Hayri

KIZMAK YOK

114- LÂİKLİK TARTIŞMASI… 

Lâiklik anlayışımız gereği bu yıl Suudilerin çağrısı üzerine Hac’ca giden 10 vali, iki Yargıtay üyesi, bir emniyet müdürünün bu davranışını anlayışla karşılıyoruz…

Bir insan vali de olsa, yargıtay üyesi de olsa, emniyet müdürü de olsa bir inanç sahibi ise inancının gereğini yerine getirecektir. Değil mi ki lâiklik ilkesine değer veriyoruz, lâiklik ilkesini yaşatmak istiyoruz.

Zaten lâiklik ilkesi nedir ki? Bütün düşünce ve inançlar karşısında nötr olmak ve devletin lâiklik ilkesi gereği onların ibadetlerini  yerine getirmelerinde her kolaylığı sağlamak.

Yine lâiklik ilkesi gereği hiçbir düşünce ve inanca, mezhep ve tarikata, diğerlerine karşı üstünlük ve ayrıcalık tanımamak…

Ama bizim lâik devlet; Hıristiyan’ın, Yahudi’nin, Alevî’nin adını anmaz.

Nasıl lâiklikse Sünniliğe de toz kondurmaz.

Şimdi düşünüyorum. Acaba bizler, Atatürk Cumhuriyeti’nin yeni kuşakları, lâiklik anlayışımız gereği, her türlü düşünce ve inanca gösterdiğimiz hoşgörüyü bu inanç mensuplarından görebilecek miyiz?

Örneğin 1987 yılından bu yana Suudi Arabistan’ın davetiyle 25 Vali Haç’ça gidip gelmiş.

Demektir ki görevdeki 3 Vali’den biri Haç farizasını yerine getirmişler.

Bu yıl gidenler arasında iki Yargıtay üyesi, bir de emniyet müdürü var.

Devlet ve hükümet büyüklerimizin birçoğu da daha önce gidip gelmişler, hacı olmuşlar…

İslâm inancına göre kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak küfürle eş değerdir.

İslam inancına göre İslâm dışındaki bütün dinler, düşünceler sapıklıktır.

İslam inancı insana aksiyon yükler.

İslâm dini Müslüman olmayanları imana davetle yükümlü kılar.

Bunun için cihada davet eder.

Bütün bunlar Kuran da yazılıdır ve İslam inancına göre bu emirleri yerine getirirken ölenler şehittir,

Kalanlar gazidir.

İşle benim korkum bu. Hacı devlet ve hükümet adamları, valiler, emniyet müdürleri, Yargıtay üyeleri İslâm’ın gereği olarak bizleri, yani lâik düşüncede olanları, imana getirmeye kalkarlarsa bu memleketin durumu İran’a dönmez mi?

Öyle ya Hac’ca gitmek nasıl bir İslâm inancı gereği ise Müslüman olmayanları imana davet etmek de bir İslâmî görev değil mi?

Çünkü yazılmıştır. “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” (K.8/39)

Ayrıca şu ayetlere de bakın… Ör. K.8/12, 9/5,29,123;66/9…

İslâm inancının bir kısmına uyup da diğer kısmına uymamak olmaz.

Hacı yöneticiler bizleri de imana getirmeye kalkarlarsa ülkede huzur kalmaz.

İşte o zaman bu lâik Türkiye’nin sonudur.

Ve gidiş de orayadır.

Gaziantep’te Bugün, 30 Temmuz 1990

115-ENDÜLİJANS

KIZMAK YOK

113- GAVUR İCADI…

 

İlk dinsizlik damgasını rahmetli Hacı Şükrü ile olan bir tartışma sonucu yedim.

Yıl 1950, yaşım 18 idi…

Hacı Şükrü yaşlı idi.

Ali Nacar Camisi’nin de müezzini…

Güzel de ezan okurdu.

Ancak onun beş vakit minareye çıkıp inmesini aklım almıyordu…

O yıllar hoparlör yeni yeni kullanılmaya başlamıştı.

Düğünlerde ve siyasal toplantılarda hoparlör kullanılırdı.

 Ben de tuttum saf saf Müezzin Hacı Şükrü’ye:

“Hacı emmi, sen bu yaşında her gün beş kere bu yüksek minareye niçin çıkıp iniyorsun. Minareye bir hoparlör tak. Yukarıya çıkmaya gerek kalmadan aşağıdan okursun. Hem sana kolaylık olur hem de cemaate. Çünkü daha uzak olanlar da hoparlör sayesinde rahatça duyar!..”

