TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA
IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..
Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X
Sevgili Kaya Öztaş,
Önce sevgimi sunarım,
Yaptığınız kapsamlı çalışma için sizi kutlarım.
Güzel bir konu seçmişsiniz,
Bütün ayrıntıları ile incelemişsiniz.
Her zaman söylediğim gibi siz bir zeka küpüsünüz…
Bunun yanında da süper bir yeteneksiniz.
Eğer izin verirseniz sitemde adınıza bir köşe açacağım.
Bu köşede bu araştırmanızı yayınlayacağım…
Eğer izin verirseniz sevinirim…
İşte, araştırma dediğin böyle olur, derim…
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler yeniden sana…
Av. Eren Bilge Balta, 17.9.2010
x
GEÇMİŞTE
DİNLERDE,
GÜNÜMÜZDE,
ATASÖZLERİNDE VE ÖZDEYİŞLERDE
K A D I N
Araştırma,İnceleme,Çeviri
KAYA ÖZTAŞ
ÖNSÖZ YERİNE
‘’Bu dünya her zaman erkeklere ait oldu. Bunun nedeni için önerilen uslamaların hiçbiri bize yeterli gözükmedi. Cinsler arasındaki sınıflanmanın nasıl oluştuğunu ancak, tarih öncesinin ve etnografyanın verilerini, varoluşun felsefesinin aydınlığında anlayabiliriz. İki insan kategorisi karşı karşıya gelince, bunlardan her biri bir ötekine kendi egemenliğini kabul ettirmeye çalışır. Bunu biliyoruz . Eğer her ikisi de bu hakkı dayatmada aynı düzeyde iseler, aralarında ister düşmanca, ister dostça daima, gerilim içinde, bir karşılıklı ilişkisi olur. Eğer ikisinden biri ayrıcalıklı, üstün ise, ötekini yener ve onu baskı altında tutmaya çalışır. Böylece, erkeğin kadına hükmetmek istemiş olduğunu anlıyoruz: Ama acaba hangi ayrıcalık, üstünlük erkeğe, onun bu istemeni yerine getirme olanağını verdi?’’
‘’Heredot’un öyküleri ve Dahomey Amazonları için anlatılan öyküler, antik ya da çağdaş birçok başka tanıklık ve kanıtlar, kadınların savaşlar yaptıklarını, kanlı kan davaları güttüklerini, bunlarda erkekler kadar yüreklilik ve kan dökücülük gösterdiklerini, düşmanlarının ciğerlerini dişlediklerini anlatırlar. Her şeye karşın, günümüzde olduğu gibi,o zaman da erkeklerin fizik güçlerinin ayrıcalıklı olduğu doğrudur. Gürz ya da vahşi hayvanlar çağlarında, doğanın en çok insana direndiği devirlerde, aletlerin en ilkel olduğu dönemlerde, bu fiziksel güç üstünlüğünün çok büyük bir önemi olduğu açık. Ne olursa olsun, o zamanlarda kadınlar ne kadar sağlam yapılı olurlarsa olsunlar, hasım dünyaya karşı mücadelede doğurganlığın tutsaklıkları, kadın için korkunç bir engel olagelmiştir. Amazonların memelerini kestikleri anlatılır, bu en azında savaşçı yaşamları dönemlerinde, onların’analığı’ reddettikleri anlamına gelir. Normal kadınlara gelince, gebelik, doğum, aybaşı kanamaları, onların iş yapma kapasitelerini azaltıyor ve onları uzun süreli iş yapamazlığa mahkûm ediyordu. Kadınların kendilerini düşmandan korumak, gereksinimlerini, çocuklarının barınma ve beslenmelerini sağlamak için, savaşçı erkeklerin korumasına gereksinimleri vardı. Av ürünlerine de deniz ürünlerine de. Bunları onlara erkekler sağlıyordu. Gayet doğaldır ki hiçbir doğum denetimi yoktu, doğa başka memeli dişilerde olduğu gibi kadına belirli bir dönem kısırlık da vermediği için, yinelenen analık, kadınların güçlerinin ve zamanlarının büyük bir bölümünü alıyordu. Dünyaya getirdikleri çocukların yaşamlarını sağlama alamıyorlardı. Bu ağır sonucu olan bir olgudur. İnsanlığın ilk zamanları zordu : Ortaklaşacı halklar,avcılar,balık avcıları, topraktan çok az ürün alabiliyorlardı,hem de çok emek karşılığında.Ortaklaşalığın kaynaklarına oranla çok çocuk doğuyordu; kadının saçma doğurganlığı, onun bu kaynakları çoğaltmaya doğrudan katılmasına engel oluyor, ayrıca kadın sonsuzca yeni yeni gereksinimler yaratıyordu.Cinsin devam etmesine gerekli olarak, cinsini çok bol üretiyordu. Üretimin ve doğumun dengesini erkek sağlıyordu. Böylece kadının yaratıcı erkek karşısında yaşamı elinde tutmak ayrıcalığı bile yoktu; o, spermatozoide kıyasla yumurtalık,fallusa kıyasla döl yatağı rolü de oynayamıyordu.İnsanoğlunun kendi varlığında direnmesi için gösterdiği çabada bir payı vardı, sadece ve ancak erkek sayesinde bu güç somut olarak sonuçlanıyordu.’’
‘’Ortalama olarak kadın; erkekten daha kısa boylu, daha az ağır, iskeleti daha ince, kalçası, gebelik ve doğurma işlevlerine uyum sağlamış olarak daha geniş,bağ dokusu daha yağlı, şekilleri erkeğinkilerden daha yuvarlak.Genel durum;yapısı,derisi,tüy sistemi,vb. her iki cinste de belirgin olarak değişik. Kas gücü kadında çok daha az, erkeğinkinin üçte ikisi kadar, solunum kapasitesi daha az: akciğerler, soluk borusu, gırtlak kadında daha küçük ve gırtlağın farklılığından gelen ses ayrımı . Kanın özgül ağırlığı kadında daha az; hemoglobin daha az ve bunun sonucu olarak da kadın dayanıksız ve kansızlığa daha eğilimli.Kadınların nabızları daha hızlı atar, damar sistemleri daha kararsız(çabuk değişken), çabucak kızarırlar.Bu değişkenlik genel organizmaların göze batan bir özelliğidir.Öte yandan, erkekte,kalsiyum metabolizması daha dengelidir. Oysa kadında daha az kireç tuzu var; ay başı ve gebelik zamanlarında bunları dışarı atar. Yumurtalıkların kalsiyumla ilgili bir dışarı atma ilişkisi var gibi. Bu değişkenlik yumurtalıklarda ve erkektekinden daha gelişmiş durumda olan tiroid’de, kargaşalara, düzensizliklere neden olur. İç salgıların kana karışması sempatik sinir sistemine etki eder; sinirin ve kasların dizginlenmesi pek mümkün olmayan bir şekilde sağlanır. Bu denge dizginleme eksikliği kadınları doğrudan doğruya kassal değişimlere bağlı olan çabuk heyecanlanmaya götürür: kalp atışları, kızarma vb. Bundan da çırpıntılı davranışlar oluşur; gözyaşları, çılgınca kahkahalar, sinir krizleri…
Bu davranışlarının çoğunun, zayıf yaratılışından geldiği görülmektedir. Bundan şu sonucu çıkarıyoruz: Kadın tüm memeli dişiler arasında, kendi rızasıyla kendinden vazgeçen(kendine yabancılaşan) ve şiddetli şekilde de bu yabancılaşmayı yadsıyan bir varlıktır. Doğurganlık işlevselliğine bağlı organizma bağımlılığı her kadında kaçınılmaz ve zorla kendini kabul ettirir. Ergenlik krizleri, menopoz krizleri ‘’lanet olası aybaşılar’’ uzun ve çoğu zaman zor gebelikler, acılı ve bazen zor doğumlar, hastalıklar, kazalar insan dişisinin özelliklerindendir. Şu denebilir: Kadının kaderi o kadar kötüdür ki kendini birey olarak gösterirken kaderine karşı daha fazla başkaldırır. Eğer kadını erkekle, dişiyi erkek cinsle kıyaslarsak erkek son derece daha ayrıcalıklıdır, erkeğin cinsel yaşamı kişisel varlığına ters düşmez: Cinsel yaşamı devamlı bir şekilde sürüp gider; krizsiz ve genellikle kazasız belasız.Ortalama olarak kadınlar erkeklerden daha fazla yaşarlar; ama kadınlar çok daha fazla hasta olurlar ve dilediklerince yaşamayacakları bir çok durumların olduğu çok zaman vardır.
Bu biyolojik verilerin çok büyük önemi var. Bu veriler kadınların tarihinde(yaşamlarında) ön planda bir rol oynarlar. Bunlar kadınların durumlarının önemli birer öğesidirler. Daha sonraki tüm anlatımlarımızda bu öğelere başvuracağız. Çünkü, dünyaya tutunma aracı olarak bedenin şu ya da bu şekilde dünyaya tutunmasına göre dünyayı kavrarız. İşte bunun için kadın ve erkek biyolojisinin incelenmesinde yarar vardır. Bu incelemeler kadını anlamanın anahtarlarından birisidir. Ama bizim yadsıdığımız, kabul etmediğimiz şey, tüm bunların değişmez bir kader olarak algılanışı. Bu biyolojik farklılıklar, bir cins hiyerarşisini betimlemeğe yetmez, kadının niçin BAŞKA olduğunu açıklamaz ve onu sonsuza kadar ikincil role mahkûm edemez.’’
(Simone de beauvoir, le deuxieme sexe, tome I.)
TARİHTE KADIN
İlkel dönemlerde ilk iş bölümünün kadınla- erkek arasında olduğu kabul edilir. Tarım ekonomisine geçmeden önce, avcılıkla geçinen insanoğlu yakın çevrelerde av bitince, ya başka yerlere göç etmek, ya da yerleşim yerlerinden uzaklaşarak avlanmak zorunda kalmıştır. Biyolojik yapısı gereği, belirli zamanlarda güçsüzleşen, gebe kalan, ağırlaşan, doğuran, çocuğuna bakmak zorunda kalan kadın, doğal olarak, bu hareket olanağını her zaman bulamazdı. Böylelikle, bu gibi belirli zamanlarda yerleşim yerlerine bağlı kalmak zorunda kalan kadın, erkeği avlanmaya gittiği zaman evinde kalmakta, ev işleriyle uğraşmakta, çamurdan çanak çömlek vb. yapmaktaydı. Bu arada, evin çevresindeki ot, meyve, tohum gibi şeyleri toplamakla uğraşan kadının tarımı bulgulaması olasılığı, akla oldukça yakındır. İşte, ilkel toplumlarda ana-erkil ailenin yapılanması ve kadının üstünlüğü, kadının toplum içinde daha çok itibar görmesi bu tarım ekonomisine bağlıdır; denilebilir.
Tarım ekonomisine geçişle birlikte bazı hayvanların evcilleştirilmesi, bir yandan kadının rolünü güçlendirirken bir yandan da hayvancılık ve çobanlığın gelişmesini sağlamış olmalı. Böylelikle ilkel toplumlarda ikinci bir iş bölümü ile karşılaşırız. Bu da ilk büyük toplumsal iş bölümüdür ve bunun hayvancılarla tarımcılar arasındaki alavereden kaynaklanmış olması gerekir. Marx göçebeliği insanlığın ilk yaşam biçimi sayar: ’’Çobanlık, ya da daha genel olarak, göçebelik insanlığın doğadan gelme özelliğidir.’’ Maymunlar gibi tek bir ağaç üzerinde geçimlerini sağlayabilecekleri çok verimli bir ortam olmadıkça, yabancıl hayvanlar gibi bir yerden bir yere dolaşırlar: (A.Gevgilili,Milliyet))
Kadının ilk dönemlerdeki üretimsel üstünlüğüne karşın ,o gene de tarih boyunca, ikinci sınıf insan muamelesine uğramış, ezilmiş, horlanmış, bir çeşit erkeksel merhametle muamele görmüştür.
Tarih içinde kadınların da; toplumdaki yerleri, statüleri, mirastan aldıkları pay, fiziksel açıdan gösterdikleri yetkinlik, toplum yönetimindeki sıraları vb. bakımdan az ya da çok üstün oldukları ya da böyle tutuldukları dönemlerin ve toplumların varlığını biliyoruz. Ne var ki bu dönemler ve toplumlar, tüm bir geçmiş içinde, göreceli olarak çok kısa zaman dilimlerini kapsamaktadır:
Cinsiyet, biyolojik ve fiziksel yapı, bu yapının doğurduğu ekonomik bağımlılık ve ruhsal yapılanma ya da oluşma, tarihteki ekonomik sistemler; feodalizm, kapitalizm, yakın geçmişteki endüstrileşme, iç-dış savaşlar, günümüzün moda deyimiyle, ‘’liberal ekonomi,’’ rekabet, kadınların eğitimine verilen önem, özellikle de din ve din kurucuları peygamberler gibi öğeler; kadın-erkek eşitsizliğinin, daha doğru bir deyimle kadın cinsine her yönden ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasının temel nedenleridir.
Ne erkeklerin ‘’kaba, bencil’’, ne de kadınların ‘’ince, duyarlı, romantik’’ ruhları ( ! ) bu eşitsizlikte temel rol oynamazlar! Çevrenize şöyle bir göz atarsanız’’erkek gibi kadın’’ların, ‘’kadın gibi erkek’’lerin sanıldığından çok olduğunu görürsünüz. Her iki cinsin içinde ‘’adam gibi adam’’ olanlarınsa insanlıklarının gereği bazen bir aşk meleği kadar romantik, bazen bir kelebek kadar narin, bazen bir ev köpeği gibi alıngan ve kırılgan, bazen azrail kadar can alıcı, bazen gözünü kan bürümüş bir aşık kadar kıskanç, bazen de devlet ihalesi kapmış bir müteahhit kadar gaddar ve çıkarcı olabildiklerini saptayabiliriz! Çünkü insandırlar ve Terence’nin dediği ‘’insani olan hiçbir şey onlara yabancı değildir!’’
O halde ön yargılarımızda kurtulup ‘’kaba ruhlu erkek’’, ‘saçı uzun aklı kısa kadın’’ gibi beylik sözlerden sıyrılıp ‘’eksik etekle, uzun pantolonun; kısa saçla, uzun saçın birbirine iyice karıştığı günümüzden gerilere gitmek, bu eşitsizliğin kaynaklarına inmek gerek.
Dilerseniz işe sondan başlayalım: Eğer gerçekten kadın-erkek eşitliğinden yanaysanız ister kadın, ister erkek olunuz, bu eşitlik isteminin özünü görmek gerekir:
Kendi bedenini özgürce kullanma.aşağılanmadan,ayıplanmadan,korkmadan özgürce yaşama ve özgürce cinselliğine egemen olma! . Sorunun büyük ölçüde özü, özeti bu!
Yemek,içmek,barınmak,üretmek, sevmek, sevilmek, sevişmek,özgürlük,kendi kendine egemen olmak, yaşamın özüdür. Yaşamın ta kendisidir! Ayrıca yaşamsal bir zorunluluk ve insanın duyabileceği en yüce hazdır. Bunların- örneğin özgürce sevişmenin – önüne konulan her engel, her eşitsiz kural ,cinsler arasında arasında eşitsizliği,dolayısıyla gerginliği,düşmanlığı,çatışmayı doğurur. Geçmişten günümüze, kadın hakları ya da başka adlarla verilen mücadelenin özü, temeli, söylense de söylenmese de cinsel özgürlük, bir başka deyişle aşağılanmadan sevişebilmek’tir. Ekonomik de dense, hukuksal da dense, sosyal, eğitsel de dense,ahlkî baskılarla söylenmese de kadına özgürlük ve eşitlik istemlerinin altında, özünde, sonucunda pek dillendirilmese de, büyük ölçüde bu kavram yatar.
Erkek, göreceli olarak, bedeninin sahibidir. Kadın da bedeninin sahibi olmak istemektedir. Sorunun özü bu derece basit, somut ve açıktır.
William Reich’ın bir tümcesini anımsar gibiyim:’Canlı varlıklar arasında cinsel dürtülerini baskı altına alan tek canlı insandır ve tüm canlılar arasında toplu savaşlar sadece insanlar arasında vardır.‘’ Tarihe bir göz attığımızda bir çok savaşın ‘’cinsellik’’ yüzünden çıktığını görürüz. Mitoloji de hep bu; aşk eşittir cinsellik masallarıyla dolu değil mi?
İlkel insanların toplumsal ve cinsel ilişkilerine değgin bilgilerimiz çok yoksa da, basit bir uslamayla onların uzunca bir süre karışık, düzensiz bir toplumsal, cinsel yaşam sürdüklerini varsayabiliriz. Soğuğun egemen olduğu bir çağ ya da ülkede, çıplaklığın cinsel bir çekicilik olacağını, tersine, çok sıcak ülkelerde de, söz gelimi, giyimin, kapalılığın, bir cinsel cazibe durumuna geleceğini kestirmek zor olmasa gerek.
Cinselliğin, ilk insanlar arasında da, çok eskilerden beri, bir yeri ve bir yaşam kadar önemli olduğunu; bulgulanan mağara resimlerinden, tahta, çamur, maden heykel ya da heykelciklerden anlamak olası.Av ve cinsellik! Bulgulanan en eski mağara resimleri büyük oranda hep bu iki konuyu anlatmaktadır. Lande’larda bulunan ve yirmi bin yıl öncesine ait olduğu söylenen resimler, Laussel mağarasında bulunan çiftleşmeyle ilgili resimler ve daha başkaları, mağara devri insanlarının da bu iki yaşamsal olaya,ava ve cinselliğe,bir başka deyişle,yaşamaya ve üremeye,beslenmeye ve hazza ne denli büyük önem verdiklerinin kanıtıdır: Mide-yaşam, cinsellik-haz ve üretme.
Konunun uzmanları M.Ö. 10000 ve 5000 yılları arasında, insanların belirli kurallar oluşturmadan çoğaldıklarını, cinsel yönden karışık bir yaşam biçimleri olduğunu, bunun doğal sonucu olarak da çocukların babalarının kim olduklarının bilinmesinin güç olacağından, çocukların esas sahibinin ana olduğunun kabul edildiğini ve de anaerkil bir düzenin kendiliğinden varolduğunu yazıyorlar.Bu nedenle olsa gerek ünlü Goethe:”Babalık bir iyi niyet sorunudur!”diyor herhalde!Gerçekten de, ilkel toplumlarda kadının erkekten üstün tutulduğu konusunda birçok yazar ve düşünür birleşmektedir. Engels bu konuda şöyle der:
‘’İlkel tarihin incelenmesi, bize, erkeklerin polygamie halinde yaşarken, karılarının da aynı zamanda polyandrie halinde yaşadıklarını, ve bu sebeple ortak çocukların herkesin çocuğu olarak kabul edildiği durumların varlığını gösteriyor ki, tek-eşlilik biçimine varılmadan önce, bu durumlar birçok değişikliklere uğramışlardır. Bu değişiklikler, başlangıçta çok geniş bulunan ortaklaşa evlilik ilişkisi çemberinin giderek daralması sonunda bugün ağır basan karı-koca evliliği (mariage conjugale) haline gelmesi şeklinde oluşmuştur.
Morgan’a göre aile düzeni şu aşamalardan geçmiştir:
1)KANDAŞ AİLE ( Ailenin ilk aşaması) Bu aşamada karı-koca grupları, kuşaklara göre ayrılmışlardır. Ailenin sınırları içinde, bütün büyükbabalar, büyükanneler, kendileri aralarında karı-kocadırlar; onların çocukları, yani analarla babalar için de durum aynıdır. Bunların çocukları da kendi aralarında üçüncü bir ortak eşler çemberi ve bu çocukların çocukları yani birinci kuşağın torun çocukları dördüncü çemberi meydana getireceklerdir…
2)ORTAKLAŞA (PUNALUENNE) AİLE: Örgütlenmenin ilk adımı ana babayla çocuklar arasındaki karşılıklı cinsel ilişkinin yasaklanmasından ibaretse, ikinci adımı da kardeşler arasındaki cinsel ilişkinin yasaklanması olmuştur. İlgililerin büyük bir yaş eşitliği içinde bulunmaları sebebiyle, bu ilerleme, birinciden son derece önemli, ama çok daha güç idi. Büyük bir olasılıkla önce karındaş(uterin) – yani ana tarından- kardeşler arasındaki cinsel ilişkilerin yasaklanmasıyla bu ilerleme, yavaş yavaş gerçekleşti.
3) İKİ BAŞLI AİLE (La famille appariee) : Bir erkekle, bir kadını az çok uzun bir zaman dilimi için birbirine bağlayan belirli bir evlenme biçimi, grup halinde evlenme rejimi zamanında, ya da daha eskiden mevcuttu; erkek, birçok kadın arasında bir esas kadına sahipti (henüz bir gözde’den söz edilemez) ve onun için öbürleri arasında, esas kocaydı.
4)TEK –EŞLİ AİLE : ( La famille monogamique ) Tek eşli aile, barbarlığın orta ve yukarı aşamaları arasındaki sınırı teşkil eden çağda, iki-başlı aileden doğar; kesin zaferi, başlangıç durumundaki uygarlığın işaretlerinden biridir. Babaları kesinlikle bilinen çocuklar yetiştirmek amacıyla, bu aile erkek egemenliği üzerinde kurulmuştur; babalığın kesinlikle bilinmesi gerekliydi, çünkü bu çocuklar, dolaysız mirasçılar olarak bir gün babalarının servetine sahip olacaklardır. Tek-eşli aile, iki-başlı evlilikten, artık taraflardan ikisinin de istedikleri zaman çözemeyecekleri evlilik bağının daha sağlamlaşmasıyla ayrılır. Genel kural olarak, şimdi yalnız erkek bu bağı çözer ve karısını boşayabilir. Sadakatsizlik hakkı, ayrıca, hiç değilse âdet tarafından, şimdiye kadar erkeğin tekelinde bırakılmıştır.( Engels.Ailenin ,Özel Mülkiyetin ve Devletin kökeni. )
Geçmiş toplum ya da kavimlerde kadını yerine göz atmadan önce August Bebel’in bu konuda söylediklerini okuyalım:’’….. Babilde, Mısırda, Asurilerde, Yunanlılarda, Romanın kuruluşundan önceki İtalyan aşiretlerinde, Gallerde, Perslerde, Gantabriyalarda, Almanlarda olduğu gibi, bu zamanlarda kadın şimdiye kadar hiçbir dönemde görmediği yere sahip olmuştur. Tacitus ‘’Germanya’’ adlı kitabında der ki: ‘’Germanlar, her kadının içinde kutsal, peygamberce bir şeyin yaşadığına inanırlar. Bu nedenle kadının düşüncelerine saygı duyar, öğütlerini dinlerler. Heredot’a göre Schian Kadınları savaşa katılırlardı, bekar bir kız bir düşman öldürmedikçe evlenemezdi.
İlkel dönemlerde kadınla erkek arasındaki bedensel ve düşünsel ayrılıklar, bugünkü kadar değillerdi .
Bu aşiretlerin kadınları, bedensel güç ve yaratıcılık yönünde erkeklerden geri değillerdir…(August Bebel: Kadın ve Sosyalizm.)
Gerçekten de, geçmiş uygarlıklarda kadınların toplumdaki yerini inceleyen birçok araştırmacı, yukarıdaki saptamalara benzer kanılara ulaşmışlardır. Örneğin Dr. Andre Morali- Danios Cinsel ilişkiler Tarihi adlı eserinde özetleyerek vereceğimiz şu kanılara ulaşır:
MISIR: Kadınların toplumsal ve dinsel yaşamda hâlâ çok önemli oldukları eski uygarlıkların tipik örneğidir.
BABİL: Babil uygarlığında kadınlar toplumsal bakımdan aşağıdırlar ama yine rollerini oynamaya devam etmektedirler. M.Ö. 2000 de Kral Hamurabi 64’ü aileye ilişkin 252 maddelik bir yasa çıkardı. Evlilik tek eşliydi. Özellikle kadın kısır ya da hasta olduğu zaman nikahsız ‘’cariye’’, ‘’odalık’’ tutmak yasaya uygun davranıştı. Çocuk olmazsa boşanmaya izin vardı… Erkek boşanma isteyebilir, o zaman kadın drahomasını alıp giderdi… Cinsel suçlar ağır ceza görürdü. Baştan çıkardığı kızla evlenmeye yanaşmayan erkeğin kafası kesildiği bile olurdu. Kocasını aldatan kadın zamparasına bağlanarak suya atılırdı. Asur egemenliğinde ise kadının burnu kesiliyor, suç ortağı da hadım ediliyordu.
İSRAİL: Evlilik bir ödevdi. Koca ölünce, onun küçük kardeşinin, miras yeğenlere gitsin diye, dul yengesiyle evlenmek ödevi vardı. Eşe bağlılık, özellikle, kadın için zorunluydu. Görünürdeki silik durumuna rağmen kadın, evde çoğu zaman toplumsal işlerde önemli rol oynardı. Musa’dan önceki Yahudilerde kız ve erkek kardeşlerin birbiriyle evlenmeleri yasaklanmış değildi… ‘’Baba-bir’’ kız ve erkek kardeşlerin evlenmelerine izin vardı da ‘’ana-bir,’’ ‘’baba-ayrı’’ kız ve erkek kardeşlerin evlenmeleri yasaktı. Bu da o çağda, anneden olma çocukların, torunların, daha önemli olduklarını açıkça göstermektedir.
HİNDİSTAN: Eski Hindistan da kadın, erkeğin mutlak egemenliği altındaydı… Kadının kocasına mutlak bir sadakat göstermesi şarttı. Evlilik ölümden sonra da devam ederdi; gerçektende M.Ö. 2000 yıllarında, Ari dili konuşan oymaklarda Sati ya da dul kadınların da ölen kocalarıyla birlikte yakılmaları geleneğine rastlanmaktadır
YUNANİSTAN: Atina’da geç evleniliyordu. İşin tümünü Perikles yasalara bağladı. Evlilikte erkek mutlak anlamda efendi idi. Doğan çocuğu kabul de, red de edebilirdi. Kadınlar dış âlemde el-etek çekmiş bir yaşam sürerlerdi. Evlilik toplumsal bir kurumdu. Cinsel ve duygusal bakımdan çekicilik dışarıda, fahişelerde aranırdı. Bu yüzden de sık sık görülen aile geçimsizlikleri ve Sokrates’in karısının örnek olduğu- geçimsiz ve ters kadın tipi bir çok güldürülerde yer alırdı.
Kadınlardaki bu sinir halini Hipokrat anlatıyor: ‘’ Dölyatağı sık sık sperma ile ıslanmazsa kanı, bedenin öteki bölümlerine hücum etmesine sebep olur. Bu hastalığın adına isteri denir. Hastalık; evlenme ve cinsel ilişkilerle iyileşir…”
Nitekim daha sonra Eflatun, Site adlı eserinde erkekle kadın arasındaki eşitsizliğin daha ufak ölçüde olması gerektiğini savunacaktır… Daha o zamanlar, Aristophanes’in bir güldürüsünde (Lysistrata) kadınların, aşağı durumları dolayısıyla başkaldırarak, erkekleri cinsel bakımdan tatmin etmemek için, birleştikleri görülür. Sapho ile kurduğu lesbos şiir okulu daha da ileri gider ve kadınların bir çeşit cinsel kendilerine yeterlilikleri düşüncesinin öncüleri olurlar… Aristophanes’in şu ünlü tirad’ını herkes bilir:’’ Ancak ruhları ve bedenleriyle kendilerini erkeklerle sevişmeye adamış delikanlılardır ki sonradan devlet başkanı olurlar.’’ Eflatun göksel sevginin ancak erkekler arasında var olabileceğini söyler… Homoseksüellik bir çok toplumsal karışıklıklara yol açmıştır. Eflatun bile ilkin bunu göklere çıkardıktan sonra, yerin dibine batırmıştır.’’
ROMA: Roma toplumu başlangıçta bir tarla açıcılar ve askerler toplumu idi. Bunda kadınlar, yalnız kadın oldukları için değil, bir ölçüde az bulundukları için de değerliydiler. ( Altı kadına yedi erkek düşüyordu) Kadınlar bir fatihler ve sömürgeciler toplumunun direği olan, aklı başında kişiler olarak saygı görüyorlardı… Kız, babasından satın alınıyordu. Servetlerin har vurulup harman savrulmasını önlemek için drahoma rejimi ve mal ayrılığı sistemi konuldu. Drahoma, babanın mali gücünü gösterdiğinden, tüccarlaşmış olan Roma’da, kadına yeniden değer kazandırdı… İşin tuhafı şu ki, kadının maddi bakımdan böyle değer kazanması, evlilik bağlarının zayıflamasıyla at başı beraber gidiyordu. Kadınların sadakatsizlikleri eskisi kadar sertlikle cezalandırılmıyordu. Söz gelişi, koca uzun zaman askerde kaldığı ve daha sonra da sadece askere çağrıldığı zaman, ayrılmaya izin vardı. Kadın bir sözleşmeyle bir arkadaşa devrediliyor; böylece de çoğunlukla belirli bir zamandan beri sürüp giden gayri meşru bir ilişki yasal bir biçime sokulmuş oluyordu. (Dr.A.Andre Morali Danias. Cinsel İlişkiler Tarihi)
ESKİ TÜRKLERDE KADIN
Türk topluluklarının ‘’ana – erkil’’ dönemi hakkında pek bilgi yoktur. İlk Türk toplulukları ‘’ata- erkil ‘’ özellikler gösterir. Ancak efsaneler, bazı gelenekler, Türklerin bir ‘’ ana-erkil’’ dönemden geçtiğini gösterecek niteliktedir. Örneğin Göktürklerin kökeniyle ilgili efsanede, Türkler dişi kurttan türerler. Ana kurttan gelen Apangu, on kadınla evlenir. Doğan çocuklar babanın değil, ananın soyadını alırlar. Egemen boyları Türk sayılan TO-ba’lar(tabgaçlar), efsaneye göre, bir Hun kadını ile Çinli erkeğin evlenmesinden çoğalırlar. Hunlarda ana egemenliği var olduğundan, doğan çocuklar ana soy zincirine uygun biçimde, Çinli değil, Hun sayılırlar.
Efsanelerin yanı sıra, Türk boyları ile ilgili bazı bilgiler, ‘’ana-erkil’’ kalıntı izleri taşımaktadır. Örneğin Uygarların atası sayılan Töles boylarının bazılarında, çocuk doğuncaya kadar erkek, kadının ailesinin evinde oturur. Çin’in kuzey komşusu bazı boylarda erkek, kadının ailesine gider, aile içinde çalışır, kadının bütün akrabalarına hizmet eder. Siyasal işlemlerde kadınlar öğüt verir. Türk boylarında erkek çocuk sahibi kadına tanınan üstün mevkii, hatta oğul adına hükümdarlık bile yapabilme ayrıcalığı ve ananın erkek kardeşi dayıya verilen özel önem, ‘’ ana-erkil’’ düzenin kalıntıları sayılabilr.(Doğan Avcıoğlu.Türklerin Tarihi.Tekin Yayınevi)
Türkler İslamiyeti kabullenmeden önce dinleri Şamanizm idi. Bu dinde Tanrı ve Tanrıçalara inanılırdı. Ve en büyük, en güçlü tanrıça ‘’Ana tanrıça’’ idi. Dr. Bahriye Üçok.Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar adlı yapıtındaükümdarlar adlı yapıtındaHükümdar bu konuda şunları yazıyor: “Şamanizm inançlarında doğum, iyilik, aşk gibi güzel olan her konuya ‘’tanrıça’’ adı verilmiştir. Orta Asya Türklerinde de kadın kutsal bir yere sahipti. Devlet yönetiminde ‘’Hakan’’ kadar ‘’Hatun’’ da söz sahibiydi. Yasa niteliğindeki emirnameler Hatun’un imzası olmadığı müddetçe uygulanamazdı… Eski Türklerde kaç-göç ve örtünme yoktu. Evlilik monogami esasına dayanırdı. Kadın, velayet ve mülkiyet hukukunda, erkekle eşit haklara sahipti.
Cengiz yasasında boşanmada üstünlük hakkı kadına verilmiştir.
Delhi Türk Devleti’nde Raziye Sultan, Kirman’da Kutluk Hükümdarı Türkan Hatun gibi, tarihte devlet başkanlığı yapan ilk kadınlar da Türktür… Örneğin Cengiz Han’ın gelini, Ögedey Han’ın karısı ‘’Turakina’’, Kocasının ölümünden sonra dört yıl hükümdarlık yapmış ve hatta Fatma Hatun adında bir kadını da başvezir olarak çalıştırmıştır.(Doğan Avcığlu,age)
Bir başka yazar .Meral Altındal,Osmanlıda Kadın adlı yapıtında bu konuda: “İslamiyeti kabul etmeden önce Hun, Uygur ve Oğuz Türklerindeki ‘’Hatun’’ Anadolu’daki ‘’kraliçeliğe benzer durumdaydı.’’ diyor.
Değerli araştırmacı, bilim adamı İlhan Arsel de ‘’Şeriat ve Kadın’’ adlı eserinde Eski Türklerde kadının yeri konusunda şunları yazar: “Eski Türklerde, özellikle Şamani döneminde, kadınlı erkekli dini toplantılar tertip edildiği, aynı yerde hep birlikte ayinler düzenlendiği, toplantıya katılanların bir daire halinde yere oturdukları, kadın ve erkeklerin mevki ve yaşlarına göre sıralandıkları anlaşılmaktadır.Öte yandan M.S 720 yılında Gültekin(Kül-Tekin) için dikilen Tonyukuk ve 734 yılında Bilge Han adına dikilen Orhun kitabelerinden anlaşılmaktadır ki, eski Türklerde kadın , siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda özgürlüğe sahip bir varlıktır. Hatırlatalım ki Bilge Hatun, ki Gültekin’in annesiydi, devlet devlet yönetiminde pek başarılı işler görmüştür. Gültekin Han ise iktidarı eşi Kutlulu Sultan ile birlikte kullanmıştır.’’
Arsel, 12. Yüzyılın tanınmış tarihçilerinde İbn Cübeyr’e dayanarak Türk kadınının toplum yaşamlarındaki önemli yerini ve değerini açıklar ve İbn Cübeyr’in ‘’ …imparatorluk- lar gezdiğini ve fakat hiçbir yerde Türk ülkelerinde olduğu gibi kadına değer verildiğine tanık olmadığını’’ söyler. (age)
‘’ Türkiye’de Kadın Sorunu’’ başlıklı incelemesinde, Sevinç Dinçer ‘de: “Eski Türk kavimlerinden bugünkü Türk toplumuna kadar her toplumsal aşamada kadının belirli bir statüsü olduğu gibi her toplumda da kadın, içinde bulunduğu toplumsal sınıfın gereklerine uygun rol oynamıştır.’’ der.
YARATILIŞTA KADIN
Yaratılış masalları tüm dinlerde az çok birbirine benzer: Anlatılan öykü ne olursa olsun hepsinin ortak özelliği; mantık dışılığı ve bilim karşıtlığı ve kadının suçluluğudur!
Kur’an’a göre evren altı günde yaratılmıştır. Ancak gene kur’ana göre aslında bu altı güne de gerek yoktur. Çünkü: ‘’Gökleri ve yeri yaratan (yoktan vareden) Allah’tır. O bir işin olmasını dilerse, ona “ ol!’’ der ve olur. (Bakara- 117) Ama bir başka yerde ‘’dünyamız’’ iki günde yaratılmıştır: “De ki: Siz gerçekten yeri iki günde yaratanı inkâr edip duracak mısınız?…’’(Fussilet-9) Çeşitli Kur’an çevirilerindeki birbirini tutmazlıklar,ayrı anlamlar kazanmalar bir yana, dünyamızın iki günde yaratıldığı açık dille anlatılmış! Böylece yaratılış masalı sekiz güne çıkıyor! Kaça çıkarsa çıksın bizim açımızdan önemli olan, ‘’Ol’’ deyince her şeyi olduran Tanrının neden işi bu kadar uzattığı, uzattıktan sonra da Ademi balçıktan yoğurup yapan ve onun kaburga kemiğinden yarattığı kadının neden gene kendisinin yarattığı dinlerce(!) suçlu sayıldığıdır?
Kadınların suçlu sayılabilmesi için önce yaratılması gerek! Tabi ki her zaman herkesten sonra yeri olan kadının da(!) erkekten sonra yaratılması gerek!Bu nedenle yaratılış destanlarına göz atmakta büyük yarar ve zorunluluk vardır.
Müslümanların kutsal kitabı Kur’ana göre insan; genel olarak çamurdan, ama bazen süzme pişmiş çamurdan, bazen balçıktan, bazen özlü ve yapışkan, bazen pişmiş çamur gibi kuru balçıktan vb. yaratılmıştır. Ama burada da kesinlik yoktur. Çünkü: ‘’ Ve Allah, yerden bir ot bitirir gibi, sizi yetiştirdi.’’ (Nuh, 17)
Bu konuda şu yorumu ekleyelim: ‘’ İnsanın topraktan yaratıldığı sorununa gelince, bu iddia kur’anın fikir ve masal babası olan Tevrat’tan çok eskilere dayanır. Toprakla insan arasındaki renk benzerliği ve eski çağlarda toprak işletmeciliğinin gelişkinliği ve bu yolla insanın insan heykelleri yapabilmesi tanrının da ‘’yaratılışta ‘’ toprağı kullandığı düşüncesinin akla yatkın bir zemin bulmasını sağlamıştır. Üstelik toprağın, nedeni o günün insanınca açıklanamayan üretici karakteri de bu düşüncenin inandırıcılığını güçlendirmiştir; toprak kendisinden bitkileri yetiştirmektedir. O halde insanın özünü oluşturup onu yetiştirebilir! Nitekim Nuh- 17’de bu paralellik de vurgulanmakta, Allahın insanı yerden bitirir gibi yetiştirdiği iddiasında bulunulmaktadır.(Erdoğan Aydın,İslamiyet Gerçeği 2)
Bu konuda bu tür destanlara, efsanelere, masallara pek inanası gelmiyor insan aklının. Çünkü bir başka yerde deniyor ki: ‘’OL DEDİ OLDU’’ Böyle olunca da, yani ‘’ol ‘’ deyince olursa hem altı gün çalışıp yorulmaya, hem de insan’ın yaratılışını ertelemeye gerek kalmazdı. Neyse daha sonra da… yedinci gün erkeği şekillendirdi sanki başka malzeme kalmamış gibi çamurdan! Ama süzülmüş çamurdan! Ve ruhundan ruh üfledi. Bu üfleme önemli! Çünkü bu üflemeyi Meryem’in karnında göreceğiz, daha sonra da İslam’da da bir başka ‘üflemeden’ söz edilecektir.
Sonuçta erkek can buldu! Çamur, canlı bir insan-erkek oldu. Ete kemiğe büründü ADEM diye göründü! Yüce Tanrı baktı ki Adem garip, Ademin boynu bükük, Adem yalnız, Adem’in canı sıkılıyor.’’Şu garibe bir kıyak çekeyim, ona uslu uslu oynayacağı bir oyuncak, bir arkadaş yaratayım’’ diye düşünmüş olmalı ki Ademin sol böğründen bir kaburga kemiği çekip… Havva’yı yarattı! Kemiğe can vermek için ona da üflenmiş olmalı!’
Buraya kadar dediğimiz bir şey yok. Zaten olamaz da! İşte Adem, işte Havva!
İşte dağ, taş, ova, vadideniz, ırmak, hava, güneş, yıldızlar, çiçekler, böcekler, arılar, kuşlar…’’Cici cici, uslu uslu oynayın, kelebek yakalayın, böcek koleksiyonu yapın, kuşların kanatlarındaki tüyleri sayın, ırmaklarda, denizlerde çimin, plajlarda, kumsallarda güneşlenin, isterseniz kutsal zeytinimden yağ çıkarıp yeyin, sürünüp yağlanın, bronzlaşın, yorulunca ağaç kovuklarında, ağaçların üstünde, mağaralarda, çalılıklarda, dilerseniz açık havada bol bol uyuyun, karnınız acıkınca canınızın istediği şeyleri yiyin, sizden para pul isteyen de yok!… yalnııız, aha şu meyve ağacı var ya, sakın ola ona yanaşmayın! Hele de hele, meyvesinden zinhar yemeyin! Haaa bakın, buralarda şöyle kızıl renkli, uzun kulaklı, siyah kuyruklu, elinde bir ……. olan sapı silik görürseniz sakın ona uymayın! Onu da ben yarattım ama, yaramaz, söz dinlemez, isyankâr çıktı. Onun adı şeytandır. Söz dinlemiyor, daha önce yarattığım meleklerim gibi uslu değil! Meleklerim ne derse yapın, ama sakın ola o sapı silik şeytana uymayın! Ona uyarsanız,bu yasak meyveden yerseniz sizi cezalandırırım! Sakın ola Şeytana uymayın… Hadi göreyim sizi, anladınız değil mi?’’ ‘’ Tabi anladık şeytana uymayacağız!’’ demiş olmalılar Adem’le Havva.
Ama o zamana kadar çiğ süt bile emmemiş olan çamuroğlu Adem ile Ademkemiği Havva, elma mı, şeftali mi olduğu uzun, şiddetli, bilimsel tartışmalara neden olan ancak ayva(!) olduğu şimdilerde, tarafımızdan saptanan meyveyi, şeytanın yaptığı reklamlara kanarak yediler. Yiyiş o yiyiş! Adem babamız, kendisinden doğacak biz suçsuzlara çiğ süt emdirecek olan Havva anamızın, gizemli aygıtlarının farkına vardı. Havva anamızın da gözü Adem babamızın orta yerlerine kaydı derken… Ateş ve barut. Bummm! Bir düşünün hele, zamanımızdaki gibi karışan yok, görüşen yok. Ayıp da henüz icad edilmemiş! İş, güç, geçim sıkıntısı, kaynana zırıltısı, ev derdi, kira derdi, enflasyon bunalımı yok, çevre kirliliği yok, bekaret kontrolü, nişan, düğün, nikah zorunluluğu yok. Meyveyi, yasak meyveyi yiyince ayrımına vardıkları aygıtlarını deneyip duruyorlar Adem Babamızla, Havva Anamız… Denesinler,cezasını onlar çekecekler ,kime ne? Diyeceğiz ama,işin aslı astarı öyle değil işte. olan bizlere oluyor!!
Bir efsanede, bir masalda, destanda daima biraz abartı, biraz güldürü, biraz mizah vardır! Ama biz şimdi kutsal kitaplara ciddiyetle göz atalım.
Tevrat’ta Yaratılış
Bilindiği gibi Tevrat’a göre tanrı, evreni her şeyiyle birlikte altı günde yaratmıştır. ‘’ Bu kadar zamana ne gerek vardı!’’ diye ahkâm kesmeyelim! Tanrının işine karışılmaz, ister altı günde yaratır, isterse ‘’ol’’ der oldurur. O, onun işi!Tavrat’ı okuyalım :
‘’İlkin göğü ve yeri yarattı. Yer bulanık ve boş idi.
Ve Tanrı dedi: ‘’Işık olsun!’’. Ve ışık oldu. Tanrı ışığın güzel olduğunu gördü, -demek ki kendi yarattığı ışığın ne menem bişey olduğunu daha önceden bilmiyormuş! -Aydınlığı karanlıktan ayırdı. Tanrı aydınlığa gündüz, karanlıklara ise gece adını verdi. -Hangi dilde?!- Bir akşam bir sabah oldu. Birinci gün.
Tanrı dedi: ‘’ Suların ortasında bir kubbe olsun ve suları sulardan ayırsın!’’ Ve böyle oldu.- Demek ki buyruk vereceği birileri var!-Tanrı gökkubbesinin altında kalan suları, üstünde kalan sulardan ayıran gökkuşağını yaptı.- Bu kez işe kendisi koyulmuş! -Ve kubbeyi gök diye adlandırdı.-Hangi dilde?!- Bir akşam bir sabah oldu. İkinci gün.
Tanrı dedi: ‘’Yer, yeşilliklerle yeşillensin, otlar türlerine göre tohum taşısın, ağaçlar türlerine göre tohumlarını ihtiva eden meyveler versin. ‘’ Ve tanrı bunun güzel olduğunu gördü.-Yapıyor,yaptırıyor ve bakıyor ki güzel!- Bir akşam bir sabah oldu. Üçüncü gün.
Tanrı dedi: ‘’Gökkubbesinde, gündüzlerle geceyi ayırmak için ışıklı yıldızlar olsun, bayramlar için olduğu gibi senelerin günleri için de işaret olmaya yarasınlar. Ve böyle oldu. Tanrı iki büyük ışıklı yıldız yarattı, gündüzün gücü olarak büyük yıldızı, gecenin gücü olarak küçük yıldızı ve öbür yıldızları. Tanrı yeryüzünü aydınlatmak için onları gökkubbesine yerleştirdi. Ve Tanrı bunun güzel olduğunu gördü.- Tabii iş meydana çıkınca şöyle bir bakıyor ve ‘’Peh! Güzel oldu be… yalnız şu güneşi biraz sağa doğru çekin… tamam, iyi, şu yıldızı da biraz dünyaya yaklaştırın… falan diyor,her halde!-’’ Bir akşam bir sabah oldu. Dördüncü gün.
