduğunu kabul etmezler. Bunlar kendi aralarında çekişir dururlar…
Tevrat, İncil, Kuran kutsal kabul edildiğinden hiç kimse bu kitaplarda değişiklik yapmaya cesaret edemez. Bu bakımdan kutsal kitaplar tahrif edilmemiştir. Bu duruma da Allah’ın koruması olarak ifade edilir…
+
Soru 6. Allah, Kendi Kutsal Kitaplarını tahriften (bozulmaktan) koruyacak güçte midir? (Kudret)
– Tanrı’nın sözü değişmez. Doğruluk, dürüstlük, iyilik daima iyi ve olumlu olarak itibar görür. Bizim değişmez olarak kabul ettiğimiz görüşler bu kavramlardır. Bu sözler ve eğilimler genel yargılar olup Tanrı Sözü olarak kabul edilir. Bu bakımdan toplumlardan doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi gibi kavramlar yok edilemez. Bu kavramlar her zaman gerçekliğini korur…
İnsanlar inançları nedeniyle kutsal kitaplarda değişiklik yapmaya cesaret edemezler. Bu sonuca göre Allah kutsal kitapları koruyacak güçte denir…
+
Soru 7. Yüce Allah’ın gönderdiği Kutsal Kitapların fani insanlar tarafından bozulması veya değiştirilmesi mümkün olabilir mi?
– Ne kadar cahilce bir düşünce ve dinsel görüş. İnsan kitaplar için değil; Kutsal kitaplar insan içindir. Allah bilinmediği içindir ki böyle sorular sorulmaktadır. Allah’ı bilen böyle so¬ru sormaz. Bir kısmını da okusan, hepsini de okusan, sonuç değişmez.
Yahudilerin Filistinlilere yaptığı zulmü unutma. Hıristiyanların Sen Bartelmi katliamlarını ve Haçlı seferlerini unutma.
Müslümanların müşriki, kâfiri, mürtedi öldürmesini unutma…
Kutsal denilen kitapları okuyan insanlar, kendi meşrebine göre anlam çıkarır.
Bu bakımdan kutsal kitapların hepsi de insanlarca zulme de araç olabilir. İyiliğe de…
Her şeyin nedeni insandır…
Her ne kadar kutsal kitapların bozulması ya da değiştirilmesi söz konusu değilse de bu gün bütün devletler kutsal kitapların kurallarına göre değil de kendi meclislerinin koyduğu kurallara göre yönetilmektedir. Örnek vermek gerekirse bu gün Türkiye Cumhuriyetinde Süleyman Demirel’in söylediğine göre 232 kuran ayeti uygulamadan kaldırılmıştır. Bu gerçek bütün ülkelerde geçerlidir. Şeriatle yönetilen ülkelerde bile bazı ayetler uygulamadan kaldırılmıştır. Görüldüğü gibi bozulmuyor, değiştirilmiyor ama uygulamaya da konulmuyor…
+
Soru 8. Allah günümüzde de hâlâ Kitab-ı Mukaddes’in bütün insanlar tarafından okunmasını, istiyor mu?
– Böyle bir soruya nasıl yanıt verilir; bir türlü karar veremiyorum… Bu soru soranların Allah kavramından haberi yok…Olsa böyle bir soru sormazdı…Çünkü bunlar Allah’ı hala dünyadan ayrı, insandan ayrı nesnel bir maddî varlık olarak algıladıkları için böyle bir soru sorabiliyorlar…
+
Soru 9. Kitab-ı Mukaddes’i okumak ve itaat etmek istemeyen kişiler her hangi bir lanet altında bulunurlar mı?
– Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in sözlerini kabul etmeyenler niçin lanetli olsun…
“Düşmanlarınızın kemiklerini kırın”,
“Dünyaya kılıç getirdim”, ve
“Müşrikleri, Kafirleri, mürtetleri öldürün” ve “insanlar hak dini Kabul edinceye kadar onlarla savaşın” diyen ayetleri Kabul etmemekle insanlar niçin lanetli olsun?…
Bizim misyonerimiz, bütün kafadaşları gibi, dünyanın üçte ikisinin laik düzene geçtiğinden haberi yok…
Bu ise büyük bir gaflettir…
+
Soru 10. Allah bir Kutsal Kitap gönderdikten sonra, o kitabın bazı ayetlerinin nesh edilmesine bir ihtiyaç duyar mı? (Mensûh ve Nesih)
-Önceyi ve sonrayı gören ve bilen Allah sonradan kaldıracağı sözü söyler mi?
Söylediği sözü düzeltmek insana özgü bir niteliktir. Bu da gösteriyor ki Allah sözü denen kutsal kitaplar peygamberlerin ve din adamlarının sözüdür. Onlar da insan olduğuna göre yanılabilirler?..
Şeriat kuralları çoğu laikliği kabul etmiş ülkelerde uygulanmamaktadır.
Şeriatla yönetilen ülkelerde bile şeriatın birçok hükmü uygulanmamaktadır. Ama doğa yasaları ki, asıl Allah’ın kanunu bunlardır, hükmünü icra etmektedir…
+
Soru 11. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar “tek bir Allah”a mı inanıyorlar?
– Neye inandıklarını ben de bilmiyorum. Eğer Allah’a inanmış olsalardı birbirlerinin canına kıyarak bu kadar kan dökücü olmazlardı. Birbirlerini kırıp geçirmezlerdi. Hepsi de kendi çıkarlarına uygun bir Allah’a inanır. İnsanın çıkarı söz konusu olunca Allah’ı inancına alet eder ve ortada inanç diye bir şey kalmaz…
+
Soru 12. Kitab-ı Mukaddes’teki Allah ile Kuran-ı Kerim’deki Allah aynı mıdır?
Musa’nın Allah’ı: Kıskançtır.
İsa’nın Allah’ı: Sevgidir.
Muhammed’in Allah’ı cebbardır, cezalandırıcıdır.
Musa da Allah ırkçıdır. İsa da Allah bir baba gibidir; herkesi, evladı gibi görür ve korur.
Muhammed’in Allah’ı ise yalnızca Müslümanları korur. Müslüman olmayanların vay haline…
+
Soru 13. Allah’ın Üçlü Birliği (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) yani Teslis kabul edilir mi?
İsa, “Ben babadayım, baba da bendedir”, “Beni gören Baba’yı görmüş olur!”, demiştir. Yine “Sizleri yöneten Allah’ın kutsal ruhudur” demiştir. Bu duruma göre Baba+Oğul+Kutsal ruh” bir insanda birleşir. “Bu anlamda her şeyin kaynağı insandır. Bütün düşünceler, dinler, inanışlar insan kaynaklıdır,
Aslında baba denince Doğa’yı (Dünyayı, Evreni, Kozmosu); oğul denince insanı, Kutsal Ruh denince insan düşüncesini kabul etmeliyiz. Ne var ki üçlü birliği böyle kabul etmezler… Onların kendilerine özgü üçlü birlik anlayışı vardır: Baba, oğul, kutsal ruh…
+
Soru 14. Allah’ın bir görünümü veya şekli var mıdır?
– Eğer insandan ayrı bir Allah olsaydı elbette bir şekli ve görünümü olurdu. Allah, bir simgesel bir kavram olduğu için şekli yoktur. Şekli olmadığı için cismi de yoktur. Bu nedenle de görülmesine olanak yoktur. Bu gerçeği belirtmek için de Allah; mekândan zamandan ve münezzehtir, denir… Yani Allah’ın yeri ve yurdu yok demektir…
Allah (Tanrı): Üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa yasaları, toplum kuralları, aklın, bilimin ve kültürümüzün, sağduyumuzun, vicdanımızın uygulamamıza emrettiği genel değerler, ortak duygulardır. Bu genel değerleri, ortak doğruları uyguladığımızda yüzümüz kızarmaz, huzurumuz kaçmaz. Korkudan azade oluruz…
Çünkü Allah madde olarak yoktur, mana olarak vardır.
Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır.
Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır.
Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Zat (kişi) olarak yoktur, isim-sıfat olarak vardır.
Ancak Allah kavramının yanında bir de YARATAN kavramı vardır. Bu iki kavramı birbiri ile karıştırmamalıdır.
Yaratan konusunda İslam’ın görüşü farklıdır; çünkü İslam’a göre Yaratan maddedir, Evren’dir (Kozmos) tur.
Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler adını verdiğim şu kitabı mutlaka okumalıdır. Bu kitabın 212. Sayfasında aynen şöyle yazılmaktadır.
“Hayır, hayır, Sübhanallah (K. 2/32)… Senin, onların ağzından çıkan “Her parça Seni görmez!..” şeklindeki – bu tür eksik – sözlerden münezzeh ve ötede olduğun anlamına gelir.
Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkansızdır.
Senin görülmeni inkar edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu, “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir.” (Hadîd. 57/4)’in “tanıklığıdır.”
Ey organlar (insanlar), gör¬me olmaksızın tanıklık imkansızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”
(Tasavvuf. Kısa Bir Giriş. İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
+
Soru 15. Allah, vahiy dışında, insanlarla doğrudan konuşur mu?
– Allah; insanın dışında maddî, kişisel, nesnel bir varlık olsaydı insanla konuşmamasına bir neden yoktu…
Allah; aklımızın, sağduyumuzun, vicdanımızın sesi olarak, zor durumlarda bizi uyarır ki buna içe doğuş (vahiy) denir.
Allah vahyini:
Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51)
Havarilere (K. 5/11)
Hayvanlara ve balarısına (K. 16/68),
Musa’nın anasına (K. 20/38. 28/7.
Yer’e, arza, (K. 99/1-5) gönderir…
Hayvanlara vahiy gönderen Allah insanlardan dilediğine vahiy göndermekten aciz midir?..
+
Soru 16. İnsanlar, Allah’ı kişisel olarak tanıyabilir mi?
– Az yukarıda açıklamıştık. “Allah madde olarak yoktur, mana olarak var!” demiştik. Bu tanıma göre kişisel, nesnel ve maddî olarak olmayan bir varlığı insanlar nasıl tanıyabilir?..
İnsanlar Allah’ı kişisel, görsel olarak değil de sezgisel olarak anlayabilir.
İncil’de: “İncil, Yuhanna .4/22 Siz bilmediğinize tapıyorsunuz, biz bildiğimize tapıyoruz. ” sözü ile İslam Halife’si Ali’nin: “Ben görmediğim Allah’a tapmam” sözünü bu: anlamda almalıyız.
Allah, yaşamın tadıdır, tuzudur. Çayın içinde şeker olduğunu görmediğimiz halde; iuiçinde tadına varırız. Allah’ın varlığına da genel değerleri, ortak doğruları, doğruluğu, dürüstlüğü uyguladığımız takdirde varırız. Ne mutlu Allah’ın tadını tadanlara.
Allah yolunda olursak; yani iyiyi güzeli, doğruyu, yüce erdemleri, Olumlu kavramları kendimize yol gösterici olarak kabul edersek Allah’ın varlığını hissedebiliriz. Bu bakımdan Allah’ı kişisel olarak görmemize olanak yoktur.
+
Soru 17. Allah’ın, “Baba” sıfatıyla ilgili ayetler var mı?
– İncil’de “Baba” sıfatı ile ilgili ayetler çoktur.
Hem üçlü birlik (teslis) ten söz ediliyor. Hem de Baba ile İsa ayrı
Varlıkmış gibi kabul ediliyor. Oysa İsa Filupus’a “Ben babadayım, baba da bende.” demiştir.Yiene İsa “Beni gören babayı görmüştür…” der.
İncil’e göre Baba, oğul, ruhulküdüs hepsi İsa’dır.
+
Soru 18. Allah’ın “Kurtarıcı” sıfatıyla ilgili ayetler var mı?
– Akla, bilime, sağduyuya ve vicdanımıza göre hareket edersek ve bu kavramları Allah olarak kabul edersek ve yaşamımıza uygularsak Allah’ın kurtarıcı özelliği vardır. Aksi takdirde yoktur.
Dinlerin Allah’ı; İsa’yı, çarmıhtan, Yahudileri bin yıllık sürgünden, Muhammed’in torunlarını Kerbela’da kıyımdan kurtaramamıştır. Olsaydı Kurtarırdı.
Öyle ki İsa çarmıhta ölürken babasına sitem etmiştir: “Ey baba beni niçin bıraktın!” demiştir.