 

Hacı Şükrü bu önerime şiddetle karşı çıktı.

“Hoparlör gâvur icadı. Müslüman gâvur icadını kullanarak ibadet yapamaz!..” dedi…

Ben konuya yararlanma açısından, kolaylık açısından bakıyordum.

Öyle ki imamın namaz kıldırırken mikrofon ve hoparlör kullanmasında da bir sakınca olmadığını söylüyordum.

Ne var ki Hacı Şükrü yeniliklere karşı benim kadar açık değildi.

Bu önerim kendisini tedirgin etti.

Hacı Şükrü ile olan bu konuşmamız daha sonra caminin imamına ve ileri gelen cemaate intikal etti.

Ve hoparlörün gâvur icadı olduğu gerekçesi ile kullanılmamasına karar verildi,,,

Bana da dinsiz dendi.

Aradan zaman geçti. Yıllar sonra Ankara’dan Gaziantep’e gittiğimde baktım ki Hacı Şükrü ezanı mikrofondan okuyor…

Ne var ki yine minarelerin merdivenlerini tırmanıp şerefede okuyor.

Kendisi ile karşılaştığımda gülen bakışlarımla: “Ne oldu gavur icadını eline almışsın?

Sonunda benim dediğime gelmişsin.”

 

Bana dik dik baktı,

Arkasını dönüp uzaklaştı.

Ondan sonra da bir daha görmedim:

Hakkın rahmetine kavuştuğunu öğrendim…

Şimdi bütün minarelerde hoparlör var.

Sonuna kadar açıyorlar.

Ne makam kaygısı, ne ezgi kaygısı var.

Kendilerine göre ezan okuyorlar…

Ankara’nın, İstanbul’un en işlek caddelerinde hoparlörden ezan okuyorlar.

Kalabalık kentlerin gürültüsü azmış gibi tiz perdeden madeni sesi kulaklarımıza tıkıyorlar.

Her duyuşta Hacı Şükrü ile tartışmayı anımsıyor ve ona hak veriyorum.

Şu gavur icadının başımıza açtığına bak diyorum.

Madeni ses nerede,

İnsan sesinin doğallığı nerede?

Dinsizlik yakıştırması kaldı kesemize…

Gaziantep’te Bugün, 28 Temmuz 1990

114- LÂİKLİK TARTIŞMASI

KIZMAK YOK

112- CAMİ Mİ PARK MI?

Bu gün Ankara’da Anayasa Mahkemesi’nin karşısındaki boş alana ne yapılacağı tartışılıyor.

Çankaya Sedat Simavi Sokak’ta Anayasa Mahkemesi’nin karşısındaki Diyanet Vakfı’na ait cami yapılma isteğini protesto etmek üzere toplanan halk güvenlik güçlerince dağıtılıyor…

Lâikliğe Çağrı Grubu’nun binlerce üyesince imzalanan dilekçenin Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen’e iletilmesinin engellendiğini de gazeteler yazılıyor…

Atatürkçü Düşünce Demeği üyeleri de Anayasa Mahkemesi karşısında 150 metre ilerde cami varken inadına cami yapılmasında diretilmesini anlamlı bularak bu konuda Devlet ve Hükümet büyükleri nezdinde girişimlerde bulunulması için demek Yönetim Kurulu’na baskı yapıyor…

Çankaya Belediye Başkanı Taşdelen de “Çankaya’nın yeşil alana daha çok gereksinimi var. Biz buraya bina yapılmasına, cami yapılmasına karşıyız. 150 Metre ilerde cami varken buraya yeni bir cami yaptırmam.” demekte.

Ankara Mimarlar Odası, Laikliğe Çağrı Grubu, Çevre Mühendisleri Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği ise Belediye’nin bu tutumunu desteklediklerini bildirmekte…

Tartışma cami gereksinmesinden doğmamaktadır.

Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ve de lâik yargı organıdır.

Ne var ki şeriatçılar TBMM’in yasa yapmasına dayanamamaktadır.

Onlara göre yasa Allah tarafından konur ve bu yasalar da Kuran’da bulunur.

