3.İLETİ
- İLETİ
1.
Sayın Arif Kemal,
Aşağıdaki mektupları yeniden okuyunca bazı eksiklikler olduğunu gördüm. Düzelterek gönderiyorum.
Bil ki ben bana gönderilen mektupları ve verdiğim yanıtları sitemde yayınlıyorum. Böylece okuyucularımızın bizlerin nasıl düşündüğünü görerek düşünmelerini sağlıyorum.
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 20.,7.2003
+
Bay Avukat,
Uğraşmışsın ama beyhude geçmiş hayatın.
Avukatsın ama bu seni öbür tarafta kurtarır mı bilmem.
Bu kadar insana ifşaatını kusunca sadece şahitlerin artıyor.
Tenkit yerine yani karanlığa sövüp sayma yerine keşke bir mum yakma girişimin olsa idi diyorum. Bir de kendin araştırsa idin diyorum.
Başkalarının hezeyanlarını yazacağına belki kendi ruh dünyanın inceliklerine gerebilirdin. şiirlerinde hep hezeyan dolu. şahısların yaptığına kumlara veya dinlere yapıştırmanda pek hoş değil.
Eğer İslamiyet’le ilgili soru veya sorunların varsa onları karşıtlardan değil bilakis gerçek İslam alimlerinden öğrenebilirsin. Tabii lafı ve yazıları tersten okuma kabiliyetin olduğu için zor olur kanaatindeyim.
Ama çıkmamış candan ümit kesilmez, diyorum ve hidayet nurunun da senin gözlerini açmasını dilerim.
- K. 17.7.2003
X
Sayın A. K.
Önce saygı, sevgi sundum. Gönderdiğin a-mili okudum, memnun oldum.
A-mailindeki harflerin kimileri çıkmadığı için düzeltilmiş şeklini yukarıda gönderiyorum. Doğru düzeltip düzeltmediğimi bildirmeni istiyorum.
Kimseye sövüp saymıyorum; kime sövmüşsem göstermeni istiyorum. Böylesine bir iyiliği de benden esirgemezsin sanıyorum. Gösterirsem sövdüğüm kişilerden özür dilemeye de söz veriyorum.
Söylediklerimin hepsi benim düşüncemdir. Aksi iddiada olanlar bunu da tek tek göstermelidir…
Bir mum yak demişsin bana. Yaktığım ışık ulaşmış sana. Eğer ışığım ulaşmamış olsa idi sana, nasıl öğüt verirdin bana?…
Sözünü ettiğin o İslâm âlimleri, Tanrı bilgisinden ve de din ilminden yoksun oldukları için İslam dünyasını karanlığa boğdu.. Eğer zerrece Tanrı ve Din bilgisinden haberleri olmuş olsaydı, İslam dünyası kâfirlerden daha refah içinde ve de ileri olurdu.
Sahi sen hiç İslam dünyasında demokrasi ile yönetilen bir ülke gördün mü? Sözünü ettiğin İslam alimlerinde Tanrı bilgisi ve din ilmi olsaydı demokrasiyi kafirlerden önce bulurdu.
Hiç mi televizyon izlemiyorsun. İslam dünyasındaki bilgisizliği, yoksulluğu, perişanlığı niçin görmezsin. Eğer izlemiş olsaydın İslam aleminin yoksulluğunu görür üzülürdün, sen de benim gibi bir ışık yakarak insanlığı aydınlatmaya koyulurdun.
Kendini kurtaracağına beni kurtarmaya kalkmışsın. Kendi kusurlarına bakacağına benim kusurlarıma bakmışsın.
Sahi sen neden benim derdime düşüyorsun? Öbür tarafta, cehennem ateşinde yanacağıma niçin üzülüyorsun.
Sen nerden biliyorsun Cennete gideceğini. Din ile imanın kimde olduğu bilinemez ki… Cennet de cehennem de bu dünyadadır dostum, ben hesabımı yaşarken verdim öbür dünya korkusundan kurtuldum.
Sana gelince nasıl inanıyorsan öyle yap, öyle yaşa Kimseyi imana getirmeye çalışma boşuna ve de kimsenin inancına karışma…
Saygı, sevgi yeniden sana. Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 18.7.2003
X
Sitenizin genellikle din karşıtı insanların ekmeğine yağ süren anlatımı ve
şiirlerinizin Allah’a hakaret temaları olanlarını da okuma şansızlığım oldu.
Böyle bir şekilde yazılar yazmanızdan Müslüman olup olmamanızdan
şüphelendim.
Size cehennemliksiniz demedim ama işinizin zor olduğunu söylerken kendimi de cennetliğim demek gibi gaflette olmadığımı da bildiririm.
Gerçek inananların hiçbirisi ameli ile cennete gidilemeyeceğini bilir. Ama
benim sözlerimi bile çarpıtıp bana gönderme yapmanız normal. Çünkü Kur’an ayetlerine yapmış olduğunuz hakaretleri Kur’anın ve onu bizlere ulaştıran yüce Allaha gösterdiğiniz saygısızlıktan dolayı size darıldım.
Sizinki güneşe karşı gelip, arkasından ateş böcekleri ile uğraşan insana benziyor. Rabbim kuyunun dibinde gördüğü ayın gerçek olduğuna inanıp aşağıya düşerken gökyüzüne uçtuğunu zanneden gafil insanlardan olmayı kimseye nasip etmesin.Türkçesi gayyaya yuvarlanırken çıkarttığı tarrakaları orkestra zannederler bu gafiller.
18.8.2003
x
Sayın A.K.
Her zaman olduğu gibi saygı, sevgi… Bana öfkelenmiş olduğun belli.
Yazını sırasıyla yanıtlıyorum. Kısa kısa yanıt veriyorum.
Laik bir ülkede, dinli-dinsiz bir arada yaşıyoruz. Allah’ın, dinin, kutsal kitapların tartışılmasına alışmalıyız. Kaldı ki artık rahatça tartışıyoruz.
Allah anlayışın bu kadar basit mi? Hiç Allah, kendisine hakaret edene kayıtsız kalır mı?
Sözünü ettiğin o yazıları halk ozanları yazmıştır. O yazıları aldığım kitapların hepsi yayınlanmıştır.
Çok mu önemli benim Müslüman olup olmamam. Ama şunu bil ki ben Allahsız ve dinsiz olamam. Ne var ki “Allah’ın içimizde olduğunu!” (K.51/21) unutamam ama kimseye de…
İnsanlar kutsal kitaplardaki Batınî (Gizli, Ezoterik…) anlamda tanımı yapılan Allah’ı anlamaya yanaşmıyor. İnsanların çok, çok büyük bir çoğunluğu kendi yarattığı Allah’ın peşine düşüyor. Allah’ı tanımadıkları için de bütün dinciler birbirlerini öldürüp duruyor, karısına kızına tecavüz ediyor…
Cennet-cehennem burada olup bu dünyada yaşanır. İnsan doğru, dürüst iyi iş yapmaktan vicdan huzuru duyarsa cennette sayılır. Kötü bir iş yaptığında ise duyduğu vicdan azabı nedeniyle cehennemde sayılır…Elbette yeniden doğmuşsa, ölmeden önce ölmüşse, insan-ı kâmil olmuşsa… Eğer âla hayvansa, vicdan azabı duymaz asla…İşte dostum, Ezoterik (Batıni, tasavvufi, ilm-i ledün…) ilminde bunlar anlatılır. Din ilminde Batınî sırra erenler “Diri”, yani sorumlu sayılır; ermeyenler ise “Ölü” yani sorumsuz sayılır… Delilerin, çocukların, hayvanların sorumluluğu yoktur; bunlar suç işlediklerinde Allah tarafından değil toplum tarafından cezalandırılır.
Allah’a ve Kuran’a hakaret etmekten Allah’a (Akıl, sağduyu, toplum anlayışına saygı…) sığınırım. Bana bu sıfatla saldırılmasından rahatsız olurum. Sitemdeki yazıları okursanız görürseniz ki ben Allah’ın, dinin, Kuran’ın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışıyorum. İnsanlar tarafından yaratılmış olan sanal olan Allah’a değil de, insanın tekamülü ile oluşan anlayış, genel doğrular, yüce kavramlar, üstün değerler, akıl, bilim, mantık, sağduyu, vicdana (Allah-Tanrı) inanıyorum.
Kurandaki 230 ayet bu gün Türkiye Cumhuriyeti devletinde uygulanmıyor. Hani “Allah hükmünü yerine getirendi” (K. 13/41) bu nasıl oluyor.(Süleyman Demirel söylüyor. Hürriyet, 1.11.1999). İşte ben bunu anlatmaya çalışıyorum….
Gafil olan ben miyim, aklını imana kurban edenler mi? Bir de kâfirlerden kredi alarak borcunun faizini ödeyenler mi? Bir de Allah’tan, dinden söz ederek cebini dolduranlar mı? Yoksa oğlunun düğün takılarından servet edinenler mi? Yoksa 150 kilo altın biriktirerek her yıl hacca gidenler mi?
+
18.7.2003 tarihli mektubumda sana soru sormuştum. Bu sorularımdan bir tanesine yanıt vermemişsin, oysa yanıt vereceğini ummuştum.
Sahi nedir o son gönderdiğin mektup? “Bay Avukat” demeyi bile unutup, Allah’tan-dinden söz edip, selam demeyi bile çok görüp…
Eğer ilk mektubumda konu bölümüne “Sevgiler” yazmasaydım, yukarıdaki mektubun senden geldiğini anlayamazdım.
Fikir alışverişinde bulunacaksan, beni suçlamadan soru soracaksan, Allah’ın emrettiği gibi tekamül etmeye, insan-ı kâmil olmaya çalışacaksan yazış benimle… Hiç merak etme yanlış yaparsak Allah hesabımızı görür; senin de, benim de…
Bil ki arkadaş hır-gür ahmağa mahsustur. Bizlerin o tarakta bezi yoktur.
Anladın mı beni güzel arkadaşım. Eğer beni aşağılayıp suçlarsan seninle nasıl mektuplaşırım.
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar, sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 19.7.2003
X
2.
Ata Kemal,
Ata Kemal’dan,
Ey kendini bilmez sikine hakım olamaz, açık giyinmeyi medeniyet sanan ve bu işe Atatürk’ü de alet edip Atatürk’ü sevenleri de Atatürk lafından tiksinecek hale getiren modern yobaz ve küçük beyinliler.
Sız kendinizi ne zannedip de kuran ı eleştirebiliyorsun. Sizin gibilere söylenecek tek şey ölünce hanyayı konyayı anlayacaksınız. kuranda” eğer kınınızı giderecekse olumu isteyin bakalım kınınız gidecek mi” deniyor.
Bilakis daha da artacak. Bakın sizin böyle olmanızın tek sebebi su: kuran tüm aleme gönderildiği için onun bir ayetini inkar eden dinden çıkar ve dengesiz bir insan olur. neden bir Hıristiyan başörtülüye saygı gösterebiliyor da sız gösteremiyorsunuz. çünkü sebebi aşağıda.Hıristiyan bizim peygamberimizi reddetse Hz İsa’yı kabul adıyor.
Buda insanlık vasıflarını korumasına vesile oluyor. yanı Müslüman’ım deyip başörtüsü takana kin tutan yada içki içmeyeni aşağılayan biri ,kendini Müslüman zannedebilir ama o gerçekte kendine göre bir din uydurmuştur ve mürtettir, yani dinden çıkmıştır.
Bir kere Atatürk çok büyük bir insan değildir, nedeni ise :akıllı bir insan içip içip de bu aşırı içme sonucu 57 yasında kendini erken yasta öldürmeye zemin hazırlamaz. Keşke 80-90 yasına kadar yasasaydı da sizin gibi kus beyinlilere laikliği öğretseydi.
Ayrıca sızın gibi kus beyinlilerin başörtüsü ve başka şeylere kafa yormasının tek sebebi de nefsinizin onu kabul edemeyişidir.
Karı çıplak olsun siz de bakın de mı? Orospu çocukları… soysuz piçler. Atatürk deyip deyip durmayın daha fazla yoksa milleti ona düşman edeceksiniz.
Geri zekalı Atatürkçü olmayan Atatürkçü Düşünce Derneği kurucuları.
Sız aslında Darwinizm düşünce kurumunu kursanız daha doğru olur. Atatürk ü kendinize alet etmeyin.amına kodumuzun soysuzları.
Kim bilir baban da senin gibi piçin tekiydi de o yüzden böyle oldun. Öyle değilse ölmüş babana Allah rahmet etsin.
AKP topunuzu sikecek… Senin orospu karın bu Müslüman ülkede rahat gezebiliyorsa bası kapalı çok daha rahat gezebilmeli.
Sevgiler hürmetler… Ölmemem dileklerimle…Çünkü sızın gibilerin yasaması ahretteki azabını artırıyor.
Bunu da iyi bil, yani yasadığın günleri kar sayma.
Bye bye… siktim suratını…
Ata Kemal, 5.12.2002/23.24
+
Fahri Ünlü,
Ananı Selanikli mi sikti pezevengin çocuğu. Selanik piçleri sizi artık sonunuz geldi Türkiye değişiyor Sülalenizin kökünü kurutmanın zamanı geldi. Siktiğimin yunan soylu piçleri,
Fahri Ünlü, 6.12.2002/12.47
+
ATA KEMAL ve FAHRİ ÜNLÜ ADLI İKİ KÜFÜRBAZA…
Din ahlak ve edeptir…
Bilen varsa söylesin hangi din, böylesin ahlaksız ve edepsiz yetiştirir.
Böylesine ahlaksız ve edepsizlere, adam yerine koyup da nasıl yanıt verilir?..
Din ahlak ve edeptir…
Bilen varsa söylesin hangi din böyle ahlaksız ve edepsiz yetiştirir.
Böylesine ahlaksız ve edepsizleri yetiştirse yetiştirse şeriat zihniyeti yetiştirir…
Bir de küfür bir aczin kanıtıdır,
Söyleyecek sözü olmayan muhatabına saldırır…
Fikre küfürle yanıt verenler;
Ya ahlaksızdır, ya meczuptur, ya delidir…
Adını sakla, adresini sakla, küfür et muhatabına,
Küfür kişilik bozukluğundadır, böyle yazar psikoloji kitaplarında…
Ey Tanrım (Aklım, sağduyum, sorumluluk duygum, vicdanım…)
Bu “kişiliği bozuk olanlardan” sana sığınırım.
Ey yüce Tanrı’m
Soruyorum sana bu ahlaksız ve edepsizleri sen mi yarattın?
Dinini, ahlak ve edep yoksunu bu kişilerle mi koruyacaksın
Bunları sen yaratmış olamazsın,
Sen “Biz insanı en güzel şekilde yarattık dersin (K. 95/4)
Sen bu kadar ahlaksız ve edepsiz mahluk yaratamazsın…
Ey bize kendini büyük tanıtan
Şu zavallılara bir bak da yarattıklarından utan…
Av. Hayri Balta , 6.12.2002
+
İki dost küfürbazlara tepki göstererek görüşlerini bildirdi.
Birinci tepki Ömer Malik’ten…
+
Hayri Bey,
Bu maillerin birer kopyası da bana geldi. Zaman zaman bana da gönderirler. Her yeni gelenin adresini bloke ederim.
Atatürk İstiklal Mahkemelerini boş yere kurmamış. Hayvanlar dahi evcilleştirilirlerken bunlar yabani kalmışlar. Yabani kalmaya da mahkumlar. Yabani kalmalarının da nedeni belli..
Siz, bunları afişe ederek en güzelini yapıyorsunuz. “İşte şeriatın insanları getirdiği nokta…” demenin en güzel yolu..
Ama bunu kaç kişi anlıyor, önemli olan bu..
Ömer Malik, 6.12.2002/12.29
X
İkinci Tepki Aşık Kul Hasan’dan…
BUNLAR ANLAMAZ
Hayri Balta dostum bunlar anlamaz
Şeriatçı yobazı baş seçiyor
Ayran aktır desen bile inanmaz
Her gün din afyonun hapın içiyor
Aydın, ozan, yazar, abası yanık
Bunlar uykuda olamaz uyanık
Var mı içlerinde Ata’ya aşık
Doğruyu söylersen hemen kaçıyor
Yalancı yobaza veli diyorlar
Gerçek konuşana deli diyorlar
Tek yol şeriatın yolu diyorlar
Atatürkçülere savaş açıyor
Sam amcadan İcazetli her zaman
Siyasete koz yapılan din-iman
Riyakardır gerçeklere kanmayan
Kerahaten yemin edip kaçıyor
Amerika işgal etmiş yurdumu
Anlayan yok üzüntümü derdimi
Yere batsın IMF’nin yardımı
Her gün gelen zamlar yara açıyor
Gelmiş halk düşmanı bize dost diyor
Irak için bizden asker istiyor
Karşı çıksak azarlıyor, sus diyor
Atatürk’üm halimize acıyor
Atatürk’üm olsa asker vermezdi
Sam amcanın emir kulu olmazdı
Nato’ya bağımlı asla kalmazdı
Düşündükçe aklım baştan uçuyor
Çıkarcıdır Sam amca’ya dost diyen
Sam Amca’ydı Denizleri astıran
Acıların asla bitmez Kul Hasan
Balta’ya bağnazlar çirkef saçıyor
Aşık Kul Hasan, Halk ozanı Hasan Gören, 6.12.2002
+
Her iki dostuma teşekkürler…
Av. Hayri Balta, 6.12.2002
X
3.
Sayın Attila Aşut,
Önce saygı, sevgi..
İsterim saygımız ve sevgimiz özden olduğunu bilmeni…
Ozanımız Hüseyin Çırakman’nın mektuplarını ve bu konuda yazdığım yazıyı
http://www.Hayribalta.cjb.net. adresindeki sitemiz için hazırladığımı.
Veriyorum adresini Halk Ozanı Hüseyin Çırakmanın
Oturuyor “Şirintepe Mah. 2. Cad. No. 47/Mamak”ta Ankara’nın…
Telefon numarası gelince:
Karşınıza çıkar “368 76 58″i çevirince…
Şu izlenimimi de belirtmem istiyorum.
Çok temiz kalpli ve de güzel ruhlu olmanı beneğiyorum.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler yeniden sana…
Av. Hayri Balta, 22.9.2002
x
Değerli Tunçsiperimiz,
Aşağıdaki şiirimsiyi “Giriş Sayfamıza” yettiği kadar ve devamını tıklayınız diyerek; ikinci bölümdeki mektuplarla yazıyı “HALKÇI OZANLAR” bölümüne yerleştirmeni rica eder saygılar sunarım. Av. Hayri Balta, 22.9.2002
x
YASAKÇILARA…
“… Giderek değişmiş yasaklar,
Sanık sandalyesinde kitaplar,
Ozanlar, yazanlar, ve de gizlice okuyanlar,
Gün olmuş, asalım demişler bunları ve aykırı düşünenleri,
Sonunda müebbet almış en ehveni
Bir gün demokrasi gelecek demişler,
Umut bu ya oturup beklemiş bizimkiler,
Bir ara gelir gibi olmuş demokrasi,
Bir de bakmışlar ki gitmiş ellerindeki…
Bir de bakmışlar ki haykırıyor yasakçıbaşılar
Yaşasın yasaklar! Yaşasın yasaklar!…
Diye haykırıyor yasakçıbaşılar…
Naci Ünver,
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi Başkanı.
+
TABULARA, TALANA, YALANA BALTA/Av. Hayri BALTA
Sayın Başbakan,
Cennet ülkemizin siyasi kirlilikler ve rant çıkarı çekişmeleri yüzünden, bazı çirkin politikacılarca karanlıklara doğru çekilmekte olduğunu biliyorsunuz.
Toplumsal barışı sağlamak ve halkımızı aydınlatmak için bin yıldır Halk Ozanı geleneğini sürdüren ve günümüzde de var olan “Halkın görür gözü, işitir kulağı ve söyler dili” olan aşıklardan ve ozanlardan Kültür Bakanlığı Halk Kültürünü araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü’nde kayıtlı 300 civarında sanatçı vardır. Bunlar her zaman halkın içinde çalıp okumaktadırlar. Bunların içinde aç susuz perişan durumda olanları da vardır. Buna en iyi örnek de bizzat benim yaşantımdır. 72 yıldır bu geleneğin içindeyim ve hiçbir sosyal güvencem de yoktur.
Atatürk: “Sanata ve sanatçıya hor bakan bir milletin, hayat damarlarından birisi kopmuş demektir.” demiştir. Kültürümüzü yozlaştırmakla ne yazık ki, hayat damarlarımızı kuruttular.
Sizden ilgi bekliyoruz. Bu 300 halk ozanından etkinliklerimize katılmak isteyenlerle Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve Atatürk devrimlerine bağlı, yurtta sulh cihanda sulh prensiplerine sadık kalarak; bütün siyası partilerin üstünde, her türlü fikri düşünceye saygılı olarak ülkenin bütünlüğünü, sevgiyi, hoşgörüyü, emeğe, alın terine, inanca, insan haklarına saygı ile birlikte, insan haysiyetine uymayan her türlü kötülükleri de eleştirme ve kınamayı, sazımız ve sözümüz ile taşlamayı, çalıp okumayı istiyorum.
Yurt genelinde bazı il ve ilçelerde halka açık olarak konserler vermeyi ve ayrıca yüz bin adet kitapçık veya broşür bastırmak ve etkinliklere katılan ozanların masraflarının karşılanmasını yanında maddi yardım yapılarak desteklenmesini istiyorum.
Ozanlar; halkı, halkımız da ozanlarını çok severler. Her yerde ozanlar halkın haklarını savundular ve bundan böyle de savunacaklardır. Her insan insanca yaşasın diye 60 yıldır bu geleneği sürdürüyorum.
Ozanların ne durumda olduklarını çok iyi bilenlerden birisiyim. Köy imamlarına uzanan devlet eli Aşık Şenlik gibi “Can sağ iken yurt verilmez düşmana” diyen ozanlardan hiç birisi devletten yardım alamamışlardır. Bu gün de böyle. Onun için demokratik kuruluşlardan, sendikalardan ve derneklerden yardım alamamışlardır. Bu gün de böyle. Onun için demokratik kuruluşlardan, sendikalardan ve derneklerden yardım ve destek bekliyoruz.
Sayın başbakan, biz halkız. Dürüstlüğünüze saygımız sonsuzdur; ancak, siyasetçilerin içinde “Demokrasi bizim için bir araçtır, amaç değildir” diyenleri de, Kayseri’ye gidip orada boyandıktan sonra “Biz yeniyiz!” diyenleri de biliyoruz.
Biz halkız. 3 Kasım’da yapılacak seçim için hazineden siyasi partilere 79 trilyon lira ayrıldığını da biliyoruz. Sadece sizin partinize propaganda, afiş ve tanıtım için 19 trilyon ayrılmıştır. Yukarıda sözünü ettiğim etkinliklerimizin masraflarını karşılayabilmemiz için bu 19 trilyon liranın sadece 1 trilyonunu bizlere verirseniz; biz de sadece halkımızın öz kültürünü, yine halka götürelim istiyoruz. Halka hizmetin Hak’ka hizmet olduğuna inanıyoruz.
Sayın Başbakan, halkın parasından bir kısmını halk kültürünü halka yansıtacak olan biz ozanlardan esirgemeyeceğinize inanıyor ve saygılar sunuyorum. 1 Eylül 2002-09-22
Hüseyin Çıkarman, Halk Ozanı.
+
Sayın Hayri Balta,
Yukarıdaki yazıyı 1 Eylül 2002 tarihinde iadeli taahhütlü olarak Başbakan Bülent Ecevit’e gönderdim. Almışlar ama bu güne kadar hiçbir yanıt gelmedi.
Bu arada yukarıdaki yazıyı beş-altı gazeteye de faksladım. Üzülerek belirteyim ki hiç biri yayınlamadı.
Biz geçim derdindeyiz, onlar seçim derdinde…
Saygılar, selamlar…
Hüseyin Çırakman, Halk ozanı. 22.9.2002
NOT: Gönderdiğiniz kitabınız için ve de kitabınızın arka kapağında yaptığınız açıklamada biz Halk ozanlarını düşünme inceliği gösterdiğiniz için teşekkürler.
+
BU ÇIĞLIĞI DUYUNUZ ARTIK!
Yukarıda Halk Ozanı Hüseyin Çırakman’ın Başbakan Bülent Ecevit’e ve bana gönderdiği mektupları okudunuz. Bu mektuplar toplumsal gerçeğimizi bütün gerçekliği ile yansıttığı için yorum yapmaya gerek duymuyorum.
Sayın Hüseyin Çırakman, Başbakana yazdığı mektubun son satırında “Biz geçim derdindeyiz, onlar seçim derdinde…” diyor. Doğru, görünüşte seçim, vatan millet Sakarya ama aslında seçime katılanların pek çoğu halkın yaşam durumunu düzeltme yerine kendi yaşam durumlarını düzeltme kaygısındalar. Bunların kimisi mahkemelerdeki suçlama dosyalarından yakayı sıyırmak için dokunulmak zırhın kavuşmak istiyor. Bunlar yanında kimileri de servetlerine servet katmak derdinde. Bu halktan kopuk ve de haramzadeleri temsil eden politikacıların halkın durumunu düşünme gibi bir dertleri yoktur.
Bir örnek vermek istiyorum. En sosyal demokrat partilerden birinin Gaziantep İl Başkanlığında çalışan Abdurrahman Öngel adında bir sekreter var. Bu sekreter 50 yıldır bu partinin ayak işlerine, temizlik işlerine bakar ve aday adaylarının delegelerle tanışmasını sağlar… Şimdi bile 50 yıldır yapmakta olduğu işi yapar ve ne yazık ki 50 yıldır da açlık sınırı içinde yaşar.
Bu 50 yıllık hizmet süresi içinde elinin altından en az elli milletvekili çıkmıştır. Ne var ki bu sosyal demokrat halkçı parti milletvekillerinden birinin bile Abdurrahman Öngel’e yararı olmadığı gibi memlekete de yararı olmamıştır. Bilindiği halkımızın yüzde altmışı yoksulluk sınırı içinde, yüzde otuzu da açlık sınırı içinde yaşamaktadır. Bu gün yurdumuzda bir milyardan aşağı geliri olanlar yoksulluğa, 350 milyondan aşağı geliri olanlar da açlığa mahkumdur.
Bunlar meclise giderek birbirlerinin yolsuzluklarını aklayıp paklamışlardır. En dürüst saydığımız kişi bile aklama-paklama işlerinde önemli görevler üstlenmiştir. Hiç kimse işlenen siyasal cinayetlerini aydınlatmaya yanaşmamıştır. Bu sosyal demokratlardan en güvendiğimiz ve İçişleri Bakanlığı yapmış biri bile, Susurluk Konusunda tanıklık yapmak için çağrıldığı mahkemede “Bildiklerimi açıklayamam, çünkü devlet sırrıdır…” diyerek gerçeği açıklamaktan kaçınmıştır.
Bu nedenle benim elim bu birbirlerinin yolsuzluklarını ve soygunlarını Mecliste aklayıp-paklayan partilere oy vermeye bir türlü yanaşmıyor ve bunların bu aklama-paklama işlerinde bir oyluk bile payım olsun istemiyorum.
Yine dönelim Hüseyin Çırakman’ın çığlığına: Bütün sağcı partiler seçimlerde aşiret reislerinin, köy ağalarının, tarikat şeyhlerinin, cemaat başkanlarının, tanınmış imamların ayağına gider. Onların halini hatırını sorar. Onların ve çevresindekilerin oylarını almak için milyarlarca yardım yapmaktan kaçınmaz.
Bizim halkçı partilerimiz, Atatürkçülerimiz, ilericilerimiz, solcularımız, sosyalistlerimiz ve komünistlerimiz ise: Kurtuluş savaşında ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda Atatürk’e arka çıkanların yanına gidip onların hal ve hatırlarını sormayı akıl edemezler. Bu nedenle de barajın altında kalmaktan kurtulamazlar.
Oysa soldaki partilerimizin yapacağı iş Cumhuriyetimizin kuruluşunda ve kuruluşundan sonra cumhuriyeti ilkelerinin savunmasında canla başla çalışan halk ozanlarımızla ilgilenme gereği duymazlar. Halk ozanlarımızın pek çoğu açlık sınırında sanat yapar. Halkımıza gerçekleri açıklamak için çırpınırlar. Halkın hakkına savunurlar.
Halk ozanı Hüseyin Çırakman, bu durumda olan halk ozanlarının sesini bir çığlık halinde dile getirmek istiyor ama duyuramıyor. Hüseyin Çırakman’ın bu çığlını halktan yana olan sol partiler, sosyalist ve komünist partiler duysun hiç olmazsa…
Bu çığlık benim Sitemde mi yankı bulmalıydı?…. 22.9.2002
X
Sayın Hayri Balta,
Seçim çalışmalarına katılmak üzere yarın sabah Trabzon’a gidiyorum. Kitabınız ve internet siteniz konusundaki ayrıntılı düşüncelerimi ancak dönüşte yazabileceğim. Şimdilik söylemek istediğim şudur: Yazılarınızda komünistlere haksızlık ettiğinizi düşünüyorum. Şeriatçılarla flört edenler sosyalist ya da komünist değil, liberalleşmiş eski solcular, yani döneklerdir! Özellikle TKP’nin dinci gericilik ve türban konusundaki tutumu hiçbir duraksamaya yer vermeyecek ölçüde açık ve kesindir. Bizim özgürlük anlayışımız, şeriatçıları hoş görmeye engeldir.
Son gönderdiğiniz iletiden anladığıma göre, daha önce oy vermeyeceğinizi açıkladığınız CHP’ye yeniden dönüş yapmışsınız! Çok kısa süre içinde hızlı gelgitlerle siyasal konumunuzu değiştirmenizi yadırgadığımı belirtmeliyim. Üstelik bu keskin dönüşün gerekçesi de son derece öznel nedenlere dayandırılmış. Sizin gibi ilke savaşımı verdiğini söyleyen bir ağabeyimizden daha tutarlı ve karalı bir tutum beklemek hakkımızdır. Şimdi oy vereceğinizi sitenizde ilan ettiğiniz partinin devrimcilikle, halkçılıkla ve emek savunuculuğuyla bir ilgisi kalmış mıdır? Kararınızı, duygusallıktan uzak bir nesnellikle bir kez daha gözden geçirmenizi diliyorum.
Sayın Balta,
Sizinle görüştükten sonra Hüseyin Çırakman’a mektup yazdım. Partiden arkadaşlar da kendisini bugünlerde evinde ziyaret edecekler. Görüyorsunuz ki, bize iletilen hiçbir şeye ilgisiz ve duyarsız kalmıyoruz. Umarım, hakkımızdaki önyargınız bu bilgilerin ışığında biraz değişmiştir.
Görüşmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın.
Saygıyla,
Attila Aşut, 16.10.2002
X
Sayın Hayri Balta,
Uzunca bir süredir sesinizi duyamıyordum. Rahatsızlığınızı, bu gece bir yazışma öbeğinden gelen şiirli anlatınızdan öğrendim. Çok geçmiş olsun. Sizi hep savaşkan ve direngen bir insan olarak tanıdım. Her koşulda yaşama bağlılığınızı ve pes etmeyen tavrınızı ayakta alkışlıyorum.
Sağlık ve esenlik dileklerimi yineliyor, en derin saygılarımı sunuyorum.
Attila Aşut, 9.11.2008
X
Saygıdeğer Dostum,
Önce sevgi sundum.
İletini alınca;
Çok sevindim, mutlu oldum…
Cumhuriyet’te çıkan yazın üzerine,
Aradım seni telefonla
Üç gün üst üste birkaç kere…
Bilgisayarım çöktüğünden ileti adresin de silinmişti.
Bu nedenle Hayri Balta size erişememişti….
Ne güzel bir yazı idi o Cumhuriyet’te Madımak üzerine çıkan yazınız.
Artık kitap halinde bastırırsanız bir örneğini, bedeli karşılığında, bana yollarsınız…
Bilmem parti çalışmalarınız nasıl gidiyor.
Ergenekon olayında suçlu suçsuz AKP karşıtlarının içeri alınması
Hepimizi üzüyor.
Ben, dışarı çıkamaz duruma geldim.
Son olarak birkaç ay önce zatürre’den tedavi gördüm.
Bundan böyle yazdıklarımdan size göndereceğim.
Her zamanki gibi beni yönlendirmeni ve de eleştirmeni isteyeceğim…
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler güzel dost sana,
Av. Hayri Balta, 8.11.2008
X
Değerli üstadım Hayri Balta,
Sesinizi duymak beni çok sevindirdi. Yaşama sevincinizi ve coşkulu duyarlığınızı sürdürüyor olmanız bana güç verdi. Varlığınız ve üretiminiz bizler için çok değerlidir.
“Madımak” yazı dizisi epeyi ses getirdi. Başka arkadaşlar da dizinin ne zaman kitaplaşacağını soruyorlar. Yazdıklarım henüz kitap oylumunda değil. Bu konuda biraz daha çalışmam gerekiyor. Kitap çıkarsa, onu size armağan etmekten onur duyarım.
Partide aktif değilim. Türkiye’nin geniş ve kitlesel sol bir harekete gereksinimi var. Küçük öbekler, toplumsal yaşama müdahale konusunda yetersiz kalıyor. Sözgelimi, yaklaşan yerel seçimlerde, başta Ankara olmak üzere, tüm yurtta solun AKP’ye karşı ortak adaylar göstermesinden yanayım.
Aleviler bu ara çok hareketli. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama, “Diyanetin kaldırılması” önerisi, verili koşullarda bana pek gerçekçi gelmiyor. Kuramsal olarak laik bir devlette böyle bir kurumun bulunması tartışılabilir. Ne var ki Türkiye dinci gericiliğin kuşatması altında. Mevcut Diyanet İşleri’ni kaldıralım derken, kırk ayrı Diyanet’le karşı karşıya gelmemiz de olası. Duyarlı sorunları klişe sloganlarla çözemeyiz. Özellikle Cumhuriyet kurumlarına dokunurken çok dikkatli olmamız ve bin kez düşünmemiz gerekiyor.
Telefon numaralarımı yazıyorum. Birinde yoksam ötekindeyim demektir.
(0312) 240 24 55 – 490 32 99
Sağlık ve esenlik dileklerimle.
Attila Aşut, 11.11.2008
X
4.
Av. Serhat KAYA
Sayın Hayri Balta,
Özgeçmişim:
1962 doğumluyum. Konya’da büyüdüm. 1976 yılında Halkın Sesi dergisiyle tanıştım.O tarihten 1998 yılına kadar faşistlerle ve maalesef Müslümanlarla mücadele ettim. 12 Eylül sonrasında herkes gibi SHP üyesi oldum,daha sonra İşçi Partisine üye oldum, Kadıköy İlçe başkanlığı yaptım. Afiş astım, pankart astım, bildiri dağıttım, mitinglere katıldım, maddi katkıda bulundum. Daha sonra EMEP’e üye oldum.Turan Dursun, İlhan Arsel ( en büyük kapitalistlerden Vehbi Koç’un damadı, Semahat Arsel’in kocası) okudum.
İçki içip zevk-ü sefa ederken,haramlarla vakit geçirirken,size de nasip olmasını dileyeceğim bir şekilde,herhangi bir tavsiye, telkin olmaksızın ALLAH'(C.C.)ın lütfuyla, ALLAH'(C.C.)ın varlığından haberdar oldum; hiçbir neden yokken, kendiliğinden, içimde ALLAH sevgisi yeşerdi.2000 yılında Hac’ca gittim. Halen, Müslüman olmanın güzelliklerini yaşıyorum. Müslüman olmadan önceki hayatımda hep haklıdan yana olmaya çalıştım, doğru bildiğimi söyledim ve yaptım, dürüst oldum, sık kullanılan tabiriyle “iyi insan” olarak yaşamaya çalıştım.İslam’la şereflenmem de ALLAH (C.C.)’ın verdiği aklı “iyi insan” olarak O’nun istediği yönde kullanmış olmamın da etkili olduğuna inanıyorum. Hidayeti de sapıklığı da veren ALLAH (C.C)’dır.
Ancak, kullar cüz’i iradeleriyle talep ederler, yönelirler, ALLAH (C.C.)yaratır. Yani hidayet ve sapıklık ALLAH (C.C.)tarafından bizim irademize uygun olarak yaratılır.
ALLAH’ (C.C.)a, yani yaratanın varlığına, inanmadığınızı yazıyorsunuz.Ama yazılarınız okununca görülüyor ki yaratıcının akıl olduğuna inanıyorsunuz. Sizinle birlikte toprak olacak, gözünüzle görmediğiniz halde varlığını bildiğiniz aklınızın yaratıcı olduğuna inanıyorsunuz.Bir yazınız da yer alan bilim adamı” da zamanını yaratıcı olduğuna inanıyor.Siz fotoğraflı bir yazınız da mini etekli bir kadını doğa’nın “yarattığını” yazıyorsunuz.Yani, yaratıcının varlığının zorunluluğunu siz de biliyorsunuz. Bu yazıyı yazmak için klavye, bilgisayar v.s. gerekli, ama ben parmaklarımı kullanmazsam bu azı parmaklarımın da varlığına rağmen, kendiliğinden yazılamaz.
Bir yazan gerekir. Bu yazı teknoloji ile size ulaşır, siz yazıyı, yani eseri görerek, bir yazarın varlığına, yani eser sahibinin var olduğuna ulaşırsınız. Eserimize benim hakkımda bilgiler verir. Beni görmüyor olmanız benim yok olduğum anlamına gelmez. Size ulaşan harfler benim nasıl birisi olduğumu düşünürken, beni, bir harf, bir cümle, bir noktalama işareti veya bunların tamamına benzeyen bir varlık olarak düşünmezsiniz; yani benim eserimden farklı, onu ortaya çıkartmak için gerekli donanıma sahip bir varlık olduğumu düşünürsünüz. Bilgisayarınız sizi onun önünüze bilgisayar olarak gelmesini sağlayan insanların varlığına götürür; hayatta hiç görmediğiniz, belki de hiç görmeyeceğiniz ama siz onları görmediğiniz için yok diyemeyeceğimiz insanların varlığına.Zaten, akıl da görünmez. Ama vardır. Aklın yansımaları bizi aklın varlığına götürür. Kuranda insanlar hep okumaya, düşünmeye çağrılır,her yerde ayetlerin (delillerin) bulunduğunu belirtilir.Yaratılmışların varlığı yaratanın varlığını zorunlu kılar. Yaratılmışlar, yaratıcının yaratılmışlardan farklı ve hepsini yaratmaya muktedir olduğuna delalet eder.
Yaratılmışlardaki nizam,intizam,çok ince hesaplamalar yaratıcının bir olduğuna delalet eder.
Çünkü birden fazla yaratıcı çatışma ve kaos demektir. Yaratıcı vardır, birdir, gördüğümüz görmediğimiz her şeyi yaratmaya muktedirdir. Kuran yaratıcının ALLAH (C.C.) olduğunu bildirir, sıfatlarını belirtir.
Kuranda verilen oku-düşün emrine uyan her yerde, öncelikle kendi bedeninde bu sıfatların tecellilerini görür.Kuddüs (pâk, temiz) Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarındandır.Bu sıfatın bedenimizdeki tecellisinin örnetleri kanın karaciğerde, böbreklerde temizlenmesidir. Milyonlarca yıldır, milyonlarca canlının yaşadığı dünyada bu canlıların ve cesetlerinin pisliklerinden yaşayamaz halde bulunmamız gerekirken ALLAH (C.C.)’ın verdiği emirle temizlik yapan kimyasal maddeler, böcekler, solucanlar, kuşlar v.s. Kuddüs sıfatının ecelli etmesini sağlarlar. Ağaç kılcal damar halindeki narin kökleriyle kayaları deler su çıkarır “Musa Peygamberin (A.S)ALLAH(C.C.)’ın verdiği emirle asasını yere vurarak su çıkardığına” dair ayeti bize okur.
Yapraklar incecik şeffaf halleriyle yakıcı güneşin altında kavrulmayarak ” Ey ateş İbrahim’e serin ol” ayetini bize okur.Said-i Nursi’nin Nur Risalelerini, Harun Yahya’nın canlılardaki yaradılış sırlarına ilişkin eserleri tüm önyargılarınızdan sıyrılarak okumanızı, düşünmenizi bu eylemleri doğa üzerinde de gerçekleştirmenizi öneririm.Bu eserlere Internet üzerinden ücretsiz olarak da ulaşabilirsiniz. Herhangi bir Nur cemaatine ya da Harun Yahya’ya bağlı değilim.ALLAH (C.C.)ı anlatan her şeyi okumaya ve anlamaya çalışıyorum. LA İLAHE İLLALLAH diyen özgürdür. Hiç bir yaratılmışa boyun eğmez.Yaratılmışlardan hiç birşey beklemez.
Avukat A. Serhat Kaya, 6.6.2002/12.10
+
Sayın Av. Serhat Kaya,
Önce Saygı, sevgi…
Her iki mesajını da okudum. İlhan Arsel Vehbi Koç’un damadı değil; Vehbi Koç’un kızı Semahat Arsel’in kocasının kardeşidir. Müslüman olmana, Allah’ı bulmana sevindim. Eğer mutluluğunu ve huzuru Müslümanlıkta buluyorsan daha ne… Hayırlı olsun…
Ama beni imana getirme çabana bir anlam veremedim. Şimdi sana Kuran’dan bir tümce (ayet) okuyacağım: “EĞER RABBİN DİLESEYDİ, YERYÜZÜNDE BULUNANLARIN HEPSİ İMAN EDERDİ.. ÖYLE İKEN İNSANLARI İNANMAYA SEN Mİ ZORLAYACAKSIN?” (K.10/99).
Bu türden 15 – 20 tümce var daha… Bunları okumanı öneririm sana. Hem bak avukatmışsın da… Dün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “ifade özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle” ceza verdi Türkiye Cumhuriyeti Devletine…(Cumhuriyet, 5.6.2002, s.8.)
Dilerim benim ifade hakkıma tecavüze yeltenmezsin, dilerim benim senin gibi olmadığımın nedenini de benden bilmezsin. Daha söyleyeceklerim var sana. Öncelikle sen Sitemdeki yazıların hepsine baksana…
Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 6.6.2002
X
Sayın Av. A. Serhat Kaya,
Önce saygı, saygı sana.
Dünkü 6.6.2002 tarihli mektubumu telefon ederek: “Posta kutunuza bakar mısınız?” demeniz üzerine mesajınızdan haberim olduğunu bildirmek üzere yazmış ve size verdiğim yanıt mesajın son satırlarında da “Daha söyleyeceklerim var sana.” diyerek kısa kesmiştim. Nedeni de sizin telefon ettiğiniz sırada tansiyonum yükseldiği için yatıyordum. Yine de o durumda iken size kısa bir yanıt vermiştim ama mektubumda yanlış anlamalara neden olacak anlam bozuklukları olmuştu. Bu nedenle dünkü mektubumda yanlış anlaşılması olası tümceleri düzelterek yeniden gönderiyorum. Dünkü mektup yerine yukarıdaki mektubu kabul etmeni ve dünkünü silmeni rica ediyorum…
Tam da kendime gelmemiş olmama karşın yine de yazıyorum çünkü benim sağlığımı kazanarak tamamen kendime gelmemi olanak yok. Ben miadını doldurmuş sayılırım. Gider-ayak ne yazarsam benden sonrakilere yazdıklarımın kalacağını sanıyorum. Yukarıdaki mektubunda “Halen, Müslüman olmanın güzelliklerini
yaşıyorum.” diyorsun. Müslüman olmanın güzelliklerini vereceğin yanıtta bana anlatırsan sevinirim. Yoksa Müslümanlığın benim bilmediğim güzellikleri de mi var?
Gerçekten merak ediyorum, şu Müslüman olmanın güzelliklerini. Hele bir anlat da görelim…
“Müslüman olmadan önceki hayatımda hep haklıdan yana olmaya çalıştım, doğru bildiğimi söyledim ve yaptım, dürüst oldum, sık kullanılan tabiriyle “iyi insan” olarak yaşamaya çalıştım” diyorsun. Müslüman olmadan önce; hep haklıdan yana çıktın da, doğru bildiğini söyledin ve yaptın da, dürüst ve iyi bir insan oldun da şimdi öyle değil misin? Kusura bakma ama anlatımın yanlış anlamaya yol açıyor? Şimdi ne durumdasın bana o gerek… Eğer, şimdi de dürüst değilsen, haklıdan yana çıkmıyorsan, iyi insan olarak yaşamaya çalışmıyorsan Müslümanlığın bir işe yaramaz…
Sonra şu anlatımına da bir anlam veremedim: “Hidayeti de sapıklığı da veren ALLAH (C.C)’dır. Ancak, kullar cüzi iradeleriyle talep ederler,yönelirler, ALLAH (C.C.) yaratır. Yani hidayet ve sapıklık ALLAH (C.C.)tarafından bizim irademize uygun olarak yaratılır.” diyorsun.
Nasıl olur da yüce bir varlık “hidayeti de sapıklığı da yaratır.” Benim Allah anlayışıma göre sapıklık da insandan, hidayet de insandan… Din de böyle kabul eder zaten… Böyle kabul etmeseydi insanı eyleminden sorumlu tutmazdı. Bir de devamı tümcelerde “Yani hidayet ve sapıklık ALLAH (C.C.)tarafından bizim irademize uygun olarak yaratılır. ” Bu nasıl mantık böyle? Bu nasıl mantık böyle? Çıldırmaya az kaldı doktorum nerde? Avukatsın, bilirsin, bu Allah noter mi ki bizim irademizi onaylasın?
Merak etme bu konuda yalnız değilsin… Bütün İslam dünyası bu çelişki ile kıvranır durur. Hem, “Biz insanın yazgısını levh-i mahfuzda belirledik!” der. Hem de “Siz insanı başı boş mu bırakılacağını sandınız!” der.
Bak bu konuda sana bir tümce (ayet) daha: “Eğer Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı.” (K. 6/107) der. Hem “Dilediğine rahmet eder.” der. Aynı tümcenin hemen devamında da “Zâlimlere, işte onlara, can yakıcı bir azâp hazırlamıştır.” (K.76/31) der.
Bir yüce varlık böylesine çelişkiye nasıl düşer. Hem “Dilediğine rahmet eder.” Hem de dilediğini kafir yapar ve onlara “Zalim” diyerek “can yakıcı bir azâp” hazırlar, hem de kendi isteği ile kafir yaptıklarına öfkelenerek küfreder: “Ey inananlar! Doğrusu puta tapanlar pistirler…” der…
Hukukçusun, çelişkileri kolayca yakalamasın. Çelişkileri görme özelliğini kazanmazsan davaları da kazanamazsın. Şimdi soruyorum sana böyle Allah olur mu? Hiç Allah hırsızın elini kesin, zina yapanı taşlayarak öldürün, kadınlarınız sizin tarlalarınızdır, dilediğiniz gibi girebilirsiniz, (Bu konuda Arif Tekin’in KURA’AN’IN
KÖKENİ adlı kitabını okumanı öneririm. Buna da Vehbi Koç’un damadı diyemezsin ya.
Bu adam 25 yıl Diyanet Müfettişliğinden emekli bir Müslüman…) adaletli davranırsanız dörde kadar alabilirsiniz, kafirleri, Yahudileri, Hıristiyanları dost edinmeyin, müşrikleri nerde bulursanız öldürün, Allah’ı, Peygamberi eleştirenlerin çaprazlama el ve ayaklarını kesin, mürtetleri öldürün, kadınlar alken ve dinen eksiktir ve daha yüzlerce böyle İnsan Hakları Evrensel bildirilerine aykırı kuralları evrensel ve ebedi olarak insanlara dayatır mı?
Bu dayatmalar aklı başında günümüz insanların kabul edemeyeceği kurallar olmadığı içindir ki bu gün Türkiye Cumhuriyeti Devletinde Kuran buyruklarından 232-234’ü uygulanmamaktır. Bu kuralların uygulanmadığını da Cumhurbaşkanı iken Süleyman Demirel söylemiştir… Örneğin kafirleri, Yahudileri, Hıristiyanları dost edinmeyin dediği halde Kuran’da Kafirlere sığınanlar var Müslümanlar arasında. Örneğin Şevki Yılmaz, Fethullah Gülen, Cemalettin Kaplan, oğlu Metin kaplan… O kadar çok ki sayamam… Söylediklerin içinde abartma varsa, yalan varsa, duygusal davranış varsa söyle. Gerçekleri dile getirmek niçin kafirlik olsun, niçin dine hakaret olsun. Din doğru sözlülük değil mi, ahlak ve edep değil mi? Daha fazla uzatmamak için bir başka yargına geçiyorum: “Bir yazınız da yer alan bilim adamı” da zamanını yaratıcı olduğuna inanıyor.” diyerek beni Tanrı’ya inanmamakla suçlamaya çalışıyorsun. Bana ne dersen de ama Allahsız deme… Beni Tanrı’yı inkar etmekle suçlayanlar çarpılırlar. Ben yukarıdaki çelişkileri söyleyen bir varlığa inanırsam o yüce varlığa hakaret etmiş olurum. Ben yüce varlığa yukarda saydıklarımı mal edemem. Allah’tan korkarım…
Sözünü ettiğin sözler Hawkins’tir. Bu adam büyük patlamadan (Big Bang) söz ederken dört elle sarılıp da “Evren’in yaratılışında Tanrı’nın rolü yok!” deyince niçin öfke duyuluyor bu adama, bu da Müslüman olmanın güzelliklerinden mi yoksa? Bir de: “Siz fotoğraflı bir yazınız da mini etekli bir kadını doğa’nın “yarattığını” yazıyorsunuz.” diye suçluyorsunuz beni. Sen bir avukatsın, dikkatli okumalısın. Dikkatli okumazsan yukarda dediğim gibi davaları kazanamazsın. O yazıya bir daha bakmanı öneririm.
Ben çarşafın karanlığına bürünen Afganlı kadını Doğa’nın yarattığını; yani yontulmamış olduğunu, kendine çeki düzen vermemiş olduğunu; mini etekli kızın ise Tanrı’nın yarattığını; yani onun, aklını kullanarak, kendine çeki düzen
verdiğini, takıp takıştırarak kendini güzelleştirdiğini ve böylece de güzel yaratanın güzelliklerine güzellikler katarak yaratanına yardımcı olduğunu anlatmak istiyorum.
Bir de “Bu yazıyı yazmak için klavye, bilgisayar v.s. gerekli,” diyerek bir yaratanın varlığını kanıtlamaya çalışıyorsun. Bütün insanların, Allah yaratanların düştüğü hataya düşüyorsun. Klavyeyi, bilgisayarı yazan bir yaratan var demek istiyorsun. O yaratanı kim yaratmış öyleyse. Hiçbir varlık var olmaz ki kendi kendine…
Gelin bu konuda bilimsel verilere sarılalım. Ne diyor bilim? “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz!” der (Maddenin sakınımı yasası) Ama din ne diyor. Allah evreni yoktan var etti diyor. Bilim ne diyor “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz!” diyor. Bütün bunlar üzerinde kitabınızda emredildiği üzere hala akıl etmeyecek misiniz? Hala aklınızı kullanmayacaksınız? Hala din ile bilim çelişmez diyebilecek misiniz? Sizler mukayese ile sonucu varıyorsunuz. Şu masayı yapan bir usta olduğuna göre bu Evren’i de yaratan biri var diyerek kendi aklınızda yarattığınız soruya kendiniz yanıt veriyorsunuz. Ama unutuyorsunuz; usta, tahtadan,tutkaldan, çividen, keserden, çekiçten yararlanarak masa yapıyor. Yoktan bir masa yapmıyor. Sen de klavye, bilgisayar olduğu için yazıyorsunuz.
