TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
www.tabularatalanayalanabalta.com

“SANAL KATILIM” ve “TAÇ’A ATILANLAR”

Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözleri ile insanı tekamüle sürükleyen sözlerine Tanrı sözü (Allah kelâmı) denir.

Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı; Tanrı, kendi yarattığı insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (Kuran. Tevbe 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.

Yine davranışını beğenmediği bir insanı “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) benzetmesi yaparak aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Tanrı’nın yüceliği ile ne oranda bağdaşır?..

Bu “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) ile “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) ayetleri şu gerçeği belirtmektedir ki bu beddua ve öfke Yaratan’a değil; İslam peygamberine aittir. Bu gerçeği Şeyh Bedrettin şu sözleri ile açıklamıştır: “Kuran Peygamberin sözleridir; ancak Tanrı kelamı demeyen kafir olur!” (Varidat). Şeyh Bedrettin’den de iyi bilecek değiliz ya… Takdiri size bırakıyorum.

Bütün canlıları yaratan maddedir; yani toprak. Bu nedenle “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” denir. Topraktan yaratılan insan ham madde olarak kabul edilir. Bu ham madde olan insanı eğitip, olgunlaştıran ve kendisine gerekli bilgileri vererek yaratan olgun insandır (İnsan-ı kâmil…). Din ilminde bu oluşuma “Allah insanı çamurdan yarattı…” denir ki insanın eğitilmemiş, gerçeklerden habersiz hali, din ilminde, çamur ile ifade edilir.

İÇİNDEKİLER

Sunuş 1
Bilinmeyen Tanrı’dan Bilinen Tanrı’ya 2
Görünmeyen Tanrı’dan Görünen Tanrı’ya 3
Dünya ve Âhiret İki Ayrı Varlık Değildir. 4
Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmeyenler 5
Sanal Katılım 6
“Âmin” Diyecek Dua Edin Sonra Da Benden “Âmin!” Bekleyin 7
İha 8
İlyas Şuran Gaziantepli Bir Ergindir. Hem Ediptir, Hem Müzisyen, Hem de Derindir 9
İlyas Şuran Mektubu 10
Mehmet Kara Mektubu 11
Mehmet Teceren Mektubu 12
Orhan Yalkın Mektubu 13
Fevzi Günenç Mektubu 14
Kamil Kocalar’a Mektup 15
Saldırı Kime Yapılmıştır? 16
Gaziantep’te Vardır Onlarca Şair /Bunlardan Birine Ahmet Ayaz Denir 17
Komünist Bozuntusu 18
Osman Özçalışkan Mektubu 19
Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu Mektubu 20
İster Bilsinler, İster Bilmesinler Bizi. /İnsan Bilirse Yeter Kendisini 21
İhsan Aygün Mektubu 22
Çetiner Çalış Mektubu 23
Taca Atılanlar 24
Alevilik Başka Alici’ük Başka/Alevilik En Eski Dindir Başta 25
Tanrı; Madde, Varlık, Kişi Ya Da Ruh Olarak Var Mıdır? 26 İhtiyacımız Akılcı Eğitim/Uydurmaya Kanacak Değilim 27
“Din Başka Şeriat Başkadır” 28
Bunu Biz Yazsak Suç Olur
Ne Dinsizliğimiz, Ne Komünistliğimiz Ne de Masonluğumuz Kalır 29
Ömer’in Adaleti 30
Varsa Okurlarıma Açıklama 31
Diyanet “İrtica’nın Tanıtımını Yapmıştır/Bakalım AKP Nasıl Yanıt Verecektir 32
Önce Bilimsel Düşünen İnsan/Kurtulmalı İnsan, Tabulardan 33
Nereye Kaçalım 34
Derin Devlet, Devlet Sırrıdır/Açıklayan Cana Kıyılır 35
Yönetime Bunlar Gelecekse/
Erdoğan, Başım Gözüm Üstüne 36
Yanlış Hayat Doğru Yaşanmaz,/Yeni Bir Hayat Lazım! 37
Şeriatçılıkla, Irkçılıkla Bu Ülke Düze Çıkmaz./Nasıl Uyandırılır Şeriatçı Irkçı Aymaz… 38
Unutmayın Derinin de Derini Var/Kimileri Devletin Altını Derinden Oyar 39
Bu Ne Şimdi 40
Laiklik, Şeriata Özgürlük Değildir/Şeriata Özgürlük, Laikliği Bitirir 41
Şu Harika Adamlara Bakınız 42
Japonlardan Öğrenilmesi Gereken 10 Temel İlke 43
Av. Hayri Balta’nın Öz Geçmişi… 44
Tabulara Talana Yalana Balta Yayınları: 45
SUNUŞ 1

Toplumu değiştirmek isteyen herkes, ilk önce yaşadığı toplumun eskiyen, çürüyen hakim kültürü ve ideolojisiyle karşı karşıya gelir. Bu, bir anlamda yaşadığı toplumla karşı karşıya gelmektir. Tarihteki bütün büyük dönüşümlerin hepsi, son tahlilde, toplumun kendisinin değişmesidir.
1920’lerden sonra materyalist felsefeye doğru atılımın başını Türk devrimi çekiyordu. İdeolojik alanda…
Ortaçağ’dan çıkışta Kemalist devrimin önemli bir etkisi oldu. Osmanlı ile siyasal düzlemde hesaplaşan Kemalistler, daha sonra felsefi alanda idealizmle hesaplaşmayı yaşadılar. Atatürk ve arkadaşları, 1930’ların eşiğinde, “Allah mı insanı yarattı, yoksa insan mı Allah’ı” sorusunu kendilerine sormuşlar ve net bir yanıt vermişlerdir.
Bu tür yanıtları, gizli toplantılarda, sofralarda değil, okul kitaplarının sayfalarına yazarak yapmışlardır. Din konusundaki tavırlarını meclis kürsüsünden de ilan etmekten çekinmemişlerdir.
1960’lardan sonra Türkiye’yi yönetenler, askeri yetkililer de içinde olmak üzere, dini ideolojiyi yükselen demokrasi hareketine karşı bir dalgakıran olarak benimsediler. 1980’lere gelindiğinde Türkiye’de ‘din birleştirici bir rol oynar, din lazımdır’ biçiminde bir saptama yaptılar. Büyük burjuvazinin ve devletin merkezi güçlerinin ideolojisi İslam olmamasına rağmen, bin yıllık kökleri olan İslami ideolojiyi geniş halk kitlelerinin önüne bir barikat olarak yerleştirdiler ve ideolojik hegemonya aracı olarak kullandılar.
Burjuvazi, ümmetten millete geçişin mücadelesini veren Türk devrimini önce yan yolda bırakmış, daha sonra da bu tavrıyla Türk devriminin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ortaçağ ideolojisinin büyük darbeler yemesi sonucu laik ve modern kuşakların yetiştiği, farklı din ve mezheplerden insanların yaşadığı bir ülkede
din nasıl birleştirici olabilir?
1950’lerden sonra Türk devriminin sönüşe geçmesiyle birlikte toplumun materyalist eğitimi de aşınmaya uğradı. 1960 sonrasında ise devlet dışında materyalizmi kitlelere yayan odaklar oluşmaya başladı.
Bilimsel sosyalizmden esinlenen bu ideolojik-kültürel çaba, burjuva materyalizmini kitlesel olarak aşma yönünde bir başlangıcı da ifade ediyordu. Arlık genç kuşaklar materyalizmi Marks, Engels, Lenin ve Mao’dan öğreniyorlardı.
Batı, burjuva demokratik devrimler öncesinde büyük bir aydınlanma çağı yaşadı. Bizim tarihimizde ise, Beşir Fuat gibi bir kaç düşünür dışında böyle bir çaba yok. Burjuvazinin demokratik atılımı, ülkemizde her alanda olduğu gibi, kültürel alanda da cılız kaldı. Türkiye’nin demokratik devrimini tamamlaması ve insan zihninin zincirlerinden kurtularak özgürleşmesi ve aydınlanmasına önderlik, daha modern ve siyasal akım olan sosyalizmi omuzlarına kalmıştır. 1960 sonrası Marksistlerimizin materyalizmin tutarlı ve çağdaş temsilcileri olması gerekirken, materyalizmin ulusal plandaki köklerini ortaya çıkaramamışlardır.
Diyalektik materyalizm, ulusal planda burjuvazinin materyalizmini incelemediği için onunla hesaplaşmadılar ve tarihi yerine oturtamadılar.
1980 sonrası Saçak ve 2000′ e Doğru dergileri dini ideolojiye karşı net itirazlar yöneltti. Dinin bir ortaçağ ideolojisi olarak bilimle ve modern toplumun ihtiyaçlarıyla bağdaşmadığını ortaya koydu. Bunu yaparken, burjuva materyalizmin ulusal plandaki köklerini ortaya çıkarmakla yetinmeyip, bizzat İslam’ın temel kaynaklarını ele alarak bir ideolojik mücadele yürüttü. Sorunu kültürel ve ideolojik düzlemde ele aldı.
Turan Dursun, din âlemine, safsataya, hurafeye karşı bu dergilerde kalemiyle savaştı. Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara götürmedi. Bir aydınlanmacı olarak Marksistlerle birleşti.
Bugün, ideolojik olarak dine sarılanlar, İslam’a dayanarak yenileşmeye karşı barikat inşa edenler, ideolojinin siyaset alanına yayılmasını şiddet yoluyla ezmeye yönelmektedirler. Diğer taraftan, İslami ideolojinin gerçek sahipleri ideolojinin siyaset alanına yayılmasını isleyen dini çevreler de sorunu şiddet yoluyla çözmeye yöneldiler. Önce radyolarında, dergilerinde tehdit ettiler. Daha sonra öldürme eylemlerine başladılar.
Bu kitabın yazan öldürüldü. Öldürülünce din kurtuldu mu? İdeolojik sorunlar, ideoloji dışı araçlarla, şiddet ve cezayla değil, demokratik bir ortamda ve ideolojik mücadeleyle çözülmelidir.
Modern-demokratik toplumun kurulmasının ve demokratik devrimin tamamlanmasının taşıyıcıları düşünce ve vicdan özgürlüğünden yanadırlar. Hiç kimseye düşüncesi, dini inancı, ibadeti yüzünden baskı yapılamaz.
Yapılması gereken, katılmadığımız düşüncelere karşı ideolojik mücadele yürütmek ve toplumu aydınlatmaktır. Biz biliyoruz ki, metafizik iman, hayatın kendisine, bilimsel düşünceye karşı koyamaz.
İdeolojik mücadeleden korkan ve kaçanlar ise kendilerine hizmet edecek caniler arayacaklardır. Bunlara da toplum hak ettikleri yanıtı verecektir.
Elinizdeki kitap, Turan Dursun’un uzun yıllar üzerinde çalıştığı 14 ciltlik Kuran Ansiklopedisi’nin “ALLAH” maddesidir. İslam öncesi ve sonrası kaynakların taranmasıyla hazırlanan bu madde dini ideolojiye karşı yürütülen ideolojik mücadelede temel bir kaynak olması düşüncesiyle Ansiklopedinin yayınını beklemeden ve metnin orijinalinde hiç bir değişiklik yapmadan okuyucularımıza sunuyoruz.
Kaynak Yayınları…

BİLİNMEYEN TANRI’DAN BİLİNEN TANRI’YA 2

Bana göre: Allah (Tanrı): Evren ve yüce kavramlardır… Bu kavramlar aşağıda açıklanacaktır…

Bütün İslâm İlmihâl’lerinde, Laik Cumhuriyet Türkiye’sinin okullarında ders kitabı olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarında, Kuran Kurslarında, İmam Hatip Okullarında, Televizyonlarda ve diğer tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağıdaki şekilde yapılır.
“Allah’a İman Ne demektir: Allah’a iman, Allah’ın varlığına, birliğine, ezeli ve ebedi olduğuna; yani, varlığının bir başlangıcı ve sonunun bulunmadığını, eşinin benzerinin, ortağının, oğlunun, kızının olmadığına varlığı kendinden olup varlığı için bir başka şeye muhtaç olmadığına, yaratılmış olan şeylerden hiç birine benzemediğine dolayısıyla düşündüklerimizden ve hayalimize gelen şeylerin hepsinden başka olduğuna, her şeyi bildiğine her şeyi gördüğüne, her şeyi işittiğine, duyduğuna, her şeye gücünün yettiğine, her şeyi yaratanın O olduğuna… Kısacası, her türlü eksiklikten uzak olduğuna yürekten, tereddütsüz bir şekilde inanmaktadır. Ergenlik çağına ulaşmış her akıl sahibinin, Allah’a bu şekilde inanması farzdır.” (Bk. Vatan, 1.11.2003 tarihli Ramazan Eki.)
Görüldüğü gibi soyut bir Tanrı tanımı yapılmakta ve insanın tereddüt etmeden buna inanması istenmektedir.
Bektaşi bu anlatıma “Yok diyecek ama dili varmıyor.” demektedir.

Öyle ya, adı var ama cismi yok.
Yeri yok, yurdu yok.
Eni yok, boyu yok.

Ne zamana sığıyor,
Ne mekana sığıyor.
Ne akla, ne de mantığa sığıyor.
İnsan aklına kısa devre yaptırıyor.

Allah anlayışının doğuşuna bakarsak: Evren’e, Doğa’ya bakmışız,
Önce Yıldızlara Tanrı demişiz.
Sonra Aya, sonra Güneşe…
Sonra da bunları yönlendiren bir Tanrı var demişiz.

Asırlar sonra bunların dönüp durduğunun ayrımına varmışız…
Öyle ise bunlarında üstünde ve ötesinde bir güç var demişiz.
İbrahim Peygamber’den beri bunu böyle bilmişiz:

“Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi.
Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu.
Ay’ı doğar halde görünce, “Rabbim bu!” dedi.
O batınca da şöyle konuştu: “Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum.”
Nihayet Güneş’in doğmakta olduğunu gördüğünde, “Benim Rabbim bu, bu daha büyük!” dedi.
O da batıp gidince şöyle seslendi: “Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben.”
“Ben bir Hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm.
Müşriklerden değilim ben.” (K. 6/76-79)

Görüldüğü gibi bir kıyas var burada,
Doğa’dan başka görünen bir varlık yok ortada.

Ondan sonra O’na en güzel sıfatları (Esma-i Hüsna) yakıştırmışız.
Bütün Doğa olaylarını da O’ndan bilmişiz.
Bu yargımızı da insanlığa dayatmaya kalkmışız…
“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 8/39) demişiz…

Bu ise insanın doğasına aykırıdır.
Çünkü tahmine, kıyaslamaya dayanarak bir yargıya varılmıştır.

Böyle bir yargı; insanın aklına da, mantığına da, doğasına da aykırıdır.
Ortada; Doğa’dan, Evren’den başka görünen bir varlık var mıdır?

Asıl önemlisi bu dayatmada insan aklına ve iradesine hiç yer verilmemiştir…
Yalnızca inanacaksın akıl yürütmeye kalkışma denmiştir.

Bu şekildeki bir inanç aklı dışlamaktadır.
Aklı başında bir insan inandığının ne olduğunu bilmek zorundadır.

Bir kere şu bilinmelidir ki insanın dışında insanı yönlendiren bir varlık yoktur.
Bütün bunlar dinsel görüşe göre mecaz anlatımlardır.
Kuran’ı anlamak isteyenler bunun ayrımına varmalıdır.

Eğer biz biz olursak,
Kendimizi bilirsek,
Farık ve mümeyyiz olursak
Tanrı’yı bilebiliriz
Ama göremeyiz;
Ancak tekamülümüz oranında hissederiz ..

Din kitaplarını anlayarak okumak bizim ufkumuzu açacaktır.
Marifet Tanrı ile güreştiğini söyleyenlere aldanmamaktır.
“Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi,”Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.”
“İsrail”: “Tanrı’yla güreşir” anlamına gelir.
(Bakınız: Tevrat, Yaratılış. 32/28. Hoşea 12/3-4. Yaratılış, 32/30-32. Çıkış 24/90-11 Hakimler 13/22. Yeşeya. 6/1-3, 5)
Asıl önemli olan Kuran da Tevrat; Tanrı sözü olarak tasdik edilir.

Allah (Tanrı); Evren artı yüce kavramlardır… Evren’i tanımlamaya gerek yoktur. Çünkü o görünendir. Maddedir, Güneştir, Aydır, Yıldızlardır. Daha ötekilerdeki gök cisimleridir ve bunlar Evren’i oluşturur. Yüce kavramlara gevlince: Genel doğrular, evrensel değerler, olumlu duygular, güzel nitelikler, insanlıkça kabul edilmiş genel ahlâk ve yüksek düşünce ve duygulardır. Doğruluk, dürüstlük ve Salih amellerdir…
Saydığım bu kavramları biraz daha açarsak şöyle sıralanır:

Yüce kavramlar: Üstün olan, değerli olan, iyi olan, doğru olan, güzel olan duygu, düşünce ve davranışlardır.
Nefret değil sevgidir. Savaş değil barıştır.
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)

Çünkü sevgi; nefret oranla daha yüce kavramdı..
Eğer Tanrı’da olmak istiyorsak, Her zaman yüce kavramlara uyulmalıdır..

Yüce olan kavramlar:
Düşmanlık değil dostluktur.
Yalancılık değil doğruluktur.

Çirkinlik değil güzelliktir.
Kötülük değil iyiliktir.
Cimrilik değil cömertliktir.

Acelecilik değil sabırdır.
Öfke değil sevgidir.
Kendini beğenmek değil
Kendini bilmektir.

Bencillik değil paylaşmaktır.
Tembellik değil çalışmaktır..

Ahlaktır, ahlaksızlık değildir.
Aşırılık değil itidaldir.

Aşağılamak değil yüceltmektir.
Suçlamak değil suçun nedenini bilmektir…

Aşağılayan aşağılıktır.
Suçlayan suçludır.

Çünkü: İslam’da:
“Kendini bilen Rabbini bilir!” denmiştir.

Bütün bu olumlu ve olumsuz kavramları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz.
Bu kavramlardan olumlu olanlara uyarsak Rahmani yolda sayılırız.
Olumsuz kavramlara uyarsak şeytani yolda sayılırız.
Olumsuz bir davranışta bulunursak; Tanrı’ya hesap vermek zorunda kalırız.

Olumlu kavramları yaşamımıza uygularsak bilinmeyen Tanrı’dan bilinen Tanrı’ya ulaşmış oluruz.
Aklımızın, sağduyumuzun, vicdanımızın gösterdiği; doğru olan, güzel olan, iyi olan yoldan gitmekle Tanrı’ya yakınlaşmış oluruz.

Tanrı’ya yakın olursak kimseden korkmayız.
Yargılanırsak alnımızın akı ile çıkarız…

“Tanrı ile insan arasına kimse giremez” denir.
Bunu yalnız din ilminde olgunlaşmış olanlar bilir…

Ne var ki Tanrı (Yukarıda saydığım olumlu kavramlar toplamı) ile aramıza ilahiyatçılar yanında şeyhler, cemaat liderleri, hacılar, hocalar, hahamlar, papazlar girmekte ve bunlar hurafeler anlatarak insanı Tanrı’dan (Bütün Doğruluklardan, güzelliklerden, iyiliklerden…) koparmaktadır.
Kanıt mı istersiniz. Kutsal kitaplara bakınız.
Tevrat, Filistinli Müslümanları,
İncil, Mesih’e inanmayanları (Haçlı Savaşları, Avrupa’daki din savaşları ve katliamlar…),
Kuran, Hak din dediği Müslümanlığı kabul etmeyenleri
Öldürmeye motive ettiğini anlayınız…

Bütün bunlara itiraz ediyorsanız şayet…
İşte Kuran’dan bu konuda bir ayet:
“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 8/39)

Bu gerçekler Sitemizin (www.tabularatalanayalanabalta.com) adresinde, Tevrat’tan, İncil’den, Kuran’dan bölümleri ve başka bölümlerinde de açıklanmaktadır.
Bunun yanında Kutsal kitaplarda günümüz ahlakına, anlayışına ve hukukuna uymayan yüzlerce âyet bulunmaktadır.

Bütün bunların nedeni bilinmeyen bir Tanrı’nın ardına düşülmesindendir.
Tanrı ile aramıza girenlerin kışkırtmaları yüzündendir.

Bilinmeyen bir Tanrı’nın arkasına düştüğümüz sürece bu öldürme (kâtliam) sürüp gidecektir.
Bu nedenle diyorum ki: Bilinmeyen Tanrı’ ardından gidileceğine; bilinen Tanrı’nın ardından gidilmelidir.

Gelelim Yaratan kavramına…
Yaratanın bütün kanıtları görülmektedir doğa’da…

Topraktan geldik toprağa gidiyoruz…
Bunu Kutsal Kitaplarda da görüyoruz:

“19. Çünkü âdemoğullarının başına gelen, hayvanların başına da geliyor ve başlarına gelen şey birdir. İnsan nasıl ölüyorsa, hayvan da öyle ölüyor. Hepsinin bir soluğu var ve adamın hay¬vana üstünlüğü yoktur; çünkü hepsi boş.
20. Hepsi bir yere gidiyorlar; hepsi top¬raktandır ve hepsi yine toprağa dönü-yorlar.
21. Âdemoğullarının ruhu yukarı¬ya çıktığını ve hayvanın ruhu aşağıya yere indiğini kim biliyor?
22. Ve gördüm ki; adamın kendiişlerinde sevinçli ol¬masından daha iyi bir şey yoktur; çün¬kü onun payı budur, çünkü kendisinden sonra olacak şeyi görmek için onu kim geri getirecek? (Tevrat. Vaiz. 3/19-22)

Bu konuya Kuran, aşağıdaki ayetlerde değinir.
Topraktan gelip toprağa gittiğimiz söylenir…

“İnsanın hali topraktan yarattığı âdem gibidir.” (K. 3/59)
“Seni topraktan yaratıp…” (K.18/37)
“Muhakkak bizi topraktan… (K. 22/5)
“Sizi topraktan yaratması…” (K. 30/20)
“Allah sizi topraktan…” (K.35/11)
“Sizi topraktan…” (K. 40/67)

Bu konuda Âşık Veysel’den de bir şiir…
Her doğru söze Hak kelamı denir…

Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle mi emretmiş yaratan
Sen kalemsin ben uç muyum?

Tabiata Veysel aşık
Topraktan olduk, kardaşık
Aynı yolcuyuz, yoldaşık
Sen yolcusun, ben hancı mıyım?

Aynı vardan var olmuşuz
Sen kömürsün, ben taş mıyım?..

TASAVVUF. KISA BİR GİRİŞ adlı kitaptan bir alıntı yapıyorum. Dikkatle okumanızı öneriyorum: (İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)

“Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkânsızdır.
Senin görülmeni inkâr edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir!” (Hadîd. 57: 4)’in “tanıklığıdır.”
Ey organlar( İnsanlar – HB), gör¬me olmaksızın tanıklık imkânsızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”

Yukarıdaki alıntının her satırı üzerinde düşünmeye değer niteliktedir ve insanı düşündürmeye yöneltmektedir.
Neymiş? İslam’da asıl olan Tanrı’yı bilmekmiş… Tanrı’yı bilmemek küfürmüş…
Ne var ki asırlar boyu bütün insanları düşünmeden inanmaya zorlanmıştır… Bir örnek veriyorum ki sözlerimin dayanaksız olmadığını göresiniz…
Şu ayete dikkatinizi çekerim:
“Ve her kim Allah’ın Rabbe hizmet etmek üzere orada duran kahini, yahut hakimi dinlemeyerek küstahça davranırsa, o adam ölecektir.” (Tevrat, Tesniye. 17/123)
Bu nedenle olsa gerek; rahibin sözlerini eleştirmek, aklına yatmayan konularda sorular sormak din adamına saygısızlık, küstahlık sayılmıştır.
“Nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir” (Hadîd. 57: 4) ayetini nasıl yorumlayacağız. Bu ayet nedeniyledir ki Yunus Emre: “Bir ben vardır benden içeri…” demiştir…
İçimizdeki bu ben; bizi yargılayan iç benimizdir. Özeleştiri duygumuzdur. Kimde bu duygu yoksa o boşa yaşamaktadır …
Burada Hz. Ali’nin “Ben görmediğim Rab’be ibadet edemem…” (Aynı kitap. s. 60) hatırlamakta yarar var.
İncil’deki şu ayet de dikkat çekici:
“Siz bilmediğinize tapıyorsunuz, biz bildiğimize tapıyoruz.” (İncil. Yuhanna. 4: 22)
Demek ki asıl olan Tanrı’yı bilmektir.
Anlamadığın, bilmediğin, kavramadığın bir Allah’ın yolundan nasıl gidilir?
Allah’ı bilmelisin ki; O, seni doğruya yönlendire; kötülüklerden, bencillikten alıkoya…
Seni, sana bekçi olarak koya…
Sonradan pişmanlık duyacağın, vicdan azabı çekeceğin eylemlerden koruya…

Biz, Allah denince ne anlamamız gerektiğini kültürümüzün elverdiğince anlatmaya çalıştık.
Ayetler göstererek kanıtlamaya çalıştık.
Öyle Allah birdir, Tanrı insanı kendi suretinde yarattı demekle işin için içinden çıkılmaz.
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Tevrat. Yaratılış –Tekvin- 1/27)

Bu ayetle, denmek isteniyor ki, Tanrı ile insan arasında benzerlik var.
İnsan yer, içer, büyür ve ölür.
Pek Tanrı da; ye, içer, büyür ölür mü?
Peki bu benzerlik nasıl olur?

Bizlere düşen Allah denince ne anlamamız gerektiğini araştırıp bulmaktır…
Asıl önemlisi zanna dayanan Allah anlayışından kurtulmaktır.

Zan konusunda Kuran şöyle demektedir:
“Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.” (K. 2/78. 6/116,148. 10/36,66. 53/28)

Caro adındaki düşünür böyle demiş:
“Bir irade sahibi ilah vardır; kâinatı yaratmış ve ona itina etmiştir. Cenab-ı Allah tabii âlemlerden ve insandan ayrıdır.” (Caro, İSLAM DİNİ ve TABİİ DİN. İzmirli İsmail Hakkı. Takdim ve Notlarla Sadeleştiren Doç. Dr. Osman Karadeniz. İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını. 10. s. 42)

Caro adındaki düşünür böyle demiş ama bu görüşünü nasıl kanıtlayacak?
Kanıtlayabilir mi bu görüşünü…
Tahmine ve zanna dayanan bu nasıl kanıtlanacak?..

Ne var ki semavi din mensuplarının yüzde 99’u bu görüşü paylaşır.
Ancak bu görüşe İslam Peygamberi karşı gelir…

Şimdi İslam peygamberinin görüşünü İzmirli İsmail Hakkı’nın çevirisinden okuyalım.
“Yeryüzünde olanların çoğuna itaat edersen onlar seni Allah yolundan saptırırlar.
Bunlar ancak zandan başka bir şeye uymazlar.
Onlar kuru kuru tahminde bulunurlar. ” (İzmirli İsmail Hakkı. K. 6/116. Ayrıca bu konuyu işleyen şu ayetlere de bakabilirsiniz: “K. 2/78. 6/148. 10/36,64. 53/28)

Allah konusunda tahminde bulunanlar, tahminlerinde daha da ileri giderler:
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Tevrat. Tekvin. 1:27) derler…

Böyle bir görüşün de kanıtlanması olanaksızdır.
Bunu söyleyen Allah’ı görmüş mü ki, görmüş gibi anlatmıştır.

Allah insanı kendi suretinde yaratmışsa; demek ki Allah ile insan arasında bir benzerlik var.
İnsan yemezse, içmezse ölür…
İnsana benziyorsa bu Allah, ne yer ne içer?

“Allah tabii âlemlerden ve insandan ayrıdır.” İse;
O Allah yaşlıyı döndürebilir mi gençe…

Şimdi gelelim Allah’ın varlığının kanıtlanmasına: Bu konuda bulabildiğim 10’a yakın ayetten biri:
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
Bu ayette iki kavram göze çarpıyor:
Bir: Nice göstergeler
İki: Kendi içinizde…

Göstergeleri başımızı kaldırıp çevremize baktığımızda gördüğümüzdür
Baharın gelip gidişi, ayın, güneşin, yıldızların hayret verici süzülüşüdür.

Bizde Allah’ın varlığı kanaatini oluşturan da Doğa’daki hayret verici oluşumlardır.
Bu nedenledir ki Doğa’daki hayretler uyandıran estetiksel güzellikleri yansıtan oluşumlara Allah denir.

İşte bütün bu gördüklerimiz Yaratan’dır…Doğa’dan, Evren’den, maddeden başka ne vardır?..

Gelelim “kendi içinizde de” kavramının açıklanmasına…
“Bir ben vardır bende, benden içeri!” demiştir Yunus Emre bu konuda

İçimizdeki ben; bizim aklımız, ahlakımız, öngörümüz, sağduyumuz, vicdanî duygumuzdur.
Bu duygu; bizi, genel ve evrensel değerlere. Olumluluğa, doğruluğa, güzelliğe, sevgiye şefkate yönlendirip durur.
Kavramları yaşamımıza uygularsak Tanrı’ya yakınlık olur.