Ve tanrı dedi: ‘’Sular canlı mahlûkların sürüleriyle kaynaşsın ve yerin üstünde, gökler kubbesinin yüzünde kuşlar uçsunlar’’ ve Tanrı büyük deniz canavarlarını ve suların kendileriyle kaynaştığı, cinslerine göre hareket eden her canlı mahlûku ve cinsine göre kanatlı kuşu yarattı ve tanrı iyi olduğunu gördü-Dikkat edilirse önce güzel olup olmadığını bilmeden yaratıyor ve sonra da görüp beğeniyor hep!-… Beşinci gün.
Ve Tanrı dedi: ‘’Yer cinslerine göre canlı mahlûkları, sığırları ve sürünen şeyleri ve cinslerine göre yerin hayvanlarını çıkarsın!’’. Ve böyle oldu…Ve tanrı dedi: ‘’ Suretimizde, benzeyişe göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne hakim olsun. Ve Tanrı kendi suretinde yarattı, onları erkek ve dişi yarattı. Ve Tanrı onları mübarek kıldı. Altıncı gün.
Bu duruma göre Tevrat’ın tanrısı erkek mi, kadın mı ? Yoksa her iki cinsi de bünyesinde mi barındırıyor!?
‘’Böylece gökler ve yer ve onların bütün orduları tamamlandı. Ve Tanrı yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten, yedinci günde istirahat etti…’’-Demek ki ol deyince olduramıyor ve bizzat Yüce Tevrat Tanrısı işi kendisi yapıyor,oldukça da yoruluyor!-( Aktaran Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller, Kuranı Kerim ve bilim)
Yukarıdaki anlatımın eleştirisini, alıntı yaptığımız ‘’ İslamiyet Gerçeği’’ adlı kitabın yazarı Erdoğan Aydın’ a bırakalım :
‘’Yazarın da belirttiği gibi bu anlatım bütünüyle bilim dışıdır. Söz konusu dinsel rivayetin güneş ‘’yaratılmadan’’ (4.Gün) gündüz ve gecenin yaratıldığı (1.Gün) uzayda gündüz ve gecenin var olduğu, dünyadan önce suların varlığı, göğün suları ikiye ayıran bir boşluğun çatısı olarak görülmesi; güneşten önce bitkilerin oluşumu; güneşin dünyadan sonra ‘’ yaratıldığı’’, kuşların yer yaratıklarından önce ‘’yaratıldığı’’ gibi en basit bilimsel gerçeklere bile alenen ters düşen temeller üzerine oturduğundan kabul edilmezliği ortadadır’’
Haklı söze ve mantığa ne denebilir !?
İNCİLDE YARATILIŞ‘’YUHANNA- Bölüm 1. Başlangıçta Söz vardı.
“ Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi (tanrıdaydı) ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, tanrı’yla birlikteydi. Her şey O ’ nun aracılığı ile var oldu, varolan hiçbir şey Onsuz olmadı. Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar ve karanlık onu alt edememiştir(anlamamıştır).
Tanrının gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı o, tanıklık için,’ ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığı ile iman etsin’ diye geldi. Kendisi o ışık değildi, ama ışığa tanıklık etmeye geldi. Dünyaya gelen ve her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. O dünyaydı, Dünya onun aracılığıyla varoldu, ama dünya onu tanımadı. Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı onu kabul etmedi. Ancak, kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine tanrının çocukları olma hakkını verdi. Onlar ne kandan, ne bedenin istediğinden, ne de insanın isteğinden doğdular; tersine tanrıdan doğdular.
Söz insan olup aramızda yaşadı. Bizde O’nun yüceliğini Baba’dan gelen, lütûf ve gerçekle dolu olan biricik oğlun yüceliğini gördük. Yahya O’na tanıklık etti. Şöyle dedi: ‘’Benden sonra gelen benden üstündür. Çünkü o benden önce vardı diye sözünü ettiğim kişi budur’’.
‘’Dünyayı ve içindekilerin tamamını yaratan, göğün ve yerin Rabbi olan Tanrı, elle yapılmış tapınaklarda oturmaz. Herkese yaşam, soluk ve her şeyi veren kendisi olduğuna göre, bir şeye gereksinimi varmış gibi, ona insan eliyle hizmet edilmez. Tanrı tüm ulusları bir tek insandan türetti ve onları yeryüzünün dört bir bucağına yerleştirdi. Ulusların varolacağı belirli süreleri ve yerleşecekleri yerlerin sınırlarını önceden saptadı. Bunu kendisini arasınlar ve el yordamıyla da olsa bulabilsinler diye yaptı. Aslında Tanrı hiçbirimizden uzak değildir.
Elçilerin İşleri(Bilinmeyen Tanrıya)
Günah bir insan yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi.Kutsal Yasa ‘dan önce de dünyada günah vardı. Ama yasa olmayınca günahın hesabı tutulmaz. Oysa Adem’den Musa’ ya kadar ölüm, gelecek kişinin örneği olan Adem’in suçuna benzer bir günah işlememiş olanlara da egemendi. Ama tanrının armağanı Adem’in suçu gibi değildir. Çünkü birinin suçuyla birçokları öldüyse tanrının lütfû ve bir tek adamın, yani İsa Mesihin lütfûyla verilen bağış birçokları yararına daha da çoğaldı. Tanrının bağışı, o tek adamın günahının sonucu değildir. Tek bir suçtan sonra verilen yargı mahkûmiyet getirdi; Ama birçok suçlardan sonra verilen armağan aklanmayı sağladı. Çünkü eğer ölüm bir tek adamın suçu yüzünden o tek adam aracılığı ile egemen sürdüyse, Tanrının bol lütfûnun ve aklanma bağışını alanların bir tek adam, yani İsa Mesih sayesinde yaşamda egemenlik sürecekleri çok daha kesindir.
İşte, bir tek suç bütün insanların mahkûmiyetlerine yol açtığı gibi bir doğruluk eylemi de bütün insanlara yaşam veren aklanmayı sağladı.Bir adamın söz dinlemezliği yüzünden bir çoğu günahkar kılındığı gibi, yine bir adamın söz dinlemesi ile bir çoğu doğru kılınacaktır. Kutsal yasa suç çoğalır diye araya girdi. Ama günahın çoğaldığı yerde Tanrının lütfû daha da çoğaldı. Öyle ki tıpki günah ölüm yoluyla egemenlik sürdüğü gibi tanrının lütfû da Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile sonsuz yaşam vermek üzere doğrulukla egemenlik sürsün.(İncil)
KUR’ANDA YARATILIŞ
Kur’anda insanın(erkeğin) çamurda yaratıldığı , ondan da kadının yaratıldığı bir çok âyet ve sûre’de geçer. Biz bir bütünlüğü sağlamak amacıyla,,kadınla ilgili kısımları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları/86 ‘da yayınlanan ‘’Kuran-ı kerim ve açıklamalı meali’’adlı kitaptan olabildiğince yorumsuz ancak kafamıza takılan noktaları da belirterek, aktarmaya çalışalım.
‘’Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. (Nisa,1)
‘’Rahimlerde sizidilediği gibi şekillendiren O’dur. (Al-i İmran, 6)
‘’Sizi bir çamurdan yaratan O’ dur’’ ( En’am 2)
‘’Şüphesiz ki biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık’’(Saffat, 11)
‘’Hani Rabbin meleklere demişti ki ’Ben kupkuru bir çamurdan şekillenmiş karabalçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.’ (Hicr, 28-29)
‘’Sudan ( meniden) bir insan yaratıp ona nesep ve sıhriyet (kan ve evlilik bağından doğan) yakınlığa dönüştüren O’dur. (Furkan, 54)
‘’İncire, zeytine, Sina Dağına ve şu Emin Beldeye yemin ederim ki biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. ‘’( Tin ;1,2,3,4,5)
‘’Ey insanlar! , gerçekten biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık’’( Hücurat 13)
‘’..atılan bir sudan yaratıldı.( o su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar.’’( Ta’rık 5,7 )
‘’… biz sizi, topraktan sonra nutfeden, sonra alakadan( aşılanmış yumurtadan) sonra uzuvları(önce) belirsiz, sonra belirlenmiş canlı et parçasından( uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık.’’( Hacc, 5)
‘’Andolsun ki biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık, sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka( aşılanmış yumurta ) yaptık, peşinden alakayı bir parçacık et haline soktuk. Bu bir parçacık eti kemiklere(iskelete) çevirdik, bu kemikleri etle kapladık, sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik…’’((Mü’minun 12,13,14)
‘’Sizi topraktan, sonra meniden , sonra alakadan(aşılanmış yumurtadan) yaratan, sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü, kuvvetli bir çağa erişmeniz sonra da ihtiyarlamanız…’’(Mü’minun 67)
‘’O (döl yatağına) dökülen meniden bir damla su değil miydi? Sonra o (meni) bir alaka olmuş, derken (Allah onu) insan biçimine koyup yaratmış, düzenlemiştir.’’(Kiyâme, 34-40)
‘’O (Allah) ki yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır… Sonra da onu tamamlayıp şekillendirmiş ona ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır.’’ (Secde,7,99)
‘’Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı.’’(Nahl, 72)
‘’Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının ) delillerindendir.’’ (Rum,21)-Buradaki cins sözcüğünü ‘insan cinsi ‘olarak anlamak gerek-
‘’Ey insanlar! Gerçek şu ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.’’ (Hücurat, 113)
‘’Sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? (Mürselat, 12)
‘’Ey insanlar! Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik.’’ (Mürselat, 20,21,22)
‘’Allah her dişinin neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi artık yapacağını bilir.’’(Ra’d, 8)
‘’Sizi dileyeceğimiz belirli bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz.’’(Hac,5)
‘’…. Rahimlerde olanı da o bilir.’’ (Lokman, 34)
‘’Gerçekten meniden rahme döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti o yarattı.’’ (Necm, 45,46)
‘’O halde rahimlere dökülmekte olduğunuz o meni nedir? Bana haber verin. Onu siz mi insan suretine getiriyorsunuz? ‘’ (Vakıa, 58-59)
‘’O insanı bir alakadan yarattı.’’ (Alak, 2)
‘’O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra ( kendine has bir şekilde)
semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti)… (Bakara, 29)
‘’Biz : Ey Adem ! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. (Bakara 35)
‘’Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı…’’(Bakara,36)
‘’Bu durum devam ederken Adem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbelerini kabul eden ve merhameti bol olanlardandır.’’ (Bakara,38) –Anlaşılacağı üzere; Adem Allah’tan ilhamlar alıyor, bir başka deyişle Allah Ademe ‘’Gel sen tevbe et ben de seni affedeyim’’ diyor, Adem de tevbe edince Allah bu tevbeyi kabul ediyor. Peki Havva? O şimdilik ortalarda gözükmüyor, ezeli ve ebedi cezasını çekmeye devam ediyor olmalı!-
‘’Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Adem’e secde edin! diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.’’ (A’raf,11)
‘’(Allah buyurdu ki) Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz. Derken şeytan birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı’ sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz ‘diye yasakladı dedi… Böylece onları hile ile aldattı . Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü… (A’raf, 19-20,22)- Dikkat edilirse bu ayette şeytan ikisini de aldatıyor!-
‘’Sizi bir tek candan (Ademden yaratan ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O ‘dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yükledi (hamile kaldı) onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rab’leri Allah’a Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden olacağız diye dua ettiler’’ (A’raf, 169)
‘Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘’Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!’’ (Hicr: 26-27-28-29)
‘’Derken şeytan onun aklını karıştırp ‘’Ey Adem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanat göstereyim mi? Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar…’’(Ta’ha: 120-121)
-Burada ise şeytanın Adem’i baştan çıkardığını anlıyoruz. Öyleyse Havva’nın suçu ne?-
‘’Allah sizi(önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler(erkek-dişi) kıldı…’’(Fatır, 11)
‘’Allah sizi bir tek nefisten (Adem’den) yarattı. Sonra ondan da eşini yarattı. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalarda geçirerek yaratıyor…’’(Zümer,6)
‘’Allah! Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerde misin? Dedi’’(Sad-75)-Demek ki Allah’ın iki eli var! İnsanı da(Adem’i) iki eliyle yaratmış! –
Kur’anın kadın ve yaratılış hakkındaki ayetleri genel olarak bunlar. Şimdi de Türk yaratılış efsanesine bir göz atalım.
TÜRK EFSANESİNDE YARATILIŞ
’’İnsanın yaratılışıyla ilgili bir Türk efsanesi de grup halinde evliliğe dayanıyor: Çin sınırına yakın Karadağ’da, sular bir mağarayı doldurur ve insan biçiminde bir çukur açar. Güneş sıcaklığı ile insan biçimindeki model can kazanır ve Ay-Atam yeryüzündeki ilk insan olur. Ay-Atam kırk yıl yalnız yaşar. Mağaraya ikinci bir su akımı olur. Ve bu kez bir kadın yaratılmış olur. Sonra da bu ikisinden kırk çocuk doğar ve bu çocuklar birbirleriyle evlenerek ürerler.’’ (Türklerin Tarihi,Doğan Avcıoğlu)
– Bu efsane biraz moral verici! Demek ki ilk insan yirminci yüzyıl insanlarından daha güçlü ve de uzun ömürlüymüş! Ay-Atam kırk yıl yalnız kalmış, eh hadi tarihte benzerleri olduğu gibi, on iki yaşında da Ay-Anam’la hemhal olsun! Eder elli iki. Ay-Anam on sekiz ayda bir çocuk doğursa, kırk çocuk için ister altmış yıl. Ay-Anam geldi yetmiş iki yaşına, Ay-Atam erişti yüz on ikiye! İsterseniz siz, ikiz, üçüz, doğurma üzerinden ya da ya da menepoz hesabından bu hesaplamayı yapabilirsiniz!-.
fsanelere ‘efsane’ deyip geçebiliriz de, iş kutsal kitaplardan kaynaklanınca insanın biraz daha derin düşünmesi gerekiyor gayet tabi!!
Bir çok araştırmacı, gerek Orta Asya Türkleri, gerek İslam öncesi Şamani dönem Türklerinin kadına, en azından, Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinden sonraki dönemlerde olduğundan daha çok fazla değer verdiklerini kabul ederler.
M.S. 720 yılında, Doğu Göktürk İmparatorluğunun baş danışmanı Tonyukuk adına, onun ölümünden sonra, Bilge Kağan buyruğuyla dikilen ve halen bugünkü Ulanbator yakınlarında, Tola Irmağının sağ kıyısında dikili olarak ayakta duran taş yazıttan ve Orhun Irmağı kıyısında bulunan diğer iki yazıttan Göktürklerde kadına da yöneticilik görevi verildiğini, kadının toplumda saygın bir yeri olabildiğini öğrenmiş bulunuyoruz.
‘’Üstte Türk Tanrısı,
Kutsal Yer ve Su tanrısı
Şöyle buyurmuş:
‘’Türk milleti yol olmasın’’ demiş
‘’Millet olsun!’’ demiş.
Babamı, ilteriş’i karanlığa
Annemi, ilbilge’yi
Hatunluğa yükseltmiş.
Gökyüzünden onları
İkaz edip uyarmış.’’
( Geza Kepes. Orhun ve Tola ırmakları boyunda, taşlara işlenmiş destanlar)
Bu kısacık alıntıdan kadınların, en azından Kağan’ın eşinin devlet yönetiminde görev üstlendiğini ve ‘’Hatunluk’’ denilen bir kurum olduğunu, işin daha ilginç yanı, Göktürklerin Türk Tanrısının, Yer ve Su tanrısının kadını, ‘’Hatunu’’ ciddiye alarak, aynen ‘kağan’ gibi ikaz edip uyardığını(!) öğreniyoruz.
Tek tanrılı dinlerin tanrılarının kutsal kitaplarda ‘eksik etek,saçı uzun aklı kısa kısmına’ pek seslenmediği, seslendiği zaman da ‘dûn” olarak nitelediği ve de bilinen tanrıların hepsinin ‘erkek’ olduğu göz önüne alınırsa, bu üç Göktürk Tanrısından en azından birisinin ‘dişi’ olduğu varsayımı bile ileri sürülebilir!
Tarihte tüm din adamları ,gözleri kapalı,kulakları tıkalı, yıllarca fındık kabuğunu düşünmemeye körü körüne itaate ve inanmaya yöneltmişlerdir.Bunlardan belki Luter’i istisna tutmak gerekir ! Tüm dinlerde bu böyle. İslamda da. Örneğin :1554 yılında iki Suriyeli’nin bir başka kaynağa göre 1540’da Kanuni’nin Habeşistan Beylerbeyi Özdemir Paşa’nın İstanbul’a getirdiği kahve ,Osmanlı din alimleri!-Din alimi de olursa tabii!?- arasında yaklaşık 50 yıl, ‘’İslami açıdan kahve helâl mi, haram mı?’’ tartışmasına neden olmuş ve konu devlet sorunu gibi ele alınmış ve yüzlerce kişi kahve içtiği için idam edilmiştir.
1630’lu yıllarda Kadızadeliler Şeriat açısından ‘’sema yapıp devran dönmeyi, tef çalmayı, raksetmeyi, ney üflemeyi, müzik icra etmeyi, resim ve minyatür yapmayı… setre pantolon giymeyi, kaşıkla yemek yemeyi yasaklamıştır. (Peyami Safa,Türk İnkilabına Bakışlar)
OSMANLI’DA KADIN
16. 17. yüzyıllarda ne daha sonraları bunun gibi konuları ciddiyetle!(!) tartışan bir ülkede. ‘’Kadın Haklarının ‘’ gündeme gelmesi elbette beklenemezdi.Osmanlıda kadın hakları sorunu, azınlık hakları sorunuyla filizlenmeye başlar. Lale Devrinin zevk-ü sefasını yaşayarak az- çok özgürlüğün tadına varan Osmanlı kadını, bir yandan 1839’da Avrupa baskısıyla kabul edilmek zorunda kalınan Tanzimat Fermanıyla ‘’azınlık haklarından’’ da yararlanarak, aynı zamanda 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği eşitlikçi düşüncelerin etkisiyle yarı buçuk uyanarak, öte yandan Müslüman kadın-erkek arasındaki eşitsizliklerin ayrımına vararak en azından aydın kesimde, kadın haklarından söz edilir olmuştur. İlk kız okulu 1869’da açıldı. 1871-72 yıllarında Fatma Hanım isimli bir kadının Beşiktaş’taki Kız Rüştiyesinde Müdire olarak çalıştığını kayıtlardan anlıyoruz.
Tanzimat Aydınları ‘’Kadınlara sosyal haklar tanınması’’ yönünde yazılar yazmışlar ve Abdülhak Hamid: ‘’Bir milletin kadınları ilerleme derecesinin ölçüsüdür.’’ demiş ve bu özdeyiş bir çok kadın dergilerine slogan olmuştu.…
Nerden bakılırsa bakılsın bu sıralarda ve daha sonraki dönemlerde de konunun en ateşli savunucuları bile, konuya ‘’İnsani’’ açıdan bakamamışlar. Örneğin Batıcı Abdullah Cevdet ‘’Kadının asli görevi analıktır.’’ Ziya Gökalp ise: ‘’kadın kendisi için değil, erkek için, erkeğin daha mutlu olması için çalışmalıdır’’ demişlerdir.. 1893 yılındaki 6. sayısında Hanımlara Mahsus Gazete ‘’… Kadının birinci görevi kocasının rahatını temin etmektir.’’ diye kadının birincil görevini belirler.Doğaldır ki tüm bu sloganlar İslamî anlayışın yansımasıdır.
Batı özentisi içinde de olsa, Tanzimat Fermanının Batılılara tanıdığı haklardan da kaynaklansa; 19. yüzyılın sonlarında bir-iki kitap, yazı,roman,düşünce arz-ı endam etmeye başlar. İstanbul’larda.
I. Ve II. Meşrutiyet dönemlerinde ufak-tefek haklarla cins-i latifler de ‘’insan’’ yerine konmaya başlanır! 1858’deki arazi kanununda kız çocuklarına da mirastan
pay verilmesi öngörülür, Kölelik, cariyelik kağıt üzerinde kaldırılır! Aynı yıl kız rüştiyesi, daha sonra kız öğretmen ve de sanayi okulları açılır. Kadın sorunu ile ilgili yayımlar yapılır, çeviriler yayımlanır… Ancak tüm bu didinmelerin tümü de ‘’islami görüş’’ çerçevesindedir ve yanlışa mantıksal bir kılıf geçirmeye çalışmaktan öteye geçmez.
Arnavut kökenli Şemsettin Sami kadın hakları konusunda yazan Osmanlı düşünürlerindendir. Çok yönlü bir aydındır. Özel izinle Arnavutca kitaplar da yayımlamıştır. Bir çok sözlük ve çeviri sahibi olduğu gibi birkaç dergi, gazete de yayımlamıştır. 1879 yılında ‘’Kadınlar’’ adlı kitabı da yazmıştır. Zamanına göre oldukça ilerici ve ‘’insani’ yorumlar taşıyan yapıt, gayet doğaldır ki İslami sansürcülüğün elinden kurtulmak için zigzaglar çizmek zorunda kalmıştır. Bunu yapıtın sonundaki notuyla da açıklar. Aslında daha çok şeyler söylenebilir, yazılabilir ama ‘’…tab’ına ruhsat alınabilmek için… bazı bölümlerin çıkarılmasına.. mecburiyet hasıl olmuştur.’’
Neden yazmıştır bu kitabı Şemsettin Sami Çünkü: ‘’…insaniyetin bir bağçesi olan kadına hiçbir vakit bir nazar-i hakiki ile bakılmamıştır.’’ da ondan.
Yazar kadınların da erkeklerin yaptıkları birçok işleri, meslekleri yapabileceklerini sayar. Bunlardan terzilik, tıbbın bazı bölümleri, eczacılık,ticaret-mağazada satış yapma ve de defter tutma-işleri yapabileceklerini söyler.Ayrıca kadınların her türlü ilmi öğrenmeleri ‘’iktiza eylediğini’’ ve de ‘’.. tesirsiz bir aklın kelamı sukutundan ve hatadan da kurtulmak için edebiyat,coğrafya,tarih vesair ilimlerden bi haber olmaması iktiza eylediğini’’ de belirtir.
Hüseyin Kılıç’ın araştırmalarından 1892 yılında Mehmet Tahir adlı bir yazarın ‘’Teshil-i teehül’’ – Evliliğin kolaylaştırılması- adlı bir romanının varlığını da öğreniyoruz. Bu romanda evlilik kutsanmakta ve bunun yararları anlatılmaktadır!
Romanın yazarına göre :
‘’Evli olanlar, evli olmayanlara oranla daha az hasta olurlar!’’
‘’En tatlı ve en sürekli sevgi, karı-koca arasındaki sevgidir!’’
‘’Dışarıda büyük güçlüklerle boğuşan koca, karısının yanına gelince bütün üzüntülerini unutur. Çünkü herkes gönül okşamalarından hoşlanır! Bu işi ise, en iyi, kadın yapar!’’
‘’Evli bir yoksul, evli olmayan bir varsıldan daha mutludur!’’
‘’Evli olanlar daha sağlıklı ve düzenli olurlar!’’
‘’Evlilik ömrü uzatır!’’
Neyse! Yukarıdaki varsayımlar hiç değilse iyi niyetle söylenmiş şeyler. Şimdi; ‘’Mekteb-i Mülkiye-i Şahane Türki ve Darü’l Muallimin-i Rüşdiyye Arabi Muallimi Mehmet Sait’in’’, dördüncü baskısı 1893’te yapılan ve kızlar için açılmış olan Rüştiye okullarında ders kitabı olarak okutulduğu anlaşılan ve ‘’Maarif Nezareti Celilesinin ruhsatı ile tab olunmuş.’’ bir kitaptan söz edelim.
Adı: ‘’Vezafü’l-nas’’(Kadının görevleri) kitap kendini tanıtıyor:
‘’Alemde nasıl her eve lazım ise hanım
Her hanıma da iş bu kitap, öyle lazım.’’
Ana kızına öğüt veriyor:
‘’Kızım! Şimdiye dek konuşup görüşmediğin bir refike gideceksin. İmdi o zata sen:
.Cariye ol, köle ol,
.Azla iktifa eyle,
.Kocana uy,
.Kocanın göreceği yerlerini temiz tut,
.Kocanın alışkanlıklarına boyun eğ,
Kocanın malını koru,
Kocanın kandaşlarına saygı göster,
Bedeninin kokusu alınacak yerlerini kolla,
Kocana ilişkin gizleri sakla,
Kocana karşı gelme, Kocan üzüntülüyken sen de üzüntülü ol, vb. vb.’’
Aynı kitaptan okumaya devam edelim:
‘’Zevcenin zevc’e muvafık’ı ser’ü hikmet kaffe-i umurda (gerçeğe ve şeriata uygun bütün işlerde) itaat etmesi lazımdır. Peygamber efendimiz ‘ben bir kişinin diğer kişiye secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.’ Buyurmuşlardır. Bir kadın rıza-i Allah için nafile oruç tutacak olsa, zevcinden izin istemelidir.
– Eğer zevcinin rızası olmaksızın tutarsa, nafile aç susuz durmuş olur.
– Hatta bir kadının akraba ve muteallikatından biri, belki bizzat validesi veya pederi hasta olup vefat edecek dereceye gelse, kocasının izni olmadıkça görmeye gitmesi meşru değildir.
– Komşuya, çarşıya değil, camiye bile gideceği olsa yine izin almalıdır. Eğer ruhsat almaksızın giderse, hanesine gelinceye veya tövbe edinceye dek meleklerin lanet edeceği hadis-i şerif ile müsbettir.
– Basralı rabiya-ı Şamiye, zevci diğer karılarına gidecek oldukça bizzat giydirip kuşatıp güle güle gidiniz diye kemal-i hürmetle gönderir idi.
– Erkekler dahi zevcelerinin hukukuna layıkıyla riayet etmiyorlarmış, öyle adam olsa da erkek vazifesini tutmuyor diye kadın da tanımamak şeref-u meziyet değildir.”
Bu Arabi hocası tabii ki İslamî anlayışına dayanarak kadınlara vazifelerini hatırlatmakta devam ediyor.
“ Temiz olun, çünkü kadınlar kendilerini beğendirmekle yükümlüdürler.
– Erkeğe mahsus elbise giymek zinhar yasak. Zira Peygamberimiz kadın giyeceği giyen erkek, erkek giyeceği giyen kadın rahmet-i baridendur, (Yaratanın rahmetinden uzaktır) buyurmuştur.”
1400 yıl önceki Arap giyim kuşamını düşünürsek günümüzde hangi cinsin, hangi cinsin giysilerini giydiğini çözmekte bir hayli zorluk çekeriz. Ama bu Mehmet Sait’in derdi değil! Onun derdi: Kadınlar yalnız zevc’leri için süslenmelidir!
– Kadının ‘’haneye bizzat nezaret’’ edebilmesi için, ‘’bir iki gün dişini sıkarak kerrat cetvelini’’ ezberlemesi de artık gerekmektedir. Çünkü kadınlar ‘’Hamamdan çıktıkları sırada natur hanımın su hakkı, baş hakkı, kurna hakkı’nı, hesaplayamamakta ve beş altı kadın bir araya geldikleri, yarım saat uğraştıkları halde doğru dürüst haklaşamamaktadırlar.’’-Bu gerçeği bu yalınlıkta duymak insanın tüylerini diken diken etmiyor mu ?!-
Ancak kızlar için Rüşdiye açılmıştı, artık buralarda da hesap kitap öğrenemezlerse, ‘’Tahsil-i hüner ü marifet etmeyen kızlar, mekteplere müdavemet ile hanımlığa lazım gelen vezaif ü kemalatı öğrenmiş olan hanımlara nisbetle bundan böyle gözden düşüp kimsenin hüsn-i nazarını celbetmeyecekler ve evde kalacaklardır’’.
1903 yılında Odette Lacquerre adında Fransız kadın yazarının ‘’Feminizm’’ adlı kitabı Osmanlıcaya çevrilir. Kitabı Baha Tevfik çevirmiştir. Bu kitap, kadın konusunda, Osmanlıcada yayınlana ilk derli toplu yapıttır. Kitabın sonuna çevirmen bir layiha eklemiştir ‘’İslamiyet ve Feminizm’’ adı altında. Amaç gelecek tepkileri yumuşatmaktır. Korku belası yazdığı açıktır. Besarya Efendi diye birisi de Hey’eti Ayan üyelerindendir. On iki sayfalık bir önsöz yazıyor. Ona göre Feminizm: ‘’Asırlardan beri münhasıran erkeklerin elinde bulunan sanat ve memuriyetlerin kaffesine kabul olunmaları maksadıyla kadınların tevessül ettikleri bir mücedelat-ı azimeden ibarettir. ‘’Besarya Efendiye göre bu yapıt yansız da olamaz, çünkü yazarı bir kadındır, ayrıca Osmanlı topluluğu için bu konularda şöyle bir ’’Kesb-i vukuf’’ etmekten öte, ‘’hiçbir faide-i ameliye’’ beklenmemelidir.
Odette Lacquerre’e göre bu öğretinin amacı: ‘’Kadın ve erkek hukuk ve vezaifini müsavi kılmak… ve daha da öte, geniş anlamda kalıcı bir terakk-i hürriyeti’’ sağlamaktır.Bunları gerçekleştirip kadını ‘’hal-i hürriyete’’ kavuşturabilmenin ilk aşaması, onu, ‘’en evvel kendi maişetini bizzat tedarike muktedir bir vaziyete getirmektir.’’ Kısaca: Kadın ekonomik özgürlüğüne sahip olmalıdır.
Lacquerre devam ediyor: ‘’Halen genç kızlara mahsus mekteplerde en lüzumlu şey dindir. Çünkü bu valideler içün, zevceler içün en büyük bir kefildir. ‘’Bundan bir an önce vazgeçmelidir. Çünkü, ‘’Laik ve demokratik Cumhuriyet-i idare; erkekleri hürriyet, kadınları ise esaret içün yetiştirmekte büyük bir tehlike ve mantıksızlık bulunduğunu çoktan göstermiştir.’’
1910 yılında bir kitap daha yayımlanmıştır. Yazarı Mısırlı Müslüman Ferid Vecdi’dir. Osmanlıcaya çeviren ise Mehmet Akif Ersoy’dur. Müslüman yazar mantık zorlamalarıyla islamın kadın anlayışını, yani kadının doğuştan eksik olduğunu kabul ettirmeye uğraşmaktadır.. Bunu da sözüm ona bilimsel verilere dayandırmaktadır.
– ‘’İlim biltecrübe isbat ediyor ki, erkeğin tul-i vasatisi, (ortalama boy uzunluğu) kadının tul-i vasatisinden 12 cm ziyadedir.
– Erkeğin silket-i bedenisi, vasati olarak 74 kg iken; bu silket yine vasati olmak üzere kadından 42.5 kilogramı geçmez.
– Cümle-i azaliye (Tüm organlar) kadınlarda erkeklerden üçte bir nisbetinde daha az hacimli, daha hafif, harekâtı daha batı, (yavaş) kuvveti daha azdır.
– Kalp kadınlarda daha küçük ve vasati olarak erkeklerinkinden 60 gr hafiftir.
– Cihaz-ı teneffüs ise, erkeklerde daha kavidir.
– İlmen sabittir ki, bir erkek saatte takriben 11 gr. Karbon ihrak eder(yakar) aynı müddet zarfında bir kadın 6 küsür gramdan ziyade karbon yakamaz. Bunun için kadının harareti erkekten daha azdır.Müslüman bilim adamı Muhammed Ferit Vecdi devam ediyor:
– ‘’Havas-ı hamse, (beş duyu) kadınlarda nisbeten daha zaiftir. Mesela bir kadın ıtr-ı limon rayihasını, miktarı tez’if edilmedikçe (artırılmadıkça) erkeğin hissedebileceği bir mesafeden duyamaz. Bil tecrübe anlaşılmıştır ki, bir kadın yirmi binde bir nisbetinde tahfif (hafifletilmiş) edilmiş humz-i purissique rayihasını hissedemediği halde erkek bu cismin yüz binde bir nisbetinde tahfif edilmişini bile duyabilir’’
– ‘’Zaika ve samia (tad ve duyma) hisleri de erkekte bilnisbe çok dakiktir ki, tuûm temyizi esvatın tetkik-i ahangi, piyano gibi sazların tetkik-i nagamatı için müntehabı kamilen erkek olması bu iddaya bir delil-i kafidir. (Bir şeyin tadını, bir çalgının sesini erkekler kadınlarda da iyi bilir,ve bu işin ustaları hep erkeklerdir diyor.)
Beyin büyüklüğünün düşünce ile bir bağlantısının olup olmadığı sorusunu bile sormaz ve devam eder Müslüman bilim adamı Vecdi:
-‘’İlmen sabittir ki, erkeğin dimağı vasati olarak kadının dimağından 100 gr daha ağırdır. Erkeğin dimağının kendi bedenine nisbeti kırkta bir iken, bu nisbet kadında kırk dörtte birdir.Bundan başka kadının dimağındaki teariç ( beynin dış çıkıntıları) bilnisbe daha az, kezalik telafif (kıvrımlar) daha az muntazamdır ki şu müşahede ulema-i fen nazarında iki cins arasındaki vucuh ihtilafın en büyüğüdür. Dimağda nokta-i müdirr (algılama) ki addolunan cevher-i sincabı (beyin) itibariyle de iki cins arasında bir ihtilaf mevcuttur. Bu cevher kadınlarda bilnisbe (göreceli) laykıyla hissolunacak derecede azdır.
‘’Merkez-i idrak erkekte daha mükemmel olduğu için bu cins idrakça öbüründen daha ilerdedir.’’
Görüldüğü üzre Müslüman yazar bu gibi bilgilerle kadının eksik, geri, aşağılık olduğunu kanıtlamak için uğraşmaktadır. Ona göre:
‘’Kadının erkeğine karşı in’ikadı (bağlanması) kurtulmak kabil olmayan bir emr-i zaruridir. O ne maddiyatı ne maneviyatı ile erkekle asla müsabaka edemez, ne yaparsa yapsın ona erişemez.’’
Kadının tek görevi analıktır, karılıktır, ama bunları yapabilmek için zinhar yabancı dil falan öğrenmeye kalkmasın:‘’Elsine-i ecnebiye öğrenmekle izhar-ı mübahat etmeyi(övünmeyi) bıraksın.’’
‘’Kadın için mahza kendi nef’ü salahı namına olarak doğrudan doğruya erkeğin himayesi altında bulunmak vaciptir… Bunun en büyük delili ise, kadınların bidayet-i hilkatlerinden (ilk yaratılışlarından itibaren) bu ana kadar erkek boyunduruğuna katlanıp durmalıdır.’’
Müslüman alim(!), kadınlara, evlerinde oturmalarını, boyunduruklarını rıza ile taşımalarını emreder. Hele de doktor, mühendis ya da bir meslek sahibi olmaya kalkışırlarsa vay hallerine; ‘’Bütün kavanin-i fıtrata karşı isyan addolunur.’’
Hele ki arada bir, Müslüman, ama eşitlikçi, ama özgürlükçü, aklı başında yazar da çıkmaktadır! 1910 yılında ‘’Müsavat-ı Tamme’’ adıyla bir kitap yayınlanır. Yazarı: Halil Hamittir. Yazar kitabı hazırlarken bir çok diplomalıya mektup yazar, kadın eşitliği hakkındaki düşüncelerini sorar. Bu mektupları da yayınlar. Bunlardan sadece bir kadın, Emine Semiye, sınırlı da olsa kadın erkek eşitliğini savunur ve ‘’Evet, tıbben kadınla erkek dimağı arasında hiçbir fark yoktur.’’ der Halil Hamit ise:‘’Biz de deriz ki: kadınla erkek arasında her iki cihetten hiçbir fark yoktur. Kadın ne ise erkek de odur. Erkeğin yaptığı her şeyi kadın da yapabilir. Kadınların da hukuk-i şahsiye, medeniye ve siyasiyyede erkeklerle müsavi olması ihtiyaç, hem de büyük bir ihtiyaçtır. Kadınların elinden hukuklarını gaspederek esir yaşatmakta ısrar edenler, kendilerini müthiş bir uçurumda bila tereddüt bırakıyorlar. Böyle cahil erkeklerin ellerinde oyuncak olan zavallı kadınlara acımalı ve o ahmak, menfaatini bile cehaletine feda eden erkeklere de lanet etmelidir.’’
1916 yılında da ‘’kadınlarımız’’ adıyla bir kitap daha yayınlanır. Yazarı Celal Nuri. Osmanlı kadınları için şunların yapılmasını önerir:
– Kadının kocaya boyun eğmesi yasalardan çıkmalıdır.
– Evlilik bağlarına uymada eşitlik sağlanmalıdır.
– Koca, karısına nafaka vermelidir.
– Mülk ayrılığı hakkı sağlanmalıdır.
– Evli kadının miras hakkı arttırılmalıdır.
– Çocuklar üzerinde haklar eşit olmalıdır.
– Babanın ölümünde ana çocukları üzerinde söz sahibi olmalıdır.
– Bazı memleketlerde kadının tanıklığı kabul edilmelidir.
– Evlilik dışı ilişkilerde kadın korunmalıdır.
-Kadına seçme- seçilme hakkı verilmelidir, onun siyasete katılması sağlanmalıdır.
– Aynı işe aynı ücret ödenmelidir.
– Zina bir cürüm addedilmemelidir.
Ve Celal Nuri şöyle bitirir kitabını: ‘’Zaman, kadına hakkını, mevkiini iade edecektir. Bu mukadderdir. Hürriyete mani olanların aya karşı havlayanlardan hiçbir farkı yoktur.’’
Cumhuriyet’le birlikte kadın haklarında büyük gelişmeler oldu. Ancak hala, yasalarımızda kadınların aleyhine, insan haklarına aykırı, eşitliği bozan,eşitsizliği koruyan maddeler bulunuyor. Kadınların bazıları, erkeklerin bazıları, derneklerin bazıları, partilerin bazıları, bu haksızlıkları yasalardan ayıklamaya çalışıyorlar! Bazıları da hele de kadınlarımız, bizim kadınlarımız! ‘’bizim yerimiz öküzden sonra gelsin, kocalarımız çoğul evlensin, biz insanlık haklarımızdan gönül rızasıyla vazgeçiyoruz’’diye bazı partilerin bayrakları altında resmi devlet okullarında, evlerde, sokaklarda, camilerde, mahallelerde örgütleniyorlar!
Ve yıllardır incir çekirdeğini doldurmayan konular; aydınlarımız, ilim adamlarımız, din alimlerince (!) tartışılıyor ve de sonuca varılamıyor! İnanç, kişiyle tanrısı arasından çıkıp çarşıya pazara düşmüş. Partiler ne menem oy kaygısıyla olduğu bilinmez bir şekilde ‘’din’’ konusunda suskun,ya da bi “metafizik” konuyu cahiller lehinde suiztimal etmekle meşgul! Çoğu insan dafikirsiz! Ara-sıra birileri çıkıp ‘’laiklik’’ demese partiye kayıtlı Müslüman olmayanların(!) ‘’katli vacip’’ olacak!Bilinçli(!) kadın hakları savunucularımızın büyük bir çoğunluğu da göstermelik cenaze namazlarında ön safta namaz kılmayla ‘’devrimci mücadelelerini’’ sürdürüyorlar!
Gerçekten de, Kierkegard’ın dediği gibi: ‘’ Ne kötü kadın olmak!’’
Bu bölümü, yirminci yüzyılın başlarındaki islami akımların dışında, gerek dünyada, gerekse ülkemizde, yirmi birinci yüzyıldaki birçok görüşten daha ilerici ve doğru olması, hem bizdeki, hem batıdaki gelişmelere örnek olması yönünden iki yazıyı sunarak bitirmek istiyoruz. Özellikle Müfide Ferit imzalı sohbet yazısının, günümüzde kadın haklarını güya koruyan nice kurumlarda bile dile getirilemediğini, sorunun kökeninde din’lerin yattığını algılayamama zavallığı içinde çırpınışların hüküm sürdüğü günümüze bile örnek olacak nitelikte olduğunu belirterek sözü yazı sahiplerine bırakalım. Her yazı da İttihat ve Teraki’de milliyetçilik din ve kadın tartışmaları adlı, Faik Bulut’un kitabından alınmıştır.
Kadınlara Dair
Efendimiz,
Malumu ihsanınızdır ki, kadınlar en fazla Finlandiya’da haklarına nail olmuştur.Bendeniz geçen gezimde, şimendiferde giderken oranın kadın başkanlarından Matmazel Helder Hazretleriyle uzun uzun görüştüm.
Bu taifenin (kadın kesiminin) durumunu öğrenmek bizler için pek gerekli olduğundan, görüşmeyi özetle yazacağım. Zatıaliniz, kadınlara attığınız kıymetli taşlar(taşlamalar) ile ülkemizin en büyük jinkeriz ( jingarez: kadın düşmanı) unvanını hakkettiniz. Bu makalemi sizden başka kime yöneltebilirdim?
Matmazel Helder 35-40 yaşları arasında, daima iki gözlük takan ve çok okuyan kadındır. Kalıbı ve kıyafeti erkeğe benzer. Kendisinden, benimsedikleri yol hakkında biraz bilgi rica ettim. Matmazel söze başladı; bir profesörün gramer dersi vermesine benzer bir edayla dedi ki:
‘’Kadınla erkek arasında fark yoktur. Zamanın geçmesiyle, bu dünya değişecek; mevcut toplum, günün birinde yok oluşa gidecek; yerine başka bir toplum gelecek Nikah, boşanma, evlilik, babalık, kızlık, analık…bunlar ne kadar boş, ne kadar ilkel şeyler! Siz erkekler, bizi esaret altında tutmakla insan türünü mahfediyorsunuz. İnsanlık can çekişiyor.’’
Matmazel, bu sözleri, pek bir ciddiyetle söylemişti: ‘’Can çekişiyor!’’ derken gözleri faltaşı gibi oldu.Aslında renk vermeyen çehresinde hiddet alameti görünüyordu. Gözlüklerini bir dakika sildikten sonra devam etti:
‘’Efendim, nutkumu kısa keseceğim! Vahşi erkeklerin işlediği cinayetlerden niçin uzun uzun bahsedeyim ki? Zaten, bunları biliyorsunuz; çünkü, siz de erkeksiniz. Eğer erkekler böyle hak çiğner olmasalardı, bugün daha bütünsel, gelişmemiş ve faziletli bir insanlık bulunurdu. Bizim fırkamızın(kadınların) programı gereğince, nikah denilen doğal olmayan nesne ortadan kalkmalı, hem de derhal kalkmalıdır. Bunun sayısız yararları vardır.’’
‘’Bendeniz, hiçbir söz söylemeye cesaret etmeden, ünlü kadınlardan bu Matmazel’in sözlerini dinliyorum. Zavallı kadın düşünce ve görüşlerini daha etkili kılmak için ara sıra yumruğunu yemek masasına vuruyordu. Ve dakikada bir, ‘’öyle değil mi?’’ nakaratıyla fikirlerinin onaylandığını görmek istiyordu.Söze devamla:Bugünkü halimiz, sürekli bir müraililik (ikiyüzlülük) ten başka bir şey değildir. Erkek karısını, kadın kocasını, her ikisi beşeri toplumu, toplum ise kendi kendini aldatıyor. Mevcut yasalar ister bizim Finlandiya’da, ister Avrupa ve Amerika’da, isterse sizin gibi düşük seviyeli insanların yaşadığı Türkiye’de ve Çin’de olsun, bazı temelsiz vahşet ve nefret üzerine kuruludur. İnsanlar doğal olmayan, mantıksız ve bilimsiz bir hayat sürüyorlar. Bütün müsibetler, bütün keder ve elemler buradan çıkıyor.
Kadınları, erkekleri serbest bırakmalıyız. Her iki cinsin özgürlüğünü, tantanayla ilan etmeliyiz. Cinsel ilişki, yemek içmek derecesinde önemsiz, sıradan ve özel bir şey olarak görülmelidir. Böylece o azgın şehvani arzular ortadan kalkar. Erkekler kadınlara, kadınlar erkeklere kanar. Aşk ve sevda şimdiki doğal olmayan hararetini, sıcaklığını insanlık yararına kaybeder… Şimdiki kıskançlıklar, cinayetler, intiharlar ve kanlı olaylar olmaz. Bugün yemek içmek gibi sıradan olaylar nasıl şiddetli ayrılıklara, geçimsizliklere meydan vermiyorsa, o zaman, cinsel ilişki de saydığım uygunsuzluklara meydan vermez.
Hürriyet, hürriyet, hürriyet! İşte sadece bu sayede beşeri ahlak düzelebilir.Kadın da erkek gibi çalışmalıdır. (Her biri beşerinin bir yarısını oluşturan) iki cinsin hakları eşit olmalıdır. Bunun yararını söylemeye bile gerek yok. Malumu, neden ilan edeyim ki?
Bizim(kadın) fırkanın teorisi, ciddi temellere dayanır. Kadın başkanlarımız, her ihtimali nazarı dikkate almışlardır. Örneğin, doğurma meselesi uzun uzun görüşme ve tartışmalara yola açmış, şu sonuca varılmıştır: Bugün devletlere asker lazım. Bunun için devletler ne yapıyorlar? Bir yasa çıkarıp, insanları zorla askere alıyorlar. Gönüllülüğe, rızaya, isteğe bakılmıyor. Tıbbi açıdan istihdamı caiz ne kadar adam varsa, belirlenen yaşa gelir gelmez, askere çağrılıyor. Bunlar bilimsel açıdan muayene olduktan sonra, eğitim görüyorlar. İşte, milli savunma görevi böyle çözümleniyor.