Allah da yoktan var etmiyor, vardan var ediyor. Madde olmasaydı yaratan neyi yaratabilecekti… Maddenin bu oluşumuna bizler açıklayamadığımız için Allah diyoruz. Mektubuna başlarken solcu olduğunu söylüyorsun. Kabul, deyeceğim yok. Ama hiç münasebeti yokken İlhan Arsel için: “( en büyük kapitalistlerden Vehbi Koç’un damadı, Semahat Arsel’in kocası) diyorsun. Bu durum gerçek olsa bile konumuzla ne ilgisi var?
Acaba hala solculuktan kalma sermaye alerjisi devam mı ediyor? Hem Müslüman oldum diyorsun. Hem de hala sermayeye alerji duyuyorsun. Bu düşünce gösteriyor ki hala tam bir Müslüman olmamışsın. Çünkü Müslümanlıkta “Zengine şükür, fakire sabır” ilkesi esastır. Kaldı ki Allah da dilediğini zengin eder, dilediğini fakir eder. Bu takdirde bir adamı en büyük kapitalistin damadı diye suçlamaya kalkmak, bırakın bir Müslüman’a, aklı başında bir adama yakışmasa gerek… Avukatsın, adam böyle bir suçlama yapmadan işin gerçekliğini araştırır.
Deneyimli ve eski ve de iyi bir avukat olduğum için söylüyorum kılı kırk yarmadan yargıya varma. Aksi takdirde zor duruma düşersin. Bu nedenle başını öne eğdirecek duruma düşmemen için ince eleştir, sık doku…
Son olarak sizlere ve de sizler gibi düşünenlere her zaman söylediğimi söylüyorum gelin şu Allah anlayışını yerli yerine oturtalım. Allah’tan habersiz Allahlıların elinden şu Allah’ı kurtaralım. Bunun için de hiç olmazsa Şeyh Bedrettin’in Varidat adlı kitabını ve bir de Şeyh Bedrettin’in Makalat adlı iki ciltlik kitabını okuyalım. Adlarını verdiğim bu iki kişinin din bilgisinden de kuşku duymazsınız ya… Bir de Mevlana Celaleddin Rumi’ nin FİHİ MAHFİH adlı kitabına da bak bir ara…
Ne diyor kitabınız “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Eğer sert geldi ise bu satırlar sana, bakma kusuruma. Solculuktan dönme bir Müslüman avukatın avamın anladığı şekilde Allah ve din bilgisi vermesine kızdım da… Un çuvalına benzerim, vurdukça tozarım, unutma!..
Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden saygı, sevgi sana…
Av. Hayri Balta. 7.6.2002
+
Sayın Serhat Kaya,
Önce saygı, sevgi sana. Yanıtlarını tek tek vereceğim uzun bir mektup yazmışsın bana. Bütün mektuplarına yanıt vereceğimi hiçbir zaman unutma.
Son mektubunda bana “Size verdiğim ilk cevabı sitenize koymamışsınız!” diyorsunuz. (Sanırım sözünü ettiğin mektup 7.6.2002 tarihli mektubundur.) Ama benim ne durumda olduğumu bilmiyorsunuz.
Mektubunu aldığım günden bu yana yürek ağrısı çekiyorum. Yürek ağrısından uyuyamıyorum, yatağımda dönüp duruyorum. Eğer dikkat ederseniz 7.6.2002 tarihinden beri Siteme yazı giremiyorum. Hiç yürek ağrısını tattın mı bilmiyorum; yürek ağrısını düşmanımın bile (düşmanım yok ya, söz gelişi…) başına gelsin istemiyorum.
Şimdi düzeldim sayılır. Ama gündemde bir yıl önceden programlanmış bir gezi vardır. Bir haftalığına kızımın yanına gideceğim. Kızımı yanında bir süre dinleneceğim. Döner dönmez sana yanıt vereceğim.
Soruyorsun bana. “…cevabımı Sitenize niçin koymamışsınız!” diye. Yanıtınıza yanıt vermeden yanıtınızı nasıl alırım Sitemize. Döner dönmez yanıtımı vereceğim. İlk yanıtınızla birlikte ikinci yanıtımı da Sitemize gireceğim.
Bundan önce de bu gün göndermiş olduğun bir mektup var. Tarih olarak altında 13.6.2002/12.27 yazar. Bu mektubun uzun olmuş biraz. Olsun sen uzun olsa da çekinmeden yaz. Ancak ben bu uzun mesajları sorunuzun amacını saklamadan kısaltacağım biraz ve döner dönmez yanıtlayacağımı bir yana yaz…
Birazdan yola çıkacağım. Dediğim gibi en az bir haftalığına kızımın yanında kalacağım. Şimdi kendimi yormamalıyım.
“Telefon numaramı siteden çıkartırsanız sevinirim. e-mail adresimi verebilirsiniz.” diyorsunuz ya, telefon numaranı çıkaracağım. E-mail adresinizi de koymayacağım.
Biliyorum bizimkilerden hiç biri sizi rahatsız etmez. Ama bizden biri imiş gibi sizi rahatsız edecek olana da gücüm yetmez. Bu nedenle e-mail adresine de gerek yok. Ne olur ne olmaz, neme lazım, çünkü kendini bilmeyen çok Serhat kardeşim…
Son olarak şu izlenimimi aktarmak zorundayım. Mektubunu edep dışına çıkmadığın için beğendiğimi de aktarmalıyım.
Sitemdeki yazıları iyice incelediğin anlaşılıyor. Aman dikkat et, Sitemi inceleyenin kafası karışıyor. Gerçi senin kafan karışmamış iyi çalışmış, çalışan kafan bana çok soru çıkarmış. Merak etme meslektaşın bu sorulara bu sorular ne kadar çok olursa olsun altından kalkarmış…
Şimdi kal sağlıcakla, Saygılar sevgiler yeniden sana.
Av. Hayri Balta. 13.6.2002
X
Sayın Av. A. Serhat Kaya,
Önce saygı, sevgi… Israrlı yanıt isteyen mektuplar gönderdiğine göre demek ki önemsiyorsun beni…
Ancak öylesine uzun mektuplar yazarak yanıt istiyorsun ki; bilmiyorum nasıl yanıt vereceğimi…
Yanıtlama olanağı bulamadığım mektuplarından yanıtlamam gereken soruları çıkardım aşağıya. Yanıtlamaya çalışacağım aşağıdaki sorularını sırasıyla… Bu aynı zamanda yanıtım planıdır. Bir kişi iyi bir yazı yazmak istiyorsa önce yazısının planını yapmalıdır…
Bir ricam olacak senden. Ne olur hemen yanıt isteme benden. Çünkü benim uğraşılarım çoktur. Yazı yazarsam okuma kalıyor. Okursam, yazma kalıyor. Müzik enstrümanlarım yanı başımda duruyor. Elimi uzatıp bir şey çalmaya zamanım ve gücüm kalmıyor.
Hem gücüm kalmamış, hem zamanım çok azalmış… Ama H. Balta, “sapana el vurup da geriye dönüp bakmamış!.. (İn. Luka. 9/62). Bu şu demektir: Doğru bildiği yolda bütün engellere karşın ödün vermemiş her geçen kendini yenileyerek ilerlemiştir.
Kalp krizi geçirmiş, doktorların üç aya kalmaz ölür demesi üzerine yakınları: “Öleceksin, bak işte! İmana gel!” diyenlere zerre kadar aldırmamış… Çünkü H. Balta Tanrı’yı, kendi dışında aramaz, kendinde ararmış…
Artık sorularına yanıt vermeye başlayayım. Önce 7.6.2002 tarihli mektubunu ele alalım:
- “İlk gönderimde de belirttiğim gibi kul cüz’i iradesiyle yönelir, ALLAH (C.C.) külli iradesiyle yaratır. “ diyorsun. Önce şu cüz’ü irade ve külli irade ne demek; Bu terimlere açıklama getirmem gerekecek.
Külli irade demek: Evren (Doğa) yasaları demektir. Evren yasalarına insan gücü yetmez demektir. Örneğin depremi önleyemezsin, yağmuru durduramazsın, yağmur nedeniyle oluşan sel baskınlarını önleyemezsin. Lavlar püskürten yanar dağı söndüremezsin…
Cüzi irade ise: İnsanın aklını kullanması demektir. İnsan, aklı yüzünden iyiyi kötüden ayırtır. İyi olanı kutsar, kötü olanı ayıplar. Bütün doğru, güzel, iyi ve genel doğrular, yüce erdemler, üstün nitelikler Tanrı kavramı ile açıklanır. Bunların tam tersi kavramlar ise şeytan ve şeytana uymakla simgelenir.
İnsanın aklını olumlu yönde kullanabilmesi için içinde yaşadığı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel bir ortamın olması bir zorunluluktur. Olumsuz koşullar içinde yaşayan bir insandan olumlu davranışlar beklememek gerekir…
Marks’a kadar hiçbir düşünür, peygamber bunları bilmemiştir. İlk olarak Marks, insanın iyi olmasını istiyorsanız onun koşullarını düzeltmelisiniz demiştir…
Şimdi gelelim önemli bir konuya. Ben Müslüman’ım diyenler için “kader” imanın koşullarındandır. Kadere inanmayan Müslüman’ın imanından kuşku duyulur. Çünkü yazılmıştır: “Yaşadığımız her an kaderde yazılır. Dünya üzerinde geçmişte ve gelecekte yaşayacak insanların her halleri anne rahmindeki cenin hallerinden ölümlerine, ilkokula kayıt oldukları günden saçlarında ilk beyaz telin oluştuğu saate kadar, her anları Allah katında belirlenmiş, yaşanmış ve görülmüştür. Bu dünya, üzerindeki bütün insanların kaderleri için bu şekildedir. ”
Bu konuda Kitabınız Kuran’da şöyle yazılıdır: “Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir müsibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (K. 57/22). (Bakınız: 9.8.2002 tarihli Anadolu’da Vakit gazetesi, Karma Felsefesi, Harun Yahya. s.2)
Unutma, Bedir savaşında müminlerin müşriklere attıkları oklar bile insana değil Allah’a mal edilir. Okuyalım, okuyalım da biraz düşünelim: “Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın fakat Allah atmıştı. (8/17)denir.
Daha ne diyeyim sana; benim iyi niyetli okuyucum, Av. A. Serhat Kaya dostum, sizin inancınıza göre cüz’i irade deme hakkınız yoktur. Size göre kul kaderini görecektir. Çüz’i irade ve külli irade demek bizim gibi akılcılara gerektir…
- “Yani, siz benim gibi olmama nedeninizi sizden bilmek zorundasınız.”diyorsun ki çok doğru. Sizlerin inandığı Allah’a inanmamamın; bu nedenle dinsiz, imansız olmamın nedeni elbette benim. Ben bu gerçeği değil sana herkese söylerim. Ben bu kafayı 18 yaşından beri güderim. Ben söylerim de sizin böyle demeye hakkınız yoktur… Sizin inancınıza göre benim sapkınlığım benden değil kaderimdendir… Bu nedenle; eğer sen benim sapkınlığımı benden bilirsen, büyük günaha girersin.
Okuyalım öyleyse, ne diyor bu konuda Kitabınız size: “O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi.” (K. 6/149) Ve bir tane daha: “Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (K. 16/9)
Bu konuda tam 168 tümce daha vardır Kuran’da. Bakmalısın, bütün bu dileseydi biçimindeki tümceler için Arif Pamuk tarafından hazırlanan Kur’an’dan Mesajlar adlı kitaba. Bu kitap 2001 Ramazanında Sabah gazetesi tarafından armağan edilmiştir okuyuculara. Eğer ben senin gibi değilsem, size göre, Allah dilemediği içindir. Kitabınızın yazdığını göz ardı ederek “siz benim gibi olmama nedeninizi sizden bilmek zorundasınız.” diye beni suçlaman yersizdir.
- “Ararsan Mevlayı kendinde ara Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.”demişsin bir de. Ben bunu sık sık kullanırım Sitem’de… Yukarıdaki sözleri söyleyen ermiş: “Evladım, sende olanı, dışarıda arama.” diyor. “Kendini bilen Rabbini bilir” diyor. Bu konuda Rabia Sultan da şöyle diyor:
Rabiayı bir gün bahçesinde bir şeyler ararken görmüşler. Ne arıyorsun bahçede demişler. İçerde dikiş iğnemi yitirdim de, demiş. Bunun üzerine Ya Sultan, evin içinde yitirdiğini, evin bahçesinde nasıl ararsın? Demişler. O da taşı gediğine koymuş. Peki ya sizler, niçin içinizde olan Allah’ı dışınızda arıyorsunuz! demiş.”
Rabia Sultan’ın bu sözlerinin kaynağı Kuran’dadır. Kuran’da: “Allah kişinin kalbi ile kendisi arasına girer!” demektedir. (K. 8/24). Bir tane daha var. O da şöyle yazar: “Biz ona şah damarından daha yakınız!” (50/16). Bu konuda Tevrat’ta da, İncil’de de çok tümceler vardır. Ne var ki sizlerin bunlara yanıtı hazırdır: “Onlar tahrif edilmiştir!” dersiniz. Kendi kitaplarının değiştirilmesine ses çıkarmayan sessiz sedasız bir Allah’ın varlığını kabul edersiniz…
Hani Kuran’da, “Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur!” diyordu. Allah da Peygamberine: “Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizi de uyguladığımız yasadır. Ey Muhammed! Sen bizim yasamızda değişiklik bulamazsın.” (17/77) diyordu. Peki Kuran böyle derken sizler; niçin, Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir dersiniz hep birden?..
Beni sık sık yanıt ver Hayri Balta diye sıkıştıran meslektaşım. Var mı yalanım, yanlışım?
- Siz benim geçmişimsiniz. Siz bana yabancı değilsiniz. Ama ben sizin için yabancıyım, İslam sizin için yabancı.” diyorsun bir de bana. Sizin geçmişiniz solculuk; yani, materyalizmdir. Materyalizm ise benim övüncümdür.
“İslam bana niçin yabancı olsun? Siz bana niçin yabancı olasınız?”. Benim sizlere yabancı olduğumu nereden biliyorsun? Ben bu toplumun çocuğu değil miyim? Anamın, babamın, atalarımı Müslüman olduğunu niçin unutuyorsun?..
Ama ben, daha on-on beş yaşında iken benim niteliğim onlara göre: “Kırk dilli, kırk dinli! Bir yaramazdı. Ölümü bile deniz kabul etmez, dışarı atardı…” Dedikleri gibi de oldu. Bu H. Balta eylemi yüzünden değil düşünceleri yüzünden kırk kapıdan kovuldu…
- “Bu arada Marksist mi siniz? Atatürkçü mü?” olduğumu sormuşsun bir de… Böyle bir soru sorulur mu Avukat olan birinden Avukat olan birine… Hiç mi okumadın Anayasa madde 25’şi…Nasıl böyle bir soru sorar Anayasa madde 25’i okuyan bir kişi… Anayasamızda şöyle yazmıyor mu? “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz..” demiyor mu?
Hem Marksist olsam ne yazar, Atatürkçü olsam ne yazar? H. Balta bu tür sorulara çok kızar… İnsanım ya sana yetmiyor mu? Beğenmedim böyle bir soru sormanı doğrusu…
Hadi yine hatırın kalmasın açıklayayım ne olduğumu. Türk Adaleti tescil etmiştir benim” Atatürkçü ve aydın bir kimse olduğumu” (Bak. T.C. Gaziantep Sorgu Hakimliği, E. 962/25, K.962/104) Var mı mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” olan benim gibi ikinci bir kişi… Arapların önderinin ardına düşer mi Atatürkçü ve Aydın olan bir kişi… Biri ilhamını yerden alır biri ilhamını gökten. Hem Atatürkçü hem de Muhammetçi olamaz zerre kadar düşünen…
Eğer bir adam, hem Atatürkçüyüm, hem de Muhammetçiyim diye söylerse söyleyen kişinin zoru vardır kafasından… Bu iki önderin arasında yüz seksen derece zıtlık vardır. İkisini de anlayıp ikisinin de ardına düşen insan kafayı oynatır… Bu nedenle toplum iki cami arasında kalmış beynamaza döndü. Ne gerektiği şekilde Muhammetçi ve ne de gerektiği şekilde Atatürkçü oldu…
- “Sitenizde farklı bir şey varsa tavsiye edin.” diye çıkışıyorsun bir de… Farklı bir şey olmasaydı senin ilgini çeker mi idim böyle? Hiç Tanrı’nın tanımını benim gibi yapan biri ile karşılaştın mı söyle…
Elbette farklı şeyler söylüyorum. Beş bin yıldan bu yana kimsenin a söylemediklerini söylüyorum. Hiç sen gördün mü? “Tanrı madde olarak yoktur, mâna olarak vardır.Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır!” diyeni.
Böyle bir tanım yaptıktan sonra şu sözleri ekleyeni: “Bu tanıma göre Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bütün bunlar din ve edebiyat literatüründe simgesel terimlerdir. Tanrı ve Din ilmi ile ilgilenenler öncelikle bunları bilmelidir.” diyen ikinci bir babayiğidi…
Bu günlerde Akşam gazetesinde, Rıza Zelyut’un kaleminden Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı tefrika edilmektedir. Tefrika da şöyle denilmektedir: “Tanrı’ya ulaşanların en üstünü” Taraftarları böyle tanırlarmış kendisini. Tanrı’ya ulaşmak ne demektir? Afrika’da, Avustralya’ da, yıldızlarda, ayda değil ki gitti, gördü geldi diyesin…
Dediğim gibi bu bir simgesel terimdir. Bu terim şöyle çözümlenmelidir. Doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik, insanlara hizmet, hürmet, bilgi sahibi erdemli bir kişi, kimseyi incitmeyen, 72 milleti bir gören , kendisi gibi düşünmeyenleri hidayete davet etmeyen, kimseye sen bizi yoktan var eden Allah’a niçin inanmıyorsun diye seslenmeyen kişi ki bunların hepsi bütün insanlıkça kabul gören genel doğrulardır, üstün değerlerdir ve yüce kavramlardır. Bütün bu üstün değerler, genel doğrular, yüce kavramlar Tanrı diye nitelendirilir…
Yaşamında bu kavramları benimseyen ve özümseyen, şahsında uygulayan ve bunlara sahip çıkan kişiye Tanrı’nın velisi denir. Dikkat ederseniz Velinin Tanrısı denmiyor. Tanrı’nın velisi deniyor… Veli ne demek? Osmanlıca-Türkçe sözlüğe bakıp söylemek gerek. Veli, küçük çocuklara sahip çıkan ve onları koruyandır. İşte burada veli-Türkçe’si ermiş: Tanrı’yı; yani yukarda saydığım genel doğruları, üstün değerleri, yüce kavramları yaşamına uygulayan ve bu yüce kavramları koruyan kişi…
İnsanlar, Tanrı yolunda gittikçe yücelir. İşte bunun gibi sen Tanrı’yı; yani, genel doğruları, üstün değerleri, yüce kavramları korumalısın ki Tanrı da seni koruya…
Tanrı’yı bilmeyen ve Tanrı’yı korumayan insana Tanrı yardım etmez. Öyle namaz kılmakla, oruç tutmakla, haçça gitmekle, cihada girmekle Tanrı’ya hizmet edilmez. Tanrı, bu tür tapınmayla oyalananlara yardım etmez. Örnek mi istersin öyle ise şu haberi birlikte okuyalım: “Guantanamo’da intihar teşebbüsü: Bu üstte tutsak olarak bulunan Taliban ve El Kaide üyelerinden 30’unun intihara teşebbüs ettiği ortaya çıktı.” (Bak. Akşam gazetesi, 16.8.2002)
Zavallı Taliban ve El Kaide üyeleri Kuran’daki şu buyruk gereği gitmişlerdi. Amerika’daki İkiz Kuleleri yerle bir etmişlerdi… Üç dakikada üç bin kişiyi betona gömmüşlerdi: “Kitap verilenlerden, Allah’a âhiret gününe inanmayan , Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 9./29).
Oysa bu adamların dinlerine göre intihar etmek en büyük günahlardan biri idi. Bu inançta olan insanlar niçin intihara teşebbüs etmemeli idi… Baktılar ki Tanrı kendilerini kurtarmıyor, bunu anlar anlamaz da intihar yoluna gidiyor. Bunun nedeni Tanrı’yı bilmemeleridir, Tanrı’yı bilselerdi yardım ederdi. Kaldı ki Tanrı’yı zerre kadar tanımış olsalardı o kampa düşmezlerdi… Hiç sen gördün mü böyle diyen ikinci bir babayiğidi. Biliyorum kendi kendime ikinci kere babayiğit dediğimi…
Bir de şöyle diyorsun bana:
Şimdi gelelim 13.6.2002 tarihli mektubuna:
- “Aynı şekilde, kâinatta da, aslolan ibdadır. Kâinat, her an yoktan, hiçten, yeniden yeniye yaratılır.” diyorsun bana. Ama bilim böyle demiyor bu yaratılış konusunda. “Hiç madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz!” diyor bu konuda (Maddenin sakınımı yasası).
Evet evrende bir ibda (yeniden yeniye yaratmak) ve inşa (tekamül-gelişme) vardır. H. Balta evrendeki bu oluşuma hayran olmaktadır. Öyle ki bu oluş ve gelişim ve değişim bir Tanrı’yı şöyle bırak binlerce Tanrı’nın yapacağı bir iş değildir, demektedir…
Hadi diyelim dediğiniz anlamda bir Tanrı var. Varsa var bunun bana ne zararı var. Buna bir sözüm yok ama şu tümcelere (ayetlere) sözüm çok:
Hiç bir Tanrı, hırsızın elini kesin der mi? Bir katilin boynunu vurun der mi? Öyleyse şu güncel haberi okuyalım. Okuyalım da aklımızı başımıza toplayalım: “Suudi Arabistan’da hırsızın elini, katilin başını kestiler.” Gözcü ve15.8.2002 tarihli gazeteler.
Hiç Tanrı zina yapan kadını taşlayarak öldürün der mi? Şu haberler karşısında düşünülmeli değil mi? “Katsina eyaletinde (Afrika) Emine Laval adlı bir kadın, boşandıktan sonra doğum yaptığını itiraf edince recm cezasına çarptırıldı. Daha önce de Nijeryalı bir kadın çarptırılmıştı… Bak. 26.3.2002 tarihli Sabah gazetesi.
Yine Tanrı üç kere boşanan ailelerin yeniden birleşmesi halinde Hülle koşulu kor mu? Hiç Tanrı köleliliği meşru bir kurum olarak görür mü? Karınızı hafifçe de olsa dövün der mi? Kadınlar sizin tarlanızdır tarlanıza dilediğiniz gibi girebilirsiniz der mi? Humeyni bu tümceyi nasıl yorumlamış öğrenmek isterseniz Uğur Dündar’ ile Zekeriya Beyaz’a sorabilirsiniz. Bir de İbda-C’nin Ak-Zuhur adlı dergisini okumalısınız..
Kısasa kısas der mi? Hiç
Suç işleyenin kırbaçlayarak onurunu kırın der mi? Bak şu habere bir kere: “Suudi Arabistan’da kadınlara laf atan 12 gencin cezası halkın önünde kırbaç vuruldu 15 kere.” (Damga,12.8.2002)
Bütün bu tür cezalan İnsan Hakları Evrensel Bildirisine aykırıdır. İnsanlar; bırakın idam cezasını, kırbaç cezasını bile insan onuruna aykırı bulmuştur. Bu nedenle Yurdumuzda 232-234 Kuran hükmü laik devlet tarafından uygulanmamaktadır… Kafir dediklerimiz de, idamı kaldırmazsanız sizi Avrupa Birliğimize almayız demektedir.
Ha, Tanrı böyle der diyebilirsin… Böyle düşünen bir kişiye H. Balta ne desin? Bu sizin inancınız… Ama ben böyle bir Tanrı’ya inanmaktansa kafir olmaya razıyım…
Son mektubunda bana Zafer dergisinden iki makale göndermişsin oku diye. Gönderdiğin o yazılar benim seviyedeki kişilerin okumaması gereken yazılardır. Siz liseyi, fakülteyi bitirmiş bir kişiye ana okulundaki çocukların okuyacağı yazılar gönderiyorsunuz. Hem de bu yazıları Sitene al diyorsunuz. Bana gönderilen yazıları süzgeçten geçirmeden Siteme alırsam, bulamam Sitemi okuyan, inceleyen…
Bana ne kadar yazarsan yaz, ben yanıtlanması gerekenleri yanıtlarım.
İncil’de bir tümce var. Orada şöyle yazar: “Gelin kimin ise güvey odur” (İn. Yuh. 3/29). Bir güveyi gelini bölüşmek ister mi? Bu demektir ki Tanrı’ya erişen kişi onu kimse ile bölüşmek istemez. Kendi derdine düşer başkasının yalanını-yanlışını görmez… Kim Tanrı’ya erişmişse mutlu odur. Mutlu olanlar cennette sayılır. H. Balta Tanrı’ya bulmuş olduğu için mutludur. Dünyada Tanrı’ya erişmek gibi bir mutluluk yoktur…
Milyarlarca Müslüman var şu dünyada. Bu Müslümanlar Müslümanlığından mutlu olacağına herkesi çağırmak istiyorlar Müslümanlığa… Herkes dini bölüşmek için yarışıyor da kimse yanaşmıyor servetini paylaşmaya… Oysa kitaplarında: “İhtiyacınızdan fazlasını dağıtınız!”( K. 2/219, 3/92, 104/2) der Müslümanlara….
Demek ki insanlara göre servetleri dinlerinden daha değerlidir. Servetini dininden daha değerli görenler insan bile değildir… Böyle bir kişiye örnek mi istersin? İşte ben somut bir örneğim. Hiçbir zaman düşüncelerimi çocuklarıma bile kabul ettirmek istemedim. Ama baba annemden bana kalan trilyonluk mirası dört kızıma verdim. Ayrıca sizlerce Kafir sayılan bu H. Balta; her ay elime geçen paranın en az yüzde 10 ile 15’ini yoksullara vermiştir, vermektedir… Ben deli miyim? Niçin bu yola gittim? Söyleyeyim: Tanrı ve Din bilgisi bunu gerektirir… Çocuklarım, terekemi bölüşmek için benim ölümümü beklemelidir…
Bir bana bak; bir de 27 kere Haçça gidip geldiği halde nakit olarak 150 kilo altın biriktiren Erbakan ile Müslümanların kralı Fahd’ın yaptığına bak!
“BİZE DE BEKLERİZ: 3 ay boyunca İşviçre’de kalan Fahd ailesi günde 5 trilyon lira harcadı. Kral, kendisine ait göl kenarındaki malikanede kalırken, maiyetindeki 400 kişi neredeyse Cenevre’deki lüks otelleri kapattı. Fahd ailesine ait uçakların tutulduğu hangarların günlüğü 10 bin dolardı. Otomobil kiralamak için ise günde 3 bin dolar ödediler.!” (Haberin tamamı için, bakınız 16 Ağustos 2002 tarihli gazeteler. Ben bu haberi Akşam’dan aldım…) İşte bu kral da Erbakan gibi Müslüman… Gitsin, gitsin Mekke-Medine’ye haç için Müslümanlar… Tanrı ibadet ettiklerini sansınlar… Kendileri sayesinde bir güzel eğleniyor krallar…
- “vefat ederken ahirette bir su kırbası, bir yemek kabı ve bir döşekten oluşan malının hesabını nasıl vereceğini düşünerek ağlayan” birinden söz ediyorsunuz bir de.. Kim bu, mal varlığı için ağlayan? İslam Peygamberi mi, Sahabeler mi? Eğer sahabelerse, Sahabelerin servetine ilişkin örnek vermek istiyorum:
Zübey: Zübeyr’in sahip olduğu evler dışında,elli bin dinarı, 1000 cariyesi ve yüz atı vardı.
Talha bin Ubeydullah bin Avf: Avf’ın 100 at, 1000 deve, 10 000 koyunu vardı. O öldüğünde, nakit olarak 336.000 altın dinarı bırakmıştı. , 1000 cariyesi.
Zeyd bin Sabit: Sabit’in terekesinden 100 000 altın dinarı bulunan mallar ve köyler dışında, kazmalarla kırılabilen altın ve gümüş külçeler çıkmıştır…
Ya’la bin Münebbih: Münebbih terekesinde, 500 000 dinar değerinde alacak (500.00 dinar alacak bırakan Ya’la büük bir olasılıkla tefecilikle de uğramaktadır. Çünkü bu kadar yüksek alacağı başka türlü açıklamak zordur. Dipnot)taşınmaz mallar, ve değeri 100 000 dinar eden taşınır mallar bulunmaktadır. (Şeriat Nedir, Demokrasi ile Bağdaşır mı? Şakir Keçeli, Ardıç Yayınları, 1. Baskı. 1997, s. 103)
Şimdi insaf ile düşünelim, bu sahabeler bu kadar servet sahibi olurken Ali ile Muhammed bakıp durdular mı?
Acaba ganimetlerden İslam Peygamberi’nin payına düşen ne kadardır? Hareminde bulunan 27 kadın ve bir o kadar cariyeler de mi bir kırbadan su içti? Bir yemek kabından mı yemek yedi? Bunların hepsi bir döşekte mi yattı?
Meşhur Camel (Deve) savaşı niçin oldu? Ayşe ve Ali taraftarları sahabeler birbirlerini niçin öldürdü? Bu savaşta ölen Sahabelerin yüzlerce olduğu söylenir… Hadi bu savaşın nedenini söyleyeyim. Ebubekir, “Peygamberin mirası olmaz!” diye Muhammed’in terekesini hazineye katmak isteyince kıyamet koptu. Bir hırka, bir kırba, bir döşek serveti olanlar birbirlerine girdi. Kavganın başlıca nedeni Muhammed’e ait Fedek hurmalığı idi. Yazılanlara göre bu Fedek hurmalığının Adana ilimiz kadar olduğu söylenir…
İşte sana kimseden alamayacağın Tanrı ve din bilgisi. Tanrı ve Din bilgisine erişmek istersen oku Sitemi… Kimse sana böyle açık açık söylemez gerçekleri…
Şimdi kal sağlıcakla… Benim gibi zamanı ve gücü kalmamış kişiyi, sık sık yanıt ver diye sıkıştırma… Yanıt vermek zorunluluğu yoktur hiçbir yasada…
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana…
Av. Hayri Balta. 16.8.2002
X
Zinanın, hırsızlığın cezasını bu tür eğilimleri olanlar dert etsin.
Külli-cüz’i irade konusunu da külliyen yanlış biliyorsunuz. Yanlışlarınız
her şeyi bilirim, en iyisini bilirim kibrinden kaynaklanıyor.
Bu yanlışınız anlamınızı/anlamlandırmanızı güçleştiriyor. ALLAH (C.C.) kibirden kurtulmanızı nasip etsin.
Av. A. Serhat Kaya, 19.8.2002
+
Sayın Av. A. Serhat Kaya,
İyi niyetiniz için “Amin!” diyebilirim ancak…
Yeniden saygı, sevgi…
Kalınız sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 19.8.2002
X
5.
Av.Yusuf ÇAĞLAYAN’dan:
+
—– Original Message —–
From: hukukdost
To: hayribalta@superonline.com
Sent: Thursday, January 08, 2004 9:37 AM
Subject: Biz Kimiz?
X
Sayın Hukukçu Dostlar,
Ben benim kim olduğunu biliyorum. Arasıra bana bu tür imana davet yazıları gösterdiğinize göre benim ne olduğumu siz de biliyorsunuz. Ama ben sizi bilmiyorum.
Hayvanlarla bizim organizmamız ufak bir iki gen dışında hemen hemen aynı olduğuna göre; acaba bu hayvanlar da öldükten sonra dirilecek mi? Onlar da sizler gibi ölümsüz mü?
Kısaca: Ölmek, kötülüğe ölmektir. Yaşayan insan için söz konusudur. Bu ise zordur. Sizler işin kolayına kaçıyorsunuz.
Ölümsüzlük ise nefsini yenerek insan-ı kâmil olarak herkese örnek olmaktır. Sizler ölerek ölümsüzlüğe ulaşacağınıza inandığınıza göre bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Niçin başkasının telaşına düşüyorsunuz. Başkalarını düşüneceğinize kendinizi düşünseniz daha iyi olmaz mı?
Saygılarımla…
HB, 8.1.2004
X
Sayın Hayri Bey,
Cevabi mailinizi aldım. İçeriğinde katıldığım ve katılmadığım hususlar var.
Zaten, sitenizin giriş sayfasında fikir hürriyetini vurgulamakla farklı fikirlerin tartışılabileceği bir platform gözü ile bakıyorum sitenize.
Elbette, böyle bir platform oluşturmakla, siz tartışacak kişileri sadece tanıdığınız kimseler ile sınırlı tutmak istemiş olamazsınız. Bu sebeple beni tanımamanız normal. Ancak, üslubunuzda adeta bizleri ne olduğu belli olmayan karanlık bir kişilik gibi algılamanızı doğrusu yadırgadım.
Sizin fikirlerinize karşı küfür ile karşılık veren düzeysiz kimselerin yazılarını okurken üzüldüğüm kadar olmasa da üzüldüm. Çünkü, konuları daha akademik, bilimsel ve düzeyli bir üslup ile tartışmak en özen gösterdiğim bir prensibimdir.
Bu anlamda, hayvanları kastederek “onlar da sizler gibi ölümsüz mü? Sizler işin kolayına kaçıyorsunuz, Niçin başkasının telaşına düşüyorsunuz?. Başkalarını düşüneceğinize kendinizi düşünseniz daha iyi olmaz mı?” gibi cümlelerinizde, hem bir küçümseme ve alay, hem de rahatsız edici bir üslup hissettim. Eğer bu doğru değil ise alınganlığıma bağışlayın.
Doğru algılamış isem, bu tür üslup ve içerikteki sözler, fikre kapalılık ve hoşgörüsüzlük çağrıştırıyor. Yani, fikrimi söylemekle başkasının telaşına düşmüş mü oluyorum? O zaman kimse fikrini söylemesin, herkes kendini düşünsün. Yani insanlar arasında fikri bir iletişim olmasın. Doğrular anlaşılmasın? Bu fikirde olduğunuza inanmıyorum. Ancak, “Ölmek, kötülüğe ölmektir. Yaşayan insan için söz konusudur. Bu ise zordur. Ölümsüzlük ise nefsini yenerek insan-ı kâmil olarak herkese örnek olmaktır.” Sözlerinize aynen katılıyorum ve kabul ediyorum.
Kim olduğuma gelince, ben de sizin gibi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ben de bir insanım. Sizin devlet, vatan ve millet ile ilgili tüm hassasiyetleriniz gibi benim de sizinle ortak hassasiyetlerim var. Kısaca aynı milletin evlatlarıyız. Aynı tahsili yapmışız ve halen avukatlık yapıyorum. Üniversiteye girdiğim 1975 li yıllardan bu yana okuyorum, araştırıyorum. Felsefe, sosyoloji ve sosyal ilimlere, eğitim bilimlerine ilgim var. Özellikle toplumsal barış ve toplumsal kalkınmada insan problemi üzerinde duruyorum. Yani, toplumsal barış ve toplumsal kalkınmanın temelinde nasıl bir insan tipi olmalı? Bunu araştırıyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi bu anlamda kamil insanın vasıflarını arıyorum. Bu vasıfları insanımızın şahsiyet özelliği haline nasıl getirebiliriz? Bunları düşünüyorum. Yani benim konum insan… İnsanın mahiyeti nedir? Gayesi nedir? Örneğin insana dürüstlük iradesini nasıl kazandıracağız?
İnsan tutum ve davranışlarına iradî bir çekidüzen vermezse, o insanda günübirlik menfaatlerini meşru, gayri meşru ayırımı yapmadan gaye edinen bir şahsiyet yapısı otomatik olarak devreye girmektedir. Bir değer anlayışının mükellefiyetini hissetmeyen bir insan menfaati ile baş başa kaldığında, dürüstlüğünü yitirebilmektedir. İnsanların, kendilerini dürüstlük ile mükellef kılan inanç değerleri olmalıdır. Bu değerler de, toplum barışına ve kalkınmasına katkı yapacak mükellefiyetler empoze etmelidir. Çünkü, inanç değeri bulunmayan bir kültürün, disiplin değeri de olmayacağından. teklif ettiği hiçbir gaye, hiçbir disiplin, insan iradesine kendisini bir mükellefiyet olarak empoze edemez. Biz insanın maymundan türediğine inanabiliriz. Ama bu inanç bize bir dürüstlük ve ahlak mükellefiyeti getirmez. Ben maymundan türemiş bir varlığım, o halde dürüst olmalıyım diyebilir miyiz?
Bugün toplum hayatında karşılaştığımız buhranları tetkik ettiğimizde, bunların ahlâk, fazilet ve dürüstlük prensibine uymayan ferdî veya organize davranışlar olduğu açıkça görülmektedir. Bu sebeple asıl sorun toplumun yönetilmesi ve dış kalıplarından önce, bireyin kendi kendisini yönetebilmesi sorunudur. Bu da bireysel seviyede bir iç disiplin sorunudur. İç disiplin ise, insanın, ahlâk, fazilet ve dürüstlük konusunda irade sahibi olması demektir. Ahlâk, fazilet ve dürüstlük iradesi ise; insana bu hususlarda bir mükellefiyet yükleyebilen bir gaye ve bu gayeyi tayin eden insan bilgisi ile kazanılabilen bir iç kuvvettir.
Kısaca, zannettiğiniz ve şahsımı suçladığınız gibi, hiçbir şeyin kolayına kaçıyor değilim. İnsanımızı dürüst olmakla mükellef kılacak, yani onları, sizin deyiminiz ile kötülüklere karşı öldürecek ve kamil insan olmayı bir gaye haline getirecek ne gibi değer ve inançları varsa onları inceliyor ve saygı duyuyorum. Onların bu değerleri ile savaşmıyorum.
“Hayvanlarla bizim organizmamız ufak bir iki gen dışında hemen hemen aynı olduğuna göre; acaba bu hayvanlar da öldükten sonra dirilecek mi? Onlar da sizler gibi ölümsüz mü?” Sorunuza gelince: Öncelikle, insan ile hayvanları birkaç gen farkı olan biyolojik iki varlık türü olarak kıyaslayamayız. Aralarında çok büyük farklar vardır.
Elbette, her iki varlık türünde de bir gen programı vardır. Bu programın bir sonucu olarak biyolojik anlamda benzerlikleri olabilir. Örneğin, teneffüs sistemi, üreme, beslenme aygıtı, göz, burun, ayak, kulak gibi farklı biçimde de olsa aynı fonksiyonda organlara sahip olması, bu varlıkların aynı programcının bir eseri olduğunun göstergesidir. Ancak, insanların hayvanlar ile kıyaslanamayacak derecede özelliklerle donatıldığı, ortaya koyduğu bilim, kültür ve medeniyet eserlerinden anlaşılmaktadır. Nasıl bir ağacın tüm mekanizması meyve üretmesi gözetilerek tasarlanmış ise, yer küredeki tüm varlıklar da insana hizmet etmesi gözetilerek tasarlanmış. Adeta, yer küre bütün olarak bir canlı varlık ise, insanlık o canlının aklı, beyni mesabesindedir. İnsan aklının varlığını ve hayvanlarınkinden farklılığını tezahürlerinden anlıyoruz. Nasıl ki, hukukta, kastın varlığını harici alemdeki tezahürlerinden anladığımız gibi…
Bir insana on birim para verseniz ve kendisine bir elbise almasını söyleseniz. Yanındaki diğerine de milyon birim para verseniz. Elbette, ona bu parayı diğeri gibi bir elbise alması için vermediniz. Birlikte gitseler. Milyon birim para verilen on birim para verilenin elbise almasına bakıp, kendisine verilen milyon birim parayı o da bir elbise almak için sarf etse elbette hesabını sorarsınız.
Biyolojik anlamda hayvanların da, insanların da temel ihtiyaçlarını karşılaması için on birim özellik yeterli iken, insanlara fazladan milyon birim değerinde özellik verilmesi, insanlar ile hayvanların sorumluluğunun aynı olamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Yoksa, insanlar hayvanlardan birkaç gen farkı olan bir tür hayvan olarak algılanır ise, asıl o zaman işin kolayına kaçılmış olur. Güya, hiçbir delile dayanmayan bu varsayım ile kendimizi insan olmanın sorumluluğundan kurtarmış oluyoruz.
İnsanların tutum ve davranışları ile akla gelebilecek en büyük kötülükleri yapabilme noktasına kadar düşebilen ve akla gelebilecek en büyük iyilikleri yapabilme noktasına kadar yükselebilen bir kabiliyette yaratıldığını görebiliyoruz. Hayatımız boyunca, bu iki nokta arasında, yani iyilik ve kötülük noktaları arasında kalan eksen üzerinde her insan bir iz bırakıp hayata veda etmektedir. Bırakılan bu izler de, gerek aynı zaman diliminde yaşayanlar, gerekse sonraki nesiller üzerinde iyi veya kötü etkiler gösterebilmektedir.
Eğer sorumluluğumuz sadece dünya hayatımız ile sınırlı ise, dünya hayatının adalet mekanizmalarından kaçabilmiş ve öylece hayatı terk etmiş, yani sorumlu tutulamamış milyonlarca olayı nasıl kabul edebileceğiz? Hatta öldüğü halde kötülük yapan insanlar var. Örneğin bir uyuşturucu çetesi kurmuş ve öldüğü halde bu çete kötülük saçmaya devam ediyor ise, ya da bir terörist kendisinin ölümü ile birlikte onlarca insanın ölümüne sebep olmuş, yaralananlar hayatları boyunca sakat kalmışlar ve acı çekmişlerse bunun sorumlusu kim olacak?
Bir hukukçu olarak, hayatı biyolojik varlığımızın hayatı ile sınırlarsak, bu adaletsizlikleri sorgulamazsak çelişkiye düşmüş olmaz mıyız? Siz kamil insan olabilirsiniz. Ama bir başkası terörist olur, kamil bir insana ömür boyu acılar yaşatacak bir kötülük yapabilir. Bunun cezasını çekmeden hayata veda etmiş de olabilir. Bu kamil insan hakkını arayamayacak mı?
Bir de, diktatörleri düşünün. Ülkesinde astığı astık. Adalet yok. Milyonlarca insana tahakküm etmiş, ezmiş, öldürmüş… Hesap vereceği kimse de yok. Üzerinde bu sorumluluk ile ölmüş gitmiş. Tarih böyle zalimlerin ve mazlumların hikayeleri ile dolu… Nerede kaldı adalet, kamil insan?
Sizden bu sorularıma cevap bekliyorum. Saygılarımla…
Av.Yusuf ÇAĞLAYAN, 11.1.2004
X
Sayın Av. Çağlayan,
Önce saygı, sevgi… Çok kültürlü olduğun belli. İsterim benim öfkemin; adını, adresini gizleyen kişilere olduğunu bilmeni. Beğendim aynı zamanda sitemde ele aldığım konularla ilgilenmeni.
Bak hukukçu dost, din; ahlak ve edep sahibi olmak eski insanların başvurduğu bir eğitim yoludur. Dinden amaç; insanların olgunlaşmış bir seviye gelerek kötülük yapamaz duruma gelmesidir.
Bir toplumda her zaman cahil insanlar yanında cahil olmayan kişiler de vardır. Cahilleri Tanrı ve Din bilgisi ile donatamazsınız. Onlar atalarının şeriatına tabidirler. Geleneklere, göreneklere bağlıdırlar. Tanrı’nın şeylerini değil insanların şeylerini düşünürler.
İşte şeriat (Dinsel terbiye ve yaptırımlar…) bunlar içindir. Bunlar, cennet-cehennem korkusu ile hizaya getirilir.
Ama bir de doğuştan irfan sahibi olan kişiler vardır. Bunlar doğuştan sağduyu sahibi olup davranışlarını akla, mantığa, sağduyularına ve vicdanlarına göre yönlendirirler ki bunlara “üveysi” (Herhangi birinin etkisinde kalmadan gerçeği bulanlar) denir. Üveysi olanların korkuya gereksinimi yoktur. Onlar Tanrı (Akıl, mantık, sağduyu, vicdan, etik ahlak, genel doğrular, üstün değerler, yüce kavramlar..) sevgisi ile davranışlarına yön verirler. Onlar işlerini insanlar beğensin, takdir etsen, bana saygı duysun diye yapmazlar ve bunlar Tanrı’yı kendi benliklerinde ararlar; diğerleri ise Tanrı’yı kendi dışlarında ararlar.
Üveysiler kolay kolay hislerine kapılmazlar. Hislerine kapılarak bir kötülük yapacak olsalar içlerindeki Doğruluğa sürükleyen duygu (Ruhül kudus, Cebrail, yüce duygu: Tanrı…) kendilerini engelleyerek durdurur. Oysa nefs-i emare tutsağı olan insanları; şeytan denilen öfke, kin, nefret, intikam duyguları yönlendirir. İnsanların ayıplama düşünceleri, aşağılama düşüncelerini hesaba katarak Tanrı’nın değil insanların değer yargısını göz önüne alarak hareketlerini yönlendirirler.
Sizi bilmem ama ben Tanrı’yı kendi dışında arayanlardan korkarım.
Bir de şöyle diyorsun: “Yani, fikrimi söylemekle başkasının telaşına düşmüş mü oluyorum? O zaman kimse fikrini söylemesin, herkes kendini düşünsün. Yani insanlar arasında fikri bir iletişim olmasın. Doğrular anlaşılmasın?” fikrine aynen katılıyorum.”
Yukarıdaki fikirlerine aynen katılıyorum. Zaten başıma ne geldiyse 18 yaşından bu yana düşüncelerimi açıkladığım için geliyor. Ama siz beni başkalarının değerleri ile savaşmakla suçluyorsunuz. Bana “Onların bu değerleri ile savaşmıyorum.” Diyerek; sanki ben onların değerleri ile savaşıyor muşum gibi üstü kapalı olarak (zımnen) bir değinme de bulunuyorsun.
Söyle bakalım bana hangi Atatürkçüyü öldürdüm Tanrı’ya inanmıyor, laiktir diye. Hizbullah gibi dinci örgütler benzeri kimleri hak dine davet etmek için öldürdüm. Yahudi_ Hıristiyan’dır diye hangi tapınağı bombaladım.
Yani şimdi benim düşüncelerimden başkaları rahatsız oluyorsa ben susmalı mıyım? Sen bir avukatsın, hadi bakalım bana bir çıkış yolu göster…
Eğer gerçekleri, ölüm pahasına da olsa söylemeyi göze alanlar, sussaydı insanlar gerçeği bulabilirler mi idi? Hala dünyanın düz olduğunu, dönmediğini sananlar arasında siz nasıl rahat edebilirsiniz. Tanrı’yı bilmeden sanal bir Tanrı’ya tapıp duranlar sizi rahatsız etmiyorsa ne rahatsız eder?
Bil ki hukukçu dostum; “Tanrı: madde olarak yoktur, düşünce (anlam, mana) olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, sıfat olarak vardır.”
İnsanın varlığının amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. Sen kendi dışında olduğu var sayılan, mekandan-zamandan münezzeh olan, yeri yurdu belli olmayan bir Tanrı’ya nasıl ulaşacaksın.
Suçluların öldükten sonra hesap vereceği tesellisi büyük bir avunmadır. Eğe insanlar buna inanmış olsaydı, nasıl olsa öldükten sonra Tanrı kendisini hesaba çekecek diye, hırsızın elini kesmezlerdi. Zina yapanı taşlayarak öldürmezlerdi, kimseye kısas uygulamazlardı?
Sen bir hukukçusun, suç işlediği kesinleşen kişiye işlediği suçtan ötürü hem bu dünyada hem de öldükten sonra öbür dünyada ceza verilir mi? Bir suçlu aynı suçtan iki kere ceza görür mü? Bu adil ve merhamet timsali olan Tanrı’nın şanına uyar mı?
Eğer öbür dünyada suçlular ceza görecek olsaydı Cehennemdeki feryad-ı figanlarından bu dünyada rahatça oturamazlardı.
Şimdi sana soru? Hayvanlar; at, eşek, kedi köpek, kaplumbağa, kurbağa ölünce nereye gidiyor… İşte yanıtı: Onlar nereye gidiyorsa ölünce sen de oraya gideceksin. Sözlerimin dayanağını bulmak istersen kutsal kitapları incelemelisin…
Bütün bunların simgesel anlamı vardır. Bizlere düşen bu kavramların simgesel anlamını bulmaktır. İnancı ne olursa olsun, bizim gibi düşünüp inanmayanı; “İmana gel ya kâfir!” diye öldürmemektir. Karısını kızını, cariye; oğlunu, kardeşini, kocasını köle olarak kullanıp işe yaramaz duruma gelenleri pazara sürüp satmak değildir.
Biliyorum üslubum serttir. Bunun de nedeni düşüncelerim yüzünden çok eziyet çekmemdir. O kadar kafadan gayr-i müsallah kişiler arasında yaşıyorum ki çıldırmamak elde değil…
Saygılarımla,
- 12.1.2004
X
Sayın Av. Çağlayan,
Önce saygı, sevgi… Çok kültürlü olduğun belli. İsterim benim öfkemin; adını, adresini gizleyen kişilere olduğunu bilmeni. Beğendim aynı zamanda sitemde ele aldığım konularla ilgilenmeni.
Bak hukukçu dost, din; ahlak, edep, erdem sahibi olmak için eski insanların başvurduğu bir eğitim yoludur. Senin-benim gibi insanların olgunlaşmış bir seviye gelerek kötülük yapamaz duruma gelmesidir.
Sen benim dinime, imanıma değil “Densizlik” yapıp yapmadığıma bak. Dinin asıl amacı da “Den”dir, “Densizlik” değildir.
Bir toplumda her zaman cahil insanlar yanında cahil olmayan kişiler de bulunur… Cahilleri Tanrı ve Din bilgisi ile donatamazsınız. Onlar atalarının şeriatına tabidirler. Geleneklere, göreneklere bağlıdırlar. Tanrı’nın şeylerini değil insanların şeylerini düşünürler.
İşte şeriat (Dinsel terbiye ve yaptırımlar…) bunlar içindir. Bunlar, cennet-cehennem korkusu ile hizaya getirilir. Artık ne kadar getirilebilirse o kadar…
Ama bir de doğuştan irfan sahibi olan kişiler vardır. Bunlar doğuştan sağduyu sahibi olup davranışlarını akla, mantığa, sağduyularına ve vicdanlarına göre yönlendirirler ki bunlara “üveysi” (Herhangi birinin etkisinde kalmadan gerçeği bulanlar) denir.
Üveysi olanların korkuya gereksinimi yoktur. Bunlar Tanrı sevgisi ile davranışlarına yön verirler. Üstesinden gelemeyeceğimiz Evren ve Doğa yasaları ile toplum kuralları yanandı; akıl, mantık, sağduyu, vicdan, etik ahlak, genel doğrular, güzel sıfatlar -esma-i hüsna dedikleri- üstün değerler, yüce kavramlar, ki bütün bu kavramlar Tanrı kapsamı içinde ifade edilir… Tanrı’yı bu şekilde anlayanlar işlerini insanlar beğensin, takdir etsin, bana saygı duysun diye yapmazlar ve bunlar Tanrı’yı kendi benliklerinde ararlar; diğerleri ise Tanrı’yı kendi dışlarında ararlar.