Dolayısıyla yasa yapan kurum da yasaları denetleyen kurumda yararsızdır…

Onlara göre Egemenlik milletin değil Allah’ındır…

Toplum nizamı Allah’ın kitabında yazılıdır…

Bunun da lâiklere bildirilmesi gerekir…

Bunun için de Anayasa Mahkemesi’nin karşısında bir cami yapılması yerindedir.

Anayasa Mahkemesi’nin karşısında her biri üç şerefeli dört minare…

Üç hoparlör bulunur her minarede…

12 hoparlörden ezan okunursa Anayasa Mahkemesi’’nin laik üyeleri için bundan daha büyük ceza olmaz.

Anayasa Mahkemesi üyeleri böyle bir durumda piliyi pırtıyı toplayıp kaçmaktan başka yol bulamaz…

Zaten amaç da budur:

Anayasa Mahkemesi’nin Laik üyelerine Allah’ın varlığını hatırlatmaktır…

Onları, öğle ve ikindi namazlarında, çatır çatır çatlatmaktır.

Gaziantep’te Bugün, 25 Temmuz 1990

113- GAVUR İCADI…

KIZMAK YOK

111- MEB’NDA MESCİT… 

Ben bu olayı yıllarca Talim Terbiye Kurulunda çalışmış, yüksek düzeyde yöneticilik yapmış birinden duydum. Bana anlatırken sanki ağlıyordu.

Ankara’nın göbeğinde TBMM’nin 150 metre berisinde bulunan Milli Eğilim Bakanlığı’nda öğle ve ikindi vakitlerinde hoparlörden ezan okunuyormuş. Ezan sesini duyan müdürler, memurlar, daktilolar, vatandaşa beklemesini söyleyerek, işi bırakıyorlarmış: Ezan okunması bitinceye kadar.

Yalnız ezan dinlemekle kalınsa yeter dersin. Ezan okunur okunmaz Bakanlığın alt katındaki bodrumda bulunan mescide namaza iniliyormuş. Mescide inmeyenlere mim konuyormuş. Bazıları da mimlenmemek, fişlenmemek ve de doğudaki illerden birine sürülmemek için namaza iniyormuş.

Namazı kıldıran da bir hademe imiş. Bakanlığın koca genel müdürleri, müsteşarları namaz vakitlerinde imamlık (önder demek) yapan hademenin arkasında namaz kılıyorlarmış…

Olacak iş değil ama oluyor. Hem de Atatürkçülük ve lâiklik adına oluyor.

Şimdi olaya Atatürkçülük açısından bakalım: Atatürk 1926 yılında Konya’ya gidiyor. Hükümet konağına girerken bakıyor ki bir mescit. Hemen emir veriyor: “Çağırın şu valiyi bana!” Vali geliyor. Atatürk; “Bu nedir?” diyerek Hükümet konağındaki mescidi gösteriyor. Vali de saf saf: “Mescit!” diyor. Atatürk öfke ile: “Devlet dairesinde mescit olmaz. Derhal kapatın!” Mescit derhal kapatılıyor. Üzerine üst kata çıkılan bir merdiven yapılıyor. Bu merdiven hala dururmuş. Unutmayalım tarihi 1926… Şimdi Atatürk’e çağrıda bulunuyorum: “Gel de memleketin halini gör!”

Olaya lâiklik açısından da bakalım:. Eğer devlet yurttaşlarının inancına saygı gösteriyorsa Hıristiyan yurttaşlar için kilise, Alevî mezhebinden olanlar için cem evi yapmalı değil mi? Çünkü lâik devlet bütün düşünce ve inanışlara aynı düzeyde tavır alır.

Olaya din açısından da bakalım: “Dinde zorlama ilkesinin” uygulanmasıdır. Namaza gidenlerle gitmeyenlerin bir tutulmamasıdır. Namaz kılmayanların kendilerini güvenlikte hissetmemeleri, tayin korkusunu yaşamaları ve duymalarıdır.

İşte ben yazıyorum. Bu gelişme çok kötü…

Gaziantep’le Bugün, 23 Temmuz 1990

112-CAMİ Mİ PARK MI?

KIZMAK YOK

110- AKIL ERDİREMİYORUM… 

Kuran’da  275 yerde:  “Düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta…

200 yerde: “Düşünme (tefekkür)” emredilmekte insana…

12 yerde: “Dolaşarak araştırıp ibret alma”

670 yerde de ilme teşvik buyrulmakta.

Demek ki Kuran-a göre insanlar akıllarını kullanacaklar.

Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecekler…

Ayetlerin ve eşyanın hakikatini anlamaya yönelecekler…

Gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye açacaklar…

Şimdi bu emir gereğince son hac faciası üzerinde düşünerek akıl yürütelim.

Bilindiği gibi son Hac faciasında 600’u aşkın yurttaşımız hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklarda Suudi Krallığı’nın önlem almaması nedeniyle yaşamlarını yitirmeleri üzerinde düşünelim.

Suudi Krallığı: “Takdir-i ilahi böyleymiş” sözleri ile işin içinden sıyrılmaya çalışıyor…

Birçok devlet ve hükümet büyüğümüz de olaya bu gerekçe ile yaklaşıyor…

Olayı kapatmakta daha büyük yarar olduğunu sanıyor..

Bu nedenle de olayın üzerine fazla gitmiyor…

Ne var ki Tanrı’nın bana verdiği akıl durmuyor?

Bana işin içinden çıkılmaz sorular yöneltiyor.

Hayır diyerek isyan ediyor.

Suudi Kralı “Takdir-i ilahi böyle imiş” diyerek, işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.

Kral da bir insandır.

Bu nedenle sorumluluktan kaçmaktadır…

Tanrı’nın kitabı olduğuna inanılan Kuran’ın Ali İmran Suresi’nin 97. ayetinde aynen şu ayet vardır:

“Orada apaçık deliller vardır.

İbrahim’in makamı vardır.

Kim oraya girerse, güvenlik içinde olur.

Oraya yol bulabilen insana Allah için Kâbe’yi haccetmesi zorunludur…”

“Kim oraya girerse güvenlik içinde olur” dendiğine göre; oraya girenlerin her türlü tehlikeden uzak olması umulur…?

Daha önceki Hac olaylarını ve Haç’taki ölüm olaylarını düşündükçe yukarıdaki ayetin yerine gelmemiş olmasının nedenini araştırıyorum.

Akıl bu ya… Niçin öyle dendiği halde böyle olduğunu merak ediyorum.

Gaziantep’te Bugün, 20 Temmuz 1990

111- MEB’NDA MESCİT

KIZMAK YOK

109- KURBAN BAYRAMI?

Konuya Kurban’ın tarihçesi ile girmenin yararı…

Kurban geleneği dinsel tapınmalar içinde en eski olanı.

İlkel insanlar;  can kaybına neden olan doğa olaylarının nedeni olarak kendi günahlarına Allah’ın öfkelenerek gazaba geldiğini sanırlardı.

Bu düşünce gereği Allah’la pazarlığa girerlerdi:

Sen deprem diye, sel felaketi diye, salgın hastalık diye bizim canımızı alma…

Biz sana verelim en iyisini canın da kanında…

Bu düşünce sonucu kendi soylarının en güzel delikanlılarını en güzel kızlarını tapınakların sunaklarında Allah adına keserlerdi.

Bu gelenek Yahudilerde İbrahim Peygamber’e kadar sürüp geldi…

İbrahim Peygamber bu konuda bir devrim yaptı.

İnsan yerine kesti koyun, keçi, inek, deve gibi hayvanı…

Öyle sanıyorum ki, insan yerine hayvan kesme geleneği üç bin yıldan beri sürmektedir.

Ancak artık bu konuda da bir toplumsal ve geleneksel devrim yapma zorunluluğu gündeme gelmektedir…

Ne var ki hala İslam toplumlarında bu gelenek sürmektedir…

Son İran depreminde İran Devlet Başkanı Rafsancani depremde ölenlerin “Bu bize Tanrı’nın bir uyarısıdır” diyerek Allah’ın hâlâ öfkelendiği zaman gazaba gelerek can aldığını sanmaktadır.

Yine son Hac felaketinde de Suudi Kralı, ölenler için “Bu bize Allah’ın bir uyarısıdır” diyerek kendi sorumsuz ve önlemsiz davranışının sorumluluğunu Allah’a yüklemektedir…

Oysa Allah cana kıyar mı?

Allah yarattığı güzelim insanların canını alır mı?

Allah gaddar olabilir mi?

Bu konuda Kur’an’da: “Kestiğiniz Kurbanların hiç birinin kanı Allah’a ulaşmayacak. Ancak, iyi işleriniz Allah’a ulaşır” diye yazılmaktadır. (Hac Suresi, 37)

Türk toplumu, İslamî kurallarının bütün gelişmelere engel çıkarmasına karşın gelişme yolunda ilerlemektedir.