Doğurma için de buna yakın bir yöntem uygulanmalıdır. Bir devlete yahut bir nahiye ye ne kadar nüfus lazım? Şu kadar. Yapılacak hesaplama gereğince, yurt çapında ne kadar kadın varsa, cümlesini askere alır gibi doğurmaya çağırılmalıdır.Kadınların hastalık soya çekimsel kusur, organsal ayıplardan, çirkinliklerden, ahmaklıklardan aklanmaları gerekir. Nitekim, bugün askerlerin buna benzer özelliklerine bakılıyor. ‘’Her kadın şu kadar çocuk doğuracak, doğurmakla yükümlü olacaktır’’ şartı konmalıdır. Bu esnada yani gebelik, lohusalık zamanında toplum ve devlet namı hesabına geçimlerinin sağlandığı gibi bir durum söz konusu olmalıdır…
Efendim, hayvanlar arasında türün ıslahı için damızlık yetiştirildiği gibi, insanlar arasında da damızlıklar temin edilmelidir. Bunlarda hastalık, illet, kusur ve ayıplardan arınmış: güzel, gürbüz, güçlü kuvvetli, iyi cinsten olanlar arasından seçilmelidirler. Eğer kadınla erkek, üreme görevlerini, tabibler gözetiminde ve belirli bir mevsimde yerine getirirlerse; emin olunuz ki, ikinci batında (soy üretmede ikinci nesil) verem, bronşit, kanser, ahmaklık ve çirkinlik, vs,., toptan ortadan kalkar. Meydana kuvvetli, sağlam, akıllı, güzel, yakışıklı beşeriyet oluşur. Doğumevleri ve salhaneler dışındaki her yerde aşk(sevişme) serbest edilmelidir. Şu şartla ki, sevişmeler hamile kalmaya ve çocuk doğurmaya yol açmasın. Buna cesaret edenler, yasa gereğince ceza olarak sevişmeden men edilmelidirler.
Aslında ben, özgürlük yanlısı olduğumdan, şunu da söyleyeyim ki, bir kadın, görüp beğendiği bir damızlık(erkek) tan bir çocuk peydahlamak isterse, söz konusu damızlığın sağlık heyeti incelemesinde sağlam olması, hiçbir kusur taşımaması icab etmelidir.
Sonra…sonra…sonrası var. Bundan sonra doğacak çocuklar toplumun malı olacaklardır. Bugün her anne, eğitim uzmanı olamaz; çocuğunu aynı eğitim seviyesine ulaştıramaz ve ona aynı bilimsel bilgiyi veremediği gibi, aynı sağlıklı ortamı da sağlayamaz. Bunun için devlet mürebbiyeler yetiştirmelidir. Doğduğu günden itibaren, çocuğu bu mürebbiyelere teslim etmelidir. Şimdi, kötü eğitim alan, bakılmayan, yetim kalan, vs., bütün bu biçareler böylece iyi bir eğitim alabilecekler, iyi bakılacaklar, fakirlik ve sefalete düşmeyecekler. İşte gelecekte insan türünü böyle ıslah etmek istiyoruz. İnsaf ediniz, biz kadınlar iyi düşünmüyor muyuz? Bu konuda sizin düşünceniz nedir, bir şarklının görüşünü almak isterim…’’
Bunun üzerine şu cevabı verdim: ‘’Doğrusunu söylemek gerekirse, ben bu işlerde kendimi o derece yetkin saymıyorum. Benim bedbaht memleketimde Dr. Cenap Şehabettin Bey namında büyük bir edebiyatçımız var. Yazdığı yazılarla, geçen yıl bütün kadınların dikkatini üzerine çekmişti. Dönüşümde kendisine başvurarak, görüşlerini size iletmesini rica edeceğim. Sanırım, bunu iyi bir fırsat ve zemin bilerek, hoş üslûplu bir makaleyle bizi meftun-i irfan eyler.’’
Azizim Dr. Cenap Bey Efendi! Size, Helder Hanım’ın adresini vereyim.Lütfen defterinize kaydedin… Bu kadını susturmayı başarabilirseniz, hayranınız olurum!
Celal Nuri, ‘’Cenap Şahabettin Bey’e Cevap’’ 30 Kanunisanı 1328, Galata-İstanbul.
Evlilik Meselesi
İctihad dergisinin güzide sayfalarında pek beğenilen yazılarımın ana başlığı ‘’ Nurun Zulmete Galebesi Zamanındayız’’ (Aydınlığın Karanlığı Yendiği Zamandayız) idi. Bu çerçevede bakıldığında, yurdun onulmaz bir yarası haline gelivermiş şu ‘’izdivaç’’ (evlilik) meselesi hakkında birkaç söz söylemek istedim:
Evlilik, tamamen, bir ortaklık sözleşmesidir. Bekarlıktan bıkan bir erkeğin kendine hizmetçi kadın yahut odalık tutması değildir. Görüş ve düşüncesinde özgür bir erkekle, yine aynı özgürlüğe sahip bir kadının konturatıdır. Erkek kendini teselli edecek, kendine bağlı(adanmış) olacak bir vücuda(varlığa) muhtaçtır. Bu vücut ise kadındır. Kadın da, kendindeki doğurma özelliğinin tahribata mahkum olmaması için, doğanın verdiği bir mecburiyetle teşrik-i hayat(ortak yaşam) etmek gereğine binaen, bir erkekle ihtiyaçları giderir.
Evlilik sözleşmesinin gayesi, beşeri toplumun geleceğidir. Beşeri toplum hür, bağımsız, aydın insanlarda oluşmak gibi bir amaca yönelmiştir. Şu halde, o toplumun gelecekteki kefili olacak bir çiftin özgür, bağımsız ve aydın olması gerekmez mi? Meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne! Siz başlı başınıza bir alemsiniz; ben o aleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı? Yok mu? Unuttum bile. Siz niçin kendinizdeki herkesi unutmuyorsunuz?
‘’Bizim Türk kadınlarının, bizim hanımların terakkisi’’ demek istiyorum. Kadın terakkisi, temeddünü, ıslahat… Bu çirkin sözler, sizin de nasıl olsa dilinize dolamış, ikide bir onları tekrardan haz duyuyorsunuz… Kadınlar, erkek kalabalığı arasına katılırsa, korkarım asli vazifelerini, kadınlık görevini unutur…
Kadın tesettürüne gelince; vücudunuzun şeklini alan bu dil-firab mahbesi (çarşafı, örtüyü) sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz(erkekler) örttük; bizim ihtimamımız, bizim muhabbetimizi örttü. Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık…
Düşündük ki, belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak(siz kadınlar) birine gülüveririsiniz. Nazarlarını belki, bilaihtiyar (irade dışı), birinin üstünde fazlaca dikkatli kalır. Onun için yüzünüzü(peçeyle) örttük. Ziya tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların, öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da bir ipek (çarşaf) muhafazalarına lüzum gördü…
Yakup Kadri Karaosmanoğlu,’’Kadınlık ve Kadınlarımız.’’
Feminizm ve Kadınların Çalışma Hakkı
Hanımlar,
Sizinle sohbete başlamadan önce, resmi açılışını yaptığımız mektebin, kurucusu hanımlarımızın ve toplumun kendisine ne kadar müteşekkir olduğunu söylemek isterim. Bir toplumda en fazla teşekkür edilecek çaba, şüphesiz ki hanımların fiziksel ve ahlaksal gelişimine sarf edilmiş olanıdır. Bilhassa biz toplumuzda, bizim çevremizde…
Türk hanımı(kadını)! Asırlardan beri onunla uğraşan olmamıştır. O, uğraşılmaya layık görülmemiştir; hatta tam bir mahluk(yaratık) olarak tanınmamıştır bile… O, ismi üstünde’’saçı uzun, aklı kısa’’bir mahlûktur! Halbuki beşeriyet yarısı erkek, yarısı kadından oluşan bir küll (bütün)dür. Bu Küll’ün yarısını atıl bırakıp, diğer yarısını yürütme imkanı var mıdır? Nasıl ki bir vücudun yarısı mefluc(felçli) ve atıl kalınca o vücut yürüyemez, kuvvetle yaşayamaz, ve nihayet ölmeye mahkum olur. Öylece kadını yürütmeyen, ilerletmeyen yükseltmeyen cemiyet(toplum) de olur mu? Dünya üstünde medeniyet kati adımlarla yürüyor ve bu yürüyüş esnasında kendisine refik(yoldaş) olmayanları zülm ve biaman çiğniyor, eziyor. Öldürüp geçiyor. Binaenaleyh, yaşamak istiyorsak, yükselmeye, medeniyetle beraber yürümeye mecburuz. Bunun için de Türklüğün geri kalmış yarısını, kadınları kaldırmaya, uyandırmaya, yürümeye gayret etmeliyiz.
Son muharebe(I.Dünya savaşı), kadınlarımızın cidal-i hayattaki nakiselerini(yaşam mücadelesindeki eksikliklerini) büsbütün meydana çıkardı. Erkek istinadgahından, aile muavenetinden dûn ve mehcur kalınca( erkek dayanağından, aile yardımlaşmasından uzak ve ırak kalınca), hanımlarımız ummana düşmüş birer biçare gibi ne yapacaklarını şaşırdılar. Görülen bu adem-i muvaffakiyetler (başarısızlıklar), kalplerimizi sızlatan sefaletler, ahlak sükutları(ahlak düşüşü,yozlaşması) bize aleni bir surette gösterdi ki; eski terbiye tarzı, bugünkü yaşamsal ihtiyaçlarımıza yeterli gelmiyormuş, Hepimiz kanaat getirdik ki, bundan sonra hanımlarımızı, başka türlü hazırlamak, onların bilimsel seviye, toplumsal ve ahlakı seviyelerini daha kuvvetli bir temel üzerine kurmak lazım.
Kızlarımızı öyle hazırlamalı ki, aile içinde kalırlarsa kalpleri ısıtan, sıcak, temiz, medeni ve ahlaki bir aile ocağı vücuda getirebilsinler. Hayat mücadelesine atılacaklarsa, elverişli ve eşit şartlarda, daha kuvvetli arkadaşlıkları olan erkeklerle birlikte yürüyebilsinler!
İşte burada dikenli bir meseleye temas ediyoruz hanımlar! Kadın ile erkeğin birlikte çalışması, birbirine eşit hukukla çalışması. Öyle bir toplumsal mesele ki, bugün bütün dünya ve hal ve nasılı ile meşgul. Buna, feminizm derler.
Feminizm nedir? Feminizm diye kadınların medeni, sosyal ve siyesi haklarda erkekle eşit olmalarını isteme yoluna derler. Bu akım, doğal ihtiyaçtan ve toplumun gelişiminden doğmuştur. Medeni hakka olan ihtiyaç, doğal olarak hepsinden daha eskidir.
Profesör Toma’nın dediği gibi, ‘’Kadınlar evvela beygir, sonra ehli hayvan, sonra esir, daha sonra hizmetçi ve nihayet çocuk’’ sayılmıştır. Kadınlar bizzat kendilerini tanıyınca, efendileri esaret zincirlerini biraz gevşetince, doğal biçimde bu duruma isyan ettiler. Medeni hukukun eksikliğini hisseder etmez, elbette onu isteyeceklerdi.
Toplumsal hukuk, diğer bir deyimle çalışma hakkı, bunu da mevcut toplumun ekonomik organizasyonu ortaya çıkarmıştır. Toplumda, halkın çoğunun hazır ekmeği yoktur. Fakir ailelerde bir erkek bütün kadınları doyurmaya yeterli olmayınca, mecburen kadınlar ekmeklerini kazanma ihtiyacında kaldılar. Bundan istifade eden sermayedarlar, kadından da aynı şeyi erkekten daha ucuz bir fiyatla istediler. Bundan çalışma hakkı, çalışma hakkından da eşitlik mücadelesi çıktı.
Siyasi hak iddiasına gelince, madem ki toplumun ıslahı siyasi kanunlarla icra edilmektedir; ve madem ki toplumda kadınlar da erkekler gibi o kanunlara itaat etme mecburiyetindedirler, o halde neden kendilerini ilgilendiren bir meselede söz hakları olmasın? Esasen bu hakkı isteyecek seviyeye gelmiş kadına,’Sen orada artık dur, daha ileri gidemezsin’’ demek nasıl mümkün olur ? Hem birçok toplumda, kadınlar bilfiil siyasetin sorumluluklarına katılmadıkları halde, görevlerinden, haklarından mahrum olmuşlardır.
Bir gün Napolyon, Madame Dostail’e hiddetle sormuş: ‘’Kadınlar ne zamandan beri politikayla uğraşır oldular?’’
da ünlü cevabı vermiş: ‘’Siyaseten idam edildikleri günden beri Haşmetmeab!’’
Doğrusu, henüz siyasi içtihadları (mücadeleleri) uğrunda öldürülmüş, kanları kurumadan, kadınlara,’’politikaya giremezsiniz’’ demek pek tuhaf olurdu. İşte hanımlar, bu anlattığım üç hakka ulaşmak feminizm gayesidir. Fakat bütün feministler bu hakkın cümlesini birden istemezler. Her toplum kendi seviye ve ihtiyacına göre, bu haklardan bazılarını ısrarla takip eder. Feminizmin son haddini isteyenler, bilhassa Anglosaksonlardır.
Feminizm gibi büyük bir akımın gayet kuvvetli taraftarları olduğu gibi, tabiatıyla düşmanları da var. Karşıtların bir kısmı, feminizme itirazlarını fenni bir zavahirle(bilimsel bir görüntüyle) örtmek istiyorlar. Fakat çoğunluk safsatayla mücadele ediyor. Mesela, ‘’Kadın eksik bir etektir. Zaten kadın, Hz.Adem’in bir kemiğinden yaratılmamış mıdır? Onun ne önemi var?’’ diyorlar. Ama , buna da cevap verenler var:
‘’Şüphesiz; Adem topraktan, Havva bir kemikten yani bir maddeden yaratılmıştır. Hem de nasıl bir kemikten; kalbin tam üstündeki kemikten! Elbette Havva, Adem’den daha mükemmeldir! Zaten Allah, bütün hayvanları yarattıktan sonra yaratıkların en iyisi olmak üzere Adem’i, ardından Havva’yı yarattı.Bu durumda, Havva’nın mükemmel olması pek doğaldır.!’’ diyorlar.
‘’Kadın eksiktir, kadın akılsızdır’’ sözünden başka,’’kadın ruhsuzdur’’ diyenler de olmuş. 15. Yüzyılda meşhur Macon Konsülü, kadının ruhu olu olmadığını görüşmek üzere toplanmıştır. Ve nihayet ancak İsa’nın annesi Meryem’in ruh sahibi olduğunu kabullenebilmiştir…
Kendileri gibi düşünen, kendileri gibi yaşayan, kendileri gibi konuşan, kendileri gibi iyi ve kötüyü bilen, hareketlerinden sorumlu olan, kendilerini etkileyen, hatta hüküm icra eden, nihayet kendi çocuklarını kendi kanlarında büyüten, kendilerinin tam anlamıyla yarısı, tamamlayıcısı olan kadınlara; erkekler asırlardan beri birer oyuncak, birer hiç, birer mal, makbul bir eşya gibi bakmışlar; ve o suretle büyümeleri için de daima baskı uygulamışlar, anahtarlar altında, kafesler arkasında yaşatmışlar, soldurmuşlar, öldürmüşler. Şimdi çıkıp, ‘’Onlar bizim derecemize gelememişlerdir’’ gibi aşağılayıcı ifadelerle onları susturmak istiyorlar. İsyan ettirici bir ifade!… Bundan 15 yıl önce, Rusya’nın meşhur bilginlerinden Profesör Biskof, ‘’erkek beyninin kadınınkinden daha ağır olduğunu’’ ileri sürmüş, bu konuda bahse bile girmişti. Oysa öldüğünde, ‘’1350 gram olacağını ‘’ kesin bir dille söylediği beyni, 1195 gram çıkabilmişti. Yani ortalama kadın beyninin ağırlığından 5 gram eksik!
Kadın haklarına muhalefet edenlerin en lütufkârları; ‘’Kadın fazla hassastır; kadın zayıftır; kadın zekası erkeğinkinden başka bir yetenektedir; binaenaleyh, erkekle eşit konumda olamaz. Zaten olmaması için tabiat kadını böyle yaratmıştır’’ diyorlar. Doğrusu, pedagoji uzmanları, kadın zekasının daha yatkın, daha yönlendirici olduğunu söylüyorlar…
Feministlerin bütün savunmaları, şu fikir çevresinde toplanmıştır:’’Kadın yalnız erkeğe karşı isyan etmiyor; erkeğin yüzyıllardan beri kendisine verdiği asalakça karaktere karşı da isyan ediyor.’’
Kadınla erkeğin biyolojik bakımdan karşılaştırırsak; gerçekte kadın erkekten kısa, ondan güçsüz görülür. Lakin bu, erkekten aşağı olmasını gerektirir mi? Böyle bir karşılaştırma ne derece anlamlıdır? Küçük bir Japonu, iriyarı bir Amerikan zencisiyle karşılaştırmak aklımıza gelir mi? Bu ufak tefek Japon için, ‘’Henüz gelişimini tamamlayamamış, eksik bir zencidir’’ diyebilir miyiz?
Dünyanın en küçüklerinden olan Japon kadınlarının, erkeklerden daha yüksek bir yetenek ve hızla ağır işleri taşıdıklarını, sözgelimi, vapurlara kömür doldurduklarını işitiyoruz…
Karşıtlarımızın ikinci mühim itirazları da şudur: ‘’Toplumlar, ilkel bir konumda oldukça kadın ve erkek vazifeleri farksız oluyor; toplumlar uygarlaştıkça, vazifeler ayrılıyor…’’ Bu itiraz, ilk elde doğru gözüküyor; yüzeysel bir incelemede köylü kadınları erkek işleriyle meşgul görüyorsunuz: erkek gibi eker biçerler, odun kırarlar. Satılık mallarını pazara götürür ve orada serbest alışveriş yaparlar. Halbuki şehirlerde kadınların görevleri ayrılmıştır. Kadınlar ev işleriyle, çocuklarıyla uğraşır; erkekler ise dışarıda çalışırlar. Buradan hareketle muhalifler, ‘’Zaten işbölümü yapıldıkça, her iş daha iyi yürür; Hem toplumda dayanışma güçlenir’’ diyorlar. Halbuki kural kişiler içindir, cinsler(kadın erkek türü) için değil. Cinsler arası münasebet kurallarını tarihten almalıyız.
Toplumlar güçlü, sağlam ve ahlaklı oldukça kadın ve erkek arasında tam bir eşitlik görüyoruz. Vazifeleri de hemen hemen aynıdır. Toplumlar bozuldukça, çürüdükçe kadını küçülmüş, vazifesini erkeğe hoş görünecek şeylere münhasır kılmıştır…
Yahudiler de zengin olup, milliyetlerini, azadegilerini unutarak, zevk ve sefaya daldıkça, kadını bir nişane-i servet ve alet-i zevk gibi tutmaya başladılar. Birkaç kere evlenmeyi, gıpta edilir bir saadet gibi gördüler.
Kadınlar için insan ve zevce olmak imkanı kalmayınca, anne olmayı, özellikle de oğlan annesi olmayı hayatlarının yegane güvenilir bir şerefi farz ettiler. Aynı hali Araplarda da göreceğiz. Halen Fatma Hanım, Emine Hanım diye bir Arap kadını çağrılmaz; Ümmü Ali(Ali’nin annesi), Ümmü Ahmed diye hitabedilir. Tuhaf değil mi, o kadar ince, sanatkar Yunan medeniyetinde keza kadını ikinci derecede görüyoruz…
Hıristiyanlık, dünyayı yeni ve ulvi(yüce) bir maksatla alt üst ettiği halde, kadının vazifesine hiçbir yenilik getirmedi. Doğrusu, erkeğin o ezeli er azametini kırarak kadına yaklaşmasına sebep olmuşsa da kadını hiç yükseltmedi. Hz. Meryem’in kadın olmasını, Hıristiyanlığın kadını yükseltme arzusuna bağlayanlar, bence çok aldanıyorlar… Kilise, kadını insaniyetin düşmanı olarak tanımıştır. Onu, beşeriyetin yarısı değil, bilakis ‘’beşeriyetin yarısını ebedi lanete sürükleyen bir şeytan’’ olarak görmüştür. Ona göre; ‘’dünyadaki bütün günahların müsebbibi kadındır’’… Kadına’’cehennem alevi, cehennem kapısı’’ gibi isimler vererek; ‘’baykuş sesini, çıngıraklı yılan sesini kadın sesinden daha güzel bulduklarını’’iddia ederek, ‘’kadın ölümden acıdır’’ gibi gözlemlerle, kendi aciz korkularını ve kadının galip cazibesini tasdik etmiş oluyor…
Eski Araplarda kadının medeni hukuku pek eksikti, hemen hiç yoktu. Bir erkek, istediği kadın almakta serbestti. Baba, kız çocuklarını diri diri gömebiliyordu… İslamiyet, bu vahşetlerin önünü bir dereceye kadar aldı. Ve bu suretle kadına erkeğin hiç olmazsa erkeğin dörtte bir hakkını vermiş oldu. Mirasta, tanıklık durumunda kadına insaflı davrandı…(Kıyaslayınız:Arsel :Kadın ve Şeriat)
Fransız İhtilali’nde ilk defa kadınlarla erkeklerin eşitliği ilan edildi. Kadınlar fikir alemine girdiler, bilimsel gelişmeyi izlemeye başladılar. Onlar da artık şahsiyet sahibi insan olduklarını kanıtladılar…
Feminizm, bugün her toplumun hâlâ macbur olduğu bir meseledir. Bizde de bunu düşünmeliyiz. Kadının hayatı ne olacak? Avrupa’daki gibi, ‘’siyasi haklara katılmayı’’istemeyeceğiz. Erkeklerimizin bile bile bu konuya ilişkin yetenekleri şüpheliyken, bizde kadınları bu meseleye karıştırmak zamanı henüz gelmemiştir. Diğer devranın dönmesi, alışkanlığın değişmesi, kadını eski konumundan çıkarmıştır.
Türk kadını artık esir değildir. İtiraf edelim ki, ‘’esir kalacağım’’dese bile, erkeklerde ve toplumda onu esir tutacak mali kudret kalmamıştır. Toplumumuzun ekonomik durumu, herkesin çalışmasını, kendisini beslemesini gerekli kılıyor. Ahlaken kadın artık erkeğe tâbi(bağımlı) olmak, erkekten ekmeğini beklemek zilletinden kurtulmalıdır. Demek ki Türk Feminizmi, şimdilik gaye olarak, doğal olarak geçici bir gaye olarak, ‘’çalışma hakkı’’isteyecektir. Güçlerine ve tabiatlarına uygun her mesleğe girmeyi talep edeceklerdir.
Türk kadınlığı için gaye olarak, ‘’çalışma hakkı’’ istediğimize göre, kızlara vereceğimiz bilimsel öğrenimi de düşünmeliyiz ki, onlar da bir gün kadın ve anne olacakları gibi, belki de günün birinde hayatlarını kazanmak mecburiyetinde kalacaklardır. Onları bu düşünceyle hazırlamalıyız. Mekteplerimizin programlarını bu amaca hizmet edecek biçimde düzenlemeliyiz. Zihinlerini sağlam ve dengeli bir hale koymalıyız.Onları, düşünmeyi bilen, muhakeme eden, şahsiyet ve mesuliyet sahibi birer insan yapmalıyız ki, hayatta doğru yönü kendi akıllarıyla bulsunlar ve onu kolaylıkla takip edebilsinler…
İşte, feminizm meselesinde başarının sırrı buradadır.
(Müfide Ferid Hanımın, 4 Nisan 1919 Cuma günü, Türk Kadını Dersanesi’nde verdiği konferanstan, Türk Kadın dergisi.)
Türk Kadınlığının Yozlaşması
‘’Karılaşmak’’ta esas, toplumsal işlevsellikten yoksun olmaktır. Bunda ölçüt, söz konusu yoksunluğun nitelik ve niceliğiyle orantılıdır. Bilimsel açıdan ‘’karılaşmak’’, olumsuz ve hastalıklı psiko-sosyal bir olgudur. Bu, şimdiki medeniyetlerin oluşlarına nazaran maddi ve manevi surette her millette, her toplumda mevcuttur. Şüphesiz, her toplumun tarihi ve medeni gelişimiyle doğru orantılı olarak… Kadınları toplumsal işlevsellikten en az yoksun olan milletler; İskandinavlar ve Anglosaksonlardır. Bundan sonra Almanlar, Fransızlar ve İtalyanlar yani Latinler, Slavlar ve en sonra da Türklerle diğer Müslüman milletler gelir. Kadın, terbiye ve idare, vazife ve faaliyet düzleminde toplum dışında kaldıkça, ister sosyal, ister beyinsel olsun, iter ekonomik olarak, zevcelik ve analıktan, çağdaş ve toplumsal bireysellikten önce, karılık ve dişilik daha doğrusu bunların toplamı biçimde karılaşma niteliği taşır…
Gerçi aile, toplumun esasıdır. Fakat onu oluşturan temeller, bireyler, ortak ve türdeş bir halde toplumsallığın bir hareket ve faaliyetini meydana getirmekten yani ailenin üstünde bağımsız olarak onun’’benliği’’nde işlev taşıyarak sosyal hayatın başlı başına bulunan mekanizmasını işletmedikten sonra, toplumda olumlu bir role sahip olamazlar.Hal böyle olunca , kadının da tam ve bağımsız bir sosyal birey niteliğinin bulunması için, onun da bireysellik ve aileden bağımsız biçimde toplumun her şeyinde ortak olması, bütün anlamıyla toplum ve medeniyete yetkin ve geliştirici biçimde dahil olması şarttır. Bunun dışında ne olursa olsun, kadın karılaşmıştır. Zira o zaman kadın topluma , medeniyete değil, belki cinselliğe, üremeye ve şehvete hizmet eder. Böylece kadınlar şüphesiz, ailenin bir temeli, bir kurucusu olabilir. Fakat toplumun dışında bir sürü, bir kümes hayatı yaşayan bir hayvan seviyesindedir. Bu açıdan asla medeni birey değildir. Bu durumda bulunan kadın, millet ve ırkın analığı dahilinde ihtiyaç ve gereklerinin cinsel üreme işlevlerinin yerine getirilmesine memur, adi bir hayvandan ibarettir…
Mesele, bütün hayvanlarda olduğu gibi, yalnız türün devamlılığı kadar basit olsaydı, kadının da nihayetinde yavrulayan bir dişi olarak bulunmasında sakınca görülmeyebilirdi. Ama, iş hiç de öyle değil. Belki bilimsel açıdan insanların atavizm ve ereditesi (atacılık:atalara ait özelliklerin birkaç kuşak sonra görülmesi) gereği, cinsel türe ilişkin olmaktan ziyade toplumsal ve medenidir… Bunun aksi ise, öncelikle toplumsallığın ilk kurucu olan kadını, toplumdan uzaklaştırmakla, onu olumsuz ve hastalıklı bir işlevselliğe yönelterek dişiliğine dayanarak karılaştıracak, daha sonra o, böyle kendi doğallığıyla çelişik bir nitelik taşıdıktan sonra gerek organik gerekse doğal olarak egemen bulunduğu atavizm ve erediteye ters yönde bir akıma kapılacağı için, milli ve medeni bozulma, yozlaşma baş gösterecek; toplumda maddeten ve manen tüm sosyal hastalıklara yakalanmış olmakla, nihayet tedricen yok olmaya mahkûm bir vaziyete girecektir…
Erkeğin kocalığı ve babalığı, toplumdaki uygar rolüne bağımlı olduğu gibi, kadını da zevceliği ve analığı aynı işleviyle kayıtlıdır. Toplumun medeni, sosyal ve ekonomik bütün varlıklarında maddeten ve manen etkin olmayan kadın, hiçbir zaman bir’’insan anası’’ değildir. Erkeğin babalığı gibi toplumunda kapsamayan, sosyal terbiye ve idare de egemen olmayan kadınlık, medeni analığı asla gelişip ilerletememiştir. O, bunun dışında, sadece yumurta yumurtlayan ve yavrulayan dişi bir hayvandır… Bu üzden o, ailede erkeğin karısı olduğu gibi, toplumda da zevk ve fuhuş, şehvet ve sefahat aracından başka bir şey değildir…
Bir milletin kadınlık ve analığının, ‘’karılaşma derecesi’’, onun tümüyle yaklaşması ve uzaklaşmasıyla orantılı olduğundan, karılaşmada’’toplumsal işlevsellik’’ ilk ve esaslı unsurdur…
Turan(ve Türk) kadınlığının karılaşmasında iki tür etki vardır: Biri din, yobazlık gibi doğrudan doğruya esaslı etkenler; diğeri ise, tesettür, nikah talak(boşanma), miras, evladın yalnız babaya aidiyeti, kadın muaşret usul ve adetleri vs, gibi öncekilerden doğan karılaşma görünüm ve belirtileridir…
Her şeyden önce şunu beyan edeyim ki, Türk kadının karılaşmasında en büyük etken, diğer bütün sosyal hadiselerimizde olduğu gibi, dindir. Türkler Müslüman olduktan sonra, artık hayatı tamamen dinden ibaret bildikleri ve hep bu zihniyet ve ahlakla yaşadıkları için, onların bütün varlıklarında dinin, gereğinden fazla derin izleri, tahripleri mevcuttur. Yobazlıkta bile en büyük sebep, yine din olmuştur. Eğer dinin bu bozucu etkileri olmasaydı, tarihin de biraz doğurduğu yobazlık, örneğin İngiliz ve Fransızlarda olduğu gibi, belirli ve sınırlı bir zaman içinde cereyan eder; yeni oluşan milletin yoğunluk ve düzenini teminden sonra biterdi.
Halbuki iş, bizde tersine oldu; dinin verdiği, hatta yönetip teşvik ettiği müsaadeyle o dönemin cehaleti birleşince, Osmanlı Türklerinin yobazlık, milletin medeni ve ırkı(etkin) hiçbir birikim ve berraklaşmasına, bu sebeple türdeş hiçbir atavik(atalara ait, atacıl) katılık ve yoğunlaşmaya meydan vermeyen, sonsuz ve Nuh’un aşure çorbasından daha karışık biçimde devam etti ve hâlâ ediyor…
İşte din, bu ve diğer meselelerde olduğu gibi, Türk kadınının karılaşmasında da baskın unsurdur. Örneğin tesettür, nikah, talak çok kadınla evlilik, miras, cariye ve odalık gibi görünümlerin çoğunda din egemen konumdadır. Bunlar, baştanbaşa dinin toplumsal ve şeriat kurallarından başka bir şey değildir. Şurası muhakkak; Türk kadının karılaşması ve bundan doğan milli ve ırkçı tahripler, felaketler, bizim ruhsal ve karekteristik’’inancımıza’’ asla uymayan dinimizle, bilinmez nasıl uğursuz bir idare aygıtının kabul edip uyguladığı dini hayattan doğmuştur.O derece ki, biz, İslamiyeti kabul edeli, hayatın en doğal ve maddi ihtiyaçları bile sadece dini kurumlarla giderilmiştir…
Bir kere kadının dindeki maddi ve manevi yeri nedir? Kim ne derse desin, bütün zahiri gösteriş ve aldanışlara sımsıkı bağlandıktan sonra, ‘’serbestsin!’’ türünden verilen laf-ü güzaftan ibaret kandırıcı haklara, şikari tatlılık ve kolaylıkları yakalamak için verilen yeminler ve edilen iltifatlardan, sayılan yerlere, özetle nefes alabilecek en küçük bir delik bile bırakmadıktan sonra öldürülmek istenen hastalara yutturulan yaldızlı haplardan, bir sürü avutucu parlaklıklara rağmen; kadın, erkeğin tamamen kölesi veya uyruğu, baştanbaşa dişisi veya karısı, çocukların anası değil lalası(dadısı) veya inek gibi emziricisi, kısaca onu’’bir şeyi’’dir. Tesettür, nikah, talak gibi şeyler varken, ne denilirse kadının yeri kesinlikle bundan başka bir şey değildir.
Ne kendinizi ne de başkalarını aldatmaya mahal var; Türk ve Müslüman kadının dindeki yeri, işlevi asla uygar bir insan, bağımsız bir sosyal birey niteliğini haiz değildir. Belki yalnız kıymetlice bir hayvandır. Hatta çocuk bile değildir. On beş yaşındaki çocuk, kırk yaşındaki bir anadan, otuz yaşındaki bir kadından Şer’an, dinen ve kanunen(şeriat, din ve yasa açısından) daha özgür ve bağımsız, daha insan ve saygındır. Çünkü baba on beşine basmış evladının ibadetlerine, iyilik ve fenalıklarına karışmazken; namaz kılmayan ve oruç tutmayan karısını, dini açıdan dövme ve kovma hakkına sahiptir! Yine on beş ,on altı yaşındaki iki çocuğun tanıklığıyla hüküm ve karar verebilen( veya kararından dönebilen) mahkemeler, elli yaşındaki iki kadını dinlemekten kanunen ve dinen men edilmişlerdir! (Cumhuriyetin erdemlerini düşününüz lütfen!)
Kadın varlığını, hak ve vazifesini, insanlık ve medeniliğini bu kadar aşağılayıcı bir mevki emreden ve kuran bir din, hiçbir zaman kadınlığın, analığın bağımsız sosyal bireyliğini sağlayamaz. Kadınlarımızın, dinde medeni hakları ve haysiyetleri bu kadar aşağılanmışken; ‘’onların pek elverişli mevkilerinden, dinin kendilerine bahşettiği serbestlik ve insanlık imtiyazlardan’’ bahsetmeye utanılmasa bile, hiç olmazsa acımak gerekir. Bunun artık ötesi yok: Madem ki kadın, zevce ve ana, dinde hiçbir surette reşit ve baliğ(olgun ve yetişkin) değildir; daima zayıf ve noksandır, şahsiyetine güvenilmeye ve saygı duyulmaya layık değildir; o halde onun’’insanlık ve medeniliğinden, kutsallık ve yüceliğinden’’dem vurmak, pek sefil bir alaydan ibarettir.
‘’Hakk-ı temellük’’(mülk edinme hakkı) ve ‘’zıman-ı bikr’’(bakirelik güvencesi) gibi sınırlı ve pek az bulunan haklar, diğer hastalıklar karşısında belirsiz bir gölgeden başka bir şey değildir. Zaten öbürleri(kısıtlama,sınırlama ve yasaklar) varken, kadının bundan maddi ve teorik bakımdan yararlanması solda sıfırdır.
Halbuki Türklerin ruhu ve seciveyi diniyeti olan Şamanlıkta, eski Türk sosyal ve idari örgütlerinde kadın ve ana, daima erkeğin yanında ve hatta bazı yönlerden onun üstünde yer alır. İslamiyet’in tüm o etkinlerine rağmen, bunu, çoğunluk itibariyle hala Şamanlık esaslarını koruyan Anadolu’nun Türk şubelerinin hayat tarzlarında, aile kurumlarında şimdi de görmek mümkündür.
Türklerin, Turan’ın tarihi ile; Alangoya’larla, Börtüce’nin, analarıyla, kadından ve anadan başlar. Türk toplum yaşamında ana ve analık, en büyük merkez, en muhterem esas, en geniş harekete geçiricidir.
İslam dini, Türk kadınlığını, olumlu ve geliştirici işlevselliğinden, toplum ve medeniyetten çekip büsbütün üremeye, cinsellik ve şehvete, yeni dişilik ve karılığa mahkûm bırakarak karılaştırdı…
Bu sebeple Türk karılaşması buradan, yani dinin çözülme ve yozlaşmasından başlar… Dinin bu meseledeki fikri ve içtihadi esasları ne olursa olsun, onları hayatımız, milletimiz ve ırkımız namına, gerekirse zerre kadar kale almamaya mecburuz.
(Müfide Ferid, Türk Kadını Dergisi.)
BİYOLOJİK AÇIDAN ERKEK VE KADI N
Çeşitli zamanlarda bir çok bilim adamı, insanı biyolojik açıdan incelemiş, diğer canlı türleriyle karşılaştırmış, kimisi insana en yakın köpeği, kimisi maymunu, kimisi başka bir hayvanı bulmuş, bu arada insan cinsi olarak kadınla erkek de çeşitli yönleriyle karşılaştırılmıştır. Fiziksel yapının beslenme, çalışma tarzı, meslek ya da genlerle ilgili olduğunu, zamanla gelişip körelebileceğini biliyoruz. Uzun süre beyin ağırlığının ya da beyin ağırlığının bedene orantısının zihinsel yeteneklerle ilgili, ilişkili olduğu sanılmışsa da yapılan birçok araştırma ve çalışmalar Raymond Rearl’ı bu konuda kesin sonuca ulaştırmıştır: ‘’ Düşünce yetenekleriyle beyin ağırlığı arasında sıkı ilişkiler olduğunu kanıtlayacak hiçbir kanıt yoktur.’’
Fazla ayrıntıya girmeden şu genel bilgileri aktarmakta yarar görüyoruz.
ÖZELLİKLER (Fiziksel) kadın erkek
———————– ————— ————-
Ortalama boy 1.60 1.70
´´ ´´ orantısı 93 1,00
´´ ağırlık 54 65
Adale yumuşak, sulu sert,kuru
Beden ağırlığına oranla kalbin ağırlığı 1/206 1/215
(Bir başka bilim adamına göre) 1/149 1/158
Beden ağırlığına oranla bağırsaklar küçük,ağır büyük,hafif
Kafatası genel olarak küçük, hafif, dar Büyük,ağır,içi geniş
(Kafatasının hangi cinse ait olduğu kesinlikle saptanamaz)
Beyin en aşağı ağırlık (gelişmiş insan) 1252 gr. 1388 gr
Beyinlerin çoğu (%91) 1100-1450 gr. %35.1250-1550gr.
Her kilograma düşen beyin ağırlığı gramajı 23,6gr. 21.6gr.
Bu karşılaştırmadan çıkarabileceğimiz sonuç şudur; biyolojik ve fiziksel açıdan kadınların erkekler, erkeklerin kadınları horlayacakları, bir yan yoktur! Erkeğin daha güçlü olması tamamen, yüzyıllardan beri gelen alışkanlıklardan, meslek seçimlerinden uzuvların çalışmasından kaynaklanan geçici bir durumdur. Öte yandan çok açıkça görülüyor ki doğa kaz kafalı erkekler yaratabildiği gibi, dahi kafalı kadınlar da yaratabilmektedir. Bu konuda eleştirel bazda söylenilen veri; kadın dahilerin erkek dahilerden daha az olduğu gerçeğidir. Bunu, kadınlara tanınmayan eğitsel, toplumsal, ekonomik, sosyal olanaklarda aramak gerekir kanısındayız. Hem bu konuda şu da söylenebilir: Erkek aptalların kadın aptallara orantısı da oldukça yüksektir her halde!
Zaten ‘’Cinsiyetin seçilmiş bir vasıf olmadığını, insan iradesine bağlı olmaksızın, doğanın belirlediği bir vasıf olduğunu biliyoruz.’’ diyor. E.Dinçer ‘’Türk toplumunda kadın sorunu ‘’ adlı incelemesinde ve ekliyor: ‘’Ama ne var ki bu iki cinsiyet kategorisinin değişmez özelliklerinden söz açabilmemiz ancak biyolojik alanda mümkün olabiliyor. Biyolojik varlığımızı sürdürebilmek, insan soyuna devamlılık sağlamak bakımından kadınla erkeğin rolleri değişmezlik gösteriyor.Bunun dışında toplumsal süreci içinde, bireylerin ve grupların özellikleri, ayırdedici nitelikleri, kendilerine verilen ya da daha özgür bir ortam içinde kendilerinin seçtikleri roller daima toplumdan topluma ve aynı toplum içinde, iş organizasyonundaki yerlerine göre değişiklik gösteriyor. Cinsiyet farkının yüklediği roller bile bu rollerin gerçekleşme ve ifade şekilleri bakımından toplumsal değerlerle belirleniyor. İnsandaki içgüdüler hiçbir zaman hayvanlardaki gibi bir doğa determinizmine bağlı olarak tatmin edilmiyor.’’
Kadın erkek eşitsizliği somut bir olgu soyut bir değerlendirmedir. Bu eşitsizliğin kaynağını bir çok yerde aramak gerekir. Doğa biyolojik açıdan bir cinsi diğerinden bazı konularda zayıf, bazı konularda güçlü yaratmış da olabilir. Bu, bir cinsin, zayıf olduğu noktasından hareketle öteki cinsi ikinci sınıf görmesine,ezmesine,ona üstünlük sağlamasına,tüm toplumsal kurum ve kuruluşlarda, hatta yasalarda ona ikinci sınıf muamelesi yapmasına neden olamaz! Erkek cinsinin kadını ezmek için doğuştan ‘’canavar ruhlu’’ olduğunu düşünmek de akıl işi değildir. Bir takım kurumlar kadını ikinci sınıf görüyorsa asıl o kurumları iyi tanımak ve o kurumların üzerine gitmek gerekir. Ama bu konuda gayret kadınlara düşmekte. Bakın ne diyor Kierkegard: ‘’Ne kötü kadın olmak! Gene de kadın olunca erkek ve kadın olmanın aynı şey olduğunu anlamamak daha da kötü!’’
Çağımızın varoluşçu düşünürü J.P. Sartre daha bir gerçekçi yaklaşmıyor mu konuya? ‘’Herkes gibi! Yarı kurban, yarı suç ortağı!’’
Kadın erkek eşitsizliğindeki payın,en büyük payın dinler olduğunu kavradıktan sonra,insanoğlunun ve insankızının neden bir yaratıcıya ve dine gereksinim duyduğunu araştırmak da kaçınılmaz olur !
İNSAN NEDEN BİR YARATICIYA GEREKSİNİM DUYAR?
Dinlerin özellikle kadınlara nasıl baktığına geçmeden önce yukarıdaki soruya bir yanıt bulmakta yarar var. Bu yanıt bulununca ancak sağlıklı bir çözüme gidilebilir. Din toplumsal bir olgu. İnsanlık varoldukça birçoklarının dini olacak. Öyle gözüküyor. Bu konularda cesurca yazılar yazan ve özgürce düşünen, çağımızın en büyük filozoflarından Bertrand Russel (1872-1970) ‘’Neden Hristiyan Değilim’’ adlı eserinde bu konuları irdeler. Konumuzla ilişkisi ölçüsünde bazı bölümleri aşağıya alıyoruz.
‘’İnsanları tanrıya, inanmaya götüren şey hiç de bir zihin muhakemesi değildir. Çoğu insanın tanrıya inanması küçük yaştan öyle yetiştirildikleri içindir, başlıca sebep budur. Sonra en güçlü sebeplerden birinin de güven duygusu olduğunu sanıyorum; size bakacak, koruyacak kuvvetli bir ağabeyinizin olmasını istersiniz. Bu, insanların tanrıya inanma isteklerini etkileyen en derin etkenlerden biridir.’’
-Bu konuda bir anımı anlatmak gereği duydum şimdi. Yıllar önce,komünist rejimdeyken Arnavutluk’a gitmiştim. Anayasalarının sanırım ikinci maddesi::Arnavut Devleti dinsizdir!” şeklinde idi. Arnavutlardan bayağı yüksek tahsilli insanlara açıkça sormuştum: “Tanrı,din hakkında düşünceniz nedir?” “Bu konuda hiçbir düşüncemiz ve merakımız yoktur!” yanıtını almıştım. Bu anı büyük düşünür Russel’in yukardaki kanısını kanıtlar nitelikte olduğu için araya girdim ve çıkıyorum…-
‘’………. insanların dini kabul etmelerinin gerçek sebebinin akılla ilgisi yoktur, dini, duygu yoluyla benimsemektedirler.’’ ‘’Dünyaya şöyle baktığınızda, insanın duygusunda her ileri gelişme, ceza hukukunda her ilerleme, savaşın azalması için her teşebbüs, renkli ırklara karşı davranışta daha bir düzelme veya köleliği ortadan kaldırmak için yapılan her teşebbüs, dünyada ahlaksal alanda gerçekleştirilen her ilerleme, dünyanın teşkilatlanmış kiliseleri tarafından muhalefet görmüştür. Kiliseler halinde teşkilatlanmış olan Hristiyan dininin bugüne kadar dünyadaki ahlaksal ilerlemenin başlıca düşmanı olduğu gibi hala da olmakta devam ettiğini açıktan açığa ilan ediyorum.’’
‘’Dinin her şeyden önce ve genellikle korku üstüne kurulmuş olduğunu sanıyorum. Bu kısmen bilinmeyenin korkusudur, kısmen de, söylemiş olduğum gibi, başınıza gelecek güçlüklerde ve itişmelerinizde yanıbaşınızda duran bir ağabeyin olmasını size isteten bir korkudur. Bütün dinin kökü korkudur; bilinmeyenin, yenilmenin ve ölümün saldığı korku, zalimliği doğuran korkudur. Bu bakımdan zalimlikle dinin baş başa gitmesinde, şaşılacak bir şey yoktur.’’
‘’… Bize salmış olduğu korku karşısında köle gibi olmak istemiyoruz, zeka ile dünyayı fethetmek istiyoruz… İyi bir dünyanın bilgiye, acıma duygusuna, cesarete ihtiyacı vardır. Korkusuz bir görüş ve özgür zekaya ihtiyaç vardır. Gelecek için umuda ihtiyaç vardır.’’