Üveysiler kolay kolay duygularına kapılmazlar. Duygularına kapılarak bir kötülük yapacak olsalar içlerindeki Doğruluğa sürükleyen duygu (Ruhül kudus, Cebrail, yüce duygu: Tanrı…) kendilerini engelleyerek durdurur. Oysa nefs-i emmare tutsağı olan insanları; şeytan denilen öfke, kin, nefret, intikam duyguları yönlendirir. İnsanların ayıplama düşüncelerini, aşağılama düşüncelerini hesaba katarak Tanrı’nın değil insanların değer yargısını göz önüne alarak davranışlarını ayarlarlar..
Sizi bilmem ama ben Tanrı’yı kendi dışında arayanlardan korkarım.
Bir de şöyle diyorsun: “Yani, fikrimi söylemekle başkasının telaşına düşmüş mü oluyorum? O zaman kimse fikrini söylemesin, herkes kendini düşünsün. Yani insanlar arasında fikri bir iletişim olmasın. Doğrular anlaşılmasın?” Bu düşüncene aynen katılıyorum. Ancak kendine hak gördüğün düşüncelerini açıklama hakkını bana çok görmene şaşırıyorum. Çünkü mektubunuzda; siz beni, başkalarının değerleri ile savaşmakla suçluyorsunuz. Bana, “Ben, Onların bu değerleri ile savaşmıyorum.” diyerek; sanki ben onların değerleri ile savaşıyormuşum gibi üstü kapalı olarak (zımnen) bir değinme de bulunuyorsunuz.
Söyle bakalım bana ben; Tanrı’ya inanmıyor, laiktir, şeraite karşıdır diye hangi Atatürkçüyü öldürdüm? Hizbullah ve benzeri örgüt mensupları gibi; kimleri, hak dine davet etmek için öldürdüm? Yahudi’dir, Hıristiyan’dır, Müslüman’dır diye hangi tapınağı bombaladım. Kimin için; kafirdir, mürtedir katli vaciptir dedim?..
Yani şimdi benim düşüncelerimden başkaları rahatsız oluyorsa ben susmalı mıyım? Nerede kaldı benim düşüncelerimi ifade etme özgürlüğüm? Devlet niçin olmuş, benim anlatım özgürlüğümü korumak için değilse…Sen bir avukatsın, hadi bakalım bana bir çıkış yolu göster…
Eğer gerçekleri, ölüm pahasına da olsa, söylemeyi göze alanlar olmasaydı insanlık bu günkü buluşlara ulaşabilir miydi? Tekniğin bütün olanaklarından böylesine yararlanabilir miydi? Aydınlar, sussaydı insanlar gerçeği bulabilirler mi idi? Hala dünyanın düz olduğunu, dönmediğini sananlar arasında yaşamak bizi rahatsız etmez miydi?
Tanrı’yı bilmeden sanal bir Tanrı’ya tapıp duranların durumu bizleri rahatsız etmiyorsa ne rahatsız eder? Bu anlayış gereği kâfir dediklerimizden geri kalmışsak, onlar tarafından sömürülüyorsak, onların bombaları altında ölüyorsak, bana ne, diyebilir miyiz?.. İnançlara saygılı laiklik diye insanlarımızın; ölülerden, türbelerden, medet umar duruma gelmesi bir aydın olarak bizi rahatsız etmeyecek mi? İnsanı hayvandan ayrı kılan en önemli özelliği sorumluluk duygusuna sahip olması değil mi? Yazıklar olsun türlü gerekçeler göstererek sorumluluklarından kaçanlara…
Bil ki hukukçu dostum; “Tanrı: madde olarak yoktur, düşünce (anlam, mana) olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, sıfat olarak vardır.” Bu demektir ki peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bütün bunların din edebiyat ve felsefesinde simgesel bir anlamı vardır. Marifet bunları anlamaya çalışmaktır; yoksa öyle tapınaklara gidip gelerek yalvarıp yakararak Tanrı’yı kendimize yararlı kılamayız…İnsan olmak demek aklı çalıştırmak demektir. Bil ki bütün dinler; koyucuların kendi dünya görüşleri olup Allah’la-Billah’la ilgisi yoktur…Bu gerçekleri sen ben söylemeyeceğiz de Yaşar Nuri Öztürk ve benzerleri mi söyleyecek… Gerçeklere açıklamak bu tür il^hiyatçılara kalmışsa daha çok bekleriz…
İnsanın varlığının amacı Tanrı’ya (En doğruya, en güzel sıfatlara, en iyiye, bilgeliğe, erdeme, kusursuz, olgun bir insan olmaya…ki buna dinde vuslat denir…) ulaşmaktır. Peki sen, kendi dışında olduğu var sayılan, zamandan-mekandan münezzeh olan, yeri-yurdu belli olmayan, dilediğini zengin, dilediğini yoksul eden, astığı astık, kestiği kestik bir Tanrı’ya nasıl ulaşacaksın?..
Bu dünyada suç işleyip de cezasını çekmeyen suçluların öldükten sonra hesap vereceği anlayışı büyük bir aldanma ve avunmadır… Eğer insanlar, özellikle dinciler, buna inanmış olsaydı, nasıl olsa öldükten sonra Tanrı kendisini hesaba çekecek diye hırsızın elini kesmezlerdi. Zina yapanı taşlayarak öldürmezlerdi, kimseye kısas uygulamazlardı, dininden döneni öldürmezlerdi?
Sen bir hukukçusun, suç işlediği kesinleşen kişiye işlediği suçtan ötürü hem bu dünyada hem de öldükten sonra öbür dünyada ceza verilir mi? Bir suçlu aynı suçtan iki kere ceza görür mü? Bu adil ve merhamet timsali olan Tanrı’nın şanına uyar mı?
Eğer öbür dünyada suçlular ceza görecek olsaydı Cehennemdekilerin feryad-ı figanından bu dünyada yaşayanlar rahatça oturamazdı…
Şimdi sana soru? Hayvanlar; at, eşek, kedi köpek, kaplumbağa, kurbağa, sinek ölünce nereye gidiyor?… İşte yanıtı: Onlar nereye gidiyorsa ölünce sen de, ben de oraya gideceğiz… Sözlerimin dayanağını bulmak istersen kutsal kitapları incelemelisin…Ör. İncil, Vaiz. 3/19-20…
Bütün bunların simgesel anlamı vardır. Bizlere düşen bu kavramların simgesel anlamını bulmaktır. İnancı ne olursa olsun, bizim gibi düşünüp inanmayanı; “İmana gel ya kâfir!” diye öldürmemektir. Karısını kızını, cariye; oğlunu, kardeşini, kocasını köle olarak kullanıp işe yaramaz duruma gelince pazara sürüp satmak değildir.
Biliyorum üslubum serttir. Bunun da nedeni düşüncelerim yüzünden çok eziyet çekmemdir. Zaten başıma ne geldiyse 18 yaşından bu yana, 54 yıldır, düşüncelerimi açıkladığım için geliyor. Döven mi ararsın, kovan-söven mi ararsın, yüzüme tüküren mi ararsın, işten atan mı ararsın, kurşunlayan mı ararsın, işten attıran mı ararsın, memleketimden kovduran mı ararsın? Bunlar başıma geldiğinde ellerini ovuşturarak oh çekip sevinen mi ararsın? Şimdi bile başıma bir şeyler gelmesini dört gözle bekleyen avanaklar var… O kadar kafadan sakat kişiler arasında yaşıyorum ki çıldırmak işten bile değil…
Saygılarımla,
- 12.1.2004
+
Not. Sayın Çağlayan, dün, bir toplantıya gideceğim için, ivedilikle yazmıştım. Bu gün son biçimini verdim. Bir de sizden bir ricam olacak? İlk mesajınızı nereye yerleştirdiğimi bulamıyorum. Yeniden gönderirseniz sevinirim. Çünkü sizden gelen ve gidenleri alt alta sıralamak istiyorum. Sizin mesajınız eksik olmasın isteğindeyim.
Av.Yusuf ÇAĞLAYAN’dan:
X
Ayhan YILDIZ
Sayın Bilge Devrim
MERHABA, ben orta okul birinci sınıfta bırakılmışsam “Karı kız peşine koşuyor” diyemedikleri için, “Devamsızlık yapıyor” diyemedikleri için, en önemlisi Alevi olduğum için “Kızılbaş Komünist terörist” dedikleri içindir.
Alevilik Kızılbaşlık Komünistlik bir yaşam biçimidir bunu kabul ediyorum. Peki “Terörist” derken neye bakıyorlar da söylüyorlar. Yetki ve güç ellerinde iken beni okula gittiğim halde karı kız peşine koşmadan devamsızlık yapmadan
Gazimahallesi (Atatürkçiftliği”‘ nden Küçükköy’e kadar yürüyerek okula gitmişken devamsızlık yapmamışken hergün bu çabamı sürdürmüşken beni neden eğitip üretken yapamadılar da İhtilal adı altında eğitime sağlığa her alana baskı yaptılar. Çünkü yanlış doğruyu sevmez.
Teşhisiniz doğrudur sayın Devrim bunlar ve bu zihniyet kardeşiz demelerine rağmen hala bölücülük yapıyorlar tabii ki yüksek makamlarda Alevi istemezler.
Elimize Belimize Dilimize sahip çıktığımız sürece korkmaya gerek yok. Unutmayalım ki iyi sallanır fakat, yıkılmaz. Biz iyi olalım kötü er geç belasını bulur.
Aydın YILDIZ
www.BELİRTİ GAZETESİ.com
Sahibi Ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
0 535 275 49 77
X
Sayın Aydın Yıldız,
Önce saygı, sevgi sunarız.
Sonra da başarılar dileriz.
İletinizin altındaki yazı benim değildir.
Bir yanlışlık olduğu bellidir.
Yazılarımı www.bilgebalta.com adresinde bulabilirsiniz.
Ayrıca hayri@bilgebalta.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Evet, bir yanlışlık olduğu kesin.
Her yanlışlıkta bir hayır olduğu bilesin.
Ev adresim:
Av. Hayri Balta,
MESA, 12. Cad. 2341. Sok.
Horonkent Sitesi, No. 6/10
BATIKENT/ANKARA
Dersin…
Şimdi kal sağlıcakla,
Başarılar, sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 27.12.2009
X
Hayri Bey,
Merhaba, güzel ve yararlı bir siteniz var.
Atatürk’ün sözünün üzerinde yazılı olduğu bayrağı köyüme yaptığım sitemde kullanacağım.
Bilgisayarım olmadığı için gönderdiğiniz mesajları geç okuyabilirim; önemli bir şey olursa ya da sizin için yapabileceğim bir şey olursa cep telefonumdan arayabilirsiniz.
Saygılarımla. 27.12.209
Aydın YILDIZ
X
7.
Sayın hayrı bey ,
(Ali’nin Kılıcı Çatal Çataldır.Her Çatalından Kan Damlamaktadır yazısı için…)
Hakikat ve bilgi dolu her güzel yazınızı zevkle okuyorum, mutlu oluyorum ve çok şeyler öğreniyorum.
Sızın gibi düşünmek çok güzel bir şey. Kalbiniz heyecan ve insanlık dolu. Ne mutlu size.
Tabiata inanmak ve sevmek, en güzel inanç…
Organize edilmiş ve edilen tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile insanların birbirlerini nasıl öldürdüklerini her gün okuyoruz. Ne acı bir şey ki, küçük yaştan beri beyinleri yıkanmış bu insanlar hakikati göremiyorlar.
Saygılar
Hüdai Yavalar, usa, 2.9.2006
X
X
Sayın hayrı bey,
(Emre Kongar’a yazılan yazı için…)
Çok güzel yazmışsınız , bu kimseler , gölgelerinden korkan insanlardır. Değer varmayın. Kendilerini bende tanıyorum . Şutu ne ki kaymağı ne olsun. Beyinler , İslam emperyalizmi ile yıkanmış kimseler.
Size ve ailenize sağlıklı günler ,
Bir şeye ihtiyacınız varsa lütfen yazınız.
Hudai Yavalar, 13.9.2006
X
Sayın hayrı balta ,
(Ağıt Töreni başlıklı yazım için…)
Yazınızda ” emperyalist’lere kabahat bularak” Türkiye’nin bu hale geldiğinden bahsediyorsunuz. Her memleketin menfaatleri olabilir. Fakat kabahatli arıyorsak ,azız nesın’ın söylediği gibi : ” aynaya bak ,aynan yoksa durgun suya bak “. Zayıf toplumlar, her şeyde kabahat ararlar, daima ağlarlar.
Sıhhatli günlere
Hudaı ,169.2006
X
Hayrı bey,
(Atatürk’e Teşekkürler/Recep Tayyip’e de Teşekkürler yazım için…)
Niye ” Başbakanımız” diye el Tayyıp’e hitap adıyorsunuz ?
Aydınlık günlere
Hudaı, 21.2006:
X
Sayın hayrı bey,
(bütün okuyucularıma duyuru/göstersin yanlışı alsın ödülü yazım için…)
Biz sızı olduğunuz gibi savıyoruz ve taktır adıyoruz.
Ufak hatalara dikkat bile edemiyoruz.
Ailenize,sevdiklerinize ve size mutlu günler.
Hudaı,13.12.2006
X
Sayın hayrı bey,
Gönülden çok geçmiş olsun , yazılarınızı ınternette görmeyince, içime bir üzüntü düşmüştü . Duymak istemiyordum . Bu güzel insanı hasta görmek istemiyordum. Çünkü bizler artık miladımızı dolduruyorduk. Nüfus kağıdımızın yaprakları sararmıştı. Bu tabiat kanunu . . Sizlere bir yardımım olabilirse lütfen yazınız. Her zaman sızı taktır eden ve seven bir kışı olarak, geçmiş olsun
hudaı yavalar, 8.12.2006
X
SEVGILI BILGE
Rıza Karaca kardeşimizin yanlış anlama veya yanlış yorumlama tespitlerine katılıyorum.
Yalnız bu tespitler her gün birlikte olduğumuz ve kendilerini Hazreti Ali, Hacı Bektaş (Kur’an, Peygamber, Hac, Kabe) kısacası İslam ile özdeşleştiren, İslam’ı inkar etmeyen Alevi kardeşlerimizle görüşürken de yanlış olduğunu kabul ediyoruz.
Mezheplerin içinde tarikatlarda nasıl DERGAH’LAR varsa burada ibadet olarak kendilerine göre her ne yapılıyor ise İslam’a uygun veya değil CEM EVLERI de benzer bir konumdadır.
Mevlana, Taptuk Emre, Nakşibendi, Özbekler Tekkesi ve yüzlercesi Cem evleri örneği olarak görülebilir.
Camilerin tüm İslam toplumunun kabul ettiği bir standardı, belli kuralları vardır.
İslam’da tüm İslam toplumu için mabet / ibadet yeri Camidir (mescit secde edilen yerdir)
Hiç bir mezhep, 4 mezhebin dışında olan Şiilik’te de ibadet yeri camidir.
Elbette Müslüman için ibadet her yerde yerine getirilebilir bir disiplindir.
Nasıl tüm Hıristiyanlar için KILISE bir mabet ise kendini İslam dini ile özdeşleştirenler için de Cami ayni şeydir.
Cem evinde ilkeli, disiplinli topluluğun camideki gibi tümünü kapsayan (kilisedeki gibi) geleneksel olmuş bir ibadet şekli yoktur.
Birileri törene katılır, çoğunluk seyreder
Kabe’de birlikte olduğum Alevi kardeşler benimle ayni şekilde ibadetlerini yaptılar. Aramızda hiçbir ayrı gayrilik yoktu
Sizin sözünü ettiğiniz Alevilik üzerine dernek temsilcileri ile de görüştüm
İslam’ın dışında gösterilmelerini kabul edeni bulamadım
SAYGILARIMLA
ZEKI KENTEL, 2.9.2006
X
ALEVİLER LAİK Mİ?
Yıllardır Alevilerin hep laik olduğu söylenir. Oysa Alevîler daha laikliğin ne olduğunu bile bilmiyor.
Laik denildiği gibi ne devleti ne de milleti kapsar. Laiklik ancak bireyi kapsar. Bir devlet kendi başına laik olamaz. Ancak bireyler laik olabilir. Laik olmayan bireylerin oluşturduğu devlet adı ne olursa olsun laik olamaz.
Laiklik ne millet ne din ne de mezhep tanır. Laiklik bu sürü topluluklarını yok edip yerlerine düşünen bireyleri koyar. Laiklik bireyin aklını kullandığı sürece vardır. Aklını kullanmayanlar sürü (mezhep, din, vb.) oluşturarak laik olamazlar. Laiklik sürüye düşmandır. Sürü demek düşünmeyenlerin birkaç açıkgözün peşinden koşmasıdır. Bu yüzden laiklik Aleviliği yok saydığı gibi Alevi gibi mezheplerin de düşmanıdır. Birey olamayan, düşünemeyen, bilgilenmeyen, kendi çıkarları peşinde koşanlar laikliğin dışında kalmaktadırlar. Laikliğin amacı bireylerden bir toplum yaratmaktadır. Oysa Alevilik sürülerin oluşturduğu bir çıkar pazarıdır. Alevilerin laiklikle yakından uzaktan alakası yoktur. Alevilikle laiklik zıt şeylerdir. Biri inançtır yalanlara (hayallere, uydurmalara, kandırmacılara) dayanır, bir de gerçeğe (bilime, düşünmeye, bilgilenmeye) dayanır.
Laiklik, hiçbir inancı tanımaz, Aleviler inancı benimser.
Laiklik, bireyi tanır, Aleviler topluluk (sürü) olma peşindedir.
Laiklik, tanrı, peygamber, halife, cennet-cehennem tanımaz, Aleviler bunlara tapar.
Laiklik, bireydir, Aleviler bireycidir.
Laiklik, akla dayanır, Alevilik inanca.
Kısacası nereden bakarsak bakalım Alevililik laiklik düşmanlığıdır. Bunun tersinin gösterilmesinin nedeni laikliğin yanlış tarifinden kaynaklanmaktadır.
Laiklik din’le (yalanla, sömürüyle, karanlıkla, vb.) savaşımı gerektirir. Oysa Aleviler dinlere karşı durmak bir yanda dursun dinle özdeşleşme yoluna gitmektedirler. (Aleviler; asıl Müslümanlar bizleriz.) Oysa Aleviler yıllarca İslam dininin şiddetine katliamlarına maruz kalmışlardır. Aleviler dinle savaşacaklarına iyice dinleşme yoluna gitmektedirler.
Gelenekler en büyük din’dir. Alevilerin çabası da gelenekleri yaşatmaktır. Laiklik değişim demek olduğu halde Aleviler değişmeyen gelenekleri yaşatma yolundadırlar. Hala cem adı altında ibadet yapıp bilgisiz-cahil dedelerin ellerini öpmekte onlara hürmet etmektedirler.
Alevilik ister aleve tapanlardan gelsin ister Alicilikten gelsin bugünkü anlamıyla tam olarak laiklik dışıdır. Laik olmak şurada dursun laikliğin öngördüğü değişimlere karşı direnmektedirler.
Aleviler arasından çıkan bireyleri sevgiyle kucakladığımı bilsinler. Onlar için söylemek istediğim bir şeyler var. İnsanımsılar yalnızlıktan korkar. Onun içindir ki bir sürüye veya topluluğa girmeye ve oradan ayrılmamaya çalışırlar. Oysa yalnızlık korkusu bilgisizlikten düşünememekten kaynaklanmaktadır. İnsanın en büyük onuru yalnız kalabilmesinde yatmaktadır. Yalnız olan insan aslında düşünce ile birlikte bir toplumun üyesidir. Yani nicelik olarak yalnız kalına bilinir ama nitelik olarak asla yalnız değillerdir. Düşünen insanlar birbirinden ayrı olsalar da düşüne ile bir aradadırlar.
http://tanselsemir.blogspot.com/TANSEL SEMİR,2.9.2006
x
Sayın Hayrı Balta ,
Sizlere geçmiş olsun , bir yardımım olabilirse lütfen yazınız , çok memnun olurum. Sızın ıhın ne yapabilirim
Sızı seven ,anlayan ve taktır eden hakiki bir dost
Aydın insan, 4.6.207
X
Sayın Balta,
Yeni yılınız sağlıklı, neselı gecmesı dılegıyle.
Uzun zamandar berı haberlesemedık. Nasılsınız ?
Gunlerı kovalıyoruz. Sıkayet yok .
Bana gondercegınız e – maıllerde , aydin_ insan’in onune Hudai Yavalar yazmassanis cok memnun olurum.
Sizden baska o ismi kimse bilmiyor.
Cok tesekkurler ederim.
Mutlu gunlere
Aydin _ Insan
X
Değerli Dostum,
Yeni yılımı kutlamana memnun oldum.
Ben de sizin yeni yılınız için mutlu olsun derim.
İsteğinizi yerine getirdim.
Şimdi kal sağlıcakla,
Benden size saygılar, sevgiler kucaklar dolusu kucakla…
Hayri Balta, 5.1.2008
X
Çok taktır ve sevdiğim değerli dostum,
Size çok teşekkür adarım.
Yazılarınızı her zaman bilgi köseme aktararak okuyorum.
Sizler ıhın bir şey yapabilirsem çok memnun kalırım.
Bir dostunuz olarak lütfen yazınız.
Saygı ve sevgilerimle
Aydın insan, 6.1.2008
X
SAYIN HAYRI BEY,
Bilgi dolu yazılarınızı okuyor ve haznemde tutuyorum. Sayenizde çok bilgiler edindim ve ediniyorum.Sizlere çok teşekkür ederim.Kasım ayında Ankara’ya geleceğim. Sizi görmek isterim .
Aydınlık günlere,
Aydın İnsan, 24.8.2008
x
Aydın Dostum,
Önce sevgi sundum.
Hele gelince bana uğrayacak olmana
Sevinip durdum.
Aşağıdaki “Pentegon Yalanı” başlıklı gözünüzden kaçmış olabilir diye yeniden gönderiyorum.
Çünkü ADD’nin tarihi hakkındaki bu yazımın
İlgini çekeceğini umuyorum…
Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler, saygılar sana..
Hayri Balta, 25.8.2008
X
Aydın Dostum,
Önce saygı, sevgi sundum.
Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberi gönderiyorum.
Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sana…
Av. Hayri Balta, 18.2.2009
ATATÜRK TOPLUMU DERNEĞİ
Beyaz Saray önünde
AKP protestosu
ELÇÎN POYRAZLAR
WASHİNGTON – Washington’da Amerika Atatürk Toplumu Derneği tarafından düzenlenen gösteride AKP’nin politikaları protesto edildi.
Beyaz Saray önünde toplanan göstericiler, AKP’nin Türkiye’de “teokratik baskıcı” bir yönetim getirme çabalarına karşı çıkarak, bağımsız medya, laiklik, yargının bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğünü savundu.
Dernek adına konuşan Ata Yavalar, hükümetin Fethullah Gülen ile birlikte Türkiye’yi “gerici bir İslami devlete” dönüştürmeye çalıştığını belirterek, Atatürk’ün devrimlerini savunan kişilerin “hapislerde çürüdüklerini” ifade etti.
Göstericiler “Van Minüt. Türkiye’de yargıya ne oldu?”, “İkinci bir İran’a hayır. Gülen=Humeyni”, “Türkiye ılımlı İslam ülkesi değil”, “Türkiye’de demok- rasi kuşatma altında” gibi pankartlar taşıdılar. (Cumhuriyet gazetesi, 18.2.2009)
Sayın hayrı bey ,
(Ali’nin Kılıcı Çatal Çataldır.Her Çatalından Kan Damlamaktadır yazısı için…)
Hakikat ve bilgi dolu her güzel yazınızı zevkle okuyorum, mutlu oluyorum ve çok şeyler öğreniyorum.
Sızın gibi düşünmek çok güzel bir şey. Kalbiniz heyecan ve insanlık dolu. Ne mutlu size.
Tabiata inanmak ve sevmek, en güzel inanç…
Organize edilmiş ve edilen tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile insanların birbirlerini nasıl öldürdüklerini her gün okuyoruz. Ne acı bir şey ki, küçük yaştan beri beyinleri yıkanmış bu insanlar hakikati göremiyorlar.
Saygılar
Hüdai Yavalar, usa, 2.9.2006
X
X
Sayın hayrı bey,
(Emre Kongar’a yazılan yazı için…)
Çok güzel yazmışsınız , bu kimseler , gölgelerinden korkan insanlardır. Değer varmayın. Kendilerini bende tanıyorum . Şutu ne ki kaymağı ne olsun. Beyinler , İslam emperyalizmi ile yıkanmış kimseler.
Size ve ailenize sağlıklı günler ,
Bir şeye ihtiyacınız varsa lütfen yazınız.
Hudai Yavalar, 13.9.2006
X
Sayın hayrı balta ,
(Ağıt Töreni başlıklı yazım için…)
Yazınızda ” emperyalist’lere kabahat bularak” Türkiye’nin bu hale geldiğinden bahsediyorsunuz. Her memleketin menfaatleri olabilir. Fakat kabahatli arıyorsak ,azız nesın’ın söylediği gibi : ” aynaya bak ,aynan yoksa durgun suya bak “. Zayıf toplumlar, her şeyde kabahat ararlar, daima ağlarlar.
Sıhhatli günlere
Hudaı ,169.2006
X
Hayrı bey,
(Atatürk’e Teşekkürler/Recep Tayyip’e de Teşekkürler yazım için…)
Niye ” Başbakanımız” diye el Tayyıp’e hitap adıyorsunuz ?
Aydınlık günlere
Hudaı, 21.2006:
X
Sayın hayrı bey,
(bütün okuyucularıma duyuru/göstersin yanlışı alsın ödülü yazım için…)
Biz sızı olduğunuz gibi savıyoruz ve taktır adıyoruz.
Ufak hatalara dikkat bile edemiyoruz.
Ailenize,sevdiklerinize ve size mutlu günler.
Hudaı,13.12.2006
X
Sayın hayrı bey,
Gönülden çok geçmiş olsun , yazılarınızı ınternette görmeyince, içime bir üzüntü düşmüştü . Duymak istemiyordum . Bu güzel insanı hasta görmek istemiyordum. Çünkü bizler artık miladımızı dolduruyorduk. Nüfus kağıdımızın yaprakları sararmıştı. Bu tabiat kanunu . . Sizlere bir yardımım olabilirse lütfen yazınız. Her zaman sızı taktır eden ve seven bir kışı olarak, geçmiş olsun
hudaı yavalar, 8.12.2006
X
SEVGILI BILGE
Rıza Karaca kardeşimizin yanlış anlama veya yanlış yorumlama tespitlerine katılıyorum.
Yalnız bu tespitler her gün birlikte olduğumuz ve kendilerini Hazreti Ali, Hacı Bektaş (Kur’an, Peygamber, Hac, Kabe) kısacası İslam ile özdeşleştiren, İslam’ı inkar etmeyen Alevi kardeşlerimizle görüşürken de yanlış olduğunu kabul ediyoruz.
Mezheplerin içinde tarikatlarda nasıl DERGAH’LAR varsa burada ibadet olarak kendilerine göre her ne yapılıyor ise İslam’a uygun veya değil CEM EVLERI de benzer bir konumdadır.
Mevlana, Taptuk Emre, Nakşibendi, Özbekler Tekkesi ve yüzlercesi Cem evleri örneği olarak görülebilir.
Camilerin tüm İslam toplumunun kabul ettiği bir standardı, belli kuralları vardır.
İslam’da tüm İslam toplumu için mabet / ibadet yeri Camidir (mescit secde edilen yerdir)
Hiç bir mezhep, 4 mezhebin dışında olan Şiilik’te de ibadet yeri camidir.
Elbette Müslüman için ibadet her yerde yerine getirilebilir bir disiplindir.
Nasıl tüm Hıristiyanlar için KILISE bir mabet ise kendini İslam dini ile özdeşleştirenler için de Cami ayni şeydir.
Cem evinde ilkeli, disiplinli topluluğun camideki gibi tümünü kapsayan (kilisedeki gibi) geleneksel olmuş bir ibadet şekli yoktur.
Birileri törene katılır, çoğunluk seyreder
Kabe’de birlikte olduğum Alevi kardeşler benimle ayni şekilde ibadetlerini yaptılar. Aramızda hiçbir ayrı gayrilik yoktu
Sizin sözünü ettiğiniz Alevilik üzerine dernek temsilcileri ile de görüştüm
İslam’ın dışında gösterilmelerini kabul edeni bulamadım
SAYGILARIMLA
ZEKI KENTEL, 2.9.2006
X
ALEVİLER LAİK Mİ?
Yıllardır Alevilerin hep laik olduğu söylenir. Oysa Alevîler daha laikliğin ne olduğunu bile bilmiyor.
Laik denildiği gibi ne devleti ne de milleti kapsar. Laiklik ancak bireyi kapsar. Bir devlet kendi başına laik olamaz. Ancak bireyler laik olabilir. Laik olmayan bireylerin oluşturduğu devlet adı ne olursa olsun laik olamaz.
Laiklik ne millet ne din ne de mezhep tanır. Laiklik bu sürü topluluklarını yok edip yerlerine düşünen bireyleri koyar. Laiklik bireyin aklını kullandığı sürece vardır. Aklını kullanmayanlar sürü (mezhep, din, vb.) oluşturarak laik olamazlar. Laiklik sürüye düşmandır. Sürü demek düşünmeyenlerin birkaç açıkgözün peşinden koşmasıdır. Bu yüzden laiklik Aleviliği yok saydığı gibi Alevi gibi mezheplerin de düşmanıdır. Birey olamayan, düşünemeyen, bilgilenmeyen, kendi çıkarları peşinde koşanlar laikliğin dışında kalmaktadırlar. Laikliğin amacı bireylerden bir toplum yaratmaktadır. Oysa Alevilik sürülerin oluşturduğu bir çıkar pazarıdır. Alevilerin laiklikle yakından uzaktan alakası yoktur. Alevilikle laiklik zıt şeylerdir. Biri inançtır yalanlara (hayallere, uydurmalara, kandırmacılara) dayanır, bir de gerçeğe (bilime, düşünmeye, bilgilenmeye) dayanır.
Laiklik, hiçbir inancı tanımaz, Aleviler inancı benimser.
Laiklik, bireyi tanır, Aleviler topluluk (sürü) olma peşindedir.
Laiklik, tanrı, peygamber, halife, cennet-cehennem tanımaz, Aleviler bunlara tapar.
Laiklik, bireydir, Aleviler bireycidir.
Laiklik, akla dayanır, Alevilik inanca.
Kısacası nereden bakarsak bakalım Alevililik laiklik düşmanlığıdır. Bunun tersinin gösterilmesinin nedeni laikliğin yanlış tarifinden kaynaklanmaktadır.
Laiklik din’le (yalanla, sömürüyle, karanlıkla, vb.) savaşımı gerektirir. Oysa Aleviler dinlere karşı durmak bir yanda dursun dinle özdeşleşme yoluna gitmektedirler. (Aleviler; asıl Müslümanlar bizleriz.) Oysa Aleviler yıllarca İslam dininin şiddetine katliamlarına maruz kalmışlardır. Aleviler dinle savaşacaklarına iyice dinleşme yoluna gitmektedirler.
Gelenekler en büyük din’dir. Alevilerin çabası da gelenekleri yaşatmaktır. Laiklik değişim demek olduğu halde Aleviler değişmeyen gelenekleri yaşatma yolundadırlar. Hala cem adı altında ibadet yapıp bilgisiz-cahil dedelerin ellerini öpmekte onlara hürmet etmektedirler.
Alevilik ister aleve tapanlardan gelsin ister Alicilikten gelsin bugünkü anlamıyla tam olarak laiklik dışıdır. Laik olmak şurada dursun laikliğin öngördüğü değişimlere karşı direnmektedirler.
Aleviler arasından çıkan bireyleri sevgiyle kucakladığımı bilsinler. Onlar için söylemek istediğim bir şeyler var. İnsanımsılar yalnızlıktan korkar. Onun içindir ki bir sürüye veya topluluğa girmeye ve oradan ayrılmamaya çalışırlar. Oysa yalnızlık korkusu bilgisizlikten düşünememekten kaynaklanmaktadır. İnsanın en büyük onuru yalnız kalabilmesinde yatmaktadır. Yalnız olan insan aslında düşünce ile birlikte bir toplumun üyesidir. Yani nicelik olarak yalnız kalına bilinir ama nitelik olarak asla yalnız değillerdir. Düşünen insanlar birbirinden ayrı olsalar da düşüne ile bir aradadırlar.
http://tanselsemir.blogspot.com/TANSEL SEMİR,2.9.2006
x
Sayın Hayrı Balta ,
Sizlere geçmiş olsun , bir yardımım olabilirse lütfen yazınız , çok memnun olurum. Sızın ıhın ne yapabilirim
Sızı seven ,anlayan ve taktır eden hakiki bir dost
Aydın insan, 4.6.207
X
Sayın Balta,
Yeni yılınız sağlıklı, neselı gecmesı dılegıyle.
Uzun zamandar berı haberlesemedık. Nasılsınız ?
Gunlerı kovalıyoruz. Sıkayet yok .
Bana gondercegınız e – maıllerde , aydin_ insan’in onune Hudai Yavalar yazmassanis cok memnun olurum.
Sizden baska o ismi kimse bilmiyor.
Cok tesekkurler ederim.
Mutlu gunlere
Aydin _ Insan
X
Değerli Dostum,
Yeni yılımı kutlamana memnun oldum.
Ben de sizin yeni yılınız için mutlu olsun derim.
İsteğinizi yerine getirdim.
Şimdi kal sağlıcakla,
Benden size saygılar, sevgiler kucaklar dolusu kucakla…
Hayri Balta, 5.1.2008
X
Çok taktır ve sevdiğim değerli dostum,
Size çok teşekkür adarım.
Yazılarınızı her zaman bilgi köseme aktararak okuyorum.
Sizler ıhın bir şey yapabilirsem çok memnun kalırım.
Bir dostunuz olarak lütfen yazınız.
Saygı ve sevgilerimle
Aydın insan, 6.1.2008
X
SAYIN HAYRI BEY,
Bilgi dolu yazılarınızı okuyor ve haznemde tutuyorum. Sayenizde çok bilgiler edindim ve ediniyorum.Sizlere çok teşekkür ederim.Kasım ayında Ankara’ya geleceğim. Sizi görmek isterim .
Aydınlık günlere,
Aydın İnsan, 24.8.2008
x
Aydın Dostum,
Önce sevgi sundum.
Hele gelince bana uğrayacak olmana
Sevinip durdum.
Aşağıdaki “Pentegon Yalanı” başlıklı gözünüzden kaçmış olabilir diye yeniden gönderiyorum.
Çünkü ADD’nin tarihi hakkındaki bu yazımın
İlgini çekeceğini umuyorum…
Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler, saygılar sana..
Hayri Balta, 25.8.2008
X
Aydın Dostum,
Önce saygı, sevgi sundum.
Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberi gönderiyorum.
Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sana…
Av. Hayri Balta, 18.2.2009
ATATÜRK TOPLUMU DERNEĞİ
Beyaz Saray önünde
AKP protestosu
ELÇÎN POYRAZLAR
WASHİNGTON – Washington’da Amerika Atatürk Toplumu Derneği tarafından düzenlenen gösteride AKP’nin politikaları protesto edildi.
Beyaz Saray önünde toplanan göstericiler, AKP’nin Türkiye’de “teokratik baskıcı” bir yönetim getirme çabalarına karşı çıkarak, bağımsız medya, laiklik, yargının bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğünü savundu.
Dernek adına konuşan Ata Yavalar, hükümetin Fethullah Gülen ile birlikte Türkiye’yi “gerici bir İslami devlete” dönüştürmeye çalıştığını belirterek, Atatürk’ün devrimlerini savunan kişilerin “hapislerde çürüdüklerini” ifade etti.
Göstericiler “Van Minüt. Türkiye’de yargıya ne oldu?”, “İkinci bir İran’a hayır. Gülen=Humeyni”, “Türkiye ılımlı İslam ülkesi değil”, “Türkiye’de demokrasi kuşatma altında” gibi pankartlar taşıdılar. (Cumhuriyet gazetesi, 18.2.2009)
X
8.
Ayhan ONAY
Merhabalar Hayri bey
Yazilarinizi ilgi ile okuyorum.
Ister Arapca ister Turkce olsun ayni seyi tekrarlamanin ne anlami var ? Hele ki gunde 5 defa !!
3 yasindaki torunuma bile “oyuncaklarini topla” yi 2 defa dedigimde
‘Tamam toplarim, ben aptal degilim’ diyor !
Ayrica Incil’de boyle bir yazi var.
Matta Bölüm 6:5
“Dua ettiğiniz zaman ikiyüzlüler gibi olmayın. Onlar, herkes kendilerini görsün diye havralarda ve caddelerin köşe başlarında dikilip dua etmekten zevk alırlar. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır.
6 Ama siz dua edeceğiniz zaman iç odanıza çekilip kapıyı örtün ve gizlide olan Babanız’a dua edin. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir.
7 Dua ettiğinizde, putperestler gibi boş sözler tekrarlayıp durmayın. Onlar söz kalabalığıyla seslerini duyurabileceklerini sanırlar.
8 Siz onlara benzemeyin! Çünkü Babanız nelere gereksinmeniz olduğunu siz daha O’ndan dilemeden önce bilir.
9 “Bunun için siz şöyle dua edin: ‘Göklerdeki Babamız, Adın kutsal kılınsın.
10 Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun.
11 Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver.
12 Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, Sen de bizim suçlarımızı bağışla.
13 Ayartılmamıza izin verme. Bizi kötü olandan kurtar. Çünkü egemenlik, güç ve yücelik Sonsuzlara dek senindir! Amin’.
14 “Başkalarının suçlarını bağışlarsanız, göksel Babanız da sizin suçlarınızı bağışlar.
15 Ama siz başkalarının suçlarını bağışlamazsanız, Babanız da sizin suçlarınızı bağışlamaz.”
16 “Oruç* tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara belli etmek için kendilerine perişan bir görünüm verirler. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır.
17Siz oruç tuttuğunuz zaman, başınıza yağ sürüp yüzünüzü yıkayın.
18Öyle ki, insanlara değil, gizlide olan Babanız’a oruçlu görünesiniz. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir.”
19″Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalarlar.
20Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar.
21Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacaktır.
22″Bedenin ışığı gözdür. Gözünüz sağlamsa, bütün bedeniniz aydınlık olur.
23Gözünüz bozuksa, bütün bedeniniz karanlık olur. Buna göre, içinizdeki ‘ışık’ karanlıksa, ne korkunçtur o karanlık!
24″Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem de paraya kulluk edemezsiniz.”
25″Bu nedenle size şunu söylüyorum: ‘Ne yiyip ne içeceğiz?’ diye canınız için, ‘Ne giyeceğiz?’ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi?
26Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz?
27Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir?
28Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler.
29Ama size şunu söyleyeyim, bütün görkemine karşın Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi.
30Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı’nın sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey kıt imanlılar?
31″Öyleyse, ‘Ne yiyeceğiz?’ ‘Ne içeceğiz?’ ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diyerek kaygılanmayın.
32Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel Babanız bütün bunlara gereksinmeniz olduğunu bilir.
33Siz öncelikle O’nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir.
34O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.”
Saygilar.
Ayhan Onay
BIR EZAN HIKAYESI
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…
Türkçe tapınma,
Namazda okuduğunu anlama,
Aydınlanma verir insana…
Amaç insanların aydınlatılmamasıdır.
Bu nedenle gazeteciliğe başlayan,
Ta başından korkutulur.
Aman din konusunu karıştırma,
Yoksa iş açarsın gazetenin başına..
Böylece görevi halkı aydınlatmak olan gazeteci
Din konusunu görür öcü gibi…
Yavaş yavaş olsa da girilmeli bu konuya.
“Uyarmazsan uyanacak gibi değil,
1400 yıldır uykuda hala…”
(Fazıl Hüsnü Dağlarca)
Bu nedenle kutlarım seni.
Demek ki Türkçe meselesi,
Sürmekte Osmanlı’dan beri…
Teşekkür ediyorum,
Seni kutluyorum…
Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 30.1.2015
From: fev27
Sent: Friday, January 30, 2015 12:54 AM
To: hayri@tabularatalanayalanabalta.com
Subject: Bilgi için… BIR EZAN HIKAYESI
AYHAN ONAY
Iyi insanlar her zaman iftiraya ugrar ama umursamaz, cunku kalpleri temizdir.
Komunistlik dogru uygulandiginda en iyi yonetim sistemidir. Komunistlik layiklik gibidir ibadetine karismaz, ibadetde zorlama ve propaganda yoksa.
Ben sahsen Komunistligi organize dinlere tercih ederim.
Saygilar.
Ayhan Onay
EFTEN PÜFTEN İFTİRALAR
Şimdi siz benim, şu başıma gelene bakın…
Bir arkadaş Gaziantep Sanat Edebiyat Derneğinde (GASED) bir kitabımı (SIRLARIN SIRRI) dağıtıyor.
Gaziantep’ten tanıdığım bir arkadaş bir tane alıyor.
Toplantıda aldığı kitaba dalıyor…
Birden bire mal bulmuş mağribi gibi bağırıyor:
“Aha, buldum!.. Bu adamın Tanrısız, dinsiz, komünist olduğunu biliyordum. İşte burada da itiraf etmiş…”
Sonra da “buldum” dediği cümleyi okumuş:
Hazreti Ali’nin aşağıdaki sözleri dikkatini çekmiş:
“Ben gözümle görmediğim Allah’a inanmam!..”
Hz. Ali “Tanrı yok!..” demiyor bir kere…
Diyor ki ben inandığım Tanrı’yı görürüm gözümle…
Bu sözlerden Hz. Ali’nin Allah’a inanmadığı nasıl çıkarılabilir?
Buna mantıkta çarpıtma denir.
Bu gerçeği Kuran şöyle bildirir:
“… Nerede olursanız olun O (Tanrı) sizinle birliktedir…” (K. 57/4)
Kaldı ki İslam tasavvufunda
Tanrı’yı görmemek küfürdür.
Tanrı’yı görmeden onun varlığı hakkında nasıl tanıklık edilir?”
(Bakınız: Tasavvuf. Kısa Bir Giriş.İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
Kaldı ki ben kitabımın kapağında Tanrı’nın varlığına ilişkin kutsal kitaplardan kanıtlar göstermişim.
İncil’den, Tevrat’tan, Kuran’dan örnekler vermişim:
İşte Tanrı’nın varlığının Kutsal Kitaplardaki örneği:
TEVRAT, DOĞRULUK kavramına Rab der.
“RAB doğruluğumuzdur” (İbranice “Yahve sidkenu”. Tevrat. Yeremya. 23:6 ve 33/16)
İNCİL SEVGİ kavramını Tanrı olarak kabul eder.
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)
KURAN da, HAK kavramına, Tanrı’nın ta kendisidir der:
“Bu böyle. Çünkü Tanrı, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Tanrı yücedir, büyüktür.” (K. 22/62. Yine Bkz. 24/25)
İşte dostlar ben böyle eften püften iftiralara uğradım.
Öylesine eften püften iftiralar ki hayretle bakıp kaldım….
Bana bu eften püften iftirayı yapanı sordum soruşturdum.
Kendisinin hem namaz kıldığını; hem de zina yaptığını,
Bir de zina yaptığı kadının dostu tarafından bir güzel soyulduğunu duydum.
Yok, Tanrısızmışım da,
Yok, dinsizmişim de,
Yok, komünistmişim de…
Bire cahil!. Bunlar kalmadı mı geçmişte…
Görünme, görünme…
Görünme gözüme…
Yer kalmadı sana şu yaşlı gönlümde…
Bu eften püften iftiralar,
Beni değil de atanı yaralar…
Yakışır mı sana;
Aydınım, şairim diye gezersin Gaziantep sokaklarında,
Yazık değil mi Gaziantep’imin o güzelim kaldırımlarına…
+
Tanrı’m bunlara bırakma dinini, sen koru…
Bir zina karın dinini koruması olur mu?
Av. Hayri Balta, 29.6.2012
X
Sayın Ayhan Onay
Sevgimizin devamlı olduğunu say…
Çoktandır haber alamıyordum.
Gerçekten merak ediyordum…
Ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin.
Umarım bundan sonra sesini soluğunu kesmezsin…
Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 1.2.2015
X
9.
Okan KONURALP
İNSANLARI DİNE, DİLE GÖRE AYRIŞTIRMAYIN
1 Şubat 2007
Okan KONURALP / ANKARA
Hrant Dink cinayeti sonrasında tartışmaları değerlendiren Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu “Bu ölüm bizim için mahcubiyet vericidir” dedi. Bardakoğlu, insanları dinlerine, dillerine göre suçlamanın yanlış olduğunu söyledi.
DİYANET İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Hrant Dink’in öldürülmesi sonrası başlayan tartışmaları ve tribünlere kadar yansıyan gerilimi değerlendirdi. Bardakoğlu, “Bu toplumda vatanı, dini, bayrağı, Cumhuriyeti, Atatürk’ü sevmek herkesin hakkıdır. Dine, vatana, bayrağa sahip çıkma konusunda inhisarcı, tekelci yaklaşımlardan, bunlardan kaynaklanan ayrışmalardan kaçınmalıyız” dedi. Bardakoğlu, şu görüşleri dile getirdi:
Türkiye’de huzurun, güvenin sağlanması, birliğin ve beraberliğin korunabilmesi için özgürlükler ile ötekine saygı noktasında ortak bir kanaatin oluşması gerekir. Dindarlığımız, hoyrat, kaba, şiddet içeren, dışlayan, gerilim üreten bir dindarlığa dönüşmemeli. Tribünlere kadar yansıyan ve şiddet, ayrım, gerilim içeren yaklaşımların, bundan önemlisi de insanın iç dünyasındaki tansiyonun düşmesi gerekiyor. Aslında slogandan daha önemli olan insanları o söze, o slogana, tavıra sevk eden iç dünyalarındaki kavganın sona ermesi ve iç huzuru bulmaları.
YANLIŞ YAKLAŞIM
İnsanları, ırkları, cinsiyetleri, etnik kökenlerine göre suçlamak, ayrıştırmak fevkalade yanlıştır. İnsanların, kültürleri, şehirleri, okuduğu okullar, dindarlık dereceleri, dinleri ve dilleri, cinsiyetlerine göre ayrıştırılması, toptan suçlanması birliğimizin ve dirliğimizin temelden yok edilmesi anlamına gelir.
ÖZGÜRCE YAŞAYALIM
Türk aydını, iyi bir düşünür, hümanist bir yazar, bu toprağın evladı Hrant Dink’in öldürülmüş olması bizim için mahcubiyet sebebidir. Bu cinayet, geleneğimizi gölgeleme teşebbüsüdür. Bir insanın, herhangi bir tekelci sahiplenme nedeniyle, böyle cinayetlere kalkışması bizim için son derece mahcup edici, bizim iğneyle kuyu kazarak aldığımız mesafeleri gölgeleyici olmuştur. Biz Türkiye’de inancı dili, dini, rengi ne olursa olsun herkesin özgürce, onurlu bir insan olarak, barış içerisinde yaşamasından yanayız. Cenazeye binlerce insanın katılıp Türkiye’deki birlik ve beraberliğe vurgu yapması bana göre olumlu.
X
10X
“AYDINLARA MEKTUPLAR”
BİR ADI DA
“DİPSİZ KUYUYA ATILAN TAŞLAR”
Kör kuyuya atılan taşlar ses verdi de,
Aydınlara yazılan yazılar ses vermedi…
+
9.7.1963
Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye,
Aşağıdaki satırlar, Almanya’da işçi olarak çalışan kardeşim Hasan Balta’ya yazdığım 8. mektubun 11. ve 12. bölümleridir:
- Son verirken mektubuma, bir de düşünce yolu açayım sana. Milliyet gazetesi yazarlarından Çetin Altan, geçen günkü yazısında: “Tanrı’yı, insanların yaratmış olduğunu yazıyordu. Hemen şuracıkta düşüncemi belirtmiş olayım ki, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile uğraşanlar en gereksiz işle uğraşmış olurlar. Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile ilgilenerek bu soruna çakılıp kalmak tinsel sayrılara özgüdür.
Burada söz konusu ettiğim : Geleneksel şekilde bilinen; yani, insandan ayrı, acunu bir başkan gibi yöneten kendi başına buyruk, her işe karıştığı sanılan bir Tanrı’dır.
Çetin Altan’ın bu yazısı; bizim Yeni İstiklâlcileri kızdırdı da kızdırdı… Başladılar Başladılar Tanrı’nın varlığına ilişkin, sözde, bilimsel belgeler yayınlamaya… Öyle ki: Nemrut ile İbrahim Peygamberin tartışmalarını bile, işe yarar bir belge gibi, sürdüler öne. Bu tartışma Kuran-ın 2/258 tümcesinde geçer: “İbrahim ile Allah’ın kendisine mülk verdiği kimsenin (Nemrut) Rabbi hakkında mücadelesini haber almadın mı? “Rabbim diriltir ve öldürür.” Dediğinde o, “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. İbrahim : “Allah güneşi doğudan doğdurursan onu batıdan doğdur” dedi. Ve kâfir şaşırıp kaldı…”
Bu sav karşısında Nemrut, söyleyecek söz bulamıyor. O keskin zekâlı sayılan Nemrut ne diyeceğini şaşırıyor. Mantığı işlemez oluyor. Kafası çalışmaz oluyor zavallı Nemrut’’un… Nemrut’un kafasının çalışmayıp aciz kalmasından bizimkiler kedilerine övünme payı çıkarıyorlar. Bir tartışmada sıkıştılar mı: “Haydi bakalım, muktedirsen, güneşi batıdan doğdur!” diyerek bilimsel tartışmanın önüne set çekiyorlar. Bu yüzden de Tanrı sorununa yanıt bulduklarını sanıyorlar.
