HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI

HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI

 

Yine çoraplarıyla uğraşıyor Hapba Ninem!

 

Ne anlıyor onlarla uğraşmaktan, ne çok zaman geçiriyor çoraplarıyla uğraşarak…

 

Tek tek, özene bezene elleriyle düzeltiyor, çiftliyor. Antep harbinden kalma, büyük ceviz sandığının içine, parmak uçlarından yuvarlayıp iç içe geçirip top yaptığı çoraplarını… Artan kumaş parçalarını bir araya getirerek diktiği bohçaya koyuyor her sabah yaptığı gibi. Dedemden kalan çorapların neredeyse tümünün topuk ve parmak uçları ya yamalı, ya örülmüş…

 

Savaşı gören her yaşlının yaptığını yapıyor, bir lokma ekmeğin ne demek olduğunu, yokluğun ne olduğunu varlıktayken bile iyi biliyor.

 

Hapba Ninem iki oğul, iki de kız doğurmuş, her iki oğlundan dörder torun sahibi olmuş. Kızları saymıyor evlattan, çünkü öyle biliyor, değeri yok kadının, “kadın erkek için yaratılmış” diye öğreniyor kendi büyüklerinden.

 

Oğullarının her ikisi de, Alleben Deresi’nin kenarında, debbağlıkla uğraşıyor. Eski Antep evlerinden birinin küçük, ahşaptan yapılmış kuytu, karanlık odasında yaşıyor, tek başına.

 

Oğullarıyla, gelinleriyle, torunlarıyla mümkün olduğunca görüşmüyor, her öğünde yemeğini kapı eşiğine bırakmaları yetiyor. Kendi alıp yiyor hergün yaptığı gibi… Boş kabınıda dolunun yerine koyuyor, getirenin önemi yok onun için.

 

Pek konuşmaz Hapba Ninem, pek değil, neredeyse hiç konuşmaz. “Adamın boşu boş konuşur, dolusu gerektiğinde konuşur” der durur boş konuşan birini duyduğunda.

 

Duvar sertliği yüzünü hiç gülerken gören olmadı. Kimselerin yüzüne bakmazdı konuşurken, zaten pek de konuşmazdı. Neydi içinde sakladığı acısı, kızgınlığı, öfkesi, yüzüne vuran!..

Kara çarşafından bir tek yüzü görünürdü. Yüzü çarşafının boz bulanık rengini almıştı sanki. İki kat olmuş bedeni, küçük bedenini daha bir küçük gösteriyor, kırışmış derisi, büzüşmüş elleri görünmese yaşını tahmin etmek çok zordu Hapba Ninemin.

 

Bağa gitmediği zamanlar avluda geçirirdi gününü, en çok tahta merdivenlerin kenarına doladığı, hönüsü üzümünün tadına doyulmadığı asmasının gölgesinde oturmaya bayılırdı. Üzümler olduğunda yeşilleri örterdi o kara, mor, kırmızı, pembeye çalan üzümler…

 

Avlunun içinde bir yerden bir yere zembille taşıdığı şey, her neyse onun yorulmasına yetiyordu. Asmanın gölgesinde oturup iki kat olmuş bedeni, başı önde soluklanmak için derin nefes alırdı sık sık…

 

Torunların uzak tutulduğu, yerden ayak bileği yüksekliğinde, üzeri yer yer paslanmış kara teneke ile kapatılmış, geceleri bağın kenar duvarlarını belirlemek için kullanılan büyük taşla kapatılırdı her niyeyse kuyunun üzeri. Kuyuya saldığı satılla doldurduğu şapşaktan içtiği şeker tadında suyu her içtiğinde “yarabbi şükür” demeyi ihmal etmezdi.

 

Mevsimlerden bahardı, önümüz yazdı, Hapba Ninem evin direğiydi, bağ bozumunda toplanan üzümlerin işi çoktu. Bizim için ayırdığı üzümlerden ne çok şey yapılırdı. En çok cevizli sucuğun tadı damağımda hâla. Bir kol uzunluğunda kesilen iplere cevizler yorgan iğneleriyle geçirilir, belli aralıklarla dizilir, kıvama gelen kazanın içine defalarca batırılıp ipe atılırdı tek tek.

Beyaz bezlere serilen bastıklar güneşte kurutulup, bezden ayrılarak katlanıp, daha sonra bizlerin yemesi için günümüzün buzdolabı mağaralara konması benim için merak ve heyecan dolu bir süreçti.

 

Ne çok ayakbağı olurduk bizler, ne çok laf işitirdik büyüklerden. Yinede bozmazdı onların azarlamaları bizlerin eğlencelerini. Üzümlerin eşsiz tada dönüştüğü koca kazanlarda sapı uzun tahta kaşıkla karıştırılmasında yanına yaklaştırılmasakda, yukarı süyükten bakar, o altın sarısı dönen hareyi izlerken sanki beni içine çekecekmiş gibi hissederdim.

 

Ne olduysa o yaz oldu işte. Amcam o zamanlarda debbağlıktan geçinemediği için pek rağbet gören Almanya’ya gitmişti. Yalnızca her iki kızı evlenme çağı geldinde gelmişti Gaziantep’e… Babamında sağlığı debbağlık yapmaya elvermediğinden baba mesleklerini ister istemez bırakmaları, bağ bozumu gibi aile bozumu yaşatmıştı evimizde.

