Hayri
KIZMAK YOK…
- ABDULLAH HOCA…
Abdullah Hoca, her Perşembe geçer televizyonun karşısına. Seyreder televizyonu, hem sevinçle, hem kederle. İnanç dünyası programını izlerken dünyaya erken gelmiş olduğu kanısına varır, üzülür (niçin üzüldüğü biraz sonra anlaşılacaktır).
Abdullah Hoca televizyonun yanlışlarını çıkardıkça kendi bilgiçliğinden gurur duyar, örneğin İnanç Dünyası programına Kuran-ın Arapça okunuşu ile başlanırdı. Önce Arapça okunur, sonra Türkçeye çevrilirdi.
Ancak Abdullah Hoca, Türkçe çevirilerin yanlış olduğuna inanırdı. Eksik yapıldığına inanırdı. Çünkü Kuran-ı okuyan hafız, okumasına “Evüzübilla himme şcytanürrecim” diye başlardı. Ne var ki bu Türkçeye “Allah adı ile esirgeyen rahman ve rahim Allah adıyla başlarım.” diye çevrilirdi. Oysa “Evüzübilla himme şeytanürrecim”in Türkçesi “Şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanı taşlarım” olacaktı. Ama çeviriciler nedense şeytanın taşlanmasından ve şeytanın şerrinden söz etmiyorlardı. Oysa bu çok günahtı. Allah kelamını eksik söylemek kadar günah bir şey olamazdı. Oysa bu şeytanın taşlanması olayı çok önemli idi. Çünkü şeytan Allah’a karşı gelmiş. Allah da onu lanetlemiş ve taşlanmasını emretmişti. Kur’an çeviricilerin bu olayı atlatmalarını büyük bir günah olarak kabul ediyordu.
Allah’a: “Senin kullarını baştan çıkaracağım” diyen bu şeytan değil miydi. Onun için her kim ne zaman Kuran okursa bu okumaya şeytanı lanetleyerek, şeytanı taşlayarak başlardı. Nedense TRT’ciler bu şeytan olayına hiç değinmiyorlardı.
Abdullah Hoca’yı baştan çıkaran ikinci görüntü de “İlahilerin okunması” bölümü idi. Bu bölümde yere bağdaş kurmuş pantolonlu, kravatlı başı açık kişilerin ellerini dizlerine vurarak, tempo tutarak, birbirlerine bakarak ilahi okumalarını hiç de doğru bulmuyordu. Bir kere Allah kelamı, ilahiler baş açık olarak okunamazdı. İlahi okunurken birbirine bakılmaz, kendinden geçmek gerekirdi. Oysa bunlar birbirlerinin gözlerinin içine bakarak doğru okuyup okumadıklarını anlamak istiyorlardı. Bu doğru değildi. Müslüman dediğin Allah kelamını söylerken Allah’la bir olup onunla bütünleşmeli idi.
Abdullah Hoca, bu ilahilerin okunması programında geçmişte başından geçen bir olayı hatırlardı. Kendisi de arkadaşları ile evinde bir gece düzenlemiş, hep birlikte ilahiler söylemişlerdi. Ama polis nerden duymuşsa duymuş, ilk gece kendilerini basıp karakola götürmüş, günlerce nezarette kalmış, arkadaşları ile birlikte mahkeme kapılarında sürünmüştü. Kendileri ilahi okursa suç oluyordu da, bu TRT’de ilahi okununca niçin kimse karışmıyordu.
Abdullah Hoca: “Serbestçe ilahi okumak için TRT’ci mi olmak gerek” diyordu. Bu devletin işine akıl sır ermiyordu…
Ankara, Barış, 3 Şubat 1985
66-EN BÜYÜK SAVAŞ
KIZMAK YOK
64-SORU MU BU?
Gelin sizinle aşağıdaki soruları yanıtlayalım. Bu soruları yanıtlayalım ki bu gün Türkiye Cumhuriyeti okullarında okuyan çocuklarımızın nelerle karşı karşıya olduğunu görelim. Böylesi sorulara yanıt veremediği için yüzlerce, binlerce öğrenci sınıfta kalmakta, başarısız sayılmakta, okulla ilgisi kopmakta, sokağa atılmaktadır.