Öyle Caro’nun ileri sürdüğü gibi bizim dışımızda bir varlık yoktur bize benzer
Hele ileri sürdüğü gibi tabii âlemlerden ve insandan ayrı bir Allah yalnız başına ne eder?..

Bu yüzden diyorum ki “Yaratan, (evren, doğa, madde) insan olmasa da vardır;
Ancak insanın olmadığı yerde Tanrı yoktur; Tanrı insanın olduğu yerde vardır!..”

Elbette bu gizli bilgileri mana âlemindekiler bilir.
Sıradan insan mana alemini ne bilir?..

Bizim ileri sürdüğümüz görüşleri, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled şöyle dile getirmektedir.
“Eğer Seni görmemişlerse, Seni nasıl bilebiliyorlar?
Görmeksizin Seni bilmek imkânsızdır.
Senin görülmeni inkâr edenler Seni bilme¬mektedir.
Eğer bir kimsenin önünde Seni görmek yoksa kul¬luğa nasıl eğilim gösterir?
Bu, “Ve nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir (K. Hadîd. 57: 4)’ün “tanıklığıdır.”
Ey organlar (insanlar HB), gör¬me olmaksızın tanıklık imkansızdır!
Öyle ki küfür Seni gör¬memek, İslam Seni görmektir.”
(Tasavvuf. Kısa Bir Giriş.İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)
Sultan Veled ne demektedir?

Demek ki neymiş?
“Öyle ki küfür Seni (Allah’ı) gör¬memek, İslam Seni (Allah’ı) görmekmiş…”
GÖRÜNEN ve GÖRÜNMEYEN TANRI 3

“ALLAH, GÖRÜNEN ve GÖRÜNMEYENDİR…” (K. 57/3)

“O ilk ve sondur. Zahir ve Bâtın’dır. O her şeyi hakkıyla bilendir.” (K. 57/3)
Zahir: Görünendir.
Batın: Görünmeyendir.
+
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah AZİZ KUR’AN adlı çevirisinde bu ayeti şöyle çevirmiştir:
“57/3: O ilk ve sondur, açık ve gizlidir. O, her şeyi bilendir.”
Dipnotunda da şu açıklamayı yapmıştır: “Bu ayet İslam teolojisinin (İlâhiyat, tanrı bilimi) temelidir.”
Elmalılı Hamdi Yazır ise bu ayeti şöyle çevirmiştir:
“K. 57/3: O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. O, her şeyi bilendir.”
Mevlana ise bu ayeti aşağıdaki gibi yorumlamıştır:
“Aşk gibi hem apaçık ortadasın; hem gizlisin; senin gibi ortada olan, görünüp duran bir gizli görmedim gitti.” (Mesnevi Şerhi. Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılâp ve Aka Yayınevi ıı. Basım. s. 19)
+
Mevlana bu sözleri Allah’a hitabeden söylüyor.
Allah’a hitaben diyor ki: Hem apaçıksın, hem gizlisin. Hem görünür niteliğin var; hem, görünmez niteliğin var.

Mevlana ne demek ister?

Allah’ın görünen niteliği nedir? Görünmeyen niteliği nedir?
Bu görünüp duran nedir?..
Bu görünmeyen nedir?..
Sözü daha çok sündürmeyelim. Doğrudan konuya girelim.
Bilindiği gibi hiçbir yasa Doğa Yasalarından daha geçerli ve güçlü değildir. Hükmeden, hükmünü sürdüren Doğa Yasalarıdır.
İnsan, Doğa’nın bu muazzam görünüşüne ve akıl sır ermez oluşumuna bakarak ne yapması gerektiğini düşünmektedir…
Zannında yaratığı bir sanal varlığın peşine takılmak mı; yoksa Allah’ın görünen ve görünmeyen niteliğini bilmek mi?
Allah’ın görünen niteliği:
Mevlana’ya göre Allah’ın görünen niteliği içinde yaşadığımız Doğa’dır, Evren’dir…
Peki, görünmeyen niteliği nedir?
Allah’ın görünmeyen niteliği yüce kavramlardır: Bunhar da, genel değerler, ortak doğrular, makbul beklentiler ve erdemlerdir. Yaşamda karşılaştığımız ve bizi bağlayan olumlu kurallardır. Uymamız gereken kurallardır. Bu kuralların başında da; doğruluk, dürüstlük, iyilik gelir ki bütün dinler de bunu emreder ve İslam’da bu “Salih amel!” diye geçer…
Bütün bunlar Allah kapsamı içine girer. İslam’da Hak kavramı da Allah olarak belirtilir… Hiçbir kutsal kitap Hakk’kı Allah olarak belirlemekte Kuran kadar açıklayıcı olmamıştır. Okuyalım:
“… Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir.” (K. 22/6, 62. 24/25. 31/30)
Aşağıya aldığım şu söz, hadis ve ayetler de buna örnek kanıtlardır:
Şeyh Ebu Said adlı ermişimiz de bu konuya şu sözleri ile açıklık getirir::
“O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)

İslam Peygamberi de bu konuda şöyle demiştir: “Rabbımı Rabbımla anladım.” (Sırr’ül Esrar. Abdülkadir Geylani, Rahmet Yayınları. s. 50)

Bütün bu sıraladıklarım Allah’ın görünmeyen niteliğidir. Görünmez ama hissedilir, yaşamda karşılaşılır ve bizi bağlar…

İnsanın yapması gereken dinlerin de emrettiği gibi yüce kavramları, olumlu kuralları yaşamına uygulamaktır. Bunlar; doğruluk, dürüstlük, iyiliktir. İslamî deyimle Salih ameldir. Bu anlayış İbrahim, İshak, Yakup Peygamberlerle başlamıştır. (Bkz. İncil, Matta. 22/32 ve devamı ayetler…)
Allah’ın görünmeyen niteliğine ilişkin İncil’de şöyle bir ayet vardır.
“Rabbi bulunabilirken arayın; yakınken ona seslenin…” (İşaya. 55/6-7)

Bu konuya Kuran da şu ayetle değinmiştir:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.” (K. 5/35)
“O’na yaklaşmaya vesile arayın…” dan amaçlanan doğru-dürüst davranma, iyilik yapma, yardım etme olasılığı doğmuşken bundan kaçınmayın. Böylesine örnekleri çoğaltabiliriz…
“Cihat’tan amaçlanan ise elbette kâfirdir, münkirdir diye cana kıymak değildir; bundan amaç: Doğruluk, dürüstlük, erdem üzerine yaşamakta çaba göstermektir…
Yaşamda bu olumlu kuralları uygulamak insanın kendi yararınadır; çünkü insan; doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi olumlu kurallara ters düşen işler yaptığı zaman başı ağrır. Kendisinden devlet ve toplum hesap sorar…
İşte bu hesap sorma (ahret) konusu ile karşılaşmamak için insanın olumlu kuralları yaşamına uygulaması kendi yararınadır…
Mevlana, insanın bilmesi gereken bu gerçek yerine “Heva ve hevesini Tanrı edinenleri”,(K. 45/23) “Zannına uyarak Allah yaratanları…” (K. 6/116, 10/36,66, 53/28) kamışlıktan kesildiği için feryat eden Nay (Ney’e) benzetir.
Mevlana Mesnevisi’nde bu gerçeği anlatmaya çalışır; basireti bağlanmamış olanlar bu gerçeği anlayarak gerçeğe ve huzura erişir.
Ne mutlu gerçeğe ve huzura erişenlere…
Av. Eren Bilge, 1.7.2014
DÜNYA ve ÂHİRET İKİ AYRI VARLIK DEĞİLDİR. 4

“Şeyh Bedreddin’e göre Tanrı’nın zatıyla (özüyle yaratılanlar (mahlukat) birdir, arada varlık ve oluş bakımından bir ayrılık yoktur.
Evren (âlem) yaratılmamıştır (kadimdir), yok da olmayacaktır.
İlâhî irade (Tanrı iradesi) yanlış yorumlanan bir kavramdır; çünkü gerçek Tanrı iradesi bir varlığın özünde olanı, gerçekleşebilecek güç ve nitelik taşıyanı, Tanrı’nın istemesinden başka bir şey değildir.
Tanrı iradesi varlığın özünde “oluş gücüyle” sınırlıdır. Bir varlığın özünde bulunmayanı Tanrı da isteyemez, istese de yaratamaz.
Varlık (vücud) âlemi birdir.
Dünya ve âhiret iki ayrı varlık değildir.
Ölümden sonra dirilme (haşr) olmadığı gibi, dünyanın dışında başka bir âlem de yoktur.
Cennet, cehennem birer kavram olmaktan öteye geçemez. Her ikisi de, insanın dünyadaki mutluluğu ve mutsuzluğuyla ilgili birer kavramdır.
Dünyada mutlu olan cennette, mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir.
Kuran’da geçen bütün kavramlar, buyruklar birer örnektir. Gerçek amaç insanlara doğruyu, ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır.
Bütün dünya malları, insanların ortaklaşa yararlanması içindir.
Yeryüzünde gerçekten bölünmüş toprak parçaları yoktur.
İnsan yaşar ölür. Doğumla başlayan hayat ölümle biter.
Ruh, bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir.
Bedenle ruh da göçer gider.
Beden dışında ruhun özel bir hayatı yoktur.
Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur.
Gerçek olan insandır.
NOT: Şeyh Bedrettin; Osmanlı’nın hem Adalet Bakanı hem de Diyanet İşleri Başkanıdır.

ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKMETMEYENLER 5

Bizim tanınmış ilâhiyatçılar; başta Süleyman ateş, Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri İslam’da Recm yok diyorlar. Hadislerde yazılı olanları kabul etmiyorlar. Kuran’da Recm diye bir kelime yok diyorlar. Evet Kuran’da Recm adlı bir kelime yok ama Recm’e gönderme var.
Örneğin Kurandaki Maide süresinin 44 ve 45. tümceleri ile Tevrat’a gönderme yapılarak zina yapanları taşlayarak öldürün (Recm) deniyor. Öyle ki bu şekilde davranmayanlar “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir, zalimlerdir…” denerek suçlanıyor… (K. 5/45,45)
Anlaşılan Müslümanlar zina edenleri taşlayarak öldürme cezasını bu tümcelere dayanarak veriyorlar. İslam İnançları Ansiklopedisi’nin (Meydan gazetesinin okurlarına armağanı) Recm bölümünde şöyle deniyor: “Sözlükte taşlamak anlamına gelen recm, İslamiyet’te zina suçu işleyen erkek ve kadınlara İslam Şeriatınca verilen taşlanarak öldürme…
Bu sözcük bütün taşlamalar için kullanılır. Şeytan taşlamaya da şeytanül recm denir. Zina suçunu işleyenlerin taşlanarak öldürülmesini Allah emretmemiştir. Kuran’da yoktur. Kuran’da buyrulan ceza sadece zina edenlerin her ikisine de yüzer değnek vurmaktan ibarettir.”
Anlaşılan Ansiklopedi yazanlar Kuran’daki Maide 5/44 ve 45. sürelerini dikkatle incelememişlerdir. “Eğer islamiyette zina yapanlara taşlanarak öldürme cezası veriliyorsa” bunun bir dayanağı ve kaynağı olmalı değil midir?
Bunun için de tümcelerin söyleniş nedenleri yazan kitaplara bakmak zorunluluğu vardır. Bu kaynaklarda tümcelerin iniş nedeni şöyle gösteriliyor: “ Ömer’in bir hutbesinde şöyle dediği rivayet olunmuştur. Ömer’den rivayet edilen hadis şudur: “Bir hakikattir ki, Allah Muhammed Salla’llahu Aleyhi ve Sellem’i Hak Peygamber gönderdi ve ona kitap indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde Recm ayeti de vardı.” (Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Sahih-Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, C. 12, s. 409. Hadis No. 2176)
Bu Hadisin hemen altında şöyle bir açıklama var: “Recm ayeti şudur: Evli bir erkek ve kadın zina ederlerse (zina da; beyine ile veya gebelik veya ikrar ile) sabit olursa (aile namusunu kirleten) bunları ‘taşlayınız’ Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır).
Diyanetin yayınladığı bu Hadis kitabında Recm ayetinin varlığı açıklanıyor ve hemen altında da dipnot olarak: “Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır). deniyor.
Yine bu Hadis’in devamında yapılan açıklamada (izahatta) Ömer şöyle diyor: “O’na indirdiği Kitabın içinde Recm ayeti de vardır. Bu ayeti okuduğumuz ve hükmünü tatbik ettiğimiz halde bir takım müfsidler çıkıp; bu ayet Kuran’da yoktur!” diyeceklerdir…
Bilindiği gibi Ömer, Ebubekir’den sonraki halifedir. Bu halife Recm ayeti Kuran’da vardır diyerek hükmünü uyguladığı halde kimi fesatçıların gelecekte “Kuran’da böyle bir ayet yoktur!” diyerek ortalığı karıştıracaklarından korkuyor… Dediği gibi de oluyor. Demek ki bu karışıklıklar üzerine bir tek Kuran tertipleniyor. Sonra da bir harfi bile değiştirilmemiştir deniyor ve tersini söyleyenlerin de kafası uçuruluyor…
Biz yine Kuran’a dönelim. Nur suresinin 2. ayetini okuyalım. Bu ayette: “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.” deniyor. Ama meraklı bir insan olarak üç peygamberin kitaplarına baktığımızda değişik hükümler görüyoruz.
Dört kitabın dördü de Allah’tan geldiğine göre(!) bu insanlar hangisine inansınlar? “Taşlayarak öldürün diyenlere mi?” (Tevrat. Levililer. 20/10; Tesniye.22/22); yoksa, “Yüz değnek vurarak dövünüz..” (K. 24/2) diyene mi inansınlar. Yoksa, yine Kuran’da yazıldığına göre zina suçunu işleyenleri “Eziyet etmeden evlerinde mi tutsunlar..” (K. 4/15) ya da “eve kapatıp tevbe edinceye kadar eziyet mi etsinler…” Ya da Hıristiyanların yaptığı gibi “Zina edenleri kendi eylemleri ile baş başa mı bıraksınlar?” (İn. Yuh. 8/7).
Kuran’da En’am suresinin 34. ayetinde: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diye yazmaktadır. Bizimkiler ise, Tevrat, Zebur İncil için tahrif edilmiştir diyor? Peki, Allah’ın, “sözlerimi değiştirebilecek kimse yoktur” sözlerini nasıl görmezden geleceğiz? Dördü de Hak denilen bu kutsal kitaplar niçin birbirleri ile çelişiyor? Neden Kuran’da bile zina edenler için üç-dört türlü ceza şekli var?
Efendim, son ayetle (K. 24/2) ilk iki ayet nesholunmuştur. Nasıl olur? Geçmişi ve geleceği bilen Tanrı, sonradan kaldıracağı sözleri söyler mi? Sonra, Tevrat’taki hüküm için; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirdir, zalimdir!” dememiş mi idi?
Eğer Tevrat ve İncil İslam peygamberinden önce değiştirilmiş olsa idi Allah’tan geldiği ve uyulması gerektiği söylenmezdi. Hem Tevrat-İncil elde bir tane değil ki… Din adamları tarafından çoğaltılıp çoğaltılıp; değil ülkelere, illere ve illerdeki topluluklara (Havra-Kilise) bile dağıtılıyor. Bunların hangi birini bir araya getirip de değiştireceksiniz. Eğer İslam Peygamberinden sonra değiştirildi ise Allah bilmiyor mu idi sonradan bu sözlerini değiştireceğini. Haydi çık çıkabilirsen işin içinden… Bu nedenledir ki; bizimkiler, dinde akıl ile mesafe alınmaz. Dinde esas olan inanmaktır. Ancak inananlar huzura ererler; yani, kelleyi kurtarır, derler.
Eğer Allah’ın indirdiği ile hükmetmek gerekiyorsa neden Tevrat’ın yukarda açıkladığımız hükmünde ısrar edilmemiştir ve “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” kâfir ve zalim olacağına göre kimlerdir bu “Allah’ın hükmettiği ile hükmetmeyenler?”
Yukarıda Kuran’daki Maide (5) 44 ve 45. tümcelerinden söz etmiştik; ancak, tümceleri yazımıza aktarmamıştık. Bu yazımızda her iki tümceyi de aktararak üzerinde düşüneceğiz… Önce K. 5/44. tümceyi alıp inceleyelim:
“Doğrusu Biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Yahûdi olanlara onunla ve Rabb’e kul olanlar, bilginler da Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrât’a şâhittiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.”
Bu tümcede üzerinde durmamız gereken hükümler vardır. Önce birincisi üzerinde duralım. Ancak burada bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Bu tümce Allah’ın ağzından söyleniyor. Bu tümcede Allah; önce, “Biz” diyor, sonra da “Ben” diyor…
Bize öğretilen, kitaplarda yazılan, Allah’ın tek olduğudur. Tek olan Allah, niçin “Biz” diye çoğul kullanıyor? Çoğul kullandıktan sonra da niçin “Ben” diye tekil kullanıyor? Bu zamir farklılıkları düşünerek okuyan bir kişinin dikkatini çekmez mi, çekmemeli mi? Bilmem bu konuda açıklama getiren oluyor mu?
Şimdi gelelim.birinci hükme ki şudur: “Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.” Demek ki Allah da biliyor Tevrat’ın kimi bölümleri kaybolmuş.. Öyleyse: “Siz elde kalanları ile hükmedin!” diyor…
Buradan anlıyoruz ki; Allah, kendi kitabının değil değiştirildiğini, bazı bölümlerinin kaybolduğunu biliyor ve söylüyor… Bu durumda nasıl olur da: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diyebiliyor.
Değil değiştirmek, ortadan kaldırıldığını bile söylüyor… Allah kendi kitabının kaybolmasına, kimi tümcelerinin ortadan kaldırılmasına kayıtsız kalabilir? Bir köy muhtarı bile köy meydanına astığı duyuruları uygulamayanlar hakkında işlem yapmaktan kendini alamaz…
Elbette bu görülere karşı bizimkiler de yanıt hazır: “Allah çok sabırlıdır, hesabını ahrette görür!” Eh, ne diyelim, artık böyle denince söylenecek söz bitmiyor ki: “Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur!” (K. 3/29), “O hesap görenlerin en süratlisidir.” (K. 6/62), “…O hesabı çabuk görür!” ‘6/62), “… Doğrusu Allah hesâbı çabuk görendir. (K. 40/17).
Bizimkilerin buna da yanıtı hazırdır: “Allah dokunulmazdır. Kendisine sorulmaz… Oysa benim amacım, bu tür sorularla insanın düşünmesini sağlamaktır. Unutmayalım ki bir toplum, tabuları eleştirmediği sürece kendisi için kurtuluş yoktur…
Şimdi de gelelim hemen devamı olan K. 5/45’ e: “Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarına kefâret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.”
Yine: “Ey akıl sahipleri sâhipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Artık Artık Allah’a karşı kalmaktan sakınırsınız.” (K. 2/179) denerek kısas emri vurgulanmaktadır… Kuran’a da geçen “kısasa kısas” cezasının dayanağı: Tevrat’ta ki şu tümce olup hemen hemen olduğu gibi aktarılmıştır.
Bakalım:“Göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yarık, yara yerine yara, bere yerine bere bere vereceksin.”(Tevrat, Çıkış, 21/24, aynı konu; Çıkış, 21/25, Levililer, 24/20Tesniye, 19/21’de de işlenmektedir.)
Burada akla bir soru gelmektedir. Tevrat’taki “Kısasa kısas” emrini olduğu gibi Kuran’da gördüğümüze göre “Benim indirdiğim ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (K. 5/44) dediği Tevrat’taki emri Recm cezasını Kuran’da niçin görememekteyiz?
Taliban ve diğer şeriatçılar böyle dediği halde bizdeki “Elhamdülillah bizde Müslüman’ız!” diyerek şeriata sahip çıkan kimi Atatürkçüler, kimi liberaller, kimi aydınlar “Dinde böyle şey olmaz!” diyerek kendi kafalarındaki din anlayışına sarılmışlardır.
Oysa özlenen din değil de, uygulanan dinde bu vardır. Öyle ki Taliban’ı ayıplayan Amerikalı ve Avrupalı Yahudilerle Hıristiyanların kitaplarında da var. Ama onlar put yasağı olduğu halde tapınaklarını resimlerle donatıyorlar, sokaklarını, caddelerini, meydanlarını heykellerle donatıyorlar.
Bizimkiler ise, Kutsal kitapların yasakladığını yakıp-yıkarak ortadan kaldırıyor ve Allah’a hizmet ettiklerini sanıyorlar. Kimileri de: “Bütün kutsal kitaplar, Peygamber sözleridir!” demekle kutsal kitapları önemsemediklerini göstererek yıkımı ayıplıyorlar.
Burada şöyle bir soruyu akla geliyor: Şimdi kutsal kitaplar Peygamberlerin değil de gerçekten Tanrının sözleri olsaydı bu yıkımı hoş mu görecektik?..
Hayır, Allah da olsa; akla, ahlaka, bilime, güzel sanatlara, kültürel varlıklara aykırı buyruklar veremez. Bir an için somut bir Allah var da böyle bir emir verdi diyelim; yine de yerine getirilemez.
Öyle ki Allah karşıma çıksa: “Bu benim buyruğumdur, yerine getirmelisin!” dese kendisine: “Akla, ahlâka, bilime, güzel sanatlara aykırı ve de kültürel varlıklara düşman eden bu buyruklarınızı kabul edip uygulama gibi bir haksızlığa, bilgisizliğe, anlayışsızlığa, hoşgörüsüzlüğe neden olamam! Ve bu sorumluluğun altına giremem!” demekten zerrece çekinmem…
Yine kendisine: “Hem bana yaratma yeteneği veriyorsun. Hem de bu yeteneğimi yerine getirerek: Heykel, resim yapmama, çalıp, söyleyip oynamama izin vermiyorsun. Bu nasıl çelişki.
Bu nasıl olur? Bu yaptığın senin Allahlığına yakışır mı? Bu yaptığın şuna benzer: Hem güzel yaratıyorsun; hem de bana, güzele bakmakla göz zinası yapacağımı söylüyorsun. Olur mu bu!” demekten de çekinmem…
Ömer Hayyam bu çelişkiyi binlerce yıl önce şöyle dile getirmekten çekinmemiştir.
“Yapma diyorsun; yapmamak elimde mi?
Sen al demişsin, nasıl çekerim elimi?
Hem yap, hem yapma demek senin ki bana
İnsaf: Kadeh devrilir de dolu kalır mı?”
Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” diyen Atatürkçüler ve solcularla birlikte şeriatı şirin göstermeye çalışan yeni yetme profesörler de “Dinde böyle bir şey yok!” demekten çekinmiyorlar. Allahlarının böyle bir buyruk vereceğini bir türlü kabullenemiyorlar… Var mı, yok mu? Gösterdiğim kaynaklara bakıp da öyle çıksınlar halkın karşısına…
Bir de put ve heykelle ilgi tümcelerin (ayetlerin) hangi kutsal kitaplarda dile getirildiğini öğrenmek isteyen arayış içindekiler var. Hem: “Elhamdülillahçı Müslümancılara”, hem “Dinde böyle bir şey yok!” diyenlerle arayış içindeki gençlere din kitaplarında yerlerini göstermek için aşağıdaki bilgileri veriyorum.
Put ve Heykel düşmanlığı Yahudilikten: Hıristiyanlığa da geçmiş Müslümanlığı da. Kutsal kitaplarında yazılmasına karşın; heykele, resme, müziğe yer verenler yalnızca Hıristiyanlar olmuştur. Çünkü yalnızca bunlar güzel sanatların insan ruhunu ve yaratıcılık yeteneğini geliştirdiğinin ayrımına varmışlardır.
Müslümanlıkta ise güzel sanatlar mimarlıkta, hat ve minyatür sanatında kendini göstermiştir. Yahudiler de bu bile yoktur… Varsa bile çok azdır…
Eğer güzel sanatların yasaklanmasına tümce (ayet) ve hadislere ilişkin kaynaklara ulaşmak isteyen varsa ve gerçekleri öğrenmek isteyenler İlhan Arsel’in “Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları DİN ADAMLARI İstanbul 1995 baskısının 111-132 sayfalarında” geniş bilgiler bulabilirler. Bu sayfalardaki: Heykelle, müzikle, resimle ile ilgili ilginç yasakları görebilirler.
Aşağıda, yalnızca kutsal kitaplarda, put ve heykel konusunda, yazılanlara birer örnek vererek yerlerini göstereceğim:
TEVRAT’TAN:
“Fakat onlara şöyle yapacaksınız; mezbahalarını yıkacaksınız, ve dikili taşlarını parçalayacaksınız, ve onların sunularını balta ile keseceksiniz, ve onların oyma putlarını ateşte yakacaksınız.”(Levililer, 7/5 ve diğerleri: Levililer, 19/4; Tesniye: 29/17, 34/51. Tevrat ve İncil’le ilgili geniş kaynaklara ulaşmak isteyenler, “The New Combined Bible Dictionary and Condance” adlı kitaba bakabilirler. Bu kitap Beyoğlu’ndaki Hıristiyanlıkla ilgi kitaplar satan kitapçıda bulunmaktadır )
İNCİL’DEN:
“İmdi putlara kurban edilen şeylerin yenmesine gelince, biliriz ki put dünyada bir şey değildir… Lâkin bazıları şimdiye kadar puta alışkanlıkla; puta kurban edilmiş bir şey diye yiyorlar, ve onların vicdanı zayıf olduğu için lekeleniyor… Fakat yiyecek bizi Allah’a makbul kılmaz; yemezsek, eksikliğimiz olmaz; yersek de, fazlalığımız olmaz.” (Korintoslulara 1.Mektup: 8/4 ve diğerleri: Resullerin Diğerleri: 10/14, 15/29, 17/29; Yuhanna’nın 1.Mektubu: 5/21. Bu konuda yazılmış diğerlerini öğrenmek isteyenler YENİ YAŞAM YAYINLARI’ ndan ABC DİZİNİ ALI KİTABA BAKABİLİRLER. Kitap, “Pavlonya Sokak. Kanberoğlu İş hanı, No. 2/24, Kadıköy?İst. adresinden alınabilir. )
KURAN’DAN: “Allah’tan başka; sana ne fayda ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o taktirde sen muhakkak zalimlerden olursun.” (10/106. Kurdan-da bun anlamda daha yüzlerce tümce (ayet) vardır. Bu tümcelerin (ayetlerin) yerlerini kolayca bulmak isteyenler Recep Aykan’ın Kelime ve Konulara Göre Alfabetik KUR’AN FİHRİSTİ’ne bakabilirler.)
Görüldüğü gibi: Putları: “Kesin, parçalayın, yakın, yıkın” buyruğu yalnızca Tevrat’ta var. İslam Peygamberi Mekke’yi ele geçirdiğinde, Tevrat’taki bu buyruğa dayanarak, Kabe’deki putları eliyle kırmıştır…
İşte İslam dünyasında: Put ve heykel düşmanlığının dayanağı ve kaynağı budur… Talibanlar da Peygamberlerinin yolundan giderek Buda heykellerini topa tutup; yakıp yıkıp yerle bir etti. Bu yaptığı ile de övündü ve “Allah’ın emri, Peygamberin eylemi ve kavli (sözü)” diyerek işin içinden çıktı.
Ama Afganistan’da milyonlarca kişi açlık sınırının altında yaşıyormuş ne gam… Bu Allah’ın takdiridir. Allah onların dirençlerini sınıyor (imtihan ediyor). Bu dünyada çektikleri açlığın karşılığını (mükâfatını) öbür dünyada göreceklerdir… Ama kutsal kitapları, insanı mest ederek kendinden geçiren içecekleri, uyuşturucuları yasaklamış…
Peygamberleri de yasaklamış. Örneğin şöyle demiş: “Resullah, müskir ve müftir her şeyi yasaklamıştır.” (Hadis). Bu yasaklamayı görmezden gelirler… Batı dünyasına uyuşturucu sevkıyatında başı çekerler…
Bütün bu çelişkilerden kurtulmanın yolu: Aklı, etik ahlakı, bilimsel verileri kendimize yol gösterici olarak almaktır.
Atatürk bu yolu şöyle göstermiştir: “Yaşamda gerçek yol gösterici (mürşit) müspet bilimdir.”
Av. Hayri BALTA
SANAL KATILIM 6

Gaziantep’te kimi şairler her hafta Zemge Yayınevi’nde saat 15-17 arası bir araya gelirler. Şairler, yazarlar edebiyat konusunda söyleşirler. Bu arada çay içerler, simit yerler. Bazen de hararetli tartışmaya girerler.
29 Nisan 2005’te Gaziantep’te iken bu toplantıya ben de katıldım. Ancak şimdi Ankara’dayım. Bu toplantılara katılma özlem ve istemimi her hafta Cumartesi günü, toplantı saatinde, bir iki ileti göndermekle yerine getirmekteyim.
Bu söyleşilere her hafta göndereceğim iletilerle bu iletilerle ilgili yanıt görüşleri bu dosyada topluyorum ve dosyanın adını da “SANAL KATILIM” koyuyorum.
İsteyenler, gönderdiğim iletilerle ilgili görüş bildirebilirler. Gönderdiklerim ve gelen görüşler bu kitapta yer alacaktır…

“ÂMİN” DİYECEK DUA EDİN SONRA DA BENDEN “ÂMİN!” BEKLEYİN 7

Arkadaş ben dindar değil miyim?
İlahiyatçı profesörümüzün şu akla, mantığa aykırı söylemlerine nasıl Âmin diyeyim…

Cumhuriyet, ilahiyat fakültesini niçin kurdu?
Aydın din adamı yetiştirmekti umudu.