İlk olarak lâiklik ilkesini getirmekle bütün düşünce ve inançlara özgürlük tanımaktadır.

Bunun sonucu olarak bugün idam cezalarının infazına eli varmamaktadır.

Günümüz iktidarı ANAP ise Mecliste bekleyen idam dosyalarını gündeme getirememektedir.

İnsanları idam etmemiş olmak için yeni yeni yasalar çıkarma yoluna gitmektedir.

Asıl önemlisi yıllarca öncesinden idam cezalarının sokakta açıkça infazını da Türk toplumu pek ilkelce ve insanlık dışı bulduğu için hapishanelerde kimsenin göremeyeceği bir yerde yapmaktadır.

Eskiden infazları sokak ortalarında, meydanlarda yaparlardı.

Demek ki toplumumuz bu konuda bir devrim yaptı.

Sokaklarda insan asmanın insan ruhunda olumsuz etki yaptığının ayrımına varmışlar…

Gelişen Türk insanı sokaklarda devlet eliyle insan öldürmenin ilkelliğinin ayrımına vardığı için bunun açıkça yapılmaması için karar kılmışlar…

Ne var ki sokaklarda idam cezasını kaldırmamıza karşın Kurban bayramlarında, sokaklarda, çoluk çocuğun gözleri önünde, büyükbaş hayvanları, koyunları, keçileri bağırta bağırta kesiyoruz.

Bu kesimi de cana kıyıcılık boyutlarına yapıyoruz…

Kasaplıktan anlayan da, anlamayan da eline bıçak alarak halkın içinde, çoluk çocuğun gözleri önünde, sokakları kan gölüne çeviriyoruz…

Hâlâ başım dönüyor bir büyükbaş hayvanın kesilmesine tanık olduğumdan.

Hayvanın başına dört kişi üşüşmüş, boğazını kesmişler, kan fışkırıyor boğazından…

Bayram süresinde başım döndü, ürktüm insanların bu davranışından…

Allah için hayvan keseceğimize kendi kötü duygularımızı, kötü nefislerimizi, Allah yoluna kurban edelim.

Artık bu kurban geleneğine bir son verelim.

Kurban’ın gerçek anlamı Allah yoluna nefsimizi kurban etmek.

Değil nefsimizi öldüreceğimiz yerde hayvan kesip öldürmek…

Yoksa kendimizden fedakârlık yapmadan hayvanın kanını akıtmaktan kolay ne var.

Oysa Allah yoluna öldürülecek ne kadar çok nefsimiz var.

Önemli olan kendi kötü nefsimizi Allah yolunda kurban etmektir.

Nefsimizi ıslah ettiğimiz oranda da bayram yapmaya hakkımız vardır.

Bilmem anlatabildim mi?

Bilmem bu halkın işine gelir mi?

Gaziantep’te Bugün, 10 Temmuz 1990

110- AKIL ERDİREMİYORUM

KIZMAK YOK

108- ACABALARLA BOĞUŞTUM… 

“İnsanoğlu bilmediğini bilmez!” diye bir söz vardır.

Oysa bilmediğini bilmek gibi meziyet var mıdır?.

Bilenlerin saygı görmediği bir toplumda yaşıyoruz.

Ruhsal bozukluğu olanlarının, haksız kazanç sahiplerinin, köy ağalarının, fabrika ağalarının yoksulu sindirmek için her fırsatta onları suçladığını görüyoruz…

Oysa bilinsin ki suçlayan suçludur.

Suçsuz insanın suçlama ihtiyacı yoktur.

Bu nedenle, suçlanma korkusu ile bilir görünürüz bilmesek de.

Kimselere sormayız, acaba bildiklerim ne oranda doğru diye.

Doğru diye bellemişiz bir kere…

Halkımız arasında çok söylenir: “Su küçüğün söz büyüğün…”

Meğer bu sözün aslı şöyleymiş. “Sus küçüğün, söz büyüğün…”

Yani büyüklerin yanında küçüklere susmak düşer.

İnsan bunu öğrense yeter…

Ne var ki bilmediğimi yeni yeni öğreniyorum.

Daha milyarca bilmediğim olduğunu da biliyorum.

Yeni yeni öğrendiğim birkaç söz daha var.

Çok söylenir. Her duyanda canlanır duygular.

“Burası Muştur. Yolu yokuştur.