Soru, Kolejlerde, Anadolu Liselerinde okutulan “Kolej ve Anadolu Liselerine Hazırlık” adlı kitaptan alınmış. Türkçe, Sosyal Bilgiler, Fen Bilgisi Beceri Testleri olarak Kolejlerin ve Anadolu Liseleri’nin 5. sınıfında okutuluyormuş. Yazarı da: Ziyaettin Büyükkoyuncu.
“Soru 10. Aşağıdakilerden hangisi devlete karşı bir görev değildir:
- Seçimlere katılmak,
- Öğretim görmek,
- Miraç Kandili.
- Askere gitmek”.
Şimdi ister istemez biraz düşüneceksiniz. Seçimlere katılmak, öğrenim görmek, askere gitmek devlete karşı görevlerimiz arasında diyeceksiniz. Çünkü seçimlere katılmazsanız, ilkokula gitmezseniz, askerden kaçarsanız bunun karşılığında devlet bize ceza verir, diyeceksiniz. Öyleyse sorunun karşılığı: Miraç Kandili. Çünkü Miraç Kandili devlete karşı bir görev olmadığı gibi, dinsel bir görev de değildir. Dinsel bir gecedir. Kaldı ki yalnız Müslümanlar içindir. Bu gece için dinsel bir görev de yüklenmemiştir Müslümanlara: Namaz, Oruç, gibi diyeceksiniz. Yanıt olarak: Miraç Kandili devlete karşı bir görev değil diyeceksiniz. Böyle derseniz, doğru yanıt verememiş olursunuz, belki sınıfta kalırsınız, belki de okuldan atılırsınız… Bu yüzden size, geri zekâlı, okulu bile bitiremedi diyenler olacaktır…
Kitaba göre, kitabın yazarına göre, doğru yanıt ne imiş, biliyor musunuz. Sıkı durun: Doğru seçenek B imiş. Yani öğrenim görmek devlete karşı bir ödev değilmiş. Yani, okuyamadınızsa canınız sıkılmasın. Okumak, öğrenim görmek pek öylesine önemli bir sorun değil. Okusanız da olur, okumasanız da… Nasıl olsa önemli olan öteki dünya…
Elbette siz sorunun karşılığı olarak Miraç Kandili dediğiniz için düşünüp duracaksınız. Pişman olacaksınız… Kırık not alma yanında Allah’a karşı bir suç işlemiş gibi suçluluk duygusu içinde şaşıracaksınız.
Siz şaşıra durun aynı kitaptan bir soru daha:
“Soru: 22. Tabiat olaylarını yöneten melek aşağıdakilerden hangisi?
- İsrafil.
- Azrail.
- Cebrail,
- Mikail.”
Bu soruya öğrenciler ne yanıt vermiş bilemiyorum…
Bu sorunun karşılığını ister bulun, ister bulmayın. Çünkü bilinmesi ile bilinmemesi arasında hiç bir ayrım yok. Bilseniz de olur, bilmeseniz de… Ancak, bu tabiat olaylarını yöneten melek hangisi ise çok acımasız bir melekmiş. Neden mi, baksanıza şu Kolombiya’da ki Almero kentinde yaşayanların başına gelenlere. Tabiat olaylarını yöneten melek hangisi ise yanardağdan lav püskürtüyor. Kızgın lavlar dağlardaki karları eritiyor. Eriyen karlar çamur halinde Almero kentini basıyor ve 22 bin kişi, bunların içinde kedi, köpek, büyükbaş, küçükbaş hayvanları saymıyoruz, çamur denizi içinde boğulup ölüyor. Nasıl melekmiş bu melek? Biz melekleri iyiliğin, saflığın, temizliğin simgesi olarak bilirdik, demek ki yanılıyormuşuz.
Bilmem, eğitimden sorumlu olanlar bu tür sorular üstünde durarak gerekli önlemleri alırlar mı. yoksa kendi çocuklarının kaderini de öylesine saçma sapan sorulara bağlarlar mı?
İnsanoğlunun aklı sorulara yanıt vermek üzere programlanmıştır. İnsanı çelişkiye düşüren sorular aklı işlemez duruma getirir. Bu ise insanı aptallaştırır. Yoksa insanın aptallaşmasını mı istiyor bunlar…
Ankara, Barış, 3 Ocak 1985
KIZMAK YOK
- KÖLELİK KONUSUNDA…
Televizyonda her hafta yayınlanan inanç dünyası diye bir program var. Kaldı ki televizyon yayınlarının büyük bölümü inanç üstüne.