İşte size İlahiyatçı bir Profesör.
Bizim bu profesör, döktürür de döktürür.

Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Hamdı Döndüren “Delilleriyle Aile İlmihali” adlı bir kitap yazmış.
AKP’li İstanbul Tuzla belediyesi de bukitabı vatandaşlara dağıtmış.

Gazeteler yazıyor kitapta yazılanları.
İşte kitapta yazılanlardan bazıları:

“Kızlar 9, erkekler 12 yaşında evlenebilir.”
Şimdi böyle deyen bir ilahiyatçı profesöre ne denir?

Profesör böyle derken anlaşılıyor ki basireti bağlanmış.
9 yaşında bir kızcağızı göz önüne almamış.

9 yaşında bir kızı göz önüne getirin.
Gözünüzle görmek isterseniz bir ilköğretim okulu önüne gidin.
Oradan çıkan ilkokul öğrencilerini izleyin.

6,7 yaşındaki kız ilköğretime başlasa.
4. ya da 5. sınıfta olur 9 yaşında olsa olsa…
Hangi duyarlı baba 9 yaşındaki kızını verir bir erkeğin koynuna…

Biliyorum, biliyorum hadislerde bu vardır.
B’re profesörüm, hadislerin uygulandığı ülkede iklim başkadır ve kızlar orada çabuk olgunlaşır.
Arap iklimine uygun bir uygulama Türkiye›de nasıl uygulanır…

Devam ediyor profesörümüz, çok bilmiş.
“Erkekler 12 yaşında evlenebilirmiş.”

Şimdi de 12 yaşında bir erkek çocuğu göz önüne getir.
Bakın 12 yaşında bir erkek çocuğuna tüyü bitmiş midir…

Hadi evlendi diyelim 9 ile 12 yaşındaki çiftler.
Bu evliler nasıl geçinecekler?

Dedik ya yukarıda, Profesörümüz, döktürür de döktürür.
Bu profesörümüz şimdi de karıyı kocaya dövdürür.

“Erkek eşini disipline edebilmek için iz bırakmadan dövebilirmiş.”
Bu çağda da böyle de denir miymiş…

Hiç mi karısını döven görmedik biz.
Erkek karısını nasıl dövebilir bırakmadan iz…

Adam yaratana sığınarak vuruyor.
Tokadı yiyen kadıncağızın; ağzı burnu, yüzü gözü kanıyor.

Nasıl olur, iz bırakmadan hafifçe dövmek.
Kim öğretebilir bana nasıl olurmuş hafifçe dövmek.

Dedik ya yazımızın başlığında: “âmin” diyecek dua söyleyin…
Sonra da benden, âmin!” bekleyin…
H.B.

İHA 8

Benim iki kentim var: Gaziantep doğduğum kent,
Ankara sevildiğim kent.

Bir giderim oraya, bir gelirim buraya.
Döndüm, iki sevgili arasında kalmış bir çılgın aşığa…
Anlaşılan yaşayacağız biz; biraz orada, biraz burada.

Bilmem, nerede kapatacağız gözlerimizi yaşama.
Nerede kapatırsam gözlerimi; versinler beni, orada toprağa…

25 Nisan-5 Mayıs arası Gaziantep’te idim.
Gittim, gezdim gördüm geldim.
Yeni yeni dostlar edindim, sevindim.

Güzelliklerle dolu kişiliklerini gösterdiler.
Yapıtı olanlar; yapıtlannı imzalayıp verdiler…
Bunlardan biri de “Adımın kısaltılmışı İHA!” der…
Verilen yapıtlar hakkında görüşlerimi bildireceğim teker teker…

İHA’nın İhlas Haber Ajansı ile ilgisi yok.
Bu, kendi yarattığı dünyada dolaşan bir aşık daha çok.

Verdi “GELMEDİN” adlı son şiir kitabını bana…
Otobüste okudum, yol boyunca, doya doya…

İşte ön kapaktaki şiiri.
Böylesine güzel bir şiiri yazabilir ancak usta biri…

“Sözün çok ucuza
Havada uçuştuğu bir iklimde
Yazının sürekli soyluluğuna sığınırım
Tükenmedi henüz
Gül kurusu kalemler ve umutlar…

Der ya şair: ‘Güneşli günlere kapalı kalmaz pencereler’…”
Soluyor patlamaya hazır yanardağ gibi enerjiler.
Anlatmak istiyor, anlatamıyor o bir şeyler…
Dinleyicilerin de dinleme alışkanlığı yok; dinlemiyor…

El görmemiş, göze gelmemiş, toprağına düşmemiş…
Ne örs görmüş, ne çekiç, fırına girmemiş,
Kendi kendine gelişmiş, öğrenmiş.
O muazzam enerji kanalize edilmemiş,
Daha çok akardı ama arığına düşmemiş…

Dağarcığında, edebiyat, müzik var, güzel sanatlar var.
Fotoğraf sanatı karşısında yalvar, yakar..
Kimseye ödün vermez, kendi kendine, güzel sanatlar dünyasında yaşar…

Şiirlerinde aşk var, aynlık var, özlem var.
Özlemlerini şiirlerinde yaşar…

Uçmakta… Daha da uçmak istiyor;
Ama, bu dünya kendisine küçük geliyor…

Onda, o kadar büyük ki amaçlar, umutlar…
Dar geliyor kanatlarına kutuplar…

İki şiir kitabı daha çıkarmış bundan önce…
Şiirlerini işlemiş nakış gibi ince ince…

Birinin adı “Güneş Seli”, diğerinin adı “Mülteci Düşler”.
Dedik ya şairimiz kendi kanalında akıp gider…

Bir şiir de arka kapaktan.
Diğerlerini merak eden okur kitaptan…

“Gülüşü bedenime kurşun döken yar
Yaralanmış bir yaşanmışlığı bırakırken geride
Seni, o uzak kentin yıldızlarına gömüyorum
Yüreğimdeki aydınlığı eş tutarak
Ve biraz da
Tanıdık bilerek kendime
Özleminin hançeri yüreğime
Dayanılmaz acılar düşürdüğünde
Başımı gök yüzüne çevirmek kadar
Yakın olasın diye yar…”

Şairimiz sevgiyi tatmış batman batman…
Sevgiyi tatmadan ölürse, boşa yaşamıştır insan…

Artık şairimizi tanıyabiliriz. İHA’yı çözebiliriz:
“Sen çok yaşa İbrahim Halil Ayçan!” diyebiliriz…
+
Sevgili Üstadım,
Benim için yazdığınız o güzel yazı için sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.
Daha nice güzel yazılar yazacak ellerinizden saygıyla öpüyorum.
İbrahim Halil AYÇAN (İ.H.A.) 7.5.2006
+
Sayın Balta,
Sendeki bu enerjiye hayranım Sevgili Bilge Balta Ustam, Hem de yüzde 25’le gerçekleştirdiğini düşünürsek bu mucizeleri… Peygamber gibi adamsın.
Sanal katılımın mutlu etti bizi Cumartesi toplantılarına Yazmıştım.
Baktım Eksprese gönderirken düzetmişsin. Eline sağlık. Okurun karşısına yanlışla çıkmamalıyız olabildiğince.
Sevgi Saygı…
FEV,7.5.2006

İLYAS ŞURAN GAZİANTEPLİ BİR ERGİNDİR.
HEM EDİPTİR, HEM MÜZİSYEN, HEM DE DERİNDİR 9

Gaziantep’te yaşar İlyas Şuran.
Gazianteplilerin haberi var mıdır acaba İlyas Şuran’dan.

1936’da doğan İlyas Şuran genç yaşta anasını babasını yitirince okula gidememiştir.
Cüzî (az, bütünün parçası, pek az…) adlı kitabında bildirdiğine göre, ilk ve ortaokulu dışardan bitirmiştir.

O da benim gibi gençlik yıllarında dokumacılık yapar.
Müziğe ilgi duyar.
Askerliğini mızıkacı olarak yapar;
Askerlikten sonra alto saksafonda karar kılar.

Dokumacılık karın doyurmayınca 1969 yılında Almanya’ya gider.
Orada bir tekstil fabrikasında işe girer.

52 derece sıcaklıkta 28 yıl işçilik yapar.
Memleket hasretiyle tutuşup yanar.
Ruhunda tutuşan bu sıla hasreti yangınına müzikle, şiirle çare arar.
Bu sıla yangınını öğrenmek isteyen aşağıda tanıtacağım kitabına bakar.

Edibimiz 61 yaşlarında emekli olarak Gaziantep’e döner.
Beylerbeyi köyünün ötelerinde, Etebek eteklerinde, 4 bin dönümlük arazisini bahçe haline getirdikten sonra içine de iki katlı bir villamsı apartman yapar.
Şairimiz yaz günleri orada, kışgünleri ise Gaziantep’te yaşar.

Sağolsun müzisyenimiz bizi adam yerine koydu.
Etebek eteklerindeki bahçesine buyur etti.
Patlıcan kebabı pişirip yedirdi…
Güzel bir içkili yemekten sonra “Şimdi de baklava!” dedi.

Sonra da bizi büyük bir efendilikle yolcu etti.
Bizleri yolcu ederken girişte sözünü ettiğim CÜZÎ kitabını imzalayarak verdi.

Kendisini daha önce Zemge Yayınlan sahibi emekli öğretim üyesi Mehmet Kara’nın işyerinde tanımıştım.
İki saatlik bir edebiyat söyleşisinde bir tek kelime etmeden dinleyip durmasına hayran kalmıştım.

O toplantıda tanıyı koymuştum.
Aradığım edep sahibi aydını bulmuştum.
Neyse bu kadar girişten sonra gelelim şairimizin “CÜZΔ adlı kitabına.
Kısaca bir göz atalım çoğu tasavvuf içerikli olan şiir harmanına.

Kimi zaman halk ozanlarına özenmiş; kimi zaman tasavvuf şairlerine.
Sıla özlemi çokça bulunur şiirlerinde.

Duyarlı bir şairimiz var.
Kimi zaman iki yavrusu köpek tarafından parçalanan kuşa bile şiirler yazar.

“Havuzlu bahçede (Kendisinin evi olsa gerek…) bir evde yuva yapan kuşun iki yavrusunu birer gün arayla köpek yemesi üzerine acı acı öterek peşinde uçan kuş için (s. 151) yazdığı şiir:

“ANA KUŞA TESELLİ:

Nereye gittimse peşimden geldin
Cik cik ötüp
Yavrum nerededir?” dedin
Onların ölmesini benden bildin
Ötme acı acı, yürek yanıyor…”

Bu şiirin tamamı 8 kıtadır.
Tamamını okumak isteyen kitaba bakmalıdır (s. 14).

Gaziantep’e olan hasretini şu şiirinde dile getirir.
Gaziantep’e ilişkin şiirleri duyarlı bir kişinin gözlemidir.

“ANTEP ÖZLEMİ:
Fıstık ağaçları ben ben allanır
Dolgun olan nazlı nazlı sallanır
“Fıs” olanı dalda büzüşüp kalır
Kaç senedir hasret kaldık Antep’e…”

Şirin tamamı 32 kıtadır.
Derin gözlem ürünü şiirin tamamını buraya alırsak bize yer mi kalır.
Gaziantep’in özelliklerini tanımak isteyen bu şiiri okumalıdır…

Anlaşılan o ki İlyas Şuran da benim gibi İnsan-ı kâmil arıyor.
Karşılaştığı insanlara bu gözle bakıyor.
Bu özlemi de şu şiirinde yansıyor:

“AYILMIŞ SARHOŞ:

Nedeyim ki dosta layık olayım
Baki olmayandan hali kalayım
Aradığım dostu nasıl bulayım
Bir yudum da aşk şarabı ver saki…”

Dost özlemi çeken şairimiz buldum dediklerinde de yanılmış.
Bu yanılgısını da aynı şirinde şöyle yansıtmış:
Tam kırk dokuz dost tanıyıp da buldum
Çoğuna meyledip boşuna yoruldum
Bulanık su idim artık duruldum
Bir yudum da ak şaraptan ver saki…”

Bir örnek de tasavvuf şiirinden verelim.
Bu edep timsali edibimiz, müzisyenimiz, şairimiz karşısında “Eyvallah!” diyelim:

“BEN KİMİM Kİ:

Dalmışım gaflete uyur gezerim
Gözüm görür, basiretim kör benim
Bu göz görür, kulak böyle duyarsa
Hayrı, şerri seçeneğim zor benim…”

Teşekkürler İlyas Şuran.
Bil ki Bilge Balta sendeki edebe hayran…
Av. Hayri Balta

İLYAS ŞURAN MEKTUBU 10

Çok saygın, büyük düşünür, KOCA BİLGE efendim, Sizi yakınen tanımış olmak bu aciz kardeşinizi çok mutlu etmiştir efendim.
Size hayranlığım katlanarak devam etmekte olup, ayrıca bana göstermiş olduğunuz yakın ilgi ve alicenap davranış tam bir Ulu Bilgeye denk nitelik taşıyordu.
Şöyle ki, sizi daima saygıyla anacağımdan emin olabilirsiniz efendim. Ayrıca, Mehmet Kara beyefendi aracılığıyla yollamış olduğunuz internet mesajının içeriği ise sizin bir mihenk taşı olduğunuzun kesin kanıtıdır.
Sizin gibi ulu bir bilgenin övgüsüne layık olabilmek başlı başına bir şereftir efendim.
Sizi tekrar sıhhatli olarak görebilmek ümidiyle…
Sağlıcakla kalın, sizi hürmetle yad ederim efendim.
Saygılar,
İLYAS ŞURAN, 22.5.2006
+
Sayın İlyas Şuran,
Önce saygı sunuyorum.
Efendilik ve incelik kokan mektubun için teşekkür ediyorum.
Mektubunuza yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.

Ben de sizi tanımış olmanın mutluluğu içindeyim.
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi sizi bir ergin ve efendi bir insan olarak görmekteyim.

Sözlerimde hiçbir abartma yoktur;
Eksiği vardır, fazlası yoktur.

Bir insan bakkaldan bir meyve alırken bile “iyi mi kötü mü?” diye; “Ham mı olmuş mu? diye bakar.
Bilgeler de karşılaştığı insana “Ham mı, olgun mu?” “Melek mi, şeytan mı?” diye bakar.

Bilgeler, kişinin bir sözünden, bir davranışından onun hangi aşama da olduğunu anlar.
Şeytan gördüklerinden kaçar, melek gördüklerine kucak açar…

Biz sende melek ruhunu gördük.
Bu nedenle de gördüklerimizi bildirdik…

Eğer internetiniz olsaydı size yazdığım yazılardan; yazdıkça, gönderirdim. Örnek olarak bu gün yazdığım yazıyı gönderiyorum. Öyle sanıyorum ki Mehmet Kara dostum sana ulaştırır…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Hayri Balta, 29.5.2006

MEHMET KARA MEKTUBU 11

Sevgili Balta,
İlyas şuran gibi nice kibar ve güzel dostlarım olmakla övünüyorum. Bir derin üzüntüm var ki, Beyefendiler beyefendisi sizi bu kadar geç tanıma şefefine erdim. Sizi daha önce tanımış ve feyz almış olsaydım, ben bu gün bambaşka bir Mehmet Kara olurdum.
Kendinize çok iyi bakınız ki, ben olduğum noktadan biraz ötelere gidebileyim ve toplumu biraz daha ötelere götürme fonksiyonu kazanma gururunu yaşayabileyim…
Bu içten duygularla tüm arkadaşlarım adına sevgi ve selamlarımı yolluyorum efendim.
Sağlıcakla Kalınız…
Mehmet Kara, 22.5.2006
+
Sayın Mehmet Kara,
Önce sevgi sana…
Beni geç tanımış olmana hayıflanma.

Sen de “kaybolmuş koyun”lardan sayılırsın.
Ne var ki ortamını bulamamışsın.

Eğer ortamına düşmüş olsaydın çok daha başka bir Mehmet Kara olurdun.
Hiç olmazsa en yakınlarının vefasızlığından kurtulurdun.

Olsun, yaşayanın başına olmadık işler gelir.
Ama insan olduğu için direnmelidir.
Kötülerin yaptığına misli ile karşılık verilmemelidir.

Yazdıklarımdan sana yararlanman amacı ile gönderiyorum.
Eğer anlamadığın bir konu olursa sormanı istiyorum.
Sana da insanların Allah hakkında telakkilerini yansıtan bir küçük paragraf gönderiyorum.

Bu Muhittin Arabi’den alınmadır.
Üzerinde durup düşünülmelidir:

“Varlığına itikad edilen Allah, kulun zannına göre yapılan İlâhtır. Bu bir sıfattır ki: kulun kendiliğinden yaptığı bir ilâh olup övgülerini de ona göre yapar ve Hakkı kendi dar çerçevesine sokmuş olur.
Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler. Sebep: Hakkın arzusuna değil; kendi zannına uymayışıdır. Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı… O kul, böyle yapmakla kendine özel bir ma-bud yapmış olur ve kenedine uymayan herkesi kötüler; çünkü cahildir.” (ÖZÜN ÖZÜ. İBN ARABİ. Kırkambar Kitaplığı. Şubat. 2005. s. 93)

İnsanların Allah anlayışı böyledir.
Bunu ben değil Muhittin Arabî gibi en büyük İslam âlimi söylemiştir.
Bir aydın ilkin bu Allah konusunu çözümlemelidir…

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Hayri Balta, 29.5.2006

MEHMET TECEREN MEKTUBU 12

Sn. Hayri Bey,
Size yolladığım iletiler 10 günden beri geri dönünce merak edip defalarca evinizi aradım, yanıt alamayınca da iyice meraklandım. Neyse ki bugün IHA konulu iletinizi alınca (ellerinize sağlık, bir kitap hakkındaki yazı bu kadar güzel olur), rahatladım.
Ekteki makaleyi sanırım sizde ilginç bulursunuz.
Bir de şeriat hakkında resimli ileti gelecek.
Korkunç kareler.
Selam ve sevgiler.
Mehmet Teceren,8.5.2006
+
Sevgili Mehmet,
Önce sevgi elbet.

İHA başlıklı yazıda okuduğun gibi ben 13 gün Gaziantep’te kaldım.
E-posta kutum dolmuş haberdar olmadım.

Neyse yeniden buluşmanın sevinci içindeyim.
Şu şeriatın ne menem bir şey olduğunu bilmeyenlere gösterdiğin için teşekkür ederim.

Çevremdeki emekli paşalar, albaylar, büyük bürokratlar; din ile şeriatı karıştırırlar.
“Dinsiz millet olmaz!” diyerek şeriata sahip çıkarlar.

“Din adına” getirecekleri ve “Allah’ın emri!” diye halkımıza dayatacakları budur.
Zerre kadar aklı olan şeriatın Allah emri olmadığın” görür,
Bundan ibret alır.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana,
Hayri Balta, 8.5.2006

NOT: Mehmet Teceren’in gönderdiği iletide: Hırsızlık yaptığı için kamyonun altında kolu ezilen bir çocuğun fotoğrafını göstermekte idi…

ORHAN YALKIN MEKTUBU 13

Değerli Dostum,
Fevzi Beyin yanından ayrıldıktan sonra eve geldim. Rahmetli Temir Tahir Beyin dayınız olmasını söylemiş olmanız beni çok eski yıllara, 1940-1941 yıllarına götürdü.
Siz rahmetli Hayriye hanımın oğlu olmalıydınız.
Çocuk yaşlarında 1940 veya 1941 yılında, sizinle, Karakabir’deki dedenizin (annenizin babası) evinde görüşmüştük.
Hatırımda kaldığı kadarıyla, Şefika teyzen ya daha bekardı ya da yeni evlenmişti. En küçük mobilyacı dayın da bekardı. En büyük teyzen Behiye hanım, nakliyeci Akınal ile evli idi.
Yanılmıyorsam, anneniz doğum sırasında vefat etmiş olabilir.
Dedenizin kuzeye bakan bölümünde ki evde benim nenem Rukiye Yalkın hanım kiracı olarak kalmıştı o sıralarda. Sizi ilk defa orada görmüştüm.
Hafta sonlarında neneme gider, orada yatardım. Nenemin oturduğu bölümün karşısındaki yerde de dedelerin otururlardı.
Hatta, yanılmıyorsam dedenizin kapı komşusu da Dr. Ünal Süzgün’ün babasının evi idi.
Yıllar sonra, Behiye teyzenizin oğlu Çetin, benim bacanağım Ali Budak’ın kızı Fatoş’la evlendi.
Hatırladıklarım bu kadar. Bilmem yanıldığım noktalar var mı?
Sevgi ve saygılarımla,
Orhan Yalkın, 08 Mayıs 2006
+
Sevgili Öğretmenim,
Önce saygı, sevgi derim.

Söylediklerin tamamı tamamına gerçek,
Böyle rastlantı ile karşılaşmadım şimdiye dek…

İlk karşılaştığım da Fevzi’nin yanında sizinle…
Dedim kendi kendime: “Ben bu arkadaşı gördüm ama nerde?”

Hafızamı yokladım, bir türlü bulamadım.
Bunda da rolü vardır; beni incitenlerle kapışmamın.
Bir de bir Anka kuşu gibi
Kendi küllerimden kendimi yaratmanın…

Dediklerin doğrudur.
Hayri Balta, Hayriye hanımın oğludur…
Annem ise; doğum yaparken değil de
“5 çocuk çok olur!” diye 5. çocuğu düşürmek istediği için ölmüştür.

Dr. Ünal Üzgün dedemin bacısı oğludur.
Ailesi komşuda değil de bir aşağı sokakta oturmuştur.

Teyzem oğlu Çetin Akınal’a selam söyle.
Benden yana, diyor ki de: Teyze oğluluk olmazmış böyle!”
Şefika teyzemin oğlu Necdet Sevinç var ya
O da bana tertip kurdu Gaziantep Emniyetiyle…

Dedim ya. Ana başımda bir kopukluk var, ilgilenmez bizimle.
Böylesi akrabalık da gelir şeytan’ın işine…

Neyse, ayrılırken seninle.
Tokalaşamadık bile.

Bu duruma çök üzüldüm.
Nedeni de çoktandır aradığım bir dostu görmüştüm.

Onu görünce seni unuttum,
İlk olarak böyle bir hamlık yaptım.

Temiz ruhlu bir insansın, kusurumu bağışlarsın.
Kusurluların kusurunu başına kalkmazsın.

Bu arada size gönderdim birkaç ileti.
“Alıcı kabul etmiyor” bilgisi ile geri geldi.

Güçlü bir hafızanız var hayran oldum.
Bu nedenle de size saygı duydum.

Şimdi kal sağlıcakla,
Hayri Balta, 8.5.2006

FEVZİ GÜNENÇ MEKTUBU 14

Canım Bilge Balta Ustam,
Hiç bir iletin beni bu iletin kadar üzmedi. Annenin, “Beş çocuk fazla olur” düşüncesiyle, karnındaki son bebeğini düşürmek isterken yaşamını yitirmesi bu acımın nedeni.
Eğer bir karışan olsaydı, demek ki sen de, kardeşlerin de annesiz büyümeyecektiniz.
Benzer bir olay bizim de başımıza geldi. Annem hamileydi. Demokratik bir biçimde aile fertlerine soruldu. “Bu çocuk doğsun mu, doğmasın mı? (Aldırılacak ya da düşürülecekti). Bu demokratik bir oylama mıydı yoksa bize iş olsun, latife olsun diye mi sorulmuştu, bilmiyorum. Ancak ben yaşama ilk adımını atmış bir canlının ana karnında öldürülmesine sert tepki göstermiştim.
“Bu çocuk doğmalı” diye şiddetli bir tavır koşmuştum. Bilmiyorum beni haklı bulup dinlediler mi, bilmiyorum başka nedenle mi, çocuk kaldı, doğdu, bugün çok sevdiğimiz kız kardeşimiz Yıldız’ımız oldu.
Yıldız doğduğunda sevincim iki kat olmuştu. Hem bir canlının yaşamına katkım oldu diye seviniyordum, hem de kız olduğu için seviniyordum. Doğa, annemle babama daha önce üç oğulla iki kız vermişti. Bu kez üçe üçlük bir oran sağlanmışoldu.
Böylece her erkek kardeşin bir kız kardeşi oldu. Bu eşleşme bağlılığı sürdü günümüze dek Ama benim asıl sevincim onun adının konmasının bana bırakılışıydı. O yıllarda küçük bir çocuk aşkını yaşıyordum. Avukat Sabri Haksever’in Yıldız ismindeki kızını seviyordum. Böylece son kız kardeşimin adı da Yıldız oldu.
Kim bilir benim şiddetli karşı çıkışım olmasaydı, ben de, kardeşlerim de seninle kardeşlerin gibi annesiz büyüyecektik belki de…
Sevgiyle kal.
FEV, 8.5.2006

NOT; Şu anda Kara geldi, sana yazdığım bu iletiyi okudu, o da çok duygulandı, sana sevgi ve selamlan var. Mehmet yayıncılık işini çok ciddiye alıyor. Senin kitabınla ilgili girişimlerde bulundu bile. Şu anda senin kitabını basmak için kağıt almış, bunu söylemek için bana gelmiş. Öyleyse sen de basılacak anıları son kez gözden geçirip gönder.
Sevgi, saygı.
FG, 8.5.2006
+
Sevgili Fevzi,
İletini aldım şimdi.

Üç gündür birikmiş işleri ayıklıyorum.
Ne sitem için ne de gazete için yazı yazmaya zaman bulamıyorum.

En sonunda bitirdim birikmiş işlerimi…
Tam bu sırada senin iletin gelmesin mi…

Annemin hangi baskılar karşısında kimin etkisi ile ve nasıl çocuk düşürdüğünü anlatmıştım anılarımda.
Demek ki rastlamamışsın annem konusuna.

Ana başım sanki kendileri bir matahmış gibi baba başımı aşağılamışlardı.
Oysa dedem; anamı o günün parasıyla yüksek miktarda başlık parası vererek almıştı.
Neyse geçelim şimdi bunları,
İyi ki kurtarmışsın Yıldız bacını…

Ekli iletiyi dikkatle izle.
Oradaki arkadaşlara söyle.

Yazacakları iletiler yer alacaktır bu dosyada…
İlgilenip de yazı gönderirler mi acaba?

Şimdi kal sağlıcakla,
Hayri Balta, 8.5.2006

+
Sevgili Kocalar,
Halklar kolayca gazına gelir politikacıların.
Sen de işin kaynağını keşfetmişsin.

Elbette ki kalleş olan, şerefsiz olan dönemin politikacılarıdır…
Daha önce. Halkı kışkırtarak puan toplayıp iktidarlarını korumaya çalışan politikacılardır…

Bizimkiler de yapmadı mı zamanında bunu…
6/7 Eylül olaylarında kim kışkırttı İstanbulluları.

Rumlara aittir diye kaç yüz işyeri tahrip edildi.
Sonra da trilyonları bulan zarar ziyanı kim ödedi?

Demokrat Parti zamanın iktidarı,
Senin benim, tüyü yetmemiş yavruların,
Sütünden kesilen rızklarıyla ödemedi mi o zararları?

Yunanlıların bizden korkmakta yerden göğe kadar hakları var.
Onlar bir kere bizim bir kaç vilayetimiz büyüklüğünde bir ülke onlar.
Nüfusları da o kadar…

Dahası tarih boyunca Osmanlı’nın sillesini yemişlerdir.
Son kez Gazi Kemal Atatürk’ün sillesini yemişlerdir.

Elbette ki korkacaklar. “Acaba bir sille daha yer miyiz” diye
Diken üstünde olacaklardır hep bu korku nedeniyle…

Bu nedenle de gazına kolay gelirler politikacıların.
Saldırganlık politikası olur hep korku içinde yaşayanların…

Bize düşen daha olgun olmaktır…
Mevlânaca davranarak onlara bu korkularının yersizliğini kanıtlamaktır.

Rumlar zamanında Hıristiyanlaştırılmış Türklerdir kimi kaynaklara göre,.
Ben kaşımayı bırak gıdıklamayı dahi sadece Rum Yunan halkları için söylemek istememiştim özgürce…

Eğer biz ulusal duygularımızı gündeme getirirsek, bugün gündemde olan Kürt ulusalcılarına da “haydi siz de yapın, daha fazlasını yapın!” demiş olmaz mıyız?..