Evet bütün kutsal kitapları Allah’ın “Kurtarıcı” sıfatıyla ilgili çok ayet vardır; ancak tarihte kimseyi kurtardığı görülmemiştir. Tarih kitaplarında böyle bir olay yoktur…
+
Soru 19. Allah’ın “Kutsallık” sıfatıyla ilgili çok ayet var mı?
– Yüce erdemler, evrensel etik, olumluluğu simgeleyen kavramların bir kutsallığı vardır. Kim bu yüce erdemleri, olumlu kavramları, evrensel etik’i ciddiye alarak yaşamına uygularsa Allah’a uymuş olur.
Bütün kutsal kitaplarda Allah’ın kutsallığı ile ilgili birçok ayet vardır… Kutsal demek; uyulması zorunlu olumlu kavramlar demektir. Bu da evrensel değerlerden, genel yargılardan oluşur…
+
Soru 20. Allah insanlar arasında bir ayırım yapar mı?
– Bu soruda Allah’ı “YARATAN” (Doğa-dünya-evren) olarak kabul edersek Allah insanlar arasında bir ayrım yapmaz. Ancak . Yaratılışta kimimiz zeki, kimiz aptal olabildiğimiz gibi kimimiz sağlıklı, kimimiz sağlıksız olarak doğarız. Bu da Yaratan’ın işine akıl-sır ermez diye ifade edilir.
İnsanların davranışını gen yapısı belirler. Kimileri cani, kimileri de Salih olur… İslam’da buna kaza ve kader denir.
Gen yapısı ile savaşmak ancak eğitimle, irade ile olur ki, bunu da çok az insan başarabilir…
+
Soru 21. Allah’ın sevgisi “karşılıksız” mıdır?
– Doğa, insanı; doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik üzerine yaratmıştır. Yanlışlarımızdan döndüğümüz takdirde tekamül kapısı inşana daima açıktır ki bu Allah’ın Sevgisi kavramı ile anlatılır. Sen yanlışta direnirsen doğa sana sevgi göstermez. Dinsel deyimle sen Allah’ı sevmezsen Allah da seni sevmez. Allah sevgisi demek; doğruluğa, dürüstlüğe, Salih amele sevdalı olmak demektir. Bu demek oluyor ki Allah’ın sevgisi karşılıksız değildir; Allah’ın sevgisi senin O’nu sevmenle doğru orantılıdır.
+
Soru 22. Allah bazı günahkârlardan nefret edip onların Cehenneme gitmesini ister mi?
Din anlayışının tersine doğa intikamcı değildir. En büyük suçu işlesen bile nedamet getirip doğru yola kendini adarsan doğa seni koruması altına alır. Yaptığın olumsuz davranışı unuta¬mazsın. İşte bu unutmama halidir ki seni toplumun onayladığı davranışa iter…
Cennet: İnsanın yaptığı olumlu davranışlardan duyduğu vicdan huzurudur. Cehennem, insanın yaptığı kötü eylemlerden duyduğu vicdan azabı ve tedirginliktir…
Cennetin de, Cehenneminde varlığını olumlu ya da olumsuz davranışlarımız belirler; eğer bizde vicdanî sorumluluk, insanî duyarlılık varsa. Bu sorumluluk ve duyarlılıktan yoksun insan yeniden doğmamış sayılır ve bunların dinsel sorumluluğu da yoktur. Bunlara din ilminde ölü denir. Çünkü Allah Ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır… Ne var ki çok az insan bunun ayrımına varır…
+
Soru 23. Allah hem “iyi niyetli” hem de aynı zamanda “kötü niyetli” olabilir mi?
– Şeriat anlayışa göre olur. Çünkü ne yapacağı belli olmaz. Dilediğini Müslüman, dilediğini kâfir yapar, yaptığından sual olmaz. İnsanı sınamak için kötülük de yapar. Böylesi bir din anlayışı sağlıklı değildir.
Bu tür anlayış maddenin kanunlarını bilmemekten meydana gelir. Benim Allah anlayışıma göre Allah; insanı, daima iyiliğe yönelmesi konusunda uyarır; Şeytan ise kötü olanı yapmaya sürükler…
Allah varlığını; aklın, sağduyunun, vicdanın sesi olarak hissettirir… Nu mutlu bu sesi duyanlara…
+
Soru 24. Allah’ın iradesinde “keyfiyet” var mıdır?
– Bu soru, Allah’ı bizim dışımızda, bağımsız bir varlık olarak kabul ettiğimiz takdirde bu soru sorulabilir…
Bizim dışımızda kişisel, nesnel maddesel anlamda bir Allah olmadığına göre böyle bir soru anlamsızdır ..
Allah’ı, doğa (Yaratan) olarak kabul edersek doğa yasalarında keyfilik vardır. Kimi anadan doğma sakattır, kimi de sağlıklıdır. Bunu Allah’ın takdiri olarak ifade edebiliriz…
+
Soru 25. Allah, Meleklere: “Ademe secde edin” demiş miydi?
– Allah: Akıl, sağduyu, önsezi, kültür birikimidir. Adem ise olgunlaşmış insanın ( insan-ı kâmil, ermiş, gerçeğe ulaşmış insan) simgesidir. Bu anlayıştan çıkarak ademe (olgunlaşmış insana) saygı duyun denmiştir…
Kendini insanlığa adamış, iyi yetişmiş, nefsanî duygulardan frenlemiş bil¬ge ve bilgili insanların sözünü dinleyin, onları kendinize önder olarak kabul edin, denmiştir…
Bu bir genel yargı olduğu için Allah’ın, insanlara söylediği söz olarak kabul edilir. Burada “secde” kavramı; doğruya, güzel olana, iyiliğe saygı anlamınadır.
Ne var ki bencil ve kaprisli insanlar büyük insanlar karşısında aşağılık duygu¬su duyarak itaatsizlik ederler ki bu tür insanlar “şeytan” la simgelenir ve Şeytan Allah’ın emrine karşı geldi denir.
Bütün melekler temiz kalpli, kaprissiz iyi insanları simgeler. Bu insanlara saygı gösterdikleri takdirde huzur içinde yaşarlar. Bencil, egoist, kıskanç insanlar; kendilerini daha büyük görerek ayrılıkçılık yoluna giderler ve böylece huzursuz bir yaşam geçirirler… Bunlar Adem’e (olgun insana) saygı göstermemiş olarak kabul edilir…
+
Soru 26. Allah’tan başka bir varlığa “secde edilmesi” yasak mıdır?
– Bu soruya yanıt verebilmek için Allah’ın ne olduğunu bilmek gerekir. İnsanlar, yukarda bir yerlerde olduğu sanılan hayali bir varlığın olduğunu sanırlar ve bu var sandıkları Allah’a taparlar.
Oysa asıl tapılacak olan; doğru, güzel, iyi, sevgi gibi yücekavramlardır. Bunlar dışındaki olumsuz kavramlara değer verip yaşamına uygularsa Allah’tan başka bir varlığa tapmış sayılırlar. Ne var ki soruyu soran misyonerin bu gerçeklerden haberi bile yoktur…
Ahlakçılar, dinciler insanın toplumdan dışlanmaması için kötü davranışlardan insanı uzak tutmağa çalışırlar.
Kötülüğe eğilim göstermek ve uygulamak dinde Allah’a ortak koşmak (Şirk) olarak ifade edilir.
Soru 27. “Ruh” kavram ile ilgili çok ayet var mı?
Önce Ruh kavramına açıklık getirmek gerekir. Ruh, maddenin işlevidir. Bedeni olmayan hiçbir varlığın ruhu yoktur. İnsanın dışında bir ruh olmadığı gibi; ölünce onu terk eden bir ruh da yoktur… Varlığın canlılık haline, düşünme haline, duyarlılık haline ruh adı verilir. Bu nedenle ölen bir insan için ruhunu teslim etti denir…
Bilgisiz insanlar açıklayamadığı doğa olaylarını ruhun işlevi olarak açıklar…
Kutsal kitaplarda ruhla ilgili çok ayet vardır; ancak ruhun ne olduğunu bilen çok azdır…
Ruh dedikleri insanın canıdır, nefesidir, düşüncesidir.
Ruh daima bir bedene muhtaçtır. Bedensiz ruh olamaz.
Ne var ki dinciler alemi ruhla inip ruhla kalkmaktadırlar.
İnsanın dışında bir ruh arak bilgisizliktendir.
+
Soru 28. “Kutsal Ruh” ve “Cebrail” aynı mıdır?
Cebrail kutsal” ruh kavramı içindedir. Cebrail, peygamberlere vahiy getiren duygunun ve düşüncenin simgesidir. İnsan, içine doğan bilginin kaynağı bilinmediği için bu duygu ve düşüncelerin kaynağına Allah adı verilmiştir. Aslında getiren götüren yoktur; bunlar simgesel anlatımlardır
İnsanın içine doğan duygu ve düşünceler vardır. Aklı eksik olanın duygusu olur ama düşüncesi olmaz.
+
Soru 29. Kutsal Ruh, Allah olarak sayılır mı?
– Bu soruyu yanıtlayabilmek için Kutsal Ruh konusunda açıklama yapmamız gerek. Kutsal Ruh nedir? Kutsal Ruh, bizi olumluluğa yönelten duygudur, düşüncedir…
Bu duygu ve düşünce insanı; kutsal olana, doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, aklın, sağduyunun, vicdanın sesine uymaya çağırır. Buna Türkçemizde içe doğuş (Esin, İlham, Vahiy…) denir. Bir de bunun tam tersi bir duygu vardır ki bu da bizi kutsal ruhun tersine olumsuzluğa, üç kağıtçılığa, fırsatçılığa sürükler ki buna da Ruhul Kubuh (Kabahate, suça sürükleyen duygu ve düşünce…) denir.
Kutsal Ruh’a melek; Ruhul Kubuh’a ise şeytan denir.
Hıristiyanlıkta Kutsal Ruh Allah’ın bir parçası olarak sayılır. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta Allah üçlü birlik ile anılır. Baba+Oğul+Kutsal Ruh. Bu üçlemeye Hıristiyanlıkta teslis denir.
Baba = Madde, (Evren, Kozmos);
Oğul = İnsan…
Kutsal Ruh = Düşünce, Ruh…
Bu üçlü birlik Hıristiyanlıkta Allah’ı oluşturur…
Hıristiyanlığa göre Kutsal Ruh üçlü birliğin bir parçasıdır…
+
Soru 30. Kutsal Ruh’un insanların “içine yerleşmesi”yle ilgili ayetler var mı?
– Evet, bu konuda kutsal kitapların hepsinde ayetler vardır. Önemli olan bu ayetlerin ne anlama geldiğini bilmektir.
Az önce açıkladığımız gibi insanların içinde bulunan duygu ve düşünce ; insanı, iyiliğe, doğruluğa, olumluluğa sürükleyen ruhtur ve kutsal, olarak kabul edilir. Bir de kine, nefrete, öç almaya sürükleyen duygu ve düşünce (ruh) vardır ki buna da Ruhul Kubuh (Kabahate, suça sürüklen duygu ve düşünce) adı verilir.
+
Soru 31. Kutsal Ruh’un insanların “içini doldurması”yla ilgili ayetler var mı?
– Bir önceki soru ile aynı olmasına karşın biz yine küçük bir açıklama yapalım: Aklı eksik olmayan insanın ruhu (düşüncesi) vardır ve yaşadığı sürece bu ruhla doludur. Eğer insanlar iyi, güzel, sevecen duygular gereğince hareket ederlerse Allah’tan olurlar. “Kutsal ruh’ça yönetilen insanlar Allah’tan konuşmuş olurlar.” (İncil. II. Petrus. 1/21)
+
Soru 32. Kutsal Ruh’un armağanlarıyla ilgili ayetler var mı?
– İnsan kendisini doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe sürükleyen duygu ve düşüncelere göre hareket ederse huzursuzluk duymaz. Kimseden korkmaz. Bu duygu bilerek-bilmeyerek “BEN ALLAH’TAN BAŞKA KİMSEDEN KORKMAM!” sözleri ile ifade edilir. Bu huzur kutsal ruhun armağanı sayılır..Bu konuda kutsal kitaplarda ayet çoktur.
+
Soru 33. bazı cinler tövbe edip iyi cin olabilir mi?
– Cin ve cinler kendi çıkarı için olmaz kurnazlığı yapabilen insanların simgesidir. Halk arasında ruh hastalıkları cinin belirtisi olarak görülür ki büyük bir yanılgıdır….