Bu yayınlarda Allah adına, din adına: gerçek dışı, akıl dışı öyle şeyler söyleniyor ki sinirleri sağlam olmayan aydınların vay haline.
Bilmiyorum bu programları yapanlar, bu gerçek dışı, akıl dışı yayınları bilerek mi yapıyorlar, bilmeyerek mi yapıyorlar. Bana kalırsa bilmeyerek yapıyorlar. Çünkü bile bile bu denli gerçek dışı, akıl dışı yayın yapılamaz.
21 Kasım 1985’te yayınlanan inanç dünyasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden bir doçent aynen şöyle demiş:
“İslâm dini, kölelik denilen bir müesseseyi ortadan kaldırmak suretiyle birlik vücuda getirmiştir. Tarihte uzun zamandan beri devam eden bu müesseseyi ortadan kaldırmıştır” (31.12.1984, Cumhuriyet, Prof. Dr. Coşkun Üçok aktarıyor…)
Önce şu gerçeğe dikkat çekmede yarar var. Bir kere bilelim ki, dünyada köleliğin en son kalktığı ülkelerin başında İslam Ülkeleri gelir. Osmanlı döneminde köleliğin kalkma tarihi bundan 150-200 yıl öncesine rastlar. Hala da Afrika’nın Müslüman kabileleri arasında kaçak olarak köle ticareti yapanlar var. Birkaç yıl önce gazetelerde okumuştum.
Gerçi kölelik kurumunun niteliği değişti ya… Bu gün Avrupa’da, Amerika’da kaçak işçi çalıştırma eski kölelik kurumunun yerini almıştır. Şunu belirtelim ki, işçi köleden daha ucuza mal olmakta… Ancak konumuz bu değildir.
Konumuz İslâm dininin köleliği kaldırıp kaldırmadığıdır. Bu gerçek dışı konunun televizyonda 50 milyonluk halkımıza anlatılarak beyin yıkama yayınını izleyen bilim adamlarımız, araştırmacılarımız ne denli şaşkınlık belirtisi gösterseler yeri var.
Halkımız arasında Halife Ömer’in adaletine örnek göstermek amacı ile şöyle bir olay anlatılır. Halife Ömer zamanında Hıristiyanların elinden Kudüs alınmış. Halife Ömer Kudüs’e gidiyor. İlk Cuma namazını Kudüs’ün fatihi olarak Mescid-I Aksa’da kılacak, kıldıracak. Kudüs’e doğru giderlerken Halife Ömer’le kölesi arasında geçen olay şöyle:
Sözde, Halife Ömer devesine kölesini bindiriyor. Kendisi de yaya olarak devenin yanında yürüyor. Yani bir konak Halife Ömer deveye biniyor, bir konak da köle deveye biniyor. Öyle ki, deveye binme sırası kölede iken Kudüs’e giriliyor. Herkes de Ömer diye devedeki köleyi alkışlıyor… işin gerçeğini öğrenince de, Halife Ömer’in adaleline hayran kalıyorlar.
Burada birkaç soru gündeme gelir. Halife Ömer’in başka devesi mi yok. Bir deve de kölesinin altına çeksin. Sonra Halife Ömer niçin köle kullanıyor. Kölesini özgür kılsın. Yine bilindiği gibi Halife Ömer Halife Ebubekir’den sonraki halifedir. İslâm İmparatorluğunun en güçlü dönemidir. Böylece köleliğin Halife Ömer zamanında da sürüp gittiği gerçeği ortaya çıkıyor. Ne var ki Halife Ömer’in adaletini gösterelim derken birçok gerçek de gün ışığına çıkarılmış oluyor.
İslâmiyet köleliği gerçekten ortadan kaldırmış mı? Bu konuda bir de İslam’ın kutsal kitabına bakalım. Kuran’da kölelikle ilgili birçok ayet vardır. Ör. orucunu bozarsan, namazını kılmazsan ya da büyük bir günah işlersen şu kadar köleyi azat et, deniyor. Kadın köle olan cariyeler erkeğe helal kılınıyor. Parası ile değil mi istediğin kadar cariye alabilirsin.
Yine kölelik konusunda Kuran’ın Nahl suresinin 75.ayetinde aynen şöyle yazıyor: “75. Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi misal gösterir: Hiç bunlar eşit olur mu?” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Yayın no: 90, dokuzuncu baskı, sayfa 275)
Yani Allah, köle ile özgür ve zengin bir kişi eşit olur mu demiş oluyor… İyi ki kutsal kitabın bir harfi bile değiştirilmemiş deniyor. Yoksa bunu uydurmuşlar diyebilirlerdi. Yine Diyanet İşlerinin bastığı kitaptan aldım ki, hemen saldırıya geçilmesin.