Sen gündeme getireceksen bırak Rumları da Amerika’ya yönelt bakışlarını.
Adamların niyeti çoook kötü. Asıl hedefleri İran değil, istiyorlar İran’la bizi kapıştırmayı…

Acemler geliştirdiklerini öne sürdükleri savaş teknolojisini binlerce mil uzaktaki Amerika anakarasına fırlatacak değiller herhalde.
Hemen burunlannın dibindeki ABD’ye üsleri açan Türkiye’ye fırlatacaklar elbette?
Biz de boş mu duracağız o zaman.
Gireceğiz İran’a. Sonra?
Sonra kanı sel olan Türk askerine,
Türkiye halkına, İran askerine, İran halkına olacak.
Kim bilir belki de o zaman ülkeme de girecek Amerika…

Yıllardır ABD-Türkiye işbirliği adı altında yapılan petrol aramalarında, “verimsiz” diye kapağını betonlaştırdığı gür petrol kaynaklarımızı işletmeye açacaklar. Şimdiden başladılar bile böyle bir girişime. Mayınlı alanlarımızı kiralamıyor muyuz onlara?
Onlar da bu alanlarda petrol bulmaya başlamadılar mı?
Benim sana başka bir önerim var: Sendikanın poetikasını yansıtan yazılar yazsana gazeteye. Bunun için en uygun olan gazete Ekspres’tir. Eski Özgür Gaziantep’in sahibi Halil Zor’un çıkarttığı Ekspres.
Zor’la ahbaplığın yoksa ben aracı olurum. Sana bir köşe açarız. Son zamanlarda Gaziantep’in Cumhuriyet’ine dönüştü Ekspres. Haftada bir kez yazabilirsin en azından.
Daha fazla yazabilmeyi göze alırsan haftada iki ya da üç olabilir. Bir gün durur bir gün yazarsın. Dahası günlük de yazabilirsin. İstersen konuları kısa tut, okur da yorulmasın, sen de yorulma, her gün yaz. Ne diyorsun?
SENDİKACI GÖZÜYLE ya da EĞİTİMCİ GÖZÜYLE gibi ana başlıklar kullanabilirsin.
Daha uzun yazmak isterim ama o kadar çok işim var ki… Şimdilik sevgiyle kal.
FEV, 8.5.2006
+
Sevgi Fevzi
Önce sevgi.

Beğendim bu iletini de…
Hayran oldum düşüncelerine…

Dört dörtlük bir yazı olmuş.
Tam da yerini bulmuş

Milliyetçilik, mülkiyetçilik, dincilik insanlığın baş belasıdır.
Aydınım, öğretmenim diyen bir insan önce bu takıntılardan kurtulmalıdır.

İzin verirsen yayınlayacağım bunu Ekspreste…
Okusun, görsünler ne güzel siyasal görüşler varmış Fevzi Gü-nenç’te…

Daha çok yazamıyorum.
İnan ki yoruluyorum…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler yeniden sana…
Hayri Balta, 8.5.2006
+
Sevgili Bilge Balta Ustam,

Ne Yusuf Has Hacip Kutatgu Bilig’de dile getirebildi böylesi bir gezi, görü yazısını ne de Evliya Çelebi Seyahatnamesinde yazdı. Gezilerinin sonunu öylesine tatlı biçimde değerlendirmişsin işte.
Biz Gaziantepli şiir severler ya da yazıncılar da senin sanal katılım gönderinin tümünü cumartesi toplantımızda keyifle paylaşacağız.
Dahası bu yazılar bütününe giremeyenler kıskanacak, “ah keşke ben de bir şeyler yazmış olsaydım…” diyecekler.
Umarım bununla da kalmayacaklar. Balta’nın sonraki Cumartesi raporuna girebilmek için seni ileti yağmuruna tutacaklar.
Ne var ki bu yalnızca bir dilek, bir istem. Bu dileğin gerçekleştirmesi de çok zor.
Nedeni ise şairlerimizin, yazarlarımızın çoğunun hâlâ bilgisayar özürlü, internet özürlü olmaları. Kimileri bunları kullanmayı göze alamıyor, kimileri gerek görmediklerini öne sürüyor. Kimi de yoğun iş yorgunluğundan soluk alıp yazamıyor.
Göze alamayanlardan biri Ülkü Tamer, biri Süleyman Kılıç, biri Mehmet Ak…
Ülkü dün telefon etti. Kulaklarıma, yüreğime bayram ettirdi sesi. Ona sitem etmiştim “Bilgisayarla akrabalık kurmadın daha” diye. “Kurabilseydin köşe yazılarının altında a-mail adresin olurdu. Neyse ki Sabah’ta başarmışsın bunu…” diye.
Beni hem doğruladı, sevindirdi; hem utandırdı. Kolları sıvamış, işe soyunmuş bile. Artık mail adresi var yazılarının ana başlığı altında. Ona cumartesi toplantılarımızdan söz ettim. Bir sevindi ki sorma!
Ona senin sanal katılımlarından söz ettim. Yoğunluğundan fırsat bulabilirse, umarım Cumartesilerimizde saat 15-18 arası en azından bir “merhaba diyebilecek o da bize. (Bu aç parantezi iletimi bilgi için göndereceğim dostlar için yazıyorum: Özgece selam yollamak isteyen olursa toplantımızın teli 0342 338 06 44, Z Yayınları. İleti adresi: zemgeyayinlan@mynet.com, Yayınevinin sahibi Mehmet Kara’nın cebi: 0536 764 28 54, benim cebim: 0 543 650 49 51).
Biliyorsun ulusal Sabah’ta yazıyor artık Ülkü Tamer. Pazartesileri… Kültür sanat edebiyatla ilgili projeleri varmış. Bunları “Sabah Gazetesinde yaşama geçirmek üzereymişler. Sevindim.
Bizim bu konuda çocukluk, ilk gençlik yıllarımızdan deneyimimiz var, “Demokrat Ülkü Gazetesinde az mı sanat sayfaları yapmıştık zamanında. Çok başarılı olacaksın. Anadolu basınından İstanbul basınına taşıyacağın bu sayfalarla, ulusal basında da bir ilki gerçekleştirmiş olacaksın,” dedim. Tüm yazan çizenlere sevgileri, selamları var.
Yoğun işten soluk alıp yazamayanlardan biri şiirine felsefeyi sokabilmiş tek arkadaşımız Mehmet Kara. Umarım özge yazarlar için yorulmasına gerek kalmayacak bir süre sonra. Kendisini o zaman görün siz.
Canım Tamer Abuşoğlu, et kokuları, ciğer kokulan arasında, kalem tutan öpülesi işaret parmağıyla başparmağını yorarak, şiirler yazmayı, Gaziantep 27’ye güncel konuları içeren köşe yazıları yazmayı sürdürüyor. Bu arada onun da bilgisayarla uğraşamadığına dair bazı duyumlarımız oldu. Umarım doğrudur.
Ahmet Ayaz göz rahatsızlığından bilgisayarla uğraşamadığını bahane edip yan çiziyor. Oysa puntoyu istediği gibi büyüterek gözlük-süz bile yararlanabilir bilgisayardan.
Ramazan Tekinel ülkemde yayınlanan tüm sanat dergilerini okumaktan fırsat bulup yazmaya oturamıyor. Onun da gerekçesi “Ben yazar değilim.” Oysa yazsa ne güzel bir eleştirmen olacak. Saptamaları o kadar doğru ki…
“Ben yazar değilim, okurum…” diyen biri daha var. Halil Dayaç, namı diğer 2. Yamalık. 1,’si müzikle uğraşan dostumuz Halil Birecikligil. Dayaç İzmir’de yaşıyor, kışlağı yapmış Gaziantep’i. Gitti gidecek bugünlerde.
Kış boyunca az kitap okutmadı arkadaşlarına. Okutturmak için kitap vermek de onun hobisi. Ne var ki verdiği kitapları okumaları için tanıdığı sûrede arkadaşlarından geri alamamanın sızısı içinde o da.
Bilgisayarı iyi değerlendiren biri var: Mehmet Nacar. O da çetleşir (anlık ileti ile yazışır). Gaziantep 27ye yazdığı köşe yazılarında ülkemin kanayan yaralarına parmak basar.
Keşke paylaşsa bizim gibi düşüncelerini o da dostlarıyla. Ancak, şiirlerinde durgunluk görürüm onun. İleriye hamle yapmaz. Bulunduğu yerden memnun. Kendini aşmamayı marifet sayar.
Aynı zamanda sigara özürlü. Oysa bilgisayarlar sigara dumanını sevmez. Biri karşılarında sigara içerse öksürürler.
Banu Kaya, sevgili dostumuz Mehmet Kara’nın kız kardeşi. Şair Bilgisayarı öcü gibi görüyor olmalı.
Gülten Aldaş, hazır bilgisayarı da varken, işlerinin yoğunluğunu öne sürerek bir türlü geçemez çağımızın bu mucize aletinin karşısına.
Günü güne erteler… Tıpkı şiiri kitabını yayınlama konusundaki girişiminde yılı yıla beklediği gibi…
Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu… Doğup büyüdüğü Gaziantep’ine yılda üç beş kez gelmeden edemeyen bir güzel RESSAM kardeşimizdir o. Yollarız hep yazdıklarımızı bilgi için kendisine.
O da ilk zamanlarda bilgisayara yaklaşmamakta direndi. Dayanamadı, kırdı sonunda zincirlerini. Bilgisayarla akraba oldu. Ayarttık onu, resim yapması için kullanacağı zamanından birazını çaldık.
Şimdi haftada bir iki yazılar yazıyor Ekspres’e. (Eski adına yeniden kavuşacağı muştusunu aldığım Özgür Gaziantep’imize…)
Şair Behiye Köksel Gaziantep Üniversitesinde araştırma görevlisi. Sanırım öylesine çok ileti alıyor ki, yolladığımız iletiler, kutusu dolu olsa gerek ki, geri dönüyor.
Türk Dil Kurumu yazmanı, Mavi’mizin Ankara temsilcisi Nevin Balta da öyle. Bu iki arkadaşımız sık sık silmeli eski iletilerini. Yer açmalılar mail adreslerindeki alanda, gelecek yeni iletilere.
Ali Çapan rakamların içine gömülmüş. Fırsat bulup (yedinci kitabından sonra) yeni şiir de yazamıyormuş, iletiler okumaya, gelen iletilere yanıt vermeye de zaman bulamıyormuş.
Necdet Özaltan, emeklilik yıllarını Gaziantep Ankara Mersin üçgeninde geçiriyor. Bilgisayarını sırtında taşıyor. Gaziantep Olay ile Mersin Gazetesindeki köşe yazılarını aksatmıyor. Dostlarının gönderdiği iletileri okuyup yanıt vermekten de geri kalmıyor.
Hasan Geneyikli, Gaziantep lehçesiyle ağamlı, yoorumlu şiirler yazarak bilgisayarını kötü yola düşürmeyi sürdürüyor.
Sevgili Ali Aldemir… Şahinbey Belediyesi Yazı işleri Müdürlüğünden zabıta memurluğuna terfi ettirilen(!) şairimiz. Çok iyi kullandığı bilgisayarının başına oturamadığından, seyyar kâhkecileri kovalamada değerlendiriyor zamanlarının büyük bölümünü, istemeden.
Ercüment Asaf Yanıç dernek kurma çalışmalarından fırsat bulup bilgisayarın başına oturamıyor üç yıldır.
Bülent Özcan bizlerle iletişim kurmak için çırpınıp durdu. Yoruldu.
Bizim hayırsız çıktığımızı görünce de sustu.
Alaettin Ceylan bilgisayarım yok” diye yakınıyordu. Okul müdürü oldu. Müdürlüğün bilgisayarından yararlanma olanağına kavuştu. Bu da yetmedi bir Süper Marketin çekilişinden dizüstü bilgisayar kazandı. Ama o bu iki bilgisayarı nasıl değerlendiriyor, bilmiyorum. Zira daha tek iletisini alamadım.
Yaşar Özen ustamız, Halil Zorlu ile gerçekleştirdiği “Akşam Safalarından başını kaldırıp Z Yayınları’nın yolunu bulamadı bir türlü. O da hâlâ zulmedip duruyor baş parmağı ile işaret parmağına.
Reşat Yaşar palyaço kılığına girip reklamcılık yaparak ekmeği aslanın ağzından kapma savaşında. Yılda bir kez de artık geleneksel (eştirdiği mezarlıkta şiir okuma şenliğini sürdürüyor. “Bilgisayar mı, o da ne?” derse şaşmamalı.
Oğuz Tümbaş, ta İzmir’den ulaşıyor bize. Biz onu seviyoruz, o da seviyor bizi. Arada bir, onun doğum yeri olan Oğuzeli’ne uğrayıp, oradan memleket havası gönderiyoruz kendisine. Oğuz da severek içine çekiyor bu Gaziantep imbadını.
Nesrin Özyaycı bilgisayarı en iyi değerlendiren şair yazar arkadaşlarımızdan. Bir de dershanesi var BİEM… Burada bilgisayar da öğretiliyor. Ama nasılsa bilgisayar öğretmenleri patronlarına virüs temizlemeyi öğretemediler bir türlü.
Yıldırım Kantarcı, yapıtlarına son şeklini vermek için kullanıyor öğretmenliğinden artakalan tüm zamanlarını. Ah o hain tiyatro oyunları da bir türlü son biçimini alamıyor… O yüzden de kendini biraya vurdu bu sevgili şair yazar dostumuz. O zaman da klavyede harfler birbirine karışıyor bittabi…
Maden mühendisi Hüseyin Cava, kahvede Düztepelilere bilgisayarı anlatıyor, trene bakar gibi bakıyorlar kahvedekiler. “Senin bir marifetin yok mu?” diye soruyorlar ona “Size şiir okuyayım,” diyor o da. Gülüyorlar. “Şiir ne lan!” diyorlar. “İrbamdan bi türkü patlat da adam olduğunu anlayak…” diyorlar. Bu yüzden bilgisayarına düşman gibi bakıyor o da.
Tatilinin süresince iki hafta katılabildiğin toplantılarımızda, bu dostlardan kimilerini tanıyamadın Sevgili Bilge Balta ustam…
Toplantılarımızın özelliği bu zaten. İsteyen istediği hafta, toplantı saatleri içinde istediği saatte gelip istediği saatte gitme özgürlüğüne sahip.
Ah, bu özgür iradelerini bir de bilgisayar kullanmaya yansıtabilseler (yansıtamayanlar). Bir de aynı iradeyi sigara içmemeye direnmekte kullanabilseler (kimileri)…
Kullanabilseler de ev hane halkının yanı sıra, toplantıya katılan dostlarını da sigaralarının dumanıyla öldürmek zorunda kalmasalar.
Haydi kendilerini öldürüyorlar nikotinle, buna diyeceğim yok ama bizim suçumuz ne? Evdeki sabi sübyanın suçu ne?
Tütün denen meretin kokusu da öylesine yapışıyor ki içildiği yere… Yalınızca dostları dostlardan ıratmıyor. Hanımları kocalarından, oğulları kızları babalarından da tiksindiriyor.
Sabahlara kadar da, içildiği mekânların içinde gezip tozuyor bu koku. O gün o alanda içmemekle yetişilse iyi… İçenlerin üstüne sinen koku, içicinin kısa süreliğine uğradığı mekanlarda bile sabaha kadar mide bulandırmaya, öksürtmeye yetiyor.
Bilmiyorum, boşuna çırpınmam. Ne söylersem söyleyeyim, içenleri caydıramam içmekten. Sigara içmeyen adam olmak, birinci sınıf insan olmak kolay değil.
Yaşam fonksiyonlarının sadece yüzde 25’inin çalışıyor olmasına karşın bizden çok aktif olan 74 yaşındaki Avukat Bilge Balta’nın yoğunluğuna bakarak utanabiliriz bu ara.
Bundan sonra belki de sahrelere taşırız yaz toplantılarımızı… Bu hafta önereceğim arkadaşlara.
Sevgiyle, esenlikle kalsın tüm dostlar.
Fevzi Günenç, 9.5.2006
x
Sayın Balta,
İzin vermek ne demek, onurlandırırsın ustam… Şiir günlerimize sanal katılımla ilgili uzun yazıyı az önce gönderdim. Umarım eline geçmiştir.
Sevgi, saygı.
FEV, 8.5.2006
x
Sayın Balta,
Harikulade güzel bir yazı bu Sevgili bilge Balta Ustam. Yazı görsün milletin gözü. (Ölülerle Uğraşacağınıza Dirilerle Uğraşın yazısı için…)
Sevgiler…
FEV, 9.5.2006

KAMİL KOCALAR’A MEKTUP 15

Sevgili Kocalar,
Kimi konularda sana hak veriyorum. Hem altı oku benimseyeceksin hem de ulusalcılığa hayır diyeceksin. Bütün endişenin nasyonalistleri yüreklendirmek olduğunun sen de ayırımına varmışsın neyse ki…
Ekspres’te yazma konusuna sıcak bakışın beni sevindirdi. İletini Zora göndereceğim. Ama şu sıralarda o kadar yoğun ki. Ankara’da Anadolu Basın Birliği Genel Başkanlığı için yoğun çaba içinde. Oğlu Bora Zor da babasını aratmıyor. İletini ona da göndereceğim. Elbet bir Ana Başlık bulacağız sana. Bunu sorun yapma.
Daha sık yazmanın zorluğu sorununa gelince, senin bana yazdığın her ileti zaten başlı başına bir yazı konusu. Bunları hiç değiştirmeden gazetede yayımlasan da okurun ilgisini çekecektir.
Bence mektuplaşma yazı türlerinin en güzellerinden biri. Elbette ki hep mektuplaşmalar olmayacak yazacakların. Hep sendika, hep eğitim olmayacağı gibi.
Giderek büyük güç oluşturuyoruz Gaziantep’te Gazi Kemal Atatürkçüler, laisizm yanlısı olanlar, cumhuriyet sevdalıları, ilericiler…
Yaşar Özen, Halil Zor, Orhan Yalkın’ın, yerleşik bay bayan öbür yazarların yanı sıra Ekspres’e omuz veren, ulusal konumdaki gazeteleri burnuyla itip Gaziantepli bir gazeteyi seçen ilk yazar arkadaşımız Avukat Bilge Balta oldu.
Ardından Dünya ressamı Âli Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu sıraya girdi. Sonra Eski Şehir Tiyatromuzun müdürü olan Süleyman Kılıç… Ardından Halil Eyüpoğlu… Şimdi de sen!..
Gurur duyuyorum Ekspresle, en eski en yürekli basın eri dostum Halil Zor’un (Yeni Özgür Gaziantep)’iyle. Daha da çok gurur, onur duyacağız…
+
Sevgili Bora,
Sana yeni bir yazar: Anadolu Eğitimsen Şube Başkanı Kâmil Kocalar. ..
Haftada iki ya da üç gün yazacak. Artık babanla telefonda mı konuşursun, ya da kendi inisiyatifini mi kullanırsın, bana bir an önce yanıt ver ki, Kocalar’ın yazıları sana ulaşmaya başlayabilsin.
Sevgide kal.
FEVZİ GÜNENÇ, 9.5.2006
+
Sayın Balta,
Hoşgeldin sanal olarak da olsa şiir günümüze Sevgili Bilge Balta ile Bedrettin!
Hoşgeldin Cumartesi buluşmamıza sanal olarak da olsa Sevgili Bilge Balta Ustam, hoşgeldiniz Simavnalı Şeyh Bedrettin ile sen!
Bize mutluluk getirdiniz. Bilmeyenler de bilsin istediniz aramızdaki şair(!)lere Şeyhin kim olduğunu… Ama bir çoğu anlayamadı niçin geldiğini bu cumartesi gününde Simavnalı’nın…
Daha çoook fırın ekmek yemeliler eğer bilge Balta bir konudan söz ediyorsa bunun bir hikmeti olduğunu anlayabilmek için.
Seni seviyoruz bir çoğumuz. Sevdireceğiz bir çoklarına da. Zorla değil kendi istekleriyle sevecekler. Yeter ki düşünmeyi öğrenmeye başlasınlar. Bizim ilk işimiz de sanırım bu olmalı. Hoş kal sevgili Ustam!
Sevgimiz, saygımız senin.
FEV, 18.5.2006

NOT: BU HAFTAKİ KATILIMCILARIMIZ:
1. Ramazan Teknikel,
2. Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu,
3. Mehmet Kara,
4. Mehmet Ak,
5. Ahmet Ayaz,
6. Banu Kaya,
7. Mehmet Nacar,
8. Yıldırım Katrancı,
9. Ben.

GELECEK HAFTA: Gündemdeki konular ile kaçak katılımcıların listesini de vereceğim.
+
Sayın Geneyikli,
Önce sevgi.
Yazınız aşağıdaki şekilde hem gazetede yayınlanacak hem de yarın Mehmet Kara’nın Zemge yayınevinde saat 15-17 arası okunacak.
Sende bulunursan iyi olacak…
Sevgilerimle,
Hayri Balta, 19.5.2006

SALDIRI KİME YAPILMIŞTIR? 16

Dostlar; bu gün size, bir dostumun iletisini sunuyorum,
İletiyi gönderdiği için kendisine teşekkür ediyorum…

Şairimiz, Danıştay’a yapılan bu bilinçsizce saldırı için duygularını dile getirmiş. Saldırıyı yapanın kimlere hizmet ettiğini belirtmiş.

Gerçekten bu saldırı, AKP’ye yapılmıştır.
Çünkü bu saldırıda en büyük zararı AKP görmüştür.
Asıl önemlisi bu saldırı Türk ulusunun birliğine, bütünlüğüne yapılmıştır.
Şairimizde bunu çok güzel dile getirmiştir.

Aklı başında bir kişi, iyi düşünür yaptığı işi.
Yapılan tam bir fitne fücur (çok kötü bir iş anlamında) saldırı işi.
Bu arada Burhan Cahit Güneç dostuma da selam gönderiyorum.
“Kuran; hacılara-hocalara indirilmemiştir.
Kuran, okuyup öğüt almak ve doğru yolu bulmak için bütün insanlara gönderilmiştir.”

Gazetede, Kuran’dan ayetler yazmak marifet ve cesaret işi değildir.
Kuran’ı okuyup anlatan Tanrı nazarında en makbul kişidir.

Benim için “Bizim Heyri!” demesine gelince;
Ben yalnız kendisinin Heyri’si değil bütün Gazianteplilerin Heyri’siyim gönlümce.

Amacım, insanlara gerçekleri göstermektir.
Bu gün değilse bile yarın; hemşerilerim beni sahiplenecektir.

Köşe başlığımızdaki slogana dikkat edilirse “TABULARA, TALANA, YALANA BALTA” denmiştir.
Halkımızı mutluluğa ve de refah içinde yaşaması için TABULARIN, TALANIN YALANIN üstüne gidilmelidir.

Şimdi aşağıdaki mektup ve şiir okunabilir:
Av. Bilge Balta
+
Sayın Balta,
Burhan Cahit Günenç öğretmenin size selamı var. “Gazetede Kuran ayetleri yazmış” diyor, “yav aferim Heyri’ye” diyor. “Sen de oku neler yazmış neler” diyor ben de okudum.
Sizin için “Bizim Heyri diyor. “Ben de mesaj yazar söylerim” dedim “Selamımı da söyle” dedi.
Saygılarımla,
Hasan Geneyikli, 18.5.2006

KATİL

Tabancayı tutup sıkan şarlatan
İslam adına Danıştay’ı basan
Şeytana uyup yargıçlara kıyan
Sen insan değilsin terörist katil.

Kuran, sünnet, sözle kalpleri yıkmaz
İnanan şeytanın sözüne kanmaz
İnanmış insandan terörist çıkmaz
İblise tetikçi terörist katil.

Müslüman’ım deyip dini yıkacak
İslam terör dini deyip çıkacak
Yandaş bulamazsa, hain bulacak
Haine yaranan terörist katil

Üç halife şehit aynı adresten
İslam zarar gördü dinsiz stresten
Kendine gel kurtul terörlü dersten
Derse devam eden terörist katil

Küresel sömürü terör üretir
İslamiyet düşman deyip diretir
Akıllara işler fikir kirletir
Sömürge fikirli terörist katil

Geneyikli, nüfusta İslam yazarı
Zikir, namaz kisve, din dışı azan
Bayram seyran demez oruç ramazan
Bomba olup patlar terörist katıl

Hasan GENEYİKLİ
+
Sayın Balta,
Şiirimi istediğiniz gibi kullanın. Ben paylaşmak isterim. Hele insani değerleri talan edenlere Balta olan dostun, izin istemeye gerek kalmadan yazılarımı istediği gibi kullanma hakkı zaten var.
Amacım yararlı olmaktır.
Saygılarımla,
Hasan Geneyikli, 19.5.2006

GAZİANTEPTE VARDIR ONLARCA ŞAİR
BUNLARDAN BİRİNE AHMET AYAZ DENİR 17

Ahmet Ayaz; sessiz, sakin biridir.
Aynı zamanda düşünce dünyası derindir.

Kitabında açıkladığına göre Subay okulunu Gözden kaybetmiştir.
Kendi gözlerimle gördüğüme göre, gözleri yazı yazmasına engeldir.

Bir yazıyı okumak için ya da yazmak için kağıdın üzerine eğilir de eğilir.
Demek istediğim Ahmet Ayaz’ın göz sorunu; okumasına da, yazmasına da çok büyük bir engeldir.

Ahmet Ayaz hem aşık (gerçek anlamda) hem de şair olduğu için; okumasına da yazmasına da gözündeki engel vız gelir…
Hatırlarsanız bir şarkıda “Aşık’a Bağdat sorulmaz/Ufukları aşar gider” denir.
Tam şarkıda dendiği gibi Ahmet Ayaz; hem okur, hem yazar, hem de ürünler verir.

Şimdi bana “Nerde gördün de okuduğunu?” denebilir.
Benim “SSS: SEVENLER-SORANLAR-SOVENLER” adlı bir betiğim vardır bilenler bilir.
Dar kafalara kitabımın içeriği büyük gelir.
Bu betiğimde beni sevenlere, bana soru soranlara ve bana “ana avrat düz gidenlere” tam bir bilgecesine yanıt verilir.
Bu betikten bir tane de Ahmet Ayaz’a verilmiştir.

Sormuştum Ahmet Ayaz’a
“- Baktın mı verdiğim kitaba?”
“- Ne bakması abi! Okudum baştan sona…
Hayran oldum, ana avrat şovenlere gösterdiğin sabra…
Ayrıca, sendeki düşüncelere, rastlamadım hiçbir kitapta…”

Anladım ki Ahmet Ayaz kitabımı gerçekten dediği gibi okumuş baştan sona…
Gelelim görme sorununa.

Konuk olduğum eve geldiği sırada bir kitabını imzalayıp vermek istedi bana.
Açtı kitabın arka kapağını, düşündü kapağa ne yazacağını.

Sonra eğildi kitabın üstüne,
Nerdeyse burnu deyecek yazacaklarını yazacağı yere.

Sordum kendisine “Sen bu şekilde mi okuyorsun, bu şekilde mi yazıyorsun?
Anlaşılıyor ki sen okurken, yazarken çok zaman kaybediyorsun, çok da zorluk çekiyorsun…”

Özetlersem söyleyeceklerimi.
Aşık olduğu için şairimiz aşmış engelini…

Şimdi gelelim bana verdiği son kitabı “KAVGAM BARIŞ İÇİN” adlı kitabına.
“ÇABAM BARIŞ İÇİN” adını koysaydı daha yakışırdı ona.
Çünkü saldırgan (agresif) bir ruh yok Ahmet Ayaz’ın yapısında…
Bunu da nerden çıkardın denebilir bana.
İzin verirseniz bunu da anlatayım kısaca:

Bir edebiyat söyleşisinde “okumadan yazdığı” söylendi kendisine…
“Nerden biliyorsun okumadığımı” demedi de “Aşık Veysel, okuyup da mı yazardı şiirlerini?” demesin mi birden bire…
Anladım ki hazır cevaplık özelliği de var kendisinde…

Bu kadar tanıtımdan sonra şimdi gelelim şiirlerine.
Nazım Hikmet özelliğini gördüm aşağıdaki şiirlerinde:

BİR ZAMANLAR

Bir zamanlar
Genç ve cüce
Bir şair.
Yazardı
Hakka
Adalete
Dair.

Anadolu’da;
Yiğitleri
Yüreğinde
Taşıyan bir,
Oğuldum.
Ben
Vatan sevdalısıyım.
Sevdanın selinde
Boğuldum.”

İnsanların anlayışsızlığından yakınır bir şiirinde.
Basireti bağlanmış kişilere “Derbeder” diye bağırır birdenbire…

DERBEDER

Onlar ki, Her birisi birer
Derbederdiler
Sanatın sırrına
Eremediler…

Onlara ben,
Bahçe verdim.
Onlar ki bana
Bir gül,
Veremediler.

Etrafa bakan,
Birer kördüler.
Güzellikleri
Göremediler…”

Ahmet Ayaz’ın, adı geçen şiir betiğinde birbirinden güzel şiirler…
Yukarda kitabından aldığım iki şiir göstermeliktiler…

Merak eden kitabı alıp diğer şiirlerine bakar…
Yerim kalmadı, çünkü dar…

Şiirlerinde vardır bazen halk ozanları deyişi.
Çoğu dizeleri gerçekten, yukarda örneğini verdiğim gibi, usta işi…

Aşk, sevda, özlem, güçlü bir gözlem…
Demem odur ki demem:

Her temaya yer vermiş betiğinde…
Her duyguyu, düşünceyi işlemiş şiirlerinde.