Giden gelmiyor, acep ne iştir?”

Meğer bu türküyü de yanlış biliyormuşuz: Muş değil de Huş’muş.

Bu Huş kasabası da Yemen yakınlarında imiş…

Osmanlı döneminde Yemende askerlik yapan atalarımız söylermiş.

Huş sözcüğünü bilmeyenlerimiz Huş’a Muş dermiş…

Türkülerimizde de böyle söyleyip durmuşuz.

Doğrusunu altmış yaşında öğrenmiş oluyoruz.

Biz de Atasözü gibi söyler dururuz.

“Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz!”

Meğer bunu da yanlış biliyormuşuz.

Doğrusu şöyle imiş: “Ena gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz”

Yar’ın bir karşılığının da büyük uçurum olduğunu çoğu kimseler bilmez….

Ena Bağdat şehrinin yakınlarında büyük bir uçurumun adı imiş.

Anlaşılan şair uçurum yerine yar demiş…

Biz ise Ena’yı ana anlamışız; uçurum yerine kullanılan yar’ı da yar…

Daha bilmediğimiz ne kadar yanlış var…

Bunları Milliyet Gazetesi’nde okudum,.

Okurken acabalarla boğuştum.

Acaba doğru bildiklerimizin kaçı doğru, kaçı yanlış…

Doğru bildiklerinden kuşkulanan olgun bir insanmış…

Gaziantep’te Bugün, 1 Haziran 1990

109-KURBAN BAYRAMI MI?

KIZMAK YOK

107- ADNAN OKTAR’A AÇIK MEKTUP…

Sayın Adnan Oktar,

Genel Yayın Koordinatörü olduğunuz Rönesans adlı Derginizin Mayıs 1990 sayısını İslanbul’da iken Beşiktaş’ta bir büfeden aldım. Daha önce Rönesans adlı dergiye hiç rastlamamıştım. Aldım, baktım ki daha önce birkaç sayı basılmış. Sordum, kalmadığını söylediler. Demek ki basılır basılmaz kapışılıyor…

Çıkardığınız derginin adı çok güzel, Rönesans demek bildiğim kadarıyla “yeniden doğuş” demektir. Hıristiyanlar Rönesans sayesinde akılcı, bilimsel ve laik bir bakış açısı ile olaylara yorum getirme yolunu bundan dört yüz yıl kadar önce yakalamışlardır. Ama Derginizi incelediğimde “Yeniden Doğuş (Rönesans)” özelliğini görmedim. Tersine eskiye dönüş özleminin ağır bastığını gördüm.

Örneğin bilim adamlarının bulgularını çürütme çabanız ilk bakışta göze çarpıyor. Bunun yanında bazı bilimsel buluşların kaynağının da dinsel kitaplarda olduğunu ispatlamaya çalışıyorsunuz.

Beni en çok ilgilendiren de “Atatürk Dinsiz mi?” başlıklı yazınız. Bir kişinin dinli dinsiz olduğunun takdiri ne size ne de bana aittir. İmanla paranın kimde olduğunu yalnız Allah bilir. Eğer bir kişi dinsizse bunun hesabını verir… Bu konuda ahkâm kesmek aklı başında kişilere yakışmaz.

Hele Atatürk’ü şeriat yanlısı göstermek amacı ile yazınızın başlarında Atatürk’ün Bütün Dünya Müslümanlarına gönderdiği bir mesajı (!) yazmışsınız ki bunu size yakıştıramadım. Eğer basını yakından izlemiş olsaydınız Atatürk’ün dinî mesajının uydurma olduğunu öğrenmiş olurdunuz. Örneğin bu mesajın Atatürk tarafından dünya Müslümanlarına yayınlanıp yayınlanmadığının tespiti için Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesine dava açılmıştır. Mahkemenin gönderdiği yazılara Cumhurbaşkanlığı arşivinden, Dışişleri Bakanlığı’ndan, Atatürk Araştırma Merkezi’nden gelen resmi yazı ve belgelerde bu mesajın uydurma olduğu açıklanmıştır.

Buna karşın sizin Atatürk’ün bu mesajı gönderdiğini kabul ederek derginizde yayınlamanıza bir anlam veremiyorum. Ne Allah’ın, ne de Peygamberinin Atatürk’ün dini mesajına ihtiyacı yoktur. Tersine Atatürk’ün de şeriatçıların sevgisine ve şefkatine ihtiyacı yoktur. Eğer bu konuda yanılıyorsam, yani Atatürk tarafından bu mesajın falan yerde, falan kişilerin huzurunda yayınlandığını ispatlayabilecekseniz bana bildiriniz. Öğrenmekle size müteşekkir kalacağım.