İnsanın dışında cin diye bir varlık yoktur.
Bir de olumsuz olayların cin tarafından yapıldığına inanılır ki bu olayların cinle ilgisi yoktur; olayı nedeni bilmediğimiz doğa olaylarıdır. Ör. Elektriğin bilinmediği zamanlarda elektrik yükü bir eşyaya dokunan insan ya da tokalaşan insan elektrik yükü ile karşılaşınca bu olsa olsa Cin işi demişlerdir.
Bu çok kötü insanlar tövbekar olarak kötülük yapmaktan kaçındıkları takdirde iyi cin olabilirler… Bunlara da Allah’ın hidayetine ermiş kişiler denir ki bu da çok az kişiye özgüdür…
+
Soru 34. Bütün cinler şeytanın hizmetçileri midir?
Şeytan ve cin kötülüğün simgesi insanlardır….
Bu tür insanlar hiçbir kural tanımazlar. İnsanlara varlıklarını kötülük yaparak kanıtlamaya çalışırlar. Kendi çıkarları için her türlü hokkabazlığı yaparlar. Yalan söyleyerek iş bitirmek onlara göre çağın adamı olmaktır. Bu gün toplumumuzda bütün komisyoncular, rüşvetçiler, sahtekarlar ki; bunlara, cinler ve şeytan adı verilir. Bunlar her zaman birbirlerini aklamakla, paklamakla ve de korumakla meşguldürler. Bunlardan iyi cin, şeytan mı olur… İnsanların kötülükte, gözü doymazlıkta en azgınlarına cin ve şeytan adı verilir…
+
Soru 35. Cinlerin kovulmasıyla ilgili ayetler var mı?
– Cinlerin kovulmasıyla ilgili ayetler var da bu ayetler gereği cinleri kovmaya kalkanları tutup hapse atıyorlar. Çünkü bunlar halkın dinsel inançlarını kötüye kullanarak onların sırtından para kazananlardır…
Hayalî görünmeyen cinlerle uğraşılacağına görünen cinlerle uğraşılmalıdır. Ör. Vatikan’daki cinler; mafya ile, masonlarla, bankerlerle işbirliği yaparak haram para aklıyorlar… Bu paraları bankalara faize yatırıyorlar. Çıkarlarına çomak sokanları da aforoz ediyorlar… Bunlardan iyi cin, şeytan mı olur?
+
Soru 36. Şeytan bu “dünyanın egemeni” sayılır mı?
– Ne yazık ki bu dünyanın egemeni şeytandır. Yani kötülerdir. Ör. Amerikan kapitalizmi ve emperyalizmi en büyük şeytanlığı yaparak demokrasiyi katlediyor. Şili’yi ve Endonezya’yı unutma 0 Amerika ki Endonezya’da 500 bin, Şili’de 10 bin kişiyi özel birlikleriyle katletmiştir…
Bunun yanında Avrupa Devletleri de Afrika’da, Asya’da az sömürge savaşları yapmamıştır. Bunların refahı Afrika’yı ve Asya’yı sömürü üzerine kurulmuştur; hala da sömürmeye devam etmekte bu amaçla savaş kışkırtıcılığa yapmaktadırlar…
Bu sömürgeci devletler ürettikleri silahları yoksul ülkelere satarak din, mezhep mensuplarını birbirlerine düşürmekle de dünyaya egemenlik sağlamaktadırlar…
Bunlara cin şeytan demeyeceksin de kimlere cin şeytan diyeceksin?..
+
Soru 37. İsa Mesih’ in bakireden doğuşu kabul edilir mi?
– Hiç bakireden çocuk doğar mı? Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz..
İsa’nın babası o zamanki tapınak kahini Harun Peygamber dedikleridir. Mabede 6 aylık bir görev için gelen Meryem’le (Meryem’in Türkçe karşılığı hizmetkardır…) ilişkiye girmiştir. Yahya ile Isa baba bir kardeştir.
Meryem’e bakire demekle onun saflığı ve temizliğine vurgu yapılmaktadır…
Meryem, bir anlamda doğa anamızın simgesidir; çünkü, yalnız Doğa erkeksiz doğurur…
+
Soru 38. İsa Mesih’in ezelden ebede kadar var olması kabul edilir mi?
– İsa’nın, kendisi değil de, düşünceleridir söz konusu olan. Tarihi açıdan incelersek İsa gibi düşünenlerin kendileri de, düşünceleri de yitip gitmiştir. İsa düşüncesinin de bir ömrü vardır elbette…
Günü gelince İsa düşüncesi de tarihe karışacaktır elbette…
Maddenin dışında her şeyin bir sonu vardır…
+
Soru 39. İsa Mesih’in “günahsız” olduğu kabul edilir mi?
– İsa’nın Kendisi günahsız olduğunu kabul etmiyor ki. Ör. Zina yapan kadının taşlanması olayında: “Öyle ise sen taşla!” diyen kadına taş atmıyor: “Çekil be Kadın!” diyor…
İsa’nın günahına bir örnek: Havarilerine, “Bir şehre gidince zenginleri ile görüşün! ” demesidir.
Bir günahı daha vardır: tapınaktaki işportacıların tezgahlarını, “Babamın evini Pazar yerine çevirdiğiniz” diyerek başlarına geçirmesidir. Ne hakkı var insanların ekmek kapısını kapatmaya… Babası bu duruma ses çıkarmıyor da kendisi niçin adamların ekmek kapısını kapatıyor…
Hatasız kul olmaz. İnsan beşerdir, şaşardır.
+
Soru 40. Mesih, Allah ve insanlar arasında tek geçerli “aracı” mıdır?
– İsa gününde aracıdır. Ondan sonra bu görevi Havariyunlar yapmıştır. Havariyundan sonra da Aziz Paul yapmıştır. Günümüzde de insanları doğruya, iyiye , güzele, gerçeğe götüren olgunlaşmış insanlar vardır. Bunlar da insanları doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe, huzura ve güvene yönlendirirler…
Her dönemin kendilerine göre bir koşulu vardır. Bilgisayar ve uzay çağında yaşayan insanlara İsa’nın doğruluğu, dürüstlüğü önermekten başka ne aracılığı olabilir?..
+
Soru 41. İsa Mesih’in, günahkarlara karşı tek geçerli “kefaret kurbanlık kuzusu” olduğu kabul edilir mi?
– İnsanların kurtuluşu için kendisini kurban edenler günümüzde ve de yurdumuzda binlerce vardır. 1971 yılından bu yana 12 Eylül ve sonrası öldürülen binlerce aydınımız; insanların aydınlığa kavuşması için kendisini kurban etmemiş midir? Niçin İsa’nın bu eylemine takılıp kalınıyor?..
Bu gün bile dünyanın her yanında insanlık için kendisini feda edenlerle karşılaşmaktayız…
Bunları göreceğimize niçin 2000 yıl öncesi bir olaya dikkat çekilmektedir.
İsa bizim için değil kendi dünya görüşü uğruna canından olmuştur…
Soru 42. İsa Mesih’in çarmıhtaki fiziksel ölümü gerçekten kabul edilir mi?
– Eğer Isa çarmıhta gerçekten ölmemiş olsa idi: “Allah’ım, Allah’ım! Niçin beni bıraktın?” diye haykırmazdı….
Öldü ve gömüldü ve sonra “göğe çekildi” deniyor. Göğe çekildi demek İsa’nın düşüncelerinin çok yüce olduğunu kabul etmek anlamındadır…
İsa çarmıhta ölmedi ise nerede öldü? Ölmedi ise nerede öldü?
Göğe çe¬kildi deniyor. Göğe çekildi demek İsa’nın öğretilerine işaret etmektir…
Kaldı ki İsa’nın yaşamı ve öğretileri din adamlarının Tev¬rat’ın peygamberliklerini (Geleceğe ilişkin öngörüler…) doğrulamak amacı ile uydurulmuş mizansenler, senaryolardır. Böylece Tevrat’ta bildirilenler gerçekleşmiş, öngörüleri gerçekleşmiş gibi oluyor…
Olaya akılcı ve bilimsel açıdan bakılmadığı takdirde insanlığı yanlış yola sürüklemek gibi bir günah işlemiş oluruz ki bu bağışlanmaz bir günahtır. Biz böyle bir günah işlemekten beriyiz…
+
Soru 43. İsa Mesih, dünya’nın “Kurtarıcısı” olarak kabul edilir mi?
– İsa: “Çarmıha gerilerek öldürülmedi mi? Havarileri de kendisini götürüp gömmedi mi?” Bu ölümü kabul etmeyenler O’nu dirilterek “Göğe” çıkardılar. Oysa ölmeyen İsa’nın düşünceleridir.
Hiç kendini kurtaramayan insan dünyayı kurtarabilir mı? Kurtarsa idi iki bin yıl önce kendini kurtarırdı.
Elbette İsa’nın da Diğer Peygamberlerin de insanlığı Salih amele çağıran öğretilerine uyulursa doğru yola ulaşılır. Ancak cana kıymamak koşulu ile…
Din adına cana kıymak ve ganimete konmak yoluna gidildiği takdirde Allah’ın isteğine aykırı davranılmış olunur…
+
Soru 44. İsa Mesih “Allah’ın Oğlu” olarak kabul edilir mi?
– Allah’ın oğlu demek; kendisini erdemlere adayan, bütün davranışlarını akla, mantığa ve sağduyuya göre yapan; iyiliği, doğruluğu, dürüstlüğü kendisine ilke kabul eden kişi demektir. Öyle kişisel, nesnel ve gerçek anlamda bir Allah yok ki onun da oğlu ola…
İsa, insanlara: “İncil. Yuhanna1/12 Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı’nın çocukları olma hakkını verdi.Demek ki bu simgesel bir söylemdir.
Her kim insanlığın mutluluğu, refahı, sağlıklı düşünmesi için çabalar ve doğru, dürüst yaşarsa; mecaz anlamda O, Allah’ın çocuğu sayılır…
+
Soru 45. İsa Mesih’in insanların günahlarını affedebileceği kabul edilir mi?
– Değil İsa, onun babası bile gelse insanın günahlarını bağışlayamaz.
İşlenen günah (Bile bile yapılan kötü iş…) insanın ruhunda iz bırakır. İnsanın yaptığı günah ölünceye kadar kendisini kovalar. Zaman zaman aklına gelir, utancından kaçacak yere bulamaz…Bu nedenle insan utanılacak bir davranışta bulunmamalıdır.
Allah’ın bağışlayacağı düşüncesi bilgisizliktendir. Yapılan kötü, olumsuz eylem insanın ruhuna yerleşir ve ruhunu tahrip eder… bir mürekkep damlası bir bardak temiz suyun nasıl rengini bozarsa işlenen her günah (kötü iş) insanın ruhunu öyle bozar.
Günahtan, yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçınmalıdır…
+
Soru 46. İsa Mesih “Allah”ın bizzat kendisi olarak kabul edilir mi?
– Eğer insan kendi nefsini dizginleyebilirse, kendini olgunlaştırırsa, çıkarı için kimseyi incitmezse, yaşamı ile insanlığa örnek olursa, insanları üzmezse ona; olgunlaşmış insan (İnsan-ı kâmil) denir.
İsa, bir insan-ı kâmil olduğu için kendisi için, mecazi anlamda, Allah demiştir. Bunu gerçek anlamda anlamak bilgisizliğin bir belirtisidir…
Bu bir dinsel terim olup şu anlama gelir: Olgunlaşmış insan…
+
Soru 47. Sonsuz hayata sahip olabilmek için, tek kurtuluş yolu “İsa Mesih” midir?
– Sonsuz yaşama sahip olmak demek; insanlığa hizmetle, doğru dürüst yaşamakla, kimseyi incitmemek ve kanaatkar bir yaşam sürdürmek demektir.
İnsan böyle bir yaşam sürdürürse sonsuzluğa erişir. Bu dinsel bir deyimdir. Bir insan yaşamını; doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik esaslarına göre yönlendirirse; onun bu yaşamı ölümsüzlük, sonsuz yaşam, olarak kabul edilir.
Her insan, Peygamber de olsa ölümlüdür. Ölüm dışında kalan hiçbir canlı yoktur…
+
Soru 48. İsa Mesih Allah’ın yaşayan Sözü müdür (Kelamullah)?