Kim ne derse desin Ahmet Ayaz: Sen bir şairsin.
Şiire özen göstermişsin, anlaşılan sen daha çok dizeler dizeceksin…

Her şairde olmalı saf, temiz bir yürek.
Her şairin; şiire,
Ahmet Ayaz gibi yoğun emek vermesi gerek…
Av. Hayri Balta

KOMÜNİST BOZUNTUSU 18

İşte, komünist bozuntusu olmayandan gelen ileti:
“imansız serefziz kitapsit Allahsız komünist bozuntusu siteyin üstüne koyduğun bayrak dahi islamın sembolü bu vatanda senin gibi moskov bozuntularına senin ataların galiba maymun olmalı veya yahudi bilmem ne belasın anandan bana bir öyrensen iyi olacak kendin için sen türk olamassn ancak olsan iki ayak üstünde yürüyen bir mahluk ateş olsan neriye yakabilirsin soyu bitmeye yüz tutmuş kominist artığı”
+
İşte, Komünist Bozuntusu olmayana yanıt:

Bak bana “Komünist Bozuntusu” diye ileti gönderen şerefli insan;
“Şerefsiz” der mi bir başkasına, azıcık şerefi olan…

Sahi sen nasıl şereflisin?..
Sen daha “şerefsiz, Moskof, kominisf yazmasını bile becerememişsin…

Hem maşallahın var senin…
Beş satırlık küfür namende 10 tane cehalet örneği sergilemişsin…

Yazındaki cehalet ömeklerini belirttim siyah ve italik olarak.
Belki anlarsın cehaletini bu yanlışlarına bakarak…

Gelelim şu “komünist bozuntusu”demene.
Eğer komünist olsam, övünürüm komünistliğimle.

Çünkü ben komünist olacak kadar kültürlü ve erdemli değilim.
Bu nedenle komünist bozuntusu bile değilim.

Eğer bütün dünya komünist olsaydı bilircesine;
Savaş, sömürü, yoksulluk ve cehalet diye bir şey kalmazdı yeryüzünde.

Sonra şunu bil ki artık komünistlik çıktı şuç olmaktan.
Komünistlik suç mu değil mi sor bakalım, sağından solundan…

Gelelim şu maymun meselesine.
Bilirim ki insanın da, maymunun da kökeni birleşir bir hücrede.

Hadi dediğin gibi olsun; ben maymun soyundan gelme biriyim.
Bu takdirde sevinirim; çünkü, hiç olmazsa günah işlediği için Allah’ın cennetinden kovulan ana-baba soyundan gelmiş biri değilim.

Hem yazdıklarımın nesine bozuldun da bana “şerefsiz, Moskof, komünist” dedin.
“Şu, şu yazdıkların, bilime de, dine de aykırı…” demeli değil mi idin?..

Otur oturduğun yerde.
Sen kendi dinine doğru ol, karışma kimsenin dinine.

Sonra bil ki: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi. Öyle iken insanları, inanmaya sen mi zorlayacaksın!” (K. 10/99) diyor Allah Peygamberine…
Allah bile böyle derken Peygamberine; sana ne oluyor orada, otur oturduğun yerde.
Bak yavrum! Allah’ın velilerine “Şerefsiz, Moskof hayranı, Komünist bozuntusu!” dersen her kafan bozuldukça.
Çarpılırsın, ağzın, gözün eğilir de aynaya bakamaz duruma gelirsin sonra…

Ne demiş atalarımız: “Para ile imanın kimde olduğu bilinmez.”
Öyle kendini bir şey bilip de Allah’ın velileri ile güreşilmez…

Neyse, şimdi dinle, bak ne diyor Muhittin Arabi, senin gibilere:
“Varlığına itikad edilen Allah, kulun zannına göre yapılan İlâhtır. Bu bir sıfattır ki: kulun kendiliğinden yaptığı bir ilâh olup övgülerini de ona göre yapar ve Hakkı kendi dar çerçevesine sokmuş olur. Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler. Sebep: Hakkın arzusuna değil; kendi zannına uymayışıdır. Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı… O kul, böyle yapmakla kendine özel bir mabud yapmış olur ve kendine uymayan herkesi kötüler; çünkü cahildir.” (ÖZÜN ÖZÜ İBN ARABİ. Kırkambar Kitaplığı. Şubat. 2005. s. 93)

Muhittin Arabi İslam dünyasında Şeyh-i Ekber (Şeyhlerin-Mürşitlerin en büyüğü…) olarak bilinir.
İslam gerçekliğini anlamak isteyen Muhittin Arabi’nin öğretilerini bilmelidir…

Önce git bir insan-ı kâmil bul, ona hizmet eyle.
O seni evirsin, çevirsin, fırınlara sokup şekil vererek pişirsin.
Ondan sonra bak, herhangi bir kimseye
“komünist bozuntusu, Moskof hayranı, şerefsiz!” diyebilir misin!

Diyemezsin, çünkü o zaman hem kendini bilir hem de Rabbini bilirsin.
Başkasının gözündeki çapakla uğraşacağına kendi gözündeki çöple ilgilenirsin.

Sen kendini yetiştirmeye bak benimle uğraşacağına…
Eğer aklın, sağduyun, vicdanın varsa bu yazdıklarım bir ömür boyu yeter sana.

Bir daha kanatlanmadan uçmaya kalkma.
Pat! diye yere düşerek yem olursun kurda kuşa sonra…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yine de sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 28.5.2006

OSMAN ÖZÇALIŞKAN MEKTUBU 19

Sevgili Bilge ustam,
Gaziantep Sabah gazetesinde, Osman Tuzcu zamanından (1969) beri, ARADA BİR köşe başlığı altında yazmaktayım. Elbette bundan üç yıl öncesine kadar.
Gazeteyi yönetenlerin örnek kişi olma yolundan saptıkları kanaatimle yazımı kestim. Yaklaşık altı aydan bu yana da Gaziantep 27 gazetesinde yazamaya çalışıyorum.
ARADA BİR yazılarından ben de uygun görürseniz size çıktıkça oönderirim Sizin yazılarınız bana muntazaman gelmektedir. Elinize yüreğinize sağlık, “karanlığa bir mum yakabilmek” çok hoş bir duygu.
Size sağlık ve esenlikler diliyorum.
Tekrar görüşebilmek umuduyla.
Osman Özçalışkan, 24.5.2006
+
ARADA BİR
DEĞİŞMEK YA DA DEĞİŞMEYE DİRENMEK
Osman ÖZÇALIŞKAN

Değişim, yaşam biçimlerinde oluşan yenilikler ile birey-kurumlar arasındaki tüm ilişkilerde gelişmekte olan yeni etkileşim anlayışları olarak karşımıza çıkmaktadır. Son derece hızlı yaşanan bu değişim olgusunun farkında olmayan yönetimler; atıl, edilgen, bağnaz, üretkenlikten uzak, kaynaklarını yararlı kullanamayan nitelikleri ve gelenekçi yapılarıyla bu sürecin dışında kalmaya mahkûmdurlar.
Değişim kaçınılmaz bir gerçeklik olup, değişime direnmek akıntıya kürek çekmektir. Çünkü “değişmeyen tek şey değişimdir.” Asıl olan büyük romancı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmektir…” Burada can alıcı soru; Değişirken devam ettirilecek olanlar nelerdir? Dünden bugüne kalanlar nelerdir, yarına kalanlar neler olacaktır?
Değişim hem insanlar, hem örgütler ve hem de toplumların yaşamlarında karşılaştıkları kaçınılmaz bir olgudur. Plânlı ve plânsız olarak bir sistemin, bir sürecin veya bir ortamın bir durumdan başka bir duruma geçirilmesidir.
Sistem içinde yaşamın sürmesi için pekiştirici döngüler dediğimiz, değişim yaratan döngüler var. Bu hareket başlıyor, o domino taşı etkisiyle sistemin başka parçalarını etkiliyor. Sonuçta bir yerden başlayan hareket, eğer sistem yeterince karmaşıksa, farklı yerde farklı etkiler doğurmaya başlıyor. Eğer sistem insansa bu sefer değişim yaratan inançlar, değişim yaratan inanç sistemleri haline dönüşüyor.
Siz belli noktalarda önceliği başlatıyorsunuz. İlk domino taşını yuvarlamaya çalışıyorsunuz, ama onun nereye gidebileceği ise; plânlayabildiğiniz ölçüde sistemin karmaşıklığıyla bağlantılıdır. Her sistem sibernetik anlamda dengeye ulaşmak zorundadır. Ama o denge içinde küçük hareketlenmeleri doğurur ve o eylem bir süre sonra yeni hareketleri oluşturur. Buna sosyalist literatürde “diyalektik materyalizm” denmektedir. Sonuçta bakıyorsunuz iki farklı şey kendi içinde çatışıyor, oradan çeşitlilik üretiyor. Bu sonsuz çeşitliliği yaratan bir mekanizma yaşamın kaynağı oluyor. Ama değişimin içinde de dengeler bizimledir. Bir süre sonra o denge ve değişim birbiri içinde bu değişikliği yaratıyor ve ortaya çok zengin bir manzara çıkıyor. İşte plânlı değişim bu dengeleri lehimize kullanma sanatıdır.
Nietzsche’nin deyimiyle “Derisini değiştirmeyen yılan ölür.” İyi ama değişim sonucunda bir fayda sağlayacağımızı kim bize garanti edebilir ki!… Hem geçmişteki tecrübelerimiz bize değişimin toplumda yeni değişikliklere ihtiyaç gösterdiğini, reform adı altında yapılanların deformasyonlara yol açtığını öğretmemiş midir?… O halde değişime körü körüne inanmak değil, gerçekten bize yarar sağlayacak plânlı değişimleri gerçekleştirmek daha yararlıdır.
Ünlü Cinli savaşçı ve stratejisi Sun “Başarılı bir hareket başına vurulduğunda kuyruğu ile, kuyruğuna vurulduğunda başı ile, orta kısmına vurulduğunda hem başı, hem kuyruğu ile hareket eden hızlı bir yılan gibi olmalıdır.” der.
Sabah kalkıp “Haydi değişim yapalım.” diyerek değişim yapılmaz.
Dün “ çok yaşa padişahım”, bugün “yaşasın cumhuriyet” demek
değişim midir?
Üç ay hapis yatarak “ben değiştim” derseniz size kargalar güler.
Tanrım… Beni değişime direnen ayakları tutkala batmışlardan koru.
+
Sayın Osman Özçalışkan,
Önce sevgi sana eksik kalan…
Ne mutlu sana; çıkmışsın aydınlığa karanlıktan…

İletine yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.
Niçin geciktiğimi de biliyorum.
Birkaç günden beri sıcaklardan olsa gerek yorgunluk çekiyorum.
Bu nedenle de bana gelen iletilere yetişemiyorum.

Aynı gazetede yazmak benim için; seni tanımış olmak yanında, ayrı bir mutluluktur.
Para pulda gözü olmayanlar yazmakla mutlu olur.

Bu yorgunluk içinde de olsa bir kitap okudum bitirdim.
Sensiz boğazımdan geçmedi, bir tane senin için alıp gönderdim.

Pazartesi sana bildirecekler.
İstersen işyerine getirecekler…

Kitabın adı: ÖZÜN ÖZÜ’dür.

Muhittin Arabi’nin bütün yazdıklarının özetinin bütünüdür.
Tam bir ezoterik içeriktedir.
Bu kitabı okuyup anlamak din ilminde mesafe almak demektir.

Kitabın ilk sayfasına önemli satırların sayfa numarasını yazdım;
Kitabın ilk sayfasına da şu düşüncelerimi aktardım:

“Ne mutlu Osman Özçalışkan’a,
Bu kitap koca Gaziantep’te gide gide, gitti ona.
+
Görünen, görünmeyen Doğa, Evren yaratandır.
İnsan da yaratandan bir parçadır.
Yaratanın bir parçası olduğunu göre dünyaya gelmekten murat:
İnsan-ı kâmii olmaktır.

İnsan-ı kâmil: Eksiklerini görerek gideren, kimseyi incitmeyerek kendini geliştiren, güzel insan, mükemmel insan’dır…”
+
Yazdığın bütün yazılardan gönderebilirsin.
Gönderdikçe beni de bilgilendirirsin.

Şimdi kal sağlıcakla,
Yarın kitap için telefon edecekler sana…
Şimdi kal sağlıcakla,
Hayri Balta, 28.5.2006

MEHMET ALİ DİYARBAKIRLIOĞLU MEKTUBU 20

Sayın Hayri Balta usta,
İstanbul’a yeni geldim. İki gün oluyor. Elektronik postalarıma yen. bakıyorum. Sizin adınızı görünce sevindim. “Yol gösterin şaşkına vatan millet aşkına” yazınızı okudum. Tabii diğerlerini de.
Sayın Balta, eğer bu gibi aydınlatıcı yazıları okusalardı, içinde bulunduğumuz durumlara düşmezdik. Siz yazıyorsunuz ben okuyorum, ben yazıyorum siz okuyorsunuz. Kemikleşmiş beyinler bizleri ne okuyor ne de dinliyor. Durum çok acı.
Sayfama hoş geldiniz. Sevgiyle kalınız.
Benim resirnlerim hakkında yazmak isterseniz, www.lebnz.com ‘agiriniz. Orada sanatçı dosyalarrını tıklayınız. Benim ismim, göreceksiniz. Tıklayınız ve resimlerime giriniz. Bir başka sitem daha var. www.diyarbakirlioglu.com a giriniz.
+
Sayın Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu,

Değerli Dost, efendi, kibar insan.
Beğendim seni inan…

Öncelikle iletine yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.
İletin geldiği günden beri rahatsızlık çekiyorum.
Gelen iletilere yetişemiyorum.
Bu nedenle de kimi dostlarımı bekletiyorum.

Sitenize girdim. Yapıtların beni etkiledi.
Başka resimlerden bir başkalığı var: Orijinalliği,

Ne var ki ben de resim yeteneği çok, çok az var.
Bu nedenle bir sanatçı gibi değerlendirme yapmam keyfe verir zarar…

Yazmamıza, yaratmamıza gelince ben de biliyorum; bırak anlayanı, okuyan bile az.
Ama bilmeliyiz ki arı “yaptığım balı yesinler diye bal yapmaz.

Arı balı arı olduğu için yapar. İşte biz de yazmamız gerektiği için yazmalıyız,
Resim yapmamız gerektiği için resim yapmalıyız…

Gün gelecek anlayan olacak.
Anlayan olsa da olmasa da ne çıkacak.

Hepimiz geçiciyiz şu dünyada.
İster anlasınlar, ister anlamasınlar iz bırakmalıyız yaşadığımız sürece bu dünyada…

Yazdığım yazıların tümünü size gönderiyorum.
İlginizi bekliyorum.

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Hayri Balta, 29.5.2006

+
Sevgili Bilge üstadım,
Şahsıma göndermiş olduğunuz nazik iletiyi 12 gündür Gaziantep dışında olmam nedeniyle ancak bugün yeni okuyabildim.
Bugünkü yazımı sizinle paylaşmak istedim.
Sevgi ve saygılarımı sunar esenlik ve sağlık dilerim.
Osman Özçalışkan, 6.6.2006
+
Değerli Dostum,
Yazını okudum. Hayran oldum.

Sen, çok güzel öyküler, romanlar yazabilirsin.
Kalemini bu konuda değerlendirmelisin.

Sana bir kitap göndermiştim.
Alıp almadığını bildirmemişsin.

Almadı isen şu telefondan 215 12 05 isteyebilirsin:
Ankara’ya dönerken bir de Zilli Kurt adında bir belgesel filmimi göndermiştim.
Bu CD’yi aldığını ve de izlediğini de bildirmemişsin.

Sonra SSS adındaki kitabımı ve Yitmiş Bir Adamı okudun mu?
Diğerlerine bir şey diyemem ama sende böyle sorumsuzluk olur mu?

Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Hayri Balta, 6.6.2006
+
Sevgili Fevzi,
Ceza konusunda güzel bir düşünce. “Suçlu çocuğu ödüllendirin!” başlıklı yazınızda dile getirdiğiniz düşünceleriniz Tam isabet.
Kutlarım…
Sevgiler…
Hayri Balta, 9.6.2006
+
Teşekkürler sevgili Bilge Balta ustam…
Bugünlerde ileti yazma konusunda hiç keyfim yok. Bilmiyorum sıcakların etkisi mi? Sanırım öyle; ama, içim sana yazma aşkıyla dolu, bilesin.
Sevgi, saygı…
FEV, 10.6.2006

İSTER BİLSİNLER, İSTER BİLMESİNLER BİZİ.
İNSAN BİLİRSE YETER KENDİSİNİ 21

Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…
Sıcaklar değil keyfinin yokluğunun nedeni.
Keyfinin olmamasının asıl nedeni toplumun yazılarımıza ilgisizliği.

“Marifet iltifata tabidir.” “Bir gülü beslemek gerektiği” bir gerçektir.
Ne var ki yazdıklarımız, söylediklerimiz dipsiz kuyuya atılan taşlar gibidir.
Ancak bu gerçek bize özgü değildir;
Bu gerçek tarih boyu böyledir.

Bu nedenle Arı gibi, Karınca gibi kendi doğamız gereğini yerine getirmemiz gerektir.
Bilirsiniz Arı “balımızı yesinler!” diye bal yapmaz ve yine Karınca da “bana aferin desinler!” diye çalışmaz.
Arı balı, arı olduğu için yapar. Karınca da Karınca olduğu için çalışır çabalar…

Biz yazarların, düşünürlerin yazgısıdır bu.

Değil iltifat, değil takdir; eteğimizden çekerler,
Akla hayale gelmedik gerekçeler ileri sürerler…
Bizi de bulundukları yere çekmek isterler.

Bunların değer yargıları bizi ilgilendirmeme!!.
Bizi bizim değer yargımız değerlendirmeli…

Bir örnek size:
Ben “Bilge” dedim kendime.
Bu bile batıyor çoğu kişiye.

Oysa böyle bir sıfatı sahiplenmem bana sorumluluk yüklüyor.
Olumsuz bir iş yapacak olsam bu savım aklıma geliyor.
“Sayın Bilge, bu yaptığın yakışmıyor bilgeliğe!” diye iç benliğim karşıma çıkıyor.

Oysa yapacakları iş eteğimizden tutup çekmek olmamalı
Yanacakları iş bizi değerlendirmek için gözetlemek olmalı.

Olumsuz bir davranışta bulunduğumuz zaman da “Öyle ama yaptığın şu iş söv (ediğin şu söz, yazdığın şu yazı Bilgeliğe yakışır mı?” demeli
Bilgi böylece bizi doğruya yöneltmeli…
Benim yaşamımın en canlı sensing ki bu çok önemli…

İftiranın bini bi’para.
Bir gün Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışırken, benimle birlikte Millî Eğitimde çalışan Ahmet adında bir inşaat teknisyeni, geldi yanıma:
“Yahu Hayri bey, benim eşimle aram hiç iyi değil. Dırdır edip duruyor,
Üstelik kadınlık görevini de yapmıyor.”

“Eyy! Hayırdır inşallah!”

“Çok kadın varmış Elinin altında.
Birini ayarlarsan bana, müteşekkir olurum sana…”
İnşaat Teknisyeni Ahmet’in benden kadın istediği günlerde gazeteler hakkımda “Namus tanımaz, anası ile yatar…” diye yayın yapıyordu.
Oysa benim anam ben 10 yaşında iken ölmüştü.

Bu iftiralar üzerine içeri aldılar,
Hesap sordular, mahkemeye çektiler…

Ben beraat ettim ama hiçbir işe yaramadı.

Arkasından işten atmalar, kapımıza bok çalmalar, memleketten kovmalar…
Nereye gitsem siyası polis çok geçmeden iş yerime damlar,
Ve İşverenime: “Bu tehlikeli bir adamdır. Bunu işyerine yaklaştırmamalıdır.
Bütün işçileri komünist yapar! İşçiler size karşı kalkışma yapar!

“ Bu Gaziantep Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasında böyle oldu.
Bunu bana bizzat Fabrika sahibi Cemil Alevli söyledi.

Sonra Genel İş Genel Merkezine gelmiş siyası polis. Genel-İş Genel Başkanı Abdullah Baştürk’e: “Bu adam çok tehlikeli….”
Abdullah Baştürk de “Bundan ne gibi bir tehlike gelir?” deyince “Hepinizi komünist eder!” demişler.
Baştürk de “Biz bir komünistliğini görürsek gerekeni yaparız, defterini düreriz!” diyerek baştan savmış.
Bunu da bana Abdullah Baştürk anlatırmış…

Bunun yanında yazar müsvettesi, cehalet simgesi çok basit kişiler “ALIN DAMARI ÇATLAK YAZI TURASI SİLİNMİŞE’ diye yazılar yazdılar hakkımda (Bkz. Gaziantep Uyanış gazetesi. 29.12.1966)

“FAKÜLTELİ LİSELİLER GEZERKEN İLKOKULLU SOLCU ŞEF OLUR MU?” diye yazılar yazarak işten attırdılar (Bkz. Gaziantep Uyanış gazetesi, 19.12.1968).

Sonra Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz haftalarca tefrika yazılarla akla hayale gelmedik iftiralar attılar.
“Hayrı Balta, miden alırsa anan da helal dedi!” diye tefrika yazılar yazdılar… (Bak. Gaziantep Yeni Ülkü gazetesi. 27.2.1962-3.3.1962 Bu yayını Gaziantep Savacılığı res’en durdurdu…Ayrıca bak: Ankara Adalet gazetesi 1964 yılı Ekim-Kasım ayı tefrikaları…)

Bunun yanında çok yakın dostlarım benim başımı kekti.
Eteğimden çekerek düşüncelerimi değiştirmek istedi.

Hocam Dr. Emin Kılıç, “Hayri Balta’nın bizimle ilgisi yok!” diye Gaziantep ileri gelenlerine genelge gönderdi.
Bunun yanında aile için sorunlar da bana tek sığınağım evimi cehennem etti.
Ne var ki diğerleri değil de; beni en çok evimdeki durum incitti!

Bütün bu olayların canlı tanığı sizsiniz. Hiç kızdım mı, hiç küfrettim mi, hiç küstüm mü beni işsiz, ekmeksiz koyanlara.
Hiç öç almaya kalktım mı?.. Tam bir bilgece katlanmadım mı bütün bu yapılanlara…

Bütün bu hengameler içinde 35 yaşında ilkokul mezunu iken; gündüzleri çalışıp geceleri okuyarak, hiç kopya çekmeden ve de hiç torpil yapmadan; Ortaokulu, Lise ve Hukuk Fakültesi’ni bitirerek avukat oldum.

Ve asıl önemlisi bir nokta nerede kullanılır, içtiğim su ile aldığım nefesin nereye gittiğini bilmezken ve ben bu cehalet içinde bocalarken bana “Komünist!” denildi.

Şimdi söyle sevgili Fevzi, ben kendime “Bilge” demesem kim bilecek bilgeliğimi de, kim diyecek “Bu Bilge’nin biri!”
Bu nedenle derim ki bozma keyfini… İster bilsinler, ister bilmesinler bizi Biz bilirsek yeter kendi kendimizi…
Sevgilerimle…
Av. Hayri Balta, 10.6.2006

İHSAN AYGÜN MEKTUBU 22

Sayın Büyüğüm,
Belki bana söz düşmez ama, Fevzi beye hitaben yazdığınız iletiyi
büyük bir ilgiyle okudum Aslında Bilge sıfatı size az bile. Bana kalırsa ÇİLEKEŞ BİLGE demek lazım. Gerek yaşam mücadelenizle, gerekse fikirleriniz ve hayata bakışınızla Bilgeden de öte siz bir USTA’sınız.
Tanıştığımızdan buyana ufkumu açan bir etki yaptınız. Küçük fikirsel aykırılıkların nedeni belki sizin kadar konuların detayına inememekten veya bilgiyi özümseyememekten olabilir. Ama her zaman nezdimde saygın bir yeriniz oldu.
İyi ki sizi tanıdım ve bu benim için bir onur oldu.
Hep böyle yazın. İsimlerin, unvanların kiralık verildiği bir dönemde onların asıl sahibi olduğunuzu hep hatırlayın.
Sizi çok seviyorum ve büyük saygı duyuyorum.
Size sağlık ve güç diliyorum.
Saygılarımla…
İhsan Aygün, Em. Tuğgeneral, 10.6.2006
X
Saygıdeğer Paşam,
Önce sevgi sunuyorum candan.

Özden duygularınızı büyük bir alçak gönüllülükle dile getirmekle siz «yüklüğünüzü göstermişsiniz.
Siz beni yüceltirken aslında kendinizi yücelttiniz.

Bizim toplumun özellikle aydınları; bir başkasını aşağıladıkça yüceldiklerini sanırlar.
Yanılırlar ve aynı zamanda kendi aşağılıklarını yansıtırlar.

Çünkü aşağılayan aşağılıktır.
Suçlayan suçludur.
Din il minde ise aşağılayan, suçlayan
Ve bir de aldatan “Şeytan” olarak vasıflandırılır.

Bu duruma göre siz melek ruhlu bir İnsansınız.
Çünkü melek ruhlu insanlar başkasını yüceltir.
Başkalarını yüceltenlerin ise kendileri yücedir.

düşüncelerim hakkımdaki olumlu kanatınız için değildir.
Ben sizdeki ruh yüceliğini kızınıza ev alma çabası ile çırpındığınızda da gözlemlemişimdir.
Sonra uçağı arızalanan pilotunuza “Atla! Durma, hemen atla!” diye emir verişinizde ve emrinizi dinlemeyerek yaşamını yitirişinde ve yine babasının size “Oğlumu öldürdünüz!” diye çıkıştığı zaman gösterdiğiniz sabırlı olgunlukta da izlemişimdir.

Ayrıca çift kişilikle olmamanız, düşüncelerinizi açıkça söylemeniz de olumlu bir özelliğinizdir.
Ayrıca insanlara sevecen yaklaşımınız da ruhumda yer etmiştir.

Hakkımdaki olumlu düşüncelere layık olmaya çalışacağım.
Bu olumlu yapımı korumaya çalışacağım
Ve sözlerinizi unutmayacağım.

Sevgilerimle,
İstediğiniz kadar sevgi hem de…

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 10.6.2006

ÇETİNER ÇALIŞ MEKTUBU 23

Sevgili Bilge,
İyi ki varsınız efendim.
Sizin gibi düşünürler sayesinde duruyor insanlık ayakta.
Gaziantep’te size böyle söyleyenler din iman Allah Peygamber diyenler ne yapmakta hala?
Siz utanırsınız efendim bunları ifşa etmekten…
Ben söyleyeyim izninizle…
Her sokak bar pavyon doludur Antep’te.
Tüm gün namaz niyaz… Akşamları bar pavyon…
Neden gidilir bara pavyona özellikle Adana Antep Urfa Diyarbakır gibi sıcak yörelerimizde?
Siz benden daha iyi bilirsiniz efendim.
Anlayan anladı ne demek istediğimizi?
Hoşça kal gaari…
Çok sevgiler saygılar sunuyorum size..
Ve de diyorum ki…
İyi ki varsınız sevgili Bilge… İyi ki varsınız…
Müşterek bir tanıdığımız çıktı işte ortaya bu yazınızla:
Genel İş Sendikası Genel Başkanı ve CHP milletvekili Abdullah Baştürk.
Çetiner Çalış, 11.6.2006
X
Sayın Çetiner Çalış,
Önce sevgi size…
Hem de istediğince…

Hakkımdaki düşünceleriniz için teşekkür ediyorum.
Sizin gibi dostlarım olduğu için seviniyorum.

Dikkat ederseniz İslam ve bilim ve de Sirius misyonu gibi dinsel kökenli iletiler sardı bilgisayarımızı…
Bunlara gerçekleri nasıl anlatmalı?..

Adamlar halen yarattıkları Allah’a tapıyorlar.
Üstelik bir de bizlere “Yarattığımız Allah’a sen de tapmalısın! Yoksa kâfir olursun!” diyorlar.

Bütün bu hayalcilerin arkasında laik devlet(!) var.
Din inanç özgürlüğü diye laik devlet bunlara arka çıkar.

Biz gerçekleri söyleyince takibata uğrarız.
Onlar yalan ve hurafeleri anlattıkça devlet kademelerinde yer alırlar; biz de baka kalırız.

Eğer gerçek düşünce ve anlatma özgürlüğü olsaydı;
Bunların ipliği pazara çıkardı.
Bizler Dinsel gerçekleri anlattıkça bunlar kaçacak delik aradı.