 

Antep evlerinin tipik özelliği olan sarıya kaçan taşlar, artık griye dönüşmüştü. Bahçedeki asma yaprakları sararmıştı. Kötü kötüyü çeker gibi o dönemlere denk gelen en kötü şey olmuştu. Hapba Ninem yolun karşı tarafına geçip, Alleben Deresi kenarında soluklanmak isterken, marul dolu el arabasını fark etmeyip, satıcınında bir sağa bir sola bakarak “semiz yeşil bunlar” diye sürdüğü el arabasının kendisine çarpmasıyla yere yığılmıştı. Habba Ninem, başını derenin kenar taşına çarptığından oracıkta gidivermişti.

 

O anı bugün gibi hatırlıyorum, babam beni avludan çıkmamam için tembihlemişti; çıkmadımda, çocukların ölümle tanışması doğru değildi onlar için.

 

Hapba Ninem gitmişti, o gülmez yüzü benim için gülüyordu artık. Pek bize hissettirilmeyen ölümü büyükler kendi aralarında yaşamışlardı. En çok ağıtlar kulağımdan gitmez nedense.

 

Bir de tepsi tepsi gelen cenaze yemekleri… Kendi gibi bereketliydi gelenler. Babama ağır gelmişti Hapba Ninemin gidişi. Amcam Almanya’da umduğunu bulamamıştı. Halamlar da gelin gittiği evde huzur bulamamıştı. O güzelim Antep evi satılmıştı, herkes payına düşeni almıştı.

 

Biz damı olan tuğladan yapılmış eski bir eve taşındık, babam Antep’te pek geçerli olan baklavacılığa temelden başlamıştı, annem dikiş dikerek evin büyük yükünü üstlenmişti. Biz ise hayatın ne kadar zor olduğunu bilmeden büyüyerek, zorlukları onların üzerinden kendi sorumluluklarımız için üstlenmeye hazırlanıyorduk.

 

Hapba Ninemin neden çorapları ile o kadar zaman geçirdiğini büyük halamın; “sandığı açalım, sandığı açalım” ısrarları üzerine anlamış oldum. Acele etme deseler de halam ısrarlıydı sandık konusunda.

 

Bir akşam halam, Hapba Ninemin o gizemli yaşantısına girdi sesizce, herkesler üst odada otururken. Kapının açık kalan aralığından ışığın izin verdiği ölçüde gördüklerim beni meraklandırmıştı. Halam, Hapba Ninem’in yatağının üzerinde sandıktan çıkardığı parça bohçasını açarak tek tek özene bezene iç içe geçirdiği çorapları acelesi varmış gibi, bir şey ararmış gibi bakmasıyla anlamıştım.

 

Hapba Ninem tüm parasını o çoraplarında gizlermiş meğer. Habba Ninemin tek salkımına kıyamadığı üzümlerinin, bizim için tırmanılması en eğlenceli olan, gölgesinde dinlenilen ceviz ağaçlarının, sonu belli olmayan verimli toprakların yerinde verimsiz beton yığınları dikili şu an.

 

Çocukluğumun o unutulmaz anılarının üzerinde yapılan apartmanların birinde oturuyorum şu an geçmişin anılarını silerek. Evin balkonundan geceleri gökyüzüne baktığımda, çocukluğumuzda bağ evinde kaldığımız gecelerde ki yıldızlar göz kırpmıyorlar her niyeyse. Zaman zaman çocukluk anılarım aklıma gelsede, çağın yaşam akışına uymazsak sanki eksik kalacakmışız gibi. Hapba Ninem’ den babama kalan, torunlarımızın torunlarına yetecek kadar bereketi olan toprakların bu şekle dönüşmesi ne acı.

 

YENER BALTA

2 TEMMUZ 2008

 

Gönderen Yener Balta zaman: 18:31

 

 

6 yorum:

Benden… dedi ki…

Yener Kızım,
Aferin. Çok güzel olmuş…
Bol bol yıldızlı pekiyi!
HB
x

03 Temmuz, 2008

Benden… dedi ki…

Yenercim eline sağlık…
Bunları kitap ne zaman yapıcaksın?

öperim,
Ödül

03 Temmuz, 2008

Benden… dedi ki…

Bu yorum yazar tarafından silindi.

03 Temmuz, 2008

Benden… dedi ki…

Teyzeciğim,
Çok güzel bir yazı…
Geçmişin büyüsünü çok güzel anlatmışsınız
Elinize, kaleminize sağlık…

GİGİ

03 Temmuz, 2008

oktay27 dedi ki…

Yenerciğim yazdığım gibi çok duygulu ve güzel olmuş.Ne güzel günler di o günler.iyiki yaşamışız ,iyiki o masal kahramanları gibi pamuk nenelermiz sevecen dedelerimiz yaşamımızda karşlıksız ve çıkarsız sevmeyi bize öğretmişler.Ellerine sağlık mahhalle uşaa…

02 Ağustos, 2008

FEV dedi ki…

Yener Balta’nın, Babası Hayri Bilge Balta’dan, yazarlık virüsünü en büyük ölçüde kapan kızı olduğunu biliyordum. Bir kaç yazısını da okumuştum. Ama böyle bal tadında yazdığını bilmiyordum doğrusu. Yener’i yüreğimin bütünüyle kutlarken, onu geç keşfettiğim için de kendimi kınıyorum.
FEV

12 Kasım, 2008