– Peygamberlerin sözleri gerçekten Allah’ın sözü olsa idi bütün dünya bu sözlere göre yönetilirdi. Oysa ülkeler kendi koydukları kurallara göre yönetilmektedir. Eğer dedikleri gibi olsa idi Allah kendi sözlerinin geçerli olması için elinden geleni yapardı…
Allah, sözüne sahip çıkardı, kimsenin sözlerinin tersi bir uygulama yapmasına izin vermezdi.
Kutsal kitaplardaki bütün sözler Peygamberin ve din ulularının sözleridir. Bu gün ne ülkemizde ne de diğer tek Tanrılı dinlerde Allah’ın ayetleri uygulanmaktadır. Kutsal kitaplardaki bütün sözler Tanrı tarafından söylenmiş olsaydı hiçbir devlet kutsal kitapların ayetlerine aykırı davranamazdı… Allah sözlerine sahip çıkardı ve dünyanın altını üstüne getirirdi…
+
Soru 49. İsa Mesih’in sözleri Kutsal Kitaplarda, Ahret gününe kadar devamlı sabit ve geçerli kalacak mıdır?
– Tarihe iyi bakınız. İsa gibi birçok büyük adamlar gelip geçmiştir. Hepsinin sözleri silinip gitmiştir. İsa’nın sözleri yaşıyorsa O’nun sözlerini kabullenip sahip çıkanlar sayesindedir.
Hiçbir şey ebedi (sonsuz) olamaz. Her şey değişime tabidir. Bu Evren’in, Doğa’nın ve Toplum ‘ un bir diyalektiğidir. Değişmeyecek olan yalnız değişmedir…
Gün gelecek daha güzel sözler söyleyenler ortaya çıkacaktır. Hintli guru bunlardan biridir. Böylece insanlar daha güzel sözleri uygulamaya sokacaktır. Dahası bu sözleri söyleyenler bir şeriat da ortaya koymayacaklardır…
+
Soru 50. İsa Mesih’ in sözlerine boyun eğilmesi önemli midir?
– İnsanları, kimsenin sözlerine boyun eğmeye zorlamaya hakkımız yoktur.
Bu davranış gerçeğe (Hak’ka) saygısızlıktır. İnsan yalnız aklının, sağduyusunun, bilgi ve deney verilerine uygun yaşamalıdır. Nerede güzel bir söz duymuşsa onu yaşamına uygulamalıdır….
İnsanlığı kurtaracak olan aklının verileri, sağduyusunun ve vicdanının sesidir. Barıştır, kardeşliktir, sevgidir ve Hak’ka saygıdır…
İnsan kendisi için yararlı olacak sözlere elbette uygulamalıdır. Elbette İsa’nın, insanın mutluluğu için söylediği sözler vardır. Bu sözler doğrultusunda davranmak insanı mutlu ediyorsa ona karışmaya ne hakkımız vardır?..
+
Soru 51. İsa Mesih’ten sonra başka bir peygamberin gelmesi bekleniyor muydu?
– Bu Peygamber’in tanımına bağlıdır. Peygamberlik; insanlara doğru, iyi, güzel olanı göstermek ve örnek olmaktır. Bu tür insanlar her toplumda bulunur.
İnsanlar her zaman bir Peygamber beklemiştir. Öyle inanılmıştır ki gelecek olan Peygamber kendilerini yoksulluktan, bilgisizlikten kurtaracaktır.
Geri kalmış ülkelerde insanlar daima bir kurtarıcı bekler.
İslam dünyası bir Mehdi’nin geleceğine inanır.
Her Peygamber kendi devrine göre son peygamberdir.
İnsanlığın kabul ettiği doğrular vardır. Ör. Hiçbir toplum rüşveti doğru bul¬maz. Bunun gibi insanlığın kabul ettiği yüzlerce genel doğrular vardır İşte insanları genel doğrulara yöneltmeye kalkan her insan kendi devrinin önderidir.
Şunu unutmayınız: Allah aciz mi ki kendini ifade etmek için aracı; yani peygamber kullansın… Doğru, dürüst, iyi olan her insan Allah’ı (doğruyu, iyiyi, güzeli) hisseder.
İnsana; aklının, sağduyusunun, vicdanının sesine uyması yeter…
+
Soru 52. Kitab-ı Mukaddes’te, Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında ayetler var mı?
– İncil’de “Tesellici Ruh Geldiği” zaman diye bir ayet vardır. İslam dünyası bu ayeti Muhammed’in geleceğinin kanıtı sayar Oysa bu deyimin karşılığı “Ruhul Kudüs” geldiği zamandır.
Kuran’da bunun karşılığı Hicir süresi 99.ayettir. ‘Yakıyn gelinceye kadar ibadet edin” denmiştir ki anlamı :Allah seni uyarmaya başladığı zamana kadar ibadetinizi yapın demektir…
+
Soru 53. Hz. Muhammed’in, Isa Mesih ve diğer peygamberlerin sahip olduğu gibi, gayb haberleri vermiş miydi?
– Bu konuda tek gerçekçi olan İslam Peygamberi’dir “Gayb-ı ançak Allah bilir!” demiştir. Diğerleri ise hep gelecekten haber vermiş ve gelecek hakkında öngörülerde bulunmuştur. Bu öngörülerin kimi gerçekleşmiş kimi de gerçekleşmemiştir…
Bu öngörülere göre umutlanmak insanın büyük yanılgısıdır.
Tek kurtarıcı vardır: Akıl, sağduyu, vicdan…
+
Soru 54. Hz. Muhammed, İsa Mesih’in ve diğer peygamberlerin yaptığı gibi, açık mucizeler yapıyor muydu?
İslam Peygamberi bu konuda da akılcı ve gerçekçi davranmıştır. “Ben de sizin gibi beşerim.” Demekten çekinmemiştir…
Aslında Peygamberlere mal edilen bütün mucizeler simgesel bir anlatımdır. Örneğin: “Ölünün dirilmesi…”
Değil peygamberler, Allah’ın kendisi gelse ölüyü diriltemez. Burada ölünün dirilmesi kalp gözü kapalı olanların kalp gözlerinin açılması anlamınadır…
Kalp gözü açılmış kişi dirilmiş sayılır…
Kalp gözü açılmamış, basireti bağlı kişiler acınacak kişilerdir… Bunlar kulakları olduğu halde duymazlar, gözleri olduğu halde görmezler…
+
Soru 55. Eğer bir kimse kendisi bir peygamber olduğunu ilan ediyorsa kişinin sözü yeterli bir delil sayılır mı?
– Halkımızın bu konuda güzel bir deyimi vardır. “Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz. Görünür rütbe-i aklı eserinde…”
İnsanlara gerçeği gösteren ve onları aydınlatan her kişi aydınlatmacı; eski deyimle gerçeklerden haber veren kişi sayılır.
Nice mürşitler görülmüştür ki bir kadın karşısında. Biraz mal mülk karşılığında, biraz şan, şeref, şöhret karşısında kendisini yitirmiştir…
Bu nedenle insanın sözlerine değil davranışlarına, yaşamına bakılmalıdır. Yeterli delil onun sözleri değil davranışlarıdır.
+
Soru 56. Hz. Muhammed en son ve en büyük peygamber miydi?
– Bir Müslüman’a göre evet. Ama bir Hıristiyan’a, bir Yahudi’ye ya da bir başka inanışta olana göre ise hayır. Bu tür sorular kışkırtıcılıktan (tahrikten) başka bir işe yaramaz.
Bir Hıristiyan’ın Müslüman toplumunda böyle bir soru sorması anlamsızdır…
Dikkat!…
+
Soru 57. Hz. Muhammed’in “günahları” var mıydı?
Bir Müslüman’a böyle bir soru sorulmamalıdır. Müslüman, böyle bir soruya tahammül edemez. Ama Kuran’ın 93. suresinin 7. ayetinde “Seni delalette bulup hidayet erdirmedi mi?” diye bir ayet var ki düşünmeye değer.
İslam Peygamberi en gerçekçi ve özeleştiri yapan peygamberlerden biridir…
+
Soru 58. Hz. Muhammed’in mesajı İncil’e ters düşen bir mesaj mıdır?
– Gerek Tevrat’la ve gerekse Kuran’la İncil arasında o kadar bir ters düşme var ki insanın her üçünün de aynı kaynaktan geldiğini kabul etmesi için basiretinin bağlanmış olması gerekir.
Bunu bilen ve gören Müslümanlar, bu zıtlığı, Tevrat’ın ve İncil’in “tah¬rif” edildiği söylemi ile gidermeye çalışır. .
Oysa değişen bir şey yoktur. Bütün kutsal kitaplar aslını korumaktadır…
Şu da bilinmelidir ki Kuran’ın bir çok ayeti Tevrat ve İncil’le uyum içindedir. Hür üç kitapta insanlara doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği ve Salih ameli önermiştir.
Duygularımıza, inançlarımıza göre değil aklımıza göre değerlendirme yapmalıyız…
+
Soru 59. Bebekler saf ve günahsız olarak mı doğar?
– Bütün ruhçular “Gen” biliminden habersiz olduğu için insanın saf ve günahsız olduğunda birleşirler. Oysa şöyle bir deyim vardır: “Dedelerin yediği koruk torunların dişini kamaştırır.” Bu demektir ki kalıtsal özellikler insanın yazgısını belirler.
Eğer, günahı (yanlış davranış ve düşünüş) insanın eylemine bağlı kılarsak hiçbir eylemde bulunmayan bir bebeği, çocuğu ve insanı günahsız olarak kabul edebiliriz.
Ama kalıtsal olarak genleri bir başka şekilde kodlanmışsa bu özelliği sıkıştırılınca ortaya çıkabilir. Bu nedenle de kız verirken ya da alırken ya da bir kimse ile ilişkiye girerken “Ot’u çek köküne bak!” denmiştir.
Bu gen sorunu önemli bir sorundur. İslam da bu sorun kader olarak ifade edilmiştir…
+
Soru 60. Peygamberler dahil, “bütün insanlar” günahkar sayılır mı?
– Ön yargı ile hükme varmak yanlıştır. Olumsuz bir eylemini görmediğimiz, bilmediğimiz bir insanı günahkar kabul etmek ancak ruhçulara özgüdür.
İsa bu konuda: İncil: Luka .6/37 “Başkasını yargılamayın, siz de yargılanmazsınız.
Suçlu çıkarmayın, siz de suçlu çıkarılmazsınız.
Başkasını bağışlayın, siz de bağışlanırsınız.” demiştir ki doğrudur.
Günahkâr olanlar başkasını günahlarını dile getirmekle günahını hafiflettiğini sanır. Böylece, yalnız ben günahkar değilim ki, herkes de benim gibi günahkardır, diye teselli bulur…
Ümmetler Peygamberlerini günahsız olarak kabul ederler. Peygamberler masumdur derler ve bu konuda açıklama yapanları iyi karşılamazlar. . Ne var ki Peygamberler kendi haklarında yargıda bulunmaktan çekinmezler. Bu konuda Kuran’daki şu ayete ve İncil’deki şu ayetlere bakabilirler:
K. 1/5,
K. 93/7
İncil Yuhanna 8/3-11
Musa’nın ise bir Mısırlı askeri öldürdüğü unutulmamalıdır.
Oğlu tarafından çıplak görünen Peygamber:
Nuh’un Oğulları Yar.9: 18 Gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafet idi. Ham Kenan’ın babasıydı.
Yar.9: 19 Nuh’un üç oğlu bunlardı. Yeryüzüne yayılan bütün insanlar onlardan üredi.
Yar.9: 20 Nuh çiftçiydi, ilk bağı o dikti.
Yar.9: 21 Şarap içip sarhoş oldu, çadırının içinde çırılçıplak uzandı.
Yar.9: 22 Kenan’ın babası olan Ham babasının çıplak olduğunu görünce dışarı çıkıp iki kardeşine anlattı.
Yar.9: 23 Sam’la Yafet bir giysi alıp omuzlarına attılar, geri geri yürüyerek çıplak babalarını örttüler. Babalarını çıplak görmemek için yüzlerini öbür yana çevirdiler.
Yar.9: 24 Nuh ayılınca küçük oğlunun ne yaptığını anlayarak,
(Önemli ve kısa bir açıklama: Nuh ayılınca, kendisine bir şey yapanın küçük oğlu olduğunu nereden bildi? Maksat Kenanlıların atası olan Ham’ı aşağılayarak öldürme gerekçesi yaratmak…)
Kızları ile yatan Peygamber;
Yar.19: 30 Lut Soar’da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti, onlarla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.
Yar.19: 31 Büyük kızı küçüğüne, “Babamız yaşlı” dedi, “Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.