Ne var ki gerçekleri söylemek yasak bize…
Hayallerinde yarattıkları Allah’ı halka dayatmak serbest hayalcilere…

Hayalciler arasında hayalci olamayız.
Ne Pahası dursa olsun bu hayalcilere gerçekleri anlatmalıyız.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler yeniden sana.
Av. Hayri Balta, 11.6.2006
x
Baba,
Ne güzel yazmışsın yine.
Tam benlik bir konu ilgimi daha çok çekti.
Bu, bu gün okuduğumuz “Emekli Paşamız” da, yazdığı yazıyı, bu yazın üzerine yazmış olmalı.
Eline, beynine sağlık, benim bunları sana iletmem yakışık almaz ama, teşekkürler baba…
Senin kızınım ya bu en güzel armağan bana. Seni seviyorum, hem de çok.
Babasının Kızı
Yener Balta, 11.6.2006
+
Babasının Kızı Yener Balta’ya,
Teşekkür ediyorum dolu dolu duygularımla.

Yener kızımızın yazdıkları şu açıdan önemlidir.
Yener kızım beni en yakından izleyenlerden biridir.
Bu nedenle yazdıkları, tanıklığı, Fevzi Günenç kadar önemlidir…

Teşekkür eder babası, Babasının Kızı’na.
Umarım yaşam koşulları zorluk çıkarmaz sana.
İstediğin kadar mutluluk yaşa ömrün boyunca…
İstediği kadar baba sevgisi benden ona.
Şimdi kalsın sağlıcakla…
Av. Hayri Balta, 11.6.2006
x
Sevgili Bilge Balta Ustam…
Okudum “Mektup/ilet’ni. Çok duygulandırdı beni. Bilmediğim konuları içermiyordu ama bir kez daha anımsamak daha derinden deldi yüreğimi.
“Eldeki yara duvar deliği” derler. Bir kaç günden beri Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı romanını okuyorum. Orada da vurgulanan bu: Eldeki yara…
6-7 eylül olayları deyip geçiyoruz. Gerçeklere daha yakın bir gözlükten bakınca, küçük bir Rum kızının gözünden bakınca daha yürekten “vah” diyoruz. Bu konuyu uzun uzun yazacağım köşemde.
Senin yazınla ilgili konuyla bütünleştireceğim sanırım. Tek sıkıntım
yazılarımın bölük pörçük edilerek çeyrek sayfalık pehlivan öyküleri
gibi yayımlanması… Ona da katlanıyoruz.
Şimdilik sevgiyle kal, dost ustam.
FEV, 11.6.2006
+
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…

Üzme kendini,
Bozma keyfini,
Zayıf düşürme yüreğini…

Yazmak, yaratmak için yürek sağlam olmalı…
Bölük pörçük yazsalar da, pehlivan tefrikaları gibi bassalar da, yılmamalı, yazmalı.
Ozanımızın Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi “Bin beş yüz yıldır uykuda hâla… Uyarmazsan uyanacak gibi değil…” dediği için halkımızı uyarmalı…

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın her Pazar Cumhuriyetle şiirleri çıkıyor.
Fazıl Hüsnü Dağlarca; şiirleri ile şairlerimize ders veriyor.
Umarım Gaziantep’teki şairlerimiz hiç olmazsa her Pazar Cumhuriyet’i izliyor.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana ömür boyunca…
Av. Hayri Balta, 11.6.2006
x
TACA ATILANLAR 24

İyi Günler Hayri Bey;
Pazartesi ve Salı yazılarınızı aldım.
Ancak Aleviler hakkındaki yazı sakınca yaratır mı emin olamadığım için Salı gönüne bıraktım. Bilginiz olsun istedim.
Pazartesi babamlarla birlikte bir daha inceleyelim.
Yazdıklarınız çok mantıklı ancak, insanlar biliyorsunuz her zaman doğruyu duymak istemiyor.
O nedenle yazınızı tekrar hep birlikte bir değerlendirelim.
Kalın sağlıcakla
M. Bora Zor, 20.8.2006
+
Sevgili Bora,
Sokmayın kendinizi zora.

Yazıda Allah’a, dine ve mezheplere hakaret yok.
Bu demektir ki hukuksal bir sakınca yok.

Ancak ALEVİLER tepki gösterebilir;
diyebilirler ki : “Nasıl olur da bizi Müslümanlık dışı görebilir?”
Böyle deyen olursa; onlara da akıllarını başlarına getirecek kaynak kitaplar gösterilebilir…

Gazetemiz laiktir. İyi de olsa, kötü de olsa fikir fikirdir..
Kör inançlar gazetemizi yönlendirmemelidir.

O sakıncalı, bu sakıncalı!
Eee, biz bu halkı gittikçe Araplaştıran AKP iktidarına karşı nasıl aydınlatmalı…

Halil Zor gardaş bu işi benden iyi bilir.
Ne de olsa kırk yıllık mesleğidir.

Dediği dediktir.
Dediklerine boynumuz eğiktir.

Gazeteden 10 -15 kişi ekmek yemektedir.
Bilge Balta işçileri nasıl ekmeğinden edebilir?
Amacımız üzüm yemektir, bekçi dövmek değildir.

Yazıyı biraz daha yumuşattım.
Yine de olmazsa TACA ATALIM.
Eğer yayınlarsanız bu açıklamalarla birlikte iki günde yayınlayın, yayınlanmamaya karar verirseniz; bildirin,
Salı günü için başka bir yazı yollayayım…

Şimdi kalın sağlıcakla, saygılar,
Sevgiler Gazetemizin çalışanlarına…
Son sözüm şu: En küçük bir sakınca varsa, sakın yayınlama…
Av. Hayri Balta, 20.8.2006

ALEVİLİK BAŞKA ALİCİLİK BAŞKA
ALEVİLİK EN ESKİ DİNDİR BAŞTA 25

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar;
Beni de doğruları söylediğim için; ya sustururlar, ya kısa kes derler ya da bulunduğum ortamdan kovarlar.

Şimdi yine bir doğruyu söylemekle karşı karşıyayım.
Allah’ın emridir doğruyu söylemek. Bismillah deyip başlayalım.
Ama önce şu M. Ali Birand’ın 8.7.2006 tarihli Posta gazetesinde çıkan yazısını okuyalım:

“ÖĞRETSELER ALEVİ OLURDUM”

Sünni’lerin önemli bölümü Alevileri küçümser. Aleviliği bir oyun gibi görürler. Devlet ve toplum katmanındaki egemenliklerini kaybetmemek için, öğretilmesini de istemezler. Bu çarpıklık artık düzeltilmelidir.
Eskiden o kadar farkında değildim. Aradan yıllar geçtikçe, Sünnilerin Aleviler’e karşı nasıl bir susturma ve ezdirme politikası güttüklerini daha iyi görmeye başladım.
Sünniler’e göre Alevilik, bir nevi oyundur. Müslümanlıkla pek de ilgisi olmayan uçuk bir oluşumdur. Ünlü “mum söndürürler” lafını da Sünniler çıkartmışlardır.
Aleviler çok haklı. Devlet, Sünniler’in elinde. Durum böyle olunca da, Alevilik geri plana itiliyor. Öğrenilmemesi için elden gelen yapılıyor.
Ben kendimden örnek vereyim. Okulda bana Aleviliğin ne olduğu anlatılmış olsaydı, büyük olasılıkla Aleviliği seçerdim. Onların dünya görüşünü, dine yaklaşımlarını, felsefelerini kendime daha yakın görüyorum.
“Sünniler devletçidir. Otoriteye boyun eğerler, haklarını pek aramazlar Mutaassıptırlar. Aleviler ise, dünyanın ve yaşamın tadını çıkarırlar. Liberal bakışlı insanlardır. Haklarını aramayı bilirler. Aşırı tutucu değillerdir. İşte bundan dolayı, Alevilerin «zorunlu din dersine» karşı çıkmalarını, çok haklı bir istek olarak görüyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Aleviler’i Müslümanlık dışı görüyormuş dibi bir tutum ve söylevin içine girmesini de açıkça ayıplıyorum.
Mehmet Ali Birand, Posta. 8.7.2006”
+
Altını çizdiğim son tümce hariç M. Ali Birand’ın görüşlerinin hepsine katılıyorum; ancak, “Alevileri Müslümanlık içi” görmesine katılamıyorum.
Önce Alevilik’ten başlayalım. Hacı Bektaş Veli yolundan gidenlere mensubiyet eki olarak “i” eklenmiş ve Bektaş-i denmiştir. Bir iki örnek daha; Kadir-i, Hanbal-i, Hanef-i, Malik-i hep aidiyeti, mensubiyeti anlatır. Alevi de Alev’den gelir, “i” eki alarak Alev-i olmuştur. Eğer Aleviler Ali yolundan gelmiş olsalardı dilimiz kuralı gereği; “ci” eki alarak Alici denmesi gerekirdi.
Ne var ki zaman içinde Aleviler Sünniliğin baskısı ile asimile olmaları yanında canlarını kurtarmak için (Yavuz Sultan Selim’in ve Kuyucu Murat Paşa’nın katliamlarını hatırlayalım…) Ali kolundan olduklarını belirtmişlerdir. Yaptıkları takiyye nedeniyle; söylemlerine, şiirlerine, duazlanna ıslami motifler katmışlardır. Böylece Aleviler Ali’nin yolundan gidenler sanılmıştır. Ne var ki zamanla gerçekten de Alici olmuşlardır.
Alevilik Güneş’in Alev’e benzetilmesinden gelir. Aydınlık, ışık anlamına olan Alev’den türemiştir. Alev’e aidiyeti belirtmek içinde “i” eki ni alarak Alevi denmiştir.
Alevilik bütün dinlerden eski bir dindir. Kaynağı Mu İmparatorluğudur. Gerçi bütün dinler eskidir; ancak dinler içinde en eskisi ve en iyisi Aleviliktir. Sazı vardır, sözü vardır. Çalgısı vardır, içkisi vardır, dansı vardır. Kadın erkek eşitliği, tek evlilik, ibadette birliktelik vardır. Yaratılan yaratan ikiliği yoktur. Bütün bunlar ise İslam’a aykırıdır…
Peki, nasıl olur da böyle bir inanışa sahip olanlara Müslümanlığın bir kolu denebilir? Alevilik en eski bir dindir ama; aynı zamanda çağımıza yaraşır ve çağımızın aradığı bir dindir.
Yerimiz daralıyor; bu günlük şu şiirle yetineyim:
“Ta ezeldeki kandildeki nurdayım
Binde bir can ermedi bu sırra”.
Türkçesi: “En eski, geçmişten beri, güneşteki ışıktayım. Binde bir insan ulaşmadı bu sırra.” Dermani
Özetlersek: Aleviler; güneş’i, aydınlığı, ışığı kapsayan Alev sözcüğünden hareketle kendilerine Alev-i demişlerdir ve asıl inançlarını bütün dinlerden gizlemiştir. Dinlerinin sırları; Dedelerden, Babalardan sözlü olarak sonraki Dedelere, Babalara aktarılarak gelmiştir. Ser vermişlerdir, sır vermemişlerdir. Sırlarını, inançlarını ve canlarını kurtarmak için bütün zor karşısında kendilerine baskı yapan dinleri sahiplenmişlerdir. Çünkü bütün dinler; Alevileri, sapkın olarak görmüş ve gelişmelerine izin vermeyerek kitleler halinde öldürmüşlerdir.
Bu günlük bu kadar; bakalım kimler bize taş atar…
Av. Hayri Balta, 22.8.2006 PAZARTESİ için…
x
TANRI; MADDE, VARLIK, KİŞİ YA DA RUH OLARAK VAR MIDIR? 26

Ebu Ubeyde Bin Nihat adlı bir okurumuz bana “Siz kalkıp hangi rütbenizle Rahman ve Rahim olan Allah’tan hesap sormayı düşünebiirsiniz? Yoksa Hayri Balta artık ilahlık peşinde midir? demektedir.
Anlaşılan o ki bu okurumuz benim yazdıklarımı anlamamıştır…

Bir kere ben; insanın dışında bir Tanrının varlığına inanmıyorum ki, gidip ondan hesap sorayım…

Bir kere şu bilinsin ki insanın olmadığı yerde Yaratan (madde, toprak…) vardır ama Tanrı yoktur!..

Tanrı kendini (nefsini) bilen ve isteklerini (nefsini) denetim altına
alan insanın düşünce dünyasında vardır.
Bu yüzden “Nefsini bilen
Rabbini bilir!” denmiştir.

Sen kendini bilmediğin sürece Tanrı’yı bilemezsin ki? Bu gerçeği Şemseddin-i Sivasî şu sözlerle dile getirmiştir. Anlayan varsa beri gelsin:

“Gözle seni sen sende
Düşme diğer sevdaya
Sende seni buldunsa
Edersin vuslat yâr’a…” (Bedri Özbey, Veliler Bahçesi, s.16)

Ne demek istiyor; başka yerde Tanrı arama;
Kendinde ara ve sen kendini bilirsen kavuşursun O’na…

Bu konuda Hacı Bektaşi Veli de şöyle demektedir.

“Hararet nardadır saçta değildir.
Keramet baştadır, taçta değildir.
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac da değildir.”

Bu konuda İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun aşağıdaki sözleri dikkatle okunmaya değer:
“Halk ile meşgul olmak bir perdedir, O perde insanı Allah’ın kapısından içeri koymaz. Bina aleyh halkı terk eden nefsinden haberdar olur ve nefsini terk eden Arifi Billah (Allah’ı bilen) olur.” (Marifet name. s. 30).

Ne demek istiyor? Halkın inandığı gibi inanırsan; gerçeğe ulaşamazsın…
Ama kendini (nefsini) bilir ve kötü isteklerini frenleyebilirsen;
Doğru, güzel, iyi olanı yaparsan Tanrı’yı bilen olursun.

Tanrı’ya (Genel değerler ve doğrular, üstün duygu ve düşünceler, yüce kavramlar …) uymazsan; yani Tann’yı tepelersen huzurun kaçar.
Bu huzurun kaçmasına da din ilminde “Cennetten kovulma” denir.
Tanrı’yı bilmek ve bulmak için öncelikle; halkın değil, ariflerin, ermişlerin, yukanya aldığım sözleri üzerinde düşünmek gerekir.

Burada İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun halk dediği halkın nakle ve taklide dayanan Tanrı ve Din anlayışıdır.
Halka gerçek Tanrı ve din bilgisi vermeyenler ise her gece televizyona çıkarak yalanda yarışan, uydurmada uyuşan ilahiyatçılardır.
Ne acı ki bunlar bilmeyerek halkımızı (insanları) Tanrı’dan uzaklaştırmaktadır.

Yunus Emre bizim Anadolu’muzun ariflerinden biridir.
Mevlana’ya ne demiştir?

“Ete kemiğe burundum.
Yunus diye göründüm.”

Yunus, burada ne demek istiyor. Bunu da okuyucularım düşünsün. Ama ben yine de açıklamaktan kendimi alamıyorum. Yunus da; İsa gibi, Hallac-ı Mansur, Nesimi gibi “Enel Hak” demektedir.
Yani ben O’yum demektedir…

Tanrı konusunda yaptığım şu tanıma dikkatinizi çekerim: Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Maddî bir varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Tanrı ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Yine tanrı zat (kişi) olarak yoktur, sıfat (nitelik) olarak vardır…”
Hiçbir ilâhiyatçının Tanrı madde olarak vardır deyeceğini sanmıyorum. Çünkü kendi ifadelerine göre ‘Tanrı mekandan ve zamandan münezzehtir” ve ‘Tanrı, İnanan insanın kalbinden başka bir yerde de değildir” ve yine Kuran’a göre: “Allah Kişinin kalbi ile kendisi arasına girer.” (K. 8/24. 50/16)

Burada kalp dediği: İnsanın aklı, sağduyusu, vicdanı, bilgi ve kültür birikiminden oluşan; genel değerler ve doğrular, üstün duygu ve düşünceler, yüce kavramlardır ki bu Tanrı kavramı ile ifade edilir…
Bu duygu, düşünce ve kavramlara aykırı davranırsan Tanrı’yı tepelemiş olursun…

Tanrı’nın; kişinin kalbi ile kendisi arasına girmesi demek; insanın, Olumlu ve yüce kavramlar yanında, genel doğruların, üstün değerlerin, insanlıkça kabul edilmiş genel ahlakın varlığını her zaman kalbinde (sağduyusunda, vicdanında) duyması ve daima haktan yana, doğrudan yana, iyiden, güzelden yana olması demektir…

İnsan, bu olumlu kavramları, genel doğruları, üstün değerleri bir ilke olarak kabul edip yaşamına uyguladığı sürece huzur ve mutluluk içinde olur ki; insanın bu ruh hali, din ilminde, cennet ile ifade edilir.
Bu olumlu kavramların tersi olan olumsuz kavramlar; yani kötü olanlar, ilke olarak kabul edip yaşamına uygularsa huzur ve mutluluğu yitirir ki bu da, din ilminde, cehennem ile ifade edilir.

Bu açıklamalarım Adem ile Havva’nın cennetten kovulması ayetlerinde çok güzel ifade edilmiştir. Orada Tanrı (İnsanın aklı, sağduyusu, mantığı…); insana, şöyle seslenmektedir: “Her şeyi yap, ama şu ağacın meyvesini yeme!” (K. 2/35) demiştir. O ağaç kötülüğün simgesidir ve kötülüğün çeşidi çoktur. O meyveden yeyen huzur ve mutluluğunu yitirir. Yani Cennetten kovulur…

Biline ki Cennet de, Cehennem de insan yaşarken söz konusudur.
Öldükten sonra gidilecek ve hesap verilecek bir yer yoktur.

“Yine biline ki Tanrı, ölülerin değil; dirilerin Tanrı’sıdır.” (İn. Matta. 22/32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)

Bu demektir ki değil fiziksel olarak ölmüş bir insanın; yaşadığı halde kalp gözü kapalı ve cahil bir kısanın bile Tanrı ile ilgisi yoktur. Bu nedenle derim ki; olgun insanın olmadığı yerde Tanrı da yoktur…
Bu duruma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bu kavramların din edebiyat ve felsefesinde başka anlamları vardır Bunu kutsal kitapları inceleyen arifler, bilgeler, ermişler anlamışlardır ve ancak gerçeklere yabancılaşmış insanlara açıklamaktan korkmuşlardır…

Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözleri ile insanı tekamüle sürükleyen sözlerine Tanrı sözü (Allah kelâmı) denir.

Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı; Tanrı, kendi yarattığı insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.

Yine davranışını beğenmediği bir insanı “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) benzetmesi yaparak aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Tanrı’nın yüceliği ile ne oranda bağdaşır?..

Bu “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) ile “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) ayetleri şu gerçeği belirtmektedir ki bu beddua ve öfke Yaratan’a değil; İslam peygamberine aittir. Bu gerçeği Şeyh Bedrettin şu sözleri ile açıklamıştır: “Kuran Peygamberin sözleridir; ancak Tanrı kelamı demeyen kafir olur!” (Varidat). Şeyh Bedrettin’den de iyi bilecek değiliz ya… Takdiri size bırakıyorum.

Bütün canlıları yaratan maddedir; yani toprak. Bu nedenle “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” denir. Topraktan yaratılan insan ham madde olarak kabul edilir. Bu ham madde olan insanı eğitip, olgunlaştıran ve kendisine gerekli bilgileri vererek yaratan olgun insandır (İnsan-ı kâmil…). Din ilminde bu oluşuma “Allah insanı çamurdan yarattı…” denir ki insanın eğitilmemiş, gerçeklerden habersiz hali, din ilminde, çamur ile ifade edilir.

Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözleri ile insanı tekamüle sürükleyen sözlerine Tanrı sözü (Allah kelâmı) denir.

Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı; Tanrı, kendi yarattığı insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.

Yine davranışını beğenmediği bir insanı “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) benzetmesi yaparak aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Tanrı’nın yüceliği ile ne oranda bağdaşır?..

Bu “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) ile “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) ayetleri şu gerçeği belirtmektedir ki bu beddua ve öfke Yaratan’a değil; İslam peygamberine aittir. Bu gerçeği Şeyh Bedrettin şu sözleri ile açıklamıştır: “Kuran Peygamberin sözleridir; ancak Tanrı kelamı demeyen kafir olur!” (Varidat). Şeyh Bedrettin’den de iyi bilecek değiliz ya… Takdiri size bırakıyorum.
Bütün canlıları yaratan maddedir; yani toprak. Bu nedenle “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” denir. Topraktan yaratılan insan ham madde olarak kabul edilir. Bu ham madde olan insanı eğitip, olgunlaştıran ve kendisine gerekli bilgileri vererek yaratan olgun insandır (İnsan-ı kâmil…). Din ilminde bu oluşuma “Allah insanı çamurdan yarattı…” denir ki insanın eğitilmemiş, gerçeklerden habersiz hali, din ilminde, çamur ile ifade edilir.

Vahiy demek; ezoterik bilgi sahiplerinin; olaylar, sorunlar ve soruları çözümlemek için içine doğan duygu ve düşünceleri dile getirmesi demektir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî, insanî olanına ve insana tekâmül yollarını gösterenine dinsel bir terimle vahiy denilmiştir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî olmayanına ise ilham denir.

Vahyin de, ilham’ın da hepsine Türkçe’de “İçe Doğuş” yada “Esin” denir. Bütün esinlerin (Vahiy, ilham, içe doğuş…) kaynağı insanın gelişmiş aklı, bilgisi, kültürü sayesinde oluşan önsezisidir. Gelişmiş aklı, bilgisi, kültürü olmayana ne vahiy gelir ne de ilham…

Artık doğa olaylarını, toplum olaylarını, tıbbî olayları, uzay olayları Tanrı kavramı ile karıştırmamalıyız. Bırakalım tıp bilimi ile doktorlar uğraşsın. Toplum olaylarını sosyologlar incelesin. Uzay hakkında uzay bilimcileri konuşsun. Bizler Yaratan’ın olayları ile Tanrısal olayları birbirine karıştırmayalım. Yaratan’ın olaylarına örnek olarak: deprem, yerçekimi, mevsimler, göktaşının düşmesi, yıldız kayması, Güneş, Ay ve Yıldızların yörüngesi, her canlının doğup, büyüyüp ölmesi ve benzerlerini gösterebiliriz… Tanrısal olan nedir onu bulmaya çalışalım. Tanrısal olanlar ise; iyi, güzel, doğru, sevgi, yardımlaşma, öfkeye hakim olma, aç gözlü olmama, günlük kazancınla yetinme, ihtiyacından fazlasını ihtiyacı olana verme gibi insanî özelliklerdir…

Tanrısal olaylar yaşam deneyleri ile ortaya çıkar. Uygulandığında insanın yüzünü kızartmayan, başını ağrıtmayan, kendisini utanca boğmayan ve her zaman başını dik tutan yaşam yöntemi Tanrısal yaşamdır.

Böyle bir yola gitmeyi öğütlemek kolay ama uygulamak zordur. Bunun içindir ki “En büyük cihat insanın kendi nefsi ile yapacağı savaştır.” denmiştir.

Kendini bilmeyen insan Tanrı’yı bilemez. Tanrı’yı bilmek için insanın önce kendisini bilmesi; yani kendi kendini eleştirmesi, yargılaması; ruhsal yapısındaki eksiklikleri görerek gidermesi, kötü olanı yapmaması ve kötülerle ilişkiyi kesmesi gerekir ki; böylece Tanrı yolunda sayılabile… Aksi takdirde; ham gelir, ham gider…
Av. Hayri Balta, 28.2.2006

İHTİYACIMIZ AKILCI EĞİTİM
UYDURMAYA KANACAK DEĞİLİM 27

Köşe başlığıma dikkatinizi çekerim.
Köşe başlığında “TABULARA, TALANA, YALANA,BALTA” derim.
Halkımıza yalan söylenirse nasıl görmezden gelirim.

Yalan söylüyorlar.
Dini yanlış temele oturtuyorlar.
Bu nedenle de dinin nimetlerinden mahrum kalıyorlar.
Kanıtı: Gavurdan geri kalıyorlar, gavura el açıyorlar..
.
Bir yurttaş göndermiş.
Anlaşılan aklını imana kurban etmiş.
“Bu işler nasıl olur!” diye düşünmemiş.
Anlaşılan o ki bu mütedeyyin yurttaşımız merak edip İslam’ın tek sahih kaynağı Kuran’ı bile incelememiş.

İnceleseydi Kuran’ı,
Öğrenirdi Kuran’ın bunları yalanladığını…

Karşıtları İslam Peygamberine sorar:
“Her Peygamberin mucizesi var. Senin ki nerede, aktar?”
Yanıt verir Peygamber:
“Ben bir elçiyim. Ben size gerçekleri söylemekteyim. De ki: Kuran onlara yetmez mi? Niçin daha başka mucize isterler!” (Bkz. K. 17/90-94. 29/50-51.
Bu konuda 50’ye yakın ayet daha gösterilebilir…)

Şimdi biz Kuran’a mı inanalım?
İbn-i Teymiye’nin aşağıdaki yalanlarına mı inanalım?

Din adına söylenen yalanlara inanmayalım…
Akılcı eğitime yaslanalım.
Şimdi aşağıdakileri okuyalım:
+
Hakiki Allah dostlarının kerametleri, ya dini delil ve senetlerdir, ya da, insanların ihtiyaçlarını gidermedir.
Allah’ın Nebi ve Resullerinde bu’şekildeki mucizeler vardı. Velinin kerameti zaten, Allah’ın Resulüne tabi olmaktan geçer.
Böyle olduğu için de, velinin gösterdiği kerametler Allah Resulünün mucizelerine dahil olur.

Allah’ın Resulü Hz. Muhammed Aleyhisselamın mucizeleri çoktu ve burada birkaçını zikredelim:
1. Parmağı ile ayı ikiye bölmesi,
2. Küçük taşların avucunda tesbih haline dönmesi,
3. Ağaçların yürüyerek kendisine doğru gelmesi,
4. Elma ağacı gövdesinin, onun hasretiyle ağlayıp inlemesi.
5. Miraç olayından sonra Beytü’l Maktis hakkında geniş malumat vermesi,
6. Olmuş ve olacak şeyleri haber vermesi,
7. Eşsiz bir mucize olan Kur’an-ı getirmesi,
8. Yiyecek ve içecekleri bereketlendirip çoğaltması
9. Ümmü Seleme’den rivayet edildiğine gore, Allah’ın Resulü, Hendek Savaşı sırasında azalmış yiyecekle bütün orduyu doyurmuş ve gene de o az yiyecekte bir azalma olmamıştır.
10. Hayber savaşı sırasında, bir dağarcık suyla bütün savaşçıları suya doyurmuş, fakat sudan eksilme olmamıştı.
11. Tebük savaşı yılında, az miktarda bir yiyecekle otuz bin savaşçıyı doyurmuş, gene de yiyecekten zerre kadar bile eksilmemişti.
12. Birçok kereler yanlarındaki arkadaşları susadığı zaman, mübarek parmaklarından sular akıtarak, arkadaşlarına içirmiştir. O kadar ki, Hudeybiye savaşında, parmaklarından akıttığı su bin beş yüz savaşçıya yetmişti.
13. Ebu Katade’nin gözü yanağına doğru aktığında, Allah Resulü, gözünü yerine iade etmiş ve göz eski şekline dönmüştür.
14. Kab bin El-Eşrefin öldürülmesi için gönderdiği Muhammed bin Mesleme, giderken düşmüş ve ayağı kırılmıştı. Allah’ın Resulü mübarek elleriyle onun ayağını sıvazlamış ve ayak derhal iyileşmişti.
15. Bir keresinde Allah’ın Resulü, kesilip pişirilen bir keçiden yüz otuz kişiye et taksim etmiş ve herkes yiyip doyduktan sonra bir kısım da artmıştı.
16. Hz. Cabir’in babası Abdullah öldüğü zaman, bir Yahudiye otuz kap hurma borcu kalmıştı. Bu borçtan dolayı Yahudiler Cabir’in sıkıştırıyorlardı. Cabir’in ise, babasının borcu kadar hurması yoktu, ancak bir miktarı vardı. Alacaklı da, elbette bir Yahudi olduğu için bu eksik hurmayı kabul etmiyordu. Sıkışan Cabir, durumu Allah’ın Resulüne açtı. Allah’ın Resulü Yahudileri yanına çağırdı ve Cabir’e; “Hurmayı tart ya Cabir” buyurdu. Cabir de tarttı ve babasının borcu kadarını alacaklısına verdi ve geriye de on yedi kap hurma kaldı.
Allah Resulünün bu gibi mucizeleri oldukça çoktur. Biz burada sa dece birkaçını zikrettik… (ibni Teymiye…)
+
Yaratan niçin akıl vermiş bize?
“Vurun duyduğunuzu, gördüğünüzü okuduğunuzu akıl terazisine…” diye…
Av. Hayri Balta,16.6.2006
x
“DİN BAŞKA ŞERİAT BAŞKADIR” 28

Sayın Hayri Balta,
Öncelikle sevgiler…
Atatürk’ün dine bakışı ile ilgili olarak pek çok kaynakta değişik bilgiler yer almaktadır. Şu adresteki linkte (www.harunyahya.org) bunlardan bazılarını bulabilirsiniz. Bu farklılığın sebeplerini araştırmak uzun sürer, fakat Atatürk’ü dine karşı mesafeli göstermek sizce doğru mudur? Bir kısım halkımızın bu şekilde Atatürk’e olan sevgisinde azalma olmaz mı? Başarılar ve mutluluklar dilerim.
Mavi Ufuklar, 12.6.2006
+
Sayın Mavi Ufuklar,
Önce sevgiler, çalışmanda başarılar.