Evet, İslâmiyet kölelik kurumunu kaldırma yolunda hiçbir işlem yapmamıştır. Doğru oturalım, doğru konuşalım… Herkesi kendimize güldürmeyelim…
Ankara, Barış, 31.Ocak 1985
64-SORU MU BU (1)
KIZMAK YOK
- DÖNECEKSEK ATATÜRK’E DÖNELİM…
Şu satırları 17 Eylül 1984 tarihli Cumhuriyetten alıyorum: Milli Eğitim Bakanı: İlköğretim Haftasında “Osmanlı’dan miras kalan esasları okullara sokma amacında” diye yazıyor. Yalan değil bu. Kaynağı şu olsa gerek:
Bir gün önceki gazeteler Milli Eğitim Bakanı’nın, “Türk-İslam sentezine sahip çıkılması, bu sentezin muhafaza edilerek evlatlarımıza öğretilmesi gerekliğini” söylediğini belirttikten sonra şöyle söylediğini de yazıyor: “Kendimize dönmeli, bu küçük topraklarda başlatılan hak mücadelesine, Allah’ın mücadelesine girmeliyiz.”
Şimdi bu kendimize dönme sözü üzerinde duralım. 12 Eylül 1984 tarihinde İstanbul’da Aydınlar Ocağı: “Ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar” adında bir seminer düzenliyor. Aydınlar Ocağı Başkanı’nın: “Türkoğlu titre ve kendine dön!” dediği bu seminerde Milli Eğitim Bakanı da “Milleti terbiye etmekten” söz ediyor ve aynen şöyle diyor: “Milletin terbiye edilmesi milli politikanın ana amacı olması gerektiği”…
“Millet terbiye edilir mi?” Kimse çıkıp da bu nasıl söz demiyor. Milleti terbiye etme esaslarının ardında kendimize dönmekten bahsediliyor. Kendimize dönmek denince, eskiden çok sık söylenen ve şimdi de Aydınlar Ocağı Başkanı’nın söylediği: “Türkoğlu titre ve kendine dön” sözlerini anımsıyorum. Gözlerimin önüne de sudan çıkmış it’in silkelenerek, titreyerek, tüylerindeki suları sağa-sola sıçratması geliyor…
Bu kendine dön sözleri “totem” anlayışını daha doğrusu inanışını yansıtır. Bilindiği gibi dinsel anlayışlar “totem”den başlamış, sonra fetişizme gelmiş; yani putçuluğa gelmiş. Putçuluktan sonra, tek tanrıcılığa, tek tanrıcılıktan sonra gelişim sonucu da laikliğe gelinmiştir. Konuyu iyi niyetle ele alırsak: Milli Eğitim Bakanı Osmanlı’dan miras kalan esasları öğretmek gerektiği kanısında. Aydınlar Ocağı da daha eskilere giderek Orta Asya Türkçülüğü’ne dönmek gerektiği kanısında..
Dikkat ediyorum: Atatürkçülüğe dönmekten söz edilmiyor. Bu millet Osmanlılıktan, Türk-İslâm Sentezinden, Atatürk’ün kabul etmediği milliyetçilikten ne gördü ki?..
Bu millet ne gördü ise Atatürk’ten gördü… Bu günkü durumumuzu bile o en büyük Türk’e, Atatürk’e borçluyuz.
Döneceksek Atatürk’e dönelim…
Ankara, Barış, 19 Eylül 1984
- KÖLELİK KONUSUNDA
KIZMAK YOK
- KURBAN…
Dinsel Bayramlar içinde en eski bayramlardan biridir Kurban Bayramı.
Tarihçilerimiz, araştıranlar bu olayın ne zaman başladığını bile bulamazlar. Ancak, bilinen odur ki, insanlar toplum halinde yaşamaya başladıkları andan bu yana Tanrı için kurban kesmişlerdir…
İlk insanların kurban kesmelerinin nedeni bilinçli bir düşünce ile olmasa gerektir. Çünkü onlar yer kabuğunun oluşması sırasında zaman zaman yer oynaması ile, yanardağların harekete geçmesi ile yüzlerce, binlerce insanın ölmesini doğaüstü güçlerin kurban istemesine bağlamışlardır. Düşen bir yıldırımın yarattığı orman yangını ile çerden çöpten kulübelerinin yanmasını, ekinlerinin yanmasını, binlerce insanın, bunun yanında hayvanın yok olmasını Tanrının kan isteğine bağlamışlardır.