Yirminci, çağın büyük düşünürü Bertrand Russel metafizik hakkındaki bu düşüncelerini ister kabul edin ister etmeyin ama o kırmış beyin örümceği zincirlerini açıklıkla anlatıyor.
‘’Tanrını varolmadığını ispat edebileceğimi iddia etmiyorum. Şeytanın da bir hayal olduğunu ispat edemem.’’
‘’Din üstündeki görüşüm Lucretius’unkine benzer. -Lücretius:Latin şairi.İ.ÖJ.98-55?”Evrenin Yapısı Üstüne” adlı yapıtın yazarı.Aynı zamandaDemokritos,Empedokles ve Epikirus’un atom istemi anlayışlarını günümüze aktardı.
“Dine, korkudan doğan bir hastalık, insanlık için sonsuz bir sefalet kaynağı olarak bakıyorum.’’
‘’İnsanlar zeki değilse kendilerine ne söylenirse ona inanırlar, en gerçek iyilik severliklerine rağmen kötülük etmiş olurlar.’’
‘’İnsan isteklerinin dışında ahlak ölçüsü yoktur.’’
Daha önce okuduğumuz gibi ‘’tanrının varolduğunu ispat edemeyeceğini’’ söyleyen Russel, dolaylı bir yoldan, eğer tanrı varsa, en azındaki dünyadaki tüm kötülüklerden sorumlu bir tanrı olması gerektiği savını geliştirir.
‘ ’Dünya, dediklerine göre, iyi ve kadiri mutlak bir tanrı tarafından yaratılmıştır. Yaratmadan önce dünyanın içinde bulunacak olan bütün acı ve sefaleti önceden gördüğü için bütün bu olan bitenlerden sorumludur… Dünyaya getirecek olduğum çocuğun katil, manyak biri olacağını önceden bilirsem suçlarından ben sorumlu olurum. Tanrı insanın işleyeceği günahları önceden biliyorsa, insanı yaratmaya karar verdiğinde günahlarından da kendisinin sorumlu olması gerektiği açıktır.’’
Russel, aynı uslamayı yürüterek, insanın günahlarından arınması için acı çekmesi gerektiği mantığının sakatlığına değinir ve şöyle sürdürür düşüncesini:
‘’İnsanın böyle diyebilmesi için bütün acıma duygusunu kaybetmiş olması gerekir. Diğer bir deyimle inandığı tanrı kadar zalim olması gerekir.’’
Şimdi de Russel’le,konumuz açısından, dinin, bir başka deyişle kilisenin insana ve de özellikle kadına nasıl baktığı konusundaki düşüncelerini anlamaya çalışalım.
‘ ’Kilise, İsa’nın annesine saygıyla davranmaktadır… Ama İsa’nın kendisi öyle davranmamıştır.’’Kadın, ne ilgim var seninle?(Yuannaya göre) diye hitap eder ona. Aynı zamanda, oğlanı babasına, kızı anasına, üvey kızı üvey annesine karşı düşman yapmaya geldiğini, babasını, anasını, O’ndan daha çok sevenin O’ndan olmadığını söylemektedir.(Matta35-7)’’(Muhammed’in annesi babası konusundaki hadisleriyle karşılaştırınız!)
‘’Bireysel olsun, toplumsal olsun, iyi hayata giden kestirme yol yoktur. İyi hayatı kurmak için zekamızı, benliğimize hakim olabilmemizi ve duygudaşlığı geliştirmemiz gerekir.’’
‘’Panik anlarında zalimlik en yaygın ve korkunç şeklini alır. Gericiler her yerde korkuya hitap ederler. İngiltere’de Bolşeviklikten korkulmasını; Fransa’da Almanya’dan korkulmasını, Almanya’da Fransa’dan korkulmasını söylerler.
‘’Gelecek hayata inancı doğuran rasyonel muhakemeler değil duygulardır.’’
‘’İlk olarak Müslümanların ispat ettiği gibi, ahrete inanmanın, tabii kavgacılığı kuvvetlendirmede askeri bakımdan büyük değeri olmuştur.’’
‘’Bu durumda çaresiz bir düalizme düşmüş oluyoruz: Bir yanda iyi kötü olaylarıyla, ölümleriyle, başarısızlıklarıyla, felaketleriyle bildiğimiz dünya var, öte yanda gerçek dünyası dediğimiz bir hayali dünya var.’’
‘’Metafizik iç rahatlığı arama isteği, büyük çapta yanlış muhakeme ve zihin sahtekarlığı meydana getirmiştir. Dinin bırakılması, hiç olmazsa bundan kurtaracaktır bizi.’’
‘’Bu denli kötülük dolu bir dünyanın, sonsuz gücü mükemmel iyilik ve adaletle karıştıran bir sanatçının eseri olduğuna inanmayı imkansız gibi görüyordu babam.’’
‘ ’Bütün iyi insanların kadınlar olduğu sanılmamalıdır, her ne kadar kadının erkeğe nazaran iyi olması daha sık görülmekteyse de, din temsilcileri bir yana, daha çok iyi erkekler vardır.’’
‘’Dünyamıza gereken, doğma değil, bilimsel araştırma davranışıdır; İster Stalinden gelsin, ister inananın kendi gibi hayal ettiği bir tanrısal varlıktan gelsin, işkence altında milyonların eziyet çekmesinin hoş bir şey olmadığına inanmaktır.’’
Evet, Russel kitabını yukarıdaki sözlerle bitirir. Ancak Müslümanlar arasında pek yaygın olan bir kanıyı da yineler:
‘’Halifeler İmparatorluğu, Yahudilerle Hristiyanlara karşı, Hristiyanların Yahudilerle, Müslümanlara karşı davrandığından çok daha merhametli davranmıştır. Vergi verdikleri sürece Yahudilerle, Hristiyanlara dokunmamışlardır.’’
Russel Hristiyanlığın kadına nasıl baktığını çeşitli örneklerle açıkladıktan sonra düşüncesine noktayı koyar:
‘’Bazen Hristiyanlığın kadınların durumunu düzelttiği konusunda sözler sarfedilmektedir. Bu, tarihte yapılacak en büyük yanlıştır. Keşişler kadınlara hep baştan çıkarıcı olarak bakmışlardır.’’
‘’Hristiyan dininin en kötü yanı, cinsiyete karşı tutumudur.’’
‘’Sadece zihin bakımından değil, ahlak bakımından da zararlıdır din. Bundan demek istediğim ahlak kurallarının insanın mutluluğu için olmadığıdır.’’
Bertrand Russel’in metafizik konusundaki düşünceleri genel ve özet olarak böyle. Şimdi de aynı konularda bir başka düşünüre yönelelim: John Lewis.
‘’Kendi varlığının, kendi çıkarlarının ve kendi isteklerinin dışında olan kuvvetler tarafından belirlendiğini gören insanın yardımına din koşmakta ve onu mutluluğun ancak tevekkülde( boyun eğmede) ve kendi varlığından, özgürlüğünden, yükünden kurtulmakta olduğuna, insanın bu mutluluğa ancak kendi önemsizliğini kabul etmekle ulaşabileceğine ikna etmektedir. Bu yoksunluk ve fedakarlık telkin eden din ekonomik durumları yüzünden mutluluğa kavuşamayanlar içindir. Dinlerin çoğu, bu değersizlik ve önemsizlik duygusunu, bu güçsüz bir alet olma duygusunu kuvvetle destekler ve insanı hakim sınıfa karşı direnmek için gerekli olan haysiyet duygusundan ve kendine güven duygusundan yoksun bırakır.’’
Tarihte, kaynağına ve tanrı kavramının gerçek anlamına rağmen, demokrasi ve işçi mücadelesinin bir dini görüşün diğerleriyle olan kavgası şeklinde geçtiği zamanlar olmuştur… Din aynı zamanda yöneticilerin imtiyaz ve bahanelerine de kuvvetle destek olmuştur. Fakat sömürülene vazedilen resmi devlet dini hep kendini küçük görmeyi ve yumuşak başlılığı telkin etmiştir.’’ ( John Lewis, Sosyalizm ve Birey.Lenin’in Gorki’ye yazdığı mektuptan)
Beki de dünya durdukça hiçbir zaman nokta konulmayacak bu metafizik konusuna bir nokta koymazdan önce gene ünlü düşünür Russel’in bir başka kitabından bir-iki tümce alarak bazı dinlerin insana özellikle de kadına nasıl baktığına geçelim.
‘’…. âlemin, her ne kadar bilinmiyorsa da, belirli bir tarihte başlangıcı bulunduğunu hipotezini bir müddet için kabul etmemiz gerektiği kanısındayım.
Bundan, âlemin bir Yaradan tarafından yapıldığına mı intikal edeceğiz? Eğer sağlam bilimsel istidlaller kaidelerine bağlı kalacak isek, katiyen hayır. Evrenin durup dururken başlamış olmaması için de herhangi bir sebep yoktur, ancak böyle olması biraz garip düşer; ama bize garip gözüken şeylerin vuku bulmaması lazım geldiği hususunda gösteren tabiat kanunu da yoktur. Yaratan var demek sebep var demektir, causal istidlaller ise, bilimde yalnız müşahede edilmiş kanunlardan çıkıyorlarsa kabul edilebilir. Yoktan var olma görülmüş şey değildir. Şu halde, evrenin kendiliğinden peyda olmuş olduğunu kabul etmeyip de, bir Yaratan tarafından meydana getirilmiş olduğunu kabul etmek için daha akla yakın bir sebep yoktur, her ikisi de müşahede edebileceğimiz causal kanunlara aykırıdır.
‘’Benim anlayabildiğime göre, evrenin bir Yaratan tarafından yapılmış olduğu hipotezinden çıkarılacak özel bir teselli de yoktur. Evren öyle de olsa evrendir, böyle de olsa… şu tatsız tuzsuz kainatın bir amaç güdülerek imal edilmiş olduğunu farz etmekten ne çıkar bilmem.’’(age)
‘’… ben bir zeka sahibi Tanrı’nın, organik hayattan olup biten şeylerin hepsini gerçekten tasarlamış olduğu takdirde kendisine atfetmeğe mecbur olduğumuz amaçlara neden sahip olması gerektiğini anlamaktan tamamıyla acizim.’’ (age)
Din ve Tanrı kavramı insanlarda doğuştan gelen bir kavram değildir. Düşünen insan anlayamadığı, korktuğu her şeye bir neden arar. Nedenini, nasılını bulduğu zaman korkusu azalır ya da yok olur ve o ‘’şey’’ korku olmaktan çıkar.
Hemen hemen her düşünür din ve tanrı kavramının kaynağının ‘’korku’’ olduğunda birleşmektedirler. Tek tanrılı dinlere gelinceye kadar insanoğlu anlayamadığı ve gücünden korktuğu hemen her şeye tapmıştır: Güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, fırtına,şimşek,sel,ateş, gök gürültüsü vb.vb. uğruna tanrılar yaratılan kavramlar olmuşlardır.
Comte de Volney, yıkıntılar adlı kitabında şöyle diyor: ‘’İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe, babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel ihtiyaçlar zincirlerinden kurtularak, dolayısıyla anlamlara, sonuç çıkarmalara yöneldi. İnsan zekası, giderek soyut bilgileri kavramak gücünü kazandı. Yeryüzünden kendilerinden birçok varlık kaynaşıyordu. Bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor; gök gürlemesi ürkütüyor; su boğuyor; sel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra şöyle düşünmeye başladı: ‘’Onlar kendisinden güçlü, kendisinden üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri de tatlı etkiler uyandırmaktadır. Tatlıyla etkileyenler umut bağlıyor, onlara yaklaşmak istiyordu, acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu… İşte korku ve umut gök gürültüsünün ilk ilkeleri böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek isteyince itebiliyorsa, onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade bir zeka olmalıydı. İşte tanrılık irade, tanrılık zeka düşüncesi böyle doğdu…’’
Comte de Volney aynı uslamlamayla insanların önce fiziki güçlere, daha sonra gökyüzünde yıldızlara, güneşe, aya, daha sonra putlara, bunu izleyen zaman diliminde karşıt ilklere ve en son da mistisizm akımıyla tek tanrıya yöneldiklerini söyler.
Doğaldır ki bu geçişler uzun zaman dilimleri içinde olmuştur ve geçiş süreçleri toplumdan topluma, kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya ve insanda insana değişkendir.
Ne olursa olsun insanoğlu önce; gördüğü, korktuğu, fizik olarak varlığını kavradığı şeylere tapındı ve giderek görünmez, kaadiri mutlak, sıfatlardan münezzeh tanrı kavramını yarattı.
‘’Önceden bilimin kanıtlayamadığı binlerce şeyin varlığında en güçlü varlığını süren din felsefesinin maddi zemini esasen ortadan kalkmış bulunmaktadır. Üstelik meteryalizm, bilimin sistematiğini ortaya koyduğundan beri, tek tek açığa çıkarılmamış olguların varlığı da ancak cahil insanların gözünde değerini sürdürür olmuştur. Din felsefesi bilime sorduğu soruları aynı şekilde kendisine sormak zorundadır artık: “İnsanın Allah tarafından yaratıldığını ispat etsene vb.’ gibi’ (1)
HRİSTİYANLIK KADINA, AİLEYE, CİNSELLİĞE NASIL BAKIYOR?
Hristiyanlık kadına, ‘tanrısal günahı’ Adem’e işleten bir günahkar, günahların anası”olarak bakar. Şeytana bile kadına kızdığı kadar kızmaz Hristiyan! ‘’Bunda kadının ne suçu var, Şeytanı yaratan Tanrı, sonuçta Ademe de Havaya da, onları kandırıp, ‘ayvayı yediren’ şeytan diye de düşünmez!
Hristiyanlık şöyle düşünür:
‘’Ey kadın! Sen şeytanın kapısısın! Sen şeytanın doğrudan saldırmaya yürek tutturamadığını bile ikna ettin! Tanrının oğlu senin yüzünden öldü. Sen her zaman yasta ve paçavralar içinde olmalısın!’’
Yukarıdaki sözleri söyleyen Tertullianus’tur. Kendileri Latin yazarı ve din dilimcisidirler! İ.S.155-220 yılları arasında yaşamış oldukları sanılmaktadır. Elli yaşına doğru Hristiyanlığı kabul etmiş ve papaz olmuşlardır. Anlaşılacağı üzere pek dini bütün bir hristiyandırlar! Dini bütün Hrisitiyanın da mantığı böyle olur işte! İşte size dini bütün bir papaz daha; Saint Ambroise: ‘’ Ademi günaha Havva soktu, Adem Havayı değil, Havva günaha götürdüğü erkeği bir hükümdar gibi kabul etmelidir, adil olan budur!’’ Görüldüğü gibi Havva’nın üzerine atılan suç çağımıza kadar bütün kadınların üzerine atılmış bir suç olmakta ve bunun ceremesini, ne Havva’nın, ne de Ademin yüzünü görmemiş kadınların çekmesi istenmektedir! Ama bu dini bütünler az buz da değillerdirler. İşte size bir papaz daha; Saint- Thomas: ‘’Kadın, raslantısal, eksik bir cins kusurlu erkektir. İsa nasıl insanın başıysa erkek de kadının başıdır! Kadın erkeğin buyruğu altında yaşamak için adanmıştır!’’
Bir başka papaz; Saint- Jean Chrysostome, gene vazediyor: ‘’Vahşi hayvanlara arasında kadın kadar zarar vericisi yoktur! ‘’ Tertullianus gene bas bas bağırıyor: ‘’Kadınlar! Erkek cinsinin mahvına sebep olduğunuzu bize unutturmak için ağlayarak yas tutunuz!’’
Bunların böyle söylenmesi boşuna değil tabii, mantıklarının dayandığı İncil şöyle buyurmaktadır: ‘’Kilise nasıl İsa’ya uyuyorsa, kadınlar da her şeyde kocalarına uymalıdırlar!’’
Sadece Hristiyanlık mı kadına bu gözle bakmaktadır? Hayır! Manun’nun ‘’Manu Yasaları’’ kitabında şu tümceler vardır: ‘’Şerefsizliğin nedeni kadındır. Düşmanlığın nedeni kadındır. Bundan ötürü kadından kaçmalıdır!’’ İnsan bunları okuyucunca bunların ya sapık ya da hadım olduğunu düşünüyor doğrusu! Hadımlık dedik de! İncil hadımlığı da över!
Bir gün bir öğrencisi İsa’ya sorar: Evlenmek doğru bir şey midir? İşte İsa’nın yanıtı:’’ “Bazı insanlar vardır ki analarından hadım doğarlar. Bazıları da insanlar tarafından hadımlaştırılırlar.Bir kısmı da Allah’a dine hizmet için kendilerini Allah uğruna, din uğruna hadım yaparlar.’’( İncil, Matta xıx; 10-11-12)Bu karşılığa göre, hadımlık; tanrı indinde beğenilen dolayısıyla sevap ve de cennete götüren bir şey oluyor. Öte yanda unutmamak gerekir ki İncilde’ki on emir hep erkeklere seslenir. Sanki kadın yoktur! Kadın bir emirde evin hizmetçileri ve hayvanlarıyla eş tutulur neredeyse. Yasaktır! Ne yasaktır? ‘’Erkeğin komşusunun karısına, erkek ve kız hizmetçilerine, öküzüne, eşeğine ve komşusunun malına mülküne göz koyması!’’ Görüldüğü gibi incil’de de kadın bir maldır!(İslamdaki kadın ve namazı kat’eden şeylerle kıyaslayınız!)
Saint Paul Korentlilere yazdığı mektupta şöyle diyor:’’… erkeğin evlenmesi iyidir. Ama cinsel ahlaksızlıklarından dolayı her erkeğin bir karısı, her kadının bir kocası olsun. Erkek karısına, kadın da kocasına hakkını versin! Kadının bedeni kendine değil kocasına aittir. Benzer şekilde erkeğin bedeni kendine değil karısına aittir.’’ (1)
Yani kadının hakkı, kocasına uymak, kocasının hakkı ise karısına egemen olmaktır.
Daha ilerde göreceğimiz gibi aynı Hristiyan kilisesi yüzlerce yıl sonra, o sıralarda lanetlediği evliliği kutsayacak, ekonomik çıkarlar gereği, aileyi çocuk yapmaya özendirecek, çok çocuk yapanlara ödüller verecektir. Evet dindir bu! Dinin, dini imanı olur mu? İncil buyuruyor:
Zina ve Boşanma (Mat. 19.9. Mar. 10.11.12; Lu. 16:18)‘’Zina etme’’ denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki bir kadına bakıp onu arzulayan her adam, zaten yüreğinde o kadınla zina etmiştir. Eğer sağ gözün seni günaha sokarsa onu çıkar at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, tüm vücudunun cehenneme atılmasından iyidir.’’
‘’Kim karısını boşarsa ona boş kağıdını versin, denilmiştir
“Ama ben size diyorum ki, karısını cinsel ahlaksızlıktan başka bir nedenle boşayan her adam, onu zinaya itmiş olur. Boşanmış bir kadınla evlenen de zina etmiş olur.’’
Gördünüz mü? Eğer hristiyanlar bu kuralları gerçekten uygulasalar, ne kadar kör ya da tek göz hristiyan olurdu değil mi? Şimdi Saint Paul’un Korentlilere yazdığı mektuptan bir bölüm:
‘’…Beden cinsel ahlaksızlık için değil, Rab içindir. …Cinsel ahlaksızlıktan kaçının. İnsanın işlediği diğer tüm günahlar bedeninin dışındadır, ama ahlaksızlık yapan, kendi bedenine karşı günah işler.’’ ( İncil)Buradaki ‘’ahlaksızlıktan’’ muradın cinsel birleşme, olduğunu anımsatıp geçelim.
‘’Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, ve Mesih’in başı Tanrı’dır.’’
(Korentlilere mektup, bölüm 2.)
Şimdi de Pavlus’un Efesli’lere yazdığı mektuptan birkaç bölüme göz atalım:
‘ ’Ey kadınlar! Rab’be boyun eğdiğiniz gibi, kocalarınıza boyun eğin. Çünkü Mesih bedeninin kurtarıcısı olarak inanlılar topluluğunun başı olduğu gibi, erkek de kadının başıdır.’’
Aynı mektuptan bir başka bölüm:
‘’Ey köleler, dünyadaki efendilerinizin sözünü Mesih’in sözünü dinler gibi saygı ve korkuyla saf yürekle dinleyin…İnsanlara değil, Rab’be hizmet eder gibi gayretle hizmet edin’’
Görüleceği gibi Hristiyanlık, kadını, aynı köle gibi efendisine, yani erkeğe, sadakatla hizmete çağırıyor. Kölelerin bir umudu olarak ortaya çıkan din, az bir zaman sonra, köleleri, boyun eğerek hizmete ve kaderlerine boyun eğmeye davet ediyor.
‘’Yeryüzündeki değil, gökteki değerleri düşünün…Bu nedenle iç varlığınızın dünyasal yönlerini cinsel ahlaksızlık, pislik, tutku, kötü arzu öldürün.’’
Yukarıdaki de gene Pavlusun Koloselilere yazdığı mektuptan bir bölüm. Anlaşılacağı üzere bu dünya, yani gerçek olan dünya, geçicidir, adaletsizliklere, eşitsizliklere, köleliğe vb. tanrı adına boyun eğilecek ve bunu yanı sıra cinsellikten vb. de el etek çekilecektir, bir başka deyişle yoksul yoksulluğunun tanrıdan geldiğine inanacak ve kadere rıza gösterecek ve bir düş dünyasında cennete gireceği günü, ölümü sabırla, boyun eğişle, haksızlıkların nereden geldiğini araştırmadan kaderine razı olarak bekleyecektir.Öte yandan cinselliğe de yüz vermeyecektir ama,kendileri manastırlarında…
‘’Ey kadınlar, aynı şekilde siz de kocalarınıza boyun eğin…’’( Petrus’un 1.mektubu) Daha öncede kısaca değinildiği gibi Hristiyanlık evliliğe karşıdır ilk sıralarda. Hristiyanlığa göre evlilik, neredeyse cinsel ahlaksızlıktır, kadını ve erkeği tanrıdan alıkoyan bir şeydir. Doğrudan ya da dolaylı şekilde bekarlığın, ya da hadımlığın daha iyi bir şey olduğu hep söylene gelmiştir.İsa’nın babasının belli olmadığından mı kaynaklanıyor acaba bu psikoz ?!
‘’Erkeğin evlenmemesi iyidir…Kadının bedeni kendisine değil kocasına aittir.’’İncil ve öteki kutsal kitaplar cinsel birleşmenin zamanı, şekli ,sıklığı hakkında da öğüt vermekten geri kalmaz. Aynı mektuptan bir bölüm:
‘’İki tarafın onayıyla geçici bir süre için kendinizi duaya vermekten başka bir nedenle birbirinizi reddetmeyin. Sonra yine birleşin ki Şeytan kendinizi denetleyemediğinizden dolayı sizi ayartmasın.’’-Ne sağlam uslamlama ama?!-
‘’Yine de evlenmemiş olanlara ve dul kadınlara şunu söyleyeyim, benim gibi kalsalar daha iyiyidir. Ama kendilerini denetleyemiyorlarsa evlensinler. Çünkü şehvetle yanmaktansa evlenmek daha iyidir.’’ (Pavlus’un Korentlilere mektubu),Yani evlilik yalnız, ,sadece ve tek cinsel arzuları doyurmak içindir!Tabii ki erkekler için ,çünkü kadının doyumu bile ayıp ve de günahtır!…-
Görüldüğü gibi Pavlus’un beyninde evlilik sadece ve sadece şehveti giderici bir kurumdur.Sadece Pavlusun mu ?Gene aynı mektuptan birkaç tümce:
‘’…Evli olmayan erkek, Rabbi nasıl hoşnut edeceğini düşünerek Rabbin işleri için kaygı çeker. Ama evli erkek karısını nasıl hoşnut edeceğini düşünerek dünya işleri için kaygı çeker… Evli kadın kocasını nasıl hoşnut edeceğini düşünerek dünya işleri için kaygı çeker…’’-Bunlar kendi mesleklerindeki başarılarını kanıtlamak için yalancı sahtemarların sözleri değil de nedir ?!-
‘’…kısacası, kızını evlendiren iyi eder, evlendirmeyen ise daha da iyi eder.’’-Ve kendileri manastırmlarında erkekler arasında hastalıklı ilişkileri yeğler!-
Pavlus’un Timoteyus’a birinci mektubu:
‘’…Kadın sükunet ve tam bir uysallık içinde öğrensin! Kadının ders verip erkeğe egemen olmasına izin vermiyorum. Sanki kendisi Tanrı!- Kadın sükunet içinde dinlesin. Çünkü önce Adem sonra Havva yaratıldı. Aldatılan da Adem değildi, kadın aldatılıp suç işledi.’’
‘’Yaptığı iyiliklerle tanınan, tek erkekle evlenmiş, altmış yaşından aşağı olmayan bir dul kadın, eğer çocuk büyütmüş, konuk ağırlamış, kutsalların ayaklarını yıkamış, sıkıntıda olanlara yardın etmiş ve kendini her türlü iyi işe adamışsa adı dullar listesine yazılsın.’-Yazılınca bundan sonraki yaşamında özgür olacak cinsel yönden!”Görüldüğü gibi bir dul kadının toplum içinde bir yere oturtulması için, bir sürü ağır koşullar ileri sürülüyor. Ama erkek dullar için böyle koşullar yok…
İncilde, daha bir çok yerde, bedenin tanrıya ait olduğu, nefsin ruha düşman olduğu, insanların nefislerini öldürmeleri gerektiği, bunun içinde evlenmenin ve bunun doğal sonucu olarak cinsel ilişkinin günah, mekruh bir şey olduğu belirtilir.
‘’Kadının erkeği baştan çıkartan yaratık bildikleri için kadından korkar, çekinirler. Orta çağda bütün kiliseler bu nefreti aşıladılar. Manastırlar açtılar, rahiplerin bekarlığını zorunlaştırdılar… Hristiyanlığa göre kadın ayıplıdır, kabahatlidir. Günahı yeryüzüne indiren erkeği mahveden kadındır. Bu nedenle kilise papazları, manastır papazları, evliliğe fuhuş gibi ve gerekli fenalık gözüyle bakarlar.’(.A.Bebel Kadın ve sosyalizm)-Ama kendileri işlerini gizlice yürütürler başka!Papazlar,rahibeler!
BİR BAŞKA KAFA VE YETENEK: Tolstoy
Koyu Hristiyan, büyük yazar Tolstoy’un ’Kröyçer Sonat ‘adlı kitabı, Hristiyanlığın kadına bakış açısına ayrılmıştır. Kitabının başına İncil’den sözler alan yazar, romanında kahramanına bakın neler söyletiR:
‘’Kadın esareti, insanların kadını sadece zevk aleti olarak görmesinden, bu halin işlerine gelmesinden doğmaktadır. Ona hürlüğünü bağışlamak, erkeklerle aynı haklara sahip olmasını sağlamak, kadın hakkındaki düşünceleri, hiç değiştirmemiştir. Çocukluğundan beri zevk olarak yetiştirilen kadın, ilerde de cemiyet gözünde böylece kalır. Bütün bunlar kadını alçaltır, düşük ahlaki bir cariye haline sokar. Erkek de seciyesiz bir esirci olur çıkar. Kadına yüksek tahsil yolunun açılması, devlet kapısında mevkii sağlanması onu şehvet oyuncağı olmaktan kurtarmamıştır. Onu daima böyle bir telkin altında bıraktığımız için kadın, hep aşağılık bir mahluk olarak kalacaktır. Böylece ya namussuz doktorların yardımıyla çocuk yapmamak için çareler arayacak, yani hayvandan daha aşağı bir fahişe olacak; yahut ruh terbiyesinden mahrum çokları gibi, hasta, isterik bedbaht haliyle yaşayıp duracak… bunu ne lise tahsili, ne de yüksek tahsil değiştirebilir. Değişiklik ancak erkeklerin kadınlar üzerindeki ve kadınlarında doğrudan doğruya kendi üzerlerindeki görüşlerinin değişmesiyle mümkün olabilir. Bunu sağlamak için kadın, bakireliğin yüksek değerini anlamalı, ömrünü bu halde geçirmenin şimdi olduğu gibi bir ayıp, bir şerefsizlik sayılmayacağını bilmelidir. Bu gerçekleşmedikçe, tahsili ne olursa olsun bütün kızların tek ideali, seçimi kolaylaştırmak için, mümkün olduğu kadar çok erkeği ağa düşürmek olacaktır. …Kadın biricik emeline dolayısıyla saadete, ancak erkeği teshir ettiği anda kavuşur. Bundan başka tek gayesi yoktur. Bu böyleydi, böyle olmaya devam edecektir. Bizim muhitte bu hal kızlıktan başlar, evlilikte de devam eder. Kızken koca bulmak, evlenince kocayı boyunduruk altına almak için, hep bu çarelere başvurur.‘’Kadın normal bir kadınsa, çocuğunu emzirir, analık duygusu, dişiliği bir müddet için sindirir. Fakat doktorlar buraya da yetişirler. Çocuklarını emzirmek isteyen ve birinciden sonra gelen beş çocuğunu da kendi sütüyle besleyen karım, ilkinde rahatsızlık geçirmişti. Doktorlar kadını hayasızca soyup her yanını ellediler…’’ (Tolstoy’un kitabını eleştirenlere yazdığı Sonsöz’den)
Kitap çok eleştiri alır. Binlerce mektup gelir Tolstoy’a. Koyu Hristiyan Tolstoy’un onlara, verdiği yanıttan yeni bölümler sunalım. Böylece kör inancın usu nasıl sislediğini bir kez daha görelim.
‘’..Sahte ilmin savunduğu bir kanaatten söz açmakla başlayacağım. Bu, cinsi münasebetlerin insan sağlığı için elzem olduğu hakkında inançtır…
’’ Cinsi münasebette bulunup kendilerini çocuk angaryasından veya bütün ağırlığını kadına yükleten,yahut çocuk olmasına büsbütün mani olanlar bu çeşit cinsi münasebetlerin ilkel ahlak kurallarınca bile bir suç, bir alçaklık olduğunu bilmelidirler. Şu halde namussuz yaşamak istemeyen bekar erkekler bundan kaçınmalıdırlar. Cemiyetimizde sevişmeye yalnız insan sağlığına, zevkine hizmet eden bir vasıta, olarak bakmakla da yetinilmiyor. Bu, hayatın bitin şiirini kendinde toplamış bir nimet mertebesine yükseltiliyor.
Bunun önlenmesi için insanlar aşk üzerindeki görüşlerini değiştirmelidir. Kadınla erkeğe gerek aile, gerek dışarı terbiyelerinde evlilikten önceki ve sonraki aşkı ve bununla birlikte yürüyen maddi aşkı, şimdi olduğu gibi şiir havasına bürümekten kaçınmaları aşılanmalıdır. Bunun sadece insan alçaltan hayvanca bir iş olduğu kabul edilmeli, evlilikte ihaneti, dolandırıcılıkla, ticari suçlarla bir tutmalıdır. Dünyaya çocuk getirmekten karı koca münasebetlerinin başlıca gayesi, kabahatin özrü olacak yerde, bu hal sevişme zevkinin engeli sayılıyor. Bu yüzden evlilik hayatında da, bunun dışında da tıp adamları kadını kısırlaştırmak çarelerini bulmuşlardır. Muhitimizde çocuğa, ya tam bir zevke varabilmeyi önleyen tatsız bir engel, yahut kazazedesi olarak bakılmaktadır.. Ana baba onları hayata gereken şeklide hazırlayamaz, sadece tıp denilen sahte ilme uyarak çocuklarını besler, boylarının uzamasına itina gösterirler… Gençlerimizin peşinde koştukları sevgi daima şehvetten temel aldıkları halde, oyuna bütün sanatların yardımıyla süslenen, şiir havası verilen bir aşkın lafı edilir. Genç erkelerimiz altın çağlarını cazibeli bir aşk macerası veya parlak bir evlenme peşinde geçirirler.Kızlarda kadınlar da aynı maksatla erkeleri ağlarına düşürmek gayretindedirler.Benim evlilikten önce ve sonra sefih bir hayat yaşamak, çocuk doğurmak, çocukların ana babanın keyfince yetiştirilmesi ve sevişmenin her şeyin üstünde tutulması hakkında ortaya attığım fikirlere kimsenin itirazı olmadı… Fakat bana ideale ulaşmak için bekaretin titizlikle korunması insan neslinin kurumasına yol açar, dediler. Beşeriyeti yeryüzünde silmeğe götüren bir yol, insanlığı hiçbir ideale ulaştıramaz.’’ İddia sahipleri apayrı iki mefhumu, ideali ve ona ulaşmak için tutulması için gerek yolu belki bilmeden, belki de bile bile, birbirinin içinde görmektedir.
Halbuki kastettiğimiz manasıyla iffet asla ideale götüren bir yol değil, idealin ta kendisi veya geniş manasıyla en büyük parçalardan biridir.
İdealin bu vasfını, sadece bir mefhum olarak kalması ve sonsuzluğa uzanmasıyla muhafaza edebileceğini de gözden kaçırmamak gerekir.’’’(age) Tolstoy dünyamızın en büyük yazarlarından biri. Ama görülüyor ki kör inanç, ortalama bir aklın dahi görebildiği gerçekleri görmeye engel olabiliyor.Kadını lanetleme, aşağılama, horlama, suçlamada yerli yazar ve ozanlarımız da vardır. Bakınız Faruk Nafiz Çamlıbel neler yazmış:
Kardeş kardeşi vurdu kahpe kadınlar için
Bir genci tapar gibi diz çöktüren sizsiniz
Adem Cennetten çıktı yine bir kadın için
Kakın oyunlarıyla morfinlendi koca Çin
Mısır tarihini hep sizler çevirdiniz
O muazzam Roma’yı yine siz devirdiniz
Saraylarda raksedip ta barlara indiniz
En sonunda kerhanede yer bulup dinlendiniz
Ruhları zehirleyen kara yılan sizsiniz.
Demek ki iyi şair olmak da inanç körü olmayı engelliyemiyor!
Görülüyor ki bu tür erkek için kadın; ‘’Ne onunla ne de onsuz’’ Ancak kadın bir cinsel araç olduğu için gerekli, yoksa eksik etek, kaşık düşmanı, saçı uzun aklı kısa bir ‘garip’ varlıktan öte bir şey değil!
Kadın erkek ilişkisine dinsel kitaplarda olduğu gibi halk edebiyatında, divan edebiyatında da çok değinilmiştir. Burada konumuz bakımından bizce önemli olan tüm bu değinmelerde kadının bir cinsel eksik varlık, boyun eğmesi gereken ikinci sınıf bir ‘cins’ olduğu görüşlerinin ağır basmasıdır.
Bu görüşler büyük çoğunlukla erkek görüşüdür ve acı olan, kadınların çoğunluğunun da, özellikle İslam ülkelerinde, bu görüşleri çok doğal olarak kabullenmiş olmalarıdır. Bu kabullenme kuşkusuz taa çocuklukta ‘’O oğlan çocuğu’’ ‘’Sen kız çocuğusun’’ koşullandırması ile erken yaşlarda başlatılmıştır
Kur’anda kadın
İslamiyet’in kadına getirdiği ‘’hakları’’ ve ona bakış açısının iyi anlayabilmek için, İslamiyet’ten öncesi Arap toplumundaki kadının yerini,haklarını, toplumun ona bakış açısının irdelemek durumundayız.
İslamcı yazar-çizerler ‘’cahiliyye’’ dönemi adı verdikleri bu dönemi, büyük ölçüde gerçekleri de saptırarak karalamakta birleşirler. Onlara göre, Muhammed’den önce, kadınların hiçbir itibarı yoktur, diri diri kumlara gömülmekteydiler, öldürülmekteydiler, hiçbir yasal hakları yoktu, mal gibi alınıp satılmaktaydılar vb…
Yoksulluk halk indinde, cinsin devamı açısından erkeğe daha üstün bakıldığı, bu yüzden de kız çocuğu istenmediği, belki de nüfus fazlalığı dolayısıyla çok karılığın geçerli olduğu, kısaca, kadına ikinci sınıf insan muamelesi yapıldığı doğrudur.
Ama bu doğruluk tarihin hemen her döneminde, her ülkede geçerli olan doğruluktur. Öte yandan bilinmektedir ki, üst sınıflarda, zengin ya da egemen sınıflarda kadın saygındır, üreticidir, erkeklere denktir. Bizzat Muhammed’in birinci dul karısı Hatice ticaret kervanlarına sahip, faizcilik yapan, zengin, itibarlı bir ‘’putperest’’ değil miydi? Muhammed yıllarca onun zenginliğinden ve itibarından yararlanarak kendisine belirli bir çevre ve güç edinmedi mi?
Değerli bilim adamı Prof. Dr. İlhan Arsel Şeriat ve Kadın adlı çok değerli incelemesinde İslam öncesinde kadının yerinin hiç de bazılarının söylediği gibi olmadığını bir çok örneklerle anlatır.
‘’Tarihi gerçek odur ki İslam öncesi dönemde Arap kadını, toplumun şerefle sayar olduğu, siyasal ve sosyal haklarla donattığı bir varlıktı; mal değil tersine hak süjesi durumundaydı. Erkeğini kendi seçer ve dilediği takdirde boş edebilirdi. Giyim ve kuşamında olduğu gibi dilediği işleri görmede de örneğin ticaret serbestti. Saba Melikesi örneği, ‘’cahiliyye’’ olarak küçümsenmek istenilen dönemlerde kadın devlet başkanlığına gelebildiğinin kanıtı olarak ortadadır…Hemen hatırlatalım ki İslamdan sonra Arap kadını kocasını seçme hakkını yitirmiştir… kocasını boşama hakkından da yoksun kalmıştır.’’
İslam’dan önce, Araplarda kadınların toplumsal işlerde önemli bir yeri olduğunu, ‘’Tanrı Elçisi Hazreti Muhammed,’’ adlı yapıtında R.C.V. Bodley de çeşitli yerlerde belirtir.
‘’Kadınların da Mekke işlerinde parmakları vardı. İçlerinden çoğu bu ticari spekülasyonlarda, faal birer insandılar.’’
Hind de Hatice gibi, çalışan bir kadındı ve vaktinin çoğunu spekülasyon yaparak ve yahut ta yüksek faizle fakir göçebelere para vererek geçirirdi.
İslamiyet’ten evvelki devirlerde Araplar giyinme hususuna ve yabancı memleketlerden gelme hoş lüks maddelere düşkündüler. Ayrıca hem kendileri, hem de kadınları için latif kokuları olan esanslara bayılıyorlardı.
Yahudi kadınları peçeyle gezdikleri halde, Arap kadınları peçesiz gezerlerdi. Hazreti Muhammed’in peçe koyma adetini bizzat kendi buluşu veya başkalarından görerek özellikle kişilik nedenleridir. ?
Hazreti Muhammed ihtiyarlık devresine gireli seneler olmuştu. Zevcelerinin çoğu onun yarı yaşı kadar bile yoktular. Bunlar normal surette inkişaf etmiş dişiler için her türlü sezgi ve temayüllere sahip bulunan cazip, yakışıklı ve sıcakkanlı kadındılar. Erkek ziyaretçiler mütemadiyen Hazreti Muhammed’i ziyaret için eve damlıyorlardı.
… Maamafih, ziyaretlerini Resul’ün genç zevcelerini bir defacık olsun görebilmek maksadıyla yapılan bir takım insanlar da yok değildi. Bunlardan hiçbiri Hazreti Muhammed’in gözünden kaçmadı… Mühim işler anında daima yaptığı gibi Tanrı’sına başvurdu ve bu hususta bir ilham aldı ki, bu ilham Kur’an’ın beşinci suresi olan sure-i Maide’nin altıncı ayetinde şu şekilde kayıtlıdır:‘’Müminler! Yemek vaktini beklemiş olmayarak davetli bulunduğunuz vakitten başka vakitlerde Peygamberin evlerine girmeyin. Fakat davet olunduğu zaman girin, yemeği yiyince dağılın, birbirinizin sözüne sohbetine dalıp kalmayın… Peygamberin kadınlarından işe yarayacak bir şey isteseniz onu perde ardından isteyin.’’
Bu sebeple erkekle kadın arasındaki ilk set, ilk mania bir perde oldu. Bilahara, Hazreti Muhammed bütün kadınların evden dışarı çıktıkları zaman kendilerini etrafa mümkün olduğu kadar az göstermeleri icap ettiğine karar verdi. Bundan dolayı surei Ahzab’da şöyle bir kayıt vardır:” Ey peygamber! Karılarına, kızlarına ve müminlerin karılarına örtünmelerini söyle. Bu birer muhterem hanım olarak onlara daha çok yakışacaktır.’’
Çarşaf o günden itibaren nihayet müslüman kadınların evden dışarı çıktıkları zaman vücutlarına sardıkları bir örtü oldu. Ve neden kıskançlıktan başka bir şey değldi! Fakat bu islamiyetin ilk günlerinden çok sonraydı ve haremin dünyadan tam bir şeklide tecerrüdü tamamiyle yenidir ve hiç bir zaman bir Arap hususiyeti olmamıştır.
Hazreti Muhammed’in bu hususi emir ve talimatlarından mutazarır olmayan yegane kadınlar göçebe kadınlardır. Bu kadınlar buğün olduğu gibi o zaman da kendilerini hiç peçelemediler.’’(R.V.C.Bodley.Hz.Muhammed)
Osmanlıda Kadın adlı yapıtında Meral Altındal İslamiyet Öncesi Araplarda kadının yeri hakkında şunları yazıyor:
‘’Eski Hint Çin ve Arap toplumlarındaysa, babanın otoritesine dayalı’’pederşahi’’ aile sistemi ve poligami hakimdi. Ailenin mirası ve yönetimi daima babadan oğla geçer, kız çocuklarına herhangi bir söz hakkı verilmezdi.Kadın zengin ve seçkin bir aileden gelmiyorsa saygı görmez, bir ticari mal gibi değerlendirilirdi…İslamiyet, kadını hiçe sayan Arap toplumu için geniş haklar getiriyordu. Ancak çağdaşlarına göre kadının en iyi konumda bulunduğu Türkler için bunlar hak değil kısıtlama idi. Türkler İslam dinini kabul ettikleri ilk zamanlarda eski özelliklerini sürdürüyordu. Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın karısı Terken Hatun (terken, melike demektir) devlet idaresinin her sahasında etkili bir mevkie sahipti.
Ancak zamanla kadın İslam Türklerde de aşağılanır olmuş özgürlükleri kısıtlanmış, ikinci sınıf bir ‘’insan’’ yerine konmuştur.
Fuzuli ‘’Rindü Zahid’’ adlı eserinde şöyle yazıyor:
‘’……… Kadınların yakınlığı devasız bir derttir. Kadınlar eğer güzelse, onların muhafazası büyük bir bela ve eğer çirkinse, onlarla sohbet elim bir azaptır. Kadınlar selameti bozarlar, onları boşamaksa melamete sebep olur. Kadınları seven erkek, düşman besleyen bir sefihtir.’’(M.Emre .İslamda kadın ve aile)
İslami anlayış kadını eve hapsedip ekonomik üretimden yoksun bırakır. Kadının eve hapsedilerek üretimden yoksun bırakılması, bir doğa yasasıymış gibi anlatılır Kur’anın Nisa suresinde:’’…… mallarından sarf etmelerinden ötürü erkeler kadınlar üzerinde hakimdirler.’’ denilir ve erkeğin kadınlardan üstünlüğüne mantık dışı bir kılıf bulunmaya çalışılır.
‘’Kaldı ki kadın, dünya genelinde düşünülecek olursa maddi değere dönüşen üretimde de gerçekte erkek kadar ve kırsal alanlarda daha çok bir katılım sağlamaktadır. Ancak dinlerin ‘’Allahın erkeği üstün yarattığı’’ şeklindeki bilim dışı yargının etkinliği, çağ dışı geleneklerin kadına karşı yaygınlığı ve cehalet sonucu eşitsizlik, kurumsal varlığını daha da etkin sürdürür. Oysa bu gerici kurumsallaşmaya karşın, 1985’te Nairobi’deki Kadın Konferansında da belirtildiği gibi ‘’doğurganlığı ve analığıyla yaşamı yenileyen kadının, erkeğe göre daha aç gözlü, insan yaşamına ve doğaya daha saygılı olduğu, kadının yönetimine daha fazla ağırlık koyacağı bir dünyanın, daha adil, daha barışçı ve daha güzel olacağı, kadının siyasal iktidarda ve ülke yönetiminde çok daha etkin biçimde yer almasının daha iyi bir yaşam için zorunlu olduğu gerçeği, insanlığın temel gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır.’’ (3)
Aynı yazar başka dökümanlardan alıntılar yaparak: ‘’Diğer tek tanrılı dinler gibi İslamiyet de egemen cinse erkeğe seslenirken:’’ dünyanın epsi faydalanılacak bir şeydir. Dünya metaının en hayırlı ise kadındır,(M.Emre,İslamda kadın ve aile) diyor, kadının diğer metalar gibi ‘’faydalanılacak bir mal’’ ‘’iyi’’ olması halinde ise aynı zamanda ‘’hayırlı’’ ancak yine de ‘’mal’’ olarak gördüğünü dile getiriyor.