Yar.19: 32 Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım.”
Yar.19: 33 O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.(Önemli ve kısa bir açıklama: Sözde Lut yatıp kalktığını bilmemiş. Bir insan kiminle yattığını bilmeyecek kadar sarhoş ise ereksiyon olmaz…)
Yar.19: 34 Ertesi gün büyük kız küçüğüne, “Dün gece babamla yattım” dedi, “Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat.”
Yar.19: 35 O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
Yar.19: 36 Böylece Lut’un iki kızı da öz babalarından hamile kaldılar.
Davut Peygamberin Batşaba olayı
(2.Sa.12: 9 Öyleyse neden RAB’bin gözünde kötü olanı yaparak, onun sözünü küçümsedin? Hititli* Uriya’yı kılıçla öldürdün, Ammonlular’ın kılıcıyla canına kıydın. Karısını da kendine eş olarak aldın.
Önemli ve kısa bir açıklama: Burada Davut Peygamber komutanın karısına aşık oluyor ve kadını hamile bırakıyor. Bunun üzerine kadının kocası komutanın cephenin en önüne göndererek ölmesine neden oluyor ve bu sonucunda da karısı ile evleniyor. ki bu olaya Batşaba olayı denir…
Peygamberlerin yaşadıkları bu olaylara artık ne denir? Kararı okuyucularım versin…
+
Soru 61. Günahın cezası Cehennem midir?
– Günahın (Kötü olan davranışların…) bedeli “ölüm” diye geçer. Bu demektir ki yanlış yapan ve yanlışında direnen in¬san “duyarlılığını yitirir” Oysa ölüler ne cennete ne de cehenneme gider. Duyarlılığını yitiren insanın Allah ile ilgisi kalmaz. Cennet ve cehenneme yalnız diriler gider. Yani yalnız diriler yaptığından huzur (Cennet); ya da huzursuzluk (Cehennem) duyar…
Anlayan beri gelsin…
+
Soru 62. Eğer bir insan Allah’ın şeriatının yüzde yüzünü yerine getirmezse, o kişi suçlu ve lanetli bulunur mı?
Bu, insanın mensup olduğu dine göre değişir. Ör. “Kuran’ın bir ayetini bile kabul etmeyen kâfir sayılır. Ama Sünniler K. 4/24 ayetini kabul etmedikleri gibi uygulamazlar da; ancak günümüz İran’ın da bu ayetin hükmüne uyulmaktadır ki bu ayete muta nikahı adı verilir…
Şimdi bu muta nikahını uygulamayanlar lenetli mi sayılacak…
Yine Tevrat’ta ve İncil’de de genel değerlere, ortak kdoğrulara, erdeme uygun olmayan ayetler vardır. Şimdi bu ayetleri yaşamına uygulamayanlar niçin lanetli olsun?
+
Soru 63. İnsanlar, günahkar ve lanetli oldukları için, Allah tarafından gönderilen bir “Kurtarıcı”ya ihtiyaç duyarlar mı?
– İnsanlar günahkar ve lanetli olduğu için değil umarsız (çaresiz) kaldığı zaman bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar.
Şu “Günahkar” ve “Lanetli” kavramları aklı başında insanların kullanacağı terimler değildir. Çünkü bilinmelidir ki suçlayan suçludur.
Suçu olmayan, kimseyi suçlama gereği duymaz. Kim ki aşağılıyor; bilin ki o aşağılıktır. Kim ki suçluyor, bilin ki o suçludur.
+
Soru 64. Kötü işlerin cezası, iyi işler yaparak silinebilir mi?
– Hayır, kötülüğün cezası ne kadar iyi iş yapsa da silinmez. İnsan ruhuna kötülük olarak yerleşir; iyilik, iyilik olarak yerleşir.
Yapılan kötülük insanın ruhunu etkiler; ve bilinç altında bir iz bırakır ve bu iz zaman zaman yüzeye çıkar..
Kimilerinde iyiliğin kötülüklerini silme çabasından başka bir amacı yoktur…Ne var ki iyilik kötülüğü ortadan kaldırmaz…
İyi işler de kötü işler de insan ruhunda izler bırakır…
Kötülük insan ruhunu tahrip eder; iyilik ise insan ruhunu huzura erdirir…
+
Soru 65. Allah insanların doğal aklına, bilgisine ve mantığına önem veriyor mı?
– Allah’ın işi gücü yok da insanı mı gözetliyor. Ne kadar ayıp! Böyle bir gözetleme Allah’a hiç de yakışmaz. Böyle düşünenler Allah’ı bilmiyor demektir.
İnsanı, insanın iç beni gözetler ki; bu konuda Yunus Emre “Bir ben var benden içeri!” demiştir…
İşte bu iç benliğe Alla denir… (K. 8/24)
Kaldı ki bütün kutsal kitaplar insana aklını kullanmasını önerir… Bu da demek ki Allah, insan aklına, bilgisine ve mantığına güveniyor…
+
Soru 66. Allah’ın vahyi dışında, insanların sözlerine ve yorumlarına güvenilir mi?
– “Vahiy” demek içe doğuş demektir. İnsanın ilginç bir sözü üzerine ”SENİ ALLAH MI SÖYLETTİ?” denir. Peygamberlerin söyledikleri için “Vahiy”, şairlerin söyledikleri için “ilham” denir. Bu durum bütün insanlar geçerlidir. Vahiy, ilham, esin, içe doğuş hepsinin kaynağı insanın aklı, sağduyusu vicdanı, mantığıdır.
Aklı başında çıkar gözetmeden gerçekleri dile getiren insanların sözlerine güvenmemek için hiçbir neden yoktur…
+
Soru 67. Bir hırsızın cezası olarak, onun el ve ayağının kesilmesi doğru mudur?
Hırsızın elini kesme cezası insanların daha Allah inancına varmadıkları bir dönemden kalma bir uygulamadır. Allah’ın “Hırsızın elinin kesin!” diye kural koymasına inanmak insanın Allah’ı bilmemesi demektir.
Kuran’ın bildirmesine göre bu uygulama Firavun döneminden kalmadır..Allah’ı bilenler bu uygulamayı yapmaz.
Çünkü hiçbir suçun cezası el kesmek, kafa kesmek olamaz… Allah da bu uygulamayı uygun görmez…
Şefkat ve merhamet timsali Allah nasıl olur da suçluya böyle bir cezayı uygun görür.
Bu cahil insanların Allah adına ahkâm kesmelerinden başka bir olay değildir…
+
Soru 68. Tek bağışlanamaz günah “şirk” midir? (Allah’a ortak koşmak)
– Bütün dinlere göre öyledir.
Ancak Allah’a şirk koşmak ne demek? Bunu bilmeden bu kavram anlaşılamaz. İnsanların aklına şir (ortak) koşmak denince putu tapmak gelir…
Ancak şirk koşmak demek yalnız uta tapmak değildir. Putların da ötesinde şirk koşmak vardır. Yüce olan kavramlar yerine aşağı olan kavramları yaşamımıza uyguladığımızda Allah’a şirk(ortak) koşmuş oluruz… Ne var ki insanlara şirk koşmanın bu biçimi hiç mi hiç anlatılmaz…
Ör. İncil’de şöyle bir ayet vardır: “Allah sevgidir. Sevgide ya¬şayan Allah’ta yaşar.” (İncil, 1. Yuh. 4/16).
Bu demektir ki “sevgi” kav¬ramı yüce bir kavramıdır. Sevginin karşıtı “nefret” tir. Eğer “sevgi” yerine “nefret”e değer verir ve nefret yolunda gidersek Allah’a ortak koşmuş oluruz…
Allah’ın yolunda olmak, Allah’ta yaşamak istiyorsan “nefrete” değil “sevgiye” uymalısın…
Ne olursa olsun sevgi yolunda git; yani doğru olanı yap ki huzur bulasın…
+
Soru 69. İnsanların kaderi “yazılmış” mıdır
— Rastlantılara ve koşullara “kader” adı verilmiştir. Atalarımızdan bize genler aracılığı ile intikal edene de kader denir. Atalarımız bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Dedelerin yediği koruk torunların dişlerini kamaştırır…” İşte bütün bu olgulara kader denir.
Eğer yazan çizen bir güç varsa; O’nun adaletsiz davrandığı kanısına varılabilinir. İnsanlar bu rastlantı ve koşulları ve gen durumunu açıklayamadıkları için işin içinden kader diye çıkmaya çalışmışlardır. Örneğin bir insanın İstanbul’da değil de Hakkari’de doğması bir rastlantıdır. İstanbul’da doğanla Hakkari’de doğanın kaderi de değişik olur…
+
Soru 70. Cennete girebilmek için insanların “kutsal” olması şart mıdır?
– Cennete girebilmek için insanın “diri” (sorumluk ve duyarlık duygusunun yüksek derecede olması, gerekir) “Ölüler” ( Kalp gözü ve basireti bağlanmış olanlar) ve de aklını imana kurban etmiş olanlar yanında fiziksel olarak ölmüş olanlar cennete giremezler.
Diri olup da yanlış iş yapanların duyduğu huzursuzluğa Cehennem adı verilir; doğru iş yapanların yaşadığı vicdan huzurunu da Cennet adı verilir…
Bu bakımdan cennete girebilmek için insanların kutsal olması; yani doğru, dürüst ve Salih amel sahibi olması gerekir…
+
Soru 71. Allah’ın kurtuluş kavramında, fidye, kefaret ve kurbanlara önemli bir yer veriliyor mu?
– Elbette.. .
Haksızlığa ve sömürüye karşı olan aydınlar niçin öldürülüyor? Bunlar insanlığın kurtuluşu için kendilerini feda eden kurbanlar değil midir?..
Bütün öldürülen aydınlarımız insanlığın kurtuluşu için kendilerini feda etmektedir.
Bütün bu ölümler kefaret olarak adlandırır ve eninde sonunda insanlara doğru yolu gösterir…
+
Soru 72. Allah’ın kurtuluş diyarına girebilmek için “yeni bir ruhsal doğuş” gerekiyor mu?
– Yaşamda akıl yolunu kendine rehber kabul edenler Allah’ın kurtuluş diyarına gidebilirler.
Aklını, bilimi, mantığı, vicdanının sesine uyanlar “yeniden doğmuş” olarak kabul edilir. Dinlerin çizdiği sınırlar içinde yaşayan insanlar yeniden doğmuş sayılmazlar.
Yeniden doğuşa erebilmek için insana bir yol gösterici gerektir. Bir yol göstericinin eğitiminden geçmemiş olanlar yeniden doğuşa eremezler…
+
Soru 73. Allah’ın kurtuluş kavramında, insanlar “Allah’ın çocukları” oluyorlar mı?
– Dinlerin çizdiği sınırları aşarak akıllarını rehber eden kişiler “yeniden doğmuş” sayılır. İnsanlar Havra’ya, Kilise’ye, Cami’ye gitmekle yeniden doğmuş sayılmaz. Ancak aldatıcı bir huzur duygusu içinde geldikleri gibi giderler.
Allah’ın çocukları sayılabilmek için doğru, dürüst, Salih amel sahibi, sevgiye, barışa, dostluğa değer vermek ve bu olumlu kavramları yaşama uygulamak gerektir. Ancak bu takdirde insanlar Allah çocukları kabul edilir…
+
Soru 74. İnsanların kurtuluşu yaptıkları iyi işlere bağlı mıdır?
– Elbette insanların kurtuluşu yaptıkları iyi işe bağlıdır. İnsan doğruluk dürüstlük, iyi işler yolunda giderse büyük olasılıkla huzur ve güven içinde yaşar. Buna karşın kimi zaman kötü sonuçlarla karılaşır ki buna da kaza ve kader denir.
İnsan böyle durumlarda yılmamalı ve elinden gelen çabayı göstererek kendini kötü durumdan kurtarmalıdır…
Geleneklere, göreneklere göre yaşayıp aklını imana kurban edenler kurtuluşa eremezler.
+
Soru 75. Ahret gününde herkes kendi günahının cezasını çekmek zorunda olacak mıdır?
– Ahret yaşayan .insanlar için söz Konusudur.
Ahret, bu gün yaptığımız eylemin, bir süre sonra hesabını verme durumudur…
Her yapılan yanlış hareket eninde sonunda insanın başına bir iş açar. Her günah (olumsuz eylem) insanı yaşarken rahatsız eder…
Ölmüş olanlar için ceza söz konusu değildir. Çünkü “Allah, ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır.”