Bunun yanında günahkâr olma korkusundan, Tanrı’ya karşı suç işleme duygusundan kurtulmak için “Biz sana istediğin kurbanı keselim; yeter ki sen gazaba gelme, ” demişlerdir.
Kurban kesme, eski toplumlarda, insanların Tanrı ile anlaşması gibi olurdu. Tanrı gazaba gelip binlerce, milyonlarca insanın, hayvanın kanını akıtıp canını alacağına, kendileri en güzel gençlerini, en ileri gelenlerini, Tanrı’ya kurban edip onun kan gereksinimini karşılamakla karlı çıktıklarını sanırlardı. Öyle ya bin kişi öleceğine, bir kişi ölsündü.
Hepimizin de bildiği gibi eskiden hayvan yerine insanlar kurban edilirdi. İnsanı kurban etme geleneği İbrahim Peygamberle son buldu. Demek ki insan yerine hayvan kurban etme geleneği İbrahim Peygamberle başlamış. İbrahim Peygamberin sevilme nedenlerinden biri de bu: İnsanın kurban edilmesi geleneğine son vermiş olmasıdır…
Demek ki insanlık tarihinde kurban geleneğinin insandan hayvana doğru bir gelişmesi var. Önce insan kurban edilirken, sonra hayvan kurban edilmeye başlanmış…
Ancak, bazı toplumlarda hayvan kurban etme aşaması da geçilmiş.
Örneğin diğer kitaplı dinlerden olan Hıristiyanlıkta bu gelenek de ortadan kaldırılmıştır. Onların kitaplarında, bazı yerlerde, Tanrı’nın “… isteğim kurban değil, iyiliktir… “ (Tevrat, Hoşea, 6/6) sözüne dayanılarak hayvanları kurban etme geleneğinden vazgeçilmiştir. Hayvanları kurban etme geleneğini ortadan kaldıran da Isa Peygamberdir. Bu nedenle Hıristiyanlarda hayvan kurban etme yoktur… Ne var ki onlar da bu gelenekten vazgeçmemişler; her yılbaşında hindi kesmekteler…
Ancak, İslam toplumlarında toplumsal ve ekonomik nedenlerle kurban kesilmektedir.
Daha birkaç gün önce, radyoda kurban bayramı ile ilgili olarak bir din adamı açıklama yapıyordu: “Yoksul ve kalabalık aileler kurban etlerini dağıtmasalar da olur.” dedikten sonra: “Kurban kesmekle Tanrı’ya kan verilmiş olduğuna göre, amaç hasıl olduğundan etleri dağıtılmasa da olur” diyordu. Yani radyoda konuşan din adamına göre Tanrı kan istiyordu. Et istemiyordu. Kan akıtıldığına göre, sorun bitiyordu. Yanılgı Tanrının kan istediği inancında idi.
Oysa İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an da bile: “Elbette kurbanların eti ve kanları Allah’a erişmez. Lâkin sizden O’na ancak takva erişir.” (Kur’an, Hac 37) diye yazıyordu. Gel sen bunu şeriatçıya anlatabilirsen anlat!… İmkanı mı var…
Bu nedenle İslam tasavvufçuları kurban kavramına başka anlam vermişlerdir. Onların görüşüne göre: İnsan beşeri duygularından kötü olanlarını Tanrı’ya kurban etmelidir. Yani öfkesini, nefretini, öç duygusunu, dünya hırsını, mala, paraya, eğlenceye düşkünlüğünü Tanrı yoluna kurban etmek gerekir. İnsana ve topluma zararlı olan bu duyguları insana ve topluma yararlı hale getirmek için onlardan vazgeçilmelidir. Tanrı için Kurban kesmenin amacı bu idi. Yani bizleri zor duruma, yoksul duruma, aşağı duruma düşüren kötü duygularımızdan kurtularak iyi duygulara sahip olmak. Bu da Kurban kesmek gibi kolay olmadığından insan, Tanrı yoluna nefsini kurban edeceğine hayvanı kurban edip işin içinden çıkıyordu…
Yoksa hayvan kesmekle, kan akıtmakla insanın ruhsal yapısında olumlu bir değişiklik olamaz. Ne var ki bize kendi kötü duygularımızı Tanrı yoluna kurban etmektense hayvan kesmek daha kolay geliyor. Böylece kendimizi kandırmakla kalmıyor, Tanrı’yı da kandırdığımızı sanıyoruz…
Ne kadar “AH!” çekilse yeridir…
Ankara, Barış, 5 Eylül 1984
- DÖNECEKSEK ATATÜRK’E DÖNELİM
KIZMAK YOK
- AYDIN…
Düşün Dergisi’nin Eylül sayısında (s. 86-87) Adnan Cemgil şöyle bir soru atıyor ortaya:
“Aydınlar, özerk ve bağımsız bir sosyal grup mu oluşturur, yoksa her sosyal grubun kendine özgü, uzmanlaşmış aydınlar kategorisi mi var?”