Kur’an ‘’O’’ nun ayetlerinden biri de size kendinizden, huzur ve sükuna kavuşacağınız eşler yaratmasıdır’’ (Rum, 21) diyerek kadının işlevini erkeğin’’huzur ve sükununu ‘’ sağlama aracı olarak belirler ve Kur’an, kadının, erkeğin kendisinden faydalandığı bir mal olarak saptanmış konusunu kutsar.
Bu durum Ali-i İmran-14’te, ‘’ Kadınlara, oğullara kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü gösterilmiştir. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır’’ deyişinde daha da belirginleştirilir. Kur’an nezdinde ‘’insan’’ olan erkektir, kadın ise gümüş ve hayvanlar gibi dünya hayatının malıdır. Tıpkı diğer mallar gibi; elbette ki fiyatları vardır ve bu durum, diğer ayet ve hadislerde olduğu gibi, örneğin Maide-5’te de ‘’…
. Hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız zina yapmamanız, dost edinmemeniz ve kendilerine mehirlerini ( ücretlerini) vermeniz şartıyla size helaldir’’ şeklindeki ifadesini bulur. İşte böylesi bir zihniyete sahip olan Kur’anda erkeğin kadına karşı sevgi ve merhameti ise, kadının kendinden beklenen yükümlülükleri(tam itaat, cinsel tatmin, çocuk doğurma, erkeğin mallarını koruma ve diğer hizmetler)yerine getirmesine bağlı ola bir durumdur.
Ayrıntılara indikçe daha da net görebileceğimiz gibi İslamiyet’in ve dinlerin kadına verdiği hiçbir köklü hak ve özgürlük yoktur. Zaten İslam’cı yazarlar bu konuda, demagoji yapmaktan, kendilerinden daha geri sistemlerle kıyaslama yaparak, onları bile çarpıtmak pahasına zevahiri kurtarmaya çabalamaktan ve yarattıkları toz duman içinde cahil bıraktırılmış,’’öbür dünya’’ korkusu ve umudunu taşıyan insanları kandırmaktan öte bir şey yapamıyorlar. Dünya kadınlarının, uğrunda mücadele ettikleri, uluslar arası yasalara geçirttikleri ve toplumcu düzenlemelerde pek çoğunun somut hayat içinde güvence altına alındığı hak ve özgürlük değerleri ışında dinin kadına vereceği tek şey onun tekrar eve, çarşafa, erkeğin mutlak kontrolüne hapsedilmesidir ki, bunların İslami karşılığı ‘’hak ve özgürlük’’ olmaktadır.
Diğer çarpıcı bir örnek de Nisa 23. de kendini gösterir:
‘’Evlendiğin kadın kız çocuğu sahibi ise ve evlilik işlemleri bitirildiği halde henüz gerdeğe girmeden onun kızını görüp anasından daha çok beğenmişseniz, bu durumda anasını boşayıp kızı almakta size bir engel yoktur.’’ Ahlaki değerlerin onca örneğin peşine bu en uç yaklaşım üzerine ayrıca konuşmayı fazladan edilmiş sözler olarak görüyoruz. Ama salt bu ayet bile içeriğinin hazmedilemezliği bir yana Kur’anın bir 7. yüzyıl Mekke Medine’li bir Arab’ın ürünü olduğunu kanıtlamaya yeter; Allah’ın işi mi kalmadı? diyesi geliyor insanın dünyanın onca sorunu varken kalkmış, kızını görüp vurulunca önceden nikahladığı anasından vazgeçmek isteyen Arap aristokratın cinsel keyfine hukuk düzenlemekle uğraşsın!’’(Erdoğan Aydın,İslâmiyet Gerçeği)
Gerçekten de İslamiyet, kadın sorununda bazı köleci toplumlardan, bu arada ideolojik düzeyde Yahudilikten görece ilerde görünmektedir: Ancak bu köklü bir değişime işaret etmez. Hepsinde kadın erkeğin kaburga kemiğinden erkeğe hizmet için yaratılmış ikinci sınıf bir yaratıktır ve hepsinde kadın belirgin bir ‘’suç’’ potansiyeli, sakınılması gereken bir ‘’tehlikedir’’. Örneğin Muhammed’in ‘’bir şeyde uğursuzluk olsa idi, evde, kadında ve atta olurdu.’’ (A.Himmet Berki, 250 Hadis) deyişi bu bakış açısını ortaya koyar.
Bir diğer hadiste, kadınlar aklen ve dinen dun (aşağı) yaratıklardır deyişi de ilginçtir. Söz konusu bu hadiste Muhammed kadının, ‘’akıl noksanlığı, iki kadının şahadetinin bir erkeğin şahadetine eşit olmasıdır. İşte (kadında) aklın noksanlığı budur. Kadın günlerce namaz kılmaz (muayyen zamanlarda), Ramazanda oruç tutmaz (aynı sebeplerden) dinin noksanlığı da budur diyerek en basit mantıkla bile hiçbir değer taşımayan bir gerekçelendirmeden de geri durmaz.’’
Gerçekten de mantıkla bağdaşmayan bir uslamlama ya da gerekçelendirmedir bu. Kadının şahadeti kuralını, muayyen zamanlarda oruç tutmama, namaz kılmama kuralını kendiniz koyacak, sonra da iki kadının şahadeti bir erkeğe ancak yettiği ve muayyen zamanlarda dini görevlerini yerine getirmedikleri için Kadınlar ‘’dûn’’ durlar diye mantık yürüteceksiniz!
‘’Kadının ikinci sınıf bir cins olasına İslamiyet’in getirdiği bir diğer gerekçe de, yine bizzat kendisinin kutsadığı haksız iş bölümüdür. Önce kadının eve hapsedilmesini, ekonomik faaliyetin erkeğin tekeline alınmasını kutsayan İslamiyet, sonra da sanki bu iş bölümü bir doğa yasasıymış gibi bundan hareketle:…. Mallarından sarfetmelerinden ötürü erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler (Nisa-34) der. Kur’anın takipçileri de aynı ilkellik içinde sorarlar: Devamlı üretici olan oğlan evlat ile mütemadiyen tüketici olan kız bir olabilir mi? Erkek devamlı kazanır, kadın ise tüketicidir. Devamlı üretici olan oğlan ile mütemadiyen tüketici olan kız evlat bir olabilir mi (Diyanet Gazetesi) diye yazarlar.(1)
Şimdi Kur’anda ‘’kadın’’la ilgili ayetleri olabildiğince yorumsuz olarak ama gene de zaman zaman dikkat çekerek verelim. Birlikteliği sağlamak amacıyla, gene daha önce de yaptığımız gibi diyanetin resmi Kur’an çevirisinden aktarıyoruz.
‘’…..Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır.’’ (Bakara -25) Soru: Bu ‘’onlar’’ ve ‘’eşler’’ hangi cinstendirler? Huri ? Nuri?
‘’Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür’’ (Bakara-178)
Görüldüğü gibi hitap gene erkekleredir!Ve de yargısız infaz asıl burada başlar!
‘’Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz… Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin… Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin.’’(Bakara-187)
‘’İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin, beğenmezseniz bile putperest bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de kızlarınızla evlendirmeyin…’’ (Bakara- 221(Zamanla bağdaşıklığını sizler düşününün!))
‘’Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.’’ (Bakara-222)(Allah nereden emrediyor acaba..Tarlamızı nasıl süreceğiz ? Kadının hiçbir isteği,rızası,vb önemli değil!-
‘’Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden ( uygun davranışlarla) hazırlık yapın…’’(Bakara-2239-Hiçbir cinsel ansiklopedi o zamanlarda bu g e n i ş bilgileri veremezdi-
Diyanetin açıklaması: (Cinsi temasın şekli sınırlı değildir. Yasak olan sapık-Ne demekse?!- ilişkidir. Temastan önce hazırlık hem maddi ve cinsi hem de besmele vb. gibi manevi olarak anlaşılmıştır) -Ya Allah bismillah!-
‘’Eğer erkek kadını (üçüncü defa ) boşarsa ondan sonra kadın bir başka evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa(her iki taraf da) Allah’ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde yeniden evlenmelerinde beis yoktur.’’(Bakara-230)Diyanetin açıklaması:
‘’Cahiliye devrinde erkekler eşlerini defalarca boşar, sonra geri alırlardı. İslam dini, kadına, hakime ve hakemlere başvurarak kocasını boşamak hakkını elde etme imkanı tanıdığı gibi, erkeğin boşama hakkını da üç talak ile sınırlamıştır…’’
‘’Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer ( bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir.’’ (Bakara-225)
‘’Boşanmış kadınlar, kendi başlarına(evlenmeden) üç ay hali( hayız ve temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar allah’a ve ahret gününe gerçekten inanmışlarsa, rahimlerinde allah2ın yarattığını gözlemeleri kendilerine helal olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azizdir, hakimdir.’’ (Bakara-228)
Diyanetin açıklaması:(Bu üstünlük aile reisliğinden ibarettir.)
Diyanet böyle diyor ama; gerçek hiç de öyle değil. İslam’da kadın daima üçüncü sınıf bir yaratıktır. Tanıklıkta öyle, mirasta öyle, cinsellikte, boşanmada, haklarda hep öyle… ‘’Boşanma iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah’ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesna. (Ey müminler!) Siz de karı ile kocanın, Allah’ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının(erkeğe) fidye vermesinden her iki taraf için de sakınca yoktur…’’ (Bakara-229)
‘’Emzirmeyi tamamlatmak isteyen(baba) için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) varis üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (sütanne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte çocuğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla üzerinize günah yoktur…’’ (Bakara-231)
‘’Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikah altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah’ın ayetlerini eğlenceye almayın…’’(Bakara-231)
Kısaca, erkeğin boşadığı kadını, kadın istemese bile yeniden nikahlamak hakkı var; ve bunu yaparsa da kadına değil de kendine kötülük etmiş oluyor. Kadın önemli değil!
‘’Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde onların(eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın…’’(Bakara-232)
Diyanetin açıklaması:
Bu ayetin iniş sebebi, rivayete göre, Ma’kıl b. Yesar’dır. Bu zat, kız kardeşini boşayan kocası onu tekrar almak isteyince buna karşı çıkmış ve mani olmak istemişti. O esnada bu ayet inmiş, Resulullah (s.a)Ma’kıl’ı çağırmış ve bu ayeti okumuştu. Ma’kıl, ‘’Rabbimin emri benim arzuma uymadı. O’nun emrine rıza gösteriyorum’’ demiş ve kız kardeşini eski kocasıyla evlendirmiştir. Cabir b.Abdullah hakkında da buna benzer bir olay nakledilir. Ancak her ne kadar nüzul sebebi bunlar ise de ayetin hükmü umumidir.)-Tam Diyanete özgü bir bilimsel açıklama!!!-
Dikkat edilirse kadının kocasına dönmek isteyip istemediği söz konusu bile değildir! O bir maldır, düşüncesi yoktur, kocasının ya da ağabeyinin keyfine göre muameleye tabii tutulur. Erkek olsun da çamurdan olsun! Bir başka husus, Tanrının kitabı Kur’an, Yüce Yaratıcının belirli bir planlaması vb. ile değil, ‘’duruma göre’’ gökten iniyor!
‘’Sizlerden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler…’’(Bakara-234)
Diyanetin açıklaması:‘’İddetin hikmeti, rahmin temiz olduğunun tespitidir. Mühim olan bu dört aylık müddet dolmadan kadının başkasıyla evlenmemesidir..’’
‘’(İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lakin, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikah kıymaya kalkışmayın…(Bakara-235)
‘’Nikahtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluluğu yoktur. Bu durumda onlara müt’a(hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt’a vermek iyiler için bir borçtur.’’ (Bakara-236)
Durumu açıklamak gerekirse; bir kadını nikahladınız. Diyelim on altın mehir kararlaştırdınız. Kadını her bakımdan kullandınız. İstediğiniz anda on altın ödeyerek onu kapı önüne koyabilirsiniz! Bir başka durum: Kadını nikahladınız, ama onunla yatıp kalkmadınız, boşayınız gitsin, bir zorunluluğunuz yoktur. Kadının toplum içindeki durumu ve de bu boşanmanın getirdiği ruhsal yıkıntı kimin umurunda! Şimdi bir başka durum: Kadını nikahladınız ama henüz mehrini karara bağlamadınız. Boşa gitsin! Kimseye borcun yok. Şimdi başka ayrıntılara bakalım.
‘’Kendilerine mehir tayin edilerek evleneceğiniz kadınların, temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikah bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi hali müstesna, affetmeniz(mehirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur…’’(Bakara-237)
‘’Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar(kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur…’’(Bakara-240) Elmalı? (s:38)…………….
Diyanetin çevirisi biraz karışık olmakla birlikte anlamı şu olsa gerek: ‘’Bir erkek sağlığında: ‘’ben öldükten sonra dul eşim..şu şu maldan ya da evden vb.şu kadar yararlansın ‘’ diye vasiyet edilebilir. Ancak .. öldükten sonra eşi kendiliğinden evini, malını, mülkünü terk ederse(alıp götürmeye kalkışırsa değil!) güle güle.. kendi bileceği iş!’’
Boşanmış kadınların hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) menfaat sağlamaları haklarıdır; Bu Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur.’’(Bakara-241)
‘’Ey iman edenler!.. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunmazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin onu hatırlatması için iki kadın (olsun)…’’(Bakara- 282)
Diyanetin açıklaması: Kur’anı Kerim, bu uzun ayeti ile noterlik müessesesinin esaslarını koymuş, Müslümanlar da bu tavsiyeyi genellikle uygulamışlardır. İslam’ın titizlikle üzerinde durduğu prensiplerden biri de hakkın korunmasıdır…İslam kadını, tabiat ve fıtratına uygun bir eğitim gördüğü, hayası ve duyguları daha güçlü, daha müessir olduğu için şahitlik gibi resmi ve ammeye açık konularda, hemcinsiyle takviye edilmesi uygun görülmüştür.’’
İşin yoksa şahit paran yoksa kefil ol’’ şeklindeki meşhur söz, İslam’ın getirdiği, kardeşlik ve dayanışma ruhunun söndüğü, ahlakın zayıfladığı devirlere aittir. Kur’an, müminleri işleri olsa da şahitlik etmeye çağırmış böylece hakların korunması görevine katılmaların istemiştir. ‘’Hak’’ yücedir, hiçbir şey onun üzerine çıkarılmaz.
Altı kişilik profesörler heyetinin bu ayet için söyledikleri bunlar. Ama bu bilim adamları şu sorulara yanıt veremiyorlar. Peki ya kadın hakları Ya kadın cinsinin aşağılanması, kendilerince noterliği getiren bu ayet sadece bir erkeğin tanıklığını iki kadın tanıklığına denk tutmakla kalmayıp dört kadının tanıklığını bile tanıklık olarak kabul etmiyor! Dikkat edilirse, ayet iki erkek bulunamazsa ancak ancak bir erkeğin yerine iki kadın tanıklığı kabul ediyor! Yani tanıklık için olur ya, erkek yoksa, on kadının tanıklığı bile tanıklık sayılmıyor! Evet ‘’hak’’ yücedir, hiçbir şey onun üzerine çıkarılamaz! Kısaca: Kadınlar tek başlarına(erkeksiz) tanık olamaz! İsterse on kişi olsunlar!
‘’Nefsani arzulara,(özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir..’’(Al-i İmran 14)
Kadın’ın da maddi şeyler arasında sayılması ilginç!
Bu ayet için Diyanetin açıklaması şöyle:(14. ayette sayılan dünya nimetleri ve dünya güzelliğinin, insana sevdirildiği ifade edilmiştir. Bu davranış tabiidir, dünyevidir. Esasen insanoğlu nefsini ve neslini devam ettirebilmek için bu nimetlerden belli ölçüde istifade etmek zorundadır. Ancak insan bunlara kul köle olmamalıdır. 15. Ayette bunlardan daha güzeli gösterilmiştir, çünkü öncekiler ne kadar güzel olursa olsun geçicidir, ikinciler ise devamlıdır.)
‘’(Resulum!) De ki: Size bunlarda daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde)…’’ (Al-i İmran 15)
Bu ayette de gene erkeklere öte dünyada çeşitli cennetler ve tertemiz eşler vaad edildiğini görüyoruz.
‘’Eğer(kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimleri haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz( veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.’’(Nisa 3)
Diyanetin açıklaması:
‘’Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli(miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis olmuş ise, anasına üçte bir(düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir(düşer). Bütün bu paylar ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır…’’(Nisa 11) (Elmalı:77)
Diyanetin açıklaması:
(İslam’ın miras hukukunda, paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecburiyetinde olanlara çok, daha az harcama durumunda olanlara az hisse verilmiştir. İslam aile hukukuna göre evlenirken mehir vererek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgari ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki, genellikle erkeklerin payı, kadınlarınınkinin iki misli olmuştur.)
Erkek adamın erkek mirasçısı olur!
‘’Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa, sizin de yapacağının vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır…’’ (Nisa 12)
‘’Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.’’(Nisa 15) Burada kilit sözcük aranızdan kime hitap ediliyor ? Erkeklere.
Aslında oldukça bağışlayıcı ya da kanıtı zorlaştırıcı bir ayet.Ayşe olayı ile ilgili olduğu sanılır.
‘’İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tövbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden ve esirgeyendir.’’(Nisa 16
Diyanetin açıklaması: (Bu iki ayet fuhuş denilen çirkin bir fiil ile ilgilidir. Müfessirlerin çoğuna göre her ikisi de zina şeklindeki fuhşa ait olup, birincisi evlilerin zinası, ikincisi ise bekarların zinası hakkında ilk devirlerde tatbik edilen cezayı açıklamaktadır. Daha sonra gelen ayet (Nur 24/2) ve hadisler. Hz. Peygamberin tatbikatına göre bu ayetler neshedilmiş, bekarların zinası için belli sayıda sopa, evlilerin zinası için ise ‘’recm’’ cezası getirilmiştir. Bazı müfessirlere göre ise bu ayetler neshedilmemiş, yani hükümleri yürürlükten kaldırılmamıştır; bu ayetlerden birincisi kadınlar arasındaki sevicilik fuhşuna, ikinci ayet ise, erkekler arasındaki livata fuhşuna aittir ve bunların cezası ayetlerde olduğu gibidir. Kadın ile erkek arasındaki zina fuhşunun cezası ise, Nur suresindeki ayette açıklanmıştır.)
Müfessirler nasıl tefsir eylerlerse eylesinler, şu ‘’nesh’’ işinde bir tutarsızlık var. Burada öyle bir tanrı kavramı çiziliyor ki(haşa sümme haşa!) burnunun ucunu görmüyor. Bir zaman önce koyduğu yasayı sonradan değiştiriyor!!!
‘’Ey iman edenler! Kadınlara zorla varis olmanız helal değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.’’ (Nisa 19)
Diyanetin açıklaması:
‘’İslam’dan önce Araplar kadına çok kötü muamele ediyor, olarak kocası ölen kadını, onun miras bıraktığı mal gibi, telakki ediyorlar, kadın istemezse bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddi menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Ayet bütün bu haksızlıklara son vermiş kadına layık olduğu hakları getirmiştir.’’
Bir başka deyişle, bu profesörler heyetine göre, İslam’ın kadına layık gördüğü haklar, ona tanınan haklar kadardır ve kadın kısmının İslam’ca tanınan hakları tam onlara layıktır!
‘’Eğer bir eşi bırakıp ta yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız?’’ (Nisa 20)
Görüldüğü gibi tanrı gene erkeklere sesleniyor ve seslenmeye devam ‘’Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır; iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.’’(Nisa-22) ‘’Analarınız, kızlarınız ve kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikahlanıp ta) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size mahsur yoktur.
Burada da anahtar sözcük birleşmemişseniz!
Kendi sülbünüzden olan oğullarınızın kızları ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.’’ (Nisa-23)
‘’(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna evli kadınlar da size haram kılındı. Allah’ın emri size budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemenizde size helal kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin…’’(Nisa-24
Görüldüğü gibi kadın faydalanılacak bir maldır.
‘’İçinizden imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız(sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz.( İnsanlık bakımından aranızda fark yoktur.) Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost ta tutmamaları şartı ve sahiplerinin izni ile onları(cariyeleri) nikahlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı( uygulanır). Bu (cariye ile evlenme izni) içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir…’’ (Nisa-25)
Diyanetin açıklaması: (Zina kesin olarak haramdır. Bir ücret karşılığında anlaşarak geçici bir zaman için evlenmek meşru değildir…)
Zina konusunda Turan Dursun’un Din bu 3 kitabından bir alıntı yapalım.
‘’Zina’’ suçunun oluşmasının koşullarından biri de, işe, ‘’kuşku’’nun, ‘’sanı’’nın karışmamasıdır. Peygamberden, ‘’Kuşku bulunduğu durumlarda, suç için belirli cezaları (hudud) uygulamayıp kaldırın!’’ dediği aktarılır. Bu hadis, fıkıh kitaplarında yer alır.(Örneğin bkz. Hidaye, 2/493)
Kuşkunun türleri.Fıkıh kitaplarında, konuya ilişkin kuşku, ikiye ayrılır: biri, suçu işleyen kimsenin, işlediğinin suç olmadığını sanmasından kaynaklanır. Bu türden olanda, suçu işleyen kimse, işlediğinin suç olmadığına ilişkin bir kanıt var olduğunu sanmış ve kanıtları birbirine karıştırmıştır(iştibah). Yani gerçekte suç olmadığına ilişkin bir kanıt yoktur. Bu kimse ‘’Ben onu öyle sanıyordum, öyle biliyordum.’’ Dediği için suç için belirlenmiş cezadan kurtulur. ‘’Ben onu bilerek yaptım’’ dese, ceza uygulanır. İkinci türüyse, gerçekteki ‘’ciddi kanıt’tan kaynaklanır. Bu durumda, işlenenin suç (haram)sayılıp sayılmayacağı kesin değildir, kuşkuludur. Böyle durumda suçu işleyen, ‘’Ben suç olduğunu bilerek yaptım’’ dese bile, o suç için belirlenmiş ceza uygulanmaz. Bkz. Hidaye, 2/493-494 ‘’Kuşku’’yu ve ‘’kuşkulu durum’’u ikiye değil de üçe ayıran kaynaklar da var, ama hepsinde de aynı şeyler anlatılır. İki bölüm içinde anlatılanlardan bir kesimi, kimi kaynaklarda yarı bir bölüm olarak ele alınmıştır, o kadar.(Bkz. Dürer. 2/64 -65; Mecmau’l – Enhür, 1/463)
Kiralık kadınla cinsel ilişki
‘’Kitabu’l-Fıkh Ale’l-Mezahibi’l Erbaa’’ (Dört Mezhep üstüne Fıkıh Kitabı) adlı kitabın yazarı (Abdurrahman el Ceziri), bu konuya ayırdığı bölümde, Hanefi mezhebinin görüşünü: ‘’Bir adam zina için bir kadını ücret karşılığında tutmaya yönelse, kadın da kabul etse ve o kadınla cinsel birleşimde bulunsa, adama da, kadına da zina cezası uygulanmaz, yalnızca devlet başkanının uygun göreceği biçimde ikisi de azarlanır, bununla birlikte, ikisine de, Kıyamet günü karşılığı görülmek üzere zina günahı yüklenir, dediler’’ diye anlattıktan sonra şu öyküye yer verir:‘’Bir kadın, kırda koyunlarını otlatan çobandan içmek için süt ister. Çoban da, cinsel ilişki için kendisini vermedikçe ona süt vermeyeceğini söyler. Kadın, çok aç olduğu, besine çok gereksinim duyduğu için ister istemez, adamın isteğini kabul eder. Çoban kadınla cinsel ilişkide bulunur. Olay, Hattab oğlu Ömer’e iletilir. Ömer bu iki kişiden de zina cezasını kaldırır.Ve ‘verilen süt, adamın kadına verdiği mehir sayılır!’ der ve sütü, cinsel birleşimin karşılığında bir ücret sayar.(Bkz. Kitabu’l- Fıkıh Ale’l –Mezahibi’l –Erbaa, 5/66) Yazar, mehr’in de, aslında ‘’kadınla olan cinsel birleşimin karşılığında bir ücret’’olduğunu belirtir ve ayetlerde geçen: ‘’Onlara ücretlerini verin…!’’ buyruğunu (bkz.Nisa:24,25) anımsatır. Yazar, öyküdeki türden ücret karşılında (kadın kiralayarak) cinsel birleşimde bulunmalarda, ‘’zina cezası’’nın uygulanmaması gerektiği yolundaki görüşe Maliki, Şafii ve Hanbeli mezheplerinin, bu arada Hanefi mezhebinden de İmam Ebu Yusuf’un ve İmam Muhammed’in karşı çıktıklarını da belirtir. ( Bkz.Aynı kitap, 5/66-67)
Bir süre için anlaşma yapılan ve nikahlanan kadınla cinsel ilişki:
Bir süre için yapılan ‘’nikah’’a, ‘’mut’a nikahı’’ deniyor. Kamil Miras, bu nikaha, Peygamberin( bir zamanlar) izin verdiğini anlatan hadis( Bkz. Tecrid-i Sarih, hadis no:1697) nedeniyle açıklama yaparken bu nikahı (mut’a nikah’ını) şöyle tanımlıyor:
Muvakkat (belirli) bir zaman için iki tarafın razı olduğu bir ücret mukabilinde, ‘’kadın kiralamaktır..’’ (Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, İstanbul, 1947,c.11, s.108)Bu tanım, fıkıh kitaplarında anlatılana da uygundur.(Örneğin bkz. Hidaye, 2/292) Şu nokta üzerinde birleşiliyor:
‘’Mut’a nikahının Peygamber döneminde yaşandığı bir zaman yaşanmıştır.’’
(Aşağıdaki hadislerle birlikte bkz. Kitabu’l Fıkıh Ne’l Mezahibi’l –Erbaa,5/138). Tartışılagelen noktalarsa şöyle:
-Mut’a nikahı geçerliliği sonrada kaldırılmış mıdır?
-Geçerlilik kaldırılmışsa ne zaman ve kim tarafından kaldırılmıştır?
-Şimdi böyle bir nikahla cinsel ilişkide bulunulursa bu, ‘’zina’’ sayılır mı ve ‘zina cezası (hadd)’’ uygulanır mı?
İlgili hadisler aydınlatıcı olur:
Hadis;Abdullah Oğlu Cabir ile Ek’va Oğlu Seleme’den şöyle dedikleri aktarılıyor: Bir savaş birliği içindeydik. Peygamber geldi bize: ‘’Mut’a yapmanız için size izin verildi. Haydi mut’a yapın!’’ dedi.
Seleme, ‘’mut’a’’ nın nasıl yapılabileceğini anlattığını ve şöyle dediğini açıklar:
‘’Herhangi bir erkekle kadın( birlikte yaşamak için) aralarında anlaştıklarında üç gece aralarında işret (birlikte yaşamaları) sürer. Bu süre bitince, isterlerse süreyi artırabilirle, isterlerse birbirlerini bırakabilirler.’’
Seleme’nin şunu açıkladığı da aktarılır:
‘’Artık bilmiyorum: Bu durum bize mi özgüydü (yalnızca Peygamberin arkadaşlarına özgü olmak üzere verilmiş bir izin miydi?); yoksa bütün insanlara da aynı izin verilmiş miydi?’’ (Bkz.Buhari, Kitabu’n-nikah/31; Müslim, Kitabu’n-nikah/13-14, hadis no:1405).
Bu hadiste, olayın ne zaman geçtiğine ilişkin tarih yok.
Hadis: Abdullah İbn Mes’ud’un şunları anlattığı aktarılır:
‘’Peygamberle birlikte gazaya(savaşa)giderdik, yanımızda kadınlar da bulunmaz, (cinsel birleşim için çok gereksinim duyardık). Bir ara şöyle dedik:
-İğdiş (erkeklik bezleri çıkarılarak yada burularak erkeklik görevini yapamaz durumuna gelme) olmayalım mı bu durumda?
Peygamber iğdiş olmamızı yasakladı ve ondan sonra elbise gibi ücret karşılığında (belirli bir süre için) kadın alıp evlenmemize izin verdi…’’(Bkz.Buhari, Kitabu’n-nikah/8; Tecrid-i Sarih, hadis no: 1697; Müslim, Kitabu’n-nikah/11, hadis no: 1404). Bu hadiste de ‘’gaza’’nın hangi gaza ve konuşmaların geçtiği, ‘’mut’a nikahı’’na izin verildiği tarihin hangi tarih olduğu belirtilmiyor.
Hadis: Ali İbn Ebi Talib’in şöyle dediği aktarılır: ‘’Peygamber, kadınlarla mut’a yapmayı, Hayber günü yasakladı…’’ (Bkz. Buhari, Kitabu’l Meğazi/38; Tecrid-i Sarih, hadis no: 1613; Müslim, Kitabu’n-nikah /29-32, hadis no: 1407). Bu hadiste, ‘’mut’a’’nın geçerli kılındığı tarih değilse bile, yasaklandığı tarih belirtiliyor: Hayber günü, yani Hayber savaşı. Bunun da tarihi belli: 628.
Hadis: Sebretü’l –Cühe’nin, Peygamberin Mekke’nin fethi sırasında ‘’kadınlarla mut’a yapma’’ya (‘’mut’a nikahı’’na) izizn verildiğini anlattığı aktarılır. Aynı hadiste, Sebretü’l-Cüheni’nin başından geçen bir olayı nasıl anlattığına da yer verilir. Anlatılanlara göre: Peygamber ‘’mut’a’’ya izin verilince; Sebre, kabilesinden bir kişiyle birlikte kadın için yola koyulur. Mekke yakınında bire yere vardıklarında ‘’genç bir kadın’’ bulurlar. Kadın öylesine güzel, öylesine çarpıcı ki, -Sebre’nin deyişiyle: ‘’uzun boylu, uzun boyunlu, genç bir dişi deve’’ye benzemekte. Sebre de genç ve yakışıklı. Ne var ki, kadına karşılık olarak verebileceği giysisi pek eski ve kötü. Arkadaşı yakışıklı değil, ama onun giysisi güzel. Neyse kadına yanaşıp konuşurlar. Sebre kadınla üç gün birlikte olur. Ardından Peygamberin Mut’a nikahını yasaklayan buyruğu gelir:
-‘’Kimin mut’a nikahıyla yanında bulundurduğu kadın varsa, hemen yol versin!’’ Ve böylece ‘’mut’a nikahı’’ (bir kez daha) yasak olmuş olur. (Bkz. Müslim, Kitabu’n- Nikah/19-20, hadis no: 1406). Bu hadiste de, ‘’mut’a nikahı’’nın Mekke fethi günlerinde, yani 630 yılında ‘’Mut’a nikahı’’nın bir süre geçerli kılındığı , sonra yasaklandığı’’ açıkça anlatılır.
Yukarıdaki hadislerden çıkan sonuç: ‘’Mut’a nikahı’’, Hayber savaşından önce ‘ ’meş’ru’’ kılınıyor. Bu savaşta, yani 628 yılında yasaklanıyor, 630’da ‘’meş’ru’’ kılınıyor ve aynı yıl (yasallaştıktan kısa bir süre sonra) yasaklanıyor. Dahası var: Hadis: Abdullah Oğlu Cabir anlatıyor:
‘’Biz peygamberin, Ebubekir’in ve Ömer’in döneminde mut’a nikahını kullandık. Peygamberin ve Ebubekir’in döneminde, günlerce, biraz hurma, biraz un karşılığında mut’a biçiminde (kadınlardan) yararlandık. Sonunda Ömer yasakladı mut’ayı…(Bkz.Müslim,Kitabu’n-nikah/15/17)
Kamil Miras diyor ki‘’Şiiler arasında hala cari ve muteberdir…’’( Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, İstanbul, 1947, 11/335).
‘’Sünni kesim (ehl-i sünnet)’’, bu nikahı ‘’meş’ru’’ saymaz.
‘’Sünni kesim’’, şimdi bu nikahın geçerli olmadığını benimser; ama bu tür bir nikahla kadın edinip cinsel ilişkide bulunmuş olan kimseye de ‘’zina cezası(hadd)’’ uygulamaz, (Bkz, Kamil Miras, Tecrid, 11/335; Meclau’l –Enhür, 1/270). Dahası, Hidaye gibi önemli kimi fıkıh kitaplarında, bu nikahın, ‘’sünnet ehli’’nden imam Malik’e göre de geçerli (caiz) olduğu yazılır.(Bkz. Hidayet, 2/292).
Sonuç: Hadislere ve yorumlara göre, ‘’mut’a nikahı’’, birkaç kez geçerli sayılmış ve birkaç kez de yasaklanmıştır. Genellikle ‘’Sünni kesim’’ e göre, konu yasakla kapanmıştır. Kimileri ise, özellikle Şiiler, bu nikahın bugünde geçerli olduğu görüşündedirler. Bu nikahı ‘’haram’’ sayanlar da, ‘’zina cezası’’nın uygulanmasına engel sayarlar.
Zorla yaptırılan cinsel ilişki
-Zina suçunun oluşmasının koşullarından biri de, söz konusu yasak cinsel ilişkide bulunan kimsenin onu, kendi isteğiyle, zor karşısında kalmadan yapmış olmasıdır. O nedenle ‘’zorla yaptırılan cinsel ilişki’’, zina kapsamına sokulmamakta.( Bkz.Dürer, 2/67 ve öteki fıkıh kitapları)
Anlatılan tün koşulların bulunması durumunda ‘’zina’’ suçu oluşur ve kanıtlanmasıyla da ceza (hadd) uygulanır. Sonuç;Bir cinsel ilişkinin ‘’zina’’ sayılması birçok koşula bağlıdır. Bu koşulların da üzerinde birleşilenler vardır, tartışma konusu olanlar vardır.
-Cinsel birleşimde bulunanların ‘’akıl’’durumu, ‘’yaş’’ı nedir, yeterli midir?
-Cinsel ilişkide bulunanlar, bu ilişkide bulunurlarken ne durumdaydılar, kendi istekleriyle mi yaptılar?
-Cinsel birleşimde bulunanlar, bu ilişkide bulunurlarken yasak olduğunu mu, olmadığını mı düşünerek sürüklenmişlerdir? Yasak olmadığını düşünmüşlerse, ‘’sanı’’larının dayanağı nedir, ciddi sayılabilecek bir kanıta dayanmışlar mıdır?
-Cinsel ilişkide bulunanların, aralarında bir akit, bir sözleşme var mıdır, geçerlilik derecesi nedir?
-Cinsel ilişkide, insanla insan mı vardır? Kadın erkek ilişkisi biçiminde mi, ilişki düz ilişki mi, ters ilişki mi, eşcinsellik biçiminde mi? İlişkiye geçilen insan sağ mı, ölü mü?
-Cinsel ilişki, insan-hayvan arasında mı?
İncelendiğinde, cinsel ilişkinin, ‘’zina’’ suçunu oluşturu nitelikte bulunması durumunda, ‘’zina’’ edenlerin ‘’bekarlık’’ ve ‘’evlilik’’leri göz nünde tutulur ve tanıklar aranır. Tanıklarda yeterli bulunur olduğunda ‘’evli’ye ayrı, ‘’bekar’’a ayrı ceza uygulanır.(1)
Zina konusunda bu ilginç ayrıntılardan sonra, ve de islamın icinsellik konusuna çok önem atfettiğini belirledikten sonra, Kur’anın kadın konusundaki ayetlerini okumaya devam edelim.‘’Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için Saliha kadınlar itaatkardır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi(kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse)dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir büyüktür.’’(Nisa-34) (Elmalı: 83)……………..
Diyanetin açıklaması: (Erkeklerin maddi ve manevi özellikleri ile ekonomik rolleri onların aile reisi rollerini tabii kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum düzenle yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idareciyi zaruri kılar. İslam’da devlet başkanından aile reisine kadar her idareci ilahi talimatlara göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir; şu halde onlara itaat bu talimata itaat etmektir. İdare eden veya edilen, bu talimatın dışına çıkar, itaatsizlik ederse müeyyide uygulanır. Burada mevzuu bahis olan zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’anı bize tebliğ eden Hz. Peygamber(s.a) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi ‘’Kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?’’ buyurarak ümmetini uyarmıştır. Dövme müeyyidesi kullanıldığı takdirde kadının canını yakmayacak şekilde uygulanması gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde dayağı İslam getirmemiş, aksine onu hafifleterek ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ayrıca kadına da, kocasından şikayetçi olması halinde hakem ve hakime başvurma, hakkını arama imkanı vermiştir.)
Bu açıklamaya kör inancın mantık saptırması denmez de ne denir? Önce ayete bir göz atalım:Allah bir kısım insanları diğerlerinden üstün yaratmıştır.Bunu bir an ussal kabul edersek,diğerlerinden geri-eksik-dûn vb. yaratılan ve bunda hiç de suçu olmayan bir başka insanı cezalandırmak nasıl ilahi adalet olur? Sonra Allah erkekleri koruyor, erkekler de kadınları. Peki kadınlar Allahın kulu değil mi ki kendisi korumuyor da bu işi erkeklere bırakıyor?
‘’Dövün!’’ Açık ve net
Peki maddi ve manevi özellikleri ile ekonomik rolleri bir kadını aile reisi yapamaz mı?
Hele şu konuyu rdelersek, ya Türkiye Cumhuriyetinin laik bir ülke olmadığını, ya da %99 müslüman bir ülke olmadığını görürüz. Ya da laik bir ülkede Diyanet gibi bir kurumun ne işi olduğunu sormadan edemeyiz. Diyanet diyor ki: İlahi talimata göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir. Burada duralım: Türkiye %99 u Müslüman bir ülkedir diye bangır bangır bağıranlar var Bir de yöneticiler için ‘’zındıklar, dinsizler… vb.’’ diye Atatürk Türkiye’sinde islam’ın uygulanmadığını söyleyenler… Devlet kurumu olan Diyanete göre ise ‘’İslam’da devlet başkanı.. ilahi talimatlara göre; yani Kur’an ve şeriat hükümlerine göre yönetmek zorundadır. O halde islama göre Türkiye Cumhuriyeti yanlış yoldadır, ya da Türkiye , Diyanete göre ,Müslüman bir ülke olarak yönetilememektedir!
Bu nasıl bir % 99 Müslüman ülke ki, kendi kitabını uygulamaz?! Doğrudur. İster radikal düşünenler deyin, ister aşırı dinci, ister mürteci deyin… Türkiye Cumhuriyetinin laikliğe karşı, düşman olanlar kendi açılarından yüzde bin kez haklıdırlar! Yanlış olan, laikliğin gerçek özgürlük olduğunu kavramayan, laikliğin herhangi bir dini kurumu devlet eliyle besleyemeyeceğini anlamayan ve ikide bir ‘’elhamdülillah müslümanız’’ deyip gerçek Müslüman olmayan yarım aydınlar ve, düşünce sahtekarlarıdır. Yanlış olan ‘’islam tolerans dinidir’’ ‘’Dinimiz en yüce dindir’’ vb. yalanlarıyla milleti uyutmaya çalışan dörtte bir aydınlarımızın, profesörlerimizin, devlet adamlarımızın inançları ya da düşünceleridir. İslam islamdır ve bu Kur’anla sabitleşmiştir! Ya bunu uygularsınız, ya da uygulatmaya çalışanlarla savaşırsınız! O kadar! Unutulmasın ki İslam bir devlet kurumudur. Bizzat devlettir. Ve diğer dinlerden farkı budur! 1920’lerden beri laik cumhuriyete diş bilyen, kin besleyen, kan kan diye bağıran zihniyet kendi açısından haklıdır! Çünkü mantığını, cüretini, haklılığını inandığı Kur’an’dan almaktadır! Ve Kur’an’ın kökü 1400 yıllıktır. Laikliğin kökeni ise ülkemizde yüz yıllıktır.Dört yüz yıl islamın bayraktarlığını yapmış bir hanedanlığın tohumlu tohumsuz çocukları bu öcü muhakkak almaya çalışacaktır ve çalışmaktadırlar!
Anadolu insanına zorla kabul ettirilen bu dinin gerçeğinin öğrenilmesi için herkesin Kur’anı okuması, okuması okuması gerekir. Atatürk’ün Büyük Kur’anlarını okumamış, anlamamış İslamcılar ülkesinde bilinsin ki Mustafa felsefesi, Mustafa felsefesine karşıdır! Son elli yıllık aymazlık devam ederse, korkarız, az çok uygarlığın boyun bağından yakalamış Türk gençliği, yeniden hacı yatmaz sakallılarla karşı karşıya kalacaktır!
Kur’andaki kadınlarla ilgili hadislere dönelim:
‘’Senden kadınlar için fetva istiyorlar. De ki; onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitapta kendileri için yazılmışı(mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kadınlar çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size okunan ayetler (Allahın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.(Nisa-127)
‘’Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır…’’ (Nisa-128)
‘’Üzerine düşüp uğraşırsanız da kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın’’ (Nisa-129)
‘ ’Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür…’’ (Kehf-46)
Soru: Neden kızlar, kadınlar değil?!
‘’Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun… Onlara acıyacağınız da tutmasın…(En nur-2)
‘’Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır.(En nur-3)
Diyanetin açıklaması: ‘’İslam’da müşrik kadın ve erkekle evlenmek caiz değildir ve böyle bir nikah akdi geçersizdir. Ayette zina etmiş müslümanla evlenmenin çirkinliği de belirtildiği kabul edilmekle birlikte, ayetin nüzul sebebi ve diğer deliller dikkate alınarak, İslam alimlerinin çoğunluğunca böyle bir nikah akdinin geçerli olduğuna hükmedilmiştir.’’
İslam din alimleri (!) de erkeklere karşı bir yan tutmuşa benziyor.! ‘’Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra (bunu isbat için) dört erkek şahit getirmeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkarlardır.’’ (En- Nur 4)‘’Eşlerine zina esnasında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defada, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.’’ (En- Nur 6-7)
Kadının , kocasına yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşinci defa da eğer(kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasına dilemesi kendisinden cezayı kaldırır. (En-Nur 8-9)
‘’Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin.’’ (Ahzab-32) ‘’Evlerinizde oturan, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, Zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyoruz.’’ (Ahzab-33)
Diyanetin açıklaması:
‘’Ayette hitabedilen Ehl-i Beyt, Resulullahın ev halkıdır. Ehl-i Beyt hususnda en uygun görüş şudur: Allah Resulünün evlatları, eşleri torunları olan Hasan ve Hüseyin ve damadı Hz. Ali Ehl-i Beyt’i teşkil ederler.’’
Yukarıdaki iki ve daha önceki Nur surelerindeki ifadeler, bu ayetlerin indiği,(!) sırada bişeyler olduğunu hissettiriyor. Dedikodular almış yürümüş, Peygamberin, eşerlinden kuşkuları var! Peygamberin güzel eşlerine göz koyanlar, yada eşlein bazı uygunsuz davranışları, konuşmaları, vb var. Özel konuşmalar ya da öğütlerle iş çözümlememiş ki, bir ayet iniyor! Ahzab-33’ten ayrıca cahiliye döneminde kadınların daha bir özgür olduklarını ve yüzlerini örtmediklerini öğreniyoruz.
‘’Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlayıp da, henüz zifafa girmeden onları boşarsanız, onları sayacağınız iddet süresince bekletme hakkınız yoktur. O halde onları(bir bağışla) memnun edin ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.’’ (Ahzab-49)
‘’Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve seninle beraber göç kızlarını sana helal kıldık. Bir de peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere(helal kıldık) kuşkusuz biz hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. Bu hususta ne yapmaları lazım geldiğini onlara açıkladık ki sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.’’(Ahzab-50)
Diyanetin açıklaması:
(Nisa süresinin üçüncü ayetinde dörtten fazla evlenmeye izin verilmediği halde, bu ayette Resulullah’ın dörtten fazla hanımla evlenmesine müsaade edilmiştir. Resulullah’a has olan bu müsaadenin hukuki, içtimai, siyasi ve eğitimle ilgili sebepleri vardır…)
Bu iznin seksoloji ve psikoloji ile hiç ilişiği yok mu acaba?
‘’Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal değildir. Allah her şeyi gözetler.’’ (Ahzab-52)
Halk herhalde biraz dedikodu yapmış.Biz niye dört tane de ona sonsuz, falan demiş ki bu ayet inmiş!
‘ ’Ey iman edenler! Siz zamanını gözetmeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın, Çünkü bu hareketiniz peygamberi üzmekte, fakat o(size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.Sizin Allah’ın Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.’’ (Ahzab-53)
Bu ayetin sonunda da Diyanetin kendi mantığıyla açıklaması var ama, ayet, iniş nedeni sıradan bir insanın anlayacağı kadar açık ve de seçik! Kıskançlık!
‘’Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve inciltilmemesi için en elverişli olan budur…’’ (Ahzab-59)
İşte örtünmenin sırrı ortaya çıkıyor! Peygamberin karıları için dedikodular ayyuka çıkmış, peygamber bundan rahatsız, bir ayet, bir ayet daha, bir de örtünsünler ki kim oldukları anlaşılmasın. Böylece hem dedikoduların önü alınır, hem de ince işlerin kanıtlanması zorlaşır! Bu hemen sonra gelen ayetten de açıkça anlaşılıyor.