Oysa dangalak Nemrut, şu denli bir zeka kıvraklığı gösterseydi; şapşallaşıp çuvallamasaydı bu sorun çözülmüş olurdu. Bu savına güvenerek tartışma yaratanların sesi kesilirdi. Örneğin: İbrahim Peygamber kendisine: “Eğer gücün varsa, güneşi batıdan doğdur da görelim!” dediğinde İbrahim Peygambere: “Yanılıyorsun ya İbrahim; o güneşi doğudan doğduran benim. Eğer senin Allah’ın muktedirse benim doğudan doğdurduğum güneşi batıdan doğdursun da görelim!” deseydi İbrahim Peygamberin ne deyeceği doğrusu görülmeye değerdi. Eğer böylesine bir soru yöneltseydi İbrahim’e; böylesine dayanaksız bir sav ileri sürdüğünden ötürü kıpkırmızı olacaktı belki de…
Bütün suç Nemrut’ta. Ulan Tanrıyım diyor musun be adam güneşi doğduran da benim doğudan desene. Aksini; kim, nasıl yapacak? Doğrusu çok merak ediyorum İbrahim’in bu sav karşısında ne diyecekti? Allah’ı varlığını gösterecek mi idi Nemrut’a…
Sevgili kardeşim, görüyorsun İbrahim Peygamberin tutağı (tezi) ne denli çürük. Ey İbrahim, böylesine kolayca çürütülmeyecek bir savla ortaya çıkarak insanların aklını çelmek kolay…
Ey İbrahim, unutma ki; senin yolundan gidenlerin ve soyundan gelenlerin insanlığı iyi yola sokmak hırslarıdır ki, birbirlerini sevmekle yükümlü insanları birbirlerine kırdırıp geçirdi. Bütün bu din için cana kıymalar hırsınızın aşırılığı yüzündendir: İnsanların mutluluğu istemek hırsı… (11.9.2001. Bitmedi. Sürecek…)
Kaldığımız yerden sürdürüyoruz:
Şimdi aynı hırsa komünistler düşmüş: Acundaki (dünyadaki) insanların mutluluğunu istemek hırsı. Zorla düzelteceğiz acunu diyorlar. Kaçmak isteyenleri Berlin’den, başlıyorlar öldürmeye… Kızından, oğlundan, yaşlısından, gencinden… Gerekçe: İnsanların mutluluğu…
İşte bu hırstır ki tiksindiriyor insanları birbirinden, bu hırs yüzünden; geçmişte ve gelecekteki olaylardır ki insanı tiksindiriyor insanlıktan…
Bu hırstır ki, düşünce özgürlüğünün köküne kibrit suyu sıkıyor… Düşünce özgürlüğünden eser kalmıyor ortada… Ne oluyorsa insanların özgürlüğüne, mutluluğuna oluyor…
- Keskin kardeşim, başka konularda da düşüncelerimi söylemek isterdim. Ama, hem zamanım yok hem de düşüncelerimin üstünde toplumun , toplumdaki densizlerle ilkellerin baskısı var… Üstelik geçim ve zaman darlığı da çekmekteyim.
Düşüncelerim bu engellerle karşılaşıyor. Düşüncelerim yüzünden acı çekiyorum. Düşüncelerim; ileri görüşsüz, sorumsuz yöneticilerin robotçasına oyuncağı, polislerin kuşkulu, tiksindirici bakışları ile de çatışmaktadır.
Hem düşünecek misin, okuyacak mısın, yazacak mısın; yoksa, ekmek parası mı kazanacaksın?.. Hele her işten dönüşümde: “Ne aldın baba! Ne aldın baba!” diye ellerime, ceplerime , gözlerime bakan; Elçin’le, Gülçin’le, Elgin’le, eşimle karşılaşınca; yazmak da, okumak da, düşünmek de kalıyor geriye, istemeye istemeye…
Şimdilik ekmek parası kazanacaksın, o da zoru zoruna… Gelirim, giderimi karşılamıyor dedin mi, oluyorsun vatan haini… Borç-harç ederek; giymelisin, yemelisin, gülmelisin… Olduğundan başka görünerek açık yan vermemelisin. Üstelik bir de: “Allah, devlete-millete zeval vermesin!” demelisin ki vatan haini olmayasın…
Ama gelirin giderini karşılamıyormuş, borç alma kaynakların kurumuşmuş, tis kazanına düşmüş sıçana dönmüşsün, sıçrayıp sıçrayıp çıkamıyormuşsun, her çıkışta ayağın kayıp kazanın dibinde alıyormuşsun soluğu…
Ömrün bu çaba içinde geçiyormuş. Seninle birlikte: onurun da, gururun da, mutluluğun da kazanın dibine düşüyormuş… Onun da kolay bir yanıtı var: “Kaderinmiş oğlum kaderin!”
Keskin kardeşim, yılma yok!.. Tis kazanının içine düşmüş sıçan gibi çabalayacaksın. Başka yolu yok bunun. Çıkacaksın kazanın kenarına doğru, tam dışarı atlayacakken, ayağın kayacak hoop! Aşağıda alacaksın soluğu… (Bitmedi, sürecek…
Hiç düşünmeden yine çaba göstereceksin yukarı çıkmak için… Tırnakların gıcırdayacak, kalaylı tis kazanının kalaylı bakırında, tırnakların bir türlü tutunamayacak, tutunacak yer arayacak… Taa ki evin hanımı ya da bir başkası yan yatırarak devirecek kazanı bilmeden… İşte o zaman kurtuluş var… Yoksa, inip inip çıkacaksın hiç düşünmeden ölünceye değin…
Ne yapalım dayanacağız. Evde, en büyüğü beş yaşında üç çocuk var… Midemizden asılmışız asılmasına ama; yine de, bu zaman ve geçim darlığı içinde, gerekçeli (Beraat kağıtlı-meşru yol…) olarak gelir kaynaklarını artırma çabası göstereceksin. Bu arada da, yine, gerekçeli olarak, düşüneceksin, yazacaksın, okuyacaksın ve kendini geliştirip olgunlaştıracaksın… Yılma, yenilme yok Aydınlar yenilmez…
Amerikan Hastanesi Saymanı
Aydın Yener (Hayri Balta), 9.7.1963
+
Eki: Çetin Altan’ın; 22.5.1963 tarihli Vatan gazetesinden, “Kim Demiş ki Köylü Yobazdır” başlıklı yazısı
x
Gaziantep, 24.4.1969
Hayrettin ERSÖZ,
Gaziantep Valisi,
Halen CHP’de kâtip olarak çalışıyorum. Ayda 500 lira geçecek elime. Dört çocuklu ve evimin aylık kirasının 250 lira olduğunu söylersem ne durumda olduğumu anlarsınız.
- Şubeye mensup sivil polisler İl Yönetim Kurulu üyelerimizden İbrahim Hortoğlu’na; 23 Nisan Çocuk Bayramında, Kapalı spor salonunda yapılan eğlence gecesinde: “Niçin partide çalıştırıldığımı, benim gibi bir adamın böyle bir yere sokulmaması gerektiğini, geçimim için ihtiyacım olan parayı ise Moskova’dan aldığımı…” söylemişler…
Aynı şekilde, Amerikan Hastanesinden ayrılarak Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalıştığım günlerde de baskı yapılmıştı işten atılmam için…İbrahim Hortoğlu, kendilerine gereken yanıtı vermiş… “Moskova’dan para almama…” gelince: Artık bu kadar da dayanaksız konuşulmaz…
Ne Moskova’dan parası sayın valim; yiyecek ekmeği, yakacak odunu, ev sahibine verecek parayı bulamıyorum. Bakkala, kasa ve ekmekçiye nasıl para vereceğimi düşünüyorum kara kara… Eğer birikmiş bonomun faizi de olmasaydı elektriklerim kesilecekti bu ay…
Sinema gişesinde bilet satmaya razı olurum, çalıştırılmamam için baskı yaparlar. Ayda 50-60 liraya gazeteciliğe razı olurum, yazdırmazlar. Bu baskı ve önlemeler resmî ve gayrî resmi kanalardan yapılmaktadır.
Sizden isteğim: Sizin emrinizde bulunan 1. Şubeye mensup polisler, hiç olmazsa, durup dururken yapmasınlar bu baskıyı… Eğer bir bildikleri varsa, tertibe tenezzül etmeden, yakamdan tutarak yargıya teslim etsinler beni… Halen Millî Emniyette çalışan Mehmet Baykal, ilk tertipçi olmakla ün kazanmıştır.Yani ben aç kalırsam bu polislerin eline ne geçecek acaba? Görevleri beni, bana duyurmadan, izlemek mi; yoksa, işverenlerime baskı yaparak işime son verdirmek mi?..
Amacım sizi rahatsız etmek değildir. 1. Şube Polislerinin bu baskısını duymamış olsaydım, sizi rahatsız etmeyecektim…
Küstahlık sayılabilecek bu mektubum için özür diler, saygılarımı sunarım.
Hayri Balta, Gaziantep, 24.4.1969
+
NOT: Münasip görürseniz Lütfü Söylemez de okusun bu mektubu…
Açıklama: (Lütfü Söylemez, o zaman beni işten attıran AP’nin Gaziantep Milletvekili idi ve olaylardan haberi vardı ve beni işime iade etmek için çalışacaktı…)
x
9.3.1991
Sayın Öğreticim
Prof. Dr. İlhan Arsel,…
Mektubuma son verirken bazı konularda görüşlerimi açıklamak istiyorum. Düşüncelerimi açıklamaya Mesih İnanlılarla yaptığım bir konuşma ile başlayacağım.
İstanbul’a kitap almak için girdiğim bir kitapçının sahibi Mesih İnanlısı çıktı. İçerde birkaç Mesih İnanlısı daha vardı. Kitapları gözden geçirirken benimle ilgilendiler ve konuşma çemberine beni de aldılar. Konuşmalarımız sırasında “Ebedî yaşam”a inanıp inanmadığımı ve Cennet-Cehennem hakkında ne düşündüğümü sordular… Bu arada “Peygamberlerin günahsız kişiler” olduğunu ileri sürdüler… Gerçek saygım nedeniyle doğru olanı inandığım gibi söyleme alışkanlığında olduğum için konuşmama Neyzen Tevfik’in şu şiiri ile başladım:
”Gözün hâlâ mı cennette, hur-i gılmanda,
Göremezsin cennet yüzü sen, gidersen bu kafayla…”
(Bu dize tarafımdan değiştirilmiştir. Çünkü küfür ediyordu…)
Şimdi gelelim Mesih İnanlıların sorularını sırasıyla yanıtlamaya: Önce ebedî yaşam. Ebedi yaşam denince bunların aklına öldükten sonraki cennete yaşayacakları sonsuz yaşam geliyor. Cennette ölmek yok ya…Oysa bu anlayış gerçek dinsel düşünceye aykırı. Demek ki bunlar da okudukları kitabı (İncil’i) anlamıyorlar. Dinsel yaşam ikiye ayrılır. Ebedî yaşam ve ebedî olmayan yaşam. Ölümlü yaşam ölümsüz yaşam. Eğer yaşantımızı olumlu kavramlar, genel doğrular, yüce erdemler doğrultusunda yönlendirirsek “Ölümsüz”leşiriz.
Eğer yaşamımızı olumsuz kavramlar, genel eğriler, aşağılık ilkelere göre yönlendirirsek “ölümlü yaşamı” yeğlemiş oluruz ki İncil’e göre kötü yaşamın (günahın) bedeli ölümdür. Okuyalım: “Çünkü günahın bedeli ölümdür.” (İncil. Romalılara, 6/23).
Kötülüğün karşılığı ölümdür. Bu doğrultuda olmak üzere İncil’de daha yüzlerce tümce vardır. Demek ki olumlu yöndeki yaşamımız bizi ölümsüzleştirir. Olumsuz yöndeki yaşantımız ise bizi ölümlü kılar.
Gelelim Cennet-Cehennem konusuna. Kendilerine şöyle dedim: “Yahu, aklınızı başınıza toplayın. Ne cenneti, ne cehennemi… Hepsi buradadır. Bunlar simgesel kavramlardır. Cennet: Yaptığımız olumlu davranışlardan duyduğumuz vicdan huzurudur. Olumlu edimlerimizin bize sağladığı refah ortamıdır. Cehennem ise bunun tam tersidir. Yaptığımız olumsuz davranışların ruhumuzda yarattığı huzursuzluk ve vicdan azabı cehennem olarak simgelendirilir. Yine tembellik, uyuşukluk sonucu çekilecek yoksulluk ise cehennem ile simgelendirilir…”
Dört kişi idiler. Sözlerim üzerine cin çarpmışa döndüler: “Bunca din adamı; Yahudi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı öldükten sonra gideceğimiz cennetten-cehennemden söz ediyor. Bunlar yalan mı söylüyorlar. Sen bunlardan daha mı iyi biliyorsun bir ilâhiyatçı olmadığın halde…”
Kendilerine: “Söylediğim bu sözler akıllılardan ve ilâhiyatçılardan gizlenmiştir.” dedim. Açtım İncillerini şu tümceyi (âyeti) gösterdim: “Baba, göğün ve yerin Rabbi! Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana şükrederim.” (İncil. Luka, 10/21).
Sonra, dedim: “Cennet de, cehennem de yaşayanlar içindir. Ölülerin cenneti-cehennemi olmaz. İsterseniz açın kitabınızı şu tümceye bakın!” dedim. Çünkü kitapları İncil’de: “Tanrı, ölülerin değil, yaşayanların Tanrısıdır.” (İncil. Matta. 22/32) diye yazıyordu. Bu tümceyi hiç okumadınız mı, hiç düşünmediniz mi bu ne demektir diye… Şaşırıp kaldılar. “Hiç gözümüze çarpmamıştı” dediler.
Şimdi de gelelim “Peygamberlerin günahsız olduğu…” düşüncesine… Bu düşüncenin şampiyonluğunu ise bizimkiler yapmaktalar. Oysa zahmet edip kitaplarına bir baksalar Allah’ı (Sağduyusu) tarafından birçok yerde peygamberlerinin azarlandığını görürler.
Birkaç örnek verelim yeter. Daha çok örnek verirsem tedirgin eder: “Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?” (K. 93/7) “Şaşırmış” da ne yapmış acaba? “Doğru yola eriştirilmeden” önce ne yapıyordu acaba ki; Allah’ı (İçinden gelen ve kendisini yargılayan sağduyusu… Vahiy dedikleri içe doğuş…) tarafından böylesine uyarılmak zorunda kalmış.
Al bir tane daha: “Ey Muhammet! Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur; kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.” (.47/19).
Ve şu tümceye de dikkat: “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.” (K. 48/2).
Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz bu konulara hiç değinmezler. Neden bu konulara değinmezler acaba?
Diğer şeriatçılar ise bu konularda söz bile söyletmezler; hemen tahrik olurlar, adamı Sivas Madımak’taki gibi yakarlar…
Bunlara söz söylemeye gelmez… Çünkü hemen tahrik olurlar… Ama “kâfir” dedikleri laikler ki bunlar aynı zamanda Atatürkçülerdir de liderleri öldürülür, bunları sayıp sıralamaya gerek var mı bilmem, zerrece tahrik olmazlar ve gidip de herhangi birine seslerini bile çıkarmazlar… Kuran’daki İslam Peygamberi ile ilgili tümceleri gördük. Bir de kendisinden önce gelenlerin durumuna bakalım, ki İsa kendisinden öncekiler için hırsız ve haydut diyor: “Benden önce gelenlerin hepsi hırsız ve hayduttu, ama koyunlar onları dilemedi.” (İncil. Yuhanna, 10/8)
Önce İbrahim’in yaptıklarına bir bakalım. Örneğin Tevrat’ın, Tekvin bölümünden öğrendiğimize göre 12/10-20 İbrahim, karısını, “kız kardeşimdir, alabilirsin!” diye Mısır Firavun’’una veriyor. Firavun gerçeği öğrenince kendisini azarlıyor: “Niçin, karını, bu benim kız kardeşimdir, dedin. Ben de onu karı olarak aldım ve şimdi işte karın, al ve git!” diyerek onu azarlayarak kovuyor.
Yine aynı bölümün (Tekvin) 20/1-4’te de anlatılmaktadır ve İbrahim’in bu kez karısını Gerar kralı Abimelek’e gönderdiğini okumaktayız: “…Fakat Allah gece rüyasında Abimelek’e gelip ona dedi: Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır.” dedi. Abimelek de İbrahim’i azarlayarak: “İşte, al karın ve git!” dedi.
Bu tümcelerde İbrahim Peygamberin, “…karısını kız kardeşim…” diyerek krallara verdiğini görüyoruz. İkinci olaydaki “…Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır…” tümcesine dikkatinizi çekerim. Çünkü bir evli adamın karısını almak kötü bir davranış olduğundan en büyük olumsuz eylemlerden sayılır.
Gerçek Din ilminde bu tür işlemleri yapanlara ise “ÖLÜ” denir. “Ölü”ler ise Tanrıdan (Genel doğrular, Evrensel etik ahlak, , yüce erdemler, doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi olumlu kavramlar…) kopar. Bu nedenle “Allah ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır.” (İncil, Matta. 22/23). Denir. Şunu da belirteyim ki her yaşayan insana diri denilmez.
Diri denince: Duyarlılığı nedeniyle sorumluluk duygusu olan ve kötülüğe bağışıklık kazanmamış kişi akla gelirken; ölü renince: Duyarlılığı ve duyarsızlığı nedeniyle sorumluluğunu yerine getirmeyen, kötülüğe bağışıklık kazanan, yaptığı haksız kazançtan ve de başkasının haklarını gasbetmekten zevk duyan kişi akla gelir.
Tanrı (Allah, zat olarak değil öz olarak…), tanımını yaptığım diriler için söz konusudur. Ölüler için dinsel sorumluluk (Tanrıya karşı sorumluluk) söz konusu değildir. Nasıl ki; küçük çocukların, beyinsel özürlü olanların ve de hayvanların Tanrısal sorumluluğu olmadığı gibi…
Ne var ki 40 yılı aşkın bir zamandan ben bu din sırlarını vermeye çalıştığım ve bu nedenle söyleyip yazdığım halde bir kişiyi bile uyaramadım. Yalnız bu dediklerim anlaşılsa ve anahtar olarak alınsa insanlık yeniden doğuşa erer…
Yukarda alıntılayıp anlattığım gibi bir başkasının karısını almanın genel doğrulara aykırı olduğu için en büyük günahlardan sayılarak “ölüm”le simgelendiğini gördük.
Şimdi de İbrahim’i azarlayan Mısır kralı Firavun ile Gerar kralı Abimelek’e karşın peygamberlerden sayılan ve Zebur (Tevrat’ta) adında bir de kutsal kitabı bulunan Davut ne yapmış?.. Herhangi bir yorumda bulunmadan bir de buna bakalım:“…Niçin Rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hitti Üriya’yı kılıçla vurdun, ve karısını kendine karı olarak aldın…” (Tevrat, II.Samuel, 12/9)
Tevrat’taki bu tümcenin önü ve arkası uzun. Olayı kısaca MEYDAN LAROUSSE’ den aktarayım: “GÜZELLİĞİYLE ÜNLÜ YAHUDİ KADIN, Davud’un subayı Üriya’nın karısı (II.Samuel, XII, 1-25), Davud’un sevgilisi oldu. Davud, onunla evlenebilmek için Üriya’yı öldürdü. Bunun üzerine peygamber Natan ona (Davud’a) şöyle dedi:..”
Ne dediğini ben Tevrat’tan aktarayım: “…Natana dedi: Rabbin hakkı için bunu yapan adam ölüm oğludur…” (II.SAMUEL, 12/5). Demek istiyor ki: Sen ölüm oğlusun!..
Bu olayda Davud’un; karısını alabilmek için kocasını öldürmesi genel doğrulara aykırı olduğu için gerçek dinsel niteleme ile günah olarak adlandırılır.
Günah işleyene ise “ölü” denir. (Bakınız: İncil. Rom. 6/23). Burada ayrıca Peygamber Natana’nın Davud’a: “Sen ölüm oğlusun!” demesinin nedeni kötü bir iş yapmış olmasıdır. Demek ki iyi iş yapmış olanlara da “Tanrının oğlu!” deniyor. Yoksa öyle Hıristiyanların anlayıp inandığı şekilde Tanrının oğlu mu olur? Bu anlayış, din ve Tanrı bilgisinin yokluğundandır.
Ben bu bilgileri verirken içerde bulunan dört kişiden üçü beni daha fazla dinlememek için çekilip gittiler. Tahrik odular ama beni dövüp öldürmediler. Bizim şeriatçılar olsa idi bizi tahrik etti diyerek gereğini yaparlardı…
Av. Hayri Balta, 5.10.1993+
(AÇIKLAMA: Siteme yazı girmeyeli neredeyse iki ay oluyor. Bu gecikmenin nedeni: Tam yazılarım gireceğim sırada Hard disk dedikleri çöktü. Bütün e-maillerim, notlarım, yazılarım silindi. Bilgisayarımın onarılması ve kendime gelmem bir ayı geçti… Kaldığımız yerden sürdürüyoruz.)
x
1.5.1995
Sayın
Hikmet Çetinkaya ve Mustafa Ekmekçi,
Cumhuriyet Gazetesi Yazarları,
ANKARA
Önce her ikinize de saygı, sevgi…
Bu mektubu ayrı ayrı yazamadığım için her ikinizden de özür dilerim. Ne var ki her ikinizin de aynI gazetede yazmış olması ve Atatürkçü kişiliğinizi yazılarınızdan ilgi ile izlediğim için bu şekilde yazıyorum. Biraz da sağlık durumum nedeniyle her ikinize birden yazma ve işi bir mektupla halletme zorunluluğu var…
28.3.l990 tarihinde Gaziantep’te BUGÜN gazetesinde günlük yazdığım sıralarda bu konuyu işlemiştim. Bilindiği gibi şeriatçı kesim, Cumhuriyetimizi yıkmak için, yeni düzencilerle, ikinci cumhuriyetçilerle, Irkçı Kürtçülerle, Irkçı Türkçüler el birliği ederek Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalışırken; bir yandan da ona son mesaj verdirerek şeriatçı kesime taraftar toplamaya çalışıyorlar. Örneğin ekte sunduğum “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” ki şudur:
“Bütün dünya Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammet’in gösterdiği yolu takip etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammet’i örnek almalı. İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira insanlar, ancak bu şekilde kurtulabilir ve kalkınabilir.”Atatürk, komaya girdikten sonra, ölümünden 15 gün önce kendine geldiğinde bu sözleri söylemiş ve bu mesaj Dışişleri kanalıyla da bütün dünyaya gönderilmişmiş. Bu açıklamalar 1988 yılı Atatürk’ü Anma Haftasında TRT’nin “Din bir vicdan meselesidir” adlı programında yapılıyor…
“ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” adı verilen bu mesaj, ilk olarak, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Hanif Fauk’un “Atatürk Urduca Yayınlarda” adlı kitabında yayınlanmıştır (s. 102).
Adı geçen, “SON MESAJ” adını verdiği bu uydurmasının altına not düşmeyi de unutmamış: “BU İFADELER DUYGUSAL TEMELE DAYANABİLİR” diyerek uydurduğunu itiraf etmiştir. Ne var ki kimse bu notun üstünde durmuyor. Bütün şeriatçılar mal bulmuş mağribi gibi bu mesaja sarılıyor.Uydurma olduğu kesin olan bu Atatürk’ün Son Mesajı ile Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında çıkan Ahmet Gürtaş’ın “ATATÜRK ve DİN EĞİTİMİ” adlı kitabının 70 ve71. Sayfalarında da karşılaşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Diyanet Takviminin 10 Kasım 1988 günlü yaprağında da görüyoruz bu mesajı…Bir de bakıyorsun Adnan Oktar adlı biri Rönesans dergisine de almış bu mesajı (Mayıs 1990, s. 7) Atatürkçü olduğunu söyleyen Adnan Oktar da Atatürk’ü şeriatçı gösteriyor bu mesaja dayanarak. Bir de bakıyorsun bu mesaj büyük panolara yazılmış olarak Sivas Gençlik Kitabevi’nin duvarlarına da asılmış. Kim bilir Anadolu’nun daha nerelerine asılmıştır…Teke Tek programında Rize Belediye Başkanı da bu mesaja sarılıyor… Yetmiyor, Fatih Çekirge’nin İktidar Oyunu adlı programında bir Rüfai şeyhi bu mesaj dayanarak “Atatürk de şeriatçı idi…” demeye getiriyor. Bizim Fatih Çekirge de mışıl mışıl dinliyor ve Türk ulusuna dinletiyor…
Oysa ben bu mesajın “yalan ve uydurma olduğunu” Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesinin Esas numarası 1998/793 olan dava dosyasında belgelemiştim: Bu dosyada: Cumhurbaşkanlığından, Dışişleri Başkanlığından, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığından, Türkiye Kemalist ve Sanatçılar Derneği Genel Merkezinden gelen resmî yazılarla “ATATÜRK’E MAL EDİLMEYE ÇALIŞILAN BU SON MESAJIN YALAN VE UYDURMA OLDUĞU, ARŞİVLERİNDE BÖYLE BİR MESAJA RASTLANILMADIĞI” belgelenmiş durumdadır….Bu gerçeği ben, Türkiye’deki bütün Üniversitelere, gazetelere bildirdiğim halde yine de bu mesaja sarılarak Atatürkçü Düşünce bir gedik aşmaya çalışıyorlar: “Atatürk’ün bile son vaktinde imana gelerek tek yolun şeriat olduğu gerçeğini Türk milleti yanında bütün dünyaya duyurmuştur…” deme utanmazlığını gösterip sürdürüyorlar…
Bu gösteriyor ki şeriatçılarımız Atatürk’ü anlamamışlar. Atatürk’ü anlamadıkları gibi kendi Peygamberlerini de anlamamışlar. Bu iki önder arasında 180 derecelik bir zıtlık vardır. Biri: “Yurtta sulh cihanda sulh!” derken; diğeri, Müslüman olanlarla olmayanlar diyerek dünyayı ikiye ayırımıştır: “Dar-ül harp (savaşılacak dünya) Dar-ül İslam (Savaşılmayacak dünya)…”Biri, “kadınları toplum yaşamına katar…” Diğeri ise: “Kadının yeri evdir, evin dip köşesidir, mutfaktır, yatak odasıdır, kocasına hizmettir…” der. Öyle ki kadının kocasına huzur vermek için yaratıldığını ileri sürer. (Bkz. K. 7/189: “Sizi bir nefisten yaratan (erkeklere sesleniliyor) ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır…”)
Bu iki önder arasındaki zıtlık sayılamayacak kadar çoktur. Birinin söylediğinin tam tersini diğeri söylemektedir ve ben bunları yukarıda numarasını verdiğim dava dosyasında sıralamışımdır. Merak edip de bu dosyayı inceleme zahmetine katlananlar bu gerçekleri göreceklerdir.
Bu konuda daha önce Fatih Altaylı’ya, Fatih Çekirge’ye ve de Ahmet Taner Kışlalı’ya bilgi vermiştim. Ahmet Taner Kışlalı da geniş bilgiler içeren dosya ve belgeler vardır. Ne var ki adı geçenler de ilgisiz kalmışlardır. İlgilenirseniz size de gönderebilirim onlara gönderdiğimim aynısını… Ama ekli olarak gönderdiğim haber yazım size bir yazı yazmaya yetecek kadar bilgi vermektedir…Atatürk’e yapılacak en büyük saygısızlık onu son vaktinde imana gelmiş bir şeriatçı gibi göstermektir. Ne var ki 12 Eylülcüler bu saygısızlığı yapmışlardır…
Saygılarımla,
Av. Hayri BALTA, 1.5.1995
+
Eki: Bir yazı…
(Açıklama: Adı geçen yazarlar gönderdiğim bu yazıyı ne yazı konusu yapmışlardır ne de bir sözcükle olsun yanıt vermişlerdir…
x
3 Eylül 1995
DEVLET BAKANI SAYIN AYSEL BAYKAL’A
A Ç I K M E K T U P
Bakan olduğunuz için değil bayan olduğunuz için saygılar sunuyorum. 27.08.1995 günlü Cumhuriyet gazetesinde şöyle söylediğiniz yazılıyor: “KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİNİ BOZAN KURAN DEĞİL, ŞERİATTIR.”
Doğrusu, böyle bir sözü sizden beklemiyordum. Bu denli bilgisizce bir sözü size yakıştıramadım. Kuran’ı ayrı, şeriatı ayrı göstermek, bu güne değin, köktenci şeriatçıların bile aklından geçmemiştir. Şeriatın kaynağının Kuran olduğunu, bu gün, Müslüman olmayan bir kişi bile bilmekte. Böyle bir sözü oy kaygısı ile söylediyseniz, bilgisizce konuşmanızdan çok daha kötüdür. Yok, bilerek tersini söylediyseniz, böyle bir ifade bilgisizlikten de kötüdür.
Şeriat ile Kuran birbirinden ayrı tutulamaz. Şeriatın kaynağı Kuran’dır. Şeriat; Kuran’ın buyruklarının (kurallarının) dışına çıkamaz. Kaldı ki şeriatın amacı: Kuran kurallarını yeryüzünde hâkim kılmaktır. Şeriatçılar da bu amaçla; ölür, öldürür…
Kadın-erkek eşitsizliğinin kaynağı, şeriatın kutsal kitabı Kuran’dır. Şeriatın; kadın-erkek eşitsizliğini gösteren yüzlerce kural Hadis kitaplarında da vardır. Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlikleri Hadis kitaplarından gösterirseniz verilecek yanıt hazır: “Hadis, kitaplarında uydurma hadisler vardır. Sahih hadisleri bulmak da kolay değildir…” Bu nedenle örnekleri, bir harfi bile değişmemiş dedikleri Kuran’dan veriyorum. Hem de Diyanet Çevirisinden. Şimdi eşitsizlikleri gösteren tümceleri (âyetleri) sıralayalım:
Tanıklık konusunda : “Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.” (K. 2/282)
Miras konusunda : “Allah; çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.” (K. 4/11)
Evlenme konusunda : “… hoşunuza giden başka kadınlarla; iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.””(K. 4/3)
Dayak konusunda : “Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün.” (K. 4/34). Ama aynı konuda kadınlara nasıl öğüt veriliyor bir de buna bakalım: “Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından şüphe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.” (K. 4/128).
Malların yönetimi konusunda: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.” (K. 4/5).
Başka çevirilerde, “beyinsiz” sözcüğü: “Akılsız, sefih (zevke, sefaya, eğlenceye düşkün olup sonunu düşünmeyen anlamındadır…)” diye geçer. Akılsız, beyinsiz, sefih sözü ile kadınlar amaçlanmaktadır. Akılsız, beyinsiz, sefih bir kişi güzel sözlerden ne anlar?..
Bu nedenle şeriat kurallarıyla yönetilen ülkelerde kadın: Devlet başkanı, Başbakan, Vali, Kaymakam, Yargıç, İmam olamaz… Öyle ki bu konuda bir de hadis vardır ve kadınların yönetici olamayacakları konusunda. Bir de bu hadis’e bakalım. Sözü geçen hadis şudur: “Kadınla yönetilen bir ülkenin üstünde yaşamaktansa, altında yaşamak daha hayırlıdır.”
Kadınların konumu durumunda: “Kadınlarımız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin…” (K. 2/223).
Burada kadın bir insan üreticisi olarak düşünülüyor. Ayrıca Humeyni’nin bu âyeti yorumunu merak ediyorsanız Humeyni’nin kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tevzîh-ul Mesail’deki fetvası. Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile. C.2, s. 241.” Bu kitaplar bulunmaya bilir. O zaman kütüphanelerine giderek 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde Ürperten Humeyni adlı Uğur Dündar’ın röportajı ile 1-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz. Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan KUR’AN’IN KÖKENİ adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan, kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. Sayfalarına…) bakabilirsiniz.Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor…
Erkeklerin konumu konusunda: “…Meleklere, ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis müstesna, hepsi secde ettiler, o ise kaçındı.” (K. 2/34).
Görüldüğü gibi Havva’ya secde edin denmiyor… Burada da, Kuran ve Hadis kitaplarında görüldüğü gibi, erkek yüceltiliyor. Bu tümce (ayet) “anaerkil aileden, babaerkil aileye geçişin” de başlangıcını oluşturuyor.
Şimdi sayın Bakana sesleniyorum: Kitapları, Peygamberleri değil Tanrı’yı (Gerçek olanı, doğru olanı…) yüceltelim. Oy kaygısı ile değil, gerçek saygısı (Tanrı) ve kaygısı ile konuşalım. “İnsanların ne deyeceğini değil; Tanrı’nın (Bilimin, gerçeğin…) ne deyeceğini düşünelim. Gerçek saygısını (Tanrı saygısını…) yitirmeyelim.
Bu gerçekleri açıklayanları, şeriatçılar tarih boyunca, ortadan kaldırmışlardır. Ama işte gerçek ortada… Kuran ortada… Gerçekleri nasıl yadsıyabilirsiniz… Nasıl İnkâr edebilirsiniz?…
Av. Hayri BALTA, 3 Eylül 1995
+
NOT:
Bu Açık mektup: Haftalık Aydınlık gazetesinin 2.9.1995 tarihli ve 428. sayısında ve o zamanlar Ankara’da yayınlanan 02. 09. 1995 tarihli SİYAH-BEYAZ gazetesinde yayınlanmıştır… Sitemize aktarılırken küçük eklemeler yapılmıştır…
X
DİYANET İŞLERİ BAKANLIĞINA
AÇIK MEKTUP
Sayın Başkan,
3 Ekim 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde Dilek Önder adlı yazarın sizinle
yapmış olduğu röportajı okudum. Bazı açıklamalarınızın gerçekle bağdaşmadığını
gördüm. Bu nedenle de bu açık mektubu yazmak gerektiğini duydum:
Örneğin: Yazar size soruyor: “Dört kadınla evlenme meselesi…” Siz açıklama
yaparak şöyle diyorsunuz: “…evlendiği kadınlar bakıma muhtaçtır diye
himayeleri altına almıştır. Dokuz tane kadınla evliydi; ama, bunlar hep himayeye
muhtaç kadınlardı.
Dediğim gibi bu açıklamalarınız gerçeklerle bağdaşmıyor. Kuran ve Taberi’nin
Millletler ve Hükümdarlar Tarihi(5/834) adlı kitabı başka türlü açıklamalarda
bulunuyor.
Ör. Ahzap bölümünün 52 tümcesini birlikte okuyalım: “Ey Muhammet, Bundan sonra sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse
gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir.”
Kuran’a göre Peygamber evlenirken öyle sizin dediğiniz gibi “Bakıma muhtaç
kadınları himaye altına almayı” düşünmüyor. Öncelikle güzellik arıyor. Güzel
olmak da yetmiyor. O güzel Peygamberin hoşuna gitmeli… Kuran’daki şu tümceden
de eşlerinden “…birini boşayıp başka bir eşle” değiştirdiğini de görüyoruz ki
bu da himaye amacı ile evlenme gerekçesini boşlukta bırakıyor…
Kaldı ki eğer çevrede himayeye muhtaç kadın varsa; bunların bakımı için nikah
kıymaya da gerek yoktur. Nikah kıymadan da onların bakımını üstlenebilirdi….
Bunun yanında bakıma muhtaç bu kadınları çevresinde bulunan sahabelerine,
komutanlarına, askerlerine: “Şunu sen al, şunu da sen al!” diyerek
dağıtabilirdi. Böylece, savaş ve başka nedenlerle dul ve sahipsiz kalan
kadınları koruma altına almış olurdu…
Sonra Hatice mi, Ebubekir kızı Ayşe mi, Ömer kızı Hafza mı… himayeye muhtaç
kadınlardı?..
Yerimiz elverişli olmadığı için konuyu kısa keserek ikinci konuya geçiyorum.
Diyorsunuz ki: “Peygamber dokuz tane kadınla evlendi…”
Bu açıklamanız da gerçeklerle bağdaşmıyor… Kaldı ki bu konuda hacıların,
hocaların, müftülerin ve islamcı yazarların yazdıkları da birbirini tutmuyor.
Ör. Ali Rıza Demircan’ın İslam’a Göre Cinsel Hayat adlı kitabının (2/225)
sayfasında Peygamber eşlerinin sayısının 11 tane olduğu açıklanıyor. Siz ise 9
tane diyorsunuz. Sizin açıklamalarınızla onun açıklamaları arasında bir çelişki
var…
Bunun yanında İslam Peygamberi öldüğünde nikahlı karısının sayısı 9’du diyenler yanın da kimileri de 13, kimileri de 15 diyor…
Ne var ki Taberi’nin yukarda adını verdiğim kitabın 5. cilt 834. sayfasında adı
geçen Peygamber kadınlarını sıralayalım:
- Hüveylid kızı Hatice,
- Zam’a bin Kays’ın kızı Sevde,
- Ebu Bekir kızı Ayşe,
- Ömer kızı Hafza,
- Ömer bin mahzum kızı Ümm- Seleme,
- Haris kızı Cüveyre,
- Ebu Süfyan kızı Ümm-i Habibe,
- Cah kızı Zeynep,
- Huvey kızı Safiye,
- Haris kızı Meymune,
- Rıfae kızıNeşat,
- Amr kızı Şenba,
- Cabir kızı Gaziyye,
- Numan kızı esma,
15 Zeyd kızı Reyhane,
- Mukavvis hediyesi Marya,
- Huzeyme kızı Zeynep,
- Halife kızı Şerafi,
- Zebyan kızı Aliye,
- Ebu Bekir bin Klapdan Aliye,
- Kays kızı Kutaybe,
- Şürayh kızı Fatıma,
- Haris kızıHavle,
- Hutaym kızı Leyla,
- Yezid kızı Umre,
- Yezid kızı Reyhane.
Adları sayılan bu kadınlar yanında evlenmek isteyip de evlenemediği kadınlar da var:
1.. Ebu Talip kızı Ümm-i Hatni,
2.. Amir kızı Zuba,
3.. Reşame kızı Sayfiyye,
4.. Abbas kızı Ümmi Habib,
5.. Harise kızı Cemre.
Yukarda adları verilen kadınlar içinde bir tanesinin yoksul olduğunu görüyoruz.
Onun da geçimliği sağlanarak Peygamber tarafından boşandığını öğreniyoruz. Adını
verdiğim kaynaklara bakarsanız daha bir çok gerçeklerle karşılaşırsınız.
Şimdi siz bir Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konularda bilgisiz olamazsınız.
Konumunuz gereği yalan da söyleyemezsiniz. Sizden dileğim bu konuda beni
aydınlatmanızdır. Amacım gerçeği öğrenmektir… Bekliyorum…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 5.10.1993
+
Açıklama: 8.10.1993 tarihinde Ankara Ulus gazetesinde yayınlanan bu yazıya bu güne değin yanıt gelmemiştir…
x
“GAZİANTEP. Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı: Hukuk dilinin sade, anlaşılır ve kesin ifadeli olması gerektiğini belirterek hukuk dilinin güncelleştirilmesini istiyor.” (EVRENSEL, 8.Nisan.l996)
+
10.4.1996
Sayın Mehmet UYGUN,
Yargıtay Ceza Genel Kurul Başkanı,
ANKARA:
Önce saygı, sevgi diyorum.
Bu mektubumu yandaki haber üzerine yazıyorum.
“Hukuk dilinin sorun yarattığını”(1) saptamış olmanız benim için övünç kaynağı (Arapça’sı: İftihar vesilesi) oldu.
Bilindiği gibi güzel Türkçe’miz; Arap kültürünün (Arap dili, Arap dini, Arap gelenek ve göreneği.) etkisi ve egemenliği altına girdiğinden bu yana, bırakın halkımızı, çoğu aydınlarımızca bile anlaşılamaz duruma girmiştir.
Dil, bir ulusu birlikte tutma ögesi olarak en önemli etkendir. Dinin birleştiricilik ögesi dil kadar değildir. Öyle olsaydı aynı dinden Araplar bir birlik oluşturabilirdi. Yine aynı dinden olan Türkler de bir birlik oluşturabilirdi.
Denebilir ki aynı dili konuşan Araplar da, Türkler de bir birlik oluşturamamıştır. Ancak bunun nedenleri; coğrafi, jeolojik, ideolojik ve siyasaldır. Her iki ulus da emperyalistlerce darmadağın edilmiştir.
Ulusçuluk anlayışı ile yeniden yeniye bir arayış içine girmişlerdir. Bu da ticaret ve sanayi burjuvasının canlanması ile olmuştur.
Bir ulusu darmadağın etmenin tek yolu onun dilini yozlaştırarak anlaşılmaz duruma getirmektir.
Bizim güzel Türkçe’miz de Arap ve Acem dilinin etkisi ile yozlaştırılarak; anlaşılmaz duruma getirilmiştir.
Güzel Türkçe’mize sahip çıkanlar arasında sizi görmekten, övünç duymamın nedeni bu düşüncelerimdir.
Bir hukukçu olarak bu yaraya parmak basmanız aklını imana kurban etmemiş ve de Arapçılığı Türkçülüğe yeğlememiş aydınlarımıza göre büyük bir kazançtır.
Dil; bir iletişim, anlaşma ve konuşma aracı olduğu gibi bir düşünme aracıdır da…Asıl önemi de bir düşünce aracı olmasındadır. Türkçe sözcükler kullanıldığında düşüncemiz; resim çizen bir ressam gibi , söylediğimiz sözcüğü güzümüzün önünde canlandırır.
Örneğin: Fare dendiği zaman,Arapça olduğu için, gözümüzün önüne bir hayvan gelir. Ama; sıçan dendiği zaman, Türkçe olduğu için, gözümüzün önüne hem bir hayvan, hem de dolaştığı yere sıçan (pisleyen) bir hayvan gelir. Düşüncemizde bir betimleme (tasvir) oluşur. Gözümüzün önüne korku içinde dolaşan ve dolaştığı yeri de pisleyen bir hayvan gelir… Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ancak mesleğimizle ilgili olduğu için bir örnek daha vermek istiyorum. Yargıç. Yargıç sözcüğü haklıyı haksızdan; suçluyu suçsuzdan ayırmak işlemidir ki, kökeni “yar-yarmak” sözcüğünden gelir. Bu sözcüğün Arapça karşılığı “Muhakemedir” ki düşünmeyi içerir. Muhakeme, sözcüğünden; mahkeme,
hakim, hakem, mahkum, tahkim, hüküm, hekim… gibi birçok sözcük türetilebilir.
Türeme ve üretme bakımından Arapça çok zengindir. Gerçeği teslim etmek gerekir. Bir söylence vardır: “Arapça’da, bir deve kelimesinden bir deveye yükleyecek denli kelime türetilebilir.” Biraz abartılı olsa da gerçek payı vardır.
Ama Arapça, bizim dilimiz değildir. Bizim dilimiz Türkçe’dir ve Türkçe’nin de Arapça’dan kalır
yeri yoktur. Şimdi dilimizdeki “yar” sözcüğünü ele alalım. Yar; yakın, sevgili, bildik, dost anlamına geldiği için gözümüzün önünde yine bir resim tablosu çizer.
Sevgili, sevdiğini; yani yarini, ailesinden yarıp, ayırıp, alır. Yani, aileyi yarar. Bu yüzden sevgili yerine “yar, yaran” sözcüğü de kullanılır ki yarıp alan anlamına gelir. Aileden bir parçayı, erkek olsun-
kadın olsun, alıp götüren, yarıp alan yar(sevgili anlamında)dır… Bu sözcüğü Farsça’ya mal ederler ama yanlıştır, kaynağı Türkçe’dir.
“Yar” sözcüğünden; yara, yarmak, yaramak, yaradan, yaratmak, yardım, yarbay, yargıç,
yargılamak, yarı, yarım, yaralamak, yarıcı, yarık, yarım, Yargıtay, vb gibi daha sayısız sözcükler türetilmiştir.
Bütün bu sözcükler, düşünen bir kişinin düşüncesinde resim tablosu gibi bir işlev görür. Biraz ayıp (müstehcen) kaçacak ama “yar” sözcüğünden bir sözcük daha türetilerek; erkeğin üretim organına da yar kökeninden gelme bir ad daha verilir. Halkımızın çok kullandığı sözcüğü burada kullanmayı doğru bulmuyorum.
Ancak bu sözcük üzerinde de gerçekçi ve folklorik olarak düşünüldüğünde erkeklik üretim organına bir de yarma işlevi yüklendiği görülür. Gerek erkeğe ve de gerekse kadın üretim organları hakkında daha böylesine işlevi ile ilgili sözcükler türetilmiştir. Ama, bunların dile getirmek artık aydınlar arasında ayıp sayılmaktadır. Ne var ki halkımız, köylerde ve kentlerde, bu sözcükleri kullanmayı rahatça sürdürmektedir. Hem övgülerinde, hem de sövgülerinde olmak üzere…
Şimdi bu düşüncelerim yüzünden bana: Irkçı, Türkçü, şoven milliyetçi diyebilecek ahmaklar da çıkabilir. Oysa dilini sevmek, dilini sahiplenerek düşünmek, bir aydının ilk yükümüdür.
Her ulus, en az benim ulusum kadar yücedir. Irkçılık, şovenlik bir ulusun başka bir ulus üzerinde egemenlik kurmak amacıyla yarattığı bir motivasyondur. Yaşamım boyunca böyle bir düşünceye saplanmadım. Bu nedenle de hep aşağılanıp dışlandım. Bu da bizim gibi düşünenlerin ödemesi gereken bir bedeldir ki, biz bu bedeli fazlası ile ödedik. Şimdi bile ödemekteyiz, daha da ödeyeceğimiz anlaşılıyor.
Tarih boyunca ve de günümüzde,Türkler arasında, “milliyetçilik” savı ile ortaya çıkıp da kendi
dilini küçümseyerek Arapça’yı kutsayıp yüceltenleri gördükçe çıldırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bunların Araplığı Türklüklerinden güçlüdür. Türkçe’den koparlar (vazgeçerler) ama Arapça’dan asla…
Kaldı ki, şimdi: Cumhuriyetin kazanımlarına, Atatürk’ün devrimlerine, ilkelerine, ülkülerine cephe almak; milliyetçi ve mukaddesatçılarımız arasında moda olduğu gibi yeni dünya düzencilerimizin de
birincil görevidir. Bunlar demokrasi, laiklik ve insan hakları savı ile şeriata özgürlük tanıyarak iktidar yolunu açmaktadırlar ki bu vatana ihanettir.
Bunlar bu ihaneti bir de inanca saygı dayatması altında yapmaktadırlar. Oysa yasalarımız din ve inancı korumaktadır. Örneğin: TCK m. 175 yanında ; demokrasi ve laiklik ilke, düşünce ve inanç özgürlüğü…
Ancak yasalarımız şeriata izin vermemiştir. Şeriat demek: Kuran nizamı ile devlet ve toplum yönetmeye kalkmak demektir. Şeriatı kurallarına örnek gösterirsek: Kısasa kısas, hırsızın elinin kesilmesi, cariyelik ve kölelik kurumları, mirasta kadına, erkeğin payının yarısının verilmesi, iki kadının tanıklığının bir erkeğe eş tutulması, bir erkeğin dörde kadar kadın alabilmesi, hulle ve dik başlılık (serkeşlik) etmesi halinde kadının dövülmesi gibi… daha yüzlercesine sayabiliriz. Bu kurallar yasalarımıza göre suçtur…
Bu nedenle yasalarımız, şeriat kuralları ile devlet ve toplum yönetmeye kalkışmayı yasaklanmıştır. Dahası kaldırılan “Hiyanet-i Vataniye Yasası” ile vatana ihanet bile sayılmıştı…
Siz de, ben de Cumhuriyetin yetiştirdiği kuşaklardanız. Her ikimiz de laik eğitim ve öğretimden geçmişiz. Her türlü sorunlarımızda aklı kendimize yol gösterici olarak almışız. Ama şimdi Cumhuriyetin getirdiği nimetlerin değerini bilmeyen nankörler Cumhuriyete ve onun kurucusuna dil uzatmakla Allah’a hizmet sunduklarını sanıyorlar. Bu akımlara karşı yazdığımız yazılara da gazetelerde yer vermiyorlar.
Gazetelerde çıkan görüşlerinizi okuyunca hemen aklıma İlhan ARSEL’İN “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” adlı kitabını size armağan etmek geldi. Zaman buldukça okursanız, görürsünüz ki, aydınlarımız
ve din adamlarımız, büyük bir aymazlık içinde, ulusumuza ve dilimize karşı cephe alarak hem dilimizi hem de ulusumuzu aşağılamışlardır.
İşte mektubum bitti. Ekte sunduğum kitabı kuru kuruya sunmak olmazdı.
Yargıtay üyeleri: Oğuz Okul’a, Gültekin Nazlıoğlu’na, Özcan Aksoy’a selam diyerek yeniden saygı ve sevgi sunuyorum hepinize… Şimdi kal sağlıcakla diyorum.
Av. Hayri BALTA, 10.4.1996
+
E K İ : İlhan Arsel’in: “ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ ve TÜRKLER” adlı kitabı.
X
(Sayın Ahmet Taner Kışlalı’nın anısı önünde saygı ile eğiliyorum. Ahmet Taner Kışlalı’ya yazılan iki mektubu yayınlıyorum. Ahmet Taner Kendisi tarihe mal olmuş bir kişidir. Acımasızlar ona kıydılar. İyi niyetli idi. Atatürk’ü Şeriatçılara sevdirmeye çalışıyordu. Ne var ki bu çabası işe yaramadı.
En üzülecek yanı şu ki Atatürkçüler şeriatçıları hâlâ ve hâlâ anlamadı… İnadına, inadına Atatürk’ü şeriatçılara sevdirmeye çalışıyorlar.
Atatürkçüler, unutmamalı: Atatürk, şeriatçıların maddî temeli olan Saltanatı yıktı, manevî temeli olan Hilafeti kaldırdı. Ne denli şeriat kurumu varsa toplum yaşamından uzaklaştırmaya çalıştı. Atatürkçüler, Atatürk’ün bu yaptıklarını unutuyorlar da şeriatçılar unutmuyorlar ve asla da unutmayacaklardır.
Demek istediğim Cumhuriyetin bekçiliğini yapanların uyanık olmaları gerektiğidir. )
+
11 Nisan 1995
Sayın Kışlalı,
Önce saygı, sevgi..
Size sözünü etmiş olduğum belgeleri ekli olarak gönderiyorum.Bu dava hakkında daha önce de Cumhuriyet gazetesi yazarlarından : Ahmet Tan, Hasan Cemal ve Yaşar Nadi’ye bilgi vermiştim. Ne var ki olayın önemini kavrayamadıkları için haber değeri bile görmedikleri gibi bir satırla olsun yanıt bile vermediler.
Oysa bu mesaj ile Atatürkçü düşüncede bir gedik açılmaktadır. Atatürk’ün böyle bir mesaj vermesine olanak yoktur. Ne Atatürkçüler ve ne de Muhammetçiler kendi önderlerini gerektiği şekilde anlayabilmiş değillerdir.
Bu iki lider arasında uzlaşmaz zıtlıklar vardır. Ekli belgeler incelendiğinde bu zıtlıklar çarpıcı olarak görülecektir.
Ne var ki ben bu belgeleri yüzlerce resmî ve gayr-i resmî yerlere göndermeme karşın birinden bile olumlu ya da olumsuz yanıt gelmedi…Bu mesaj Anadolu’nun her yerinde, kahvelere bile, asılmaktadır. Bu mesajın kaynağı Prof. Hanif Fauk’tur. Kitabında bu mesaj için “Duygusal temele dayanmaktadır.” Dediği halde; yani, uydurma olduğunu açıkladığı halde herkes bu mesaj mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktadır.
Bu konu kanal D’ de ve ATV’nin İKTİDAR OYUNU adlı programında da dile getirilmiştir. Daha da getirileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu mesajın uydurma olduğuna ilişkin resmî belgeleri ekte sunuyorum. Yargı aşamasına ilişkin dilekçeleri de ekli olarak gönderiyorum. Dikkatle okursanız Atatürkçülük ile Muhammetçilik arasındaki zıtlıklara eğildiğim görülecektir.
Yurdumuz dönüm noktasındadır. Kurtuluşumuz Atatürkçü Düşüncededir. İslam şeriatına dönüş toplumumuzu mezhep ve tarikat kavgalarına itecektir. Ne var ki aydınlarımızın bir çoğu bu tehlikenin ayrımında değildir.