+
Soru 76. Mesih imanlıları sonsuz kurtuluşları hakkında yüzde yüz emin olabilirler mi?
– Her din mensubu kendi inanışının kendini kurtuluşa erdireceğine inanır… Bu bir inanç sorunudur. Bu konuda tartışmak boşunadır…
Ne Mesih imanlılar ne de diğerlerine peşin kurtuluş yoktur. Kurtuluşa ermek için doğru,dürüst salih amelle yaşamak gerekir. Bir de uyum içinde yaşayanlar kurtuluşa ererler.
Toplum ve birey karşılaştığı sorunlar karşısında akılcı bir tavır almazsa, sıkıntıya düşer…
Yine toplumun ve bireyin karşılaştığı haksızlıklar karşısında duyarlılığını yitirmiş olanlar, tabulara, talana yalana karşı sesini yükseltmeyenler, haksızlığa uğrayanlara sahip çıkmayanlar, halâ ve hâla Kerbela’da ölenler ve de çarmıha gerilen İsa için ağıt düzenler, kurtuluşa erdiklerini düşünüyorlarsa kendilerini aldatmış olurlar.
Dinlerin dayattığı kuralları, akıl, bilim, ahlâk ve yaşam deneyleri ile aşmakta beceri gösteremeyenlerin sonsuz kurtuluşa ermeleri olanaksızdır…Bunlar hayali bir umut içinde ömürlerini tüketirler…
+
Soru 77. Ahret gününde, iyi işler ve kötü işler arasında bir terazi olacak mı?
– Ahret, insan yaşarken söz konusudur. Gelecek anlar bizim için sonraki zamandır. Ahreti de bu anlamda anlamak gerekir.
Yaptığımız her olumlu ve olumsuz davranışın sonucu ile karşılaşacağımız gerçeği dinde ahret olarak dile getirilir. .
Elbette iyi işlerle kötü işler etkilerini insan yaşarken gösterir. Hiç kimse görmese bile insanın kendisi; iyi işleri ile kötü işlerinin muhasebesini yapar.
Ama ölenler ve ölüler için böyle bir terazi söz konusu olamaz.
İncil Matta 22. Bölümde bu konuda geniş açıklamalar vardır. (Bir aşağıdaki yanıta bakınız…)
Burada İbrahim’in, İshak’ın, Yakubun Allah’ından söz edilmektedir… Bu ayetlerin sırrına ermeyenler için kurtuluş haram…
+
Soru 78. Dünya’nın son dönem ile ilgili (eskatolojic) çok ayet var mı?
Her kutsal kitapta din uluları kendi dünya görüşlerine uygun tahminlerde bulunmuşlardır. Ne var ki bunların hiçbirinin öngörüsü (tahmini9 gerçekleşmemiştir…
Dünya kendi yasalarına göre varlığını sürdürüp gitmektedir.
Diri kitaplarının hangisi son dönemlerin bir gerçeği olan; demokrasi’den, laiklikten, sosyalizmden söz etmiş midir?
Hangi din kitabında bilgisayardan söz edilmektedir.
Radyo, telefon, televizyon hakkında hangi din kitabında bilgi vardır? Bu örnekleri sayısızca çoğaltabiliriz…
+
Soru 79. Cennette, cinsel ilişki ve evlilik olacak mı?
Her ne kadar İsa, bir soru üzerine: ” Mat.22: 30 “Dirilişten sonra insanlar ne evlenir, ne de evlendirilir, gökteki melekler gibidirler.”“ demiş olsa da; insan yine de Cennet hayaliyle yaşar.
İnsanlar ölümle yok olup gitmeyi kabul edemedikleri gibi Cennet’te cinsellikten yoksun olmayı da kabul edememektedirler.
Oysa ölenler için her şey bitmiştir; iyisi mi yaşarken bol bol sevişin…
İsa bu yanıtı şu soru üzerine vermiştir ki ilginçtir. Okuyalım:
Mat.22: 23-24 Ölümden sonra diriliş olmadığını söyleyen Sadukiler*, aynı gün İsa’ya gelip şunu sordular: “Öğretmenimiz, Musa şöyle buyurmuştur: ‘Eğer bir adam çocuk sahibi olmadan ölürse, kardeşi onun karısını alsın, soyunu sürdürsün.’
Mat.22: 25 Aramızda yedi kardeş vardı. İlki evlendi ve öldü. Çocuğu olmadığından karısını kardeşine bıraktı.
Mat.22: 26 İkincisi, üçüncüsü, yedincisine kadar hepsine aynı şey oldu.
Mat.22: 27 Hepsinden sonra kadın da öldü.
Mat.22: 28 Buna göre diriliş günü kadın bu yedi kardeşten hangisinin karısı olacak? Çünkü hepsi de onunla evlendi.”
Mat.22: 29 İsa onlara, “Siz Kutsal Yazılar’ı ve Tanrı’nın gücünü bilmediğiniz için yanılıyorsunuz” diye karşılık verdi.
Mat.22: 30 “Dirilişten sonra insanlar ne evlenir, ne de evlendirilir, gökteki melekler gibidirler.
Mat.22: 31 Ölülerin dirilmesi konusuna gelince, Tanrı’nın size bildirdiği şu sözü okumadınız mı?
(30. ayet ile 31. Ayet arasında çelişkiye dikkatinizi çekerim…)
Mat.22: 32 “Ben İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrı’sıyım’ diyor. Bu “Tanrı ölülerin değil, dirilerin Tanrısı’dır.” demektir…
Altını çizdiğim bu sözler üzerinde durup düşünmek gerekir.
Bu şu demektir. Ölen kişinin Tanrı ile ilişkisi kesilmiş demektir. Bunun Türkçesi öldükten sonra Cennet Cehennem yok demektir. Cennet de Cehennem de insan yaşarken söz konusudur…
İsa İncil’de bunları söylediği halde bu Hıristiyanlar hala hayal dünyalarının peşinde koşuyorlar. 31. Ayet üzerinde değil de 30. Ayet üzerinde duruyorlar… Cennete gideceklerine, orada eşleri ile evleneceklerini umuyorlar.
Hayal gerçeklerden tatlı geliyor bunlara… Ne diyelim helal olsun…
+
Soru 80. Herkes bir süre için Cehennemde azap çekecek mi?
– Cennet de Cehennem de bu dünyada yaşarken söz konusudur.
Cennet: Huzurun,güvenin, refah içinde bir yaşamın; Cehennem ise tam tersi bir yaşamın simgesidir.
Cennet de cehennem de yaşayanlar için söz konusudur.
Bu dünyada yaşayıp da yanlış iş yapanlar yaptıklarının cezasını vicdan azabını olarak bir süre yaşayacaklardır ki buna Cehennem azabı denir… Bu çekeceği vidan azabından başka bir de devletin, toplumun vereceği ceza vardır ki, bu da unutulmamalıdır…
+
Soru 81. Bir insan Cehenneme giderse, daha sonra çıkma olasılığı var mıdır?
– Ölünce Cennet’e ya da Cehennem’e gitme gibi bir durum söz konusu değildir. Cennet de, Cehennem de bu dünyada yaşayan insanlar için söz konusudur.
Cennet ve Cehennem bir yer (mekan) değildir; bir ruhsal durumudur.
Her insan yaptığı kötü işten bir süre üzüntü duyar ve bir daha o kötü işi yapmazsa vicdanen rahatlar; buna da Cehennem’den çıkma olayı denir. Ne var ki insan yaptığı kötülüğün etkisinden hiçbir zaman kurtulamaz…
+
Soru 82. Bir kocanın karısını dövmesi söz konusu olur mu?
– Bazı din kitaplarında erkeğin karısını dövebileceğine ilişkin ayet vardır. Ancak sağlıklı bir insan karsını dövmemek için elinden geleni yapar; gerekirse dövmemek için evden kaçar… Demek istiyorum ki kadın dövülmez…
Ne var ki bütün dinler kadını aşağılamıştır… Sıradan bir okuyucu bile bu aşağılamaları görebilir…
Bu konuda KAYGILARIM adlı kitabımda geniş bilgi verilmiştir…
+
Soru 83. Bir erkek, aynı zamanda birden fazla kadın ile evlenebilir mi?
– İslamiyet’e göre evlenebilir. (Bkz. K. Nisa, 4/3 ) Peygamberlerin çoğunun çok kadınla evlendiğini bilmekteyiz. İsrail Peygamberlerinden Davut ile Süleyman’ın yüzlerce kadınla yaşadığını biliyorum. Öyle ki sevgilisinin kocası komutanı savaşın ön cephesine göndererek öldürtüp karısını alan Davut Peygamber gibileri bile vardır. Bir tek İsa’nın evlenmediğini görüyoruz. Genç yaşta öldürülmeseydi kim bilir o da kaç kadınla evlenirdi?..
+
Soru 84. Boşanmanın tek geçerli sebebi zina olur mu?
– Boşanma duyarlı insanın yapamayacağı bir eylemdir.
İsa, kimi yerde zina nedeniyle boşamayı kabul etmişse de “Her ne sebeple olursa olsun karısını boşayan en. büyük günahı işlemiştir” demiştir…
Çekilemez bir duruma gelen bir evlilik her iki taraf için de işkencedir.
İnsan mecbur kalmadıkça boşanma olayını yaşamamalıdır.
Boşanmak duyarsızlığın bir belirtisidir.
Evlilik çekilemez bir duruma gelmişse ne yapabilirsin?
Evliliğin hangi nedenle olursa olsun çekilemez duruma gelmişse boşanmaktan başka çıkar yol yok…
Ancak kolay kolay boşanma yoluna gidilmemelidir…
Boşanma konusunda İsa’nın düşüncesi şöyledir:
“Mat.5: 32 Ama ben size diyorum ki, karısını fuhuş dışında bir nedenle boşayan onu zinaya itmiş olur. Boşanmış bir kadınla evlenen de zina etmiş olur.”
“Luka.16: 18 Karısını boşayıp başkasıyla evlenen zina etmiş olur.”
+
Soru 85. Mut’a nikahı, yani “geçici” nikah helal mıdır?
Kuta nikahı bir erkeğin, belirli bir süre için, bir bedel karşılığında geçici evlilik yapmasıdır.
Geçici evlilik denen muta nikahı bu gün İran’da uygulanmaktadır; ancak Sünniler tarafından uygulanmamaktadır.
Mut’a nikâhı kadını bir mal olarak gören zihniyetin ürünüdür.
Her ne kadar bizim Sünniler, Kuran’ın bir ayetini bile uygulamayanlar “kâfir” olur demekten de kendilerini alamazlarsa da Muta nikahını uygulamazlar…
Muta nikahı Kuran’ın Nisa suresi 24. Ayetinde geçmektedir…
+
Soru 86. Allah’ın insanlara şifa vermesiyle ilgili ayet var mı?
– Var olmasına var da; Allah sevgili peygamberlerinin genç yaşta ölmesini engelleyememiştir. Çoğu Peygamberler de ağır hastalıklar sonucu ölmüştür.. Buna ne diyeceğiz?..
Şifadan umut bekleyeceğine rahatsızlık hissedersen hemen doktora koş!..
+
Soru 87, Müzik, dans, ilahiler ve müzik aletleriyle ilgili ayetler var mı?
– Bazı dinlerde var; bazı yok.
İslamiyet dışında bütün dinlerde bütün tapınmalar müzik eşliğinde yapılmaktadır. Ancak İslamiyet’te enstrüman olmadığı halde ezan ve Kuran’ın makamlara göre okunması büyük bir müzik olayıdır.
Dinlerin, anlaşılmadığı halde bu kadar uzun yaşamasının nedeni müziğe dayanmasıdır.
Atatürkçülüğün halka inememiş olmasında dinsel müziğin ihmal edilmiş olmasının büyük rolü vardır.
+
88. İnsanlar arası “sevgi” ile ilgili çok ayet var mı?
– İncil’de vardır. Örneğin İncil’de: ” Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı`da yaşar. Tanrı da onda yaşar.” (İncil. 1. Yuhanna 4:16) denilmektedir…
– Kuran’da Allah’ı ve Peygamberini ve müminlerin birbirlerini sevmesi koşulu vardır; ancak, gayr-i Müslimlerin de sevilmesine ilişkin ayet yoktur. Yine tek başına sevgi kavramı ile karşılaşmak biraz zordur. Oysa İsa: “Düşmanlarınızı sevin buyurmuştur…” Ne var ki İsevi’ler bu ayete ters davranışlarda bulunmaktadırlar… Sömürü uğruna dünyanın anasını ağlatmaktadır…
+
Soru 89. İnsanların “sevinçli” ve “neşeli” olmasıyla ilgili ayetler var mı?