‘’Andolsun ki, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar(fuhuş düşüncesi taşıyanlar) şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden) vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz) sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.’’ (Ahzab-60)
Peygamber bu sıralarda iyice güçlüdür, ağzınızı kapatmazsanız benden korkun gibisine gözdağı veriyor. Gözdağı biraz daha artıyor:
‘’Hepsi de lanetlenmiş olarak, nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler.’’ (Ahzab-61)
‘’Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır.’’ (Saffat-48)
‘’Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.’’ (Saffat-49)
Bu iki ayetten de bir şeyler sezinlemek mümkün: Bir kere kadın kısmı güzel bakışlarını yalnız birisine tahsis edecek! Başkasında gözü olmayacak! Daha önceki ayetlerde bunlardan yakınılmıyor muydu? Demek ki iri gözler makbulmuş! Sonra esmerlerin hakim olduğu Arap çöllerinde gün yüzü görmemiş yumurta aklığında kadınlar revaçta!
‘’Kadınlarınızın içinden adetten kesilmiş olanlarla, adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları( doğum yapmaları)dır… (et Tal)
ÇEŞİTLİ DÜŞÜNCELERE GÖRE KADIN SORUNU
Olabildiğince yorumsuz olarak vermeye çalıştığımız ve çeşitli kaynaklardan yaptığımız alıntılar şunu açıkça ortaya koymaktadır: Kadın erkek eşitsizliğinin temelinde din olgusu yatmaktadır. Metafizik düşünceye dayalı oldukları için birbirinden pek de farklı olmayan tüm dinler, belki de bir kadın peygamber çıkıncaya dek erkeğe üstünlük tanımışlardır!
Öte yandan dinlerin cinselliğe özellikle hristiyanlığın bir günah gözüyle bakmaları sonucu papazların evlenmemesi, toplumdaki ahlak dengesini bozmuştur.
‘’Papazların zorunlu bekarlığı cinsel ahlaksızlığı artırdı… Lüks ve tembel bir hayat içinde cinsel istekleri artan papazlar, bu tutkularını kanun ve ahlakdışı yollarla doyurdular. Köylerde ve şehirlerde papazlar kadınlar için büyük bir tehlike oldular. Ahlaksızlıkta en büyük önder rolünü manastırlar oynadı. Bir zamanlar köylülerin karılarını ve kızlarını papazlardan kurtarmak için metresi olmayan papazları köye kabul etmemeye karar verdiler. Ama bu karar baş papaz Constance’ın bir ‘’metres vergisi’’ adıyla köylerden vergi almasına yol açtı. Ortaçağda papazlar arasında çok karılık yürürlükteydi.’’ (A.Bebel.Kadın ve Sosyalizm)
Görüyorsunuz; evlenmek dinen yasak diye, metres tutuyorlar yani kendilerince kutsal olan sözlerin anlamını bile çıkarlarına uygun bir şeklide yorumluyorlar ve masraflarını da ‘’metres vergisi’’ ile çıkarmaya çalışıyorlar. Ne uyanık papazlar var değil mi?
Oysa Hristiyanlığın ilk yüzyıllarında kadın ve dolayısıyla evlilik amiyane bir deyişle’’aforoz’’edilmiştir.
‘’Hristiyanlık, azizler ve papazlar kadın ve evliliği kötülemede o denli ileri gitmişler ki VI. Yüzyılda mason meclisinde ‘’kadının canı var mı yok mu?’’ diye ciddi bir şekilde tartışmışlardır. Ve yalnız bir kişi kadının özgürlüğüne oy vermiştir.’’ (age)
Ancak bu kadın düşmanlığı ve evlilik karşıtçılığı, derebeylik döneminde değişecek, işler tersine dönecektir.
‘’Derebeylik döneminde tutsakların evlenmesi, dünyaya çocuk getirmesi derebeyinin çıkarına uygundu. Böylelikle buyruğu altında çalışan emekçilerin sayısı ve elde ettiği geliri artardı. Bu nedenle bu dönemde ruhani başkanlar dinsel bir görev şeklinde öğütlediler. Evlenmeyen bir adam bütün mülkünü kiliseye bırakmaya zorunlu tutuldu.’’ (age)
Din nasıl da hemencecik güçlünün ya da sömürgenin yanına geçti değil mi? Zaten, galiba, fakir fukara adına yola çıkan tüm dinler sonunda onları sömürmek için bir araç, bir uyku hapı durumuna getiriliyor!
‘’Derebeyinin tutsakları ve yanında çalışan adamları üzerinde sınırsız bir etkisi vardır. On sekiz yaşına gelen erkeklerle, on dört yaşına gelen kızları evlendirmek derebeyinin hakkı idi. Her kadın ya da erkeğin alacağı kızı ya da erkeği derebeyi seçerdi. Derebeyi yanındaki adamların efendisi olduğu gibi, kadın tutsakların da efendisi idi. Bu tutsakların cinsel ilişkilerine de o karışırdı. Hatta evlenecek her kızın kızlığı (bekareti) derebeyine aitti. Eğer evlenecek çiftler bir vergi vermeyi kabul ederlese, derebeyini bu hakkından vazgeçirebilirlerdi. Bu vergiye ‘’kızlık vergisi’’ ‘’yatak vergisi’’ gibi adlar verilirdi.
Bu ilk gece hakkının kökü babaerkildir. O zaman bu hak aşiret başkanına aitti. Derebeylik döneminde derebeyine geçti. On birinci yüzyılda İskoçya’da evlenenler krala bir vergi vererek bu haklarını kurtarabilirlerdi. Almanya ‘da bu kızlık vergisi on birinci yüzyıldan sonra da sürdü. İlk gece hakkı bazı memleketlerde ortaçağa dek sürdüğü gibi, zamanımıza dek sürüldüğü yerler de vardır.(age)
Gene ortaçağdayızdır ama, Luter ortalıklardadır.İncili Almancaya çevirmiş, halk neyin ne menem şey olduğunu anlamaya başlamıştır. Doğa yasasının papazların yaşamlarına ve önerdikleri yaşamlara ters düştüğünü Luter2de başkaları da anlamışlardır. Şöyle diyecektir Luter: ‘’İnsan olmamak bugün nasıl elimde değilse, insan gibi hareket etmemek, nasıl irademe(istemime) bağlı değilse, bir kadının bir erkekle ilişkiler kurması da istem ve öğütle çözümlenecek bir iş değildir. Evlilik olağan bir ihtiyaçtır.’’
Dinin hep belirli bir sınıf ya da zümre tarafından güdümlendirildiği, yönlendirildiği, yorumlandığı, kısaca ‘’bir düzeni kurmak için’’ kullanıldığı açıktır.On sekizinci yüzyıllara gelindiğinde evlilik kutsanmaktadır. Çünkü başka nedenlerin yanında, on altıncı, on yedince ve on sekizinci yüzyılların savaşları hem de çoğu din adına nüfus sayısını özellikle de erkek, yani çalışan nüfus sayısını önemli ölçüde azaltmıştı. İnsanların çalışması ve birilerini zengin etmesi gerek! Ne yapmalı? Evliliği teşvik etmeli…
-İspanya: 1623’te 18 ve 25 yaşlarında evlenenleri bir çok vergi dışı tutan bir yasa çıkarılır. Altı erkek çocuğu olan erkekler tamamen vergi dışı tutulur.
-Almanya, Avusturya ve daha başka ülkelerde: Halka, benzeri kolaylıklar, sağlanır, evlilik teşvik edilir.
-Fransa: 20-21 yaşında evlenenler tümden vergi dışı tutulur. Ancak on sekizinci yüzyılın sonlarında ya da on dokuzuncu yüzyılın başında işler tersine döner. Avusturya ve Almanya ‘da on sekizinci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan ekonomik bunalımlar ve devrimci olaylar yüzünden indirilen evlilik yaşı tekrar yükseltilir. Evlenecek çiftlerin yeterince parası veya geliri olduğunu ispat etmeleri zorunluluğu konur. Parasızların evlenmesi mümkün değildir…
Kadınların ikinci sınıf insan muamelesi görmesinin nedenleri içinde, ağırlıklı olarak ‘’ekonomi’’yi değil de ‘’din’’ aracılığını görenler pek o kadar çok değildir. Konuyu sanayi devrimi zamanlarına getirmeden önce bir iki satıra göz atalım:
‘’Semiye örğütünün bozulmasıyla kadının gücü ve etkisi de hızla kayboldu. Anaerkil aile yerine babaerkil geçti. Mülkiyete erkek sahip olduğu için malını kendi çocuklarına bırakmak isteği, kendi öz çocuklarına sahip olmak ihtiyacını doğurdu. Bu sebeple, kadının başka erkeklerle ilişkilerde bulunması yasaklandı.’’(A.Bebel.Kadın ve Sosyalizm)
‘’Babaerkil, anaerkil yerine geçince kadınlar bütün haklarını yitirdiler. Evlilik bir alım satım işi oldu. Kadından mutlak bir bağlılık istendi. Eğer bir erkek evlendiği zaman kızın bakire olmadığını görürse, yalnız boşamak değil, kızı taşla öldürmek hakkına bile sahipti. Aldatan kadınlara da aynı ceza verilirdi…
Kişisel mülkiyetin korunmasıyla kadının erkeğe bağlı olması kesinlik kazanmıştır. Bu bağlılık sonucu olarak kadın aşağı bir yaratık olarak görülmüş ve küçümsenmiştir.’’(age)
Dinin desteklediği ekonomik sistemlerin sonunda kadın hakları iyice erkek eline geçer. Daha önceleri ‘’şeytan’’ görülen kadın, daha sonra bir’’çocuk yapma fabrikası’’ daha sonraları da’’ucuz bir iş gücüdür!’’
‘ ’Kadının egemenliğini yitirmesinde bundan başka bir etmen daha vardı. İş bölümünün ilerlemesi, aletlere, silahlara ve çeşitli araç gereçlere duyulan ihtiyaçların artması ve tarımdan ayrı el sanatının meydana gelmesi, kadının tutsaklığına sebep oldu. Yeni el sanatçıları sınıfı türedi. Bu sınıf tarımsal sınıftan tamamen ayrı düzeylerde kişisel mülkiyete ve mirasa önem verdi.’’
O zamana değin aile örgütü yönünden çocuklar ana tarafından sayılır, anasının bağlı olduğu semiyede mirasına konardı. Bütün mal aşiret içinde kalırdı. Ama değişen yeni koşullar içinde baba, sürülere, tutsaklara, silahlara ve ürünlere sahip oldu. (
‘’İş bölümünün ilerlemesiyle yalnız iş çeşitleri ayrılmakla kalmamış, mülkiyet esasları da değişmiştir. Balıkçılık, avcılık, çobanlık, tarım aletlerinin yapılması gibi özel bir bilgiye ihtiyaç gösteren işler erkeklerin alanlarına girmiştir. Erkekler gelişimin akışında bu haklara sahip oldukları için, yeni zenginlik kaynaklarına da sahip oldular’’ (age)
İlk iş bölümü erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.
‘ ’Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki çelişmenin karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da, dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar.’’(Marx,Engels:Alman İdeolojisi)
‘’Sanayi devrimine kadar kadınların sosyal statüsü her yerde her zaman erkeklerinki ile eşit miydi? Kadınlar daha önce iş gücüne katılmıyorlar mıydı? Katıldıkları zaman emekleri her erkeklerinki ile eşit olarak mı değerlendirilmişti?… Hayır! Ama bu hiçbir zaman erkeklerin kendi aralarında bir eşitliğe, bir fırsat ya da sosyal statü eşitliğine, varmış olmaları demek de değildi.Hatta her çağda aşağı tabakaların erkekleri ile yukarı tabakaların kadınları arasında da erkekler aleyhine bir statü farkı olagelmiştir.’’ (Evinç Dinçer.Türk Toplumunda Kadın Sorunu)
Sanayi devrimiyle birlikte kapital, kadın iş gücü kullanmaya başlayınca, ekonomik, sosyal, cinsel, tinsel, ahlaksal boyutlarıyla kadın sorunu iyiden fabrikalardan dışarıya, gün ışığına çıkmaya başladı.
‘’….Dünyadaki mal değişimi, genel akımına kendisini kaptırdığı andan itibaren, ataerkil yaşamın donmuş eski kuralları ve köy ekonomisi, sağlamlığını yitiriyor. Aile yaşamının hiç dokunulmaz ve değişmez sanılan manevi kuralları onlarca yıldır kesinliğini gitgide yitiriyor ve yürürlükten kalkıyor, tıpkı evden yün gömlek dokuma ve kara saban yapımı gibi…
…Yukarıda belirttiğimiz ekonomik nedenler sonucu ‘büyük köylü ailesinden küçüğe’’ geçiş, ailenin gelecekteki sarsıntı sürecini hızlandırmaya yaradı sadece. ‘’Küçük’’ aileye, kadını yine bütün haklardan yoksun bırakan, aile reisine bağımlı kılan kurallar getirmeye boşuna uğraşan halk adetleriyle yaşam pratiği kaba bir çelişkiye düştü. Aynı ekonomik koşullar ‘küçük ailede kadına belli bir ekonomik bağımsızlık sağlarken gerçek yaşam ilişkileri arasında bir çatışma doğdu.’ Köy ortamında kadın sorunu ilk kez burada ortaya çıktı.’’ (A.Bebel.Kadın ve Sosyalizm)
Arık yavaş yavaş burjuva toplumu oluşmuştur. Kadın hakları, sendikal haklar, çalışma saatleri, asgari ücret, işçi hakları, vb. gibi kavramlar gündeme gelmişse de, dinin desteklediği kapital hiçbir zaman bu rejimde dizginleri ‘’emekçinin’’ ve de ucuz emekçi olan kadının eline vermeyecektir.
‘’Burjuva toplumu kadını, işine karşılık ucuz bir ücret ödeyerek dayanılmaz bir ekonomik mengenede sıkar, ayaklar altına alınan çıkarlarını savunmak için sesini yükselten her vatandaşın elindeki haktan onu yoksun tutar ve şu seçimi yapma iyiliğini gösterir ona sadece: Ya evlilik boyunduruğu, yada açıktan açığa aşağılanıp mahkum edilen ama gizliden gizliye cesaretlendirilen ve desteklenen fuhuşun kucağına atılma…’’(age)
GÜNÜMÜZDE KADIN HAKLARI
Gelişmiş, demokrasi yönünden neredeyse yetkin ülkelerde bile kadınla erkeğin eşitliliğinden söz edilebilir mi? Hayır! Ekonomik özgürlüğüne sahip olan kadın, demokratik tüm haklardan yararlanan kadın, eşitsizliğini doğuran temel etmen ortadan kalkmadıkça tam eşit olmayacaktır.!
‘’.. ekonomik nedenler sonucu ‘’büyük’’ köylü ailesinden ‘’küçüğe’’ geçiş, ailenin gelecekteki sarsıntı sürecini hızlandırmaya yaradı sadece. ‘’Küçük’’ aileye, kadını yine bütün haklardan yoksun, aile reisine bağımlı kılan kurallar getirmeye boşuna uğraşan halk adaletleriyle yaşam pratiği kaba bir çelişkiye düştü. Aynı ekonomik koşullar küçük ailede kadına belli bir ekonomik bağımsızlık sağlarken köylülüğün en geri tabakalarında, zaman aşımına uğramış, adetlerle gerçek yaşam ilişkileri arasında bir çatışma doğdu. Köy ortamında ‘’kadın sorunu’’ ilk kez burada ortaya çıktı..’’ (age) Aydınlanma çağının getirdiği geniş görüşler, göreceli demokratik ortamlar, endüstrileşmenin getirdiği kadın kol gücü gereksinimi, bu gereksinimin doğurduğu yasal düzenlemeler, kadının biyolojik yapısı (doğurganlığı) kadınların erkekle birlikte çalışmasının neden olduğu söylenen etik sorunlar ve daha bir sürü neden, ‘’kadın sorunu’’ ya da ‘’kadın eşitsizliğini’’ geniş boyutlarıyla tartışmalara götürdü. Bu konuda, kadınlar tarafından bile ‘’aşırı’’ bulanlar oldu, oluyor, olacak… Daha önce de birkaç düşüncesini aktardığımız Alexandre Kollontai de işte bu aşırı bulunanlardan biri. Taa 1910’lu yıllarda sesini alabildiğine özgür ve kısıtlamasız bir şekilde yükseltmiş:
‘’ Gerçekten özgür olabilmek için kadın, buGnkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici ailenin yüklediği ağırlığın zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için ailesel sorunun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir..’’
‘’Uygarlaşmış ülkelerin çoğunda medeni kanun, kadını erkek karşısında az ya da çok bağımlı duruma getiriyor, erkeğe karısı üzerinde maddi ve manevi egemenlik kurma hakkını da veriyor…’’
‘’…Yasalarımıza göre kadın kocasına itaat etmek zorundadır…’’
‘’Kadınların toplumsal üretime katılmalarından ilk mantıklı sonuçları çıkaranlar işçiler oldu. Zanaat ustasının ideali olan ‘’ev kadını’’ yerine işçiler, ücretlerin artırılması ve emeğin özgürlüğü mücadelesindeki ‘’arkadaş kadın’’ idealini koydular; kendi idealinin çoktan aşıldığını ve toplumsal ortamın bugünkü koşullarıyla uyum halinde olabilecek biçimde yenilenmesi gerektiğini hala anlamayan sadece burjuvazi.’’ (Alexandre Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim)
Prof.S.V.Stein gibi erkek bencilliğini, sanki ruhsal bir gereksinim, doğal bir hakmış gibi savunanlar da vardır. Ona göre: ‘’Erkek yalnız kendisini seven değil, aynı zamanda kendini anlayan bir yaratık ister. Yalnız kendisine bağlı kalacak kadın değil, alnının buruşukluğunu açacak kadın arar. Hayatına barış, sessizlik, düzen özbenlik denetimi yaşamın daha bir çok huzurlarını veren bir bakıcı ister.’’
Aynı nitelikleri ‘’kadın’’ istemez mi sanki?
Kant’a göre ; kadınla erkek birleşince tan bir insan olur. Gerek kadının gerekse erkeğin fiziksel ve ruhsal gelişiminde cinsel içgüdülerinin doyurulması esastır. Ancak ailede düşünce uyuşumu ve sevgi olmadığı zaman cinsel ilişkiler mekanik bir durum alır.
John Suatrt Mills’e göre: ‘’Evlilik kanunun tanıdığı tek gerçek bağdır.’
Yirminci çağa gelinceye kadar yaratılan toplum düzeni artık çağdaş insanın gereksinimlerine cevap vermekten uzaktır. Evlilik kurumlarıyla, ahlak anlayışıyla, yeni bir toplum düzeni gerekmektedir. Kollontai, 1921 de yazdığı ‘’Marksizm ve Cinsel Devrim’’ adlı kitabında şöyle der:
‘’Mutfak ve evliliğin ayrılması! İşte kiliseyle devletin ayrılmasından daha az önemli olmayan, en azından kadının tarihsel alın yazısını etkileyecek büyük reform!’’ Aynı düşünür 1926 yılında yazdığı otobiyografisinde, daha sonradan sileceği şu satırları yazacaktır: ‘’Kadının en kötü düşmanları, geleneksel ahlak ve tutucu evlilik kavramıdır.’’
Aynı konuda F.Engels ‘Ailenin ve Özel Mülkiyetin kökeni’ adlı yapıtında şöyle diyecektir: ‘’Monogami içinde yıkılacak olan şeylerden… birincisi erkeğin üstünlüğü ikincisi de evliliğin çözülmezliğidir.’’
Gerçekten de boşanmayı güçleştirici ögeler evlilik kurumunu da daha çok eleştirecek duruma getirmektedir. B.Russel ‘’Neden Hristiyan Değilim’’ adlı yapıtında şöyle diyor:
‘’Çocuk olduğu zaman, boşanmayı pek güç yapmanın onların lehine olacağını düşünmek yanlıştır.Ayyaşlık, zalimlik ve ya akıl hastalığı, hem karı-koca için, hem de çocukların geleceği için boşanmak için yeterli sebeplerdir. Günümüzde zinaya verilen acayip önem tamamiyle akıl dışıdır. Bir çok kötü davranış şeklinin, ara sıra sadakatsizlik göstermekten, evliliği daha çok etkileyeceği açıktır. Evliliğe en büyük darbe indiren de geleneksel bir kötü davranış, ya da zalimlik diye sayılmayan, erkeğin kadından her yıl bir çocuk istemesidir.’’
Gerçekten de kadınla erkeğin çıkacağı bir yarışta ‘’çocuk’’ bir başka deyişle ‘’doğurganlık’’ onların ayaklarına doğal olarak bağlanan bir zincir, ayrıca üstüne üstlük, doğurduktan sonra çocuğun bakımı sadece ve yalnız kadının göreviymiş gibi her çağ, her zaman kadının ‘’annelik’’ görevini kutsamış ve kutsal kabul etmiştir. Bu kabullenişin içinde bu görevi ister istemez en iyi şekilde yapma görevinin kadına verilişi gizlidir.
Bachofen’e göre: Erkekler kadının karşılıklı toplumsal durumdaki tarihsel değişmeler, insanların gerçek yaşama şartlarındaki gelişmenin değil, bu yaşama şartlarının aynı insanların beyinlerindeki dinsel yansımasının ürünüdür.’’
‘’Cennet anaların ayaklarının altındadır!’’ Tabii çocuğuna iyi bakarsa! Yoksa salt doğurup sonra da babaya’’Bundan böyle bu çocuğa sen bak, altını sen temizle derse cennet anaların ayaklarının altında olu mu acaba’’
‘’Burjuva cinsek hakkı, der Wilheim Reich, Gençlerin Cinsel Mücadelesi adlı eserinde: Esası, cinsel yaşamı tabii biçimde değil, günlük toplumsal düzenle dar bağımlılık içinde olmak, ona karşı pısırık ve baskı altında bir tavır takınmak olan ahlak, bedenimizi sandığımızdan çok daha derin biçimde kaplamış bulunuyor.’’
Klenke:’Cinsel ilişkiler ortak duygulara dayanan ahlaki ilkelerin denetimi altındadır. Ama soyu sürdürmek içgüdüsü yerine hiçbir şey geçemez. Sağlıklı kadın ya da sağlıklı erkek bu görevini yapmaktan yoksun bırakıldığı zaman, buna istemiyle (iradesiyle) karşı koyduğunu söylemekle kendini aldatır. Bu baskı tabiat kanunlarına alabildiğine bir saldırıdır. Organı bozar ve onu görünüş ve niteliği ile gelişimini yitirmiş hasta hale sokar, anormal sinir bozukluklarına ve vücudun ve beynin hasta bir duruma düşmesine sebep olur. Erkek kadınlaşır, kadın şekil ve niteliği ile erkekleşir. Bunun nedeni de cinsel zıtlıkların gerçekleşmemesidir. Her iki cins de ayrı kalmıştır ve varlığının en büyük ihtiyacını doyuramamıştır.’’der.
FUHUŞ
Cinsel gereksinimlerin doyurulması ve fuhuş konularında çeşitli görüşler var. Bunlardan bir kaçını aktaralım.
Dr. Elizabeth Blacwall: ‘’Cinsel konularda gençlere verilecek Ahlaki Terbiye’’ adlı kitabında: ‘’Cinsel içgüdü hayatın sakınılması mümkün olmayan bir koşulu ve toplumun esasıdır; insan tabiatında en büyük kuvvettir.’’ der.
Leipzing: ‘’Cinsel içgüdü ne ahlak ne de ahlaksızlıktır. Sadece su içmek ve açlık gibi olağandır. Tabiat ahlaktan anlamaz. Ama örgütlü toplum bu cümlelerin anlamını anlamaktan uzaktır.’’ Diyor.
Peki fuhuş nedir o halde soru: Özgürlüğü ile birlikte bilinçli ya da bilinçsiz bedenini ‘’kocasına’’ satmakla, gene aynı şekilde gizli yada açık biçimde bedenini para karşılığında, sevmediği, kendisi için hiçbir anlamı olmayan birisine satması arasında felsefi ve ahlaki hatta dini bakımdan ne fark vardır? Bu konuda devletin tutumu nedir?
‘’Bir yandan devlet resmen fuhuşu zorunlu olarak görüp tanıyor; diğer yandan fahişeleri ve fuhuş aracılığını mahkum ediyor ne çelişki! Devletin bu tutumu gösteriyor ki şimdiki toplum için fuhuş, bilmeceler soran ve henüz kendi bilmecesini çözecek duruma gelmemiş kişi gibidir.’’
Dr.F.S.Huegel: ‘’İlerleyen uygarlık, fuhşa giderek daha zarif bir elbise giydiriyor ama fuhuş ancak kıyametle birlikte ortadan kalkacaktır.’’
Prof.M.Rubner: ‘’Kadının fuhşu her millette her dönemde vardır. Bunun önüne geçilemez. Çünkü fuhuş cinsel ihtiyacı karşılamaya yarar. İnsanın tabiatında vardır. Hatta fuhuş yeteneği bazı kanlarda doğuştan vardır. Halk kitleleri arasında delilerle aptalları gördüğümüz gibi, normallerle anormalleri birlikte görürüz. Doğuda böyle anormallikler vardır ki bu anormallik bunları fuhşa yöneltir.’’
Yukardaki sözlerde gerçek payı yok değil. Ancak gerçeğin orantısı az! Fuhuş sektöründe çalışanların çok büyük çoğunluğu bireysel anormallik yüzünden değil, toplumsal anormallik yüzünden bu sektöre düşmüş ya da itilmişlerdir! Nitekim H.Raole bu konuda: ‘’Fuhşa düşen kadınlardaki ahlaksızlık nedeni içinde yaşadıkları toplumsal koşullardır. Fuhşa sürüklenenlerin çoğunluğu yoksullar ya da fuhşu meslek bilenler teşkil eder. Fahişeler mesleklerini toplum içinde serbestçe yaparlar. Maddi ihtiyeç birçok orta aileleri de yıkmıştır, yıkmaktadır. Zorunluluklar bu sınıfı da ahlaksızlığa, özellikle kadınları fuhuşa yöneltiyor”der.
Soruna sınıfsal açıdan bakanlar da yok değildir. R.Scholider:’’Fuhuş insanlar yaşadıkça sürüp gidecek tabii bir kurum değildir. Fuhuş toplumsal bir kurumdur.Burjuva toplum fuhuşsuz yapamaz’’ diyor
J.Kuehn şöyle diyor:’’Fuhuş yalnız üstü ötülecek bir sorun değil, gerekli bir kurumdur. Namuslu kadınları aldatmaktan kurtarır. Erdemi kurtarır.’’
Nasıl koruyacağı bir sorudur?
İşte bir başka düşünce: Dr.Henry Severus: ‘’Evliliği yaşatmak için fuhuş gerekli bir kurumdur. Eğer erkek için dışarıda serbest seçme olanağı olmazsa evlilik ortadan kalkar. Fuhuş burjuva toplumunun bir selamet damgasıdır. Yoksulluk içinde, kötü toplumsal koşullar altında düşünülmeden yapılan evlilikler, meydana gelen çocukların büyümesi, sorunu zorlaştırır. Çünkü bu çocuklara aileleri bakmazlar; bunlar aileleri sağ olduğu için yetim ellerine, bakım evlerine giremezler. Böylelikle, toplumun başına bela olurlar. Fuhuş, evlenemeyen bu gibi yoksul insanların ihtiyacını karşılar. Evlenme zorunluluğunu ortadan kaldırır Böylelikle aç, eğitimden yoksun, karamsar, devlet ve topluma düşman bir kuşağın yetişmesine engel olur.’’
Henry Severus yoksul insanların fuhuşla doğal cinsel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarını açıklamıyor ve bu anlamda evliliğin en ucuz cinsel ihtiyaç karşılama kurumu olduğunu unutmuş gözüküyor! Aynı doktor bunu da ekliyor: ‘’Burjuva devletinin fuhuşu desteklemesi ile sosyalizme karşı bir cins çare aradığı ortadadır.’’
Dr.Schaffle’a göre aile eski fonksiyonunu yitirmiştir.’’ Tarihin akışı içinde ailenin eski fonksiyonunu tamamladığını görüyoruz. Aile daima bir fonksiyonu bitirir, ötekine geçer. Yasaların, düzenin, dinin, bilimin, sanayinin değişmesi ve ilerlemesi aileyi de değiştirir.’’
Şimdi biraz da doğuya dönelim
8. yy şairlerinden eşcinsel Enderunlu Fazıl kadınlar hakkında şöyle der: ‘’…irfan sahiplerine sapa o yollar… Zaten kimisi kanamalı, kimisi de gebe…Koy, birbirleriyle geçip gitsinler ve Allah onları birbirlerine bağışlasın…’’
Eşcinsel birinin, karşı cinsi horlaması, aşağı görmesi ve onlara da eşcinsellik önermesi kendisi açısından akla uygun!
Selahattin Asım ise kadınlar arası eşçinsellik ve fuhuş hakkında şunları söylemektedir:”Tesettür sebebiyle kadınlarımızın ailede ve özellikle toplumdaki yalnızlıkları vazifesizlikleri ihmal edilmeleri erkekleler görüşüp anlaşmak ruhi ,terbiyevi, ve medeni ihtiyaçlarının tatmin edilmemesidir ki onlarda seviciliği ve bundan daha fena olmak,yok edici bulunmak üzere fuhuş eğilimini üretiyor.Bugün pek facialı bir gerçektir ki kadınlarımız örneğin İsveç,Norveç ,Amerika ve İskandınav vb. kadınlarından ziyade fuhuşa düşüşe eğilimli ve yatkındır.
Ahmet Rasim ise’ fuhş-i Atik ‘te yalnızca Galatanın değil Aksaray Üsküdar ve Kuledibinin de hareketleri olduğunu yazmaktadır.(
Giovanni Scognamillo ilk resmi genelevlerden birinin 1860 yılında açıldığını yazar.(G.Scognomillo.Beyoğlunda Fuhuş)
IX.ncu yüçyıl yazarlarından Gerard de Nerval,Pera’nın karanlık sokaklarında bir çok kadın ve kızların çalıştığını belirtir.
Alexandre Dumas günümüzde çifte standard moda deyimine uygun olarak diyor ki:” Erkek iki ahlâk yönetimli yaratırlar. Biri kendileri için öbürü kadınları için.Birinci ahlâk kendilerine her kadını sevme hakkını verir,ikincisi kadına getirdiği bu özgürlüğe karşılık yalnız bir erkeği sevmek hakkını verir.”
Doğru! Ancak daha önceki bilgilerimizle bu ikili ahlâkın temelde erkek tarafından değil,erkek tanrı erkek peygamber tarafından icadedildiğini artık biliyoruz sanırım!
A.Bebel’e göre” Kadın tabii olarak erkekten daha çabuk kızar,daha az düşünür,daha nazik,daha az bencildir,tutkuları erkekten daha güçlüdür.Bu karakter özellikleri kadınların çocuklarına karşı gösterdikleri fedakarlıklarda kendilerine yakın olanların hastalıklarında daha açık bir şekilde ortaya çıkar.Ama kızdıkları zaman haris tabiatları en çirkin şekilde kendini gösterir.”
Bu özelliklerin bir çoğunun kadın yazar S.de Beauvoir tarafından da kabul edildiğin de biliyoruz.
“Hayatı kazanmak zorunluluğu,erkeğin zamanının büyük bir bölümünü evinin dışında geçirmeye yöneltir.Bu nedenle kadın kendini ihmal edilmiş sayar.Bu da ayrılıkların bir nedenidir.Pek az erkek bunu karısına anlatabilir.Erkek karısının kendisini hiçbir şekilde anlamadığından yakınır. Ama buna karşın hiçbir erkek kadını yükseltmeyi düşünmez .Bugünkü erkekle kadın arasındaki ayrım,eski dönemdeki erkekle kadın arasındaki ayrımdan çoktur. )
Karl Marks çalışan kadınlar için şu ilginç ve doğru saptamayı yapmaktadır:
“Evli kadın,işçi olarak bekar kadından daha dikkatli ve bağlıdır.Çocuklarını geçindirmek kaygısı,kadını bütün gücünü harcamaya zorlar,bu yüzden evli kadın,erkeğin razı olmayacağı koşullara boyun eğer. Evli kadının daha iyi çalışma koşulları elde etmek için öteki işçi arkadaşları ile birleşmekten kaçınması bir kural olmuştur.”
A.Bebel ise bu konuda şöyle der:
“Kadının yeri hakkında öyle derin bir cehalet ve yanlış görüşler hâkimdir ki,kadının bugünkü yaşayışı gerek halk,gerek kadınlar arasında bile memnuniyetle kabul edilmiş ve edilmektedir…Bunlara göre tabiat kadını yarı (zevce) ve ana olarak yaratmıştır,kadının bütün çabalarını evine yöneltmesi gerekir. Kadının çevresi,evinin dört duvarı arasındadır.Eğer bu dört duvar arasındaki görevleri dışarıya taşarsa,toplum onu inkar eder,”
Doğru bir saptama! Ancak inanışın kaynağının dinler olduğun8u biliyoruz. O tadar ki günümüzde,ülkemizde on binlerce başörtülü kadıncağız “Biz özgürlük istemiyoruz,biz insanca yaşamak istemiyoruz,bizim yerimiz evimizin dört duvarı,yüzümüzün bedenimizin yeri kara çarşafların arkası,biz dört ‘nöker’ olarak bir kocaya razıyız!Biz kadınız ve kadın başka insan başka!” diyerek sokaklara dökülmektedir din adına!
Kadının özgürlüğünü,eşitliğini ağırlıklı olarak ekonomik özgürlüklerini kazanmış bir çok kadının bile “ beyinsel” özgürlüğe,”kültürel” özgürlüğe kavuşmadıkları için gene de kendine doğalmış gibi gelen ahlaksal,dinsel,töresel eğilimleriyle erkeklere “bağımlı olduklarını anımsatalım!
“Kadının bedenî ve fikrî hürriyetine kavuşması,ekonomik bağımsızlığına kavuşması demektir:hayatını kazanmak için öbür cinse dayanması demektir:
Kadın cinsinin boynunda iki tutsaklık halkası vardır.Birincisi:Kadının ekonomik olarak erkeğe muhtaç edilmesidir; bu da toplumun kadını erkekten aşağı görmesi demektir.Kadına kanun önünde eşitlik tanınması bu geriliği gidermez. İkincisi;kadının ayrıca ekonomik hayattaki tutsaklığıdır.Erkeğin ekonomik tutsaklığından kurtulup hayata giren kadın,yani emekçi kadın bu defa erkek işçi ile birlikte sermayecinin tutsaklığına girer.
O halde görüyoruz ki,toplumsal yeri ne olursa olsun,genellikle kadınlar toplumun sosyal gelişmesinde daima öbür cinsin baskı ve tutsaklığı altındadır. Bu nedenledir ki kadınların bugünkü toplum düzeni içinde(kapitalist) kurumları değiştirme yetenekleri yoktur.”
Ama erkeklerin de sorunları yok değil, Ünlü Fransız yazarı S.De Beauvoir,İkinci Cins kitabında ne diyor?
“…Erkek kendi arzularının tatmini,ırkının devamı için kadının vazgeçilmez bir unsur olduğunun farkındadır.Ona toplum içinde bütünleyici bir yer vermesi gerekir;kadın ancak erkekler tarafından kurulmuş düzene boyun eğdiği ölçüde aslî kusurlarından arınabilir. Kadını kocasına hem kul,hem de arkadaş yapmanın nasıl mümkün olabileceği sorunu,erkeğin çözmeğe uğraştığı problemlerden birdir.”
Nerden bakarsanız bakın çağımızda bugünkü şekliyle evlilik kurumu sarsılmıştır,çatırdamaktadır.
“Yasal evliliklerin çoğunluğunun,anlaşmayı imzalayanların her biri hakkında sadece bulanık düşüncelere sahip oldukları,tam bir bilgisizlik içinde kurulduğu düşünülürse,”çözülmezlik” daha da saçma görünür,Yalnızca,eşlerden biri diğerinin psikolojik yapısı hakkında hiçbir şey bilmiyor değil,eşlerden her ikisi de mutluluğun gerçekleşmesi için zorunlu olan fizikî yakınlığın,bedensel uyumun aralarında var olup olmadığından da habersizdir.”(A.Kollantai.Cinsel Devrim.)
İşte evliliği çatırdatan nedenlerden biri,en önemlilerinden bir bu değil mi ?
Ayrıca”…mülkiyet düşüncesi,eşlerden birinin diğeri üzerindeki ‘mutlak’ sahiplik,yasal evliliği zehirleyen ögedir.”Hem işin doğrusu :”…sevmeye vakti yoktur bugünkü erkeğin,Rekabet,varolmak için çetin mücadele,ister küçük bir parça ekmek için…(age)
Kollontai,Meisel Hess’in düşüncelerinden hareketle evlilik kurumunu irdelemeye devam ediyor.
“Nelerdir yasal evliliğin(medeni nikâh) temeldeki kusurları,karanlık tarafları.Yasal evliliğin temelinde aynı derecede yalnız iki kural var: Bir yandan çözülmezlik(bozulmazlık) diğer yandan ‘mülkiyet’ yani eşlerin her birinin diğeri üzerindeki mutlak sahipliği düşüncesi “
Tüm bunlara rağmen her iki taraf da evlenmeye devam ediyor.Ama evlilikten yana ağır basan taraf kadındır. Neden ?
“Kadınlar arasında evliliğin ilerlemesi nedenlerinden biri de toplumsal yerdir.Kadın tabiatın verdiği bir içgüdüyle erkekten daha çok aşka eğilimlidir.Adeta aşk,kadın için cinsel bir ülküdür. Ama kadının bu duygularını doyurmak için evlenmekten başka çıkar yolu yoktur.Evlilik her şeyden önce gelişmiştir.Hem de hayatını kazanmak,hem de cinsel ihtiyaçlarını doyurmak için evlenmeye zorunludur.
Yeni hayat,artan ihtiyaçlarıyla evliliği güçleştirmekte,kadının bu ihtiyacını ailede doyurma olanaklarını azaltmaktadır.Yüksek sınıf arasındaki evlenmelerin azalması ve büyük yaşlarda evlenme yeni çağdaş ihtiyaçların çoğalmasından ileri gelir.”
Öte yandan kadınlarda cinsel mutluluk oranı büyük ölçüde olumsuzdur.Kısacası bugünkü evlilik kurumu çağın gereklerine ve gerçeklerine cevap vermekten uzaktır.
“Mutluluk,yani toplumsal baskı unsuru “işte bizim cinsel ahlakımızın narin çiçeği.Zihinleri mülkiyet çıkarlarıyla uğraşan(Ama bireysel mutlulukla uğraşmayan) bugünkü toplum;’Aşk beraberliğinde’ doğru dürüst bir değişikliği,cezaya çarptırabilecek kadar büyük bir hakaret olarak nitelendiriyor. “Oysa,diye belirtiyor Meisel Hess: Evlilik bir apartmana benzer kötü köşeleri(yanları) ancak tutulduktan sonra gözükür.Pek doğaldır ki kullanışsız ve kusurlu evleri sık sık değiştirmek zorunda kalmak kaderin can yakıcılığıdır bir bakıma,ama kendini kusurlu döşenmiş bir yerde kalma zorunda görmek daha da kötüdür,Uzun bir insan yaşamı boyunca birlikteliklerde değişiklik kişinin evrim süreci içinde toplum tarafından normal kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gereken bir olgudur.”
Bu olguyu bir çok Avrupa ülkesinde gençler yıllardır uyguluyor. ÖN EVLİLİK deniyor,başka adlar veriliyor…Bizde ise toplumun çok büyük bir kesimi bu olguya hazır değil. Tv.lerde ‘artiz’lerin nikâhsız ‘birlikteliklerini’ ağzı açık ayran delisi gibi izleyen toplum ,ne bacısını,ne kızını,ne karısını,ne de yakın akraba kızlarını ‘ ön evlilik’ denemesinde görmek istemiyor …İstemiyor ama öte yandan :”Güçlü ve bilinçli aşkı yaşamayı görevleriyle bütünleştirmeye yetenekli erkek henüz yok.diye düşünüyor Meisel Hess.
İşte bu yüzden bugünün erkeklerinin keselerinin ağzını açıp bir metres tutmaya ya da kadına karşı görevini ona “adını vererek”yasal bir ailenin yükünü üslenerek yerine getirmeyi tercih ettiklerini görüyoruz.”'(A.Kollantai,Marx ve Cinsel Devrim)
Kollantai’nin para karşılığında bir metres tutmanın ahlaksal boyutlarını geirektiğine bir göz atalım.
NE YAPMALI ?
Goethe ‘Çıraklar’ adlı yapıtında şöyle der :”Babalığa inanmak ,iyi niyete bağlıdır Bu iyi niyeti de -mülkünün devri bakımından olsa gerek-her erkek ‘iyi niyetle’ üstlenmiş durumda!Ama gene de mutlu değil çiftler!”Goethe sesleniyor onlara:’İstendiği anda geçmişi bırakıp atmak ve yaşamı sanki yeni doğmuş gibi karşılamak !Yapabilir misiniz ? Kaç kişi yapabilir ? Hele de kadınlar?! Bu erkeksel değerler dünyasında ‘dul’ olmak,’evlenmemiş’olarak yaşamak ne derece zordur bunu ancak yaşayanlar bilir!”
Ama gene de ;”Kadının ekonomik bağımsızlığı,ana ve çocuğun geniş ölçüde korunması ve güvenliği ekonomik temele dayanarak fuhuşla mücadele,dinsel nikâh yerine kolayca kaldırılabilecek medenî nikâh,yasal ve ulusal olmayan çocuklar diye bir kavramın yeniden kurulması ,kadın erkek eşitsizliğinin giderilmesi gerekir insanların mutluluğu için,”diyor Kollontai.
Özgürlük!Cinsel özgürlük! Utamadan,ayıplanmadan sevişebilme! demiştik taa başında. Gelip oraya dayanıyoruz.” Bütün canlı varlıklar arasında kendine cinsel ahlâkî kurallar koyan ve kendi aralarında toplu savaşlar yapan-kargalar hariç- tek canlı insandır!” gibisine bir sözü vardı Wilheim Reich’in.Son derece doğru bir gözlem. Ancak bu kuralları Tanrı değil de tanrı adına din kılıfında birileri koyuyor gibimize geliyor.Kim koyarsa koysun bu kuralların çoğu insan doğasına aykırıdır.Bu terslik insan mutluluğunu engellemekte,sınırlamaktadır. Düşününüz;oğlanla kızın aynı okulda okuması yasak,el ele tutuşması,öpüşmesi,neredeyse öyle anlamlı anlamlı bakışması yasak.Evlenmeden asla !Ben davulcuyum davulun derisini benim tokmağım patlatmalıdır anlayışı egemen ! Erkeğin el kiri, kadının yüz karası! Bu anlayıştaki ve kurallar silsilesi içinde yaşayan bir toplumda gerçek mutluluğu,gerçek özgürlüğü,
özgür düşünceyi, doğal cinsel hazzı yaşamak,kadın erkek eşitliğini bulmak olası mı ?!
Bir çoğumuza güzel gelebilen şöyle şeyler öneriyorlar:’Bizim için aşk ,ya gönül paralayan bir trajedi ya da beylik bir vodvildir.İnsanlığı bu çıkmazdan çekip çıkarmak,onları güzel,parlak günlerde ve ağır sıkıntılar olmaksızın yaşamaya alıştırmak zorunludur.’ diyor Kollontai Marks ve Cinsel Devrim adlı yapıtında.Oysa içinde bulunduğumuz durum hiç de öyle değildir:”Bugün için hepimizde bulunan aşırı eğilim,diğerinin tüm kişiliğine ‘ilk öpücükten hemen sonra ‘kastetmek’ henüz hiç gereksinimini olmasa bile ruhumuzun yükünü tamamiyle ona taşıtmaktır.'(age)
Dört beş yaşlarında bir erkek çocuğun,gene o yaşlarda bir kız çocuğunu öpmesinden nice kavgalar,mahkemelere taşınan gülünç ilkellikler yaşanan bir ülkede kadın erek eşitliği ne derece ,ne zaman,hangi koşullarda gerçekleşebilir?!
Oya yeni bir şekil,yani yeni bir anlayış öneriyorlar.: “Oyun-aşk,ya da ,aşka değgin dostluğun başka üstünlükleri de var; insanı aşkın yıkıcı belirtilerine karşı koruyor,bireyi köleleştiren,ezen tutkuya dayanmayı öğretiyor,oyun-aşk bireyin korunmasına diğer bütün aşk biçimlerinden daha fazla katkıda bulunur”,diyor Meisel Hess Kollonta ise:.”Oyun-aşk’ta ;tutku dalgaları arasında kişiliğin yitişi bu en büyük günah yoktur.Çağdaş insanlık,diğerinin ben’inin daima yutma açlığındaki bir tutkunun gölgesinde yaşıyor.” der.
İnsan anlaşabildiği,sevebildiği ölçüde biriyle özgürce,utanmadan,ayıplanmadan yaşayabilmeli,kendi bedeninin sahipliğini yapabilmeli,bu anlaşma bittiği zaman da özgürce,mülklenmeden,vicdan,cüzdan hesabı yapmadan ayrılabilmeli,yani Kollontai’nin deyişiyle :Her beceriksiz aşığın boynuna evlilik halkası geçirilmemeli!” Yirmibirinci Yüzyıl bu anlayışa doğru adımlar atıyor mu acaba ?
Kadın erkek eşitsizliği konusunda en büyük insanlık dışı kuralları koyanların başında ‘din’ olgusunun.din adamlarının geldiğini anlayan anlamıştır.