Bu konuda söyleyeceklerim çoktur. Zamanınızı almamak için kısa kesiyorum. Fatih Altaylı’ya gönderdiğim mektubu ve eklerini de bilginiz olsun diye gönderiyorum.
Saygı, sevgi yeniden. Kalınız sağlıcakla…
Başarı beklentilerimle…
Av. Hayri BALTA, 11 Nisan 1995
+
EKLERİ.
Fatih Altaylı’ya gönderilen 21.3.1995 tarihli mektup,
29.11.1989 tarihli yazı,
28.3.1989 tarihli dilekçe,
25.6.1990 tarihli Dâvâ dilekçesi, (İdare Mahkemesine),
ADD Nasıl Kuruldu, (19.2.1994 tarihli yazı, Ulus),
Sizleri Aldatıyorlar, (22.3.1994 tarihli yazı, Ulus).
+
21.1.1998
Sayın Ahmet Taner Kışlalı,
Her ne değin mektubuma saygı, sevgi diyerek başlamam gerektiğini biliyorsam da; bu saygı ve sevgimin giderek azaldığını size bildirmek gereğini duyuyorum.Örneğin, 16.1.1981 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “BAĞNAZLIĞIN SAĞI SOLU” başlıklı yazınızda “Kemalizm’in dinde reform”, Atatürkçülüğün de: “Türkçe ibadet” demek olduğunu sizden öğrenmiş bulunuyorum.Bu günkü yazınız daha ilginç. “Kemalizm ve Din” başlıklı yazınızda Atatürk’ün Fransız yazar Pernot’a şöyle dediğini yazıyorsunuz:
“Türk milleti dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. BİLİNCE KARŞI, GELİŞMEYE KARŞI HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR.”(Altını çizen ve büyük harflerle yazan benim.)
Bir kere Atatürk, bu sözleri hangi tarihte söylemiş? Bunu belirtmiş olsaydınız bu sözleri hangi amaçla ve de hangi koşullar gereği söylemiş olduğunu size açıklayabilirdim.
Her ne kadar Atatürkçü Düşünce Derneği’ne gelip gidiyorsanız da Atatürk’ü anlamadığınız yazılarınızdan anlaşılıyor. Eğer Atatürk’ü zerre kadar anlamış olsa idiniz yukarıdaki satırları yazmazdınız.
Yukarıdaki satırlara göre İslamiyet’i ve dolayısı ile İslam şeriatını bir de Atatürk ağzından olumlamış ve doğrulamış bulunuyorsunuz. Ama öyle bir talihsizlikle karşılaştınız ki yazınızın yayınlandığı bu gün Inter Star televizyonunda, saat 19,30 haberlerinde, İran’da zina yapan iki kadının taşlanarak öldürülmesi olayını izledik. Tam bir Ortaçağ vahşeti idi… Ve kadınlar “Allah-ü ekber!” sesleri arasında, yarı bellerine değin toprağa gömüldükten sonra, taşlanarak öldürüldüler. Zina yapan erkek ise halkın önünde kırbaçlandı…Belki izlememişsindir diye acele ile yazıyorum ve fakslıyorum. Ola ki bu yazımı okuyan arkadaşlar size telefonla ulaşarak izlemeniz için bilgi verebilirler. Bu Ortaçağ vahşeti Inter Starın Gece Hattı’nda yeniden gösterilebilir. Faksı alan arkadaşlar, size telefonla bildirirlerse, izleyeceğiniz kanısındayım.Şeriatçıların, Atatürk’ü İslamcı gösterme çabalarını anlıyorum da sizin gibi Atatürkçü olduğunu ileri süren aydınların Atatürk’ü, dindar gösterme çabası ile çabalamalarını bir türlü anlayamıyorum.Bilindiği gibi Anayasamızın 24 ve 25. Maddeleri “dindar olmayı ve olmamayı” pek önemsememektedir. Ama sizler, Atatürk’ü ille de dindar gösterme çabasındasınız.
Yine bir örnek vereyim: Size Atatürk’ün SON MESAJI ile ilgili bir belge göndermiştim. Bu belgede ATATÜRK’ÜN SON MESAJI diye Türk Ulusuna dayatılan bir mesajın Ankara l4. Asliye Hukuk Mahkemesinin dosyasında; Cumhurbaşkanlığı, İçişleri bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi, Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısına (belgesine) dayanarak, yalanlandığını, duyurmuştum.
Bu konuda bir sözcük bile etmediniz. Bu mesaj şöyledir:
“BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMANLARI, ALLAH’IN SON PEYGAMBERİ Hz. MUHAMMED’İN GÖSTERDİĞİ YOLU TAKİP ETMELİ, VERDİĞİ TALİMATLARI TAM OLARAK TATBİK ETMELİDİR.
TÜM MÜSLÜMANLAR, Hz. MUHAMMED’İ ÖRNEK ALMALI VE KENDİSİ GİBİ HAREKET ETMELİ… ZİRA İNSANLAR, ANCAK BU ŞEKİLDE KURTULABİLİR VE KALKINABİLİR…”
Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesi dosyasına göre yalan ve uydurma olduğunu belgelediğim bu mesaj, BİLİM ARAŞTIRMA VAKFI tarafından tam 12813 yere faks ve posta ile gönderilmiştir.Bilim Araştırma Vakfı’nın SAĞDUYU başlıklı 26.Eylül.l997 tarihli genelgesi ile Atatürk’e mal edilen bu uydurma mesajın: Tüm bakanlıklara, yüksek mahkemelere, ordu komutanlıklarına, valiliklere, savcılıklara, emniyet müdürlüklerine, bazı kaymakamlara, klüplere, derneklere, vakıflara, tüm basın kuruluşlarına ve özel radyo ve TV’ler başta olmak üzere 12813yere gönderildiği iki sayfalık SAĞDUYU başlıkla yazının (genelgenin) altında belirtilmektedir.Oysa bu mesaj uydurmadır. Cumhurbaşkanlığı arşivinde, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde böyle bir mesaj bulunmadığı belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk Araştırma Merkezi de bu mesajın uydurma olduğunu tıpkı Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısı gibi vurgulamaktadır. Yazıların aslı Mahkeme dosyasında olduğu gibi bir örneği de bendedir. İstenirse birer örneğini gönderebilirim…Sizce iki kadının zina yaptıkları gerekçesiyle taşlanıp öldürülmesi BİLİNCE KARŞI OLMUYOR MU? Bu recm olayı karşısında “GELİŞMEYE ENGEL HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR!” diyebilir miyiz?
Ayrıca sizin yayınlamaktan ve açıklamaktan kaçındığınız “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI”nda belirtildiği gibi “İSLAMİYETİN BÜTÜN HÜKÜMLERİNİ OLDUĞUNU GİBİ YERİNE GETİRİRSEK” İran gibi çağın gerisine düşmüş olmaz mıyız? Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette böyle bir ceza uygulamasından yüreğiniz sızlamaz mı?
Siz, Atatürk’ün resmî tarih tezlerini içeren TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI adlı kitaplarını okumadınız mı? Okuyarak Atatürk’ü dindar göstermek olur mu? Okuduktan sonra bu tür yazılar yazmak Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlık olmaz mı?
Atatürk’ü; halkın ve İslamcıların seviyesine indireceğimize, halkı: Atatürk’ün düşünce aşamasına getirmek için aydınlatmacı yazılar yazmak daha doğru olmaz mı?Size bir kaynak daha vereyim: Şeriatçılar tarafından çıkarılan YAKIN TARİH ANSİKLOPEDİSİ’NİN 6. Cilt 230-232. Sayfasına ve 8. Cilt 123-l42 sayfasına bakınız. Buraya bir göz atarsanız; şeriatçıların, Atatürk’ü sizden daha iyi anlamış olduğunu görürsünüz.
Ayrıca Doğu Perinçek’in “DİN ve ALLAH” adlı kitabı ile “Atatürk Din ve Laiklik üzerine” adlı kitaplarını da okumanızı salık veririm.
Bu kitaplarda İslamiyet’ten “Arap dini” diye söz ediliyor. Ve Arap dininin kitabını ezberleyen için de” beyni sulanmış hafızlar” diye söz eder ve bu kitabın birinde: “Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması,; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm(den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir DÜNYA Dini’nin kurulması…” dediğini okuyacaksınız. (Atatürk Din ve Laiklik Üzerine.s.107).
Kaynak olarak gösterdiğim bu kitaplardan daha da alıntı yapabilirim. Ne var ki bunu yaptığım takdirde TCK m. 175’i ihlal etmiş olurum.
Cemal Kutay büyüğümüz: “ATATÜRK’ÜN BERABERİNDE GÖTÜRDÜĞÜ HASRET: TÜRKÇE İBADET –Ana Dilimizde İbadet” diye bir kitap yazmış. Cemal Kutay’ın da Atatürk’ü anlamadığı anlaşılıyor.
Bir kere Atatürk’ün beraberinde götürdüğü bir hasret yoktur. Atatürk, Türk ulusuna, “LAİKLİK İLKESİNİ KABUL ETTİRMEKLE” VE Dünya Dinini (Laikliği) uygulamaya geçirmiş olmakla gözü arkada gitmemiştir.
Atatürk’ün dünya görüşünde (Felsefesinde) “kulluk” diye bir kavram yoktur. Atatürk, Türk ulusunu: Ümmetten, millete, kulluktan yurttaşlığa yükseltmiştir.
Atatürk, Türkçe ibadetle de olsa yurttaşlarının kulluk mertebesine düşmesine katlanamazdı. Cemal Kutay büyüğümüz bunu bilemiyor. Ama, hiç olmazsa, dilimize sahip çıkıyor ki; bu, kutlamaya değer..
Türk ulusu, Atatürk’ü düşüncesiyle bilir ve severse şeriatın korkunç karanlığından kurtulmuş olur. Ama, Atatürk’ün İslamlaştırırsak, Muhammet ümmetinden gösterirsek Atatürk’ten eser kalmaz.
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 21.1.1998
+
9 Nisan 1998
Sayın Ahmet Taner KIŞLALI,
Dünkü Cumhuriyette çıkan “ATATÜRK VE din” başlıklı yazınızı ilgi ile okudum. Atatürk’ün Elmalı’ya Kuran tefsiri yaptırması ve yine 12 ciltlik Sahih-i Buhari Tercümesi yaptırmasını, yıkılması gereken hurafenin yerine neyin konulması gerektiğinin bir işareti olarak gösterip Atatürk’’ de Muhammet ümmeti arasına sokuşturmanızı sizin Atatürkçü kişiliğinizle bağdaştıramıyorum.
Atatürk’ü Muhammet ümmetinden gösterdiğimiz takdirde Atatürk’e büyük haksızlık yapmış oluruz. Çünkü o, Türklerin önderidir. Muhammet ise Arapların… Bin yılda bir gelebilen bir Türk önderini Muhammet’in dinine mensupmuş gibi göstermenin doğru olmadığı kanısındayım.
Atatürk, Türk ulusunu ümmetlikten ulusluğa, Türk ulusunun bireylerini ise kulluktan yurttaşlığa yücelten bir kişidir.
Atatürk, bütün dinlerin üstünde bir kişi idi. Onu bir dinin ümmetinden biri imiş gibi göstermek Atatürk’ü anlamamanın ölçütüdür.
Kaldı ki Atatürk, akılcı bir kişi idi. Akılcı bir kişinin iman verilerine inanarak yaşamına yön vermesi Onun laiklik ilkelerini, diğer devrimlerini, ilkelerini ve ülkülerini görmezlikten gelmek demek olur ki Atatürk’e büyük bir saygısızlıktır.
Atatürk’ü, dindar ve dinci göstermiş olmakla Onu halkın arkasına takmış oluruz. Oysa Atatürk, biz aydınların arkasına düşmüş olduğu bir önderdir. Önemli olan: Atatürk’ün bulunduğu akılcı, çağdaş ve bilimsel aşamaya çıkma çabası göstermektir. Yoksa, Onu yakasından tutarak halkın din anlayışı seviyesine indirgemek değildir.
Bizler Türk ulusu olara: Batıya da, doğuya da ancak laiklik ilkesine sık sıkıya sarılmakla kendi varlığımızı kabul ettirebiliriz… Yaşar Nuri Öztürk’ün yaptığı gibi Atatürk’ü İslam dininden göstermekle Atatürk’ü Muhammet ümmetinden biri gibi göstermiş oluruz ki bu takdirde Atatürk’ün adını bile anmak en büyük günah mertebesine indirilebilir.
Atatürk, her şeyden önce akılcı idi ve de laikti. Bilindiği gibi akılcı ve laik olanlar dinin sosyal ve psikolojik bir gereksinimden doğduğunu bilir. Bu nedenle herkesin inancı gereği tapınmasını devletin güvencesi altın alır ve de bütün dinlerin bir hastalığı olan en iyi ve hak din benimkidir, benim dinime girmezsen senin katlin vaciptir düşüncesinden halkı korur…
Atatürk, o tercümeleri yaptırmakla arkasına düştüğünüz dini anlayın, demek istemişti.
Ekli olarak Yaşar Nuri Öztürk’e faksladığım bir yazıyı gönderiyorum. Oku, eğer yanılıyorsam, beni aydınlat…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 9 Nisan 1998
x
(Okuyacağınız bu mektup: STV’de Program yapan Kemal ÖKE’ye, program sırasında gönderilmiştir. Programda üç-dört profesör açık oturum yapıyorlardı ve aşağıda üzerinde durduğum konuları tartışıyorlardı. Hemen yazı makinemin başına geçerek aşağıdaki mektubu yazarak faksladım…
Televizyonda izledim. Faks görevlisi yazımı Kemal ÖKE’ye verdi. Şöyle bir baktı. İlk satırı okuduktan sonra gelen fakslar üzerine koydu; ama, ne programda yanıtladı ne de sonra…)
+
6.3.1998
Sayın Kemal ÖKE,
STV Televizyonu. İstanbul
(0216 344 38 03 numaraya Fakslanmıştır…)
Şimdi yaptığınız programda: “Gerçeğe: Akılla, bilimle değil, imanla varılır deniyor.” Gerçek bir tane olduğuna göre; Müslüman’ın gerçeği başka, Hıristiyan’ın gerçeği başka, Musevi’nin gerçeği başka, Ateistin gerçeği başka olmayacak mıdır?
Sonra: “Benim dedem maymun değil!” deniyor. Doğru, hiçbirimizin dedesi maymun değildir. Ama hiçbirimizin dedesi de yalnızca Adem’e indirgenemez…
Eğer hepimiz Adem’den geldi isek; bu Kızılderili, bu kara derili, bu sarı derili, bu beyaz derili kişilerin atası kim? Eğer hepimiz Adem’den gelmiş olsa idik; dinimiz, dilimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz bir olmalı değil mi idi?..
Önce şu soruya yanıt vermeliyiz: Madde mi ruhu yarattı; yoksa, Ruh mu maddeyi yarattı?..Gelin, önce bu soruyu yanıtlayalım…Diğerleri kendiliğinden çözüme ulaşır…
Biliyorsunuz maddenin Sakınımı yasası: HİÇBİR ŞEY YOKTAN VAR OLAMAZ, VAR OLAN DA YOK OLAMAZ!” (Buna, Lavezyen yasası da denir).
Şimdi bilim böyle derken; din-iman: “”Allah, dünyayı yoktan var etti!” diyor. Burada bilim ve din çatışması olmuyor mu?Sonra dine göre: “Allah, bir şeyin olmasını istediği zaman ona ‘Ol!’ demesi yeterlidir… O şey derhal olur.” Bu âyet Kuranın birkaç yerinde geçer. Oysa bilime göre bir varlığın oluşması için belirli bir sürenin geçmesi gerekir… Örneğin: Yumurtadan civcivin çıkması için belirli bir sıcaklığın, belirli bir süre içinde sürmesi gerekir…Gelelim yaratılış sorusuna… İnsan da ve diğer canlılar da tek hücreli canlıdan oluşmuştur. Bu tek hücreli canlı çok hücreli olmuş ve değişik türde canlılar üremiştir. Maymunun da, insanın da kaynağı suda oluşan tek hücreli hayvandır. Bilindiği gibi yaşam suda başlamıştır. İnsanla hayvan organları arasında şaşırtıcı oranda benzerlik vardır ve bu nasıl açıklanacaktır?..
Bir, din-iman diye tutturmuş gidiyorsunuz. Oysa dindeki bütün kavramlar ve terimler birer simgedir. Örneğin: Allah; madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır..
Yine Adem ve Havva, Cennet ve Cehennem birer simgedir. Melekler de bir simgedir.
Allah da Peygamber göndermiş ve kitap indirmiş değildir. Sizler ki bilim adamlarısınız… Ama oy kaygısı ile, aferin alma kaygısı ile halkın bilimsel olmayan görüşleri arkasına takılmış, sürüklenip gidiyorsunuz.. Oysa bilim adamı olarak sizlerin halkı sürüklemesi gerekir…
Saygılarımla,
Av. Hayri BALTA, 6.3.1998
x
9 Ağustos 2000
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,
Yazıma “sayın” diye başlayamadığım için özür diliyorum.
Anlatayım: 9.Ağustos.2000 tarihinde Star Televizyonunun 19.30 ana haber bülteninde, Gülgün Feyman hanımın sorusu üzerine aynen şöyle dediniz: “Kuran-da DÖVÜN diye bir ayet yoktur. Öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın. Nihayet onları evden çıkarın; yani, bulundukları yerden başka yere gönderin, diyor ayette…” dediniz ve Türkçe çevirilerinde (meallerinde) “DÖVÜN” diye çevirenleri de; acımasızlıkla, bilgisizlikle, dini anlayamamakla suçladınız.
Daha önce ben “KURAN’I KERİM MEALİ (TÜRKÇE ÇEVİRİ) adlı kitabınızı okumuştum. Kitabınızda “DÖVÜN” diye çevirdiğinizi hatırladım. Acaba yanılıyor muyum diye adı geçen çevirinizi yeniden okudum. Aklımda yanlış kalmamış. Şimdi kitabınızdan olduğu gibi aktarıyorum:
“… Sadakatsizlikle ve iffetsizliklerinden kuşkulandığınız kadınlara önce öğüt verin. Sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkan/ bulundukları yerden başka yere gönderin/ ONLARI DÖVÜN…” (Nisan, 4/34) diye çevirmişsiniz.
Kitaplığımda 10 kadar Kuran çevirisi var. Hiçbirinde sizin yaptığınız “… ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin” yorumu yok. Diğerlerinde kimileri “DÖVME” buyruğunu, Allah’a yakıştıramadıkları için olsa gerek, yumuşatarak “HAFİFÇEYİ” eklemişler. Siz de “DÖVÜN” buyruğunu koskoca Allah’a yakıştıramadığınız için yumuşatarak “… ONLARI EVDEN ÇIKARIN/BULUNDUKLARI YERDEN BAŞKA YERE GÖNDERİN/” i eklemişsiniz. Bereket “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmamışsınız.
Oysa sizin getirdiğiniz yorum, “DÖVÜN” buyruğundan daha ağırdır. Çünkü bulunduğu yerden uzaklaştırılarak başka yere gönderilen kadın ne ile geçinsin? Sadakatsizlik ve iffetsizlikle suçlanan b.ir kadın başkasının evinde ve yanında nasıl rahat edebilir? Başkalarının kendisini aşağılayıcı bakışlarından rahatsız olmaz mı? Siz olsanız başkasının iffetsizlik ve sadakatsizlikle suçladığı bir kadını evinize alır mısınız? Eşiniz buna ne der? Allah’ı, dini, Kuranı kurtarayım derken daha zor duruma soktuğunuzun ayrımında mısınız?
Yanılgınız, 1400 yıl önceki toplumun yaşam anlayışına göre konulan kuralları günümüze uygulama saplantısıdır. 1400 yıl önceki toplum için konulan kuralları bu güne uygulayamazsınız… Ancak, Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği kaldırarak bir krallık ya da sultanlık rejimini uygularsanız şeriat kurallarını topluma uygulayabilirsiniz. Aksi takdirde şeriatı yaşatmanın olanağı yoktur. Çünkü günümüz toplumu:
Bir kişinin evlatlığı ile evlenmesini kabul etmez. (K.33/37),
53 yaşında bir erkeğin 9 yaşında bir kızla evlenmesini kabul etmez. (Hadis kitapları…)
Bir erkeğin, mehrini (Geçici evlilik nedeni ile verilen bedel…) vererek bir kadınla geçici evlilik yapmasına” ((K. 4/24) izin vermez. (Bu buyruk, bu gün İran’da uygulanmaktadır.)
Cariyelik ve kölelik kurumunu günümüz toplumu kabul edemez. (K. 16/71-75)
Günümüz toplumu kadınını aşağılanmasını kabul etmez. (K. 2/223, 3/36, 4/5 ve 36)
Bir erkek güzelliği hoşuna giden bir kadın için karısını boşayamaz. (K. 33/52)
Bir erkek karısını tarla olarak kabul edip dilediği gibi giremez. (K. 2/223) (Humeyni’nin yorumuna göre erkekler karılarını tarla olarak görüp diledikleri gibi girebilirler. Bu konuda aynı sizin gibi düşünen Zekeriya Beyaz’da geniş bilgi vardır. Nasıl olduğunu ona sorabilirsiniz)
“Tanrı katında din, kuşkusuz yalnızca İslam’dır.” (.K 3/19) buyruğu demokrasi ve laiklik ilkesine aykırıdır.
“İslam’dan başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler.” (K. 3/85) düşünceleri günümüz düşünce ve inanç özgürlüğü ile ne oranda bağdaşır?
Hele hele: “Müşrikleri, kâfirleri, din değiştireni, ateisti bulduğunuz yerde öldürün!” (K. 9/5, 5/33) ayetlerini nasıl uygulayacaksınız?
İşte sizin “çıplak uyarıcı” misyonu ile insanlığa, öncelikle Türk toplumuna, dayattığı inanç sistemi ki siz buna siz buna “Kuran Müslümanlığı” diyorsunuz…
Ne var ki siz, yukarda örneklerini verdiğim konulara; ne konuşmalarınızda ne de yazılarınızda hiç değinmiyorsunuz! Olur mu gerçekleri saptırmak? “Çıplak uyarıcı”ya yakışır mı bunlar? Bu Pazar oturacağınız kırmızı koltukta (13.9.200, Star’da…) bu konulara açıklık getirirseniz sevinirim… 6.Sizin getireceğiniz “Kuran Müslümanlığı”nda yukarda sıraladığım Kuran ayetlerini uygulamamazlık edebilir misiniz? Uygulamazsanız ne olur bilir misiniz? 7.Kuran ayetlerinden değil bir tanesini, bir harfini bile değiştirip, uygulamazsanız başınıza neler geleceğini benden daha iyi bilirsiniz… “Allahın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” Ayetlerini (K. 5/44, 45” ayetlerini nasıl görmezden gelebilirsiniz?8.Bırakın insanlar istediği gibi inansın. Biz aydınlar laiklik ilkesini savunalım. Akla, bilime, evrensel ahlaka önem verelim. Cumhuriyetimizi ve onun anayasal ilkelerini savunalım. 9.Mevlana, bundan 7 yüz yıl önce, ne demişti?
“DÜNLE SÖYLENEN DÜNLE GEÇTİ CANCAĞIZIM. BU GÜN İÇİN YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM.”
Ve yine Neyzen Tevfik’in şu sözlerini unutmayalım:
“NE TARİKAT, NE HAKİKAT, NE DE TÖRE
SÜREMEZ HÜKMÜNÜ YAŞADIKÇA BU KÜRE…”
Ey “Çıplak uyarıcı”, 1400 yıl önceki toplumsal yaşam gereği konulan kuralları günümüze uygulamaya çalışmakla Türk toplumuna ve de insanlığa kıydığınızın ayrımında mısınız?
Av. Hayri Balta, 9 Ağustos 2000
+
Not: Yukarıda (4. Bölüm, son tümce): “Bereket ‘dövün’ emrini kaldırmamış” diye yazmıştım. Gazetelerde okudum: 1999 yılında yayınladığı son Kuran çeviri sinde “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmış.
Kimileri de “HAFİFÇE”yi ekliyor. Bu da, “Bulunduğu yerden yani evden uzaklaştırın” diyor; ama, “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmazken son baskısında büsbütün kaldırmaktan da çekinmiyor. Nedeni de: Görüyor ki toplum “DÖVME” buyruğunu istemiyor. Ee ne yapmalı? Bundan kolay ne var: Hemen kaldırmalı…
Önce “Hafifçe” üzerinde duralım: Hafifçe dövmek bir insanı rencide etmez mi? Sonra karısına öfkelenen insan hafifçe dövebilir mi? Hiç mi karısını döven adam görmedik. Karısına öfkelen Adam; sen misin demiyor, yaratana sığınıp vuruyor. Sonra Allah, kendi kitabının değiştirilmesine nasıl göz yumuyor? Kuranda: “Allah tarafından indirildiği ve O’nun tarafından korunacağı” (K. 15/9) bildirilmiyor mu?
Haydi çık çıkabilirsen işin içinden…Din ve Tanrı bilgisi olmayan kişilerin din konusunda ahkam kesmesi dayanılmaz bir olgudur.
Bilmem “Çıplak uyarıcı” bu yazılarıma yanıt verebilecek mi?
X
28.9.2001
Sayın Hulki Cevizoğlu,
Öne saygı sevgi,
Yazının özeti: İslamiyetin çıktığı asırda terör kavramı yoktu ki terör konusunda tümce (ayet) olsun…
Ömer Malik adlı arkadaşın, size gönderdiği e-postayı bana da göndermesi üzerine yaptığınız programda Tevbe ve Maide bölümlerindeki cihad tümcelerini yansıtmış ve bu tümcelere yanıt istediğinizi duydum.
O arkadaş sizi kutlamış ben de kutluyorum. Biliniz ki yalnız değilsiniz. Sizin yalnız olmadığınızı göstermek üzere bütün şeriat ve irtica karşıtlarını size yardıma çağırıyorum.
Çünkü Şeriat, yani irtica: Akılcılığa karşı vahyi; bilime karşı inancı, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” (demokrasi) ilkesine karşı “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” (şeriat yönetimi) ilkesini, din ve inanç özgürlüğü yerine İslam’dan başka dine inananları kâfir (K.3/85) olarak kabul etmekte ve onlarla dosta olunmasını yasaklamakta ki¸ bu nedenle Cumhuriyetin kurucularınca yasaklanmıştır.
Kaldı ki şeriat, yani irtica; insanlık âleminin en büyük düşmanı olup hiçbir afet ve salgın hastalık ve diktatör irtica kadar insanlığa kötülük yapmamıştır. Bunun kanıtı olarak şeiatla yönetilen ülkelere bakabilirsiniz…
İrticanın en büyük kötülüğü insan aklını işlemez duruma getirmesidir. Akla, bilime, hukuka aykırı kurallar koymasıdır… İnsanlık irtica gibi bir felâketi hiçbir zaman yaşamamıştır. Her afetin, her salgın hastalığın, her diktatörlüğün çaresi bulunur da bu irticanın çaresi yoktur…
Çoluğunu-çoğunu seven, halkını seven, insanları seven bütün akılcı aydınlar; bu farklı düşünce ve inançta olanları kâfir gördükleri için öldürülmelerini gerektiğini inanan zihniyetle (Hizbullah, Şeriatçı militan ve Taliban zihniyeti) ile mücadele etmedikçe tehlike altındadır ve kendine karşı, çocuklarına karşı, insanlığa karşı saygısını yitiriyor demektir…
Cihat, kıtal ve kılıç tümceleri ile ve bu tümcelerle çelişkiye düşen barış tümcelerini karşılıklı olarak gösterdiğim yazımı bitirdiğim an size postalayacağım. Bir örnek olması bakımından bunlardan bir tanesini gönderiyorum:
Diyanet Vakfı Çevirisinden: “Kuran, 47/35: Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir. (Buna göre Müslümanlar düşman karşısında üstün durumda iken, sulh isteğinde bulunamazlar. Aslolan düşman karşısında gevşememek, eziklik hissederek paniğe kapılmamaktır.-Bu da Diyanet Vakfının Açıklaması ve yorumu-)”
Hani İslam barış dini idi. Üstün durumda iken barışa razı olmayan bir dine nasıl olur da barış dini denebilir? Ne zamana değin insanları ve kendimizi aldatmaya çalışacaksınız…
Bu tümcenin Türkçe’si ve tarafımdan yapılan yorumu: Fırsatı yakaladığınız an İslam’dan başka dine inananları ve dünya görüşünde olanları cehenneme göndermekte tereddüt etmeyin…
Günümüz insanlığı bu anlayışı kabul edemez. Bu anlayışın insanları ne durumu getirdiğini anlamak için: Başta Afganistan olmak üzere; Arap, Acem ve şeriatı uygulayan diğer ülkelere bakmak yeter… Hepsinin de; bilgisizliği, geriliği, ilkelliği, pisliği ve yoksulluğu televizyonlardan yansımaktadır.
Yüzü açık gezen kadınların yüzüne kezzap atılması, Buda heykellerinin yerle bir edilmesi, zina yapanlara uygulanan taşlama (recm) olayı, hırsızın elinin kesilmesi, kısasa kısas uygulaması, dörde kadar kadın almak, kadını tarla olarak görüp dilediği gibi girmek, boşama hakkının erkekte olması, üç boşamadan sonra erkeğin pişmanlığı halinde kadının başka bir erkeğe verildikten sonra alınması (Hülle), erkeğin kadını dövme hakkı ve kadının toplumsal yaşamdan dışlanması gibi emirler hep şeriat kurallarıdır…
Dikkat edelim. Tanrı (Allah) yok demiyorum. Allah var ama; Allah, böyle kurallar koyar mı diyorum. Yani hırsızın elini kesin, zina yapanı taşlayın, kadını dövün, Hülle yapın, sizin gibi inanmayanları öldürün… il’ahir der mi diyorum. Gelin şu günümüz anlayışına uymayan kuralları yücelteceğimize gerçeği (Tanrı’yı=Allah’ı) yüceltelim…
Bu kurallar, Kuran-da yok denebilir mi? Böylesine kurallar yürürlükte olduğu halde nasıl bir Kuran Müslümanlığı uygulanacak? Bu kurallar uygulandığı takdirde takdirde bir toplum nasıl kalkınabilir, nasıl uygarlaşabilir?
Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz gibi din adamları uygulayacakları Kuran Müslümanlığında bu tümceleri yok mu sayacaklardır? Niçin bu tümcelerden (ayetlerden) söz etmemektedirler?..
Bunlar Kuran-daki bu tümceleri kaldırdıkları takdirde nasıl bir Kuran Müslümanlığı uygulayacaklardır?.. Ne acı ki bunların ardına düşen insanlarımızın sayısı gittikçe artmaktadır…
Şu da bilinmelidir ki şeriat; yani irtica, insanlığa karşı, Batı uygarlığına karşı savaş açmıştır… Çünkü batı uygarlığı, onlara göre kâfirlerin uygarlığıdır.
Amerika son saldırıyı sineye çekse bile arkası gelecektir. Bu terörden; Avrupa da, Türkiye de, şeriatı tamamı tamamına uygulamayan diğer ülkeler de payına düşeni (nasibini) alacaktır.
Bunları görüp de insanlığı bu tehlikeye karşı uyarmamak şeriatla ittifak yapmak demektir. Ne acı ki, Atatürkçü, ilerici ve de solcu olduklarını söyleyen aydınlarımız bu aymazlık içindedirler ve bunlar Devletin, laikliğe karşı hareketlerin odak noktası olduğu gerekçesi ile üç kere kapattığı partinin yandaşları ve geçmişte devlet adına cinayet işlediklerini itiraf edenlerle ittifak arayışına girmişlerdir.
İşte ben Batı emperyalizmine karşı olsa da karanlıkla ittifak yapamam ve bu ittifakta yer alamam… Çünkü batılı sömürgecilerin aklı başına gelir de bu irticanın aklı başına gelmez… Varsın bana batı yanlısı desinler…
Saygılarımla…
Av. Hayri Balta, 28.9.2001
X
Sayın Cüneyt Canver,
Adana Milletvekili/Ankara
Önce sizi kutlar, saygılar, sevgiler sunarım.
Kutlamamın nedeni: Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi” adlı kitap için Devlet Bakanı Saffet Sert’e yönelttiğiniz sorudur.
İslamcılar ne denli inkar edelerse etsinler, dinleri, diğer dinler gibi, kadını küçültmektedir. Kadını küçülten her hangi bir akım; din olsun, felsefe olsun, akla, bilime aykırıdır. Eğer bir toplum; kalkınmak, çağdaşlaşmak istiyorsa bunun yolu; kadını yüceltmekten geçer. Çünkü kadın doğurandır, besleyip büyütendir, eğitip öğretendir koruyup gözetendir. Kadını aşağı gören, onu toplum yaşamına katmayan, bir toplumun kalkınması olanaksızdır…
Bütün bunlar yanında kadınlar; bizim anamızdır, kızımızdır, bacımızdır, eşimizdir, yarimizdir, sevgilimizdir, özlemimizdir… Halamızdır, teyzemizdir, yaşam yoldaşımızdır…
Ne var ki bütün dinlerin kadına yaklaşımı yakışıksızdır. Bu nedenle kadını alçaltan, küçülten, fitne kaynağı gören, cehennemlik olarak gösteren anlayışının üstüne gitmek bütün aydınlarımızın birincil görevi olmalıdır. Milletvekilleri içinde öncelikle bu görevi sizin üstlenmenizden dolayı da sizi ayrıca kutlarım
Kadını aşağılayan zihniyet üzerine sizden önce “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı ile sayın Prof. Dr. İlhan Arsel gitmiştir. Ne var ki İlhan Arsel hakkında İstanbul 2. As. Ceza Mahkemesinde Peygambere hakaretten dava açılmış. Dosya numarası ise 1989/151’dir.
Laik Türkiye Cumhuriyetinde kadınları alçaltan zihniyetle mücadele edileceğine mücadele edenler hakkında dava açmak, kadını aşağı gören bir zihniyete destek vermektir. Kadınları aşağı gören bir zihniyetin ve sözcülerinin kadınlara karşı aldığı tavrın; kadınlar hakkında söylediği aşağılayıcı sözlerin eleştirilmesi hakkının cezalandırılmak istenmesi çağımızın akılsal ve bilimsel düşüncesine ters düşmektedir. İşte siz bu tersliğe Yasama Organının dikkatini çekmekle büyük bir görevi yerine getirmişsinizdir.
Kim ki kadını alçaltan görüş ileri sürüyor; bu Allah da olsa, Peygamber de olsa onunla mücadele edilmelidir. Bu görüşün toplumda etkinlik kazanması önlenmelidir. Bütün aydınlar bu konuda görev üstlenmelidir ve sonuna değin de mücadele etmelidir.
Bu arada yeri gelmişken doğa’nın (Allah’ın, Tanrı’nın…) kadını alçalttığına ilişkin bir olgu göremiyorum. Bütün canlılarda dişi ile erkek eşit yaratılmıştır. Hayvanlar arasındaki eşitlik, dayanışma, sevgi ile nasıl bir bütünlük ve uyum oluşturuyorsa; bu gerçek insanlar arasında da geçerlidir ve insanlar için de geçerli olmalıdır.
Dolayısıyla Allah’ın diğer bütün canlılarda, hayvanlarda, eşitliği esas almışken; insanlara gelince küçültülmesi olanaksızdır. Bu nedenle Allah’ın kadını alçalttığı bir kitabı Peygamberine vahiy olarak gönderebileceğini de bir türlü kabul edemiyorum.
Mektubuma son verirken sizden bir ricam olacak. Ricam: Soru önergesinin bir örneğinin aşağıdaki adresime göndermenizdir. Bu soru önergesini İlhan Arsel davasında kullanabileceğim kanısındayım.
İlginizi bekler, yeniden saygılar, sevgiler sunarken uğraşılarınızda başarılar diler sağlıcakla kalınız derim.
Av. Hayri Balta, 12.10.1989
+
Not. Cüneyt Canver üç-dört ay önce ölmüştür. Anısı önünde saygı ile eğilirim. Yarın da Cüneyt Canver’in yanıt notunu ve soru önergesini ve soru önergesinin gazetelerde nasıl yazıldığını yazacağım.
+
Sayın Balta,
Soru önergemin bir örneğini ilişikte takdim ediyorum.
Saygılarımla,
İ. Cüneyt Canver, Adana Milletvekili, Parti Meclisi üyesi, Ankara
X
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA,
Aşağıdaki soruların Devlet Başkanı Sayın Saffet Sert tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla talep ederim. 5.101989
Cüneyt Canver, Adana Milletvekili
+
Türkiye Cumhuriyetinin Anayasal organlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı 12 ciltlik SAHİH-İ BUHARİ MUHTASARRİ TECVRİD-İSAHİH TERCEMESİ ve ŞERHİ adlı bir yapıt vardır ve bu yapıtın 9. baskısı yapılmıştır.
Yapıtın çeşitli bölümlerinde kadınlarla ilgili hükümler yer almıştır. Bu hükümlerden bazıları öyledir:
- “ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir”
- “ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır”
- “ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta”
- “ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz ve kadındır”
- “ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir”
- “ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım”
- “ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı”
- “ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar”
- “ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak”
- “ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler o sebeple Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez”
- “ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur, birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.
”SORULAR:
- İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına mı eşittir?
- Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklar mıdır?
- Kadın’da, ev’de, ve at’ta uğursuzluk var mıdır?
- Köpek, eşek, domuz ve kadın namazı bozar mı?
- Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibi midir?”
- Kadınlar erkekler için zararlı bir fitne midir?
- Cehennem halkının çoğu kadınlardan mı oluşmaktadır?
- Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi mi çıkarlar?
- Erkekler kadınlar üzerinde hakim midirler? Kadın tepeden tırnağa cerahat olan bir erkeği dili ile yalasa yine de onun hakkını ödeyemez mi?
- Kadın ile erkek tokalaşırsa el zinası mı yapmış olur?
- Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?
- Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?
+
SHP’li CANVER’İN SORU ÖNERGESİ
“KADINA HAKARET” TBMM GÜNDEMİNDE
Ankara, Hürriyet, 7 Ekim 1989 Cumartesi, s. 17
SOSYAL DEMOKRAT Halkçı Parti (SHP) Adana Milletvekili Cüneyt Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’e,Diyanet İşleri Bakanlığının, kadının aşağılanmasına niçin aracılık ettiğini sordu.
Canver, Anayasal bir organ olana >Diyanet İşleri Bakanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi” adlı kitabın dokuzuncu baskısını yaptığını belirterek, kitapta kadınlarla ilgili “olumsuz” birçok görüşün yer aldığını öne sürdü.
“BİR ERKEK İKİ KADINA BEDEL”
Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’in cevaplandırması istemimle TBMM Başkanlığı’na verdiği son önergesinde , kitapta şu hükümlerin yer aldığını bildirdi:
+ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir.
+ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır.
+ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta.
+ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz ve kadındır.
+ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir.
+ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım.
+ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı.
+ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar.
+ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak.
“ELİN ZİNASI, EL TEMASIDIR”
+ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir. Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez.
+ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur. Birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.
DİYANET HANGİSİNE İTİBAR EDİYOR?
Devlet Bakanı Sert’e, kitapta yer alan bu hükümlere katılı katılmadığını soran Canver’in önergesinde şu sorular yer aldı?
+ Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?
- Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?
+
Şimdi bu soruları okuyan bir yurttaşımız, “Hayır, dinimiz böyle söylemez!” diye bu söylenenleri kabul etmeyecektir. Ancak burada yazılanlar gerçektir. Bu gerçekler İslam’ın temel kitapları olan Kuran’da ve Hadis kitaplarında (özellikle yukarıda adı geçen Sahih-i Buhari’de) geçmektedir.Yine Diyanet İşleri Başkanlığının bu sorulara verdiği yanıtı görmek isteyenler Prof. İlhan Arsel tarafından yazılan “DİYANET’E CEVAP” ADLI KİTABA ADLI KİTABA (Kaynakları Yayınları…) kitaba bakabilirsiniz. Bu kitapta Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği yanıtlarına karşı Prof. İlhan Arsel’in İslam kaynaklarına dayanan açıklamalarını da görebilirsiniz. Ne var ki Diyanet İşleri Bakanlığı: Kuran’da ve Hadis kitaplarında bunlar yok diyemiyor; ama, öylesine akıl almaz yanıtlar veriyor ki insan şaşıp kalıyor…
Yine bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler yine Prof. İlhan Arsel’in “ŞERİAT VE KADIN” adlı kitabına bakabilirler.
Bir insan hangi dinden olursa olsun dininin ne söylediğini, neleri buyurduğunu bilmelidir. Yoksa öyle kendi anlayışına göre yarattığı bir din anlayışı ile “Dinimizde böyle şey yoktur!” demek, din anlayışına aykırıdır. Kadınlarımız, kızlarımız eğer “Dinimizde bunlar yoktur!” diyorlarsa bir de Sitemizin “Kuran’dan” bölümündeki “KAYGILARIM” BAŞLIKLI YAZIMA BAKABİLİRLER.
Burada aklıma takılan bir soruya değinmeden geçemeyeceğim. Acaba türban, tesettür diye yırtınan kadınlarımız, kızlarımız dinlerinin kendilerine biçtiği dondan haberleri var mı? Haberleri var da bütün bunları bile bile şeriat özlemi çekiyorlarsa, şeriatın kendirline özgürlük vereceğini ve de erkeklerle eşit kılacağını sanıyorlarsa acınacak bir durumdadırlar… Bu durumda “Kendi düşen ağlamaz” atasözünü yinelemekten başka bir söz bulamıyorum.
Not: Sonradan değerli aydınlanmacı Turan Dursun’dan duyduğuma göre soruları hazırlayıp göre Cüneyt Canveren’e verenin kendisi olduğunu söylemişti.
Av. Hayri Balta, 9.11.2002
(Bitmedi, sürecek…)
x
CÜNEYT ÖZDEMİR’E
Sayın Cüneyt Özdemir,
CNN Yapımcısı,
İstanbul.
Önce saygılarımı sunar mesleğinde başaralı olmanı beklerim.
Bu gün (24 Kasım 2005) Hürriyet gazetesinde bizim toplulukta adı Bay Casus olan Zekeriya Beyaz’la ilgili programı “GENÇLİĞİ KOMÜNİSTLERLE SAVAŞARAK GEÇTİ” diye duyurmuşsunuz.
Bu büyük bir yalandır. Bir savaş açıktan yapılır. Savaşan taraflar birbirini tanır ve görür. Oysa bu adam, bir polis ajanıdır. Lütfen şu satırları dikkatle okuyalım. Bu açıklamalar Zekeriya Beyaz’ın Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR” başlığı altında Aclan Sayılgan’a yaptığı itiraflardır:
“27 Mayıs ihtilalinden evvel Dr. Emin Kılıçkale’nin tarikatına ajan olarak üç genç sokulmuştur. İkisi maceracı karakterde gençler olmakla birlikte üçüncüsü daha müdekkik olan ve halen “Üç Hoparlörlü” imam diye anılan Zekeriya Beyaz’dır. Kılıçkale’ye iyiden iyiye duhul eder.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Burada ajan arkadaşlarını maceracı olarak gösterirken kendisine “müdekkik” payı çıkarıyor.
Ajanın Türkçe karşılığı “Gizli Polis=Hafiye’dir.” Demek ki Zekeriya Beyaz bir polis ajanı olarak topluluğumuza girmiştir. Buna “Gençliği komünistlerle savaşla geçti” diyebilir miyiz? Bir savaş mertçe yapılır; kalleşçe değil…
Şu satırlara da dikkat edelim:
“Zekeriya Beyaz bunun yanı sıra Emniyet Birinci Şube ile sıkı teşriki mesai yaparak Nizip’teki Kürtçülük ve Gaziantep’teki Kılıçkale konusunda raporlar vermektedir.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Bir din adamı nasıl olur da aynı zamanda Müslüman olan Kürt kardeşleri hakkında kışkırtıcılık yapar? Bir din adamına yakışır mı bunun yaptıkları…
“Mesela bunlardan biri, kendi tarikat deyimlerince, Peygamberlik rütbesine yükselmiş Hayri Balta’dır. Hayri Balta ihbar üzerine tevkif edildiği zaman Maarif Dairesinde (Gaziantep) Köy İşleri Şubesinde memur olarak çalışıyordu. Tahliyesini müteakip derhal Amerikan Hastanesinde İstihdam edilmeğe başladı.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Zekeriya Beyaz’a sorun bakalım: Hangi Amerikalı bir komünistte iş verir ve onu işyerinde çalıştırır? Bu açıklaması bile onun zihniyetinin ne denli çarpık olduğunu göstermeye yeter…
Şu açıklama ve itiraf da Zekeriya Beyaz’ındır:
“Emin Kılıç Kale’nin CAN’larından (Can tarikatın büyük bir mertebesidir) Hayri Balta; gerek Zekeriya Beyaz’ın gerekse diğer iki gencin ihbarı sonucu sonunda komünizm propagandası yapmaktan tevkif edilir. Fakat tahkikatta bir sonuç alınamaz…” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Burada adı geçen Hayri Balta benim. Bunlar bizim Emin Kılıç Kale topluluğuna öğrenci olmak amacı ile gelmişlerdir. Çünkü Hocamız Sayın Dr. Emin Kılıç Kale Türk Tasavvuf Müziği ve Tekke müziği ile meşgul olmakta ve derslerine gelene de nota usul ve makam öğretmekte idi… Emin Kılıçkale, aynı zamanda iyi bir tasavvufçu olarak açık görüşlüdür. Zekeriya Beyaz’ın Emin Kılıçkale’yi sevmemesinin nedeni Emin Kılıçkale’nin tasavvuf anlayışına karşı olmasıdır.
Derslerinde kadın erkek bir arada keman, nay (Ney), saz, ud, ve tef eşliğinde ilahiler okunurdu. Dinsel söyleşiler yapılırdı. İşte Zekeriya Beyaz’ın uğraştım dediği topluluk budur. Dünya yüzünde tasavvuf ve tekke müziği ile iştigal eden bir komünist görülmüş müdür?..
Zekeriya Beyaz’ın Emin Kılıç’a ve bana düşmanlığı bizlerin CHP’li ve Atatürkçü olmamızdır. Çünkü kendisi şimdi olduğu gibi o zaman da koyu bir şeriatçıdır. Arapçılığı Türklüğünden, Muhammetçiliği Atatürkçülüğünden güçlüdür. Atatürkten vazgeçebilir; Muhammet’ten asla…
Çünkü şeriatçılık onun ekmek kapısıdır. O zamanlar Zekeriya Beyaz’a göre kim Atatürkçü ve kim CHP’li ise o komünistti.
Zekeriya Beyaz o zamanlar Demokrasiden, Cumhuriyetten söz eden bir öğretmene şöyle diyordu: “Ne demokrasisi, ne Cumhuriyeti, bizim dinimizde bir Kuran var bir de şeriat!” (Gaziantep Gerçek gazetesi, 29.5.1964)
Yine bu adam19.5.1964 tarihli Gaziantep Gerçek gazetesinin yazdığına göre 19 Mayıs şenlikleri için ve Atatürkçü öğretmenlerin tümüne: şöyle diyordu:
“Bunların hepsi komünist. Kızlarımızı 19 Mayıs Bayramı şenliklerine göndermeyiniz. Erkeklere bacaklarını ve mahrem yerlerini göstererek günaha giriyorlar.”
İşte Zekeriya Beyaz’ın “Gençliğimde komünistlerle savaştım” dediği komünistler bu tür komünistlerdir.”
Şimdi hakkımda yapılan tahkikat sonucun da verilen kararı açıklıyorum: (Gaziantep Sorgu Hakimliği: E. 1962/25. K. 1962/104):
“Sanık Hayri Balta’nın her ne kadar komünizm propagandası yaptığı iddia edilmişse de; sanık Hayri Balta’nın Atatürk ilkelerine bağlı aydın bir kimse olduğu, kamu tanıkları Bekir Kaynak, Necdet Sevinç ve Cevat Güralp olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri bulunmaları hesabiyle şahadetlerinin şayanı kabul ve samimi olmadığı ve esasen şahadetlerinin de bahse konu fiilin suç unsurları bakımından takdire müsait bir ciheti de olmadığı. Kaldı ki muhbirlerden Bekir Kaynak’ın Hakimliğimizce alınan ifadesi alındığı sırada açıkça ırkçı ve Turancı olduğunu, açıkça ve çekinmeden söylediği, şu hale göre yurdumuzda yaşayan insanları muhtelif adlar altında ayırmak (Mesela: Türk, Çerkez, Arap, Kürt vesaire) ve milletleri kan birliği esasına istinat ettirmek ve aynı ırktan olduklarını iddia ettikleri insanları geniş bir sınır inde toplamak ve bunu temin maksadıyla saldırgan bir karakter taşımak ve neticeten bir hayal peşinde koşmaktan ibaret olan Irkçılık ve Turancılığın mevcut mevzuat karşısında takip ve tecziye edilmesinin icap edeceğinin teemmüle şayan olduğu ve böyle bir fikrî vasat içinde bulundukları anlaşılan muhbirlerin her aydını ve Atatürk ilkelerine bağlı ilerici fikirleri komünistlik olarak tavsif edecekleri ve bu hadisede de öyle yaptıkları, sanıkta arama neticesi yakalanan Varlık, İmece vesaire broşürün yasaklanmış kitaplardan olmadığı ve halen yayın hayatına devam ettikleri sanığın vaki savunmasının samimi olduğu …”
Hakkımda verilen karar böylece devam edip gidiyor ve ben bu mahkeme kararıyla “Türkiye’deki tek Aydın ve Atatürkçü bir kimse!” oluyorum. Ne var ki bu karar işe yaramıyor ve ben kırk yıl polis takibi altında yaşıyorum. Ve benim çektiklerim yetmezmiş gibi sayenizde Zekeriya Beyaz “komünistlerle savaşan” bir kahraman olarak sunuluyor…
Zekeriya Beyaz, şu an Takvim’in gizli sahibi ve yazarı; diğer muhbir ve tertipçi Necdet Sevinç ise Olaylara TERCÜMAN gazetesinde yazıyor. İkisi de; Mahkemece, “muhbir, olayların başlıca tertipçisi ve aynı zamanda Irkçı ve Turancı olarak saptanıyor. Gerçekten o günlerde her ikisi de Irkçı ve Turancı olmaları yanında Nurculuk propagandası da yapmışlardır.
Zekeriya Beyaz’a göre Atatürkçü öğretmenler tümden komünisttir. Öğretmenlere iftira attığı için yargılanmış, mahkemesi Ankara’da görülmüştür. Bu konuda CHP eski Milletvekili Mustafa Güneş’in bilgisine başvurulabilir.
Hangi komünistlerle savaşmış. Eğer her komünist Atatürkçü Öğretmenlerle CHP’li aydınlar ve benim gibi biri ise vay o komünistlerin haline…
Zekeriya Beyaz; otursun da önce, şu sorulara yanıt versin:
“1. Hakkında raporlar verdiği Dr. Emin Kılıç Kale’ye, ‘Namazında, orucun da uydurma olduğunu biliyorum. Nurcu oluşum da gösteriştir. Çünkü işime öyle geliyor. Bu benim ekmek kapımdır. Gerçek dini sende görüyorum’ diyerek, Osman Aksoy’la birlikte, Dr. Emin Kılıç Kale’nin elini öptü mü öpmedi mi?..