– Var olmasına vardır da bütün dinler; sevinç ve neşe yerine Cehennem azabını, kıyamet korkusunu empoze eden ayetlerle doludur. Cehennem korkusu ile yaşayan bir insan nasıl neşeli olur?..
Her ne kadar dinler sevinçten ve neş’eden söz edenlerse de bütün mensuplarında psikolojik sorunlar görünür ve bu da yüzlerinden okunur.
Dinler; insanların, barış içinde sevgi ile yaşamalarını çok görür.
+
Soru 90. Allah öç ve cezayı günahlı insanların eline bırakır mı?
– Bütün dinlerde Allah öç alıcı olarak görülür…
Kuran’da “müntakim Allah” diye geçer. Diğer kutsal kitaplarda Allah öç alıcı olarak gösterilir. Oysa Allah sevgi Allah’ı olmalıdır.
Öyle ki islamda şöyle bir söz çok kullanılır: “Allah intikamını abd ile abd’den alır…” Bunun Türkçesi: “Allah intikamını kul ile kuldan alır…”
Yukarıdaki soruda amaçlanan insanları korkutarak suç işlemesini önlemektir.
İntikam almak Allah’ın olumluluk sıfatıyla bağdaşmaz.
Allah aynı zamanda bağışlayıcıdır.
+
Soru 91. Allah düşmanlarınıza “lanet etmeyi” tasdik eder mi?
– Allah’ı her şeye karıştırmak insanın aczinden ileri gelir. Eğer kişisel, maddî, nesnel anlamda bir Allah olsaydı insanların kendi adına hareket etmesine izin vermezdi … Ne var ki bütün kötülükler, kıyımlar, Allah adına yapılmaktadır. Eğer gerçekten kişisel, maddî, nesnel olarak bir Allah olmuş olsa idi kendi adına insanların birbirlerini öldürmesine izin vermezdi.
Birine öfkelenen insan, onun hakkında, “Allah lanet etsin!” demekten kendini alamaz. Sanır ki Allah kendisinin emir eri. Onun sözü ile Allah birine lanet edecek…Olur mu böyle şey..
+
Soru 92. Allah düşmanlara karşı, “savaş” tasdik eder mi?
– Etmesine etmez de bütün din kitaplarında düşmanlar Allah adına öldürülür. Kitaplarda yazıldığına göre Allah düşmanların kemiklerini kırmaktan, boyunlarını vurmaktan, parmaklarını kesmekten usanmaz…
İncil’de “Düşmanlarınızı sevin!” dediği halde bütün din mensupları Allah, din, iman adına birbirlerini öldürüp durur… Haçlı savaşları unutulur mu? Sonra Bartelmi katliamları, Avrupa’da süren yüz yıl savaşları. Bunlar yanında günümüzde süren el Kaide ve Taliban savaşları… Ayrıca sömürgeci ülkelerin yaptıkları…
Hiç Allah yarattıklarının birbirini öldürmesini ister mi? Böyle bir yargı Allah’ı bilmemek değil mi?
+
Soru 93. Adam öldürmek insanlığa karşı en büyük suç sayılır mı?
– Evet; adam öldürmek en büyük suçtur… Ne var ki bütün dinler Allah adına, din adına birbirlerini öldürmekle Allah’a hizmet ettiklerini sanırlar. Oysa “Bir insana hayat veren bütün insanlığı diriltmiş gibi olur” denir. (Bkz. K. 5/32)
Gerçek olan şu ki bütün din mensupları Allah adına, din adına birbirlerini öldürüp durmuşlardır ve hala da öldürüp duruyorlar… Bir de “Dinde öldürme yok!” demezler mi?..
+
Soru 94. Nuh’un gemisi Cudi dağı üzerine mi oturmuştur?
– Nuh Tufan’ı simgesel bir anlatımdır. İnsanlık halen Nuh Tufanını her yönüyle yaşamaktadır. Dünyanın ¾’ü açlıkla boğuşmaktadır. İnsanların geçim kaygısı, hay¬huy içinde yaşaması Nuh’un Tufanı ile simgelenir.
Bu kargaşadan yalnızca kanaatkâr insanlar kurtulur. İnsanın bu hay-huy’a kendini kaptırmadan hırssız bir yaşam sürdürmesi Nuh’un gemisine binerek Tufan’dan kurtulması olarak anlatılır…
Gel seni ibunu insanlara anlat…
+
Soru 95. Tufanda, Nuh’un oğullarından biri boğuldu mu?
– Nuh ve oğulları burada insanları simgelemekte olup insan oğulları kendini yaşamın hay huyuna kaptırdığından Tufanda (Toplum kargaşasında) kaybolup gitmektedir.
Boğulan bir tane değildir. Milyonlarcadır…
+
Soru 96. İbrahim Yahudilerin babası sayılır mı?
– “… gerçek anlamda İbrahim diye tarihi bir şahsiyetten söz etmek mümkün değil… İbrahim, eski çağların esatirinden esinlenmiş bir varlıktır. (Bkz. Kuran Eleştirisi, 2. Cilt. s. 15. İlhan Arsel) Kaldı ki İncil’de İbrahim, Hacer ve Sara olayının da bir simge olduğu anlatılmaktadır (Bkz. İncil. Galatyalılara. 4/21-31)
Yahudiler kavim olarak Musa’dan da, İbrahim’den önce de tarih sahnesinde görünmüşlerdir. Hiç kimsenin atası belli değildir.
+
Soru 97. İbrahim İshak’ı, kurban edecek, miydi?
– Hıristiyanlarca kurban edilecek olan İshak; Müslümanlara göre kurban edilecek olan İshak değil İsmail’dir. Ancak bu kurban olayı da simgesel bir anlatımdır.
İnsan, kendi nefsini kurban etmelidir. Yani kötü duygu, düşünce ve eyleminden vazgeçmelidir.
İnsan bu yola gideceğine bir kurban kesip işin içinden çıktığını sanmaktadır.
+
Soru 98. Musa ve Samiriyeliler aynı çağda mı yaşadılar?
– Bu konu tarihsel bir konudur…
+
Soru 99. Haman, Firavun ve Musa’nın döneminde mi yaşadı?
– Hâmân, İran’ın vezirlerinden biri olup Musevi düşmanıdır. Bu konuda İslam Ansiklopedisinin HÂMÂN maddesinde geniş bilgi vardır…
Soru 100. Musa öldükten sonra dirildi mi?
Hiç kimse öldükten sonra dirilmemiştir ki Musa da, İsa da öldükten sonra dirilsin. Ölmeyesin yoksa; aradan beş on dakika geçmişse, değil bir Allah; bin Allah gelse ölüyü diriltemez. Ölünün dirilmesi de mecaz anlamda simgesel bir anlatımdır.
Kalp gözü kapalı ve basireti bağlanmış, sorumluluk duygusundan yoksun, duyarlılığını yitirmiş kişiye din edebiyatında “Ölü” denir…
Her kim dinin çizdiği sınırlar ötesine geçerek aklını kullanmaya başlarsa o insan dirilmiş olur ki buna da Allah’ın “Ölüyü Diriltmesi” denir.
Biliyorum, verdiğim yanıtlar; ne Yahudileri, ne Hıristiyanları ne de Müslümanları tatmin eder.
Ne yapalım tatmin etmeyecek diye düşüncelerimizi açıklamayalım mı?
Av. Hayri Balta, 21.4.2014
+
xxx
SONUÇ
OLUŞUM SÜRÜYOR
+
Yukarıdaki “BİR YILDIZ DOĞUYOR” başlıklı fotoğrafın altında şöyle yazılmaktadır:
“Hubble Uzay Teleskop’undan yansıyan görüntülerin kalitesi giderek düzeliyor. Geçen Mart ayında yerleştirilen yüksek-çözünürlü yeni kameradan ilk görüntüler alınmaya başladı. Dünya’dan 2.500 ışık-yılı uzaktaki Cone Nebula adındaki gaz ve toz bulutunun doğuşunu gösteren bu fotoğraf yıldızların nasıl doğduğuna ilişkin çok önemli bilgiler içeriyor. Toz ve gaz bulutundan oluşan sütun güneş sistemimizden 3.000 kez daha büyük .
5 milyar yıl önce güneşimiz, büyük bir olasılıkla, buna benzer bir toz bulutu ile örtülü idi.” (18.5.2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinden.)
Bu fotoğraf gösteriyor ki yaratılış bitmemiştir. Kaldı ki yaratılış vardır; ama, yoktan varoluş diye bir olay yoktur.
Bilim verilerine göre “Hiçbir şey yoktan var olmaz var olan da yok olmaz.” (Lavezien, Maddenin Sakınımı Yasası). Ancak var olandan “Var Oluş” zuhura geliş vardır…
Ne var ki biz insanların süper zekâlıları bir Allah yaratmakta çok ustalar. Bu süper zekâlıların maşallahı var. Durmadan kendi kafalarındakini yarattıklarına Allah der dururlar. Böyle olmasaydı dünyamızda 360 tane din olmazdı…
Bunlar Allah’a, karşılaştırma (Mukayese) yolu ile varırlar. Bunun en somut örneğini Kuran’da görüyoruz. Okuyalım: “Gece basınca bir yıldız gördü. “İşte bu benim Rabbim” dedi; yıldız batınca ”Batanları sevmem” dedi. Ay’ı doğarken görünce “İşte bu benim Rabbim” dedi, batınca “Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi ant olsun ki sapıklardan olurdum” dedi. Güneşi doğarken görünce , “İşte bu benim Rabbim, bu daha büyük” dedi; batınca “Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım” dedi. “Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim.” (K. 6/76-80)
Görüldüğü gibi İbrahim Peygamber; yıldızları görüyor, yıldızlardan sonra ay’ı görüyor. “Allah bu olsa gerek!” diyor. Ay gidince güneşi görüyor. “Güneş daha büyük, öyleyse Allah olan bu!” diyor. Güneş batınca da, “Güneşin üstünde de güçlü bir varlık var ki bunlar gelip gidiyor. Demek ki, diyor, bunları yönlendiren bir güç var; o da olsa olsa Allah olur.” diyor…
Özgeçmişime bakarsanız küçüklüğümde yıldızlara bakarak uyuduğumu okursunuz. Ben ayın, güneşin gidip geldiklerini gördüm ama yıldızların gidip gidip geldiklerini görmedim. Kaldı ki ne ay batar, ne de güneş batar. O günün bilimsel gelişmesine göre ayın ve dünyanın güneş çevresinde döndüğü bilinmediği için ayı ve güneşi doğup batan olarak görmüşlerdir. Oysa ne batan var, ne de doğan… Herkes kendi yörüngesinde dönüp duruyor, bunu da insanlar doğan batan olarak görüyor…
Burada da açıkça görüyoruz ki karşılaştırma (mukayese) yoluyla Allah’a varan insan. Yani “Allah!” deyen insan. “Allah var!” deyen insan… Böylece insanoğlu bir ilk neden (sebep) arıyor ve bu sebep olsa olsa Allah diyor. Ne var ki bunları bir yaratan var der demez çıkmaza giriyor.
Değil mi ki oluşum için bir yaratan aranıyor; öyle ise, yaratıcıyı kim yarattı? “Öyle O doğmadı, doğrulmadı.” denmekle işin içinden çıkılmaz. “Hiçbir şey yoktan var olmaz var olan da yok olmaz.” (Lavezien, Maddenin Sakınımı Yasası) denildiğine göre “madde de doğmadı, doğrulmadı.” Yaratan olarak madde kabul edilirse sözüm yok.
Hiçbir varlık kendi kendine oluşamayacağına göre, her varlığın arkasında bir ilk neden, bir hareket ettiren, bir yaratan arandığına göre yaratanı kim yarattı? “O yaratılmış olsaydı yaratan olmazdı.” diye mantık oyunları ile yanıt vererek bir yere varamayız…
Kendi kendilerini aldatıyorlar. Oysa yaratılan yok, maddenin dışında yaratan yok… Açıklayamadığımız (izah edemediğimiz) büyük bir oluşum var ve biz bunu bilmediğimiz için Allah deyip işin içinden çıkıyoruz. Oysa maddi olarak böyle bir varlık yok.