Evet değişik bilgiler vardır.
Dediğim gibi bunlar 1924’e ve iktidarını pekiştirene kadardır…

Harun Yahya’ya gelince onun akıl ve ruh sağlığına ilişkin sorunu var.
Sonra onun cariyeleri var, motorları var.
“Dava zaman aşımı” nedeniyle yakayı yırtar.
Ayrıca şeriat propagandası yaptığı için ceza aldığı ve hapis yatmışlığı var.

Bir kere şu bilinmelidir ki “Din Başka Şeriat Başkadır”
Benim bu konuda yaptığım bir çalışma vardır.
Ne var ki ortam elverişli olmadığı için basılmamıştır.

Din’de Tanrı ile insan arasına kimse giremez. Din Yaratandandır.
Din; insanın, aklından, sağduyusundan, vicdanından oluşur.
Bu olgu Da “Din bir vicdan işidir” diye dile getirilir.
Şeriat ise Peygamberlerin koyduğu kurallardan oluşur
Şeritat’ta Tanrı ile insanların arasına; Peygamberler, kutsal kitaplar ve din adamları girer.
Halkımız bu durumda: “Musa şeriatı, İsa şeriatı, Muhammed şeriatı.”

Diyeceksiniz ki Peygamberlerin koyduğu kuralların (şenat) kaynağı birdir;
Hepsi vahiy kaynaklıdır ve vahiy de Tanrı’dandır.
Bu ise dayanıksızdır.

Basit birkaç örnek. Musa gelir erkekler için sünnet kuralını kor.
İsa gelir, “sünnet önemli değildir” diyerek sünneti kaldırır.
Muhammed gelir; yeniden sünnete döner…

Sonra biri gelir “Dinlenme gününüz Cumartesi olsun! der.
İkincisi gelir “Hayır Pazar olsun!” der…
Üçüncüsü gelir “Hayır Cuma olacak!” der…

Kaynak aynı ise dinlenme günleri niçin ayrıdır?

Bu çelişkinin içinden çıkamayan Müslümanlar buna hemen gerekçe bulur.
“Kuran’dan başkası değiştirilmiştir” der.
Peki koskoca Tanrı kendi gönderdiği kitap değiştirilirken seyirci midir?
Bir köy muhtarı bile genelgesi değiştirilse köyün altını üstüne getirir…

Sonra kitap bir tane değil ki… Her Havra’ya, her Kilise’ye yazılıp yazılıp birer Kitab-ı Mukaddes gönderilmiştir.
Bunların kimisi Şarkta, kimisi Garp’tedir.
Hangi ulaşım, hangi iletişim aracı ile bunlar bir araya getirilip aynı şekilde değiştirilip yeniden gönderilmiştir?

Önce Allah, Tanrı ve Yaratan kavramları birbirinden farklı kavramlar olduğu bilinmelidir.
Aklını sanal bir Allah’a, Peygamber şeriatına, kurban etmiş bir insan bu kavramları nasıl değerlendirebilir…

Sana basit bir örnek daha; şeriata göre Allah mekandan ve zamandan münezzehtir. (Bkz. K. 8/24)
Ve yine “Allah, hiçbir yere sığmamış; mümin kulunun kalbine sığmıştır.”
Ki bu bir Hadistir, kaynağı Kuran’ın 50. Suresinin 16. Ayetidir…

Şu an dünyada Allahlı Allahsız 360 şeriat vardır ve buna dinin çoğu yanlıştır.
Çünkü Tanrı’nın dini birdir ve bu din duygusu da yaratılırken yalnızca insanlara verilmiştir…
Peki, din adı verilen bu şeriat kurallarının kaynağı nedir?..
Ben söyleyeyim: Bunların kaynağı peygamberlerdir.
Bak dostum, insanlık bile örneğin spor konusunda, trafik konusunda, tıp konusunda bir tek kuralda birleşmiştir.
Dünyanın neresine gidersen git; spor, trafik, tıp… kuralları aynıdır.
Ne var ki dünyamızda ki 360 şeriatın kuralı ayrı ayrıdır.

Haşa, yaratan aciz midir ki kendi gönderdiği peygamberleri bir kuralda birleştirememiştir?
Yaratan’ın dini bir tanedir, bu din duygusu yaratılırken her insana verilir ve bunu da yalnız bizim gibi Bilgeler, Ermişler bilir…

Ama olaya sıradan insanların baktığı gibi bakarsak görürüz ki koskoca Tanrı milyarlarca yıldır tek dini insana kabul ettirememiştir.
Tek Tanrılı dinleri tarihi ise beş bin yıldır; koskoca Tarın beş bin yılda; dinini, bir kuralda ve bir bütün olarak insanlığa kabul ettirememiştir.

Öyle ki yüzlerce şeriat gelmiştir ve bunlar
Tanrı adına birbirlerinin canına, malına kastetmişlerdir.
Karısını, kızını, oğlunu, malını mülkünü gasp edip, ganimet adı altında, bölüşmüşlerdir..
Peki, Tarın böyle mi istemiştir?
“Tanrı böyle istemez!” denilmemeli midir?
Denilirse bilinmelidir ki Tanrı bilinmemiştir…

Gelelim Atatürk’ü şeriata karşı mesafeli göstermeye.
Eğer Atatürk’ü şeriatçı gibi gösterirsek; ülkemiz dönecektir Afganistan’a, İran’a, Irak’a ve diğer şeriat kuralları ile yönetilen ülkelere…

Sen razı mısın Hırsızın elinin kesilmesine,
Dinini değiştirenin öldürülmesine,
Zina yapan evlilerin taşlanmasına,
Bbekarların ise kırbaçlanarak ceza görmesine…

Katılabilir misin Hulle’ye?..
Dayanabilir misin kızının kocası tarafından dövülmesine?..
Dayanabilir misin devlete karşı gelenin çaprazlama el ve ayaklarının kesilmesine…
Daha gireyim mi günümüz ahlak ve hukukuna karşı olan şeriat kurallarından yüzlercesine…

İnsanlar bile bir insanın idam edilerek öldürülmesini istemezken; merhamet ve şevkat simgesi Tanrı böyle ister mi?

Burada yalnızca İslam şeriatından örnekler verilmiştir.
Örneğin Hindu dininde kadınlar kocalan ile birlikte yakılır…

Günümüz Türk toplumuna bunları reva görmek için insanın akıl ve ruh sağlığını yitirmesi gerekir.
Bu nedenle diyorum ki Atatürk’ün laiklik ilkesine, devrimlerine, ülkülerine sarılmak gerekir…
Ama biliyorum ki ne söylesem boşuna…
İnsanlık kendini; akıl, sağduyu, mantık, vicdan, bilim ve kültür birikiminin verdiği genel değerler, olumlu duygu ve düşünceler, yüce kavramlar ve Doğa yasalarına göre ayarlayacağına, gitmiş kendini kodlamış iman denilen mıknatısa…
Şimdi kal sağlıcakla,
Yine de sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 21.6.2006
x
BUNU BİZ YAZSAK SUÇ OLUR
NE DİNSİZLİĞİMİZ, NE KOMÜNİSTLİĞİMİZ
NE DE MASONLUĞUMUZ KALIR 29

Aşağıdaki satırları Kitabı Mukaddes Şirketi’nin Yeni Yaşam Yayınlan tarafından Şubat 2002’de 2. Baskı olarak yayınlanan Türkçeleştirilmiş olan “Kutsal Kitap (Tevrat, Zebur, İncil)” EZGİLER EZGİSİ (NEŞİDELER NEŞİDESİ) bölümünden alıyorum. Yani Yahudilerin ve Hıristiyanların Kutsal Kitabı’ndan…

Bilindiği gibi “Dört kitabın dördü de hak!”, “Dördü de Allah tarafından gönderilmiştir!” denir.
Alevi’si, Sünni’si bunu böyle bilir.

Müslümanlar: aşağıda görüleceği gibi, Tevrat, Zebur ve İncil’deki Allah’a yakışmayacak ayetleri gördükleri için Tevrat ve İncil için: “Allah’ın kelamı sonradan değiştirilmiştir!” diyerek işin içinden çıkmaya çalışır.
Oysa gayri Müslimler; yani, Yahudiler ve Hıristiyanlar, Müslümanlardan, çok daha tutuculardır.
Bu nedenle Allah’tan indiğini sandıkları kitaplarının bir harfinin değişmesine bile karşı çıkmışlardır.

Sonra dünyanın her yanına dağıtılmış tapınaklarda, kiliselerde, havralarda bulunan kutsal kitapların hepsi o asırlarda hangi araçla toplanıp değiştirildikten sonra aynı yerlere nasıl dağıtılacak?

Bizimkiler böyle düşünmeye yanaşmazlar.
Çünkü düşünmeye alışmamışlar. Ne yazılmışsa, ne söylenmişse körü körüne inanmışlar….

Sonra Allah; kitabının değiştirilmesine nasıl seyirci kalır? “Size ne oluyor da benim sözlerimi değiştiriyorsunuz?” demez mi?

Neyse bunlar ayrı bir konu. Şimdi “EZGİLER EZGİSİ’nin 7. ve 8. bölümünden aktardığım şu satırları okuyalım:
“Mücevher gibi yuvarlak kalçaların.
Yuvarlak bir tas gibi göbeğin.
Buğday yığını gibi karnın.
Üzüm salkımları gibi olsun memelerin.
En iyi şarap gibi ağzın.” (7. Bölümden)

“Keşke kardeşim olsaydın, Annemin memelerinden süt emmiş.
Dışarıda görünce öperdim seni.
Beni eğiten annemin evine götürürdüm seni;
Sana baharatlı şarapla, kendi narlarının suyundan içirirdim.
Sol eli başımın altında, sağ eli sarsın beni…” (8. Bölüm)

Hepsi bir yana “keşke kardeşim olsaydın…” deniyor Kutsal Kitap da…

Evine götürecek şarap içirip kendinden geçirecek.
Sarhoş edip başına çökecek…

Bütün bu sözler Allah kelamı olarak dayatıldı insanlara.
Kabul etmeyenler keskin kılıcın keskin yanını gördü enselerinde.

Kimi diri diri yakıldı,
Kimi ateşlere atıldı.
Kimileri engizisyonlardan geçirildi.
Böylece bu tür ilişkiler insanlara, Allah kelamı olarak kabul ettirildi.
Öyle ki Kuran’da Tevrat ve İncil için: “Allah; Kuran-ı, Tevrat’ı doğrulamak üzere indirdi.” (K. 3/3)” denildi…

Eğer içimizden herhangi biri “keşke kardeşim olsaydın…” sözcüklerini yazısının bir yerinde kullanmış olsaydı; ne dinsizliği, ne komünistliği, ne de masonluğu kalırdı.
Ensest ilişki öneriyor diye soluğu mahkemede alırdı.

Ama gerçek şu ki Allah kelamı diye dayatılan sözlerin hepsi Peygamberlerin, kahinlerin sözleridir.
Yukarıdaki sözler de Süleyman Peygamberindir.

Oysa Allah ne peygamber göndermiştir, ne kitap indirmiştir.
Bunların anlamı başka; bunlar din literatüründe simgeseldir…

Eğer İleri sürdüğüm bu sözlerimin gerçekliğini anlamak istiyorsanız Berfin yayınlarınca piyasa çıkan Arif Tekinin “SUMERLER’DEN İSLAM’A KUTSAL KİTAPLAR ve DİNLER” adlı kitabı alıp okuyunuz.

Kitabın yazarı medrese çıkışlıdır.
yıl imamlık, vaizlik yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığından emekli olmuştur,
Şöyle demiştir: “İnsanlara bu güne kadar yalan söylediğim için vicdan azabı çekmiştim. Vicdan azabından kurtulmak için…” diyerek aşağıda adını verdiğim bu kitapları yazmıştır.
İşte Arif Tekin’in üç kitabı:
“KUR’AN’NIN KÖKENİ”,
“MUHAMMED ve KURMAYLARININ HANIMLARI”,
“SUMERLER’DEN İSLAM’A KUTSAL KİTAPLAR ve DİNLER”

Bu kitapları nerede bulursanız alıp okuyunuz.
Okuyun ki din tüccarlarının yalan propagandalarla halkı kandırıp iktidara gelmelerini önleyesiniz…
Av. Hayri Balta, 3.7.2006
+
NOT: Felsefe öğrencisi sayın bayan Z. T. Yakışır mı, bir bayana MSN’me girerek “Fotoğrafında çok yakışıklı görünüyorsun!” diye yaklaşım sergilemek
Beni: Allahsızlık, dinsizlik, imansızlıkla suçlayacağına; e-posta adresime ileti göndererek soracakların, sorsana…
Böylece okuyucularım senin düşüncelerini de benim düşüncelerimi de görür
Ve böylece kimin doğru yolda kimin yanış yolda olduğunu bilir.
Av. Hayri Balta, 3.7.2006

ÖMER’İN ADALETİ 30

9 -14 Ağustos günleri BİRGÜN gazetesinde İslam Altın Çağını Yaşadı mı?” başlıklı Aydın KARAHASAN tarafından bir DİZİ yayınlandı.
3. Bölümde (11 Ağustos 2005 Perşembe) “HALİFE ÖMER’İN ADALETİ” başlıkla bir yazı vardı.
Dizi yazıda Ömer’in adaletsizliğine örnek olarak Mısır’daki İskenderiye kütüphanesi ile İran’ın ilimlerini ortadan kaldırması örnek olarak gösteriliyordu. Aynı dizide Allah tarafından korunduğu anlatılmaktadır.
Kuran’da; Mekke’nin Allah tarafından korunduğu şu ayetlerle dile getirilir:
1. “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi?” (K. 29/67)
2. “And olsun bu güvenli Mekke şehrine ki:” (K. 95/3)
Şimdi güven içinde bulunduğu söylenen Mekke’nin düştüğü duruma bakın.
“Bu dinsiz Emeviler yalnız mevalilere (Arap ırkından olmayan Müslümanlar değil) kendi ırkından olan Araplara bile en akla gelmedik zulümleri ve kötülükleri yaptılar. Kerbela’da başta peygamberin torunu Hüseyin olmak üzere peygamberin evlad ve iyalini Halife Yezid vasıtasıyla kılıçtan geçirdiler. Medine’de katliam yaptırarak bütün ensarı (İslam dini yardımcıları) ortadan kaldırdılar. Yine ondan biraz sonra Haccac, mancınıklarla Mekke’yi yerle bir ederek işgal etti. Abdullah bin Zübeyr’in kafasını kendi eliyle koparıp üç gün Kabe içinde gezdirdi. Üç gün boyunca Kabe içindekileri de kılıçtan geçirdi.
Oradan Medine’ye giden Haccac, oradaki halkı da kılıçtan geçirir. Kapısı kapalı görülen bütün evler, içlerindeki eşya ve insanlarla, yakılır. Kapı açıksa kılıç, kapalıysa ateş! Kuranlar parçalanıp ayaklar atona alınıyor; kadınların yaşmakları yüzlerinden çekiliyor, halhalları ayaklarından koparılıyor. Dinsizlik bir vahşet haline alıyor Bir düşüs ki “Emeviler devri eski putperestliğin dinlmesinden başka bir şey değildir…” (BİRGÜN10 AĞUSTO 2005. Dizi no. 2)
Dizide Ömer’le ilgili şu olay hakkında bilgi verilmiyor. Bilgi verilmeyen bu olayı da ben ekleyeyim istedim. Yalnız ben yazıma kaynak olarak Kuran’ı göstereceğim Çünkü, biliyorum ki, dinin çekiciliğine kapılmış yurttaşianmız Hadisten örnek verildiği zaman “Bu hadis sahih olmayabilir!” diyerek işin içinden kolayca çıkabiliyor.
Ne var ki Kuran’dan da alıp aktarsanız; düşünme gereği bile duymadan hemen kendilerine göre makul olan bir gerekçe gösterebiliyortar. Gösterilen bu gerekçelerin sağlıklı muhakeme ürünü olmadığı ilk bakışta görülmektedir.
Ömer’in adaletine ilişkin, halk arasında, bir çok kıssa söylenir. Bunlardan biri, iki kadın bir çocuğa sahip çıkar. Ömer’in huzuruna çıkan kadınlara Ömer: “Değil mi ki bu çocuk ikinizin. Ben de ortasından kılıçla ikiye ayınp yarısını birinize, diğer yarısını da diğer birinize vereceğim.” deyince çocuğun gerçek annesi: “Ben hakkımdan vazgeçiyorum. Yeter ki parçalama, çocuğu ona ver!” deyince. Ömer: “Al bu çocuğun gerçek annesi sensin …” diyerek çocuğu anasına verir.
Güzel bir öykü. Gerçekten olmuş mu yoksa kurgu mu orasını bilmiyorum, ama aslında bu olay Tevrat. I. Krallar 3/16-28’ de geçer ve Süleyman’ın hikmetine örnek olarak gösterilir. Bizimkiler Ömer’i yüceltecekler ya… Zaten Müslüman olup da Tevrat’ı veya İncin okumak isteyenlere de “tahrif” edilmiştir diyerek yasaklamışlar ya.. Yalanlarının ortaya çıkmayacağından eminler…
Ömer’i yüceltmek için bir de şu olayı anlatırlar. Ömer Kudüs’ü fethetmiş. Ordulan ile Kudüs’e girecek. Ömer öylesine adil ki altındaki deveye bir kölesi, bir de kendisi biniyor. Tam Kudüs’e girerlerken deveye binme sırası köleye gelir. Altın üstündekini gören Kudüs halkı. Ömer diye köleyi alkışlar.
Bizimkiler bu olayı Ömer’in adaletine örnek olarak anlatırlar. Ama şöyle düşünmeyi akıl edemezler. Acaba Ömer’in kaç kölesi vardı? Niçin diğer kölelerini de sıraya koymadı? Sonra Kudüs’ü fethetmiş Ömer. Kölelerinin altına çekecek at ve deve mi bulamadı? At, deve köküne kıran mı girdi de, bir deveyi kölesi ile paylaşıyor. Ömer’in gücü mü yetmez mi idi bir at veya deve getirttirip kölesinin altına çekmeye…
Hem Ömer bu kadar adaletli imiş de kölesini (kölelerini) azat etmek niçin aklına gelmiyor. İslam’a göre bütün kullar eşit olduğuna göre nedir bu hür köle ayrımı?.. Neresinden bakarsanız bakın iler tutar yeri yok!.. Söyleyenin de, dinleyenin de anlama özürlü olduğu yüzünden gözünden belli oluyor…
Bizimkiler bu sorulara yanıt vermeyi düşünmezler bile. Ne söylenmişse ne konulmuşsa önlerine onu kabul etmek zorundadırlar. Kabul etmedikleri takdirde Ömer’in adaleti ile karşılaşacaklarını bilirler…
Şimdi sözü daha fazla uzatmadan Ömer’in Adaleti başlıklı konumuza girelim. Ömer’in adaletinin ne menem bir şey olduğunu görmek için önce şu olaylara göz atmamız gerekiyor.
“Zübeyr, ensardan biri ile su hususunda anlaşmazlığa düşmüş. Çünkü her ikisi de hurmalarını Şiracu’l- Harre’den gelen su ile sulu-yorlardı. Sorunun çözümü için Peygamberin katına çıkmışlar. Peygamber de dinlemiş: “Zübeyr önce sen sula, sonra suyu komşuna bırak!” demiş. Ensardan olan kararı beğenmemiş. “Ey Peygamber Zübeyr halanın oğlu olduğu için onu kayırıyorsun.” demiş.
İkinci anlatılan olay da şu: “Bir münafık ile bir Yahudi aralarındaki anlaşmazlığa düşerler. Peygamber Yahudi lehine hüküm verince münafık buna razı olmayarak “Haydi bir de Ömer’e gidelim!” der. Birlikte Ömer’e giderler. Yahudi, Peygamberin lehine hüküm verdiği halde hasmının bunu kabul etmediğini ve bu nedenle kendisine geldiklerini söyler.”
Ömer: “Öyle mi?” diye münafık’a sorar. O da “Evet! der, dediği gibi oldu.” Ömer, “Öyleyse biraz bekleyin! Şimdi hemen gelip hükmü mü vereceğim.” Diyerek evine girer, kılıcını alır gelir ve: “Peygamberin hükmüne razı olmayanın alacağı hüküm budur!” diyerek münafık’ın boynunu vurur ve onu öldürür.
Ancak Kuran’da şöyle bir ayet (hüküm) vardır: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezâsı içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lânetlenmiş ve büyük azâb hazırlanmıştır. (K. 4/93)
(Bu konuda derinliğine bilgi edinmek isteyenler şu kitaplara baka
bilirler:
ESBÂB-I NÜZUL Abdulah EL-KÂDI. Tercüme Doç. Dr. Salih Akdemir. FER yayınevi. Ank. 1986. s. 117. ESBÂB-I NÜZUL H. Tahsin Emiroğlu. Konya 1968.
ESBÂB-I NÜZUL İMAM EBUL-HASEN ALİ BİN AHMED EL VAHİD) Bu ayet gereğince müminler arasında bir dedikodu başlar. “Ömer nasıl olur da bir mümini öldürür? Şimdi Ömer cehennemde temelli kalacak mı?”
Peygamber bakar ki bu işin sonu kötü olacak. Hemen şu ayetin geldiğini söyler: “Hayır; Rabbi’ne and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olamazlar…” (K. 4/65. Ayetler Diyanetin 1983 tarihli 9. baskısından…)
Böylece Peygamberin hükmüne içinde bir sıkıntı duymadan katlanmayan tamamen inanmış sayılmadığını anlıyoruz. Dolayısıyla Ömer’in öldürdüğü mümin sayılamaz. Hani İslam’da hoşgörü ve sevgi vardı. Ömer “Peygamberin verdiği hüküm temyiz edilemez. “Ben, Peygamberin verdiği hükmü temyiz edersem ondan büyük olurum ki haşa Öyle ise çekin gidin huzurumdan!..” dese ne olurdu?
İşte bu nedenle Kuran hükümlerine bir kuşku duymadan inanma hükmünün gerekçesi budur. Bunun içindir ki Allah’ın hükmettiği ile hükmetmeyen gerekçesi budur. Bunun içindir ki Allah’ın hükmettiği ile hükmetmeyen “kafirlerle, onlar İslam’ı kabul edinceye kadar savaşmak Allah’ın emri” (K. 9/29) sayılır. Gerçek İslam Allah’ın emrini yerine getirmek için günümüzde olduğu gibi kâfire savaş açmalıdır.
Ne diyordu İngiltere’den sınır dışı edilen Ömer Bahri Muhammed.
“İngiltere İslam ülkesi olana kadar terör estireceğiz!” (Bak. Vatan gazetesi. 8.8.2005)
Demek istiyorum ki söylenenlere inanmayıp gerçeği araştıralım. Nasıl olsa her konuda Türkçe yazılmış kitaplar var…
Av. Hayri Balta, 6.7.2006
x
VARSA, OKURLARIMA AÇIKLAMA 31

Niçin böyle bir başlık kullandım. Önce bunu açıklamalıyım:
Okuyanlarımın bildiği gibi önceleri bu köşede “Gaziantep Ekspres”e gönderdiğim yazıları günü gününe aktarıyordum.
Yalnızca Pazar günleri dinleniyordum.

Gaziantep Ekspres’te 2.2.2006’dan -11.11.2006 arası, birkaç aksaklık dışında, her gün yazdım.
Gaziantep gibi bir kentte yazılarım okunur sandım.
Şimdi yanıldığımı anladım…

10.11.2006’da ağır bir kalp krizi geçirdim.
Daha önce de 11.2.1991 tarihinde geçirmiştim.

O tarihte doktorlarım (Doç. Cavit Kocakavak, Kemali Beyazıt ve İstanbul Kalp Vakfında beni muayene eden bir doktor..) kalp naklinden başka yapacak bir şey yok.
Kalbin yüzde yetmişi ölü, pompalama oranı % 30…

Öyle ki doktorlarım benim için eşime ve çocuklarıma:
“Dikkat edin. Başından ayrılmayın. Üç aylık bir ömrü var. Hiç olmazsa ölürken suyunu verin…” diye bulundu uyarida…
Ne var ki ben 15 yıldır yaşıyorum.
Verilen ilaçlar böbreklerimi çürüttü.
Kronik böbrek yetmezliğine yakalandım.
Aynı zamanda ilaçlar bir de Gastrit mi Ülser mi ne baş ağrısı ise,
Bu hastalığı da yükledi bize…

Derken 10.11.2006’da ikinci bir kalp krizi….
Yoğun bakımda kalp atışlarımı normale sokmak için beni bayıltıp şok tedavisi uyguladılar.

Şimdi kalbinin çalışma, pompalama, kapasitesi % 15 dediler
Yaş da 75…
Ve bir saatlik bir ameliyatla kalp pili taktılar.

Şimdi sürprize hazır olun. Gaziantep’ten bir okuyucum;
Abi! Geçmiş olsun!” diye beni aramadı.
Belki gazeteye yazmışlar da Gazete bana aktarmadı.
Bunun yanında aynı gazetede yazdığım yazar arkadaşlardan da bir “geçmiş olsun!” diyen çıkmadı…

Bu durumda anladım ki biz “suya çizik çiziyoruz”.
Biz yazıp biz okuyoruz.
Biz çalıp biz oynuyoruz.

Kaldı ki her gün yazı yazacak gücüm de kalmadı.
Ve dikkatli olup kendimizi yormamalı.
Ancak can çıkar huy çıkmaz derler ya…
Yazmadan duramıyoruz.
Biz de stresimizi böyle atıyoruz…

Bu nedenlerle Gazeteye günlük gönderemeyeceğim.
Ancak gücüm yettiği oranda GÜNCE başlığı altında yazmaya ve Sitemizin diğer bölümlerine yazı yerleştirmeyi sürdüreceğim…

Bu arada Sitemiz okuyucuları yanında e-posta ki arkadaşlardan da geçmiş olsun diyenler oldu ve bunlara da yürekten teşekkür ediyorum,
Ve “geçmiş olsun” iletilerini de özenle saklıyorum…

Varsa okurlarıma böyle bir açıklama yapmayı zorunlu görüyorum.
“GÜNCE” de buluşmak umudu ile izin istiyorum.
Av. Hayri Balta, 16.12.2006
x
DİYANET “İRTİCA’NIN TANIMINI YAPMIŞTIR
BAKALIM AKP NASIL YANIT VERECEKTİR 32

İşte haber: “Ankara-Diyanet işleri Başkanlığı, AKP’nin sürekli “siyasi bir kavram” diye nitelediği irticaya “resmi tanım” getirdi.
İrticanın “gericilik, genel ve meşhur kullanımıyla geriye doğru hareket etme” olduğunu belirtti.
Başkanlık bu tutumu benimseyen kişinin de “mürteci” olduğunu bildirdi.” (Cumhuriyet. 20 Aralık 2006).
Bakalım, AKP buna nasıl yanıt verecekti…
Bilindiği gibi AKP Genel Başkan Yardımcısı Deng ir Mir Mehmet Fırat da “İrtica siyasi bir terimdir.
Muğlaktır. Her şeyi içine alabilir. Kim kime göre mültecidir.

O bakımdan devlet diye bunu tehlike olarak algılıyorsak, ki algılıyoruz, o zaman bunu belirlememiz lazım.
Şu şu olaylar ya da şu davranışlar irticai davranışlar dememiz lazım.

Bunu herkesin kendisine göre tefsir edebilmesi mümkün değil.
Yerine oturtması lazım.” demişti. (Cumhuriyet. 20 Aralık 2006)

Bu Cumhuriyet Osmanlı Saltanatının yerine kurulmuştur.
Hilafet kaldırılarak yerine laiklik getirilmiştir.
Şeriat hukukundan Medeni hukuka geçilmiştir.

Şimdi Saltanatın, Hilafetin, Şeriatın geri gelmesi için militanlık yapmak irticai hareket sayılır.
Bu yolda propaganda yapan, bu amaçla siyasi parti kuran, örgüt oluşturan, herkesin içtiğine, giydiğine karışanlar gerici sayılır.

Elbette geçmişle ilgili bağlarımızı koparamayız.
Ancak geçmişin günümüz ahlak anlayışına, hukukuna ters düşmeyen ahlaki, terbiyevi, hoşgörüyü, sevgiyi almalıyız…

Örnek çok da bir örnek bile çok gelir.
Örneğin şer’i hukutla hırsızlık yapanın eli, bilekten kesilir.
Şimdi yolsuzluk, hırsızlık, sahtecilik dosyaları bulunan ve dokunulmazlık gerekçesi arkasına sığınan ve bu arada da oy için dini politikaya alet edenlerin şeriat hukukunu ister görünmelerini ne kadar samimi bulabiliriz.
Bunlar; şeriat hukukunun gelmesini senden benden çok isteyemezler.
Çünkü seri hukuku geldiği takdirde Ali Diboluk yapanların, yetimin hakkını çalanların, eli kesilir.
Ne demişti bir ilimizin valisi: “Bu ülkenin % 90’nı Müslüman ama; % 60’ı da hırsızdır.”
Bu durumda nüfusumuzun yarısından çoğunun elleri bilekten kesilecektir.
Caddelerde, sokaklarda çolaklardan geçilmeyecektir…
Demek ki bunların şeriat hukuku istemeleri samimi değillerdir.
Av.Hayri Balta, 24.12.2006
ÖNCE BİLİMSEL DÜŞÜNEN İNSAN
KURTULMALI İNSAN, TABULARDAN 33

Değerli Tansel Semir,

Önce sevgiler sunarım.
Sonra içtenlikle kutlarım.