- Dr. Emin Kılıç Kale topluluğu kendisine niçin “BAY CASUS” adını takmıştır? Söyleyebilir mi?
- Dr. Emin Kılıç Kale ile hangi konularda mektuplaşmıştır? Niçin?
- Dr. Emin Kılıç Kale’ye gönderdiği mektupların basına verilmesini ister mi? İstemez mi?
- Nizip’te imamlık yaparken verdiği vaazlarda, ‘Beden eğitimi öğretmenleri ile diğer öğretmenlerin çoğunun komünist olduğunu, kızların beden eğitimi yapmalarının günah olduğunu” söylemiş midir, söylememiş midir?
- Bu sözleri üzerine Nizip Kaymakamlığınca imamlık ve vaizlik görevinden uzaklaştırılmış mı, uzaklaştırılmamış mı?
- Hangi milletvekillerinin ve hangi heyetlerin Ankara’ya giderek kendisini Nizip’teki Ulucami’ye, tepeden inme, imam olarak tayin ettirmiştir?
- Gerek ilkokul ve gerekse İmam Hatip sınavlarında, başarılı olamaması üzerine, kimlerin rica minneti ve araya girmesi üzerine diploma alabilmiştir?
- Gaziantep Valisi; hangi heyetle gidip iş istediğinde kendilerini kovmuştur? Niçin?
- Hangi nedenle tutuklanıp Gaziantep Cezaevine atılmıştır, hangi nedenle yargılamasının Ankara’da yapılmasına karar verilmiştir?
- Gaziantep ve Ankara Cezaevinde ne kadar hapis yatmıştır?
Zekeriya Beyaz önce bu soruları yanıtlasın da ondan sonra çıksın vatandaşların huzuruna…
Bu arada Necdet Sevinç’e de birkaç sorum olacak:
“1. Gaziantep lisesi 1. sınıfında iken hangi gerekçe ile okuldan kovularak kaydı silinmiştir?
- Ankara Sanat Tiyatrosunda oyunculuk yapan kız kardeşi 12 Mart 1971’de hangi suçtan gözaltına alınarak Mamak Cezaevine atılmıştır?
- Kimleri görerek kız kardeşini Mamak Cezaevinden kurtarmıştır?
- Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularını tabanca ile tehdit ettiğinde tabancası elinden alındıktan sonra dayak yeyip sokağa atılmış mıdır?.. Atılmamış mıdır?
- Askerliğini hangi tarihte ve nerede yapmıştır? Yapmadıysa hangi gerekçe ile askerliğini yapmamıştır…”
Necdet Sevinç bey de bu soruları yanıtlasın da ondan sonra Milliyetçilik Mukaddesatçılık taslasın millete…
İşte ben bu Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in iftirası sonucu beraat etmeme karşın komünist olduğum gerekçesiyle 10 işyerinden kovuldum. Her gittiğim yerde polis işverenlerimi işten atılmam konusunda uyardı. Bunların yüzünden çok çile ve yoksulluk çektim. Çok sevdiğim memleketim Gaziantep’ten göçmek zorunda kaldım.
Bunlar hem iftiracı, hem muhbir, hem de tertipçidir. Memleket için çok tehlikelidirler. Asli görevi kışkırtılık yaparak halkı birbirine düşürmektir. Her ikisi de bu kışkırtıcılıkları yüzünden cezaevlerinde yatmışlardır.
Zekeriya Beyaz, şimdi Dernek kurmuştur. Yakında da parti kuracaktır. İşte o zaman nasıl bizim başımıza çorap ördü ise memleketin de başına çorap örecektir…
Gösterin bu satırları kendilerine: “Bak Hayri Balta hakkınızda bunları söylüyor!” diye.
Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in değil gazetelerde yazı yazmaya, televizyonlara çıkıp şov yapmaya; toplum içinde gezmeye bile yüzleri yoktur. Çünkü bunlar bağımsızlık isteyen gençlere ve Atatürkçü aydınlara karşı sağcı gençliği kışkırtmaları yüzünden çok aydınımızın ve gencimizin öldürülmelerine neden olmuşlardır. Bu sözlerimin gerçekliğini görmek için; Bizim Anadolu, Hergün, Yeni Çağ ve Tercüman gazetelerinin sayfalarına bakmak yeterlidir.
Zekeriya Beyaz’a gelince ; bu adamda, bir din adamında olması gereken ağır başlılık ve ciddiyet yoktur. Bu adam toplumun eğlencesi ve medyanın meddahı olmuştur.
Ey Türk basını; tanıyın bunları, tanıyın da ondan sonra idol olarak gösterin bunları Türk halkına…
Saygılarımla,
Av. Hayri Bilge Balta, 24.11.2005
X
11.9.2006
Emre Kongar
AYDIN, GERÇEKLERİ SÖYLER
Sayın Emre Kongar,
Sevgiler, saygılar; bilimsel niteliğinizden ötürü size derin saygım var. Ancak İslam söz konusu olunca, gerçekleri söylemekten çekinmeniz nedeniyle size olan saygım, sevgim bocalar…
Aşağıda genç bir arkadaşın sizinle ilgili bir yazısı var. Bu yazınızda kullandığınız şu cümleler gerçek saygısı içinde olanları yaralar. İki satır yazınız içinde düzeltilmesi gereken çok konular var:
Örneğin şöyle demektesiniz: “İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Bir kere İslam dini; son din değildir, İbrahim dinine bir dönüştür.
Kaldı ki İslamiyet’ten sonra da yüzlerce din gelmiştir; ne var ki bunlar, mevcut dinlerin etkisi ile ve bir de “Ya imana geleceksin, ya öleceksin!” demedikleri için güçlenememiştir.
Aşağıdaki kurallarını sıraladığım bir inanç sistemine nasıl olur da “… çağdaş bir inanç sistemi…” diyebiliriz?
“Köleliği-cariyeliği olumlayan, kadına dayak atılmasını hoş gören, dörde kadar almaya cevaz veren, koşullar oluştuğunda Hulle yapılır deyen, hırsızın elini kesen, ağır suç işleyenin elini ayağını çapraz kesen, zina yapan evlileri taşlayarak öldüren (Recm), bekarlara ise yüz kırbaç vuran, dininden dönenin katlini vacip gören, İslam olmayan ülkeleri darül harp gören ve bunlarla dost olmayı yasaklayan” ki bu çağımızın; ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı kurallar saymakla bitmez.
Genç yazarımız; aşağıda yazısında, ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı ayetlerden birkaç örnek vermiştir. Bakalım Sayın Hocamız bunlara ne deyecektir?
Hele son tümceniz düşünmeye değer. Merak ediyorum bu İslam dininin ürünleri neler? İlimde mi, fende mi, sinemada mı, sporda mı, teknikte mi, buluşta mı… Bunlar da saymakla bitmez ve kaldı ki yazının ikinci bölümünde “niçin geri kaldık?” sorusu ile siz de bu gerçeklere yüzeysel de olsa değinmektesiniz…
Ülkemiz; bu gün laiklik ile irtica arasında çıkmaza düşmüşse, bunun sorumlusu, sizler gibi gerçekleri ters yüz eden Kemalist aydınlardır. Sizlere Kemalist Müslümanlar da diyebiliriz ki; başat özelliğiniz İslam dini ile laikliği bağdaştırmaya çalışmanızdır…
Kemalist Müslümanlar; Ne Türklerin önderi Atatürk’ü, ne de Arapların önderi Muhammet’i anlamışlardır. Bu ikisi arasında yüz seksen derecelik uzlaşmaz bir zıtlık vardır. Bilimsel niteliği olan bir aydın bu ikiliyi bir arada kabul edemez.
Bu iki önder arasındaki zıtlığı anlamadıkları içindir ki demokrasi adı altında iktidarı, altın tepsi içinde, şeriat özlemi ile yanıp tutuşanlara sunmuşlardır ve şimdi de işin içinden nasıl çıkacaklarını araştırmaktadırlar.
Zaman aydınlık düşüncelilerle ülkemiz aleyhine işlemektedir. Genel Kurmayımız bu gerçeği şu yargısı ile dile getirmiştir. “Bölücülük ve İrtica en büyük ve en yakın tehlikedir!” Yaklaşmakta olan tehlikeyi önlemek için hiç olmazsa aydınların doğru olanı ve gerçekleri söylemesi gerektir.
Tarih, gerçekleri doğruları ve gerçekleri söyleyenlere yer verecektir; söylemeyenleri ise, silecektir.
Sizin toplumumuz üzerinde büyük bir etkinliğiniz var. Gerçek dışı en küçük bir açıklamanız sizin bilimsel niteliğinizi ve bizi yaralar.
Siz bilimsel kişiliğinize sahip çıkmazsanız, kim sahip çıkar?..
Bizler de gerçekleri söylemezsek kim söyler?…
Saygılarımla,
hayri@bilgebalta.com – 11.9.2006
+
İNSAN; DEĞİŞİME İNANANDIR
Emre KONGAR “Kültür Üzerine” adlı eserinde İslam dini üzerine şunları söylemektedir:
“İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Herhalde şu ayetler Sayın Kongar’a göre saygıdeğer ve çağdaş görünüyor;
Nisa 89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.
Nisa 91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine baş aşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.
Bakara 191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Tevbe 5- Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
Maide 38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihat, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
Nahl 75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel bir rızık verilen ve o rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah’a mahsustur. Doğrusu insanların çoğu bilmezler.
Sayın Kongar’ın bu ayetlerden habersiz olması olası değildir. Kendisi Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük sosyologlarından biridir. Çok güzel tespitleri bulunmaktadır.
Bakın Sayın Kongar aynı eserinde bu sefer de şu tespitlerde bulunmaktadır:
“…işaret etmek istediğim nokta , Türkiye’nin kurtuluşunu İslam’da görenlerin önce, niçin İslam topluluklarının geri kalmış olduklarına ilişkin akılcı ve bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olduklarıdır. Hem en ileri, hem en güzel, en geliştirici dine sahip olacaksın, hem din toplumsal ilerlemenin bir nedeni olacak, hem de geri kalacaksın. Bakın bu durumu açıklamak insanı nerelere götürüyor:
Din elden gittiği için geri kaldık savı. Bu savı ileri sürenler, (dikkat edin!) dinin elden gitmesinin nedenlerini açıklamak zorundadırlar: En güzel, en ileri olan din, yani Müslümanlık hangi nedenlerle güzsüzleşmiştir? Güçsüzleşmeye neden karşı koyamamıştır? Elden giden dinin yerine ne gelmiştir? Yerine gelen şey, neden gerileme nedeni olmuştur? Müslümanlığın yerine gelen şey, ahlaksızlık ve zındıklık ise, kendisini ahlaksızlık ve zındıklığa karşı koruyamayan bir din, ne denli geçerlidir? Dinin asıl görevi ahlakı ve Allah korkusunu yerleştirmek değil midir?” (2)
Biz sadece Müslümanları değil tüm dünyanın düzen içinde barışçıl bir ortamda kardeşçe yaşamasından yanayız. Yalnız bu barış için savaşım gerekmektedir. Barış için savaşa evet dememiz, geleceği böylece güvence altına almamız gerekmektedir. Oysa İslam dünyasının böyle bir kaygısı yoktur. İslam dünyası değişime şiddetle karşı çıktığı için her zaman bir anarşi ortamında birbirlerini yok etmektedirler. Yalana hayır demeyen hiç kimse bu anarşiden kendini ve toplumu kurtaramaz.
Din olgusu soyut bir kavramdır. Din insanımsının düşüncesizliğidir. Bu düşüncesizliği, dini yok etmekle değil, bilimle-düşünceyle-düşünmeyle çözebiliriz. (Toplumsal gelişmenin evrimsel sürece bağlı oluşu, düşünsel gelişimi de bir sürece tabi kılmaktadır. )
Sayın Kongar biraz daha öz verili ve tutarlı olsaydı (arada kalmasaydı) aydınlığa daha büyük katkılarda bulunabilirdi.
Ahmet Taner KIŞLALI ve Bahriye ÜÇOK gibi “dini çağdaşlaştırma” veya “birilerine yaranma” politikası içerisinde olanlar ne aydınlığa bir fayda sağlayabilir ne de aydın sıfatı kazanabilirler.
Din değişimi kapısından içeri sokmaz. Değişim her zaman dinsizlik olarak görülmüştür. Değişim sömürünün, yalanın zehiridir. İnsanımsı dine inanırken, insan değişime inanmalıdır. Değişim yoksa evren de yoktur.
Değişim devletleri de kapsamalıdır. Değişim geçirmeyen bir devlet devletsizleşmiş demektir. Örneğin Osmanlı bir din devletsizliğiydi. Devlet asla din ile bir araya getirilemez. Din içeren bütün devletler, devletsizliği yani eşitsizliği-düzensizliği-karmaşayı-anarşiyi beraberinde taşır.
Bir toprak parçası üzerinde hüküm kurmakla devlet olunmaz. Devlet birey için vardır, toplum için vardır. Devlet toplumdaki tüm bireylere eşit haklar tanımalıdır. Bunu tanıması için bireycilerin oluşturduğu topluluklar, bireylerin oluşturduğu topluma dönüşmelidir. Bu toplum-bireyler değişimi her zaman içerisinde taşımalı ve yaşatmalıdır.
Osmanlı devletsizliği milyonlarca bireycinin-sürünün emeğiyle parazitleşmiş, değişimi içinde barındıramadığı için de yok olmuştur. Din’in yaşam alanı da bu devletsizliklerin yıkılması-kurulması aşamalarındaki karmaşa ortamıdır. Devletsizlikle din iç içedir. Devletsizlik dini, din devletsizliği yaşatmaktadır.
Değişim insanoğlunun inanacağı tek şeydir. Değişimler her zaman belirli kuralarla gerçekleşir. İnsan da bu kuralları bilim ile açığa çıkarmalıdır. Doğru değişmekle birlikte tektir. Zaman-mekan içerisinde bu değişim gerçekleşir. İnsan değişimi iyi kavramalı ve kurallarını belirleyerek devletleşmelidir-düzenleşmelidir.
1- Emre KONGAR “Kültür Üzerine” Çağdaş Yayınları, 2.B s.152 1984
2- Aynı eser. s.154
http://tanselsemir.blogspot.com/
Güncelleme: 12.9.2006
X
Nihat Hatipoğlu
ŞİDDET AYETLERİ
Y:Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu’na,
Hürriyet gazetesindeki 22.9.2007 tarihli “Nihat Hoca ile Ramazan” köşenizde “KILIÇTAN NEFRET EDEN PEYGAMBER” başlıklı yazınız beni düşündürdü.
Bir kere göstere göstere bir tane örnek ayet göstermişsiniz ki onun da konu ile ilgisi yok. Okuyalım: ”Allah’ın sana olan rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara (sahabeye) karşı yumuşak davrandın. Eğer sen, kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılıp giderlerdi!” (Âl-i İmran 3/159)
Ben bu ayette, bırakınız “KILIÇTAN NEFRET EDEN BİR PEYGAMBER”; KILIÇA KARŞITLIK BİLE GÖRMİYORUM. Bu ayetten bu anlamı çıkardığınızı da bir türlü anlayamıyorum
Bir peygamber, yalnız yakınlarına değil bütün insanlığa karşı sevecen davranmakla yükümlüdür. Böyle bir davranış sıradan bir insan için bile geçerlidir.
Önemli olan; insanın, karşıtlarına karşı yumuşak davranması, kaba ve katı yürekli olmamasıdır. Hele söz konusu bir Peygamber ise bu onun birinci özelliği olmalıdır. Ne var ki bu özelliği İslam Tarihi’ni, Kuran’ı ve Hadisleri okuduğumuzda göremiyoruz.
İşte İslam öğretisinde “Cihad, Kılıç ve Şiddet Ayetleri” olarak geçen ayetlerden bir bölümü. Okuyalım:
+
- “Onları bulduğunu yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları
çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’ın yanında onlar savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları bulduğunuz yerde öldürün.” (K. 2/191) - “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse savaşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (K. 2/193)
- “Allah yolunda öldürülür veyâ ölürseniz, size Allah’tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır.” (K. 3/117)
- “O halde, dünya hayatı yerine ahreti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar: Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz.” (K. 4/74)
- “Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyen.” (K. 4/89)
- “… eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik.” (K. 4/9l)
- “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezâsı öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhrette büyük azâb vardır.” (K. 5/33)
- “Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin’ diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi.” (K. 8/12)
- “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.” (K. 8/39)
- “Ey Peygamber! Mü’minleri savaş için coştur. İzin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bir kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırla yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bir kişiniz, Allah’ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.” (K. 8/65-66)
- “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (K. 9/5)
- “Eğer, antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dîninize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz- belki vazgeçerler.” (K. 9/11)
- “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakimdir. “ (K. 9/14-15)
- “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 9/29)
- “Ey inananlar! Size ne olduğu ki, ‘Allah yolunda, savaşa çıkın’ dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhreti bırakıp dünya hâyatına mı razı olduğunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhrete göre pek az bir şeydir. Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azabla azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. O’na bir şey yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir.” (K. 9/38-39)
- “İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.” (K. 9/41)
- “Ey Peygamber! İnkârcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür.” (K. 9/73)
- “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır.” (K. 9/111)
- “Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla berâberdir.” (K 9/123)
- “Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öç alacağız.” (K. 32/22)
- “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz.” (K. 47/4)
- “Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir.” (K. 47/35)
- “Ey Muhammed! Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: ‘Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar Müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız; eğer itâat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi can yakan bir azaba uğratır.” (K.48/16)
- “Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar… Eğer sizler Benim yolumdan savaşmak ve rızamı kazanmak için yola çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz. Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.” (K.60/1)
- “Ey Peygamber! İnkârcılarla ve ikiyüzlülerle savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür!.” (K. 66/9)
+
Bir aydın, bir ilahiyatçı; halka; gerçekleri söylemekle yükümlüdür. Ne var ki aydınlarımız ve din adamlarımız İslamiyet söz konusu olunca yalanda yarışıyorlar ve uydurmada uyuşuyorlar. Hepsi birden geçekleri ters yüz ediyorlar.
Müslüman halktan gerçekler gizlendiği içindir ki bu gün İslam dünyası geri kalmıştır. Tarih boyunca İslam dünyasında demokrasi, kadın erkek eşitliği görülmemiştir. Bilgisizlik ve yoksulluk başını almış gitmiştir. Bu gelişmede aydınların ve ilahiyatçıların büyük rolü vardır. Sözün burasında bir alıntı yapmak istiyorum:
+
“Dünya’da, nüfusunun yarısından çoğu Müslüman olan ülkelerin sayısı 59. Bunlara Bosna-Hersek, Arnavutluk, Azerbaycan, Türkmenistan, vs. ülkeler de dahil. Bu ülkelerden 20’sini gördüm. Gördüğüm tek ortak nokta ilkellik, pislik, cehalet, yoksulluk ve yolsuzluk. Büyük bölümü emperyalizmin kıskacında. Yöneticileri satılmış… Gelir dağılımı inanılmaz bozuk. İçlerinde, gönül rahatlığı ile yaşamak isteyeceğiniz, gelişmiş, uygar, demokratik, temiz tek bir ülke yok. Onlardan farklı tek İslam ülkesi Türkiye.
Bu ülkeleri üst üste görmeseydim, yani belirli aralıklarla görseydim, sanırım İslam Ülkeleri ile ilgili kesin bir görüşüm oluşmayacaktı. O zaman şu soru aklıma gelmişti. Ya “İslamiyet girdiği yeri bu hale çeviriyor” ya da “İslamiyet’i bu tür insanlar seçiyor!”
Gördüğüm İslam Ülkeleri arasında en fecaat yer Afganistan’dı. Gerilik, gericilik, ilkellik ve pislik; buna cehalet, düşmanlıklar ve yoksulluğu da ekleyin. Bu anlamda hayali bir ülke yaratıp, bilim-kurgu film çevirseniz; Afganistan’daki rezillikleri yakalayamazsınız.
Okuduğum, dinlediğim Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcı o kadar çok Afganistan’a benziyor ki. Osmanlı’nın yıkıntıları üzerine kurulu, Osmanlı’nın sürekli aşağıladığı, cahil bıraktığı, dışladığı Anadolu halkı tarafından kurulan Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlamak için Afganistan’ın bugünkü halini görmelisiniz.
Ama ortaya bir adam çıkıyor. Mustafa Kemal’dir adı. Arkadaşlarıyla kolları sıvıyor. Ardında mucizevi bir Kurtuluş Savaşı kahramanlığı var. Yoksul, cahil, geri, sürekli aşağılanmış, yobazlaştırılmış Anadolu halkını bu durumdan kurtarmak, kurduğu cumhuriyeti yükseltmektir amacı. Sarsıcı devrimler birbiri ardına geliyor. Sarsıcı diyorum bilerek, varsın dünyadan habersiz, o dönemki koşullardan, Anadolu halkının kıvamından habersizler bunları küçümsesin… İnsanını, toplumunu dönüştürmek, geliştirmek, uygarlığı yakalamaktır amacı. Tüm bunlar halk için, halka rağmen yapılıyor. Dilden harfe, şapkadan kıyafete, eğitimden sanayiye, kültüre, hukuğa birçok şey radikal biçimde değişmeye başlıyor. Oysa yanında akıl verecek, katkı verecek; bırakın onu sohbetinden tat alacağı insan sayısı bile o kadar az ki. Ve bu adam bunları 40’lı yaşlarında yapıyor.” (Hasan Uysal)
+
Bu geri kalmışlıktan ve cehaletten kurtulmanın yolu gerçekleri olduğu gibi ortaya koyarak insanlara; akla, ahlaka, mantığa ve bilime dayanan bir din öğretisi verilmelidir.
Ne var ki aydınlarımız ve ilahiyatçılarımız bunun ayrımında değildir. Aydınlarımız ve ilahiyatçılarımız halka önderlik edeceklerine; halkın nabzına göre şerbet vermekte ve halkın arkasına düşmektedir. Böyle yapıldığı içindir ki İslam dünyası diğer uygarlıklar karşısında çıkmaza girmiştir.
İstenildiği kadar gerçekler ters yüz edilsin; bu gün bilişim ve iletişimin geliştiği bu çağda, sıradan bir insan bile Geoogle’yi tıkladığı an yukarıda 25 maddede sıralanan “Şiddet Ayetleri” karşısına çıkmaktadır.
+
Yazıma son verirken Atatürk’ün aşağıdaki sözlerini aktarmakta yarar görüyorum:
Atatürk, Kazım Bekir’e şöyle demiştir: “Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..”
(Kazım Karabekir. Paşaların Kavgası. s,159. Kazım Karabekir Anlatıyor Yayına Hazırlayan Uğur Mumcu. Tekin Yayınları.1. Basım. s. 94. Bu kitap, 10-29 Haziran 1990 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde de tefrika edilmiştir.)
Türk halkı artık Kuran-ı ve Hadisleri Atatürk’ün istediği gibi Türkçe’sinden okuyor ve sizleri gerçeklere aykırı anlatımlarınızı, konumuzda olduğu gibi, gülerek dinliyor ve okuyor…
Gerçekleri söyleyip söylememek artık sizlere kalmıştır. Benden uyarması…
Av. Bilge Balta, 23.9.2007
X
“AYDINLARA MEKTUPLAR”
BİR ADI DA
“DİPSİZ KUYUYA ATILAN TAŞLAR”
Kör kuyuya atılan taşlar ses verdi de,
Aydınlara yazılan yazılar ses vermedi…
+
9.7.1963
Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye,
Aşağıdaki satırlar, Almanya’da işçi olarak çalışan kardeşim Hasan Balta’ya yazdığım 8. mektubun 11. ve 12. bölümleridir:
- Son verirken mektubuma, bir de düşünce yolu açayım sana. Milliyet gazetesi yazarlarından Çetin Altan, geçen günkü yazısında: “Tanrı’yı, insanların yaratmış olduğunu yazıyordu. Hemen şuracıkta düşüncemi belirtmiş olayım ki, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile uğraşanlar en gereksiz işle uğraşmış olurlar. Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile ilgilenerek bu soruna çakılıp kalmak tinsel sayrılara özgüdür.
Burada söz konusu ettiğim : Geleneksel şekilde bilinen; yani, insandan ayrı, acunu bir başkan gibi yöneten kendi başına buyruk, her işe karıştığı sanılan bir Tanrı’dır.
Çetin Altan’ın bu yazısı; bizim Yeni İstiklâlcileri kızdırdı da kızdırdı… Başladılar Başladılar Tanrı’nın varlığına ilişkin, sözde, bilimsel belgeler yayınlamaya… Öyle ki: Nemrut ile İbrahim Peygamberin tartışmalarını bile, işe yarar bir belge gibi, sürdüler öne. Bu tartışma Kuran-ın 2/258 tümcesinde geçer: “İbrahim ile Allah’ın kendisine mülk verdiği kimsenin (Nemrut) Rabbi hakkında mücadelesini haber almadın mı? “Rabbim diriltir ve öldürür.” Dediğinde o, “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. İbrahim : “Allah güneşi doğudan doğdurursan onu batıdan doğdur” dedi. Ve kâfir şaşırıp kaldı…”
Bu sav karşısında Nemrut, söyleyecek söz bulamıyor. O keskin zekâlı sayılan Nemrut ne diyeceğini şaşırıyor. Mantığı işlemez oluyor. Kafası çalışmaz oluyor zavallı Nemrut’’un… Nemrut’un kafasının çalışmayıp aciz kalmasından bizimkiler kedilerine övünme payı çıkarıyorlar. Bir tartışmada sıkıştılar mı: “Haydi bakalım, muktedirsen, güneşi batıdan doğdur!” diyerek bilimsel tartışmanın önüne set çekiyorlar. Bu yüzden de Tanrı sorununa yanıt bulduklarını sanıyorlar.
Oysa dangalak Nemrut, şu denli bir zeka kıvraklığı gösterseydi; şapşallaşıp çuvallamasaydı bu sorun çözülmüş olurdu. Bu savına güvenerek tartışma yaratanların sesi kesilirdi. Örneğin: İbrahim Peygamber kendisine: “Eğer gücün varsa, güneşi batıdan doğdur da görelim!” dediğinde İbrahim Peygambere: “Yanılıyorsun ya İbrahim; o güneşi doğudan doğduran benim. Eğer senin Allah’ın muktedirse benim doğudan doğdurduğum güneşi batıdan doğdursun da görelim!” deseydi İbrahim Peygamberin ne deyeceği doğrusu görülmeye değerdi. Eğer böylesine bir soru yöneltseydi İbrahim’e; böylesine dayanaksız bir sav ileri sürdüğünden ötürü kıpkırmızı olacaktı belki de…
Bütün suç Nemrut’ta. Ulan Tanrıyım diyor musun be adam güneşi doğduran da benim doğudan desene. Aksini; kim, nasıl yapacak? Doğrusu çok merak ediyorum İbrahim’in bu sav karşısında ne diyecekti? Allah’ı varlığını gösterecek mi idi Nemrut’a…
Sevgili kardeşim, görüyorsun İbrahim Peygamberin tutağı (tezi) ne denli çürük. Ey İbrahim, böylesine kolayca çürütülmeyecek bir savla ortaya çıkarak insanların aklını çelmek kolay…
Ey İbrahim, unutma ki; senin yolundan gidenlerin ve soyundan gelenlerin insanlığı iyi yola sokmak hırslarıdır ki, birbirlerini sevmekle yükümlü insanları birbirlerine kırdırıp geçirdi. Bütün bu din için cana kıymalar hırsınızın aşırılığı yüzündendir: İnsanların mutluluğu istemek hırsı… (11.9.2001. Bitmedi. Sürecek…)
Kaldığımız yerden sürdürüyoruz:
Şimdi aynı hırsa komünistler düşmüş: Acundaki (dünyadaki) insanların mutluluğunu istemek hırsı. Zorla düzelteceğiz acunu diyorlar. Kaçmak isteyenleri Berlin’den, başlıyorlar öldürmeye… Kızından, oğlundan, yaşlısından, gencinden… Gerekçe: İnsanların mutluluğu…
İşte bu hırstır ki tiksindiriyor insanları birbirinden, bu hırs yüzünden; geçmişte ve gelecekteki olaylardır ki insanı tiksindiriyor insanlıktan…
Bu hırstır ki, düşünce özgürlüğünün köküne kibrit suyu sıkıyor… Düşünce özgürlüğünden eser kalmıyor ortada… Ne oluyorsa insanların özgürlüğüne, mutluluğuna oluyor…
- Keskin kardeşim, başka konularda da düşüncelerimi söylemek isterdim. Ama, hem zamanım yok hem de düşüncelerimin üstünde toplumun , toplumdaki densizlerle ilkellerin baskısı var… Üstelik geçim ve zaman darlığı da çekmekteyim.
Düşüncelerim bu engellerle karşılaşıyor. Düşüncelerim yüzünden acı çekiyorum. Düşüncelerim; ileri görüşsüz, sorumsuz yöneticilerin robotçasına oyuncağı, polislerin kuşkulu, tiksindirici bakışları ile de çatışmaktadır.
Hem düşünecek misin, okuyacak mısın, yazacak mısın; yoksa, ekmek parası mı kazanacaksın?.. Hele her işten dönüşümde: “Ne aldın baba! Ne aldın baba!” diye ellerime, ceplerime , gözlerime bakan; Elçin’le, Gülçin’le, Elgin’le, eşimle karşılaşınca; yazmak da, okumak da, düşünmek de kalıyor geriye, istemeye istemeye…
Şimdilik ekmek parası kazanacaksın, o da zoru zoruna… Gelirim, giderimi karşılamıyor dedin mi, oluyorsun vatan haini… Borç-harç ederek; giymelisin, yemelisin, gülmelisin… Olduğundan başka görünerek açık yan vermemelisin. Üstelik bir de: “Allah, devlete-millete zeval vermesin!” demelisin ki vatan haini olmayasın…
Ama gelirin giderini karşılamıyormuş, borç alma kaynakların kurumuşmuş, tis kazanına düşmüş sıçana dönmüşsün, sıçrayıp sıçrayıp çıkamıyormuşsun, her çıkışta ayağın kayıp kazanın dibinde alıyormuşsun soluğu…
Ömrün bu çaba içinde geçiyormuş. Seninle birlikte: onurun da, gururun da, mutluluğun da kazanın dibine düşüyormuş… Onun da kolay bir yanıtı var: “Kaderinmiş oğlum kaderin!”
Keskin kardeşim, yılma yok!.. Tis kazanının içine düşmüş sıçan gibi çabalayacaksın. Başka yolu yok bunun. Çıkacaksın kazanın kenarına doğru, tam dışarı atlayacakken, ayağın kayacak hoop! Aşağıda alacaksın soluğu… (Bitmedi, sürecek…
Hiç düşünmeden yine çaba göstereceksin yukarı çıkmak için… Tırnakların gıcırdayacak, kalaylı tis kazanının kalaylı bakırında, tırnakların bir türlü tutunamayacak, tutunacak yer arayacak… Taa ki evin hanımı ya da bir başkası yan yatırarak devirecek kazanı bilmeden… İşte o zaman kurtuluş var… Yoksa, inip inip çıkacaksın hiç düşünmeden ölünceye değin…
Ne yapalım dayanacağız. Evde, en büyüğü beş yaşında üç çocuk var… Midemizden asılmışız asılmasına ama; yine de, bu zaman ve geçim darlığı içinde, gerekçeli (Beraat kağıtlı-meşru yol…) olarak gelir kaynaklarını artırma çabası göstereceksin. Bu arada da, yine, gerekçeli olarak, düşüneceksin, yazacaksın, okuyacaksın ve kendini geliştirip olgunlaştıracaksın… Yılma, yenilme yok Aydınlar yenilmez…
Amerikan Hastanesi Saymanı
Aydın Yener (Hayri Balta), 9.7.1963
+
Eki: Çetin Altan’ın; 22.5.1963 tarihli Vatan gazetesinden, “Kim Demiş ki Köylü Yobazdır” başlıklı yazısı
x
Gaziantep, 24.4.1969
Hayrettin ERSÖZ,
Gaziantep Valisi,
Halen CHP’de kâtip olarak çalışıyorum. Ayda 500 lira geçecek elime. Dört çocuklu ve evimin aylık kirasının 250 lira olduğunu söylersem ne durumda olduğumu anlarsınız.
- Şubeye mensup sivil polisler İl Yönetim Kurulu üyelerimizden İbrahim Hortoğlu’na; 23 Nisan Çocuk Bayramında, Kapalı spor salonunda yapılan eğlence gecesinde: “Niçin partide çalıştırıldığımı, benim gibi bir adamın böyle bir yere sokulmaması gerektiğini, geçimim için ihtiyacım olan parayı ise Moskova’dan aldığımı…” söylemişler…
Aynı şekilde, Amerikan Hastanesinden ayrılarak Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalıştığım günlerde de baskı yapılmıştı işten atılmam için…İbrahim Hortoğlu, kendilerine gereken yanıtı vermiş… “Moskova’dan para almama…” gelince: Artık bu kadar da dayanaksız konuşulmaz…
Ne Moskova’dan parası sayın valim; yiyecek ekmeği, yakacak odunu, ev sahibine verecek parayı bulamıyorum. Bakkala, kasa ve ekmekçiye nasıl para vereceğimi düşünüyorum kara kara… Eğer birikmiş bonomun faizi de olmasaydı elektriklerim kesilecekti bu ay…
Sinema gişesinde bilet satmaya razı olurum, çalıştırılmamam için baskı yaparlar. Ayda 50-60 liraya gazeteciliğe razı olurum, yazdırmazlar. Bu baskı ve önlemeler resmî ve gayrî resmi kanalardan yapılmaktadır.
Sizden isteğim: Sizin emrinizde bulunan 1. Şubeye mensup polisler, hiç olmazsa, durup dururken yapmasınlar bu baskıyı… Eğer bir bildikleri varsa, tertibe tenezzül etmeden, yakamdan tutarak yargıya teslim etsinler beni… Halen Millî Emniyette çalışan Mehmet Baykal, ilk tertipçi olmakla ün kazanmıştır.Yani ben aç kalırsam bu polislerin eline ne geçecek acaba? Görevleri beni, bana duyurmadan, izlemek mi; yoksa, işverenlerime baskı yaparak işime son verdirmek mi?..
Amacım sizi rahatsız etmek değildir. 1. Şube Polislerinin bu baskısını duymamış olsaydım, sizi rahatsız etmeyecektim…
Küstahlık sayılabilecek bu mektubum için özür diler, saygılarımı sunarım.
Hayri Balta, Gaziantep, 24.4.1969
+
NOT: Münasip görürseniz Lütfü Söylemez de okusun bu mektubu…
Açıklama: (Lütfü Söylemez, o zaman beni işten attıran AP’nin Gaziantep Milletvekili idi ve olaylardan haberi vardı ve beni işime iade etmek için çalışacaktı…)
x
9.3.1991
Sayın Öğreticim
Prof. Dr. İlhan Arsel,…
Mektubuma son verirken bazı konularda görüşlerimi açıklamak istiyorum. Düşüncelerimi açıklamaya Mesih İnanlılarla yaptığım bir konuşma ile başlayacağım.
İstanbul’a kitap almak için girdiğim bir kitapçının sahibi Mesih İnanlısı çıktı. İçerde birkaç Mesih İnanlısı daha vardı. Kitapları gözden geçirirken benimle ilgilendiler ve konuşma çemberine beni de aldılar. Konuşmalarımız sırasında “Ebedî yaşam”a inanıp inanmadığımı ve Cennet-Cehennem hakkında ne düşündüğümü sordular… Bu arada “Peygamberlerin günahsız kişiler” olduğunu ileri sürdüler… Gerçek saygım nedeniyle doğru olanı inandığım gibi söyleme alışkanlığında olduğum için konuşmama Neyzen Tevfik’in şu şiiri ile başladım:
”Gözün hâlâ mı cennette, hur-i gılmanda,
Göremezsin cennet yüzü sen, gidersen bu kafayla…”
(Bu dize tarafımdan değiştirilmiştir. Çünkü küfür ediyordu…)
Şimdi gelelim Mesih İnanlıların sorularını sırasıyla yanıtlamaya: Önce ebedî yaşam. Ebedi yaşam denince bunların aklına öldükten sonraki cennete yaşayacakları sonsuz yaşam geliyor. Cennette ölmek yok ya…Oysa bu anlayış gerçek dinsel düşünceye aykırı. Demek ki bunlar da okudukları kitabı (İncil’i) anlamıyorlar. Dinsel yaşam ikiye ayrılır. Ebedî yaşam ve ebedî olmayan yaşam. Ölümlü yaşam ölümsüz yaşam. Eğer yaşantımızı olumlu kavramlar, genel doğrular, yüce erdemler doğrultusunda yönlendirirsek “Ölümsüz”leşiriz.
Eğer yaşamımızı olumsuz kavramlar, genel eğriler, aşağılık ilkelere göre yönlendirirsek “ölümlü yaşamı” yeğlemiş oluruz ki İncil’e göre kötü yaşamın (günahın) bedeli ölümdür. Okuyalım: “Çünkü günahın bedeli ölümdür.” (İncil. Romalılara, 6/23).
Kötülüğün karşılığı ölümdür. Bu doğrultuda olmak üzere İncil’de daha yüzlerce tümce vardır. Demek ki olumlu yöndeki yaşamımız bizi ölümsüzleştirir. Olumsuz yöndeki yaşantımız ise bizi ölümlü kılar.
Gelelim Cennet-Cehennem konusuna. Kendilerine şöyle dedim: “Yahu, aklınızı başınıza toplayın. Ne cenneti, ne cehennemi… Hepsi buradadır. Bunlar simgesel kavramlardır. Cennet: Yaptığımız olumlu davranışlardan duyduğumuz vicdan huzurudur. Olumlu edimlerimizin bize sağladığı refah ortamıdır. Cehennem ise bunun tam tersidir. Yaptığımız olumsuz davranışların ruhumuzda yarattığı huzursuzluk ve vicdan azabı cehennem olarak simgelendirilir. Yine tembellik, uyuşukluk sonucu çekilecek yoksulluk ise cehennem ile simgelendirilir…”
Dört kişi idiler. Sözlerim üzerine cin çarpmışa döndüler: “Bunca din adamı; Yahudi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı öldükten sonra gideceğimiz cennetten-cehennemden söz ediyor. Bunlar yalan mı söylüyorlar. Sen bunlardan daha mı iyi biliyorsun bir ilâhiyatçı olmadığın halde…”
Kendilerine: “Söylediğim bu sözler akıllılardan ve ilâhiyatçılardan gizlenmiştir.” dedim. Açtım İncillerini şu tümceyi (âyeti) gösterdim: “Baba, göğün ve yerin Rabbi! Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana şükrederim.” (İncil. Luka, 10/21).
Sonra, dedim: “Cennet de, cehennem de yaşayanlar içindir. Ölülerin cenneti-cehennemi olmaz. İsterseniz açın kitabınızı şu tümceye bakın!” dedim. Çünkü kitapları İncil’de: “Tanrı, ölülerin değil, yaşayanların Tanrısıdır.” (İncil. Matta. 22/32) diye yazıyordu. Bu tümceyi hiç okumadınız mı, hiç düşünmediniz mi bu ne demektir diye… Şaşırıp kaldılar. “Hiç gözümüze çarpmamıştı” dediler.
Şimdi de gelelim “Peygamberlerin günahsız olduğu…” düşüncesine… Bu düşüncenin şampiyonluğunu ise bizimkiler yapmaktalar. Oysa zahmet edip kitaplarına bir baksalar Allah’ı (Sağduyusu) tarafından birçok yerde peygamberlerinin azarlandığını görürler.
Birkaç örnek verelim yeter. Daha çok örnek verirsem tedirgin eder: “Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?” (K. 93/7) “Şaşırmış” da ne yapmış acaba? “Doğru yola eriştirilmeden” önce ne yapıyordu acaba ki; Allah’ı (İçinden gelen ve kendisini yargılayan sağduyusu… Vahiy dedikleri içe doğuş…) tarafından böylesine uyarılmak zorunda kalmış.
Al bir tane daha: “Ey Muhammet! Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur; kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.” (.47/19).
Ve şu tümceye de dikkat: “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.” (K. 48/2).
Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz bu konulara hiç değinmezler. Neden bu konulara değinmezler acaba?
Diğer şeriatçılar ise bu konularda söz bile söyletmezler; hemen tahrik olurlar, adamı Sivas Madımak’taki gibi yakarlar…
Bunlara söz söylemeye gelmez… Çünkü hemen tahrik olurlar… Ama “kâfir” dedikleri laikler ki bunlar aynı zamanda Atatürkçülerdir de liderleri öldürülür, bunları sayıp sıralamaya gerek var mı bilmem, zerrece tahrik olmazlar ve gidip de herhangi birine seslerini bile çıkarmazlar… Kuran’daki İslam Peygamberi ile ilgili tümceleri gördük. Bir de kendisinden önce gelenlerin durumuna bakalım, ki İsa kendisinden öncekiler için hırsız ve haydut diyor: “Benden önce gelenlerin hepsi hırsız ve hayduttu, ama koyunlar onları dilemedi.” (İncil. Yuhanna, 10/8)
Önce İbrahim’in yaptıklarına bir bakalım. Örneğin Tevrat’ın, Tekvin bölümünden öğrendiğimize göre 12/10-20 İbrahim, karısını, “kız kardeşimdir, alabilirsin!” diye Mısır Firavun’’una veriyor. Firavun gerçeği öğrenince kendisini azarlıyor: “Niçin, karını, bu benim kız kardeşimdir, dedin. Ben de onu karı olarak aldım ve şimdi işte karın, al ve git!” diyerek onu azarlayarak kovuyor.
Yine aynı bölümün (Tekvin) 20/1-4’te de anlatılmaktadır ve İbrahim’in bu kez karısını Gerar kralı Abimelek’e gönderdiğini okumaktayız: “…Fakat Allah gece rüyasında Abimelek’e gelip ona dedi: Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır.” dedi. Abimelek de İbrahim’i azarlayarak: “İşte, al karın ve git!” dedi.
Bu tümcelerde İbrahim Peygamberin, “…karısını kız kardeşim…” diyerek krallara verdiğini görüyoruz. İkinci olaydaki “…Aldığın kadın sebebiyle, işte sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır…” tümcesine dikkatinizi çekerim. Çünkü bir evli adamın karısını almak kötü bir davranış olduğundan en büyük olumsuz eylemlerden sayılır.
Gerçek Din ilminde bu tür işlemleri yapanlara ise “ÖLÜ” denir. “Ölü”ler ise Tanrıdan (Genel doğrular, Evrensel etik ahlak, , yüce erdemler, doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi olumlu kavramlar…) kopar. Bu nedenle “Allah ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır.” (İncil, Matta. 22/23). Denir. Şunu da belirteyim ki her yaşayan insana diri denilmez.
Diri denince: Duyarlılığı nedeniyle sorumluluk duygusu olan ve kötülüğe bağışıklık kazanmamış kişi akla gelirken; ölü renince: Duyarlılığı ve duyarsızlığı nedeniyle sorumluluğunu yerine getirmeyen, kötülüğe bağışıklık kazanan, yaptığı haksız kazançtan ve de başkasının haklarını gasbetmekten zevk duyan kişi akla gelir.
Tanrı (Allah, zat olarak değil öz olarak…), tanımını yaptığım diriler için söz konusudur. Ölüler için dinsel sorumluluk (Tanrıya karşı sorumluluk) söz konusu değildir. Nasıl ki; küçük çocukların, beyinsel özürlü olanların ve de hayvanların Tanrısal sorumluluğu olmadığı gibi…
Ne var ki 40 yılı aşkın bir zamandan ben bu din sırlarını vermeye çalıştığım ve bu nedenle söyleyip yazdığım halde bir kişiyi bile uyaramadım. Yalnız bu dediklerim anlaşılsa ve anahtar olarak alınsa insanlık yeniden doğuşa erer…
Yukarda alıntılayıp anlattığım gibi bir başkasının karısını almanın genel doğrulara aykırı olduğu için en büyük günahlardan sayılarak “ölüm”le simgelendiğini gördük.
Şimdi de İbrahim’i azarlayan Mısır kralı Firavun ile Gerar kralı Abimelek’e karşın peygamberlerden sayılan ve Zebur (Tevrat’ta) adında bir de kutsal kitabı bulunan Davut ne yapmış?.. Herhangi bir yorumda bulunmadan bir de buna bakalım:“…Niçin Rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hitti Üriya’yı kılıçla vurdun, ve karısını kendine karı olarak aldın…” (Tevrat, II.Samuel, 12/9)
Tevrat’taki bu tümcenin önü ve arkası uzun. Olayı kısaca MEYDAN LAROUSSE’ den aktarayım: “GÜZELLİĞİYLE ÜNLÜ YAHUDİ KADIN, Davud’un subayı Üriya’nın karısı (II.Samuel, XII, 1-25), Davud’un sevgilisi oldu. Davud, onunla evlenebilmek için Üriya’yı öldürdü. Bunun üzerine peygamber Natan ona (Davud’a) şöyle dedi:..”
Ne dediğini ben Tevrat’tan aktarayım: “…Natana dedi: Rabbin hakkı için bunu yapan adam ölüm oğludur…” (II.SAMUEL, 12/5). Demek istiyor ki: Sen ölüm oğlusun!..
Bu olayda Davud’un; karısını alabilmek için kocasını öldürmesi genel doğrulara aykırı olduğu için gerçek dinsel niteleme ile günah olarak adlandırılır.
Günah işleyene ise “ölü” denir. (Bakınız: İncil. Rom. 6/23). Burada ayrıca Peygamber Natana’nın Davud’a: “Sen ölüm oğlusun!” demesinin nedeni kötü bir iş yapmış olmasıdır. Demek ki iyi iş yapmış olanlara da “Tanrının oğlu!” deniyor. Yoksa öyle Hıristiyanların anlayıp inandığı şekilde Tanrının oğlu mu olur? Bu anlayış, din ve Tanrı bilgisinin yokluğundandır.
Ben bu bilgileri verirken içerde bulunan dört kişiden üçü beni daha fazla dinlememek için çekilip gittiler. Tahrik odular ama beni dövüp öldürmediler. Bizim şeriatçılar olsa idi bizi tahrik etti diyerek gereğini yaparlardı…
Av. Hayri Balta, 5.10.1993+
(AÇIKLAMA: Siteme yazı girmeyeli neredeyse iki ay oluyor. Bu gecikmenin nedeni: Tam yazılarım gireceğim sırada Hard disk dedikleri çöktü. Bütün e-maillerim, notlarım, yazılarım silindi. Bilgisayarımın onarılması ve kendime gelmem bir ayı geçti… Kaldığımız yerden sürdürüyoruz.)
x
1.5.1995
Sayın
Hikmet Çetinkaya ve Mustafa Ekmekçi,
Cumhuriyet Gazetesi Yazarları,
ANKARA
Önce her ikinize de saygı, sevgi…
Bu mektubu ayrı ayrı yazamadığım için her ikinizden de özür dilerim. Ne var ki her ikinizin de aynI gazetede yazmış olması ve Atatürkçü kişiliğinizi yazılarınızdan ilgi ile izlediğim için bu şekilde yazıyorum. Biraz da sağlık durumum nedeniyle her ikinize birden yazma ve işi bir mektupla halletme zorunluluğu var…
28.3.l990 tarihinde Gaziantep’te BUGÜN gazetesinde günlük yazdığım sıralarda bu konuyu işlemiştim. Bilindiği gibi şeriatçı kesim, Cumhuriyetimizi yıkmak için, yeni düzencilerle, ikinci cumhuriyetçilerle, Irkçı Kürtçülerle, Irkçı Türkçüler el birliği ederek Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalışırken; bir yandan da ona son mesaj verdirerek şeriatçı kesime taraftar toplamaya çalışıyorlar. Örneğin ekte sunduğum “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” ki şudur:
“Bütün dünya Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammet’in gösterdiği yolu takip etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammet’i örnek almalı. İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira insanlar, ancak bu şekilde kurtulabilir ve kalkınabilir.”Atatürk, komaya girdikten sonra, ölümünden 15 gün önce kendine geldiğinde bu sözleri söylemiş ve bu mesaj Dışişleri kanalıyla da bütün dünyaya gönderilmişmiş. Bu açıklamalar 1988 yılı Atatürk’ü Anma Haftasında TRT’nin “Din bir vicdan meselesidir” adlı programında yapılıyor…
“ATATÜRK’ÜN SON MESAJI” adı verilen bu mesaj, ilk olarak, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Hanif Fauk’un “Atatürk Urduca Yayınlarda” adlı kitabında yayınlanmıştır (s. 102).
Adı geçen, “SON MESAJ” adını verdiği bu uydurmasının altına not düşmeyi de unutmamış: “BU İFADELER DUYGUSAL TEMELE DAYANABİLİR” diyerek uydurduğunu itiraf etmiştir. Ne var ki kimse bu notun üstünde durmuyor. Bütün şeriatçılar mal bulmuş mağribi gibi bu mesaja sarılıyor.Uydurma olduğu kesin olan bu Atatürk’ün Son Mesajı ile Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında çıkan Ahmet Gürtaş’ın “ATATÜRK ve DİN EĞİTİMİ” adlı kitabının 70 ve71. Sayfalarında da karşılaşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Diyanet Takviminin 10 Kasım 1988 günlü yaprağında da görüyoruz bu mesajı…Bir de bakıyorsun Adnan Oktar adlı biri Rönesans dergisine de almış bu mesajı (Mayıs 1990, s. 7) Atatürkçü olduğunu söyleyen Adnan Oktar da Atatürk’ü şeriatçı gösteriyor bu mesaja dayanarak. Bir de bakıyorsun bu mesaj büyük panolara yazılmış olarak Sivas Gençlik Kitabevi’nin duvarlarına da asılmış. Kim bilir Anadolu’nun daha nerelerine asılmıştır…Teke Tek programında Rize Belediye Başkanı da bu mesaja sarılıyor… Yetmiyor, Fatih Çekirge’nin İktidar Oyunu adlı programında bir Rüfai şeyhi bu mesaj dayanarak “Atatürk de şeriatçı idi…” demeye getiriyor. Bizim Fatih Çekirge de mışıl mışıl dinliyor ve Türk ulusuna dinletiyor…
Oysa ben bu mesajın “yalan ve uydurma olduğunu” Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesinin Esas numarası 1998/793 olan dava dosyasında belgelemiştim: Bu dosyada: Cumhurbaşkanlığından, Dışişleri Başkanlığından, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığından, Türkiye Kemalist ve Sanatçılar Derneği Genel Merkezinden gelen resmî yazılarla “ATATÜRK’E MAL EDİLMEYE ÇALIŞILAN BU SON MESAJIN YALAN VE UYDURMA OLDUĞU, ARŞİVLERİNDE BÖYLE BİR MESAJA RASTLANILMADIĞI” belgelenmiş durumdadır….Bu gerçeği ben, Türkiye’deki bütün Üniversitelere, gazetelere bildirdiğim halde yine de bu mesaja sarılarak Atatürkçü Düşünce bir gedik aşmaya çalışıyorlar: “Atatürk’ün bile son vaktinde imana gelerek tek yolun şeriat olduğu gerçeğini Türk milleti yanında bütün dünyaya duyurmuştur…” deme utanmazlığını gösterip sürdürüyorlar…
Bu gösteriyor ki şeriatçılarımız Atatürk’ü anlamamışlar. Atatürk’ü anlamadıkları gibi kendi Peygamberlerini de anlamamışlar. Bu iki önder arasında 180 derecelik bir zıtlık vardır. Biri: “Yurtta sulh cihanda sulh!” derken; diğeri, Müslüman olanlarla olmayanlar diyerek dünyayı ikiye ayırımıştır: “Dar-ül harp (savaşılacak dünya) Dar-ül İslam (Savaşılmayacak dünya)…”Biri, “kadınları toplum yaşamına katar…” Diğeri ise: “Kadının yeri evdir, evin dip köşesidir, mutfaktır, yatak odasıdır, kocasına hizmettir…” der. Öyle ki kadının kocasına huzur vermek için yaratıldığını ileri sürer. (Bkz. K. 7/189: “Sizi bir nefisten yaratan (erkeklere sesleniliyor) ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır…”)
Bu iki önder arasındaki zıtlık sayılamayacak kadar çoktur. Birinin söylediğinin tam tersini diğeri söylemektedir ve ben bunları yukarıda numarasını verdiğim dava dosyasında sıralamışımdır. Merak edip de bu dosyayı inceleme zahmetine katlananlar bu gerçekleri göreceklerdir.