Dinler ve dinciler, bu gerçeği bir türlü kabul etmiyorlar. Her şeyin yaratıldığını kanıtlamak için “Büyük Patlama” teorisine sarılıyorlar. Akıl edemiyorlar ki olmayan bir şey patlamaz. Demek ki patlayacak bir madde var ki patlamış.
Bir marangoz elinde tahta olmazsa, çivi, tutkal olmazsa, çekiç, keser, testere olmazsa nasıl yapsın masayı. Demek ki vardan var ediyor, yoktan var etmiyor. Ama bizim süper zekalılar “Masayı yapan biri olduğuna göre bu evreni de yapan biri var.” diyorlar, sonunda da Hawking’in büyük patlama teorisine sarılıyorlar. Ama o Hawking “Büyük Patlama” teorisini de patlattı ve “EVRENİ TANRI DEĞİL ZAMAN YARATTI” diyor.
. Peki “Büyük Patlama”yı kabul ediyorsunuz da; yine Hawking’in sözü olan “EVRENİ TANRI DEĞİL ZAMAN YARATTI” sözüne niçin itibar etmiyorsunuz?
Şimdi 28.5.2002 tarihli Milliyet’in 3. sayfasında çıkan aşağıdaki haberi birlikte okuyalım:
“EVRENİ TANRI DEĞİL ZAMAN YARATTI”
Hawking’in, “Evrenin var oluşunu açıklamak için Tanrı’ya ihtiyaç yok. Fizik yeter!” sözleri bomba etkisi yarattı.
Haberin devamını da okuyalım: “Fizikçi Stephen Hawking, evrenin var oluşunu açıklamak için bir Tanrı’ya ya da ilahi bir güce gerek olmadığını, evrenin var oluşunun fizik kurallarıyla açıklanabileceğini söyledi. Profesör Hawking’in bu açıklaması fizikçiler ile din adamları arasında şiddetli tartışmanın fitilini yaktı.
Daha önce Evren’in 15 milyar yıl önce “Big Bang” yani “ Büyük Patlama”yla oluştuğunu söyleyen Hawking, 1988’de yayınladığı “Zamanın Kısa Tarihi” isimli kitabında evrenin yaradılışının Tanrı’ya mal edilmesi konusundaki endişelerini dile getirmişti.
Büyük Patlama’nın Sırrı:
Büyük patlamanın yaratıcısı BillPrady’dir. (Big Bang)
Stephen Hawking, bu kez daha da ileri giderek tezinin alanının genişletti… Hawking’in tezi şu idi: “Görünür olan üç boyut var. Dördüncü boyut zaman…Ancak bunların ötesinde bir de beşinci boyut var ki bu, evren ve zamandan oluşuyor. “Büyük Patlama”nın nedeni de beşinci boyuttaki şartlar…”
Başka Güç aramayın
Fizikçi bu konuda da şu yorumu yapıyor. “Bu durum, zamanın, her şeyin başlangıcı olduğu anlamına gelmiyor. Her şeyin nasıl başladığını anlayabilmek için evrenin dışında bir güç aramaya çalışmamalıyız.”
Hawking, bu konudaki görüşlerini temmuzda Cambridge Üniversitesi’ndeki bir konferansta kamuoyuna duyuracak.” (Milliyet, 28.5.2002, s. 3)
Yukarıdaki fotoğraf ile Hawking’in bu görüşlerini sakin bir kafa ile düşünürsek yaratan- yaratılan yok; ama, yaratılmamış olan maddenin bir oluşumu var ve bu oluşum sürüp gitmektedir.
Öyle bütün dincilerin, ruhçuların ileri sürdükleri gibi “Allah bir şey yaratmak istediğinde ‘ol’ der ve o şey olur.” (K. 2/117, 3/47, 59, 16/40, 19/35, 36/82, 40/68) gibi bir yaratılış yok.
Bir de şu ayetler var? Biz hangisine itibar edeceğiz?
“Allah arzı (yeri) iki günde yarattı (K. 4l/9).
Allah iki günde yedi gök yaptı (49/12).
Yer, gök altı günde yedi gök yaptı (veya) devrede yaratıldı. (K. 7/54, 10/3, 11/7, 25/59, 32/4, 5038 57/4)
Üstteki ayetlerden birincisinde zaman kavramı yok! “Ol!” deyince oluyor; ama ikincisinde zaman kavramı var? Bu bir çeliş ki değil mi?
Haşa, Allah böyle çelişkiye düşmez. Kuran’ı Allah sözü olarak kabul edersek işin içinden çıkamayız. Ama Peygamber sözü olarak kabul edersek işin içinden kolayca çıkabiliriz… Çünkü Peygamber zamanındaki bilgi ve kültür seviyesi öyle idi.
Allah: “Dinini değiştireni öldürün, kadınlarınızı dövebilirsiniz, dörde kadar alabilirsiniz, kadınlar alken ve dinen eksiktir, zina yapan evlileri taşlayarak öldürün (Recm), bekar iseler kırbaçlayarak dövün, Hülle yapın, İslam’dan başka dinlere inananlar mürtettir ve katli vaciptir, hırsızın elini kesin, Allah ve Peygamberini eleştirenlerin çaprazlama el ve ayaklarını kesin,.” demez. Böyle dediğini kabul edersek Allah’a layık olduğu değeri vermemiş oluruz…
Kaldı ki bu kurallar günümüz hukuku ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa Sözleşmesi ile bağdaşmaz.
Hala akıl edilmeyecek misiniz? Gelin Allah’ı yüceltelim…
+
Bu SONUÇ’U NİÇİN YAZDIM: BİLELİM ki yaşam durmuş durağan değildir. Yaratılış olmuş bitmiş değildir. Yaratılış her alanda sürüp gitmektedir. İnsanlar var olduğu sürece daha ne dinler gelip geçecektir ve daha ne söylemler olacaktır.
Bilmemiz gereken tek gerçek şudur: OLUŞUM ve DEĞİŞİM…
Av. Hayri Balta. 29.5.2002 – 22.1.2013
X
XX
AV. HAYRİ BALTA’NIN ÖZGEÇMİŞİ
1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.
Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki bağlarında geçirdi.
Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…
Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…
1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidemedi…
Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.
Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik ve kilimcilik yaparak sağlamaya çalıştı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursuna gitti ve bitirdi…
Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini bıraktı.
25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tekke ve tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef çaldı ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.
Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.
Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.
Yargılama sonunda mahkeme: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…
1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.
Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.
Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…
Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.
Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.
Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı.
Hukuk Fakültesi öğrencisi iken: 27 Mart l977 yılında ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…
Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirip kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma gelince ADD’deki görevini ve avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde yaşamaktadır.
Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…
65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyon değerinde taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, kalanını dört kızına bıraktı…
Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da Siyaset Bilimi hocalığı yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiştir.
Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve bu davalardan birinin sonucunda da ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ kurulmuştur.
Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için ayrıldı.
Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.
Bu günkü tarih itibariyle basılmış 27 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız dağıtılmaktadır… (Kitapların listesi aşağıdadır…)
2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli Sitesinde aydınlanma savaşını sürdürmektedir.
Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; bireyciliğe karşı toplumculuğu, dine karşı bilimi, şeriata karşı cumhuriyeti, teokrasiye karşı laikliği, vahye karşı aklı, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, ruhçuluğa karşı maddeciliği savunmuştur…
Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…
Av. Eren Bilge, 21.4.2014
+
TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:
Alfabetik olarak:
1. Allah Denince 1/6
2. Allah Denince 2/6
3. Allah Denince 3/6
4. Allah Denince 4/6
5. Allah Denince 5/6
6. Allah Denince 6/6
7. Aydınlanma
8. Bir Aydın Adayı
9. Cambaz
10. İncil’den
11. Kızma Yok
12. Kuran’dan
13. Laiklerin El Kitabı
14. Laikliği Benimsemeden…
15. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
16. Misyonere Yanıt
17. Muhbir ve Tertipçilerim
18. Muzır’dan Kes!..
19. Röportaj ve …
20. Sırların Sırrı
21. Son Nokta
22. SSS (Sevenler Soranlar Sövenler)
23. Taç’a Atılanlar
24. Takvimlerden 1
25. Tanrı’ya Yakınlık
26. Tevrat’tan
27. Yitmiş Bir Adam
NOT:
Yayınlanacak olanlar:
www.tabularatalanayalanabalta.com
adresli sitemizde sıralanmaktadır.
Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz:
Hayri@tabularatalanayalanabalta.com
X
Görüş Bildirenler:
+
Hayri ağabey, gayretinizi herkese anlatıyorum. Gerçek bir düşünen
insansınız. Yehova sizi Armagedonda mutlaka sağ tutacaktır böyle samimi bir zihin ve yürek ödüllendirilecektir.
Sevgiler
Mustafa Dinçer, 23.4.2014
+
Üstadım,
Misyonere Yanıt isimli kitabınızı kısmen göz atabildim.
Zaman içinde iyice inceleyeceğim. Ellerinize sağlık.
Kitabınız hakkında şimdilik düşünce belirtmiyorum ama o kadar güzel söz dizileri var ki…
İçimden gelenleri yazıyorum…
Bazı kişilerin siz kimsiniz ki Tanrı hakkında hüküm veriyorsunuz, gibi sözlerle sizi veya sizin gibi düşünenleri itham etmesi onun yetersizliğinden kaynaklanır. Önemsememek gerekir. Bir babayiğit çıkmış, şüphelerini ve düşüncelerini dile getiriyor. Kutsal Kitapların aradığı mümin bu işte. Şüphe eden, arayan, anlayan ve anladığını anlatan.
Tanrı ihtiyacı ilkel insanlardan beri insanın acizliğinden kaynaklanır. Tıpkı adaletsiz ortamlarda, adalet arayışının olduğu gibi. Oysa devlet tüm gerçekleriyle var olsa zaten adaletsizliğe yer olmaz. Peki ama Devlet nedir? Devlet denilen gökte midir, yerde midir? Devlet “BİR” midir? Yoksa devlet “Birlik” midir? Bu soruları Tanrı için sorulan sorular kadar çoğaltabiliriz. Oysa biliyoruz ki Devlet, Cumhurbaşkanından mahalledeki bekçiye kadar geniş bir oluşumu kapsar. İşte devlet bana yardım eder, dediğimizde bizim ihtiyacımız olan konuda devletin hangi birimi sorumluysa orası yardımcı olur. Tanrı dediğimiz evrensel sistem de sanırım böyle çalışır.
Tanrıyı gökte ve yerde aramamalıyız. O yanımızda, içimizde… Sultan Veled’in dediği gibi
“Deniz birdir, fakat sayı onun dalgalarındadır.
Bu sayıdan geçersen dalganın da, denizin de bir olduğunu görürsün.
“Resme bakıp ressam hakkında hüküm verilebilir. Evrene bakıp, Tanrı hakkında düşünebilmek gerek. Hep Tanrı aranmakta ve irdelenmekte… Balığın ateşi kavrayamayacağı gibi Tanrıyı kavramaktan vazgeçip, kendimiz dahil Evreni incelemekte yarar var. Tıp hala insanın ne kadarını anlayabildi ki… Belki günün birinde insanoğlu, insan yapabilirse bu sorular biter mi yoksa çok daha grift sorular mı oluşur.
Sorgulamak ve sorgulatmak ne kadar güzel ve ilahi bir olgunluk. Namaz kılan kıbleye döner. Kıble, Kabe’nin olduğu yerdir. Yani Kıble, Kabe’dir. Peki, Kabe içinde namaz kılınırsa hangi yöne dönülmeli. Her tarafa dönülüp kılınabilir. Kişi, Allah (Mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak hoşgörü vs…) ile dolarsa, yaptığı her şey doğru olur. Kabe’de namaz kılarken ne tarafa dönersen dön.
Üstadım, gençliğimde Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi isimli kitabını okumuştum. Sonlara doğru bir hikaye vardı galiba. İki arkadaş tüm tarikat ekollerini ve felsefe sistemlerini incelemişler Trakya’da bir dere kenarında dinlenmek istemişler. Bakmışlar ki bir köylü oturmakta. Ona ukalalık edip araştırmalarını anlattıktan sonra sen ne düşünüyorsun demişler. Köylü;
– Allah’ı düşünüp anlayacak kadar zamanım yok. Ben O’nun yarattıklarını temaşa etmekteyim, demiş.
Ellerinizden öpüyorum.
Mehmet Göksel, 24.4.2014
x