Yazar bu soruyu soruncaya değin aydının tanımı ve görevi üzerinde değişik görüşleri açıklıyor.
Bu açıklamalar arasında “Aydın” sıfatının kucakladığı gerçeklere değiniyor ve aydının tanımını şöyle yapıyor:
“Akılcılık, bilime dayanarak her türlü batıl inançların, dinsel doğmaların kenara itilmesi, insanın mutluluğu yolunda toplumsal ilerlemeye duyulan inanç…”
Bu tanıma göre bir aydının öncelikle akılcı olması zorunluluğu var. Kendisini aydın sanan kişi akılcılığa karşı olamaz. Ne var ki kendini aydın sanan kişilerin çoğu bugün “Her türlü batıl inancın” ve “Dinsel doğmaların” kıskacı içinde bocalayıp durmakta.
Bir türlü “Batıl inançların” ve de “Dinsel doğmaların” etkisinden kurulamamaktadır.
Bu çelişkili durum yalnızca yurdumuz aydınlarına özgü değildir. Dünyanın bütün aydınları bu çelişkili durumdan kurtulmak için “Batıl inançlarından” ve “Dinsel doğmalarına” dört elle sarılmakla kalmamakta, kendilerinin sarılması yetmezmiş gibi halk tabakalarını da arkalarına alma çabasını sürdürmektedirler.
Bunlar içinde unvan sahibi olanlar yanında, düşünce, yazı, bilim, sanat adamları da vardır.
Bunların bir bölümü kurulu düzende çıkarcıların toplum üzerindeki egemenliklerini pekiştirmeye yardımcı; bir bölümü de, sorumluluklarını yerine getirme düşüncesiyle, eziyetlere, baskılara, zorluklara uğrayarak aydın olmanın sorumluluğunu ve görevini yerine getirmektedir.
Bu aşamada aydının görevi ile karşılaşıyoruz: Aydının görevi nedir? Aydının görevi: “Mevcut gerçeği söz ve yazı ile eleştirmektir. Bu eleştiriyi yaparak insanlığın daha mutlu, daha güvenli yaşaması yolunda uğraş veren aydının karşısına yine aydın çıkmaktadır.
Toplumun mutlu olamayışını bir yazgı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyen, bunu zorlamanın toplumdaki mevcut düzeni altüst edeceğini ileri süren aydınlar da bulunmaktadır.
Şimdi, yazımızın başında sorulan soruya dönebiliriz: “Aydınlar, özerk ve bağımsız bir sosyal grup mu oluşturur: yoksa, her sosyal grubun kendine özgü uzmanlaşmış aydınlar kategorisi mi var?”
Aydınlar, özerk ve bağımsız bir sosyal grup oluşturmazlar. Her sosyal grubun kendine özgü, uzmanlaşmış bir aydınlar kategorisi vardır.
Bu olgu insanoğlunun okuyup yazmaya başlamasından, düşünüp yaratmaya çalışmasından beri böyle olmuştur.
Böyle olmakta da devam edecektir.
Aydınlar da iyiliğe ya da kötülüğe araç olabilirler.
Önemli olan aydın denilen kişinin safını belirlemesidir. Aydın kişi iyilerin, kötülerin safında mı?