Bu konuda daha önce Fatih Altaylı’ya, Fatih Çekirge’ye ve de Ahmet Taner Kışlalı’ya bilgi vermiştim. Ahmet Taner Kışlalı da geniş bilgiler içeren dosya ve belgeler vardır. Ne var ki adı geçenler de ilgisiz kalmışlardır. İlgilenirseniz size de gönderebilirim onlara gönderdiğimim aynısını… Ama ekli olarak gönderdiğim haber yazım size bir yazı yazmaya yetecek kadar bilgi vermektedir…Atatürk’e yapılacak en büyük saygısızlık onu son vaktinde imana gelmiş bir şeriatçı gibi göstermektir. Ne var ki 12 Eylülcüler bu saygısızlığı yapmışlardır…
Saygılarımla,
Av. Hayri BALTA, 1.5.1995
+
Eki: Bir yazı…
(Açıklama: Adı geçen yazarlar gönderdiğim bu yazıyı ne yazı konusu yapmışlardır ne de bir sözcükle olsun yanıt vermişlerdir…
x
3 Eylül 1995
DEVLET BAKANI SAYIN AYSEL BAYKAL’A
A Ç I K M E K T U P
Bakan olduğunuz için değil bayan olduğunuz için saygılar sunuyorum. 27.08.1995 günlü Cumhuriyet gazetesinde şöyle söylediğiniz yazılıyor: “KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİNİ BOZAN KURAN DEĞİL, ŞERİATTIR.”
Doğrusu, böyle bir sözü sizden beklemiyordum. Bu denli bilgisizce bir sözü size yakıştıramadım. Kuran’ı ayrı, şeriatı ayrı göstermek, bu güne değin, köktenci şeriatçıların bile aklından geçmemiştir. Şeriatın kaynağının Kuran olduğunu, bu gün, Müslüman olmayan bir kişi bile bilmekte. Böyle bir sözü oy kaygısı ile söylediyseniz, bilgisizce konuşmanızdan çok daha kötüdür. Yok, bilerek tersini söylediyseniz, böyle bir ifade bilgisizlikten de kötüdür.
Şeriat ile Kuran birbirinden ayrı tutulamaz. Şeriatın kaynağı Kuran’dır. Şeriat; Kuran’ın buyruklarının (kurallarının) dışına çıkamaz. Kaldı ki şeriatın amacı: Kuran kurallarını yeryüzünde hâkim kılmaktır. Şeriatçılar da bu amaçla; ölür, öldürür…
Kadın-erkek eşitsizliğinin kaynağı, şeriatın kutsal kitabı Kuran’dır. Şeriatın; kadın-erkek eşitsizliğini gösteren yüzlerce kural Hadis kitaplarında da vardır. Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlikleri Hadis kitaplarından gösterirseniz verilecek yanıt hazır: “Hadis, kitaplarında uydurma hadisler vardır. Sahih hadisleri bulmak da kolay değildir…” Bu nedenle örnekleri, bir harfi bile değişmemiş dedikleri Kuran’dan veriyorum. Hem de Diyanet Çevirisinden. Şimdi eşitsizlikleri gösteren tümceleri (âyetleri) sıralayalım:
Tanıklık konusunda : “Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.” (K. 2/282)
Miras konusunda : “Allah; çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.” (K. 4/11)
Evlenme konusunda : “… hoşunuza giden başka kadınlarla; iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.””(K. 4/3)
Dayak konusunda : “Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün.” (K. 4/34). Ama aynı konuda kadınlara nasıl öğüt veriliyor bir de buna bakalım: “Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından şüphe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.” (K. 4/128).
Malların yönetimi konusunda: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.” (K. 4/5).
Başka çevirilerde, “beyinsiz” sözcüğü: “Akılsız, sefih (zevke, sefaya, eğlenceye düşkün olup sonunu düşünmeyen anlamındadır…)” diye geçer. Akılsız, beyinsiz, sefih sözü ile kadınlar amaçlanmaktadır. Akılsız, beyinsiz, sefih bir kişi güzel sözlerden ne anlar?..
Bu nedenle şeriat kurallarıyla yönetilen ülkelerde kadın: Devlet başkanı, Başbakan, Vali, Kaymakam, Yargıç, İmam olamaz… Öyle ki bu konuda bir de hadis vardır ve kadınların yönetici olamayacakları konusunda. Bir de bu hadis’e bakalım. Sözü geçen hadis şudur: “Kadınla yönetilen bir ülkenin üstünde yaşamaktansa, altında yaşamak daha hayırlıdır.”
Kadınların konumu durumunda: “Kadınlarımız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin…” (K. 2/223).
Burada kadın bir insan üreticisi olarak düşünülüyor. Ayrıca Humeyni’nin bu âyeti yorumunu merak ediyorsanız Humeyni’nin kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tevzîh-ul Mesail’deki fetvası. Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile. C.2, s. 241.” Bu kitaplar bulunmaya bilir. O zaman kütüphanelerine giderek 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde Ürperten Humeyni adlı Uğur Dündar’ın röportajı ile 1-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz. Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan KUR’AN’IN KÖKENİ adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan, kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. Sayfalarına…) bakabilirsiniz.Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor…
Erkeklerin konumu konusunda: “…Meleklere, ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis müstesna, hepsi secde ettiler, o ise kaçındı.” (K. 2/34).
Görüldüğü gibi Havva’ya secde edin denmiyor… Burada da, Kuran ve Hadis kitaplarında görüldüğü gibi, erkek yüceltiliyor. Bu tümce (ayet) “anaerkil aileden, babaerkil aileye geçişin” de başlangıcını oluşturuyor.
Şimdi sayın Bakana sesleniyorum: Kitapları, Peygamberleri değil Tanrı’yı (Gerçek olanı, doğru olanı…) yüceltelim. Oy kaygısı ile değil, gerçek saygısı (Tanrı) ve kaygısı ile konuşalım. “İnsanların ne deyeceğini değil; Tanrı’nın (Bilimin, gerçeğin…) ne deyeceğini düşünelim. Gerçek saygısını (Tanrı saygısını…) yitirmeyelim.
Bu gerçekleri açıklayanları, şeriatçılar tarih boyunca, ortadan kaldırmışlardır. Ama işte gerçek ortada… Kuran ortada… Gerçekleri nasıl yadsıyabilirsiniz… Nasıl İnkâr edebilirsiniz?…
Av. Hayri BALTA, 3 Eylül 1995
+
NOT:
Bu Açık mektup: Haftalık Aydınlık gazetesinin 2.9.1995 tarihli ve 428. sayısında ve o zamanlar Ankara’da yayınlanan 02. 09. 1995 tarihli SİYAH-BEYAZ gazetesinde yayınlanmıştır… Sitemize aktarılırken küçük eklemeler yapılmıştır…
X
DİYANET İŞLERİ BAKANLIĞINA
AÇIK MEKTUP
Sayın Başkan,
3 Ekim 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde Dilek Önder adlı yazarın sizinle
yapmış olduğu röportajı okudum. Bazı açıklamalarınızın gerçekle bağdaşmadığını
gördüm. Bu nedenle de bu açık mektubu yazmak gerektiğini duydum:
Örneğin: Yazar size soruyor: “Dört kadınla evlenme meselesi…” Siz açıklama
yaparak şöyle diyorsunuz: “…evlendiği kadınlar bakıma muhtaçtır diye
himayeleri altına almıştır. Dokuz tane kadınla evliydi; ama, bunlar hep himayeye
muhtaç kadınlardı.
Dediğim gibi bu açıklamalarınız gerçeklerle bağdaşmıyor. Kuran ve Taberi’nin
Millletler ve Hükümdarlar Tarihi(5/834) adlı kitabı başka türlü açıklamalarda
bulunuyor.
Ör. Ahzap bölümünün 52 tümcesini birlikte okuyalım: “Ey Muhammet, Bundan sonra sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse
gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir.”
Kuran’a göre Peygamber evlenirken öyle sizin dediğiniz gibi “Bakıma muhtaç
kadınları himaye altına almayı” düşünmüyor. Öncelikle güzellik arıyor. Güzel
olmak da yetmiyor. O güzel Peygamberin hoşuna gitmeli… Kuran’daki şu tümceden
de eşlerinden “…birini boşayıp başka bir eşle” değiştirdiğini de görüyoruz ki
bu da himaye amacı ile evlenme gerekçesini boşlukta bırakıyor…
Kaldı ki eğer çevrede himayeye muhtaç kadın varsa; bunların bakımı için nikah
kıymaya da gerek yoktur. Nikah kıymadan da onların bakımını üstlenebilirdi….
Bunun yanında bakıma muhtaç bu kadınları çevresinde bulunan sahabelerine,
komutanlarına, askerlerine: “Şunu sen al, şunu da sen al!” diyerek
dağıtabilirdi. Böylece, savaş ve başka nedenlerle dul ve sahipsiz kalan
kadınları koruma altına almış olurdu…
Sonra Hatice mi, Ebubekir kızı Ayşe mi, Ömer kızı Hafza mı… himayeye muhtaç
kadınlardı?..
Yerimiz elverişli olmadığı için konuyu kısa keserek ikinci konuya geçiyorum.
Diyorsunuz ki: “Peygamber dokuz tane kadınla evlendi…”
Bu açıklamanız da gerçeklerle bağdaşmıyor… Kaldı ki bu konuda hacıların,
hocaların, müftülerin ve islamcı yazarların yazdıkları da birbirini tutmuyor.
Ör. Ali Rıza Demircan’ın İslam’a Göre Cinsel Hayat adlı kitabının (2/225)
sayfasında Peygamber eşlerinin sayısının 11 tane olduğu açıklanıyor. Siz ise 9
tane diyorsunuz. Sizin açıklamalarınızla onun açıklamaları arasında bir çelişki
var…
Bunun yanında İslam Peygamberi öldüğünde nikahlı karısının sayısı 9’du diyenler yanın da kimileri de 13, kimileri de 15 diyor…
Ne var ki Taberi’nin yukarda adını verdiğim kitabın 5. cilt 834. sayfasında adı
geçen Peygamber kadınlarını sıralayalım:
- Hüveylid kızı Hatice,
- Zam’a bin Kays’ın kızı Sevde,
- Ebu Bekir kızı Ayşe,
- Ömer kızı Hafza,
- Ömer bin mahzum kızı Ümm- Seleme,
- Haris kızı Cüveyre,
- Ebu Süfyan kızı Ümm-i Habibe,
- Cah kızı Zeynep,
- Huvey kızı Safiye,
- Haris kızı Meymune,
- Rıfae kızıNeşat,
- Amr kızı Şenba,
- Cabir kızı Gaziyye,
- Numan kızı esma,
15 Zeyd kızı Reyhane,
- Mukavvis hediyesi Marya,
- Huzeyme kızı Zeynep,
- Halife kızı Şerafi,
- Zebyan kızı Aliye,
- Ebu Bekir bin Klapdan Aliye,
- Kays kızı Kutaybe,
- Şürayh kızı Fatıma,
- Haris kızıHavle,
- Hutaym kızı Leyla,
- Yezid kızı Umre,
- Yezid kızı Reyhane.
Adları sayılan bu kadınlar yanında evlenmek isteyip de evlenemediği kadınlar da var:
1.. Ebu Talip kızı Ümm-i Hatni,
2.. Amir kızı Zuba,
3.. Reşame kızı Sayfiyye,
4.. Abbas kızı Ümmi Habib,
5.. Harise kızı Cemre.
Yukarda adları verilen kadınlar içinde bir tanesinin yoksul olduğunu görüyoruz.
Onun da geçimliği sağlanarak Peygamber tarafından boşandığını öğreniyoruz. Adını
verdiğim kaynaklara bakarsanız daha bir çok gerçeklerle karşılaşırsınız.
Şimdi siz bir Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konularda bilgisiz olamazsınız.
Konumunuz gereği yalan da söyleyemezsiniz. Sizden dileğim bu konuda beni
aydınlatmanızdır. Amacım gerçeği öğrenmektir… Bekliyorum…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 5.10.1993
+
Açıklama: 8.10.1993 tarihinde Ankara Ulus gazetesinde yayınlanan bu yazıya bu güne değin yanıt gelmemiştir…
x
“GAZİANTEP. Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı: Hukuk dilinin sade, anlaşılır ve kesin ifadeli olması gerektiğini belirterek hukuk dilinin güncelleştirilmesini istiyor.” (EVRENSEL, 8.Nisan.l996)
+
10.4.1996
Sayın Mehmet UYGUN,
Yargıtay Ceza Genel Kurul Başkanı,
ANKARA:
Önce saygı, sevgi diyorum.
Bu mektubumu yandaki haber üzerine yazıyorum.
“Hukuk dilinin sorun yarattığını”(1) saptamış olmanız benim için övünç kaynağı (Arapça’sı: İftihar vesilesi) oldu.
Bilindiği gibi güzel Türkçe’miz; Arap kültürünün (Arap dili, Arap dini, Arap gelenek ve göreneği.) etkisi ve egemenliği altına girdiğinden bu yana, bırakın halkımızı, çoğu aydınlarımızca bile anlaşılamaz duruma girmiştir.
Dil, bir ulusu birlikte tutma ögesi olarak en önemli etkendir. Dinin birleştiricilik ögesi dil kadar değildir. Öyle olsaydı aynı dinden Araplar bir birlik oluşturabilirdi. Yine aynı dinden olan Türkler de bir birlik oluşturabilirdi.
Denebilir ki aynı dili konuşan Araplar da, Türkler de bir birlik oluşturamamıştır. Ancak bunun nedenleri; coğrafi, jeolojik, ideolojik ve siyasaldır. Her iki ulus da emperyalistlerce darmadağın edilmiştir.
Ulusçuluk anlayışı ile yeniden yeniye bir arayış içine girmişlerdir. Bu da ticaret ve sanayi burjuvasının canlanması ile olmuştur.
Bir ulusu darmadağın etmenin tek yolu onun dilini yozlaştırarak anlaşılmaz duruma getirmektir.
Bizim güzel Türkçe’miz de Arap ve Acem dilinin etkisi ile yozlaştırılarak; anlaşılmaz duruma getirilmiştir.
Güzel Türkçe’mize sahip çıkanlar arasında sizi görmekten, övünç duymamın nedeni bu düşüncelerimdir.
Bir hukukçu olarak bu yaraya parmak basmanız aklını imana kurban etmemiş ve de Arapçılığı Türkçülüğe yeğlememiş aydınlarımıza göre büyük bir kazançtır.
Dil; bir iletişim, anlaşma ve konuşma aracı olduğu gibi bir düşünme aracıdır da…Asıl önemi de bir düşünce aracı olmasındadır. Türkçe sözcükler kullanıldığında düşüncemiz; resim çizen bir ressam gibi , söylediğimiz sözcüğü güzümüzün önünde canlandırır.
Örneğin: Fare dendiği zaman,Arapça olduğu için, gözümüzün önüne bir hayvan gelir. Ama; sıçan dendiği zaman, Türkçe olduğu için, gözümüzün önüne hem bir hayvan, hem de dolaştığı yere sıçan (pisleyen) bir hayvan gelir. Düşüncemizde bir betimleme (tasvir) oluşur. Gözümüzün önüne korku içinde dolaşan ve dolaştığı yeri de pisleyen bir hayvan gelir… Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ancak mesleğimizle ilgili olduğu için bir örnek daha vermek istiyorum. Yargıç. Yargıç sözcüğü haklıyı haksızdan; suçluyu suçsuzdan ayırmak işlemidir ki, kökeni “yar-yarmak” sözcüğünden gelir. Bu sözcüğün Arapça karşılığı “Muhakemedir” ki düşünmeyi içerir. Muhakeme, sözcüğünden; mahkeme,
hakim, hakem, mahkum, tahkim, hüküm, hekim… gibi birçok sözcük türetilebilir.
Türeme ve üretme bakımından Arapça çok zengindir. Gerçeği teslim etmek gerekir. Bir söylence vardır: “Arapça’da, bir deve kelimesinden bir deveye yükleyecek denli kelime türetilebilir.” Biraz abartılı olsa da gerçek payı vardır.
Ama Arapça, bizim dilimiz değildir. Bizim dilimiz Türkçe’dir ve Türkçe’nin de Arapça’dan kalır
yeri yoktur. Şimdi dilimizdeki “yar” sözcüğünü ele alalım. Yar; yakın, sevgili, bildik, dost anlamına geldiği için gözümüzün önünde yine bir resim tablosu çizer.
Sevgili, sevdiğini; yani yarini, ailesinden yarıp, ayırıp, alır. Yani, aileyi yarar. Bu yüzden sevgili yerine “yar, yaran” sözcüğü de kullanılır ki yarıp alan anlamına gelir. Aileden bir parçayı, erkek olsun-
kadın olsun, alıp götüren, yarıp alan yar(sevgili anlamında)dır… Bu sözcüğü Farsça’ya mal ederler ama yanlıştır, kaynağı Türkçe’dir.
“Yar” sözcüğünden; yara, yarmak, yaramak, yaradan, yaratmak, yardım, yarbay, yargıç,
yargılamak, yarı, yarım, yaralamak, yarıcı, yarık, yarım, Yargıtay, vb gibi daha sayısız sözcükler türetilmiştir.
Bütün bu sözcükler, düşünen bir kişinin düşüncesinde resim tablosu gibi bir işlev görür. Biraz ayıp (müstehcen) kaçacak ama “yar” sözcüğünden bir sözcük daha türetilerek; erkeğin üretim organına da yar kökeninden gelme bir ad daha verilir. Halkımızın çok kullandığı sözcüğü burada kullanmayı doğru bulmuyorum.
Ancak bu sözcük üzerinde de gerçekçi ve folklorik olarak düşünüldüğünde erkeklik üretim organına bir de yarma işlevi yüklendiği görülür. Gerek erkeğe ve de gerekse kadın üretim organları hakkında daha böylesine işlevi ile ilgili sözcükler türetilmiştir. Ama, bunların dile getirmek artık aydınlar arasında ayıp sayılmaktadır. Ne var ki halkımız, köylerde ve kentlerde, bu sözcükleri kullanmayı rahatça sürdürmektedir. Hem övgülerinde, hem de sövgülerinde olmak üzere…
Şimdi bu düşüncelerim yüzünden bana: Irkçı, Türkçü, şoven milliyetçi diyebilecek ahmaklar da çıkabilir. Oysa dilini sevmek, dilini sahiplenerek düşünmek, bir aydının ilk yükümüdür.
Her ulus, en az benim ulusum kadar yücedir. Irkçılık, şovenlik bir ulusun başka bir ulus üzerinde egemenlik kurmak amacıyla yarattığı bir motivasyondur. Yaşamım boyunca böyle bir düşünceye saplanmadım. Bu nedenle de hep aşağılanıp dışlandım. Bu da bizim gibi düşünenlerin ödemesi gereken bir bedeldir ki, biz bu bedeli fazlası ile ödedik. Şimdi bile ödemekteyiz, daha da ödeyeceğimiz anlaşılıyor.
Tarih boyunca ve de günümüzde,Türkler arasında, “milliyetçilik” savı ile ortaya çıkıp da kendi
dilini küçümseyerek Arapça’yı kutsayıp yüceltenleri gördükçe çıldırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bunların Araplığı Türklüklerinden güçlüdür. Türkçe’den koparlar (vazgeçerler) ama Arapça’dan asla…
Kaldı ki, şimdi: Cumhuriyetin kazanımlarına, Atatürk’ün devrimlerine, ilkelerine, ülkülerine cephe almak; milliyetçi ve mukaddesatçılarımız arasında moda olduğu gibi yeni dünya düzencilerimizin de
birincil görevidir. Bunlar demokrasi, laiklik ve insan hakları savı ile şeriata özgürlük tanıyarak iktidar yolunu açmaktadırlar ki bu vatana ihanettir.
Bunlar bu ihaneti bir de inanca saygı dayatması altında yapmaktadırlar. Oysa yasalarımız din ve inancı korumaktadır. Örneğin: TCK m. 175 yanında ; demokrasi ve laiklik ilke, düşünce ve inanç özgürlüğü…
Ancak yasalarımız şeriata izin vermemiştir. Şeriat demek: Kuran nizamı ile devlet ve toplum yönetmeye kalkmak demektir. Şeriatı kurallarına örnek gösterirsek: Kısasa kısas, hırsızın elinin kesilmesi, cariyelik ve kölelik kurumları, mirasta kadına, erkeğin payının yarısının verilmesi, iki kadının tanıklığının bir erkeğe eş tutulması, bir erkeğin dörde kadar kadın alabilmesi, hulle ve dik başlılık (serkeşlik) etmesi halinde kadının dövülmesi gibi… daha yüzlercesine sayabiliriz. Bu kurallar yasalarımıza göre suçtur…
Bu nedenle yasalarımız, şeriat kuralları ile devlet ve toplum yönetmeye kalkışmayı yasaklanmıştır. Dahası kaldırılan “Hiyanet-i Vataniye Yasası” ile vatana ihanet bile sayılmıştı…
Siz de, ben de Cumhuriyetin yetiştirdiği kuşaklardanız. Her ikimiz de laik eğitim ve öğretimden geçmişiz. Her türlü sorunlarımızda aklı kendimize yol gösterici olarak almışız. Ama şimdi Cumhuriyetin getirdiği nimetlerin değerini bilmeyen nankörler Cumhuriyete ve onun kurucusuna dil uzatmakla Allah’a hizmet sunduklarını sanıyorlar. Bu akımlara karşı yazdığımız yazılara da gazetelerde yer vermiyorlar.
Gazetelerde çıkan görüşlerinizi okuyunca hemen aklıma İlhan ARSEL’İN “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” adlı kitabını size armağan etmek geldi. Zaman buldukça okursanız, görürsünüz ki, aydınlarımız
ve din adamlarımız, büyük bir aymazlık içinde, ulusumuza ve dilimize karşı cephe alarak hem dilimizi hem de ulusumuzu aşağılamışlardır.
İşte mektubum bitti. Ekte sunduğum kitabı kuru kuruya sunmak olmazdı.
Yargıtay üyeleri: Oğuz Okul’a, Gültekin Nazlıoğlu’na, Özcan Aksoy’a selam diyerek yeniden saygı ve sevgi sunuyorum hepinize… Şimdi kal sağlıcakla diyorum.
Av. Hayri BALTA, 10.4.1996
+
E K İ : İlhan Arsel’in: “ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ ve TÜRKLER” adlı kitabı.
X
(Sayın Ahmet Taner Kışlalı’nın anısı önünde saygı ile eğiliyorum. Ahmet Taner Kışlalı’ya yazılan iki mektubu yayınlıyorum. Ahmet Taner Kendisi tarihe mal olmuş bir kişidir. Acımasızlar ona kıydılar. İyi niyetli idi. Atatürk’ü Şeriatçılara sevdirmeye çalışıyordu. Ne var ki bu çabası işe yaramadı.
En üzülecek yanı şu ki Atatürkçüler şeriatçıları hâlâ ve hâlâ anlamadı… İnadına, inadına Atatürk’ü şeriatçılara sevdirmeye çalışıyorlar.
Atatürkçüler, unutmamalı: Atatürk, şeriatçıların maddî temeli olan Saltanatı yıktı, manevî temeli olan Hilafeti kaldırdı. Ne denli şeriat kurumu varsa toplum yaşamından uzaklaştırmaya çalıştı. Atatürkçüler, Atatürk’ün bu yaptıklarını unutuyorlar da şeriatçılar unutmuyorlar ve asla da unutmayacaklardır.
Demek istediğim Cumhuriyetin bekçiliğini yapanların uyanık olmaları gerektiğidir. )
+
11 Nisan 1995
Sayın Kışlalı,
Önce saygı, sevgi..
Size sözünü etmiş olduğum belgeleri ekli olarak gönderiyorum.Bu dava hakkında daha önce de Cumhuriyet gazetesi yazarlarından : Ahmet Tan, Hasan Cemal ve Yaşar Nadi’ye bilgi vermiştim. Ne var ki olayın önemini kavrayamadıkları için haber değeri bile görmedikleri gibi bir satırla olsun yanıt bile vermediler.
Oysa bu mesaj ile Atatürkçü düşüncede bir gedik açılmaktadır. Atatürk’ün böyle bir mesaj vermesine olanak yoktur. Ne Atatürkçüler ve ne de Muhammetçiler kendi önderlerini gerektiği şekilde anlayabilmiş değillerdir.
Bu iki lider arasında uzlaşmaz zıtlıklar vardır. Ekli belgeler incelendiğinde bu zıtlıklar çarpıcı olarak görülecektir.
Ne var ki ben bu belgeleri yüzlerce resmî ve gayr-i resmî yerlere göndermeme karşın birinden bile olumlu ya da olumsuz yanıt gelmedi…Bu mesaj Anadolu’nun her yerinde, kahvelere bile, asılmaktadır. Bu mesajın kaynağı Prof. Hanif Fauk’tur. Kitabında bu mesaj için “Duygusal temele dayanmaktadır.” Dediği halde; yani, uydurma olduğunu açıkladığı halde herkes bu mesaj mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktadır.
Bu konu kanal D’ de ve ATV’nin İKTİDAR OYUNU adlı programında da dile getirilmiştir. Daha da getirileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu mesajın uydurma olduğuna ilişkin resmî belgeleri ekte sunuyorum. Yargı aşamasına ilişkin dilekçeleri de ekli olarak gönderiyorum. Dikkatle okursanız Atatürkçülük ile Muhammetçilik arasındaki zıtlıklara eğildiğim görülecektir.
Yurdumuz dönüm noktasındadır. Kurtuluşumuz Atatürkçü Düşüncededir. İslam şeriatına dönüş toplumumuzu mezhep ve tarikat kavgalarına itecektir. Ne var ki aydınlarımızın bir çoğu bu tehlikenin ayrımında değildir.
Bu konuda söyleyeceklerim çoktur. Zamanınızı almamak için kısa kesiyorum. Fatih Altaylı’ya gönderdiğim mektubu ve eklerini de bilginiz olsun diye gönderiyorum.
Saygı, sevgi yeniden. Kalınız sağlıcakla…
Başarı beklentilerimle…
Av. Hayri BALTA, 11 Nisan 1995
+
EKLERİ.
Fatih Altaylı’ya gönderilen 21.3.1995 tarihli mektup,
29.11.1989 tarihli yazı,
28.3.1989 tarihli dilekçe,
25.6.1990 tarihli Dâvâ dilekçesi, (İdare Mahkemesine),
ADD Nasıl Kuruldu, (19.2.1994 tarihli yazı, Ulus),
Sizleri Aldatıyorlar, (22.3.1994 tarihli yazı, Ulus).
+
21.1.1998
Sayın Ahmet Taner Kışlalı,
Her ne değin mektubuma saygı, sevgi diyerek başlamam gerektiğini biliyorsam da; bu saygı ve sevgimin giderek azaldığını size bildirmek gereğini duyuyorum.Örneğin, 16.1.1981 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “BAĞNAZLIĞIN SAĞI SOLU” başlıklı yazınızda “Kemalizm’in dinde reform”, Atatürkçülüğün de: “Türkçe ibadet” demek olduğunu sizden öğrenmiş bulunuyorum.Bu günkü yazınız daha ilginç. “Kemalizm ve Din” başlıklı yazınızda Atatürk’ün Fransız yazar Pernot’a şöyle dediğini yazıyorsunuz:
“Türk milleti dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. BİLİNCE KARŞI, GELİŞMEYE KARŞI HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR.”(Altını çizen ve büyük harflerle yazan benim.)
Bir kere Atatürk, bu sözleri hangi tarihte söylemiş? Bunu belirtmiş olsaydınız bu sözleri hangi amaçla ve de hangi koşullar gereği söylemiş olduğunu size açıklayabilirdim.
Her ne kadar Atatürkçü Düşünce Derneği’ne gelip gidiyorsanız da Atatürk’ü anlamadığınız yazılarınızdan anlaşılıyor. Eğer Atatürk’ü zerre kadar anlamış olsa idiniz yukarıdaki satırları yazmazdınız.
Yukarıdaki satırlara göre İslamiyet’i ve dolayısı ile İslam şeriatını bir de Atatürk ağzından olumlamış ve doğrulamış bulunuyorsunuz. Ama öyle bir talihsizlikle karşılaştınız ki yazınızın yayınlandığı bu gün Inter Star televizyonunda, saat 19,30 haberlerinde, İran’da zina yapan iki kadının taşlanarak öldürülmesi olayını izledik. Tam bir Ortaçağ vahşeti idi… Ve kadınlar “Allah-ü ekber!” sesleri arasında, yarı bellerine değin toprağa gömüldükten sonra, taşlanarak öldürüldüler. Zina yapan erkek ise halkın önünde kırbaçlandı…Belki izlememişsindir diye acele ile yazıyorum ve fakslıyorum. Ola ki bu yazımı okuyan arkadaşlar size telefonla ulaşarak izlemeniz için bilgi verebilirler. Bu Ortaçağ vahşeti Inter Starın Gece Hattı’nda yeniden gösterilebilir. Faksı alan arkadaşlar, size telefonla bildirirlerse, izleyeceğiniz kanısındayım.Şeriatçıların, Atatürk’ü İslamcı gösterme çabalarını anlıyorum da sizin gibi Atatürkçü olduğunu ileri süren aydınların Atatürk’ü, dindar gösterme çabası ile çabalamalarını bir türlü anlayamıyorum.Bilindiği gibi Anayasamızın 24 ve 25. Maddeleri “dindar olmayı ve olmamayı” pek önemsememektedir. Ama sizler, Atatürk’ü ille de dindar gösterme çabasındasınız.
Yine bir örnek vereyim: Size Atatürk’ün SON MESAJI ile ilgili bir belge göndermiştim. Bu belgede ATATÜRK’ÜN SON MESAJI diye Türk Ulusuna dayatılan bir mesajın Ankara l4. Asliye Hukuk Mahkemesinin dosyasında; Cumhurbaşkanlığı, İçişleri bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi, Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısına (belgesine) dayanarak, yalanlandığını, duyurmuştum.
Bu konuda bir sözcük bile etmediniz. Bu mesaj şöyledir:
“BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMANLARI, ALLAH’IN SON PEYGAMBERİ Hz. MUHAMMED’İN GÖSTERDİĞİ YOLU TAKİP ETMELİ, VERDİĞİ TALİMATLARI TAM OLARAK TATBİK ETMELİDİR.
TÜM MÜSLÜMANLAR, Hz. MUHAMMED’İ ÖRNEK ALMALI VE KENDİSİ GİBİ HAREKET ETMELİ… ZİRA İNSANLAR, ANCAK BU ŞEKİLDE KURTULABİLİR VE KALKINABİLİR…”
Ankara 14.Asliye Hukuk Mahkemesi dosyasına göre yalan ve uydurma olduğunu belgelediğim bu mesaj, BİLİM ARAŞTIRMA VAKFI tarafından tam 12813 yere faks ve posta ile gönderilmiştir.Bilim Araştırma Vakfı’nın SAĞDUYU başlıklı 26.Eylül.l997 tarihli genelgesi ile Atatürk’e mal edilen bu uydurma mesajın: Tüm bakanlıklara, yüksek mahkemelere, ordu komutanlıklarına, valiliklere, savcılıklara, emniyet müdürlüklerine, bazı kaymakamlara, klüplere, derneklere, vakıflara, tüm basın kuruluşlarına ve özel radyo ve TV’ler başta olmak üzere 12813yere gönderildiği iki sayfalık SAĞDUYU başlıkla yazının (genelgenin) altında belirtilmektedir.Oysa bu mesaj uydurmadır. Cumhurbaşkanlığı arşivinde, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde böyle bir mesaj bulunmadığı belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk Araştırma Merkezi de bu mesajın uydurma olduğunu tıpkı Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği’nin yazısı gibi vurgulamaktadır. Yazıların aslı Mahkeme dosyasında olduğu gibi bir örneği de bendedir. İstenirse birer örneğini gönderebilirim…Sizce iki kadının zina yaptıkları gerekçesiyle taşlanıp öldürülmesi BİLİNCE KARŞI OLMUYOR MU? Bu recm olayı karşısında “GELİŞMEYE ENGEL HİÇBİR ŞEY İÇERMİYOR!” diyebilir miyiz?
Ayrıca sizin yayınlamaktan ve açıklamaktan kaçındığınız “ATATÜRK’ÜN SON MESAJI”nda belirtildiği gibi “İSLAMİYETİN BÜTÜN HÜKÜMLERİNİ OLDUĞUNU GİBİ YERİNE GETİRİRSEK” İran gibi çağın gerisine düşmüş olmaz mıyız? Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette böyle bir ceza uygulamasından yüreğiniz sızlamaz mı?
Siz, Atatürk’ün resmî tarih tezlerini içeren TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI adlı kitaplarını okumadınız mı? Okuyarak Atatürk’ü dindar göstermek olur mu? Okuduktan sonra bu tür yazılar yazmak Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlık olmaz mı?
Atatürk’ü; halkın ve İslamcıların seviyesine indireceğimize, halkı: Atatürk’ün düşünce aşamasına getirmek için aydınlatmacı yazılar yazmak daha doğru olmaz mı?Size bir kaynak daha vereyim: Şeriatçılar tarafından çıkarılan YAKIN TARİH ANSİKLOPEDİSİ’NİN 6. Cilt 230-232. Sayfasına ve 8. Cilt 123-l42 sayfasına bakınız. Buraya bir göz atarsanız; şeriatçıların, Atatürk’ü sizden daha iyi anlamış olduğunu görürsünüz.
Ayrıca Doğu Perinçek’in “DİN ve ALLAH” adlı kitabı ile “Atatürk Din ve Laiklik üzerine” adlı kitaplarını da okumanızı salık veririm.
Bu kitaplarda İslamiyet’ten “Arap dini” diye söz ediliyor. Ve Arap dininin kitabını ezberleyen için de” beyni sulanmış hafızlar” diye söz eder ve bu kitabın birinde: “Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması,; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm(den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir DÜNYA Dini’nin kurulması…” dediğini okuyacaksınız. (Atatürk Din ve Laiklik Üzerine.s.107).
Kaynak olarak gösterdiğim bu kitaplardan daha da alıntı yapabilirim. Ne var ki bunu yaptığım takdirde TCK m. 175’i ihlal etmiş olurum.
Cemal Kutay büyüğümüz: “ATATÜRK’ÜN BERABERİNDE GÖTÜRDÜĞÜ HASRET: TÜRKÇE İBADET –Ana Dilimizde İbadet” diye bir kitap yazmış. Cemal Kutay’ın da Atatürk’ü anlamadığı anlaşılıyor.
Bir kere Atatürk’ün beraberinde götürdüğü bir hasret yoktur. Atatürk, Türk ulusuna, “LAİKLİK İLKESİNİ KABUL ETTİRMEKLE” VE Dünya Dinini (Laikliği) uygulamaya geçirmiş olmakla gözü arkada gitmemiştir.
Atatürk’ün dünya görüşünde (Felsefesinde) “kulluk” diye bir kavram yoktur. Atatürk, Türk ulusunu: Ümmetten, millete, kulluktan yurttaşlığa yükseltmiştir.
Atatürk, Türkçe ibadetle de olsa yurttaşlarının kulluk mertebesine düşmesine katlanamazdı. Cemal Kutay büyüğümüz bunu bilemiyor. Ama, hiç olmazsa, dilimize sahip çıkıyor ki; bu, kutlamaya değer..
Türk ulusu, Atatürk’ü düşüncesiyle bilir ve severse şeriatın korkunç karanlığından kurtulmuş olur. Ama, Atatürk’ün İslamlaştırırsak, Muhammet ümmetinden gösterirsek Atatürk’ten eser kalmaz.
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 21.1.1998
+
9 Nisan 1998
Sayın Ahmet Taner KIŞLALI,
Dünkü Cumhuriyette çıkan “ATATÜRK VE din” başlıklı yazınızı ilgi ile okudum. Atatürk’ün Elmalı’ya Kuran tefsiri yaptırması ve yine 12 ciltlik Sahih-i Buhari Tercümesi yaptırmasını, yıkılması gereken hurafenin yerine neyin konulması gerektiğinin bir işareti olarak gösterip Atatürk’’ de Muhammet ümmeti arasına sokuşturmanızı sizin Atatürkçü kişiliğinizle bağdaştıramıyorum.
Atatürk’ü Muhammet ümmetinden gösterdiğimiz takdirde Atatürk’e büyük haksızlık yapmış oluruz. Çünkü o, Türklerin önderidir. Muhammet ise Arapların… Bin yılda bir gelebilen bir Türk önderini Muhammet’in dinine mensupmuş gibi göstermenin doğru olmadığı kanısındayım.
Atatürk, Türk ulusunu ümmetlikten ulusluğa, Türk ulusunun bireylerini ise kulluktan yurttaşlığa yücelten bir kişidir.
Atatürk, bütün dinlerin üstünde bir kişi idi. Onu bir dinin ümmetinden biri imiş gibi göstermek Atatürk’ü anlamamanın ölçütüdür.
Kaldı ki Atatürk, akılcı bir kişi idi. Akılcı bir kişinin iman verilerine inanarak yaşamına yön vermesi Onun laiklik ilkelerini, diğer devrimlerini, ilkelerini ve ülkülerini görmezlikten gelmek demek olur ki Atatürk’e büyük bir saygısızlıktır.
Atatürk’ü, dindar ve dinci göstermiş olmakla Onu halkın arkasına takmış oluruz. Oysa Atatürk, biz aydınların arkasına düşmüş olduğu bir önderdir. Önemli olan: Atatürk’ün bulunduğu akılcı, çağdaş ve bilimsel aşamaya çıkma çabası göstermektir. Yoksa, Onu yakasından tutarak halkın din anlayışı seviyesine indirgemek değildir.
Bizler Türk ulusu olara: Batıya da, doğuya da ancak laiklik ilkesine sık sıkıya sarılmakla kendi varlığımızı kabul ettirebiliriz… Yaşar Nuri Öztürk’ün yaptığı gibi Atatürk’ü İslam dininden göstermekle Atatürk’ü Muhammet ümmetinden biri gibi göstermiş oluruz ki bu takdirde Atatürk’ün adını bile anmak en büyük günah mertebesine indirilebilir.
Atatürk, her şeyden önce akılcı idi ve de laikti. Bilindiği gibi akılcı ve laik olanlar dinin sosyal ve psikolojik bir gereksinimden doğduğunu bilir. Bu nedenle herkesin inancı gereği tapınmasını devletin güvencesi altın alır ve de bütün dinlerin bir hastalığı olan en iyi ve hak din benimkidir, benim dinime girmezsen senin katlin vaciptir düşüncesinden halkı korur…
Atatürk, o tercümeleri yaptırmakla arkasına düştüğünüz dini anlayın, demek istemişti.
Ekli olarak Yaşar Nuri Öztürk’e faksladığım bir yazıyı gönderiyorum. Oku, eğer yanılıyorsam, beni aydınlat…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 9 Nisan 1998
x
(Okuyacağınız bu mektup: STV’de Program yapan Kemal ÖKE’ye, program sırasında gönderilmiştir. Programda üç-dört profesör açık oturum yapıyorlardı ve aşağıda üzerinde durduğum konuları tartışıyorlardı. Hemen yazı makinemin başına geçerek aşağıdaki mektubu yazarak faksladım…
Televizyonda izledim. Faks görevlisi yazımı Kemal ÖKE’ye verdi. Şöyle bir baktı. İlk satırı okuduktan sonra gelen fakslar üzerine koydu; ama, ne programda yanıtladı ne de sonra…)
+
6.3.1998
Sayın Kemal ÖKE,
STV Televizyonu. İstanbul
(0216 344 38 03 numaraya Fakslanmıştır…)
Şimdi yaptığınız programda: “Gerçeğe: Akılla, bilimle değil, imanla varılır deniyor.” Gerçek bir tane olduğuna göre; Müslüman’ın gerçeği başka, Hıristiyan’ın gerçeği başka, Musevi’nin gerçeği başka, Ateistin gerçeği başka olmayacak mıdır?
Sonra: “Benim dedem maymun değil!” deniyor. Doğru, hiçbirimizin dedesi maymun değildir. Ama hiçbirimizin dedesi de yalnızca Adem’e indirgenemez…
Eğer hepimiz Adem’den geldi isek; bu Kızılderili, bu kara derili, bu sarı derili, bu beyaz derili kişilerin atası kim? Eğer hepimiz Adem’den gelmiş olsa idik; dinimiz, dilimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz bir olmalı değil mi idi?..
Önce şu soruya yanıt vermeliyiz: Madde mi ruhu yarattı; yoksa, Ruh mu maddeyi yarattı?..Gelin, önce bu soruyu yanıtlayalım…Diğerleri kendiliğinden çözüme ulaşır…
Biliyorsunuz maddenin Sakınımı yasası: HİÇBİR ŞEY YOKTAN VAR OLAMAZ, VAR OLAN DA YOK OLAMAZ!” (Buna, Lavezyen yasası da denir).
Şimdi bilim böyle derken; din-iman: “”Allah, dünyayı yoktan var etti!” diyor. Burada bilim ve din çatışması olmuyor mu?Sonra dine göre: “Allah, bir şeyin olmasını istediği zaman ona ‘Ol!’ demesi yeterlidir… O şey derhal olur.” Bu âyet Kuranın birkaç yerinde geçer. Oysa bilime göre bir varlığın oluşması için belirli bir sürenin geçmesi gerekir… Örneğin: Yumurtadan civcivin çıkması için belirli bir sıcaklığın, belirli bir süre içinde sürmesi gerekir…Gelelim yaratılış sorusuna… İnsan da ve diğer canlılar da tek hücreli canlıdan oluşmuştur. Bu tek hücreli canlı çok hücreli olmuş ve değişik türde canlılar üremiştir. Maymunun da, insanın da kaynağı suda oluşan tek hücreli hayvandır. Bilindiği gibi yaşam suda başlamıştır. İnsanla hayvan organları arasında şaşırtıcı oranda benzerlik vardır ve bu nasıl açıklanacaktır?..
Bir, din-iman diye tutturmuş gidiyorsunuz. Oysa dindeki bütün kavramlar ve terimler birer simgedir. Örneğin: Allah; madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır..
Yine Adem ve Havva, Cennet ve Cehennem birer simgedir. Melekler de bir simgedir.
Allah da Peygamber göndermiş ve kitap indirmiş değildir. Sizler ki bilim adamlarısınız… Ama oy kaygısı ile, aferin alma kaygısı ile halkın bilimsel olmayan görüşleri arkasına takılmış, sürüklenip gidiyorsunuz.. Oysa bilim adamı olarak sizlerin halkı sürüklemesi gerekir…
Saygılarımla,
Av. Hayri BALTA, 6.3.1998
x
9 Ağustos 2000
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,
Yazıma “sayın” diye başlayamadığım için özür diliyorum.
Anlatayım: 9.Ağustos.2000 tarihinde Star Televizyonunun 19.30 ana haber bülteninde, Gülgün Feyman hanımın sorusu üzerine aynen şöyle dediniz: “Kuran-da DÖVÜN diye bir ayet yoktur. Öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın. Nihayet onları evden çıkarın; yani, bulundukları yerden başka yere gönderin, diyor ayette…” dediniz ve Türkçe çevirilerinde (meallerinde) “DÖVÜN” diye çevirenleri de; acımasızlıkla, bilgisizlikle, dini anlayamamakla suçladınız.
Daha önce ben “KURAN’I KERİM MEALİ (TÜRKÇE ÇEVİRİ) adlı kitabınızı okumuştum. Kitabınızda “DÖVÜN” diye çevirdiğinizi hatırladım. Acaba yanılıyor muyum diye adı geçen çevirinizi yeniden okudum. Aklımda yanlış kalmamış. Şimdi kitabınızdan olduğu gibi aktarıyorum:
“… Sadakatsizlikle ve iffetsizliklerinden kuşkulandığınız kadınlara önce öğüt verin. Sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkan/ bulundukları yerden başka yere gönderin/ ONLARI DÖVÜN…” (Nisan, 4/34) diye çevirmişsiniz.
Kitaplığımda 10 kadar Kuran çevirisi var. Hiçbirinde sizin yaptığınız “… ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin” yorumu yok. Diğerlerinde kimileri “DÖVME” buyruğunu, Allah’a yakıştıramadıkları için olsa gerek, yumuşatarak “HAFİFÇEYİ” eklemişler. Siz de “DÖVÜN” buyruğunu koskoca Allah’a yakıştıramadığınız için yumuşatarak “… ONLARI EVDEN ÇIKARIN/BULUNDUKLARI YERDEN BAŞKA YERE GÖNDERİN/” i eklemişsiniz. Bereket “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmamışsınız.
Oysa sizin getirdiğiniz yorum, “DÖVÜN” buyruğundan daha ağırdır. Çünkü bulunduğu yerden uzaklaştırılarak başka yere gönderilen kadın ne ile geçinsin? Sadakatsizlik ve iffetsizlikle suçlanan b.ir kadın başkasının evinde ve yanında nasıl rahat edebilir? Başkalarının kendisini aşağılayıcı bakışlarından rahatsız olmaz mı? Siz olsanız başkasının iffetsizlik ve sadakatsizlikle suçladığı bir kadını evinize alır mısınız? Eşiniz buna ne der? Allah’ı, dini, Kuranı kurtarayım derken daha zor duruma soktuğunuzun ayrımında mısınız?
Yanılgınız, 1400 yıl önceki toplumun yaşam anlayışına göre konulan kuralları günümüze uygulama saplantısıdır. 1400 yıl önceki toplum için konulan kuralları bu güne uygulayamazsınız… Ancak, Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği kaldırarak bir krallık ya da sultanlık rejimini uygularsanız şeriat kurallarını topluma uygulayabilirsiniz. Aksi takdirde şeriatı yaşatmanın olanağı yoktur. Çünkü günümüz toplumu:
Bir kişinin evlatlığı ile evlenmesini kabul etmez. (K.33/37),
53 yaşında bir erkeğin 9 yaşında bir kızla evlenmesini kabul etmez. (Hadis kitapları…)
Bir erkeğin, mehrini (Geçici evlilik nedeni ile verilen bedel…) vererek bir kadınla geçici evlilik yapmasına” ((K. 4/24) izin vermez. (Bu buyruk, bu gün İran’da uygulanmaktadır.)
Cariyelik ve kölelik kurumunu günümüz toplumu kabul edemez. (K. 16/71-75)
Günümüz toplumu kadınını aşağılanmasını kabul etmez. (K. 2/223, 3/36, 4/5 ve 36)
Bir erkek güzelliği hoşuna giden bir kadın için karısını boşayamaz. (K. 33/52)
Bir erkek karısını tarla olarak kabul edip dilediği gibi giremez. (K. 2/223) (Humeyni’nin yorumuna göre erkekler karılarını tarla olarak görüp diledikleri gibi girebilirler. Bu konuda aynı sizin gibi düşünen Zekeriya Beyaz’da geniş bilgi vardır. Nasıl olduğunu ona sorabilirsiniz)
“Tanrı katında din, kuşkusuz yalnızca İslam’dır.” (.K 3/19) buyruğu demokrasi ve laiklik ilkesine aykırıdır.
“İslam’dan başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler.” (K. 3/85) düşünceleri günümüz düşünce ve inanç özgürlüğü ile ne oranda bağdaşır?
Hele hele: “Müşrikleri, kâfirleri, din değiştireni, ateisti bulduğunuz yerde öldürün!” (K. 9/5, 5/33) ayetlerini nasıl uygulayacaksınız?
İşte sizin “çıplak uyarıcı” misyonu ile insanlığa, öncelikle Türk toplumuna, dayattığı inanç sistemi ki siz buna siz buna “Kuran Müslümanlığı” diyorsunuz…
Ne var ki siz, yukarda örneklerini verdiğim konulara; ne konuşmalarınızda ne de yazılarınızda hiç değinmiyorsunuz! Olur mu gerçekleri saptırmak? “Çıplak uyarıcı”ya yakışır mı bunlar? Bu Pazar oturacağınız kırmızı koltukta (13.9.200, Star’da…) bu konulara açıklık getirirseniz sevinirim… 6.Sizin getireceğiniz “Kuran Müslümanlığı”nda yukarda sıraladığım Kuran ayetlerini uygulamamazlık edebilir misiniz? Uygulamazsanız ne olur bilir misiniz? 7.Kuran ayetlerinden değil bir tanesini, bir harfini bile değiştirip, uygulamazsanız başınıza neler geleceğini benden daha iyi bilirsiniz… “Allahın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” Ayetlerini (K. 5/44, 45” ayetlerini nasıl görmezden gelebilirsiniz?8.Bırakın insanlar istediği gibi inansın. Biz aydınlar laiklik ilkesini savunalım. Akla, bilime, evrensel ahlaka önem verelim. Cumhuriyetimizi ve onun anayasal ilkelerini savunalım. 9.Mevlana, bundan 7 yüz yıl önce, ne demişti?
“DÜNLE SÖYLENEN DÜNLE GEÇTİ CANCAĞIZIM. BU GÜN İÇİN YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM.”
Ve yine Neyzen Tevfik’in şu sözlerini unutmayalım:
“NE TARİKAT, NE HAKİKAT, NE DE TÖRE
SÜREMEZ HÜKMÜNÜ YAŞADIKÇA BU KÜRE…”
Ey “Çıplak uyarıcı”, 1400 yıl önceki toplumsal yaşam gereği konulan kuralları günümüze uygulamaya çalışmakla Türk toplumuna ve de insanlığa kıydığınızın ayrımında mısınız?
Av. Hayri Balta, 9 Ağustos 2000
+
Not: Yukarıda (4. Bölüm, son tümce): “Bereket ‘dövün’ emrini kaldırmamış” diye yazmıştım. Gazetelerde okudum: 1999 yılında yayınladığı son Kuran çeviri sinde “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmış.
Kimileri de “HAFİFÇE”yi ekliyor. Bu da, “Bulunduğu yerden yani evden uzaklaştırın” diyor; ama, “DÖVÜN” buyruğunu kaldırmazken son baskısında büsbütün kaldırmaktan da çekinmiyor. Nedeni de: Görüyor ki toplum “DÖVME” buyruğunu istemiyor. Ee ne yapmalı? Bundan kolay ne var: Hemen kaldırmalı…
Önce “Hafifçe” üzerinde duralım: Hafifçe dövmek bir insanı rencide etmez mi? Sonra karısına öfkelenen insan hafifçe dövebilir mi? Hiç mi karısını döven adam görmedik. Karısına öfkelen Adam; sen misin demiyor, yaratana sığınıp vuruyor. Sonra Allah, kendi kitabının değiştirilmesine nasıl göz yumuyor? Kuranda: “Allah tarafından indirildiği ve O’nun tarafından korunacağı” (K. 15/9) bildirilmiyor mu?