Gerçekten doğru ve güzel düşünüyorsun.
Düşünce açıklamalarınla ezber bozuyorsun.

Elbette düşünen, yaratan, üreten insandır.
İnsanoğlu, önce TABULARDAN kurtulmalıdır.
Bizlerin yaptığı da budur.
Önce uyuyan insanlar uyandırılmalıdır.

İnsanlık, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi:
1400 yıldır uykuda hala
Uyarmazsan uyanacak gibi değil…

Beynine, ellerine sağlık “ezber bozanım”
Düşüncelerine, çalışmalarına hayranım.

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana…
Av. Bilge Balta, 1.2.2007
+
NOT: KARL MARKSLA İLGİLİ YAZINIZ SİTEMİZİN SEÇMELER BÖLÜMÜNE ALINMIŞTIR…
x
NEREYE KAÇALIM 34

Usta yazar, böyle güzel yazar.
Görünce HB böyle usta yazar
Saygıyla ayağa kalkar.

Bırakır köşesini usta yazara
Saygı göstermiş olur böylece:
Hem yazara hem okura…

Suçumuz: Halkımızın refahını istemek
İşte asıl milliyetçilik bu demek
Olur mu, sen kâfirsin, sen komünistsin diye kendi yurttaşını öldürmek…
Dahası yurttaşını öldüren katille fotoğraf çektirmek?

Seni gidi gidi…
Ne yapayım ben senin gibisini…
Okursanız Bekir Coşkun’un yazısını,
Ayıplamazsınız beni…

Nereye kaçalım ey usta yazar.
Bu devlet, nereye kaçsak bizi yakalar…
Av. Hayri Balta, 2.2.2007

DEVLETİ GÖRÜNCE KAÇIN…

SUÇ örgütleri ele geçirildiğinde, devlet yakalıyor.
Devletin suçluları yakalaması daha normalken, bir örgüt çökertildiğinde, bir de bakıyorsunuz ki enselenen devlet…
(…..)
Diyelim ki gümrüklerde bir akaryakıt kaçakçılığı ortaya çıkartılıyor, suçlananlara bakın:
– Genel Müdür Vekili.
– Bölge Başmüdürü.
– Müsteşar.
– Bakan.
Acarkent’te ormanın çalınması suçu işleniyor, bir orman yağması örgütü çökertiliyor diyorlar, zan altındakiler:
– Orman bölge görevlileri.
– Belediye.
– Bilirkişiler.
– Devletin hukukçuları.
Hrant Dink suikastından hemen sonra zan altında kalıp da durumu kötü olanlar:
– Trabzon Emniyet Müdürü.
– Trabzon Valisi.
– İstanbul Emniyet Müdürü.
– İstanbul Valisi ve Yardımcısı.
– Polis.
+
Yolsuzluklardan, yağmalardan cinayetlere kadar…
Ne zaman bir suç işlense, sanıklar arasında devlet kurumları ve adamları yerlerini alıyorlar.
Son birkaç yılda böyle karşımıza çıkan “devletin adamlarını” bir araya toplasanız, bu arkadaşlardan en az iki devlet kurulur.
Peki; bu nasıl devlet?..
Böyle devlet olur mu?..
Bizim başımız derde girdiğinde “devlet” sanıp koştuğumuz devletin kurumları ve devletin adamları bunlar.
Ortaya çıkan her suçun içinde mutlaka ve mutlaka; devletin adamları, koltukları, makamları, görevlileri çıkıyorsa…
Bu kadar kirletilmişse devlet…
Bu kadar elden ayaktan çıkmışsa…
Her suç örgütü ele geçirildiğinde, devletin bir kısmı yakalanıyorsa.
Ve gidecek başka devletimiz yoksa…
Bizler ne yapabiliriz?..
Devleti görünce kaçmaktan başka…
Bekir COŞKUN, bcoskun@hurriyet.com.tr 2.2.2007

DERİN DEVLET, DEVLET SIRRIDIR/AÇIKLAYAN CANA KIYILIR 35

Devlet, Devlet olacak. Bu devletin içinde bir devlet, devletin bilgisi dışında işler yapacak.
Yaptıklarına da, Derin Devlet yaptı denecek.
Bu söylentilere inanır ancak
Ebleh bir ahmak…

Devletin yapısını bilenler
Derin Devlet safsatasını nasıl dinler.

Devletin bilgisi dışında kuş kanadını kımıldatmaz.
Aklı başında olanlar Derin Devlet safsatasını yutmaz.

Bilin ki ne yapılmışsa devletin bilgisi dahilinde yapılmıştır.
Devletin bilgisi dışında iş yapanlar Gölbaşında, İzmit’te öldürülüp yolun kenarına atılmıştır.

Şimdi şu ifadelere dikkat.
Veli Küçük general, olayların içinde bir adam.
“Devlet emretti ben yaptım!” der korkmadan.
Reşat Altay, Trabzon emniyet Müdürü idi.
16 Mart öğrenci katliamında katilleri kovalayan polislere “Geri çekilin!” demişti.
Bunun hesabı sorulmak istenince de
“Yaptığımız operasyonlardan biridir!” demişti.

Bu olay üzerine zamanın İçleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in tanıklığına baş vurulur.
Bizim CHP’li, hem de en devrimci milletvekili Hasan Fehmi Güneş Mahkemede: “Bildiklerimi söyleyemem, devlet sırrıdır!” der, tanıklıktan kaçınır…

Meclisin görevlendirdiği Müfettiş Kutlu Savaş bir sanığa sorar:
“Kaçak silahlar kime verildi?”
Sanık şöyle yanıtlar:
“Devlet sırrıdır, nereye verildiğini açıklarsam savaş çıkar..”

Derin Devlet, tuğlası çürük bir duvar.
Şöyle demişti Güldal Mumcu’ya Mehmet Ağar:
“Bir tuğla çek, yıkılır duvar…”

Daha bunun gibi binlerce örnek sıralayabilirim.
Ancak bu gerçekleri kime dinletebilirim…

Yapılacak iş demokratik, şeffaf bir devlet kurmaktır.
Böyle bir devletin kurulmasına da en büyük engel “Türk İslam Sentezci Derin Devlet”tir…”
Av. Hayri Balta, 8.2.2007
x
YÖNETİME BUNLAR GELECEKSE
ERDOĞAN, BAŞIM GÖZÜM ÜSTÜNE 36

Her zaman ben yazacak değilim ya…
Bu gün de yerimiz Umut Can Kaya’ya…
Varsa artı eksi sözünüz Bildirin, koyalım buraya…

Eğer; Kuva-i Millliyecilik, Milliyetçilik, Ulusalcılık bu ise,
MHP’yi, BBP’ni, Alperenleri, Ülkücüleri koyacağız nere?

‘Türk çocuğu suç işlemez” miş…
Ya, 7 aylık bebenin ırzına kim geçmiş?
Bu gün Türkiye’de
4 dakikada bir yaralama,
6 dakikada bir ev soygunu,
17 dakikada bir otomobil soygunu,
18 dakikada bir yankesicilik,
31 dakikada bir aile için şiddet,
41 dakikada bir kapkaç,
41 dakikada bir dolandırıcılık,
59 dakikada bir gasp ve yağma,
Her 2 saatte bir resmi kurum soygunu,
Her 4 saatte bir cinayet,
Her 4 saatte bir tecavüz ve girişimi,
Acaba bunlar Kürt mü, Ermeni’ mi?
Yoksa anadan ya da babadan dönme mi?
Türk çocuğu suç işlemez’miş, öyle mi?

Bu kafa nato mermer kafa…
Bu kafalar başa geçecekse Erdoğan geçsin başa…
Av. Hayri Balta, 12.2.2007
x
YANLIŞ HAYAT DOĞRU YAŞANMAZ,/YENİ BİR HAYAT LAZIM! 37

Devlet Bahçeli ve MHP’yi anayasadaki vatandaşlık bağıyla bağlı herkesin Türk olması ilkesine sahip çıktığı için vatan haini ilan edip, Türklüğün ırksal bir şey olduğunu vs. söyleyip, son günlerde ne mal olduğunu iyice gördüğümüz başka bir partiye geçen N. K. Zeybek (Türkiyeli her partili onu mutlaka kendi partisinden de tanıyordur, girip çıkmadığı yer kalmadı) Büyük Türk Birliği’nin kurulmasını emretmiş.
Birliği kuracağı ülkelerin Türkiye’ye yaklaşımları (Örneğin Kıbrıs), etnik yapıları, NKZ’nin emrine girmek için hazır bekleyip beklemedikleri gibi çok önemli şeyleri bir tarafa bırakalım, şimdi benim gibi ırksal olarak NZK’nin Türk kavramı dışında bıraktığı milyonlarca insan nereye gidecek? Biz başımızın çaresine nasıl bakacağız.
‘Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk” diye başlayan cümlelerle bu ülke insanına kin kusarak ölme ve öldürme yemini edenler, savunmalarının bir yerine “Türk çocuklarının elinden ekmekleri alınıyor. Mersin’de suç işleyenlerin yüzde 90’ı Doğulu ve Güneydoğuludur. Türk çocuğu suç işlemez” tarzı cümleler yerleştirebiliyor kolayca. Bu cümlelerdeki binlerce yanlış ayrıca ele alınabilir ama, ben tek soruyla yetineceğim şimdilik. Bu sizin yaptığınıza bölücülük dışında bir isim verilebilir mi?
En önemlisi ne biliyor musunuz; her an halkın bir kesiminden nasıl nefret ettiğinizi ortaya koyduğunuz halde nasıl kendinize rahatça vatansever diyebiliyorsunuz? Her söyleminizde ülkeyi kuzey-güney, doğu batı diye ayırıp daha sonra nasıl gönül rahatlığıyla ülkenin bölünmez bütünlüğünden bahsedebiliyorsunuz? Bu ülkenin halkına karşı bu kadar nefret besleyip sonra nasıl rahatça milleti sevdiğinizden bahsedebiliyorsunuz?
Kininizde, kanınızda kendiniz boğulacaksınız. Biz bütün bir halk el ele birlikte Türkiye’nin aydınlık geleceğine doğru yürüyeceğiz. Bu ülkeyi parçalamaya, halkı birbirine düşürmeye gücünüz yetmeyecek.
Umut Can Kaya, 12.2.2007
x
ŞERİATÇILIKLA, IRKÇILIKLA BU ÜLKE DÜZE ÇIKMAZ.
NASIL UYANDIRILIR ŞERİATÇI IRKÇI AYMAZ… 38

Emekli albay Fikri Karadağ bir dernek kurmuş. Masanın üstüne bir Kur’an ve bir de birkaç tabanca koymuş. Üyelerine aşağıdaki şekilde yemin buyurmuş…
“Kutsal Kur’anımız, bayrağımız ve silahlarımız üzerine! Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben!..”
Şimdi buraya bir nokta kayalım. 11 Şubat 2007 tarihli STAR’daki şu
haberi okuyalım:
“Kazada ölen 19 yaşındaki YORGO KURTULİ’nin organları 4 Türk’e hayat verdi.
Yorgo’nun böbrekleri Meryem Akbaş ve Dursun Tekin’e, kalbi Yeter Kaçmaz’a, karaciğeri ise Çapa’da bir hastaya nakledildi.
Haydi çık çıkabilirsen işin içinden.
Bilmem bu olay karşısında ne deyecek şeriatçı allameyle, ırkçı teoriysen…
Kutsal kitaplarda bu konuda açıklama yok, neden?..

Bir harfi değişmemiş kitapta şöyle denir. “Kitap’ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (K. 6/38)
Ama biz aradık, bu organ nakli konusunda bir tek sözcük bulamadık.

Yalnız organ nakli konusunda mı; Trafik, Kat Mülkiyeti, İmar Yasası, Hava, Deniz hukuku ve daha binlerce konuda günümüz sorunlarına yanıt verecek kurallar ve açıklamalar yok…
Olaya bir de ırkçılık açısından bakalım. Şu an Türk oğlu Türk Dursun Tekin’in, Meryem Akbaş’ın, Yeter Kaçmaz’ın ve diğer Türk hastanın DAMARLARINDA Ermeni kanı dolaşmaktadır.
Şu an dört Türk, bedeninde bir Ermeni’nin organları yaşamaktadır.

Yanıt verebilir mi şeriatçı allame; damarlarında Ermeni kanı dolaşan, bedeninde bir Ermeni’nin ve aynı zamanda bir Hıristiyan’ın organını taşıyan Türk ve Müslüman dört kişi ölünce Cennet’e mi gidecek Cehenneme mi?

Acaba Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben!..” deyen bizim ırkçı teoriysen; şimdi nasıl çıkacak işin içinden…

Organ nakli yalnız insandan insana yapılmıyor; aynı zamanda, bir insana; eğer dokuları uyuşuyorsa bir domuzdan da, bir Maymun’dan da yapılıyor. Yine aynı zamanda yıllarca önce ölmüş bir canlının bir hücresinden kopyalama yoluyla bir canlı yaratılıyor…

Bilimsel alanda, tıpta, ve gen biliminde oluşan bu gelişmeler aklını imana ve ırkçılığa kurban etmiş şaşkınları daha da şaşkın ediyor.
Bu şaşkınlık nedeniyle işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyor,
Düşünceleri kendisine ters gelen aydınlara saldırıp öldürüyor…

Bütün bu gelişmelerin içinden şartlanmış düşüncelerle çıkamayız.
Artık dine ve ırka dayalı bir devlet kurmayı bırakmalıyız.

Tek yol: Türk’ü, Kürdü, Ermeni’si ve diğerleri çıkar birliği nedeniyle bir Devletin çatısı altında birleşmektir.
Çare: Türk’ü, Ermeni’si, Kürt’ü ve diğerleri mensup oldukları devletin bireyi olmakla övünmektir…

Geçti artık dine, ırka dayalı devlet kurma anlayışı.
Artık kurulmalı akla dayanan insanlık çağı…

İnsan olmamız yetmez mi?
Bir insanın dini, ırkı bizi değil; ancak kişinin kendisini ilgilendirmeli.
Kimse kimseden; dini, ırkı nedeniyle nefret etmemeli?
Av. HAYRİ Balta, 13.2.2007
x
UNUTMAYIN DERİNİN DE DERİNİ VAR
KİMİLERİ DEVLETİN ALTINI DERİNDEN OYAR 39

Yavaş yavaş, teti teti, fethedelim kaleyi
Ürkütmeden Derin Devleti ele geçirmeli…

Hedef Türk İslam sentezidir…
Sırasıyla; silinmeli, Cumhuriyetin bütün izleri…

Fetullah Efendinin dediği gibi:
“Acele edilmemeli, hiçbir şey hissettirilmemeli…”

Ne demek, her kentin ortasında bir Atatürk heykeli,
Bu putçuluk değil mi?

“Laiklik de ne demek yahu! Bu millet isterse laikliği de kaldırır.”
Egemenlik kayıtsız şartsız ant-i laiklerin olmalıdır…

Müslüman olan laik olmaz.
Laiklik, dinsizliktir işimize gelmez…

Önce okul kitaplarından başlanmalıdır
Din iman, vatan millet diye diye…
Öğrencilerin beyni yıkanmalıdır…

Okursanız aşağıdaki iletiyi…
Siz de hissedersiniz,
Gelmekte olan tehlikeyi…

Fetullah Efendi’nin dediği gibi,
Yavaş yavaş, teti teti…
Saman altından su yürütmeli…

Av.Hayri Balta, 16.2.2007
x
BU NE ŞİMDİ 40

AKP Hükümeti göreve geldikten sonra Milli Eğitim Bakanlığının bastırdığı kitaplar yine bir tartışmaya yol açtı.
Yeni kitaplarda yer alan yakın tarihle ilgili bazı ifadelerin eski kitaplardakilerle çeliştiği ortaya çıktı.
CHP Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı, Milli Eğitim Bakanı Hüse
yin Çelik’in cevaplaması için yazılı bir soru önergesi vererek konuya
dikkat çekti.

Gazalcı’nın iddiasına göre, Prof. Dr. Ahmet Mumcu – Mükerrem K. Su’nun “T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” ve Niyazi Akşit’in Tarih kitapları ile 2005- 2006 döneminde okutulmaya başlanan İdris Akdin-Muhittin Çakmak-Mustafa Genc’in yazdığı tarih kitapları arasında çelişkiler bulunuyor.
Gazalcı’nın iddiasına göre, yeni kitapta; tarikatlar, Tekke ve Zaviyeler, Padişah ll.inci Abdülhamit ve Vahdettin, 31 Mart Olayı, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, laiklik, Şeyh Sait gibi konuları farklı yorumluyor…

İşte eski ve yeni kitaplardaki ifade farklılıkları…
ESKİ KİTAP – YENİ KİTAP
E. Tekke ve zaviyeler bilime ve laik yaşama aykırı, çağdışı kurumlar ve birer sömürü merkezleri durumuna geldikleri için kapatıldı.
Y. İslam dini ile bağdaşmayan inançlar ve adetler ortaya çıktığı için kapatıldı.
+
Şeyh Sait ve Derviş Mehmet birer tarikat mensubudur – BU BİLGİ ÇIKARILDI.
II. Abdülhamit aydınlara karşı baskı uyguladı – BU BİLGİ ÇIKARILDI.
E. Vahdettin ile Damat Ferit İngilizlerle işbirliği yaptı.
Y. Vahdettin yapmadı, Damat Ferit yaptı.
E. Atatürk’ün Samsun’a çıkışı konusunda Atatürk’ün Padişah Vahdettin hakkındaki sözleri yer alıyordu.
Y. Atatürk’le Vahdettin arasında bir uyum olduğu yazıldı.
E. Padişah Vahdettin İngiltere’ye sığındı
Y. Padişah Vahdettin Maltaya gitti
E. Türk kadını bilinçlendikçe kendiliğinden onu Orta Çağ yaşayışına hapseden kılıklardan kurtuldu, modern kıyafetleri benimsedi.
Y. Cumhuriyet Dönemi’nde kadınlar için giyim kuşam konusunda
herhangi bir yasa çıkarılmadı .
İŞTE KİTAPLARDAN ÖRNEKLER
ESKİ – Eski kitapta Vahdettin’in Atatürk’ün Samsun’a çıkışına karşı çıktığı yer alıyordu:
YENİ – Yeni kitapta ise bu görevi Atatürk’e Vahdettin’in verdiği ima ediliyor:
ESKİ – Eski kitapta Vahdettin’in İngilizlerle işbirliği yaptığı ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından İngiltere’ye kaçtığı yazıyordu:
YENİ – Yeni kitapta ise Vahdettin’in kendi isteği ile Müslümanların Halifesi olarak, Malta’ya gittiği yazıyor
Eski kitapla yeni kitap arasında laikliğin konusunda farklılık bulunuyor…
hurriyet.com.tr 14 Şubat 2007
x
LAİKLİK, ŞERİATA ÖZGÜRLÜK DEĞİLDİR
ŞERİATA ÖZGÜRLÜK, LAİKLİĞİ BİTİRİR 41

Koca koca adamlar, meydanı boş bulmuşlar.
Üstelik bir de başıma profesör olmuşlar.

Karşıt düşünce yok karşılarında, tek kale oynarlar…
Uydurmada uyuşurlar, yalanda yarışırlar
Üstelik bir de birbirlerini onaylayıp kutlarlar…

Neymiş de “Laiklik din ve vicdan özgürlüğü demekmiş.”
Ve bir de “Dinle ve Bilim çelişmezmiş.”
Şeriat verileri ise demokrasiye ve laikliğe ters düşmezmiş.
İran bu oluşuma güzel bir örnekmiş..
Bu nedenle şeriata özgürlük verilmeliymiş.

Laiklik olmuş şeriatın koruyucu kalkanı.
İsterler ki laiklik şeriata hizmet sunmalı.

Kaynatırlar cad kazanını fokur fokur…
“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur…”

Laiklik “vicdan özgürlüğü” demektir…
Şeriata özgürlük demek değildir.
Şeriata özgürlük laikliği çökertir…

“Vicdan özgürlüğü” bir kişinin istediği dini seçmesidir.
Bu kişinin tercihidir; buna kim ne diyebilir…

Ancak şeriatta “vicdan özgürlüğü” yoktur.
Dinini değiştiren, mürtet olur, boynu vurulur.

Şeriata göre “vicdan özgürlüğü” olamaz.
Şeriata göre: “Allah katında din İslam’dır. (K. 3/19, 85. 5/3. 9/33.48/28. 61/9) “İslam’dan başka bir dine tabi olanlar zarara uğrayanlardır. (K.3/85)
Öyle ki bir gayri Müslim “kafa parası (cizye) vermediği takdirde islam ülkesinde yaşayamaz… (K. 9/29)

Böyle bir dünya görüşüne özgürlük mlü denir?..
İşte bu nedenle laiklik gereklidir.

Laiklik bir dinin diğer dine tasallutunu önler.
Bu nedenle laiklikte, şeriatçıya, “Sen devlet ve toplum yönetimine karışamazsın!
Geçti artık dönemin, Otur oturduğun yerde…” derler…

Politikacılar; oy hatırına şeriata özgürlük verirse;
Ne demokrasi kalır ortalıkta, ne de özgür düşünce…
Şeriatçı, her şeye, herkese posta kor, inancı gereğince…

Bunun için şeriata özgürlük verilmemelidir.
“İnancını kendin yaşa, kimseye dayatma denmelidir.”
Laiklik “şeriata” özgürlük değildir…
Av. Hayri Balta, 22.2.2007
x
ŞU HARİKA ADAMLARA BAKINIZ
BİR MUM ALIP DERDİNİZE YANINIZ 42

İşte aşağıda gelen ileti.
Kimler yönetiyor bu milleti…

Söylemeye dilim,
Yazmaya elim
varmıyor.
Yazarken içim sızlıyor.

Bilmem yalan, bilmem doğru,
Yalansa, bundan “TEMPO Dergisi” sorumlu…

Daha çok meraklandırmayalım sizi,
İşte bize gelen ileti:

ŞU HARİKA ADAMLARA BAKINIZ
500’den biraz fazla çalışanı olan ve bu çalışanların şimdi okuyacağınız suçlan işlediği bir kurum düşünün:
3 kişi tecavüzden yatmış.
29 kişi eşine karşı şiddet kullanmakla suçlanmış.
7 kişi sahtekarlık suçundan tutuklanmış.

19 kişi karşılıksız çekten suçlu.
117 kişi doğrudan veya dolaylı olarak en az iki işinde iflas etmiş.
84 kişi geçen yıl içinde sarhoş olarak araç kullanmaktan tutuklanmış.

71 kişi kötü kredi geçmişi nedeniyle kredi kartı alamıyor.
14 kişi uyuşturucu ile ilgili suçlardan tutuklanmış.
8 kişi mağazada hırsızlık yaptığı için tutuklanmış.

21 kişi halen bir davada sanık olarak yargılanıyor.
Bunun hangi kurum olabileceğini tahmin edebilir misiniz?
Vaz mı geçtiniz?

Devam edin öyleyse…
???”
(Burada hangi kurum olduğu açıklanıyor
Yazarınızın ise bu kurumu açıklamaya eli varmıyor.)

Arife tarif ne hacet
Hangi kurum olduğunu anlamışsınızdır elbet…

İşte böyle bastıran parayı saygın oluyor
Konumları gereği kimse hesap sormuyor.
X
JAPONLAR’DAN ÖĞRENİLMESİ GEREKEN 10 TEMEL İLKE 43

Japonlar, ne hıristiyan, ne Musevi ne de müslüman.
Ne peygamberleri, ne de kutsal kitapları var ama, inandıkları insani değerler ile bütün dünyaya ders verdiler.
Demek ki insan olmak, başka birşey.
İnternette yaygın biçimde dolaşan aşağıdaki metin Japonya deneyimine ilişkin dikkate değer noktaları dile getirdiği için, Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun önerisiyle İngilizceden çevrilmiştir.
JAPONLAR’DAN ÖĞRENİLMESİ GEREKEN 10 TEMEL İLKE
Çeviren: Erkan Altinsoy (deprem danışmanı)
1. AĞIRBAŞLILIK
Hiçbir dövünme ya da aşırı hareketlerle ızdırap ifade etme görüntüsü yok. Üzüntünün kendisi yüceltildi.
2. ONUR
Su ve yiyecek kuyruklarındaki disiplin. Hiçbir kaba söz ya da sert el
kol hareketi yok. Sakinlikleri övgüye değer.
3. YETENEK
Örneğin, inanılmaz mimarlar. Binalar sallandı ama yıkılmadı.
4. ERDEM
İnsanlar sadece o anda gerksinmeleri olanları aldılar, herkes bir
şeyler alabilsin diye.
5. DÜZEN
Hiçbir dükkan yağmalama yok. Yollarda korna çalmak, sollamak yok.
Sadece anlayışlı tavırlar.
6. ÖZVERİ
Elli çalışan deniz suyu pompalamak için nükleer reaktörlerin içinde
kaldı. Bunların yaptıklarının karşılığı nasıl ödenebilir?
7. DUYARLILIK
Lokantalar fiyatlarında indirim yaptı. Korunmayan bir bankamatiğe hiç kimse saldırmadı. Güçlüler zayıflara baktı.
8. EĞİTİM
Yaşlılar ve çocuklar dahil herkes ne yapacağını tam olarak biliyordu.
Aynen de yaptılar.
9. MEDYA
Bültenlerde kendilerini mükemmel bir şekilde dizginlediler. Aptalca
konuşan muhabirler/spikerler yoktu. Sadece sakin bir şekilde yapılan
habercilik. En önemlisi de,
DURUMDAN FAYDALANARAK KOLAY YOLDAN KENDİNE
PAY ÇIKARMAYA ÇALIŞAN POLİTİKACILAR YOKTUR.
10. VİCDAN
Bir mağazada elektrikler kesildiğinde, insanlar aldıkları şeyleri
tekrar raflarına koydular ve sessiz bir şekilde çıktılar.
Ülkeleri dev bir afete uğramış durumdaki Japon vatandaşlarından
dünyanın alacağı çok dersler var.
X
AV. HAYRİ BALTA’NIN ÖZ GEÇMİŞİ… 44

1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.
Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki bağlarında geçirdi.
Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…
Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…
1945 yılında Gaziantep Lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidemedi…
Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.
Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik, kilimcilik yaparak sağladı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursuna bitirdi…
Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini bıraktı.
25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef vurdu ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.
Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.
Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.
Yargılama sonunda mahkeme: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…
1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.
Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.
Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…
Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.
Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.
Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı.
Hukuk Fakültesi öğrencisi iken, 27 Mart l977’de, ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…
Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından oldu.
İlk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirince kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma geldi. ADD’deki görevinden ayrıldı ve doktorların sözü üzerine avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde yazarlık yapmaktadır…
Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…
65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyonlar değerindeki taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, dört kızına bıraktı…
Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da bir üniversitede Siyaset Bilimi hocalığı yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiş olup bir şirkette inşaat mühendisi olarak çalışmaktadır…
Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve bu davalardan birinin sonucunda da ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ kurulmuştur.
Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için, ayrıldı.
Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.
Bu günkü tarih itibariyle basılmış 31 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız dağıtılmaktadır… (Kitapların listesi aşağıdadır…)
2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli Sitesinde aydınlanma savaşı vermektedir…
Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; bireyciliğe karşı toplumculuğu, dine karşı bilimi, şeriata karşı cumhuriyeti, teokrasiye karşı laikliği, vahye karşı aklı, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, ruhçuluğa karşı maddeciliği savunmuştur…
Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…
Av. Eren Bilge, 19.11.2014
+
TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI: 45
(Alfabetik olarak)

1. Allah Denince 1/6
2. Allah Denince 2/6
3. Allah Denince 3/6
4. Aşağılık Maymun
5. Aydınlanma
6. Aydınlara Mektup
7. Bir Aydın Adayı
8. Cambaz
9. Emanet
10. Erenlerin Dünyası
11. İncil’den
12. Kaygılarım
13. Kızma Yok
14. Kuran’a Akılcı Bir Bakış (Kuran’dan)
15. Laiklerin El Kitabı
16. Laikliği Benimsemeden…
17. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
18. Misyoner’e Yanıt
19. Muhbir ve Tertipçilerim
20. Muzır’dan Kes!..
21. Röportaj ve …
22. “Sanal Katılım” ve “Taç’a atılanlar”
23. Sırların Sırrı
24. Son Nokta
25. SSS 1/23
26. SSS 2/23
27. Taç’a Atılanlar
28. Takvimlerden
29. Tanrı’ya Yakınlık
30. Tevrat’tan
31. Yitmiş Bir Adam