Denli mi densiz mi?… Bu iyi kötü kavramı da çıkar grubuna göre değiştiğine göre, çık çıkabilirsen işin içinden…
Ankara, Barış, 2 Eylül 1984
- KURBAN
KIZMAK YOK
- GENÇLİĞE SAYGI…
Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Vehbi Dinçerler’in şu sözlerini okumamış olsaydım, aşağıdaki gençlik kampı olayı dikkatimi çekmeyecekti. Şimdi Sayın Bakanımızın konu ile ilgili sözlerini okuyalım:
“Bizim okuduğumuz sınıflarda da bayan arkadaşlarımız vardı. Örneğin biz karı-koca aynı sınıfta okuduk. Beraber oturup kalktık. Bunda bir şey yok.” (12 Temmuz 1984 Cumhuriyet)
Özetlersek: Kız öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı sınıfta okumasında bir sakınca yok diyor. Bakanımızın bu sözlerine bakınca şeriatçılığından, hacılığından, beklenmeyen bir davranışla karşı karşıya olduğumuzu sanıyoruz. Aferin aydın hacı imiş diyoruz.
Gel görelim ki gerçek hiç de öyle sayın Bakanımızın sözünü ettiği gibi değil. Bakanımızın, kendi dili ile söylersek “kavli ile fiili” birbirini tutmuyor. Sayın Bakanımız kız öğrenci ile erkek öğrencinin bir arada bulunmasında herhangi bir sakınca yok demesine karşın, gençlik kamplarında kız ve erkek öğrenciler birbirlerinden ayrılıyormuş. Örneğin, Çanakkale İntepe Gençlik Kampı’nda haremlik-selamlık uygulanıyormuş. Kızların eğlendiği saatte erkekler, erkeklerin eğlendiği saatte de kızlar ayrı yerlerde tutuluyormuş.
Ama aynı kampa Almanya’dan turist olarak gençler gelince haremlik-selamlık yöntemi kaldırılmış. Türk öğrenciler için ise haremlik selamlık yöntemi sürdürülüyormuş. Bu uygulamaya Alman yöneticiler şaşmışlar:
“Gençler bu yaşta bir araya getirilmezse, ne zaman getirilecekler? Karışık kamplar, gençlerin birbirlerini tanımalarını kolaylaştırır.” demişler.
Almanya’dan gençleri getiren kafile başkanı ise: “Bu tür kampların amacının karşı cinslerin birbirlerini tanımaları ve birbirlerine yakınlaşmaları olduğunu” belirterek “Kampları ayrı ayrı hale getirenler, sanıyoruz hatalı düşünüyorlar.” demekten kendilerini alamamışlar.
Kamptaki gençlerin kız-erkek ayrımına karşı çıkmalarına aldıran yokmuş. Gençler bu konuda ne yapacaklarını şaşırmışlar. Kime başvuracaklarını bilmiyorlarmış. Erkek öğrenciler kendilerine güvenmeyen yöneticileri ayıplıyorlarmış;
“Kendileri gençliklerinde kız arkadaşları ile birlikte yaşama mutluluğuna eremediklerinden bu mutluluğu bize tattırmak istemiyorlar, bizleri kıskanıyorlar, bizleri de kendileri gibi sanıyorlar.” diyesi imişler…
Ne derlerse desinler… Kendilerine aldıran olmayacaktır. Yine Sayın Bakanımız da “Biz, kız-erkek bir arada okuduk. Ne var bunda?” demesine karşın, kızların kampı ile erkeklerin kampını ayıracaklardır. Ama aynı kampa Alman öğrenciler gelip kız-erkek bir arada eğlenmek isterlerse buna ses çıkartılmayacaktır. Yasak yalnız Türk olan gençler içindir. Alman gençleri için böyle bir yasak söz konusu değildir. Böyle bir uygulama ile Alman gençlerine ayrıcalık tanınmış olmuyor mu? Alman gençlerinin bizim gençlerden ayrıcalığı nedir ki? Bu soruya bir yanıt verecek yönetici çıkar mı acaba?..
Bilmiyorum, bir Gençlik Bakanı gençliğe böyle yaparsa, başkaları neler yapmaz?.. Oysa Atatürk Cumhuriyeti gençlere emanet etmişti. Biz, gençleri, birbirlerini emanet edemiyoruz…
Şeriat kurallarını delip geçemiyoruz…
Ankara, Barış, 26 Ağustos 1984
- AYDIN…
KIZMAK YOK
- NEFİS SORUNU…
Olayı Refik Erduran’ın Güne Gazetesindeki yazısından öğrendim…
Bir Türk ailesi, Almanya’dan, İstanbul’a tatile gelmiş.
Türk ailenin 12 yaşındaki kızı şortla otobüse binmiş.