Haydi çık çıkabilirsen işin içinden…Din ve Tanrı bilgisi olmayan kişilerin din konusunda ahkam kesmesi dayanılmaz bir olgudur.
Bilmem “Çıplak uyarıcı” bu yazılarıma yanıt verebilecek mi?
X
28.9.2001
Sayın Hulki Cevizoğlu,
Öne saygı sevgi,
Yazının özeti: İslamiyetin çıktığı asırda terör kavramı yoktu ki terör konusunda tümce (ayet) olsun…
Ömer Malik adlı arkadaşın, size gönderdiği e-postayı bana da göndermesi üzerine yaptığınız programda Tevbe ve Maide bölümlerindeki cihad tümcelerini yansıtmış ve bu tümcelere yanıt istediğinizi duydum.
O arkadaş sizi kutlamış ben de kutluyorum. Biliniz ki yalnız değilsiniz. Sizin yalnız olmadığınızı göstermek üzere bütün şeriat ve irtica karşıtlarını size yardıma çağırıyorum.
Çünkü Şeriat, yani irtica: Akılcılığa karşı vahyi; bilime karşı inancı, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” (demokrasi) ilkesine karşı “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” (şeriat yönetimi) ilkesini, din ve inanç özgürlüğü yerine İslam’dan başka dine inananları kâfir (K.3/85) olarak kabul etmekte ve onlarla dosta olunmasını yasaklamakta ki¸ bu nedenle Cumhuriyetin kurucularınca yasaklanmıştır.
Kaldı ki şeriat, yani irtica; insanlık âleminin en büyük düşmanı olup hiçbir afet ve salgın hastalık ve diktatör irtica kadar insanlığa kötülük yapmamıştır. Bunun kanıtı olarak şeiatla yönetilen ülkelere bakabilirsiniz…
İrticanın en büyük kötülüğü insan aklını işlemez duruma getirmesidir. Akla, bilime, hukuka aykırı kurallar koymasıdır… İnsanlık irtica gibi bir felâketi hiçbir zaman yaşamamıştır. Her afetin, her salgın hastalığın, her diktatörlüğün çaresi bulunur da bu irticanın çaresi yoktur…
Çoluğunu-çoğunu seven, halkını seven, insanları seven bütün akılcı aydınlar; bu farklı düşünce ve inançta olanları kâfir gördükleri için öldürülmelerini gerektiğini inanan zihniyetle (Hizbullah, Şeriatçı militan ve Taliban zihniyeti) ile mücadele etmedikçe tehlike altındadır ve kendine karşı, çocuklarına karşı, insanlığa karşı saygısını yitiriyor demektir…
Cihat, kıtal ve kılıç tümceleri ile ve bu tümcelerle çelişkiye düşen barış tümcelerini karşılıklı olarak gösterdiğim yazımı bitirdiğim an size postalayacağım. Bir örnek olması bakımından bunlardan bir tanesini gönderiyorum:
Diyanet Vakfı Çevirisinden: “Kuran, 47/35: Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir. (Buna göre Müslümanlar düşman karşısında üstün durumda iken, sulh isteğinde bulunamazlar. Aslolan düşman karşısında gevşememek, eziklik hissederek paniğe kapılmamaktır.-Bu da Diyanet Vakfının Açıklaması ve yorumu-)”
Hani İslam barış dini idi. Üstün durumda iken barışa razı olmayan bir dine nasıl olur da barış dini denebilir? Ne zamana değin insanları ve kendimizi aldatmaya çalışacaksınız…
Bu tümcenin Türkçe’si ve tarafımdan yapılan yorumu: Fırsatı yakaladığınız an İslam’dan başka dine inananları ve dünya görüşünde olanları cehenneme göndermekte tereddüt etmeyin…
Günümüz insanlığı bu anlayışı kabul edemez. Bu anlayışın insanları ne durumu getirdiğini anlamak için: Başta Afganistan olmak üzere; Arap, Acem ve şeriatı uygulayan diğer ülkelere bakmak yeter… Hepsinin de; bilgisizliği, geriliği, ilkelliği, pisliği ve yoksulluğu televizyonlardan yansımaktadır.
Yüzü açık gezen kadınların yüzüne kezzap atılması, Buda heykellerinin yerle bir edilmesi, zina yapanlara uygulanan taşlama (recm) olayı, hırsızın elinin kesilmesi, kısasa kısas uygulaması, dörde kadar kadın almak, kadını tarla olarak görüp dilediği gibi girmek, boşama hakkının erkekte olması, üç boşamadan sonra erkeğin pişmanlığı halinde kadının başka bir erkeğe verildikten sonra alınması (Hülle), erkeğin kadını dövme hakkı ve kadının toplumsal yaşamdan dışlanması gibi emirler hep şeriat kurallarıdır…
Dikkat edelim. Tanrı (Allah) yok demiyorum. Allah var ama; Allah, böyle kurallar koyar mı diyorum. Yani hırsızın elini kesin, zina yapanı taşlayın, kadını dövün, Hülle yapın, sizin gibi inanmayanları öldürün… il’ahir der mi diyorum. Gelin şu günümüz anlayışına uymayan kuralları yücelteceğimize gerçeği (Tanrı’yı=Allah’ı) yüceltelim…
Bu kurallar, Kuran-da yok denebilir mi? Böylesine kurallar yürürlükte olduğu halde nasıl bir Kuran Müslümanlığı uygulanacak? Bu kurallar uygulandığı takdirde takdirde bir toplum nasıl kalkınabilir, nasıl uygarlaşabilir?
Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz gibi din adamları uygulayacakları Kuran Müslümanlığında bu tümceleri yok mu sayacaklardır? Niçin bu tümcelerden (ayetlerden) söz etmemektedirler?..
Bunlar Kuran-daki bu tümceleri kaldırdıkları takdirde nasıl bir Kuran Müslümanlığı uygulayacaklardır?.. Ne acı ki bunların ardına düşen insanlarımızın sayısı gittikçe artmaktadır…
Şu da bilinmelidir ki şeriat; yani irtica, insanlığa karşı, Batı uygarlığına karşı savaş açmıştır… Çünkü batı uygarlığı, onlara göre kâfirlerin uygarlığıdır.
Amerika son saldırıyı sineye çekse bile arkası gelecektir. Bu terörden; Avrupa da, Türkiye de, şeriatı tamamı tamamına uygulamayan diğer ülkeler de payına düşeni (nasibini) alacaktır.
Bunları görüp de insanlığı bu tehlikeye karşı uyarmamak şeriatla ittifak yapmak demektir. Ne acı ki, Atatürkçü, ilerici ve de solcu olduklarını söyleyen aydınlarımız bu aymazlık içindedirler ve bunlar Devletin, laikliğe karşı hareketlerin odak noktası olduğu gerekçesi ile üç kere kapattığı partinin yandaşları ve geçmişte devlet adına cinayet işlediklerini itiraf edenlerle ittifak arayışına girmişlerdir.
İşte ben Batı emperyalizmine karşı olsa da karanlıkla ittifak yapamam ve bu ittifakta yer alamam… Çünkü batılı sömürgecilerin aklı başına gelir de bu irticanın aklı başına gelmez… Varsın bana batı yanlısı desinler…
Saygılarımla…
Av. Hayri Balta, 28.9.2001
X
Sayın Cüneyt Canver,
Adana Milletvekili/Ankara
Önce sizi kutlar, saygılar, sevgiler sunarım.
Kutlamamın nedeni: Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi” adlı kitap için Devlet Bakanı Saffet Sert’e yönelttiğiniz sorudur.
İslamcılar ne denli inkar edelerse etsinler, dinleri, diğer dinler gibi, kadını küçültmektedir. Kadını küçülten her hangi bir akım; din olsun, felsefe olsun, akla, bilime aykırıdır. Eğer bir toplum; kalkınmak, çağdaşlaşmak istiyorsa bunun yolu; kadını yüceltmekten geçer. Çünkü kadın doğurandır, besleyip büyütendir, eğitip öğretendir koruyup gözetendir. Kadını aşağı gören, onu toplum yaşamına katmayan, bir toplumun kalkınması olanaksızdır…
Bütün bunlar yanında kadınlar; bizim anamızdır, kızımızdır, bacımızdır, eşimizdir, yarimizdir, sevgilimizdir, özlemimizdir… Halamızdır, teyzemizdir, yaşam yoldaşımızdır…
Ne var ki bütün dinlerin kadına yaklaşımı yakışıksızdır. Bu nedenle kadını alçaltan, küçülten, fitne kaynağı gören, cehennemlik olarak gösteren anlayışının üstüne gitmek bütün aydınlarımızın birincil görevi olmalıdır. Milletvekilleri içinde öncelikle bu görevi sizin üstlenmenizden dolayı da sizi ayrıca kutlarım
Kadını aşağılayan zihniyet üzerine sizden önce “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı ile sayın Prof. Dr. İlhan Arsel gitmiştir. Ne var ki İlhan Arsel hakkında İstanbul 2. As. Ceza Mahkemesinde Peygambere hakaretten dava açılmış. Dosya numarası ise 1989/151’dir.
Laik Türkiye Cumhuriyetinde kadınları alçaltan zihniyetle mücadele edileceğine mücadele edenler hakkında dava açmak, kadını aşağı gören bir zihniyete destek vermektir. Kadınları aşağı gören bir zihniyetin ve sözcülerinin kadınlara karşı aldığı tavrın; kadınlar hakkında söylediği aşağılayıcı sözlerin eleştirilmesi hakkının cezalandırılmak istenmesi çağımızın akılsal ve bilimsel düşüncesine ters düşmektedir. İşte siz bu tersliğe Yasama Organının dikkatini çekmekle büyük bir görevi yerine getirmişsinizdir.
Kim ki kadını alçaltan görüş ileri sürüyor; bu Allah da olsa, Peygamber de olsa onunla mücadele edilmelidir. Bu görüşün toplumda etkinlik kazanması önlenmelidir. Bütün aydınlar bu konuda görev üstlenmelidir ve sonuna değin de mücadele etmelidir.
Bu arada yeri gelmişken doğa’nın (Allah’ın, Tanrı’nın…) kadını alçalttığına ilişkin bir olgu göremiyorum. Bütün canlılarda dişi ile erkek eşit yaratılmıştır. Hayvanlar arasındaki eşitlik, dayanışma, sevgi ile nasıl bir bütünlük ve uyum oluşturuyorsa; bu gerçek insanlar arasında da geçerlidir ve insanlar için de geçerli olmalıdır.
Dolayısıyla Allah’ın diğer bütün canlılarda, hayvanlarda, eşitliği esas almışken; insanlara gelince küçültülmesi olanaksızdır. Bu nedenle Allah’ın kadını alçalttığı bir kitabı Peygamberine vahiy olarak gönderebileceğini de bir türlü kabul edemiyorum.
Mektubuma son verirken sizden bir ricam olacak. Ricam: Soru önergesinin bir örneğinin aşağıdaki adresime göndermenizdir. Bu soru önergesini İlhan Arsel davasında kullanabileceğim kanısındayım.
İlginizi bekler, yeniden saygılar, sevgiler sunarken uğraşılarınızda başarılar diler sağlıcakla kalınız derim.
Av. Hayri Balta, 12.10.1989
+
Not. Cüneyt Canver üç-dört ay önce ölmüştür. Anısı önünde saygı ile eğilirim. Yarın da Cüneyt Canver’in yanıt notunu ve soru önergesini ve soru önergesinin gazetelerde nasıl yazıldığını yazacağım.
+
Sayın Balta,
Soru önergemin bir örneğini ilişikte takdim ediyorum.
Saygılarımla,
İ. Cüneyt Canver, Adana Milletvekili, Parti Meclisi üyesi, Ankara
X
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA,
Aşağıdaki soruların Devlet Başkanı Sayın Saffet Sert tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla talep ederim. 5.101989
Cüneyt Canver, Adana Milletvekili
+
Türkiye Cumhuriyetinin Anayasal organlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı 12 ciltlik SAHİH-İ BUHARİ MUHTASARRİ TECVRİD-İSAHİH TERCEMESİ ve ŞERHİ adlı bir yapıt vardır ve bu yapıtın 9. baskısı yapılmıştır.
Yapıtın çeşitli bölümlerinde kadınlarla ilgili hükümler yer almıştır. Bu hükümlerden bazıları öyledir:
- “ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir”
- “ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır”
- “ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta”
- “ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz ve kadındır”
- “ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir”
- “ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım”
- “ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı”
- “ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar”
- “ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak”
- “ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler o sebeple Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez”
- “ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur, birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.
”SORULAR:
- İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına mı eşittir?
- Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklar mıdır?
- Kadın’da, ev’de, ve at’ta uğursuzluk var mıdır?
- Köpek, eşek, domuz ve kadın namazı bozar mı?
- Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibi midir?”
- Kadınlar erkekler için zararlı bir fitne midir?
- Cehennem halkının çoğu kadınlardan mı oluşmaktadır?
- Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi mi çıkarlar?
- Erkekler kadınlar üzerinde hakim midirler? Kadın tepeden tırnağa cerahat olan bir erkeği dili ile yalasa yine de onun hakkını ödeyemez mi?
- Kadın ile erkek tokalaşırsa el zinası mı yapmış olur?
- Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?
- Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?
+
SHP’li CANVER’İN SORU ÖNERGESİ
“KADINA HAKARET” TBMM GÜNDEMİNDE
Ankara, Hürriyet, 7 Ekim 1989 Cumartesi, s. 17
SOSYAL DEMOKRAT Halkçı Parti (SHP) Adana Milletvekili Cüneyt Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’e,Diyanet İşleri Bakanlığının, kadının aşağılanmasına niçin aracılık ettiğini sordu.
Canver, Anayasal bir organ olana >Diyanet İşleri Bakanlığının yayınladığı 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi” adlı kitabın dokuzuncu baskısını yaptığını belirterek, kitapta kadınlarla ilgili “olumsuz” birçok görüşün yer aldığını öne sürdü.
“BİR ERKEK İKİ KADINA BEDEL”
Canver, Devlet Bakanı Saffet Sert’in cevaplandırması istemimle TBMM Başkanlığı’na verdiği son önergesinde , kitapta şu hükümlerin yer aldığını bildirdi:
+ İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir.
+ Kadınlar alken ve dinmen eksik yaratıklardır.
+ Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı’da, ev’de, ve at’ta.
+ Namazı kat’eden (bozan, kesen) şeyler; köpek, eşek, domuz ve kadındır.
+ Kadınlar arasında saliha (temiz) kadın yüz tane karga arasında alacak bir karga gibidir.
+ Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım.
+ Bana cehennem halkı gösterildi, çoğunluğu kadınlardı.
+ Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar.
+ Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın, onu kendi haline bırak ve eğriliğiyle ondan faydalanmaya bak.
“ELİN ZİNASI, EL TEMASIDIR”
+ Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır, kadınlar erkeklerin elinde hürriyetlerini terk etmişlerdir. Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa yine de erkeğin hakkını ödeyemez.
+ Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı bir kadının elini tutar onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde onun iki avucuna ateş konur. Birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendisine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.
DİYANET HANGİSİNE İTİBAR EDİYOR?
Devlet Bakanı Sert’e, kitapta yer alan bu hükümlere katılı katılmadığını soran Canver’in önergesinde şu sorular yer aldı?
+ Bütün bunlar doğru ve geçerli değilse, Diyanet İleri Başkanlığı niçin kadınları aşağılayan, küçülten ve erkeğin yanında zavallı kılan hükümlerin yayılmasına aracılık eder, açıklar mısınız?
- Diyanet İşleri Bakanlığının bu yayınları karşında vatandaşlar, kadınların bugünkü çağdaş konumlarına mı, yoksa bu yayınlardaki konumlarına mı itibar edeceklerdir? Diyanet İşleri Başkanlığı hangisine itibar etmektedir? Açıklar mısınız?
+
Şimdi bu soruları okuyan bir yurttaşımız, “Hayır, dinimiz böyle söylemez!” diye bu söylenenleri kabul etmeyecektir. Ancak burada yazılanlar gerçektir. Bu gerçekler İslam’ın temel kitapları olan Kuran’da ve Hadis kitaplarında (özellikle yukarıda adı geçen Sahih-i Buhari’de) geçmektedir.Yine Diyanet İşleri Başkanlığının bu sorulara verdiği yanıtı görmek isteyenler Prof. İlhan Arsel tarafından yazılan “DİYANET’E CEVAP” ADLI KİTABA ADLI KİTABA (Kaynakları Yayınları…) kitaba bakabilirsiniz. Bu kitapta Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği yanıtlarına karşı Prof. İlhan Arsel’in İslam kaynaklarına dayanan açıklamalarını da görebilirsiniz. Ne var ki Diyanet İşleri Bakanlığı: Kuran’da ve Hadis kitaplarında bunlar yok diyemiyor; ama, öylesine akıl almaz yanıtlar veriyor ki insan şaşıp kalıyor…
Yine bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler yine Prof. İlhan Arsel’in “ŞERİAT VE KADIN” adlı kitabına bakabilirler.
Bir insan hangi dinden olursa olsun dininin ne söylediğini, neleri buyurduğunu bilmelidir. Yoksa öyle kendi anlayışına göre yarattığı bir din anlayışı ile “Dinimizde böyle şey yoktur!” demek, din anlayışına aykırıdır. Kadınlarımız, kızlarımız eğer “Dinimizde bunlar yoktur!” diyorlarsa bir de Sitemizin “Kuran’dan” bölümündeki “KAYGILARIM” BAŞLIKLI YAZIMA BAKABİLİRLER.
Burada aklıma takılan bir soruya değinmeden geçemeyeceğim. Acaba türban, tesettür diye yırtınan kadınlarımız, kızlarımız dinlerinin kendilerine biçtiği dondan haberleri var mı? Haberleri var da bütün bunları bile bile şeriat özlemi çekiyorlarsa, şeriatın kendirline özgürlük vereceğini ve de erkeklerle eşit kılacağını sanıyorlarsa acınacak bir durumdadırlar… Bu durumda “Kendi düşen ağlamaz” atasözünü yinelemekten başka bir söz bulamıyorum.
Not: Sonradan değerli aydınlanmacı Turan Dursun’dan duyduğuma göre soruları hazırlayıp göre Cüneyt Canveren’e verenin kendisi olduğunu söylemişti.
Av. Hayri Balta, 9.11.2002
(Bitmedi, sürecek…)
x
CÜNEYT ÖZDEMİR’E
Sayın Cüneyt Özdemir,
CNN Yapımcısı,
İstanbul.
Önce saygılarımı sunar mesleğinde başaralı olmanı beklerim.
Bu gün (24 Kasım 2005) Hürriyet gazetesinde bizim toplulukta adı Bay Casus olan Zekeriya Beyaz’la ilgili programı “GENÇLİĞİ KOMÜNİSTLERLE SAVAŞARAK GEÇTİ” diye duyurmuşsunuz.
Bu büyük bir yalandır. Bir savaş açıktan yapılır. Savaşan taraflar birbirini tanır ve görür. Oysa bu adam, bir polis ajanıdır. Lütfen şu satırları dikkatle okuyalım. Bu açıklamalar Zekeriya Beyaz’ın Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR” başlığı altında Aclan Sayılgan’a yaptığı itiraflardır:
“27 Mayıs ihtilalinden evvel Dr. Emin Kılıçkale’nin tarikatına ajan olarak üç genç sokulmuştur. İkisi maceracı karakterde gençler olmakla birlikte üçüncüsü daha müdekkik olan ve halen “Üç Hoparlörlü” imam diye anılan Zekeriya Beyaz’dır. Kılıçkale’ye iyiden iyiye duhul eder.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Burada ajan arkadaşlarını maceracı olarak gösterirken kendisine “müdekkik” payı çıkarıyor.
Ajanın Türkçe karşılığı “Gizli Polis=Hafiye’dir.” Demek ki Zekeriya Beyaz bir polis ajanı olarak topluluğumuza girmiştir. Buna “Gençliği komünistlerle savaşla geçti” diyebilir miyiz? Bir savaş mertçe yapılır; kalleşçe değil…
Şu satırlara da dikkat edelim:
“Zekeriya Beyaz bunun yanı sıra Emniyet Birinci Şube ile sıkı teşriki mesai yaparak Nizip’teki Kürtçülük ve Gaziantep’teki Kılıçkale konusunda raporlar vermektedir.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Bir din adamı nasıl olur da aynı zamanda Müslüman olan Kürt kardeşleri hakkında kışkırtıcılık yapar? Bir din adamına yakışır mı bunun yaptıkları…
“Mesela bunlardan biri, kendi tarikat deyimlerince, Peygamberlik rütbesine yükselmiş Hayri Balta’dır. Hayri Balta ihbar üzerine tevkif edildiği zaman Maarif Dairesinde (Gaziantep) Köy İşleri Şubesinde memur olarak çalışıyordu. Tahliyesini müteakip derhal Amerikan Hastanesinde İstihdam edilmeğe başladı.” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Zekeriya Beyaz’a sorun bakalım: Hangi Amerikalı bir komünistte iş verir ve onu işyerinde çalıştırır? Bu açıklaması bile onun zihniyetinin ne denli çarpık olduğunu göstermeye yeter…
Şu açıklama ve itiraf da Zekeriya Beyaz’ındır:
“Emin Kılıç Kale’nin CAN’larından (Can tarikatın büyük bir mertebesidir) Hayri Balta; gerek Zekeriya Beyaz’ın gerekse diğer iki gencin ihbarı sonucu sonunda komünizm propagandası yapmaktan tevkif edilir. Fakat tahkikatta bir sonuç alınamaz…” (Adalet gazetesi,1964 Kasım ayında, “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR”)
Burada adı geçen Hayri Balta benim. Bunlar bizim Emin Kılıç Kale topluluğuna öğrenci olmak amacı ile gelmişlerdir. Çünkü Hocamız Sayın Dr. Emin Kılıç Kale Türk Tasavvuf Müziği ve Tekke müziği ile meşgul olmakta ve derslerine gelene de nota usul ve makam öğretmekte idi… Emin Kılıçkale, aynı zamanda iyi bir tasavvufçu olarak açık görüşlüdür. Zekeriya Beyaz’ın Emin Kılıçkale’yi sevmemesinin nedeni Emin Kılıçkale’nin tasavvuf anlayışına karşı olmasıdır.
Derslerinde kadın erkek bir arada keman, nay (Ney), saz, ud, ve tef eşliğinde ilahiler okunurdu. Dinsel söyleşiler yapılırdı. İşte Zekeriya Beyaz’ın uğraştım dediği topluluk budur. Dünya yüzünde tasavvuf ve tekke müziği ile iştigal eden bir komünist görülmüş müdür?..
Zekeriya Beyaz’ın Emin Kılıç’a ve bana düşmanlığı bizlerin CHP’li ve Atatürkçü olmamızdır. Çünkü kendisi şimdi olduğu gibi o zaman da koyu bir şeriatçıdır. Arapçılığı Türklüğünden, Muhammetçiliği Atatürkçülüğünden güçlüdür. Atatürkten vazgeçebilir; Muhammet’ten asla…
Çünkü şeriatçılık onun ekmek kapısıdır. O zamanlar Zekeriya Beyaz’a göre kim Atatürkçü ve kim CHP’li ise o komünistti.
Zekeriya Beyaz o zamanlar Demokrasiden, Cumhuriyetten söz eden bir öğretmene şöyle diyordu: “Ne demokrasisi, ne Cumhuriyeti, bizim dinimizde bir Kuran var bir de şeriat!” (Gaziantep Gerçek gazetesi, 29.5.1964)
Yine bu adam19.5.1964 tarihli Gaziantep Gerçek gazetesinin yazdığına göre 19 Mayıs şenlikleri için ve Atatürkçü öğretmenlerin tümüne: şöyle diyordu:
“Bunların hepsi komünist. Kızlarımızı 19 Mayıs Bayramı şenliklerine göndermeyiniz. Erkeklere bacaklarını ve mahrem yerlerini göstererek günaha giriyorlar.”
İşte Zekeriya Beyaz’ın “Gençliğimde komünistlerle savaştım” dediği komünistler bu tür komünistlerdir.”
Şimdi hakkımda yapılan tahkikat sonucun da verilen kararı açıklıyorum: (Gaziantep Sorgu Hakimliği: E. 1962/25. K. 1962/104):
“Sanık Hayri Balta’nın her ne kadar komünizm propagandası yaptığı iddia edilmişse de; sanık Hayri Balta’nın Atatürk ilkelerine bağlı aydın bir kimse olduğu, kamu tanıkları Bekir Kaynak, Necdet Sevinç ve Cevat Güralp olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri bulunmaları hesabiyle şahadetlerinin şayanı kabul ve samimi olmadığı ve esasen şahadetlerinin de bahse konu fiilin suç unsurları bakımından takdire müsait bir ciheti de olmadığı. Kaldı ki muhbirlerden Bekir Kaynak’ın Hakimliğimizce alınan ifadesi alındığı sırada açıkça ırkçı ve Turancı olduğunu, açıkça ve çekinmeden söylediği, şu hale göre yurdumuzda yaşayan insanları muhtelif adlar altında ayırmak (Mesela: Türk, Çerkez, Arap, Kürt vesaire) ve milletleri kan birliği esasına istinat ettirmek ve aynı ırktan olduklarını iddia ettikleri insanları geniş bir sınır inde toplamak ve bunu temin maksadıyla saldırgan bir karakter taşımak ve neticeten bir hayal peşinde koşmaktan ibaret olan Irkçılık ve Turancılığın mevcut mevzuat karşısında takip ve tecziye edilmesinin icap edeceğinin teemmüle şayan olduğu ve böyle bir fikrî vasat içinde bulundukları anlaşılan muhbirlerin her aydını ve Atatürk ilkelerine bağlı ilerici fikirleri komünistlik olarak tavsif edecekleri ve bu hadisede de öyle yaptıkları, sanıkta arama neticesi yakalanan Varlık, İmece vesaire broşürün yasaklanmış kitaplardan olmadığı ve halen yayın hayatına devam ettikleri sanığın vaki savunmasının samimi olduğu …”
Hakkımda verilen karar böylece devam edip gidiyor ve ben bu mahkeme kararıyla “Türkiye’deki tek Aydın ve Atatürkçü bir kimse!” oluyorum. Ne var ki bu karar işe yaramıyor ve ben kırk yıl polis takibi altında yaşıyorum. Ve benim çektiklerim yetmezmiş gibi sayenizde Zekeriya Beyaz “komünistlerle savaşan” bir kahraman olarak sunuluyor…
Zekeriya Beyaz, şu an Takvim’in gizli sahibi ve yazarı; diğer muhbir ve tertipçi Necdet Sevinç ise Olaylara TERCÜMAN gazetesinde yazıyor. İkisi de; Mahkemece, “muhbir, olayların başlıca tertipçisi ve aynı zamanda Irkçı ve Turancı olarak saptanıyor. Gerçekten o günlerde her ikisi de Irkçı ve Turancı olmaları yanında Nurculuk propagandası da yapmışlardır.
Zekeriya Beyaz’a göre Atatürkçü öğretmenler tümden komünisttir. Öğretmenlere iftira attığı için yargılanmış, mahkemesi Ankara’da görülmüştür. Bu konuda CHP eski Milletvekili Mustafa Güneş’in bilgisine başvurulabilir.
Hangi komünistlerle savaşmış. Eğer her komünist Atatürkçü Öğretmenlerle CHP’li aydınlar ve benim gibi biri ise vay o komünistlerin haline…
Zekeriya Beyaz; otursun da önce, şu sorulara yanıt versin:
“1. Hakkında raporlar verdiği Dr. Emin Kılıç Kale’ye, ‘Namazında, orucun da uydurma olduğunu biliyorum. Nurcu oluşum da gösteriştir. Çünkü işime öyle geliyor. Bu benim ekmek kapımdır. Gerçek dini sende görüyorum’ diyerek, Osman Aksoy’la birlikte, Dr. Emin Kılıç Kale’nin elini öptü mü öpmedi mi?..
- Dr. Emin Kılıç Kale topluluğu kendisine niçin “BAY CASUS” adını takmıştır? Söyleyebilir mi?
- Dr. Emin Kılıç Kale ile hangi konularda mektuplaşmıştır? Niçin?
- Dr. Emin Kılıç Kale’ye gönderdiği mektupların basına verilmesini ister mi? İstemez mi?
- Nizip’te imamlık yaparken verdiği vaazlarda, ‘Beden eğitimi öğretmenleri ile diğer öğretmenlerin çoğunun komünist olduğunu, kızların beden eğitimi yapmalarının günah olduğunu” söylemiş midir, söylememiş midir?
- Bu sözleri üzerine Nizip Kaymakamlığınca imamlık ve vaizlik görevinden uzaklaştırılmış mı, uzaklaştırılmamış mı?
- Hangi milletvekillerinin ve hangi heyetlerin Ankara’ya giderek kendisini Nizip’teki Ulucami’ye, tepeden inme, imam olarak tayin ettirmiştir?
- Gerek ilkokul ve gerekse İmam Hatip sınavlarında, başarılı olamaması üzerine, kimlerin rica minneti ve araya girmesi üzerine diploma alabilmiştir?
- Gaziantep Valisi; hangi heyetle gidip iş istediğinde kendilerini kovmuştur? Niçin?
- Hangi nedenle tutuklanıp Gaziantep Cezaevine atılmıştır, hangi nedenle yargılamasının Ankara’da yapılmasına karar verilmiştir?
- Gaziantep ve Ankara Cezaevinde ne kadar hapis yatmıştır?
Zekeriya Beyaz önce bu soruları yanıtlasın da ondan sonra çıksın vatandaşların huzuruna…
Bu arada Necdet Sevinç’e de birkaç sorum olacak:
“1. Gaziantep lisesi 1. sınıfında iken hangi gerekçe ile okuldan kovularak kaydı silinmiştir?
- Ankara Sanat Tiyatrosunda oyunculuk yapan kız kardeşi 12 Mart 1971’de hangi suçtan gözaltına alınarak Mamak Cezaevine atılmıştır?
- Kimleri görerek kız kardeşini Mamak Cezaevinden kurtarmıştır?
- Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularını tabanca ile tehdit ettiğinde tabancası elinden alındıktan sonra dayak yeyip sokağa atılmış mıdır?.. Atılmamış mıdır?
- Askerliğini hangi tarihte ve nerede yapmıştır? Yapmadıysa hangi gerekçe ile askerliğini yapmamıştır…”
Necdet Sevinç bey de bu soruları yanıtlasın da ondan sonra Milliyetçilik Mukaddesatçılık taslasın millete…
İşte ben bu Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in iftirası sonucu beraat etmeme karşın komünist olduğum gerekçesiyle 10 işyerinden kovuldum. Her gittiğim yerde polis işverenlerimi işten atılmam konusunda uyardı. Bunların yüzünden çok çile ve yoksulluk çektim. Çok sevdiğim memleketim Gaziantep’ten göçmek zorunda kaldım.
Bunlar hem iftiracı, hem muhbir, hem de tertipçidir. Memleket için çok tehlikelidirler. Asli görevi kışkırtılık yaparak halkı birbirine düşürmektir. Her ikisi de bu kışkırtıcılıkları yüzünden cezaevlerinde yatmışlardır.
Zekeriya Beyaz, şimdi Dernek kurmuştur. Yakında da parti kuracaktır. İşte o zaman nasıl bizim başımıza çorap ördü ise memleketin de başına çorap örecektir…
Gösterin bu satırları kendilerine: “Bak Hayri Balta hakkınızda bunları söylüyor!” diye.
Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in değil gazetelerde yazı yazmaya, televizyonlara çıkıp şov yapmaya; toplum içinde gezmeye bile yüzleri yoktur. Çünkü bunlar bağımsızlık isteyen gençlere ve Atatürkçü aydınlara karşı sağcı gençliği kışkırtmaları yüzünden çok aydınımızın ve gencimizin öldürülmelerine neden olmuşlardır. Bu sözlerimin gerçekliğini görmek için; Bizim Anadolu, Hergün, Yeni Çağ ve Tercüman gazetelerinin sayfalarına bakmak yeterlidir.
Zekeriya Beyaz’a gelince ; bu adamda, bir din adamında olması gereken ağır başlılık ve ciddiyet yoktur. Bu adam toplumun eğlencesi ve medyanın meddahı olmuştur.
Ey Türk basını; tanıyın bunları, tanıyın da ondan sonra idol olarak gösterin bunları Türk halkına…
Saygılarımla,
Av. Hayri Bilge Balta, 24.11.2005
X
11.9.2006
Emre Kongar
AYDIN, GERÇEKLERİ SÖYLER
Sayın Emre Kongar,
Sevgiler, saygılar; bilimsel niteliğinizden ötürü size derin saygım var. Ancak İslam söz konusu olunca, gerçekleri söylemekten çekinmeniz nedeniyle size olan saygım, sevgim bocalar…
Aşağıda genç bir arkadaşın sizinle ilgili bir yazısı var. Bu yazınızda kullandığınız şu cümleler gerçek saygısı içinde olanları yaralar. İki satır yazınız içinde düzeltilmesi gereken çok konular var:
Örneğin şöyle demektesiniz: “İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Bir kere İslam dini; son din değildir, İbrahim dinine bir dönüştür.
Kaldı ki İslamiyet’ten sonra da yüzlerce din gelmiştir; ne var ki bunlar, mevcut dinlerin etkisi ile ve bir de “Ya imana geleceksin, ya öleceksin!” demedikleri için güçlenememiştir.
Aşağıdaki kurallarını sıraladığım bir inanç sistemine nasıl olur da “… çağdaş bir inanç sistemi…” diyebiliriz?
“Köleliği-cariyeliği olumlayan, kadına dayak atılmasını hoş gören, dörde kadar almaya cevaz veren, koşullar oluştuğunda Hulle yapılır deyen, hırsızın elini kesen, ağır suç işleyenin elini ayağını çapraz kesen, zina yapan evlileri taşlayarak öldüren (Recm), bekarlara ise yüz kırbaç vuran, dininden dönenin katlini vacip gören, İslam olmayan ülkeleri darül harp gören ve bunlarla dost olmayı yasaklayan” ki bu çağımızın; ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı kurallar saymakla bitmez.
Genç yazarımız; aşağıda yazısında, ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı ayetlerden birkaç örnek vermiştir. Bakalım Sayın Hocamız bunlara ne deyecektir?
Hele son tümceniz düşünmeye değer. Merak ediyorum bu İslam dininin ürünleri neler? İlimde mi, fende mi, sinemada mı, sporda mı, teknikte mi, buluşta mı… Bunlar da saymakla bitmez ve kaldı ki yazının ikinci bölümünde “niçin geri kaldık?” sorusu ile siz de bu gerçeklere yüzeysel de olsa değinmektesiniz…
Ülkemiz; bu gün laiklik ile irtica arasında çıkmaza düşmüşse, bunun sorumlusu, sizler gibi gerçekleri ters yüz eden Kemalist aydınlardır. Sizlere Kemalist Müslümanlar da diyebiliriz ki; başat özelliğiniz İslam dini ile laikliği bağdaştırmaya çalışmanızdır…
Kemalist Müslümanlar; Ne Türklerin önderi Atatürk’ü, ne de Arapların önderi Muhammet’i anlamışlardır. Bu ikisi arasında yüz seksen derecelik uzlaşmaz bir zıtlık vardır. Bilimsel niteliği olan bir aydın bu ikiliyi bir arada kabul edemez.
Bu iki önder arasındaki zıtlığı anlamadıkları içindir ki demokrasi adı altında iktidarı, altın tepsi içinde, şeriat özlemi ile yanıp tutuşanlara sunmuşlardır ve şimdi de işin içinden nasıl çıkacaklarını araştırmaktadırlar.
Zaman aydınlık düşüncelilerle ülkemiz aleyhine işlemektedir. Genel Kurmayımız bu gerçeği şu yargısı ile dile getirmiştir. “Bölücülük ve İrtica en büyük ve en yakın tehlikedir!” Yaklaşmakta olan tehlikeyi önlemek için hiç olmazsa aydınların doğru olanı ve gerçekleri söylemesi gerektir.
Tarih, gerçekleri doğruları ve gerçekleri söyleyenlere yer verecektir; söylemeyenleri ise, silecektir.
Sizin toplumumuz üzerinde büyük bir etkinliğiniz var. Gerçek dışı en küçük bir açıklamanız sizin bilimsel niteliğinizi ve bizi yaralar.
Siz bilimsel kişiliğinize sahip çıkmazsanız, kim sahip çıkar?..
Bizler de gerçekleri söylemezsek kim söyler?…
Saygılarımla,
hayri@bilgebalta.com – 11.9.2006
+
İNSAN; DEĞİŞİME İNANANDIR
Emre KONGAR “Kültür Üzerine” adlı eserinde İslam dini üzerine şunları söylemektedir:
“İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Herhalde şu ayetler Sayın Kongar’a göre saygıdeğer ve çağdaş görünüyor;
Nisa 89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.
Nisa 91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine baş aşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.
Bakara 191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Tevbe 5- Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
Maide 38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihat, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
Nahl 75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel bir rızık verilen ve o rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah’a mahsustur. Doğrusu insanların çoğu bilmezler.
Sayın Kongar’ın bu ayetlerden habersiz olması olası değildir. Kendisi Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük sosyologlarından biridir. Çok güzel tespitleri bulunmaktadır.
Bakın Sayın Kongar aynı eserinde bu sefer de şu tespitlerde bulunmaktadır:
“…işaret etmek istediğim nokta , Türkiye’nin kurtuluşunu İslam’da görenlerin önce, niçin İslam topluluklarının geri kalmış olduklarına ilişkin akılcı ve bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olduklarıdır. Hem en ileri, hem en güzel, en geliştirici dine sahip olacaksın, hem din toplumsal ilerlemenin bir nedeni olacak, hem de geri kalacaksın. Bakın bu durumu açıklamak insanı nerelere götürüyor:
Din elden gittiği için geri kaldık savı. Bu savı ileri sürenler, (dikkat edin!) dinin elden gitmesinin nedenlerini açıklamak zorundadırlar: En güzel, en ileri olan din, yani Müslümanlık hangi nedenlerle güzsüzleşmiştir? Güçsüzleşmeye neden karşı koyamamıştır? Elden giden dinin yerine ne gelmiştir? Yerine gelen şey, neden gerileme nedeni olmuştur? Müslümanlığın yerine gelen şey, ahlaksızlık ve zındıklık ise, kendisini ahlaksızlık ve zındıklığa karşı koruyamayan bir din, ne denli geçerlidir? Dinin asıl görevi ahlakı ve Allah korkusunu yerleştirmek değil midir?” (2)
Biz sadece Müslümanları değil tüm dünyanın düzen içinde barışçıl bir ortamda kardeşçe yaşamasından yanayız. Yalnız bu barış için savaşım gerekmektedir. Barış için savaşa evet dememiz, geleceği böylece güvence altına almamız gerekmektedir. Oysa İslam dünyasının böyle bir kaygısı yoktur. İslam dünyası değişime şiddetle karşı çıktığı için her zaman bir anarşi ortamında birbirlerini yok etmektedirler. Yalana hayır demeyen hiç kimse bu anarşiden kendini ve toplumu kurtaramaz.
Din olgusu soyut bir kavramdır. Din insanımsının düşüncesizliğidir. Bu düşüncesizliği, dini yok etmekle değil, bilimle-düşünceyle-düşünmeyle çözebiliriz. (Toplumsal gelişmenin evrimsel sürece bağlı oluşu, düşünsel gelişimi de bir sürece tabi kılmaktadır. )
Sayın Kongar biraz daha öz verili ve tutarlı olsaydı (arada kalmasaydı) aydınlığa daha büyük katkılarda bulunabilirdi.
Ahmet Taner KIŞLALI ve Bahriye ÜÇOK gibi “dini çağdaşlaştırma” veya “birilerine yaranma” politikası içerisinde olanlar ne aydınlığa bir fayda sağlayabilir ne de aydın sıfatı kazanabilirler.
Din değişimi kapısından içeri sokmaz. Değişim her zaman dinsizlik olarak görülmüştür. Değişim sömürünün, yalanın zehiridir. İnsanımsı dine inanırken, insan değişime inanmalıdır. Değişim yoksa evren de yoktur.
Değişim devletleri de kapsamalıdır. Değişim geçirmeyen bir devlet devletsizleşmiş demektir. Örneğin Osmanlı bir din devletsizliğiydi. Devlet asla din ile bir araya getirilemez. Din içeren bütün devletler, devletsizliği yani eşitsizliği-düzensizliği-karmaşayı-anarşiyi beraberinde taşır.
Bir toprak parçası üzerinde hüküm kurmakla devlet olunmaz. Devlet birey için vardır, toplum için vardır. Devlet toplumdaki tüm bireylere eşit haklar tanımalıdır. Bunu tanıması için bireycilerin oluşturduğu topluluklar, bireylerin oluşturduğu topluma dönüşmelidir. Bu toplum-bireyler değişimi her zaman içerisinde taşımalı ve yaşatmalıdır.
Osmanlı devletsizliği milyonlarca bireycinin-sürünün emeğiyle parazitleşmiş, değişimi içinde barındıramadığı için de yok olmuştur. Din’in yaşam alanı da bu devletsizliklerin yıkılması-kurulması aşamalarındaki karmaşa ortamıdır. Devletsizlikle din iç içedir. Devletsizlik dini, din devletsizliği yaşatmaktadır.
Değişim insanoğlunun inanacağı tek şeydir. Değişimler her zaman belirli kuralarla gerçekleşir. İnsan da bu kuralları bilim ile açığa çıkarmalıdır. Doğru değişmekle birlikte tektir. Zaman-mekan içerisinde bu değişim gerçekleşir. İnsan değişimi iyi kavramalı ve kurallarını belirleyerek devletleşmelidir-düzenleşmelidir.
1- Emre KONGAR “Kültür Üzerine” Çağdaş Yayınları, 2.B s.152 1984
2- Aynı eser. s.154
http://tanselsemir.blogspot.com/
Güncelleme: 12.9.2006
X
Nihat Hatipoğlu
ŞİDDET AYETLERİ
Y:Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu’na,
Hürriyet gazetesindeki 22.9.2007 tarihli “Nihat Hoca ile Ramazan” köşenizde “KILIÇTAN NEFRET EDEN PEYGAMBER” başlıklı yazınız beni düşündürdü.
Bir kere göstere göstere bir tane örnek ayet göstermişsiniz ki onun da konu ile ilgisi yok. Okuyalım: ”Allah’ın sana olan rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara (sahabeye) karşı yumuşak davrandın. Eğer sen, kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılıp giderlerdi!” (Âl-i İmran 3/159)
Ben bu ayette, bırakınız “KILIÇTAN NEFRET EDEN BİR PEYGAMBER”; KILIÇA KARŞITLIK BİLE GÖRMİYORUM. Bu ayetten bu anlamı çıkardığınızı da bir türlü anlayamıyorum
Bir peygamber, yalnız yakınlarına değil bütün insanlığa karşı sevecen davranmakla yükümlüdür. Böyle bir davranış sıradan bir insan için bile geçerlidir.
Önemli olan; insanın, karşıtlarına karşı yumuşak davranması, kaba ve katı yürekli olmamasıdır. Hele söz konusu bir Peygamber ise bu onun birinci özelliği olmalıdır. Ne var ki bu özelliği İslam Tarihi’ni, Kuran’ı ve Hadisleri okuduğumuzda göremiyoruz.
İşte İslam öğretisinde “Cihad, Kılıç ve Şiddet Ayetleri” olarak geçen ayetlerden bir bölümü. Okuyalım:
+
- “Onları bulduğunu yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları
çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’ın yanında onlar savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları bulduğunuz yerde öldürün.” (K. 2/191) - “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse savaşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (K. 2/193)
- “Allah yolunda öldürülür veyâ ölürseniz, size Allah’tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır.” (K. 3/117)
- “O halde, dünya hayatı yerine ahreti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar: Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz.” (K. 4/74)
- “Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyen.” (K. 4/89)
- “… eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik.” (K. 4/9l)
- “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezâsı öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhrette büyük azâb vardır.” (K. 5/33)
- “Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin’ diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi.” (K. 8/12)
- “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.” (K. 8/39)
- “Ey Peygamber! Mü’minleri savaş için coştur. İzin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bir kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırla yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bir kişiniz, Allah’ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.” (K. 8/65-66)
- “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (K. 9/5)
- “Eğer, antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dîninize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz- belki vazgeçerler.” (K. 9/11)
- “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakimdir. “ (K. 9/14-15)
- “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 9/29)
- “Ey inananlar! Size ne olduğu ki, ‘Allah yolunda, savaşa çıkın’ dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhreti bırakıp dünya hâyatına mı razı olduğunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhrete göre pek az bir şeydir. Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azabla azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. O’na bir şey yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir.” (K. 9/38-39)
- “İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.” (K. 9/41)
- “Ey Peygamber! İnkârcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür.” (K. 9/73)
- “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır.” (K. 9/111)
- “Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla berâberdir.” (K 9/123)
- “Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öç alacağız.” (K. 32/22)
- “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz.” (K. 47/4)
- “Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir.” (K. 47/35)
- “Ey Muhammed! Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: ‘Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar Müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız; eğer itâat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi can yakan bir azaba uğratır.” (K.48/16)
- “Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar… Eğer sizler Benim yolumdan savaşmak ve rızamı kazanmak için yola çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz. Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.” (K.60/1)
- “Ey Peygamber! İnkârcılarla ve ikiyüzlülerle savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür!.” (K. 66/9)
+
Bir aydın, bir ilahiyatçı; halka; gerçekleri söylemekle yükümlüdür. Ne var ki aydınlarımız ve din adamlarımız İslamiyet söz konusu olunca yalanda yarışıyorlar ve uydurmada uyuşuyorlar. Hepsi birden geçekleri ters yüz ediyorlar.
Müslüman halktan gerçekler gizlendiği içindir ki bu gün İslam dünyası geri kalmıştır. Tarih boyunca İslam dünyasında demokrasi, kadın erkek eşitliği görülmemiştir. Bilgisizlik ve yoksulluk başını almış gitmiştir. Bu gelişmede aydınların ve ilahiyatçıların büyük rolü vardır. Sözün burasında bir alıntı yapmak istiyorum:
+
“Dünya’da, nüfusunun yarısından çoğu Müslüman olan ülkelerin sayısı 59. Bunlara Bosna-Hersek, Arnavutluk, Azerbaycan, Türkmenistan, vs. ülkeler de dahil. Bu ülkelerden 20’sini gördüm. Gördüğüm tek ortak nokta ilkellik, pislik, cehalet, yoksulluk ve yolsuzluk. Büyük bölümü emperyalizmin kıskacında. Yöneticileri satılmış… Gelir dağılımı inanılmaz bozuk. İçlerinde, gönül rahatlığı ile yaşamak isteyeceğiniz, gelişmiş, uygar, demokratik, temiz tek bir ülke yok. Onlardan farklı tek İslam ülkesi Türkiye.
Bu ülkeleri üst üste görmeseydim, yani belirli aralıklarla görseydim, sanırım İslam Ülkeleri ile ilgili kesin bir görüşüm oluşmayacaktı. O zaman şu soru aklıma gelmişti. Ya “İslamiyet girdiği yeri bu hale çeviriyor” ya da “İslamiyet’i bu tür insanlar seçiyor!”
Gördüğüm İslam Ülkeleri arasında en fecaat yer Afganistan’dı. Gerilik, gericilik, ilkellik ve pislik; buna cehalet, düşmanlıklar ve yoksulluğu da ekleyin. Bu anlamda hayali bir ülke yaratıp, bilim-kurgu film çevirseniz; Afganistan’daki rezillikleri yakalayamazsınız.
Okuduğum, dinlediğim Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcı o kadar çok Afganistan’a benziyor ki. Osmanlı’nın yıkıntıları üzerine kurulu, Osmanlı’nın sürekli aşağıladığı, cahil bıraktığı, dışladığı Anadolu halkı tarafından kurulan Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlamak için Afganistan’ın bugünkü halini görmelisiniz.
Ama ortaya bir adam çıkıyor. Mustafa Kemal’dir adı. Arkadaşlarıyla kolları sıvıyor. Ardında mucizevi bir Kurtuluş Savaşı kahramanlığı var. Yoksul, cahil, geri, sürekli aşağılanmış, yobazlaştırılmış Anadolu halkını bu durumdan kurtarmak, kurduğu cumhuriyeti yükseltmektir amacı. Sarsıcı devrimler birbiri ardına geliyor. Sarsıcı diyorum bilerek, varsın dünyadan habersiz, o dönemki koşullardan, Anadolu halkının kıvamından habersizler bunları küçümsesin… İnsanını, toplumunu dönüştürmek, geliştirmek, uygarlığı yakalamaktır amacı. Tüm bunlar halk için, halka rağmen yapılıyor. Dilden harfe, şapkadan kıyafete, eğitimden sanayiye, kültüre, hukuğa birçok şey radikal biçimde değişmeye başlıyor. Oysa yanında akıl verecek, katkı verecek; bırakın onu sohbetinden tat alacağı insan sayısı bile o kadar az ki. Ve bu adam bunları 40’lı yaşlarında yapıyor.” (Hasan Uysal)
+
Bu geri kalmışlıktan ve cehaletten kurtulmanın yolu gerçekleri olduğu gibi ortaya koyarak insanlara; akla, ahlaka, mantığa ve bilime dayanan bir din öğretisi verilmelidir.
Ne var ki aydınlarımız ve ilahiyatçılarımız bunun ayrımında değildir. Aydınlarımız ve ilahiyatçılarımız halka önderlik edeceklerine; halkın nabzına göre şerbet vermekte ve halkın arkasına düşmektedir. Böyle yapıldığı içindir ki İslam dünyası diğer uygarlıklar karşısında çıkmaza girmiştir.
İstenildiği kadar gerçekler ters yüz edilsin; bu gün bilişim ve iletişimin geliştiği bu çağda, sıradan bir insan bile Geoogle’yi tıkladığı an yukarıda 25 maddede sıralanan “Şiddet Ayetleri” karşısına çıkmaktadır.
+
Yazıma son verirken Atatürk’ün aşağıdaki sözlerini aktarmakta yarar görüyorum:
Atatürk, Kazım Bekir’e şöyle demiştir: “Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..”
(Kazım Karabekir. Paşaların Kavgası. s,159. Kazım Karabekir Anlatıyor Yayına Hazırlayan Uğur Mumcu. Tekin Yayınları.1. Basım. s. 94. Bu kitap, 10-29 Haziran 1990 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde de tefrika edilmiştir.)
Türk halkı artık Kuran-ı ve Hadisleri Atatürk’ün istediği gibi Türkçe’sinden okuyor ve sizleri gerçeklere aykırı anlatımlarınızı, konumuzda olduğu gibi, gülerek dinliyor ve okuyor…
Gerçekleri söyleyip söylememek artık sizlere kalmıştır. Benden uyarması…
Av. Bilge Balta, 23.9.2007
X