Şimdi sizlerle,zamanında belki dikkatlerden kaçmıştır diye, Yirminci Yüzyılın sonlarına doğru,5 Ekim 1989 tarihinde O zamanki Adana Milletvekili sayın Cüneyt Canver’in TBMM’ye verdiği bir soru önergesine göz atalım ve yukardaki yargının izlerini bu önergede ve önergeye verilen yanıtta aramaya çalışalım. Bu soru önergesindeki soruların Diyanet İşleri Başkanlığına sorulmasına ve yanıt istenmesine karar verildi.
Canver’in soru önergesinde özetle şunlar soruluyordu:
İslamî Kurallara göre :
İki kadının tanıklığı bir erkeğinkine bedel midir ?
Evde,atta,kadında uğursuzluk olduğu doğru mudur ?
Namazı kat ‘eden şeylerin köpek,eşek,domuz ve kadın olduğu doğru mudur?
Kadınlar dînen ve aklen eksik yaratıklar mıdır ?
Hz.Muhammed’in:”Kadınlar arasında saliha kadın ,yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.”dediği doğru mudur ?
Hz.Muhammed’in: “Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım.” dediği doğru mudur ?
Hz.Muhammed’in :”Bana cehennem halkı gösterildi;çoğunluğu kadınlardı.”dediği doğru mudur ?
Hz.Muhammed’in:”Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar.” dediği doğru mudur?
Hz.Muhammed’in:”Kadın ege kemiği gibidir,onu doğrultmak istersen kırarsın.” dediği doğru mudur?
‘Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır.’ düşüncesi islâma göre doğru mudur ?
‘Kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terketmişlerdir.’ düşüncesi islâma göre doğru mudur ?
Hz.Muhammed’in:”Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa,kadın da diliyle yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez.’ dediği doğru mudur?
Elin zinası,el temasıdır.Her kim yabancı bir kadının elini tutar ve onunla tokalaşırsa,kıyamette onun iki avucuna ateş konur.Birimizin başına demirden bir şişin vurulması,onun kendisine belli olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır!” dendiği doğru mudur?
Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse,Diyanet İşleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan,küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık etmektedir? Açıklar mısınız ?
Diyanet işleri Başkanlığının bu yayımları karşısında vatandaşlar kadınların bugünkü çağdaş konularına mı,yoksa bu yayımlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir?Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?
Diyanet İşleri Başkanlığı,Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı 6 Kasım 1989 gün ve 10/027/1302 sayılı yazı ile bu sorulara yanıt verdi.Bu yanıtların Diyanet’in bilgi ve düşünce tarzına,bilim anlayışına uygun olması doğaldır! Diyanet’in çarpıcı yanıtlarına da, 10 Mayıs 1990 tarihinde gerçek bilim adamı Prof. Dr.İlhan Arsel yanıt verdi. Diyanetin verdiği yanıtları da içerdiğinden bu yanıtın önemli bir bölümünü aynen alıyoruz. Aslında bu tarihî yanıtın tümünü okumak ve kör inançla bilimsel uslamlamanın ne denli birbirlerine ters düştüğünü görmek her ‘aydın’ın görevi olmalıdır.İşte sayın Arsel ‘in Başbakanlık Makamına gönderdiği yazının genelde kadını ilgilendiren bölümlerinden kesitler :
“Adana Milletvekili Sayın Cüneyt Canver’in 10 Mayıs 1989 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmak üzere Devlet Bakanlığına vermiş bulunduğu Soru Önergesinde,Diyânet İşleri Başkanlığı’nın “Kadınları aşağılayan,küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına”neden dolayı aracılık eder olduğu hususunun açıklanması istenmiş ve bu hükümlerden bazı örnekler verilmiştir. Bunlar arasında kadınları “Aklen ve dînen dûn”olarak tanımlayan,”Eşek,kara köpek,domuz,karga,v. “ kertesinde tutan,” uğursuzluk ve fitne kaynağı” sayan ,”yarım tanık” yapan,”Cehennemlerin çoğunluğuna layık”bulan,ya da bunlara benzer küçültücü diğer bazı hükümler yer almıştır.
Diyânetin,TBMM.ne sunulmak üzere bu konuda hazırlayıp Devlet Bakanlığı’na yollamış olduğu 7 Kasım 1989 tarih ve 10/027/ 1317 sayılı “cevabî yazısı! Elime geç geçtiği için ancak şimdi görüşlerimi bildirme fırsatını bulabiliyorum.
Umudum şudur ki Bakanlığınız,Meclis’e sunulan cevabî yazı’yı,Şeriât kaynaklarıyla ve Diyânetin yayımlarıyla karşılaştırarak tekrar inceleyecek ve görecektir ki Diyânet,sorulan soruları kurnazca yalanlarla ve çocuk zekâlılara özgü çelişmeli mantıkla ve nihayet Orta Okul öğrencilerine yaraşır bir dil ile cevaplandırmıştır. Hem de sorulanlardan en önemlilerini cevapsız bırakıp diğerlerini de bir takım kurnazlıklarla saptırıp çarpıtarak ve KADIN şahsiyetinin haysiyetini bir kez daha ayaklar altına alarak.
Üstelik de sanki Soru Önergesi Şeriât’ın KADIN’ı aşağılayan esaslarını değil de İlhan Arsel’in fikirlerinin ve kişiliğinin tartışılmasını Meclis’e getirmiş gibi,seviyesiz saldırılara,iftiralara ve hattâ halk yığınlarını aleyhime kışkırtma yollarına başvurarak;tıpkı 31 Mart olaylarının sorumlusu Derviş Vahdetî’ye yaraşır bir usul ile.
Öylece hem Bakanlığınızı ,Hem TBMM.ni ve hem de Türk toplumunu yalan beyanlarıyla aldatmıştır.
Söylemeğe gerek yoktur ki Anayasal bir Organ olan Diyânet İşleri Başkanlığı’nın ,hukuk ve ahlâk’a ters düşen her davranışı,her yalan beyanı ve her saçma yayını Devletin itibarını sarsmak yanında bir de sizlerin hükûmet olarak iktidar şansınızı azaltır.
Ve hele de bu beyanlar ve yayımlar arasında:”İslâm hukukunda…millet otoritesini temsil edecek mevkie kadar intihap edilemez” şeklinde olup da,kendilerine Hükûmet ve Devlet işleri tevdi edilmiş bulunan hanımlarımıza yönelik ve dolayısıyla, İktidar Partisi’ne karşı gericileri tahrike müsait imiş gibi görünenleri bulunursa,bu sizi,Hükûmet olarak ,biraz daha düşündürmelidir.
…Diyânet,laik T.C. Devleti’nin resmî bir organı olmasına rağmen,”Yenilikçi”seslere kulak vermek şöyle dursun,aksine,tüm davranışlarıyla ve yayımlarıyla bağnaz çevreleri ve siyasetçileri körükleme hevesindedir.Sayın Canver’in Soru Önergesi’ne vermiş olduğu cevabî yazı,bunun son kanıtlarından biridir.
Diyânetinin yayımlarında KADIN “Aklen ve dinen dûn yaratık” ve “İrâdesindeki fitrî za’f” nedeniyle kısıtlandırılmış olarak tanımlandığı halde,TBMM.ne sunulan “Cevabî Yazı”da bu hususlar kasıtlı olarak atlanmıştır.
Sayın Canver’in Önergesinde yer alan sorulardan biri “İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir” şeklinde formüle edilmiştir.Bu soruya Diyânetin cevabı aynen şöyledir:”Başkanlığı yayınlarında böyle bir cümle yoktur.”Oysa ki Diyânetin “Sahih-i Buharî Muhtasarı” adlı yayımının 1.cildidin Fihrist Kısmı’nın “Kitâbül’l Hayz”bölümündeki bir Kesimin başlığı aynen şöyledir:”Kadının dinen ve aklen erkeklerden dûn olduğuna dâir Ebû Sâid Hadîsi.”Bu hadis’in metnini ve açıklamasını kapsayan 223.cü sayfada şöyle yazılıdır:”Kadının şahâdeti erkeğin şahâdetinin yarısı değil midir?..İşte bu aklın eksikliğindendir…”
Hemen hatırlatalım ki bu sözler,Bakara Sûre’sinin 282.ci âyetindeki hükme yapılan atıftur ki şöyledir :”Erkeklerinizden iki şâhit tutun;eğer iki erkek bulunmazsa bir erkek(ile)..iki kadın olabilir.”( Söylemeğe gerek yoktur ki bütün bunlar :” iki kadının tanıklığı,bir erkeğin tanıklığına bedeldir” cümlesiyle ifâde olunmak gerekir ve gerekçesi de,yukarda görüldüğü gibi,T.C. Devleti’nin Diyânet aracılığıyla yaptığı yayımlara göre,KADIN’ın güyâ “aklen dûn”yaratılmış olmasıdır, Ve işte Diyânetin halk yığınlarına bellettiği budur.(*) Bizim kanımızca bir erkek olmazsa dört kadının bile tanıklığı geçerli değildir! K.Ö.)-
Ancak ne var ki bu aynı Diyânet,aydın ve uyanık sınıfların karşısına bu gerekçe ile çıkmayı göze alamamıştır. Bu nedenle Cevabî Yazısında:”Yayınlarımızda böyle bir cümle yoktur”diyerek inkâr yoluna sapmıştır.Sanki konu,kendi yayımlarında yer alan ve kadını aşağılatan hükümler değilmiş de soru’daki “cümle” imiş gibi!
Bununla beraber inkârın yararsız olduğunu ve yalanının nasıl olsa anlaşılacağını bildiği için bu sefer ev işleriyle meşgul olmak yüzünden çeşitli işlemlere (örneğin kişiler arasındaki sözleşmelere) seyrek tanık bulunduklarını,olayları hatırlamalarının zor olduğunu ve işte bu nedenle “hafızalarının zayıf kaldığını” söyleyerek işin içinden çıkmak istemiştir.
Daha başka bir deyimle,Soru Önergesi’ne cevap verirken kadın sınıfını”Tanrı tarafından Aklen dûn” yaratılmış gibi göstermenin Tanrı’nın yüceliği ve adaleti fikrine ve akla ve mantığa ters düşeceğini ve böyle bir gerekçenin çağdaş zihniyet sahiplerince gülünç karşılanacağını,kötü etki yaratacağını ve kadınların büyük çoğunluğunu kendisine karşı ayaklandıracağını bildiği için,kurnazca bir buluşla “hafıza zayıflığı”yorumuna başvurmuştur.Pek muhterem kadınlar açısından “Hafıza zayıflığının””Aklen eksik yaratılmış” olmağa oranla daha az incitici,ya da hattâ ev işleriyle uğraşma nedenlerinden doğması itibariyle “şerefli” bir şey sayılabileceğini hesaplamıştır.
Ancak hesaplayamadığı şudur ki ev işleriyle uğraşmanın hafızayı zayıflatan bir yönü yoktur ve ev işleriyle meşgul nice kadınlar vardır ki kocalarından hem aklen ve hem de hafıza bakımından çok üstündür. Ve esasen ev işine benzer şeylerle uğraşmanın hafıza ile ilgisi bulunsaydı benzeri hizmet işlerinde çalışan erkekleri,örneğin aşçıları ve bulaşıkçıları da “yarım şahid” kabul etmek gerekirdi.
Fakat Diyânet,yukardaki kurnazlığa başvururken dahi şeriât’ın bu konuda olumsuz diğer yönlerini gizlemekten geri kalmamıştır.Zirâ kadını erkeğin hizmetinde tutabilmek üzere Şeriat’ın uyguladığı insafsız bir taktik vardır ki,İslam’ın en büyük otorisetisi kabul edilen ve “Hüccet’ül İslam” diye bilinen Gazzali’nin kaleminde şöyle sırıtır:
“Evlenmekteki dördüncü fayda evi süpürmek,kapları temizlemek ,yatak sermek,yemek pişirmek gibi ev işlerinden kurtulmaktır.
İnsanoğlunun şehvet hissi olmasa da ev işleri ile uğraşması çok zordur.Çünkü bu gibi zarurî işler,zamanının çoğunu alır.Bunun için Ebû Süleyman Darânî “İyi bir kadın…..erkeğin şehevî hissini tatmin ve ev işlerini tedvir etmekle,onun huzur içinde hem diğer işlerini ve hem de Allah’a karşı kulluk ve ibadetini yapabilmesini te’min eder.” demiştir.(Bkz. İhyâu ‘ulûmi’d-din.Bedir Yayınları II.Sh.83.)
Dikkat edilecek olursa “insanoğlu” sözcüğü ERKEK için kullanılmış ve KADIN,erkeğin şehvet gâilesini gidermek ve ev işlerini görmek(böylece onu bu zahmetlerden kurtarıp ibâdet edebilmesini ve Cennetlere gitmesini ve oradaki güzel hurilere kavuşmasını sağlam) üzere yaratılmış gibi tanımlanmıştır.
Fakat Diyânet,bu tema’yı,biraz önce belirttiğimiz şekle,yani “Ev işleri yüzünden hafıza zayıflığı” formülüne sokuvermiştir. Bununla beraber inandığı şey,yine tekrar edelim,KADIN’ın “aklen dûn” ve “iradece güçsüz” bir yaratık ve bu nedenle erkeğin “yarısı” ve onun bir bakıma “Malı” olduğudur.
Çünkü sırtını dayadığı ve kendi yayımlarıyla ortaya vurduğu Şeriât hükümlerine göre kadın,her şeyden önce,erkeğin emrine verilmiştir.Gazâlî,Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler”(Nisa 34) şeklindeki âyet vesilesiyle şu açıklamada bulunur:”Çünkü erkek ,tâbi değil,merbû’dur,Amir mevkiinde kadın değil ,erkektir.(Bkz.Gazalî,age.II.sh.117 )
Ve bu açıklamasına ,yine Şeriât hükümlerinden örnekler vererek şunları ekler:”Nikâh (kadınlar bakımından) bir nevi cariyeliktir.”(Bkz.Gazalî,age,ıı.sh.108)ve nikâh (kadınlar için) bir nevi kölelik ve esârettir;kadın,tamamen efendisinin emrindedir.; efendisine olan itaatinin mükâfatı olarak (cennete gider)…(Bkz. Gazâlî ıı.sh.147-148)
A)Diyânet’e göre Şeriât’ın “aklen ve dînen dûn ve iradece kıt” yaratık saydığı KADIN,”âmme velâyeti”işlerine getirilemez.
Yukardakilere benzer Şeriât hükümlerini halka belletmek görevini üstlenmiş olan Diyânet, bu işi yaparken Kadın’ı sadece “Efendisine mutlak itaat”,ya da sadece “Yarım şahidlik” bakımlarından değil,fakat diğer bütün hususlarda da yetersizlik içerisinde gösterir ve gösterirken de hep aynı NEDEN’lere yani Kadın’ın “Aklen dûn” ve “İradece güçsüz” yaratılmış olduğu faraziyesine yer verir.
Nitekim Buharî Muhtasarı’nın IV. cildinin 219-220 sayfalarında,kadınların yolculuğa çıkarlarken kocalarının ya da kanılarından birinin vesayetine muhtaç bulundukları hususu ile ilgili olarak Diyânet’in yazdığı şudur:”İslâm dini kadının….bünye ve İRADESİNDEKİ FITRÎ ZA’FA mebnî muayyen hususta kadını,mehâriminden bir erkeğin vesâyetine vermiştir ki,kadının uzak bir mesâfeye gidebilmesi….için zevcin veya mahreminin bulunmasını şart kılması bu cümledendir.”
Yukarda geçen “irâdesindeki fitrî zâ’f tümcesinin Türkçe’de “Yaratılış itibariyle irâdece güçsüz”lük anlamına geldiği düşünülecek olursa T.C.Devleti- nin Diyânet aracılığıyla kadın’a bakış açısının ne olduğu anlaşılır.
Görülüyor ki Diyânet,halk yığınlarına kadınların “Aklen dûn” ve “İrâdece güçsüz” yaratılmış olduklarına dâir hükümleri belletirken,Devlet Bakanlığı aracılığıyla TBMM.ne sunduğu Cevabî Yazı’da sadece “hafıza zayıflığından” söz etmektedir.
Yine bu yayınların 10.cu cildinin (7.Baskı) 449-451 sayfalarında yer alan 1660 sayılı hadîs :” Mukadderatını bir kadının eline veren felâh bulmaz” şeklinde olup Diyânet’in şu açıklamasını kapsamaktadır:
“İslâm hukukunda âmme ve velâyeti denilen devlet teşkilâtı riyâseti ancak erkek bir vatandaş tarafından temsîl olunur.Bu, millet otoritesini temsîl edecek mevkie kadın intihap edilemez.Çünkü kadının fıtratı bir çok cihetlerden bu çok ağır vazifeyi deruhte etmeğe müsâit değildir.Bunun için islâm hukukunda…devlet riyâsetine intihap olunabilmesi husûsunda kadın için hiç bir hak kabul edilmemiştir.”
Görülüyor ki kadın’ın böyle bir göreve gelmesini önleyen şey yaratılışındaki eksiklikten yani”Aklen ve dînen dûn”oluşudur,” irâdesindeki fıtrî zâ’f’tır.Hatırlatalım ki Şeriât’a göre KADIN’ın Devlet başkanlığına gelemeyişi gibi siyasî ve idârî görevlere lâyik görülmemesinin nedeni de hep budur. Gazalî :”Yarım tanık durumunda sayılan ve erkeğin hâkimiyeti altına sokulan (kadın) nasıl yargıç olabilir?” derken,bunu anlatmak istemiştir.
Bütün bunlardan gayrı Diyânet,veraset bakımından KADIN’ın ,yine Şerîât emirlerine bağlı olarak,erkeğin yarısı olduğuna insanlarımıza belletir.(Sahih-i …,XII.Sh.243-246;ayrıca bkz.Nisâ 11-14,176)
B) Diyânet’in mantığına göre modern Türkiye’de kadınların Danıştay kararına göre kaymakam olmamaları Şeriât’ın “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdir” şeklideki hükmünün kanıtlarındandır.
Soru Önergesi’nde yer alan Şeriât hükümlerinden bazıları şöyledir:
“Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler.O sebeble ki,.Allah,erkekleri kadınlara üstün kılmıştır.”
“Kadınlar erkeklerin elinde hürriyetleri kaybetmişlerdir.”
“Eğer erkek,tepeden tırnağa ceparat olsa,kadın da diliyle yalasa,yine de erkeğin hakkını ödeyemez.”
Bütün bunlar İslâm’ın temel kaynaklarında mevcut olan şeylerdir. Fakat Diyânet ,bunlardan ilki üzerinde duruyor ve diğerlerinin yalan olduğunu söylüyor.
Evvelâ “Yalandır” dediklerinden başlayalım ve ‘yalandır’ derken,âdeti veçhile nasıl yalana sarıldığını görelim.
Ebû Hüreyre’nin ve Ayşe’nin rivâyetlerine dayalı olarak Gazalî’nin naklettiği bir hadîs vardır ki aynen şöyledir:“Genç bir kadın Resûl-i Ekrem’e gelerek “Ya Resûllah,ben genç bir kızım.Tâliblerim geliyor.Fakat evlenmek istemiyorum.Bir kocanın karısındaki hakları nelerdir anlatır mısınız?”dedi. Resûl-i Ekrem:’Eğer erkek tepeden tırnağa cerâhat olsa,kadın da dili ile yalasa,yine de erkeğin hakkını ödeyemez.’buyurdu. “(bkz.Gazalî,ihyâu ‘ ULUMİ’D-DİN,İstanbul,1975,Cilt II.Sh.149)
Görülüyor ki Diyânet’in “Yalandır” dediği hüküm,Hüccet-ül İslâm diye anılan Gazalî’nin kaleminde beliriyor ve yukardaki yalana tenezzül eden Diyânet yetkilerinin suratına tokat gibi iniyor.Yine İslâmî kaynakların bildirmesine göre evlilik kadınlar bakımından erkeğin mutlak emri altına girmek demektir;erkek efendi durumundadır. Nitekim Kur’an ve hadîs hükümlerine dayanarak gazalî’nin söyledikleri aynen şöyledir:“Nikâh bir nevi kölelik ve esarettir.Kadın,tamamen efendisinin emrindedir..Hanımların,efendisine itâat ve saygısına dâir pek çok haberler vardır.Bunları da en sağlam İslâm kaynaklarında buluyoruz. Örneğin Gazalî,bu konudaki Şeriât emirlerinden bazılarını sıralayarak şöyle devam eder;”Gödülüyor ki ,Resûl-i Ekrem,kadının kocasına itâat etmesini İslâm’ın şartları arasına almıştır.”(Bkz.Gazalî,age,cilt II.sh.147-148)Bütün bunlar,Diyânet’in “Yalandır” dediği şeylerin yalan olmadığını belirten hususlardan sadece bazılarıdır,Kitabımda bu konuda çok daha geniş bilgi vardır.
“Erkekler kadındar üzerinde hâkimdirler” hükmüne gelince,Diyânet bunun Nisâ Sûre’sinin 34.ncü âyetinin tarafımdan tahrif edilmiş “meâli” olduğunu söylüyor.Ama söylerken yeni ve hem de pek gülünç bir mantıksızlığa ve yalana yöneliyor.Şöyle diyor :”Allah’ın kimini kimine üstün kılması ve mallarından kendilerine harcaması yükümlülüklerinden dolayı,ERKEKLER KADINLARIN İDARECİ VE GÖZETİCİSİDİRLER.”
Oysa ki bu son tümce,Diyânet’in kendi yayınladığı Mur’an metninde aynen şöyledir:”Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler.”
Fakat ister öyle,ister böyle olsun Kadın’ı erkeğin hâkimiyeti altında tutan hükümler konusunda Diyânet’in savurduğu hikmet şudur:”..tarih boyunca-istisnalar dışında- durum bu değil midir ? Medenî Kanun’a göre de âile reisi erkektir. Danıştay kararı ile de sâbittir ki,bugün modern Türkiye’de kadın kaymakam olamamaktadır.”(Cevabî Yazı,sh.6)
Danıştay kararını kendisine kalkan yapan Diyânet yetkililerinin,tıpkı tüm şeriâtcılar gibi,fikriyet alanında ve özellikle Türk’ün İslâm öncesine inen tarihi hakkında bomboş olduklarını tahmin etmek güç değildir. Hele Arap tarihi verileriyle beyinleri yıkanmış olduğu için Türk’e daima yabancı ya da düşman kaldıkları,bilinen bir gerçektir.”Arap Milletçiliği ve Türkler”adlı kitabımda bu hususları belirtmiş olmakla beraber burada yinelemek isterim ki,Şeriât’ın bellettiklerine kanarak Arap’ı “Kavm’i necip” ve Türkü insanlığa felâket getirici “Yecûc ve Me’cuc” fasilesinden sayan Şeriâtçılarımızdan medet ummak elbetteki çılgınlıktır. Hele Arap şeyhlerin saraylarında bedava yeyip içip hacc farizesini yerine getiren ve sırf cennete ulaşmak hevesiyle hacc etmek üzere Kâ’beyi tavaf’a giden ve milyarlarca serveti Arap diyarlarına götüren insanlarımızın sayısını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyen Diyânet yetkililerinden Türk kadınına özgürlük,yöneticilik,haysiyet vs.gibi haklar tanınmasını beklemek daha da büyük bir çılgınlıktır.
Başka milletleri bir kenara bırakalım fakat Türk’ün İslâm öncesi tarihini şöyle bir karıştıracak olsak görürüz ki KADIN’ın her bakımdan erkeğe eşit durdumda bulunması bir yana ve fakat tek başına ya da kocası ile birlikte Devlet idare etmesi dahi,istisna değil “Kâide”dir.Eğer Türkler islâm’a girmemiş olsalardı,sadece bu uygulama dahi,Türk toplumunu bugün muhtemelen yer yüzünün en uygar toplumlarından biri haline getirmeğe yeterdi.Kaldı ki Arap’lmarda bile kadan,İslâm’dan önceki dönem itibariyle daha özgür durumda idi. Yöneticilik eder,kocasını seçer,dilediğinde boş ederdi.Eğer kadın,kölevari şekilde erkeğin hakimiyeti altına verilmemiş,onun sömürüsüne terkedilmemiş ve eğitimden geçirilmiş olsaydı,her alanda olduğu gibi yöneticilik alanında da erkekten aşağı kalmaz,pek muhtemelen üstün olurdu.Kadını,Tanrı tarafından aklen ve dinen eksik yaratılmış gibi gösterip erkeğin hakimiyetine terketmek,sadece insan varlığının haysiyetine karşı değil,fakat her zaman tekrarladığım gibi,Tanrı’nın yüceliği fikrine saygısızlık olur.Erkeklerin,kadınlar üzerinde hâkim olduklarını kanıtlamak üzere Diyânet’in:”Danıştay kararı ile sabittir ki,bugün modern Türkiye’de kadın kaymakam olmamaktadır”şeklinde bir mantığa sığınmasının çocuksu bir yönü daha vardır ki o da şudur:Bir kere Danıştay kararı ,dinsel bir kaynaktan esinlemiş değildir;”Akıl yetersizliği” gerekçesiyle Kadın’ın yönetici .a ya İdareci olamayacağı ilkesinden de hareket etmiş değildir.Sadece fizikî zorlukları(ve örneğin kaymakamların dağ bayır dolaştıklarını)hesaba katarak ,kaymakamlık görevinin kadınlar için sakıncalı olacağını öngörmüştür. Aslında bu şekliyle bile tenkid edilmeğe muhtaçtır,çünkü bu işi erkeklerden iyi başarabilecek kadınlar olduğu gibi,eğer bu kıstas geçerli sayılacaksa,bu takdirde kadınlarımızı tarla işlerinde çalıştırmamak gerekirdi.
Yine aynı şekilde eğer kadınların kaymakam olmalarını önleyen Danıştay kararı,Diyânet’in sandığı gibi erkeklerin kadınlar üzerinde hâkim oldukları hususunu öngören Şeriât hükümlerine dayanmış olsaydı,bu takdirde kadınlarımızın Bakan ya da yargıç olamamaları,Devlet dairelerinde ya da özel sektörde erkeklere emir verebilir görevlere atanmamaları gerekirdi.Oysa ki kadınlarımız,Atatürk’ten bu yana Bakan,Yargıç vs. olabilmektedir.Hele yargıçlık tam bir emretme görevidir;Yürütme dahi yargıcın emrindedir;yargıcın hükmettiğini Yürütme Güce,yani hükûmet ve İdâre yerine getirir.Öte yandan özel sektörde erkeği emrinde tutan nice kadın yöneticiler vardır.Atatürk sayesinde bu uygarlığa ulaşan Türk kadınını,bu mesleklerden yoksun kılmak ve Şeriât cenderesine sokmak bugün artık aklı başında hiç kimsenin düşünebileceği bir şey değildir.Oysa ki Şeriât daha yukarda belirttiğimiz gibi,kadın’ın “aklen ve hafıza” itibariyle zayıf yaratık saydığı için bu görevlere lâyık gör mez.Bu nedenle Devlet Başkanlığından yargıçlığa vs.varıncaya kadar her türlü yöneticilik işinden kadınları uzak tutar.Fakat bir an için Danıştay’ın Şeriât verilerine yönelik bir eğilimle böyle bir karara vardığını farzetsek bile.,yine de uygar kafa yapısına sahip kimselerin bu örnekten medet ummaları ve şeriâtcının seviyesine inerek “Erekler kadınlar üzerinde hakimdirler.” iddiasına sarılmaları gerekmez. Sarılabilmeleri için akıllarını ve vicdanlarını terketmiş ve ilkelleşmiş olmaları gerekir.
C) KADIN’ı aşağılayan ve özellikle “Aklen ve dînen ve irâdece”eksik yaratık bayan Şeriât hükümlerini yayma heveslerine engel olmak gerekir.
Ne yazık ki T.C.Devlet’i,çağ dışı bu zihniyeti yok etmeğe çalışacak yerde,aksine,bu tür yayınlarla ve Diyânet’in kurnaz usûlleriyle( örneğin:’ Kadın’ın ayakları altından cennetler geçer’ ılımlamalarıyla)-,ki biraz aşağıda bunu de ele alacağız- kökleştirme hevesindedir
Bu heves mutlaka söndürülmeli ve bu zihniyet temsilcilerine şu belletilmelidir ki,kadınların Tanrı tarafından “eksik akıllı” yaratıldıklarını iddia etmek ,bırakınız uygarlık ölçülerini ve fakat Tanrı’nın yüceliği,iyiliği ve adaletiyle daha bağdaşmaz, ve dolayısıyla Tanrı’ya hâkaret olur. Eğer ortada aklen eksiklik durumu var ise bu,sadece kadınlar bakımından değil erkekler bakımından da söz konusudur ve sorumluluğu gökyüzünde değil,fakat sosyal ve siyasal sorunlarda ve özellikle eğitim yetersizliğinde,yani yeryüzünde aramak gerekir.
İnsanlık tarihi(özellikle Türk’ün eski tarihi)KADIN’ın her alanda (Devlet başkanlığı,yöneticilik,askerlik,bilim,san’at vs.) erkeğe denk örnekleriyle doludur.Bu örneklerin günümüze dek azlığı öne sürülecek olursa bu takdirde yapılacak şey,KADIN’a eşit imkânlar tanımayan ve gelişme fırsatı bırakmayan zihniyet’e karşı savaşmak ve örneğin Diyânet’in yayınlarından yukardaki hükümleri çıkarmaktır
II.”UĞURSUZLUK,ancak üç şeyde:at’ta,Kadın’da,ev’de hâsıl olur.”şeklindeki hadîs vesilesiyle Diyânet’in uyguladığı kandırma taktiği:Başta Buharî olmak üzere,Müslüm, Ebû Davud,Tırmizi,Nesei,İbn Mace, Ahmed bin Hambel gibi Şeriât’ın temel kaynaklarında yer alan bir hadîs vardır ki uğursuzluğun ancak üç şeyde: at’ta,kadın’da,ev’de hâsıl olduğunu bildirir.Bu hadîs Abdullah İbn-i Ömer’in rivâyeti olarak Diyânet’in adı geçen yayınlarının 8.Cildinin 312.ci sayfasının başında 1211 sayı ile yer almıştır ve aynen şöyledir“Uğursuzluk (telâkkisi âdet olarak) anca üç şeyde : at’ta,kadın’da,ev’de hâdis olur.”
Görüldüğü gibi hadîs( ki aynı zamanda Ebû Hereyre tarafından da rivâyet edilmiştir)gayet açık ve seçik bir şekilde uğursuzluğun kadın’da hâsıl olduğunu belirtiyor.En sağlam nitelikte bir hadîs’tir.
Her ne kadar Diyânet,bu hadisî” tahrif ederek naklettiğim” iddiasında ise de yukardaki metne parantez içerisine kendi kafasından yerleştirdiği sözcükler ve açıklamalar ile,”tahrif” kurnazlığına bizzat kendisi yönelmiştir. “Çünkü hadîs’in8 aslı:”uğursuzluk ancak üç şeyde:at’ta,kadın’da ,ev’de hâsıl olur”,şeklinde iken Diyânet araya,kendiliğinden “telâkkisi âdet olarak” sözcüklerini ekleyivermiştir. Şunu anlatmağa çalışmıştır ki câhiliyette meş’um addedilen biri çok şeyler vardır ki kadın bunlar arasındadır;hadîs’deki uğursuzluk(şeâmet)telâkkisi,islâm öncesi (Câhiliyet) döneminin âdetini hikâye etmektedir,fakat islâm bu âdeti kaldırmıştır.
Bu açıklamanın bilgisizliğe ve yalan dayalı olduğunu anlayabilmek için her şeyden önce Câhiliyetü dönen dönemde kadın’ın,uğursuz değil aksine saygınlığa ve özgürlüğe lâyık bir varlık olarak kabul edildiğini ve hatta kutsal sayıldığnı,hatırlatmak yeterlidir; hem de öylesine kutsal ki,Muhammed’in de dahil bulunduğu çoğu Arap kavimleri,kendi ilahlarının(örneğin Lât,Uzzâ,Menât gibi)Tanrı’nın kızları olduğuna ve meleklerin dişilerden yaratıldığına inanırlardı.(bkz.Saffât Sûresi 149-150; İsrâ Sûresi 40; Necm Sûresi 19-20)
Öte yandan Câhiliyet denen bu dönemde kadının devlet idare ettiği (Belkis Örneği özgürlüğüne sahip olarak kocasınız kendi seçip dilediği zaman boşayabildiği,serbestçe ticaret yapabildiği,erkekleri hizmetine alıp emrinde kullanabildiği(kervan işleten Hatice’nin Muhammed’i işe alması ve sonra ona evlenme teklif etmesi gibi) hep bilinen şeylerdendir.Kadını bu kertede kabul eden bir toplum hiç ona uğursuzluk yamar mı?
Öte yandan Diyânet,Soru Önergesine vermiş olduğu cevabî yazısında ,uğursuzluk telâkkisinin güya câhiliye dönemi anlayışı olup İslâm’ın gelişiyle kaldırıldığını kanıtlamak üzere bazı hadîs’ler öne sürüyor ki bunlardan biri Ebû Hüreyre’nin rivâyetinin Ayşe tarafından tekzibiyle ilgilidir:Güyâ Benû Amir’den iki kişi bir gün Ayşe’ye gelerek :”…Ebû Hüreyre,Resûlullâh’ın :kadında,evde,atta uğursuzluk vardır,siz ne dersiniz ? diye sorarlar.Ayşe de onlara yeminler ederek Muhammed’in böyle bir şey söylemediğini bildirir(bkz.Sahih-i…,VIII,313.)
Yâni Diyânet’in iddiâsına göre,Ayşe Ebû Hüreyre gibi en sağlam bir Sahâbe’nin “Uğursuzluk kadında,evde,atta vardır” şemlinde rivâyet etmiş olduğu hadîs’i yalanlamıştır Böyle bir iddiânın Diyânet’i kendi kendisiyle çelişme haline soktuğunu söylemem gerekiyor.Çünkü bir kere İslâm fakihleri,Ebû Hüreyre’nin rivâyetine dayalı bir hadîs ile Ayşe’nin rivâyetine dayalı bir hadîs arasında tercih yapma durumunda kalsalar,Ebû Hüreyre’ye itibar etmek hususunda tereddüd etmezler. Çünkü Ebû Hüreyre’nin “Yanılmaz bir hafızaya sahip olduğu” islâm kaynaklarının ortaya vurduğu bir gerçektir. Diyânet,kendi yayınlarıyla bile bu hususu açıkça ortaya vurmuştur.
Örneğin sözünü ettiğimiz yayınlarında,Muhammed’in bir gün Ebû Hüreyre ile konuşurken ona :”Ridânı(futanı) yay” dediği ve sonra elleriyle bir şeyler avuçlayıp futanın içine attığı ve “topla” diye emrettiği ve işte o andan itibaren Ebû Hüreyre’nin bir daha hiç bir işittiği şeyi unutmaz hâle geldiği yazılıdır.Diyânet Başkanlığı,Ebû Hüreyre’nin “ Yanılmaz bir hafızaya” mâlik kılınmasını sağlayan bu olayı Muhammed’in mu’cizelerinden biri sayar ve bu imtiyazın başkasına verilmediğini anlatır (Bkz.Sahih..Cilt I,Mukaddime kısmı,sh 13-14.ve Tecrîd Tercemesi” cilt I sh.117)
Ancak ne var ki bu aynı Diyânet,”Yanılmaz bir hafızaya” sahip olduğunu kabûl ettiği Ebû Hüreyre’nin,”Uğursuzluk kadında…vardır.” şeklindeki rivâyetini;Ayşe’nin yukardaki rivâyeti ile çürütmeğe çalışmış ve böylece KADINLARIN “zayıf hafızalı” olarak yaratıldıklarına ve bu nedenle “Yarım Şahid” sayıldıklarına dair zikrettiği hükümleri unutup kendi kendini yalanlamıştır.Kadınlara azizlik edeceğim derken kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüştür.
(III)Diyânet’in mantığına göre namazı kat’eden “köpek,domuz,eşek vs..” gibi şeyler arasında KADIN’ın yer alması,”kadını bu hayvanlar seviyesinde kılmak sayılmaz !
Diyânet’in yayınlarından anlaşılıyor ki müslümanlar,ilk başlarda(örneğin Mina’da) sütresiz olarak namaz kılarlarken (bkz.Sahih-i…1.sh.80.Hadîbs no: 68)daha sonraları Kıble yönünde önlerine (güyâ engel işini görmek üzere)”Deve”,ya da süngü şeklinde bir “harbe” olabilir) koyma zorunluğunda bırakılmışlardır.(Bkz.Sahih-i..II;44) Böylece,önlerindeki geçişler dolayısıyla güyâ dikkatlerinin dağılmaması ve huzurlarının kaçmaması olasılığına kavuşturulmuşlardır.
İmdi denecektir ki “Deve semeri,ya da Mızrak ve süngü “ gibi şeyler namaz kılanın görüş sahasını tam olarak kapatmaz ki geçişlerden etkilenmeğe engel olsun; o halde sütre kullanmanın anlamı ne ?
İbn-i Ömer’in ve ayrıca Ebû Cuheyfa’nın “Sened-i muttasıl ile” rivâyetleri olarak Diyânet’in yayınladığı hadîslerden öğrenmekteyiz ki,müslüman kişi,devesini Kıblesine alarak ya da önüne bir harbe (yani mızrak ya da süngü gibi bir şey) dikmiş olarak namazını kılacak olursa,önünden “eşek” ya da “kadın” geçmiş olsa dahi namaz bozulmaz.(Sahih-i,,I sh.377 ve 440)Bu demektir ki eğer müslüman kişi “deve” ya da “harbe” gibis bir şeyi sütre yapmadan namaz kılarken önünden “eşek” ya da “kadın” geçecek olursa namaz bozulmuş sayılacaktır.Bu böyle iken,Soru Önergesi’ne verdiği cevapta Diyânet şu yalanı savuruyor:”Buharî’de bu anlamda bir hadîs yoktur.(sh.5)
Yine Diyânet’in yayınladığı ve kendi ifâdesiyle “Kuvvetli “ ve “Medar-ı ihticac” hadîs’ler diye tanımladığı hükümlere göre (ki bunlar arasında İbn-i Abbas ya da Ebû Zer gibi kimselere âit rivâyetler vardır)”sütresiz” olarak namaz kılanın önünden ,eşek,ve kadından gayrı domuz,ya da düz siyah köpek vs. gibi bazı hayvanlar,ya da Yahûdî,Nasranî ve Mecûsî gibi kâfırler ve “hınzır” geçecek olurlarsa namaz “kat’edilmiş” sayılır.(Sahih-i…II.Sh.440-441)
Hele Diyânet’in daha da şaşkınlık yaratıcı nitelikte olmak üzere naklettiği ve Ebû Zer’in rivâyetine dayalı bir hadîs vardır ki şöyledir:“Önünde deve semerinin ard kaşı boyunda bir sütresi olmayan kimsenin namazını kadın,eşek bir de kara köpek kat’eder.”
Diyânet’in açıklamasına göre bu hadîs vesilesiyle Ebû Zer’e sormuşlar:”Kara köpek namaz bozuyor da kırmızı köpek neden bozmuyor?”Ebû Zer de aynen şöyle cevab vermiş :”AÜ kardeşimin oğlu ,ben de bsenin sorduğun gibi Resûlullâhsallâhu aleyhi ve selem’e sordum.Kara köpek şeytandandır,buyurdu.”
Diyânet Ebû Zer’in bu cevabını zikrettiği bu hadîsi pek uygun bulmuş olmalı ki şöyle diyor :”Kara köpeğin şeytan olması,salar olması i’tîbariyle olsa gerektir.”Ayrıca da bunlara kanıt teşkil edebilecek başka hadîsler olduğuna değinerek:”Fakat bunlardan) hiç biri Müslim’in bu hadîsi kadar kuvvetli değildir diye ekliyor.(Sahih-i…,II.sh.441)
Bütün bu yukardaki hükümleri halkımıza din emirleri olarak zunan Diyânet,muhtemel tepkileri karşılamak üzere, kadın’ın namazı kat’eden şeylerden olmadığını,bir takım bocalamalarla kanıtlamağa çalışır görünmekten geri kalmaz. Fakat bunu pek beceriksizce ve her zamanki yalan ve kandırma siyâsetine yönelircesine ve insan zekâsıyla alay edercesine yapar.
Hele bu konuda Soru Önergesi’ne verdiği cevap ile kendi yayımlarındaki açıklama arasındaki farklılıklar oldukça ibret vericidir.
..Ve nihayet kadın,tıpkı eşek ve kara köpek vs. gibi hayvanlarla aynı sırada olmak üzere namazı kat’eden şeyler arasında sayıldığı halde aşağılanmış olmazmış gibi. “Bu hükümlerin kadını hayvanlar seviyesinde görme ve aşağılama ile hiç bii ilgisi yoktur” diyerek kadına bir ikinci hakareti savurmak niye ?
Madem ki Şeriât’a göre,kara köpek şeytan’dan olduğu için namazı kat’eder ve kırmızı köpek ise şeytandan olmadığı için kat”etmez sayılmıştır(Bkz sahih-i..IIbsh.441,ve madem ki kadın genellikle şeytan’dandır(…) o halde kara köpek ile kadın aynı şekilde aşağılanmış olmaz mı?Öte yandan dikkat edilecek olursa Diyânet Başkanlığı kadını hayvanlar sırasında zikreden fakihleri:”Dini konularda da herkes in aynı düşüncede bulunması söz konusu olamaz” diyerek,mazur görme çabasındadır. Üstelik “Konu,bu gibi geçişlerin namaz kılanın dikkatini çekeceği ve huzurunu bozacağı açısından değerlendirilmiştir”diyerek onların görüşlerine katılma eğilimindedir.Böylece gerçek hüviyetini bir kez daha ortaya vurmuş görünmektedir.
Zira “deve” ve “kırmızı köpek” gibi ahyvanları namaz kılan kimselern bakımından “dikkat dağıtıcı”ya da ”huzur bozucu”şeylerden saymadığı halde(çünkü bunlar namazı kat’etmeyen şeylerden sayılmıştır) KADIN’ı diğer hayvanlan gibi,huzur bozan yaratık olarak kabûle müheyya bulunması,daha da utanç vericidir.Eğer insanlarımız deve’yi kıbleye alarak namaz kıldıkları zaman ya da önlerinden kırmızı köpek geçtiğinde dikkatlerini kaybetmiyor ve huzursuz olmuyorlar da,kara köpek,eşek ya da KADIN geçtiği zaman oluyorlarsa yani böylesine ilkel bir karakterde yetiştiriliyorlarsa ve onların bu şekilde yetiştirilmelerine T.C.Devlet’i ,Diyânet ve din adamları aracılığıyla önayak oluyor ise bu toplumdan nasıl hayır beklenir?(*) (*)Bu konuda şu sorulara da sayn din profesörlerinin yşanıt vermesi gerekir:”Ya namaz kılan kadınsa?Müslüman kadın onuna sütre koyacak mı ? Önünden kadın mı,erkek mi geçerse namazı kat’olacak ?Köpeğin rengi önemliyse,cinsiyeti de önemli mi?
IV)Diyânet’in o her zamanki çağdışı mantığına göre Cehennem’in çoğunluğunun kadınlardan oluştuğuna dair Şeriât hükümleri ,kadınları iyilik yapmağa ve kötülükten uzaklaştırmağa teşvik için konmuştur;bu hükümlerden “kadınların aşağılandığı anlamı çıkarılamaz.”
Soru Önergesi’nde yer alan sorulardan biri de Cehennem halkının çoğunluğunun kadınlardan oluştuğuna dair Diyânet’in yayınlarında yer alan Şeriât hükümleridir ki bunları Sahih-i Buharî Muhtasarı’nın 1.cildinin 4.sayfası ile 3.cildinin 339.sayfasından bulmak mümkündür.
Diyânet o her zamanki çağ dışı ve çocuksu mantığı ile bu ve buna benzer hükümlerin kadınları iyilik yapmağa ve kötü işlerden sakınmağa teşvik için konduğunu söyler ve bu hükümlerden kadınları aşağılandığı anlamının çıkarılmayacağını ekler.
Bu şaşırtıcı cevap karşısında şöyle bir düşünmek suretiyle,Diyânet’in DÜŞÜNME gücünden ne kerte yoksun olduğunu ve halkımızı da kendisi gibi bu güç’ten ne kerte yoksun sandığını anlamak kolaylaşır.
Çünkü bir kere bu hükümler,münhasıran kadınları kapsar niteliktedir. Eğer Diyânet’in iddia ettiği gibi maksat kişiyi iyilik yapmağa ve kötü işlerden sakınmağa teşvik ise bu takdirde yukardaki hükümlerin sadece kadınları değil erkekleri de kapsar olması gerekirdi. Fakat ne yazık ki Şeriât hükümleri arasında “Cehennem halkının çoğunluğunu erkekler teşkil eder” diye bir şey görmüyoruz.Çoğunluğun kadınlardan oluşması Şeriât’ın kadını “hilekâr”,”fitneci”,”kötü” vs. şeklinde tanımlamasındandır.