Kızımızın bir elinde de top varmış.
Görülüyor ki kızımız daha çocukluğunu yaşamaktaymış…
Bir elinde topu, bacağında şortu olan kızcağızımızın İstanbul’da bindiği otobüsün şoförü:
“Bu kız bu otobüse binemez…”
Otobüstekilerden bazıları: “Sen ne karışıyorsun?” demiş olacak ki, otobüs şoförü:
“Bu kız otobüsten inmezse bu otobüsü gitmez…”
Sonunda şoförün dediği olmuş.
12 yaşındaki kız ailesi ile birlikte otobüsten indirilmiş.
Otobüs sürücüsünün gerekçesi ilginç:
“Bu kız erkek yolcuların nefsini uyandıracak şekilde giyinmiş!”
Şoförün bu gerekçesi, üzerinde durmayı gerektirecek türdendir.
Bizde kendini büyük sanan küçükler,
Her zaman bu sürücü gibi hareket etmiştir.
Erkeklerin nefsi uyanmasın diye haremlik selamlık yaratmışız.
Kadınlarımızı, kızlarımızı kafeslere kapatmışız.
Bu güzelim dünyaya özlemle baktırmışız…
Erkeklerin nefsi uyanmasın diye sinemada aile balkonu,
Lokantalarda aile salonu,
Gazinolarda kadınlar topluluğu icat etmişiz
Bir de çağdaş uygarlıkla yarışmaya girmişiz…
…
Gerekçe aynı: Erkeklerin nefsi uyanmasın.
Milli Eğitim Bakanı da “erkeklerin nefsi uyanmasın” diye Gençlik ve Spor Bayramlarımızda kızlarımızı sahaya şalvarla çıkarırsa bunlar nasıl olmasın?
Başörtüsünü takmayan “yaşam felsefesi sayan” bayan doçentimiz de erkeklerin nefsi uyanmasın diye mi başörtüsü takmaktadır.
Bunu bilemiyorum; ama bilinen şu ki kadınlarımızı, kızlarımızı erkeklerin nefsi uyanmasın diye bayramlarda bile çarşaf giydirilmektedir…
Şoförümüz de bu nedenle Almanya’dan gelen kızcağızı suçlayarak otobüsten indirmektedir…
Bilim, atalarımızın hayvan olduğunu söyler.
İnsanoğlu nefsini terbiye ettiği oranda hayvanlıktan kurtularak insanlığa erer…
Kendi bilen nefsine hâkim olur.
Nefsini bilen Allah’ını (kendisini) bilir…
Bu nedenle dinlerde nefsin terbiyesine çok önem verilmiştir.
İslam tasavvufu nefse öylesine önem vermiştir ki nefsi: “Nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziyye, nefs-i mardiye, nefs-i safiye” diye dillendirilmiştir…
Bunlardan kimilerine örnek verirsek Milli Eğitim Bakanı’nın yaptığı röportajda “oyarım” “kazırım” demesi nefsi emmare belirtisidir.
Yine şoförün şortla otobüse binen kız çocuğunu otobüsten indirmesi nefsi mülhimedir…
Evliyaların, ermişlerin, enbiyaların nefsi de, nefsi safiye olarak adlandırılır.
Nefissiz insan yoktur. Nefissiz insan ölüdür.
Ancak ölürse nefisten kurtulur…
Önemli olan insanın kendini terbiye etmesidir.
Bizimkiler nefsi terbiye etmenin ne demek olduğunu bilmemektedir…
Nefsimizi terbiye edeceğimize, nefsimizi uyaracak olayları ortadan kaldırırız.
Bu nedenle kadınlarımızı, kızlarımızı çarşafa kapatırız.
Kadınlarımız, kendisine yakışacak şekilde giyinmeleri ile nefsimiz mi uyanıyor,
Bizimkiler hemen kolayını buluyor…
Kadınlarımızı, kızlarımızı gözlerden uzak tutuyor…
Onlara çarşaf, başörtüsü giydiririz.
Biz erkekler ise batı tarzı giyiniriz.
Duygularımızı (nefsimizi) frenlemek yerine
Uyarıcıları ortadan kaldırırız.
Oysa nefsimizi terbiye ettiğimiz oranda şeytan denen duygusal dürtülerin üstüne çıkmış oluruz…
Yani insanlığı buluruz…
Ankara, Barış, 11 Ağustos 1984
- GENÇLİĞE SAYGI