Gerçekten de Şeriât’a göre KADINLAR, “ Hileleri büyük,kötülükleri açık,ekseriyetle anlâkları bozuk ve akılları zayıftır”(bkz. Gazalî “İhyâu ‘Ulûmid’din”,İstanrbul 1975 Cilt IıbsH 117). Diyânet’in yayınlarında İbn-i Abbâs’ın rivâyeti olarak yer ayan hadîslere göre Cehennem halkının çoğunluğunun kadınlardan oluşması kadınların “hayırsız””nankör” “kocalarına küfran eder” olmalarındandır
Cehennemin ekser ahalisini de kadınlar gördüm…(Çünkü onlar)kocalarına karşı (küfrân-ı ni’met) ederler.İyiliğe karşı(küfrân-ı ni’met( ederler.(İçlerinden) birine dünyâ ,dünyâ oldukça oldukça iyilik etsen de sonra senden(marzîsine muhâlif ufacık)bir şey görse (hemen) senden hayır görmedim ki der”(Bkz.Sahih-i..cilt !.sh.41.Hadîs no.27 ve cilt III.sh.338-341,Hadîs no:551)Hemen eklemem gerekmektedir ki Diyânet,şeriât zihniyetine saplanmış olarak bu tür hükümleri geçerli sayarken,Tanrı fikrini zedelediğinden ,Tanrı’yı küçülttüğünden habersizdir. Ya da haberli fakat,sırf çıkarları nedeniyle,habersiz görünmektedir.Bakınız nasıl?
Şeriât’a göre her İNSAN’ın kaderi.tıpkı her yaratık gibi,dünyâ’ya gelmeden önce çizilmiştir;daha ana karnında iken güyâ Tanrı melek göndererek her bir insanın işini,rızkını,ecelini,karakterini,”Şâki”ya da “saîd” olduğunu yazdırmış ve sonra cenine ruh vermiştir.Böylece kişi,yaşamı boyunca ne olacaksa bu çizilen kadere göre olacak şekilde yaratılmıştır. Örneğin müslüman ya da kâfir olması bile bu şekilde ayarlanmıştır.Nitekim En’am Sûresi’nde yer alan”Allah kimi doğru yola koymak isterse onu kalbini İslâmiyete açar,kimi de..kalbini dar ve sıkıntılı kılar..(7-25)ya da İbrahim Sûresindeki :”Allah’ın fitneye düşmesini dilediği kimse için…senin elindenh bir şey gelmez.İşte onlar Allah’ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir, Dünyâ’da rezillik onlaradır.”(5-41) şeklindeki âyetler,bunun nice örneklerinden sadece bir kaçıdır.Böylece kişinin Cennete gitmesi ya da Cehenneme atılması önceden kararlaştırılmıştır.Kötü olarak yaratılmış ise Cehennem’e atılacak,iyi olarak yaratılmış ise Cennet’e sokulacaktır.Diyânet’in yayınlarında Ali’nin rivâyetine dayalı bir hadîs şöyledir:”Sizden hiç kimse…yoktur ki onun Cennet’teki ve Cehennem’deki yeri (Tanrı tarafından) takdîr ve ta’yîn edilmemiş olsun! Şâki ve said olduğu tespit edilmemiş olsun” Bkz. Sahih…cilt.IV sh.553,557,Hadîs no: 666)
Yine Şeriât kaynaklarına ve Diyânet’in yayınlarına göre Tanrı,her ne hikmetse cehennemleri insanlarla dolduracağına dair kendi kendine and içmiştir. Örneğin A’raf Sûresi’nde şöyle konuşur:”And olsun ki Cehennem için birçok cin ve insan yarattık…”(7:179;Yusuf Sûresi’nde şöyle tekrarlar : “And olsun ki Cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım.”(12:119)Bunları söylerken bir de “Biz dilesek herkese hidâyet verirdik…Fakat Cehennemi cin ve insanlarla dolduracağıma dair benden söz çıkmıştır.”(32 Secde 13) diye ekler.Şeriât zihniyetine göre kadınların kocalarına küfran eder olarak yaratılıp cehennemin çoğunluğunu meydana getirmeleri de esas itibariyle bundan olmalıdır..Söylemeğe gerek yoktur ki Tanrıyı bu şekilde,hem insanlardan bazılarını hidâyetinden yoksun kılıp hem de cehenneme atar tanımlamak,Tanrı’nın yüceliği fikrini zedeler. Her ne kadar kişi’yi,sanki kendi davranışlarının sorumlusu gibi tutan hükümler varsa da bunlar,yukardaki hükümleri ortadan kaldırmış değildir.
Ve işte Diyânet,bütün bunları laf kalabalığına getirip Cehennmem halkının çoğunluğunun kadınlardan oluşacağına dair hükümleri,kadınların lehine,yani sanki onlardı iyilik yapmağa ,kötü işlerden sakınmağa teşvik için söylenmiş gibi göstermiştir.Oysa ki bu hükümlere göre zavallı kadınlar.Tanrı tarafından “kürdan eder” karakterde yaratıldıkları için Cehenneme gitmektedirler.Söylemeğe gerek yoktur ki “Küfrân-ı ni’met etmeyi,yani nankörlük ve hayırsızlık gibi kötülükleri kadınlara yamamanın ne Tanrı’nın adaleti ,ne yüceliği fikriyle bağdaşan bir yanı vardır ve ne de insaf verileriyle ve gerçeklerle ilgisi vardır.
Her şeyi dilediği,kadınları kocalarına küfran eder şekilde yaratıp sonra da böyledirler diye Cehenneme atması,Tanrı’yı yüceltmek değil küçültmektir,dindarlık değil dinsizliktir.Öte yandan kadınların genel olarak erkeklerden daha hayırsız,daha nankör,daha kötü olduklarını iddia etmek de saçmadır. Eğer tarafsız bir araştırma yapılmış olsa,,pek muhtemelen erkeklerin en azından kadınlar kadar ve hatta kadınlardan çok daha kötü ve cehennemlerin çoğunluğuna çok daha layık oldukları görülecektir.
A) Diyanet’in mantığına göre Cehennem halkının çoğunluğunun kadınlar olduğunu haber veren hükümlerden “Kadınların aşağılandığı anlamı çıkarılamaz”;Her vesile ile tekrar ettiğim gibi şeriâtcının öyle bir kafa yapısı vardır ki kolaylıkla siyaha beyaz ve beyaza siyah diyebilir.Nitekim Diyânet bu nedenle Cehennem halkının çoğunluğunun kadınlar olduğunu haber veren sözlerden kadınların aşağılandığı anlamı çıkarılamaz” diyebiliyor.Bu beyandaki sahteliği ve mantıksızlığı anlayabilmek için ,yine Şeriât kaynaklarına ve Diyânet’in yayınlarına şöyle bir göz atmak,Cehenneme atılmanın aşağılatıcı bir şey olup olmadığını araştırmak yeterlidir.
Bu yapılacak olursa görülecektir ki İslâm’a göre Cehennem azabına layik sayılanlar arasında sapıklığa yönelmiş olanlar, kâfirler, canîler, şakîler, nankörler, şerefsizler, fahişelyer ve bunlara benzer kimseler vardır.Bunlar islâm’ın hor ve aşağı gördüğü her vesile ile küçülttüğü kimselerdir.Bir iki örnek verilmek gerekirse A’raf Sûresi’nde Cehennemliklerin”Hayvanlar gibi hattta daha da sapık ve gafil” oldukları yazılıdır.(7:179;Ta-Ha,20:76 ve Zuhruf(43:74-77)Sûrelerinde “Suçluların” ve Şuâra Sûresinden(91:19-20)”Amel defteri sol’dan verilmiş olanların”,cehennem ateşine atılıp azab içerisinde tutulacakları yazılıdır,bu kişiler dillerini ateşlere sürerek,bağırsaklarını sürükleyerek ve sonsuza dek uzayacak olan bu azaba mahkum kılınmışlardır.
Kur’an ve hadîs hükümleri buna benzer örneklerle dolu olduğu halde Cehennem’e atılmanın kadınlar bakımından aşağılanmak anlamına gelmediğini söyleyebilmek için,Şeriât’cının ve Diyânet’in zavallı mantığına ve kısır düşünce tarzına ya da kurnazlı3ına sahip olmak gerekir.
VI) “Kadınlar arasında saliha kadın,yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir”sözleri vesilesiyle Diyânet’in başvurduğu yalan taktiği :
Diyânet’in ne kadar rahatlıkla yalan söyleyebildiğini ve söylerken de T.C.Devleti’nin haysiyetini rencide etmekten ne kerte çekinmediğini kanıtlayan diğer bir örnek,”Kadınlar arasında sâliha kadın,yüz tane siyah karga arasında alaca bir karga gibidir” şeklindeki Şeriât hükmü ile ilgili soruya verdiği cevaptır.Bu cevabında Diyânet aynen şöyle diyor ;“Bu anlamda bir söz ne Buharî Muh.Tecrid-i Sarih tercemesinde ne de başkanlığımızın başka bir yayınında vardır.” Oysa ki bu hadîs Nesei’nin “Zünnen-i Kübra”sında yer almış olup ayrıca Tabarânî’nin Ebû Unâme’den “Sahih senedi” ile rivayet ettiği hadîslerden biridir. İslâm dünyasının (ve bu arada Diyânet’in) “Hüccet-ül islâm” diye başına taç ettiği İmam Gazalî’nin, “ihyâu ‘ulûmid’din “adlı ünlü yapıtında yer almıştır.(bkz.Bedir Yayınevi İstanbul 1975,cilt 11bsh.119-120)
Gazalînin söylemesine göre bu hadîs’i Muhammed,kadınların kötülüğü ve hilesi ve aklen zayıf olmaları vesilesiyle söylemiştir.Okuyalım Gazalî’yi birlikte:“Çünkü onların(kadınların) hilesi büyük,kötülükleri açık,ekseriyetle ahlâkları bozuk ve akılları zayıftır..Resûl-i Ekrem bir hadîs’inde “Kadınlar arasında sâliha kadın,yüz tane siyah karga arasında alaca bir karga gibidir”buyurmuştur.
Şimdi bunu,Diyânet’in yukardaki yalanı ile karşılaştıralım.Diyânet:”Böyle bir söz bizim yayınlarımızda yok”diyor.Evet ama benim kitabım sadece Diyânet’in yayınlarını değil ve fakat genel olarak Şeriât hükümlerini sergilemektedir.Bu hükümlern Şeriât eğitimi alarak insanlarımıza belletilmektedir.Gazalî’nin ya da Nesei’nin yapıtları.en muteber kaynak olarak önümüzdedir.Diyânet’in aklından bunları inkâr etmek.bunların belletilmesini engellemek diye bird şey geçmemiştir geçemez de. Öte yandan,Soru Önergesi’nde de Şeriât kadını aşağılatan hükümlerine karşı+ Diyânet’in neden ses çıkarmaz olduğu,neden aracılık yaptığı sorulmuştur.
Eğer böyle bir hadîs mevcud değilse bu takdirde Diyânet’in bunu açıkça söylemesi,yok eğer hakikaten var ise ,bu takdirde de kadını aşağılatan böyle bir hükmü geçersiz ilân etmesi gerekirdi.
Bunların hiç birini yapmayıp yukardaki şekilde soru’yu hasıraltı etmek,bilim haysiyeti ve Devlet haysiyeti anlayışıyla bilmem nasıl bağdaşır.
VI)”Benden sonra erkekler için,kadından zararlı fitne bırakmadım”şeklindeki sözlerin,sadece “kötü ahlâklı,geçimsiz kadınlar” için sarfedildiğini bildiren Diyânet,neden dolayı “kötü ahlâklı,geçimsiz” erkekler için böyle bir şey söylenmediğini açıklamaz.
Buharî’de,Usâme İbn-i Zeyd’in rivâyet ettiği bir hadîs şöyledir:”Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı fitne ve fesad(âmili) olarak hiçbir şeyb bırakmadım.”(Sahih-i..cilt XI.sh.267.Hadîs no: 1795)
Şeriât’cıların kandırma siyasetine saplı olarak Diyânet bunu,Tegabûn Sûresi’nin :”Ey insanlar!Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur,onlardan sakının…”şeklindeki 14.ncü âyeti ile ilgili bularak şöyle der:
“İtiraf etmek gerekir ki ,kadınlar içinde erkekler içir gerçekten fitne âmili olanlar vardır. Bazı erkeklerin bu tip kadınlara ram olmaları yüzünden meydana gelen dramları her gün gazete sahifelerini doldurmaktadır.(Ayet’ten) anlaşıldığı üzere,erkekler için fitne ve fesat âmili,bütün kadınlar değil kötü ahlâklı ,huysuz ve geçimsiz olanlardır. Nitekim çocuklar için de durum budur.”
Görülüyor ki Diyânet,günlük âile yaşamlarında görülen bozukluklara ,bazı erkeklerin” fitne âmili” kadınlara”ram olmaları” yüzünden meydana geldiğini belirterek söz konusu Şeriât hükmünü bütün kadınlar itibariyle değil de sadece “kötü ahlaklı,geçimsiz karakterdeki kadınlar” hakkında söylenmiş gibi gösterir.
Hani sanırsınız ki “fitne âmili geçimsiz,huysuz,kötü ahlaklı kimseler”,sadece kadınlar arasında çıkar;erkeklerden çıkmaz.Oysa ki erkekler anasından bu tiynette olan kimseler vardır ki çoğu kez kadınlara taş çıkartırlar.Buna rağmen Şeriât hükümleri arasında “ Ben kadınlara erkeklerden zararlı fitne bırakmadım”şeklinde bir şey bulamazsınız. Çünkü gerçeği açıklamak gerekirse “fitne”,”kötülük” gibi şeyleri Şeriât,sadece kadına yakıştırmış ve KADIN’ı daha ilk yaratılış anından itibaren fitne kaynağı saymış ve Adem ve Havva masalı ile bunun koyu bir inanç haline sokmuştur. Nitekim Diyânet’in yayınlarında yer alan Ebû Hüreyre hadîs’i bunun nice kanıtlarından biridir.
Eğer…Havva…olmasaydı kadın cinsi zevcesine hiyânet edip aldatmazdı.”(Sahih-i…,IX,sh.81,Hadîs no: 1369)Görülüyor ki bu hadîs’de bazı kadınlar filan değil fakat genel olarak “kadın cinsi” hedef alınmıştır.Yüzyıllar boyunca Şeriâk’cı zihniyet :” Havva Adem’i aldatırsa,Havva’dan bu yana gelen kadınlar kocalarına neler yapmaz ki”mantığına sığınarak yukardaki hadîs’in geçerliliğine güç katmışlardır.Bu ve buna benzer Şeriât hükümleri,Diyânet’in yukardaki yalanını biraz daha açık bir şekilde ortaya vurmaktadır. Diyânet’e ve onun saplı bulunduğu Şeriâtcı zihniyete şunu anlatmak gerekir ki,eğer Havva’nın Ademi aldattığı masallarıyla insanlar kandırılmamış ve eğer bu yoldan kadınların özgürlüğü ve eğitimi engellenmemiş olsaydı,tarih boyunca uygarlık yaratan kişilerin en azından yarısı muhtemelen kadınlardan olurdu.
Öte yandan Diyânet :”Kadınlar içinde erkekler için gerçekten fitne âmili olanlar vardır .Bazı erkeklerin bu tip kadınlara ram olmaları yüzünden meydana gelen âile dramları her gün gazete sahifelerini doldurmaktadır” derken hiç farkında olmadan erkekleri “budala”,”zavallı” “saf” insanlar durumuna sokmaktadır.Çünkü eğer erkekler,Diyanet’in dediği gibi ! Fitne âmili kadınlara ram” olabilecek kadar beyinsiz ve karaktersiz iseler bu takdirde kadın sınıfını tebrik etmek gerekir. Hele “râm” sözcüğünün “kendini birinin eline bırakmış olanlar” ya da “itaatli kimseler” anlamına geldiği düşünülecek olursa Diyânet’in erkekler sınıfını ne kılığa soktuğu ve kaş yapayım derken nasıl göz çıkardığı kolaylıkla anlaşılır.
Ve nihâyet bir de şu hususu belirtmeliyim ki Diyânet,Teâbun Sûresi’nin 14.ncü âyetini kendisine destek edinirken Kur’an ve hadîs konularındaki bilgisizliğini bir kez daha ortaya koymuştur. Çünkü bu âyet (Ey inananlar!Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır;onlardan saının” şyeklindedir) bazı yorumculara ve örneğin “beyzevî’ye göre,müslüman kişiyi özellikle dinsel görevinden alıkoyan şeyleri kapsar;evli erkek,âilevî durumu itibariyle dünyevî işlerle meşgul olmak zorunluğunda iken,bekar kişi kendisini uhrevî işlere daha kolaylıkla terkedebilmektedir.Fakat bu demek değildir ki evli erkek mutlaka karısının !fitne âmili” olmasından dolayı bu yukardaki durumda kalmıştır.
Diğer bazı yorumculara gelince onlar da bu âyet’in Mekke’den Medine’le hicret sırasında “Ayalleri ve çocukları yüzünden gecikenler hakkında vahyedildiğini”söylerler.(Bkz.Gölpınarlı,Kur’anı Kerim ve Meâli.,İstanbul 1958,cilt II sh.CIX)
“Ayal” sözcüğünün ,bir kimsenin besleyip geçimini sağlama zorunluğunda olduğu kimseler anlamına geldiğini ve âyet’te “Çocuklar” sözcüğüne de yer verildiğini düşünecek olursak,”Fitne âmili”unsurunun ikinci planda kaldığını görürüz.Çünkü İslâm kaynaklarından öğrenmekteyiz ki Hicret sırasında baz müslüman kişiler,karılarını ,yakınlarını ve çocuklarını bırakıp tek başlarına Medine’ye göç etmek,âile yuvasını terketmek gibi sebeplerle kendilerini çok güç ve kararsız durumda bulmuşlardır.Bir kısmı da kendilerini Mekke’de “Zayıf ve mağlûp” durumda bulduklarını söylemişlerdir.(Bkz.Nisa Sûresi âyet 97; ve sahih-i…cilt XI sh87)Bu yüzden hicrette gecikenler,hatta gitmeyip kalanlar olmuştur.Fakat bunun nedenini,münhasıran kadınların “fitnesine,huysuzluğuna,kötülüğüne” atfetmek yanlıştır.Çünkü eğer atfetmek gerekir ise bu takdirde kocaları yüzünden hicret edemeyip Mekke’de kalan kadınlar olduğunu da hesaba katarak “fitne âmili” sözlerin neden dolayı erkekler için söylenmediğini sormak gerekir.Unutmamak gerekir ki müslümanlığı kabul etmiş olup da,sırf kocaları yüzünden hicret etmeyen ya da hicrette geciken kadınlar olmuştur ve ne ilginçtir ki bunlar arasında Muhammed’in kendi kızı Zeyneb vardır. Diyânet’in yayınlarında da bildirdiği gibi Zeyneb Hicret’ten önce Ebül-As İbn-i Rebî ile evlenmiştir.Ebü’l As müslümanlığı kabul etmeyenlerden olduğu için Zeyneb hicret edemeyip Mekke’de kalmıştır.(Bkz. Sahih-i… VIII.Sh.347)daha sonra Ebü’l-As Bedir Savaşı sırasında Muhammed’e esir düşmüş ve Zeyneb’i Medine’ye göndermek şartıyla bırakılmıştır.Bu böyle olduğuna göre Muhammed’in,kadınlar hakkında söylediğini,erkekler için dahi formüle etmesi ve örneğin:”Benden sonra erkekten zararlı bir fitne bırakmadım” şeklinde bir şeyler bırakması gerekirdi.Oysa ki bırakmamıştır.Demek oluyor ki söz konusu âyet ,Diyânet’in iddialarını geçerli kılacak anlamda değildir.
Temenni olunur ki Diyânet,onun bunun sözüne bakarak ve kanarak Kur’an âyetlerini kendisine destek edinme geleneğinden bir gün gelecek vazgeçecek ve biraz olsun akılcı ve çağdaş insanlara yaraşır bir yol izleyecektir.
VII) Diyânet,Şeriât’ın kadınlar hakkında “Güzel Sözler” sevkettiğini iddiâ ederken bu sözlerin kadını aşağılayan hükümleri bertaraf etmek şöyle dursun fakat kadınların aleyhinde sonuç yarattığından dahi habersizdir;ya da habersizmiş gibi görünür.
Yukardaki kesimlerde belirttiğim gibi Diyânet,Soru Vnergesi’ni yanıtlarken kadınları aşağılayan hükümlerden bazılarını atlamış,bazılarını da kendine özgü bir mantık ve ahlâk anlayışı ile,kadınların lehinde imiş gibi göstermeğe çalışmıştır.
Cevapsız bırakmış olduğu sorulardan biri,yukarda belirttiğimiz gibi,”Kadının aklen ve dînen dûn olduğuna dair hadîs” ile ilgili Şeriât hükmüdür. Hemen işâret etmek gerekir ki terazinin bir kefesine bu hükmü,diğer kefesine de kadını küçülten diğer bütün hükümleri koymuş olsak,yine de birincisi ağır basar. Kaldı ki diğerleri de başlı başına kadınları insanlık şahsiyetinin haysiyetinden yoksun kılmağa yeterlidir.Fakat her şeye rağmen Diyânet,Şeriât’ın kadını hiç bir şekilde aşağılamayıp yücelttiğini iddia eder.Bunu kanıtlamak üzere kadınlara saygı,sevgi ve şefkat gösteren örnekler olduğunu söyler,Oysa ki kadınların lehinde görünen hükümler sonuç itibariyle aleyhlerindedir.
A)Şeriât hükümlerine göre,kadınlarda karşı iyi ve hayırlı olma gereğinin onlarının analarımız,kız kardeşlerimiz ,teyzelerimiz olmaları nedeninden doğduğunu söyleyen Diyânet ,Muhammed’in kendi öz anasına “mağfiret” dilemeyişinin,bu hükümlerle nasıl bağdaşabileceğini açıklamaz.
Cevabî yazısında Diyânet:”Allah sizden,kadınlara karşı iyi ve hayırlı olmanızı ister;Çünkü onlar sizin analarınız,kızlarınız veya teyzelerinizdir”şeklindeki Şeriât hükümlerini sıralayarak bunların kadınlara saygı ve şefkat örnekleri olduğunu söyler.Eğer bu böyle ise,bu takdirde herkesten önce Muhammed’in kendi öz anasına,yani Emine’ye hayırlı olması gerekmez miydi ?Oysa ki Diyânet’in bildirmesine göre Muhammed kendi öz anasına hayır duâ etmekten kaçınmış ve babası Abdullah’ın da Cehennemlik olduğunu açıklamıştır.
Gerçekten de Sahih-i Buharî Muhtasarı’nın 4.ncü cildinin 536.ncı sayfasında Müslim ile “Sünen-i Erbaa” sahiplerinin naklettikleri Ebû Hüreyre hadîs’i olarak Muhammed’in aynen şöyle dediği yazılıdır.“Vâlideme istiğfar etmek için Rabbimden izin diledim. Müsaade buyurulmadı..Burada geçen “istiğfar”sözcüğü “Tanrıdan günahının bağışlanmasını dilemektir;(İstiğfar,Gufran’dan gelmektedir ve Tanrı bağışı (acıması) istemektir)Yani diyânet’in bildirmesine göre Muhammed :”Allah sizden kadınlara karşı..hayırlı olmanızı ister;çünkü onlar analarınız,kızlarınız veya teyzelerinizdir” dediği halde,kendi öz anası Emine’ye hayır dua etmemiştir:Bunun nedeni,yine İslâm kaynaklarının söylemesine göre,Emine’nin müslüman olarak ölmemiş olmasıdır. Oysa ki Emine Muhammed daha henüz altı yaşındayken yani daha henüz İslâm Araplara verilmeden önce ölmüştür;bu itibarla müslüman imanında ölmemiş olması.kendi kusurundan değildir. Fakat buna rağmen Muhammed,Emine için hayır duâ etmeyi uygun görmemiş ve kendisi gibi başkalarının da bu şekilde hareket etmesi için Kur’ana:“Akraba bile olsalar,müşrikler lehine mağfiret dilemek,peygambere ve mü’minlere yaraşmaz”(Tev’be Sûresi,113) şeklinde âyetler yerleştirmiştir.
Demek oluyor ki:”Kadınlara,analarınıza,kız kardeşlerinize vs. karşı iyi ve hayırlı olun” derken Şeriât’ın söylemek istediği şey,kadın’a insan varlığı olarak değer vermekle ilgili değildir,söyleme istediği şudur:”Eğer onlar müslüman imanından iseler hayırlı olun,değil iseler olmayın.”
Diyânet’in yayınlarından öğrenmekteyiz ki Muhammed,sadece anası için değil fakat,müslüman olarak ölmedi diye,babası Abdullah için dahi aynı şeyi yapmış ve babasının cehennemlik olduğunu anlatmıştır.Gerçekten de Buharî Muhtasarı’nın 4.ncü cildinin 536-537 sayalarında,Müslim’in Enes İbni-i Malik’ten rivâyetine göre,Muhammed birisiyle görüşürken aynen şöyle demiştir;”Benim babam da ,senin baban da Cehennemdedir.”
Bütün bunlardan anlaşılmak gereken şudur ki Şeriât KİŞİ’yi ister kadın ister erkek olsun,insan olarak ele alıp değerlendirmiş değildir;Sadece inanç bakımından ele almıştır.Eğer KADIN müslüman ise ona karşı iyi ve hayırlı olmak gerekir,değilse gerekmez.”İyi ve hayırlı olmak gerekir” derken dahi kadını kandırma siyâseti izlemiştir,çünkü kadını aşağılayan hükümlerin bu sûretle daha kolaylıkla uygulanabileceğini hesaplamıştır. Koca’ya karısını dilediği gibi hizmetinde tutmak.dilediği an sopalamak ,dilediği şekilde boşamak,ya da eve kapatmak vs.gibi mutlak haklar tanıdıktan ve kadına da her türlü savunma olanağını yasakladıktan sonra:”Karılarınıza iyi davranın”demenin,insan zekâsıyla alay etmekten başka bir anlamı yoktur.
Bütün bu hususları” Şeriât ve Kadın” adlı kitabımda uzun uzadıya ele almış olmakla beraber (bkz.4.ncü baskı 1989;sh 429 ve d) burada şunu söylemekle yetineyim ki ,Şeriât kadın’a insan olduğu için değil fakat sırf müslüman olduğu için” iyi davranmak” gereğini öngörürken bile,kadın’ın lehinde bir şey söylemiş değildir. Çünkü KADIN,böyle “iyi ve hayırlı” bir muameleye muhatap olabilmek için,erkeğine köle gibi itaât ve hizmet etmek zorunluğundadır.
Kocasının şehvet gâilesini gidermekten tutunuz da oruc tutmağa ya da sokağa çıkmağa varıncaya kadar bütün yaşantılarını bu zorunluluk içerisinde ayarlamalıdır. Ancak bu takdirde kocası tarafından giydirilip-yedirilmeğe yani” iyi ve hayırlı” muameleye layik olur ve böylece dövülmekten ve boş edilmekten kurtulur.Nitekim Ebû Hüreyre’nin rivâyetine göre Muhammed:”Kadın…kocasına itâat ederse,Rabb’ının Cennetine girer” demiş ve ümmü Seleme’den ibn Mâce’nin rivâyetine rivayetine göre de şöyle eklemiştir :”Kendisinden kocası razı olduğu halde ölen her(müslüman) kadın Cennet’e gider.(Bkz. Gazalî ,age. Cilt II.sh.147-148.Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Arsel.,Şeriat ve Tadın ist. 1989 sh.209-296,4335 ve d.)
B)Diyânet insanlarımızı “ cennetler kadınların ayakları altındadır”masallarıyla kandırır.
Şeriat kadınları yücelttiğini söyleyen Diyanet,Cennet konusunu tam bir kandırma aracı yapmıştır. Örneğin “Cennetler kadınların ayakları altındadır” şeklindeki sözlere sarılarak,Şeriat’ın kadınları yüceltmiş olduğuna bizleri inandırmak çabasındadır.Oysaki kadınların Cennet’e girebilmeleri,biraz önce kısaca özetlediğimiz gibi,kocalarına hizmet edip onları kendilerinden razı etmeğe bağlıdır;ancak kocalarının izniyle bu”mükâfata kavuşurlar”Bu arada “aklen ve dînen dûn” ya da “uğursuz”ya da “ eşek,köpek,domuz cinsi hayvanlar arasında oruc’u kat’eden “ ve buna benzer tanımlamalarla sokulmuş olarak yaşarlar.Kocaları lütfeder izin verirse Cennet’e girerler.Ancak ne var ki Şeriat’cının sanki bir mükâfatmış gibi göstermeğe çalıştığı bu giriş,aslında kadınlar için bir mükâfat değil bir azab başlangıcıdır.Çünkü daha Cennet’e adımını attığı an her bir kadının göreceği şey,sevgili kacasının Cennet’in hurileriyle sarmaş dolaş şekilde cinsi münasebette bulunur halidir.Her ne kadar Cennet’e giden kadınların orada kocalarına kavuşacaklarını söyleyenler varsa da bunun pek böyle olmadığını kanıtlayan hükümler ortadadır.Çünkü kocaların cennet’teki bu eşlerinin yeniden yaratıldığı bildirilmiştir.(Bkz.al Vâkıa 36) Ve çünkü Cennet’ler,sırf erkeklerin keyfine,zevkine,şehvetine göre hazırlanmış olup “bir kurtuluş ve murada eriş” yeridir. Gölpınarlı’nın Kur’ân çevirisinden bazı nakiller yapacak olursak şunları okuruz:”Bahçeler,üzümler ve memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar ve dopdolu kadeh” (al-Nebe,32-34) “altınlarla,mücevherlerle bezenmiş tahtlarda otururlar…Beğendikleri meyvelerden,istedikleri kuş etlerinden sunulur onlara; ve onlara kara gözlü hurîler de vardır ki,sanki haznelerde saklanmış inciler..ve meyveleri birbirine yaslanıp istiflenmiş muz ağaçlarıyla dolu bir yerdedir onlar ve uzayıp giden gölgelik ve çağlıya çağlıya akan sular…Şüphe yok ki onların eşlerini de yeniden yarattık onları kız oğlan kız olarak halkettik,cilveli,şirin sözlü,eşlerine aşık ve onlara yaşıt kıldık”(al-Vâkıa 15-38)
Bu konuyu da “Şeriât ve Kadın” adlı kitabımda ayrıca ele aldığım için fazla durmayacağım.Fakat şunu tekrarlamadan geçemeyeceğim ki “Ay’ın ondördü gibi parlak” terleri misk kokan”derilerinden kemiklerindeki ilikleri görünen “ badem gözlü” ve”memeleri yeni sertleşmiş” güzel kızlarla dolu ve sırf erkeklerin keyfine ve zevkine göre hazırlanmış Cennet tanımının sadece bir kısmını kapsayan bu yukardaki satırlardan sonra,kadınların Cennet’lere gideceğine Cennet’in annelerinin ayakları altından geçtiğine dair sözleri Kadın’ı yücelten ve saygıya layik gören şeyler olarak kabul etmek bilmem nasıl olur ?
Diyânet’in kadınlara “saygınlık” ifâdesi olmak üzere öne sürdüğü “Bana dünyadan güzel koku ve kadınlar sevdirildi” şeklindeki sözlerin de KADIN’ı yücelten bir yönü olmadığı açıktır. Ebû Hüreyre’ninrivayetine göre evlenecek kadında aranılacak şeylerden biri “güzellik” olduğu ve yüzce güzel kadınların hayırlı sayıldıkları ve Muhammed”in genellikle hep güzel kadınlarla evlendiği göz önünde tutulacak olursa Diyanet’in yalanları bir kez daha ortaya çıkar.(Bkz. Arsel,Şeriat ve Kadın, İstanbul 1989,Sh.16178)
VIII) Şeriat verilerini eleştirmenin ve gerektiğinde yermenin dinsizlik değil fakat aksine YARATICI’ya ve İNSAN VARLIĞI’nın HAYSİYETİ DUYGULARI’na ve GERÇEK DİN ANLAYIŞI’na saygınlık olduğundan habersizdir diyanet.
Din verilerini akıl süzgecinden geçirmenin ve böylece çağdışı hükümleri sergilemenin ya da kendilerini peygamber diye kabul ettirmiş kimselerin yaşamlarını eleştirip gerektiğinde yermenin dinsizlik olmayıp gerçek din anlayışına ve uygarlığa yönelmişlik olduğunu bugün artık kültürlü her insan bilir. Fakat örümcek kafalılarımız bunu henüz öğrenememişlerdir;dini kalkan gibi kullanarak her türlü kötülüğe yöneliktirler.Bizlere dinsizlik tanımını yamarken kendileri Tanrı fikrini küçültücü İNSAN’ın insana sevgisini yok edici,gerçek din anlayışını zedeleyici,aklı işlemez hale getirici nitelikteki verileri insanlarımıza “din” diye öğretmekle meşguldurler.”
Gerçek bilim adamı Arsel bu tarihî yanıtında daha bir çok güncel ve gündemdeki konulara açıklık getirir.Bu arada İslam’ın bir zamanlar bilim adamları yetiştirdiğini savlayanlara da şöyle seslenir:
“..İslâm vaktiyle,Farabîler,al-Razı’lar,İUbn-i Sina’lar,İbn-i Rüşt’ler,İbn-i Haldun’lar ve daha nice düşünür ve bilim adamları sayesinde uygarlık oluşturduğu doğrudur. Fakat bu uygarlık,şeriattan kaynaklanmış değildir.Doğrudan doğruya eski Yunan’ın akılcı bilim üstadlarından yararlanmıştır.Başta Farabî (ki Aristo’yu 200 defa okuduğunu söylemekle iftihar ederdi)olmak üzere,İslâm uygarlığının mimarları listesine alınabilecek kimselerin büyük çoğunluğu hep bu kaynak sayesinde iş görebilmişler,eser verebilmişlerdir. Ve ne hazindir ki eski Yunan’dan yararlanmanın “kâfirlik” olduğun,her ilmin şeriatta yaşattığını savunan kara zihniyetin galebe çalmasından sonradır ki İslâm uygarlığı diye ne varsa her şey yok olmuş ve işte bugün müslüman toplumlar istisnasız olarak yer yüzünün en geri en ilkel toplumları halinde Batı dünyasına el açar durumda kalmağa mahkum kılınmışlardır.
Sayın Arsel sonunda kendisini şu ya da bu şekilde suçlayanları da yanıtlar:
“Bana gelince,benim KİN değilse bile “Hınç” besler olduğum şey:İNSAN’IN İNSANA SEVGİSİNİ YOK EDEN,İNSAN SAKLINI İŞLEMEZ HALE GETİREN İNSAN ŞAHSİYETİNİN HAYSİYETİNİ RENCİDE EDEN İNSANI ÖZGÜRLÜKTEN YOKSUN EDEN ve kısacası İNSANVARLIĞINI İLKELLİĞE İTEN ne varsa her şeydir velev ki bunlar Tanrı’dan gelmiş gibi gösterilsin.
Burada İNSAN sözcüğünü kullanırken kastettiğim şey dini ve dili ve rengi ve soyu vs.ne olursa olsun insanın bizatihî kendisidir,yani İNSANLIKŞAHSİYETİNİN HAYSİYETİDİR.Ben insanları inanç farkı yüzünden birbirlerine saldırtan.birbirlerini boğazlatan,birbirlerine düşman kılan hükümleri YÜCE bir Tanrı anlayışı ile bağdaştıramam.Aklı başında ve vicdanı yerinde olan hiç bir insanın bağdaştıracağını da sanmam.Ben eminim ki eğer Diyanet (daha doğrusu şeriatçı zihniyet)( akıl verelerini ve vicdan sesini izleyebilmiş olsa,mutlaka olmsuzluktan sıyrılıp insancılyörüngeye girecektir
Söylemeğe gerek yoktur ki Şeriatın laik Türk Anayasası’na olduğu kadar İnsan Hakları Evrensel Demeci ya da Avrupa Sözleşmesi gibi melletler sarası hukukun temel ilkelerine aykırı emirlerini geçerli tutmak,Türkiye Devletini Türk toplumu önünde olduğu kadar Dünya kamu oyu önünde de suçlu durumda kılmağa yeterlidir.
Ne hazindir ki Devlet, Şeriatın çağdışı hükümleriyle insanlarımızı yetiştiren ve Türkiyeyi uygar dünya önünde rezil edenleri takip edecek yerde bu hükümlerdi eleştirmek ve gözler önüne sermek isteyen aydınları hapislere tıkmakla meşguldür!”
S O N S Ö Z
Yirmi birinci çağın başındayız. Sanki her şey bu çağın gizemiyle iyileşecek:geri kalmış ülkeler kalkınacak,dünya barışı sağlanacak,yoksulluk yok,eşitl gelir dağılımı,varsıllık var olacak! Uluslar,ırklar,rejimler,haklar,halklar,sınıflar dinler,işçilerle-işverenler,ana-babalarla- çocuklar,erkeklerle-kadınlar arasındaki tüm sorunlar yirmi birinci yüzyılda çözümlenecek…Dileriz..
Ama olmaz!
Evet, ne yazık ki hiç de öyle olacak gibi gözükmüyor!!Tersine daha nice bağnazlıklara,ilkelliklere,dinciliklere,din tüccarlarına,iman pazarlayıcılarına tanık olacağız ve daha nice bu kara zihniyetle kavga veren,bu örümcekli kafa yapısını eleştirenlerden kurbanlar vereceğiz…Dileriz olmaz…
Ama olur!
Düş,umut,iyi niyet,olumlu düşünce,iyimserlik iyidir!Ama iyi şeylerin olması için bir ışık da görünmüyor. Baksanıza hâlâ sıkmabaş sorununu çözümleyemedik! Çözümleyebilmek için daha çook anayasa değişikliğine gereksinim duyanlar var!Kızlarımız başları örtülü okullara gidince,mesleklerini icra edince ülkemizin ekonomik sosyal,kültürel ,sorunları çözümlenecek.Belki o zaman Şeriat’a doğru bir adım daha atacağız!Kara,örümcek düşüncenin adım adım ilerlediğini,kendisine sözüm ona demokrasiyi silâh yaptığını görmemek için kör, hem de doğuştan ve gerçekten yüce Tanrının isteğine göre kör olmak gerek!Belki o zaman gökten melekler inip insan haklarını,kadın haklarını,kadın eşitliğini,emek hakkını,gerçek dinsel demokrasiyi getirecekler göklerden.Tabii şeytan işe karışıp melekleri yoldan çıkarmazsa!Kimbilir belki bu kez bir kadın peygamber” zuhur eder.” Ama bu da umutsuz vak’a çünkü müslümanlar son peygamber sloganına sıkı sıkı sarılmışa benzerler.Muhammed’den sonra gelen erkek peygambere inanmadılar ki,kadın peygambere inansınlar!
Bu durumda erkekler de merhamete gelip “Binlerce yıldır küçümsediğimiz , horladığımız,sömürdüğümüz, aşağıladığımız ,soframızdaki yeri öküzlerimizdten sonra gelen,şu eksik etekleri artık layık oldukları mevkie yükseltelim!” demeyeceklerdir kuşkusuz. Diyenler olsa bile,salt kadın ruhunun inceltilmiş zerafetini kullanıp onları daha iyi sömürmek için söyleyen yalandan başka bir şey olmaz!
İş kala kala kadınlara ,bizzat kendilerine kalıyor.
Ancak görüldüğü kadarıyla en keskin feminist kadınlarımız bile sorunu gerçek boyutlarıyla görmekten çoook uzaktalar,ya da görüp korkularından söyleyemiyorlar.Batı kadın haklarını örnek gösterenler iki bin yıldır hristiyanlığın, kilisenin, kör inancın kadını nasıl sömürdüğünü,horladığını görememekte, islamın kadını yücelttiği yalanına sarılanlar ise kör inancın ışıksız gözleriyle gerçekleri yalanla dolanla ters yüz etmeye kalkışmaktadırlar!
Oysa,hiçbir kör inanç sahibi insana yaşamın ışığından söz etmemiş,hepsi ölümün karanlığında korkuyu öne çıkararak insanlığın,özellikle de kadınların, hele de geri kalmış ülkelerin kadınlarının kurtuluşu için kör inançların çıkmaz sokaklarını çıkış yolu olarak göstermek çabasındadırlar.
Hele hele, ne adına olduğu bilinmeyen kör bir inanç ve bağnazlıkla bilerek ya da bilmeyerek:”Biz Tanrının cennetinden kovduğu ve Ademi de cennetten kovduran, şeytana uyan ve iblisten bile lanetli kadınlarız,bizim yerimiz kara köpekler,domuzlar,eşekler arasıdır,biz eksik yaratıklarız,işimiz gücümüz,Yüce Tanrının emriyle kocalarımıza karılık etmek,onun irinlerini yalamak ve kişiliğimizi,insan olma onurumuzu silmek,cennete girebilmek için erkeklerimizin iznini almak zorunda olan ve bunu da tanrı adına yapan mahluklarız!”diyen, ya da söylemeseler bile ,o anlama gelecek şekilde davranan kadınlarımız…
Evet ne zor kadın olmak! Hele de kadınlığının ayrımında olmadan kadın olmak!
Yirmi birinci yüz yıl uygarlığın hem doruk hem başlangıç noktası!Ama bizler hâlâ ayda ezan sesi duydukları yalanını söyleyenleri baş tacı ediyoruz!Onlar da ülkeleri adına casusluk işlerini devlet desteğinde güzelce yürütüyorlar! Uygarlığın bu doruk-başlangıç noktasında metafizik düşüncenin yeri n’olacak.?Uzaya gidip de tanrı marnı görmedik diyenlerden tutunda,aydta ben bu ezan sesini duydum diyenler,kesilen bir ağacın içinden,ya da gökteki bir buluttan “bismillah” yazısı bulanlar ve b unun ilahi bir sinyal olrduğunu savunanlar…İsanoğlunun hiçbir zaman uslamlama yoluyla çözümleyemeyeceği evren,tanrı;yaratılış öykülerini bir yana bırakıp bilimle uğraşacakları yerde inandıkları dinsel kitaplarını bile okumadıkları, anlamadıkları, anlamak istemedikleri,kutsal kitaplarından korktukları bir zaman ve dünyada n’olacak bu insanlığın hali!?HHele de yaratıc kavramına aracılık eden sahtekarlar baştaccı edilecekse…yaşadığımız ve birkaç bilim adamının hummalı çalışmalarına ve yeteneklerine borçlu olduğumuz teknolojiden nasıl yararlanacağız ?
Görebildiğimiz kadarıyla bu yüz yıl,ayrı din,ayrı sınır,ayrı ekonomi, yollarnını izleyen bir yere değil,birleşen,inançları çok gerilere iten,hatta reddeden bir yola doğru ilerlemekte. Belki de yirmi birinci yüz yılın ortalarının,sonlarının dini;dinsizlik olacak!
Belki aynı yüzyılda insanlık,kendinden başka,düşünen,üreten,ve üreyen başka varlıklarla da karşılaşacak.Hele de kedi uygarlığından çook ileri düzeylerde olabilecek bu insanlarla anlaşma zemini bulabilirlerse ,binlerce yıldır,tanrı,din,inanç adına yapılan savaşlara,ölümlere ne anlam verecek ?Yoksa bir başka inanç kavramı adına yıldızlarla mı savaşcağız !?Öyle de böyle de şöyle de olsa insanlık zaman yitiriyor!
Kadın haklarını ayrı bir konu olarak mı yoksa kadın-erkek demeden İNSAN hakları olarak mı teraziye koyacağız ? Bir elmanın yarısı olan bu iki cins kuzucukları sevip onların aynı olan hakları hukukları için savaşmak daha güzel,doğru ve anlamlı değil mi ?
Fakat spesifik olarak kadın hakları söz konusu olunca bu hakları aramak ve kadınlara tanımak erkeklere kalınca biraz tuhaf olmuyor mu ?
Belki bir umut yirmi birinci yüzyıl kör inançların silkelenip atıldığı,bilimin beyinlerde doruk noktasına çıktığı,ölümden korkulmadığı bireyin kendi tanrısını kendisinin bilinçle yaratacağı bir zaman dilimi olacak..Dileriz..
Ne akıl dışı akımlar,ne akıl dışı savaşlar,ne aklı sindiren korkular aklı şimdiye dek öldüremedi.Dünya gene dönüyor! Kim bilir belki de akıl binlerce,milyonlarca yıldır birey düzleminde çoğun korkuyla yaşamını sürdürüp toplum düzleminde çiçek açmak için yirmi birinci yüz yılı bekliyordur! Dileriz.
Yirmi birinci yüzyılda salt kadın hakları için bile olsa akıl, kör inançla kavga vermek,mücadele etmek zorundadır.Bu kavgayı kadınların vermesi daha akılcı olur. Bunun gerekçeleri arasında en ağır basan gerekçe de kadının doğanın kendisine vermiş olduğu doğurganlığıdır.
Evet şimdiye dek kendi özgürlüğüne ket vuran, engel olan doğurganlık belki de insanlığın kurtuluşu olacaktır. Önce kendini sonra da çocuğunu bilim ve akıl özgürlüğü yolunda yetiştirerek!
Sekizinci yüzyıldan itibaren ümmet olarak yaşamış ve uygarlıktan nasibini alamamış bir topluluğun üyesi olduğu için övünç duyan zavallı beyinler!Biz ümmetiz,kuluz,insan olmağa layık değiliz diyen örümcekli zihniyet.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” diyen dünyanın görüp göreceği en büyük dehalardan birinin dilini konuştuğu milletten olduğunu bile anlamayan zavallı körlük!Egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır diyen zavallı örümcek kafalar!