Sizin gibi savları olan, arkasında genç öğrencileri bulunan bir kişinin sahih kaynaklara dayanmadan alıntı yapmasını bilimsellikle bağdaştıramıyorum. Eğer bir Rönesans yoluna gerçekten gitmek istiyorsanız bilimsel dünya görüşlerine sarılınız. Zira kurtuluş ve kalkınma akıl, bilim, laiklik yolundadır, şeriat yolunda değil…

Yanıtınızı bekliyorum.

Gaziantep’te Bugün, Mayıs 1990

108-ACABA

KIZMAK YOK

106- TURAN DURSUN 

Turan Dursun, İKİBİN’e DOĞRU Dergisi’nin Din Bilgisi köşesinde her hafta, yazar.

Ne var ki Turan Dursun’un yazıları iman nedeniyle basiretleri bağlanmış kimilerine batar.

Turan Dursun yıllarca müftülük yapmış bir din adamıdır.

Müftülük yaptığı sıralarda dini araştırmalar yapmakla ün salmıştır.

Dinsel konulardaki otoritesini bugün hemen hemen bütün din bilginleri kabul etmektedir…

Çoğu din bilginleri de Turan Dursun’la dinsel konularda tartışmaya girmemektedir.

Turan Dursun’un Türkçesi güçlü olduğu gibi Arapçası ve Kürtçesi de güçlüdür. Örneğin Arapça’yı hem de Kureyş dili ile hem okur hem de yazar.

Elinde en eski Kuran metinleri var.

Ne var ki orijinallerinin yakılarak ortadan kaldırıldığını da açıkça yazar.

Bütün bunların yanında Kuran’daki ayetlerin kaynağının Tevrat’ta olduğu gerçeğini her yazısında vurgular…

Düşünce ve görüş olarak da dinin birleştirici bir unsur olmadığında; tersine dağıtıcılığın baş kaynağı olduğu konusunda ısrarlıdır.

Gerçekten de yalnız İslâm dini değil; bütün dinler mezhep diye ayrılır, tarikat diye ayrılır…

Yalnız ayrılmakla kalınsa iyidir. Birbirlerine öldüresiye saldırır.

Turan Dursun insanların kurtuluşunu, akıl ve bilimin ışığında birbirine saygıda ve sevgide bulur.

Bütün dinlerin; Allahlı,  Allahsız dinlerin, kitaplı, kitapsız dinlerin işlevini bitirdiğini, insanlığı kurtaracak olanın sağduyu, anlayış, bilim ve hoşgörü olduğunu savunur…

Ne var ki eski Müftü’nün bu görüşleri yeni müftüleri kızdırır.

Yazdıklarına, yalan, yanlış, iftira… İşte doğrusu şudur diye düşünceyle, yazıyla karşı çıkacaklarına: küfürlerle, tehditlerle onu susturmaya kalkarlar.

Küfür ve tehdidin İslam ahlâkı ile bağdaşmadığını unuturlar…

Ben burada tehdit ve küfür örneği veremiyorum.

Yerim yetersiz. İsteyenler 2000’e Doğru dergisinin 19 Mayıs 1990 tarihli 18. sayısına bakabilirler” diyorum.

Haksızsam bana yazınız.

Yalanım, yanlışım varsa bana kızınız…

Gaziantep’te Bugün, 25 Mayıs 1990

KIZMAK YOK

105- ÜMİT OLDU JOSEF…

Kaynağım Sabah gazetesi: 17 Nisan 1990.

Fotoğraflara baktıkça içim sızlıyor. İnsanın baktığı fotoğraflar karşısında ürpermemesi için duygusuz olması. dinsel ve ulusal düşünceden yoksun olması gerek.

Ümit Denli adlı bir yavrunun ailesi geçim zorluğu içinde olduğu için çocuklarını Katolik bir aileye evlatlık olarak vermişler. Geçim sıkıntısı çeken annesi tarafından Amerikalı bir aileye evlatlık verilen Ümit Denli Antakya’da Sen Pier Kilisesinde vaftiz olup Josef adını alıyor. Dokuz yaşındaki küçük Ümit’i mahkeme kararıyla nüfuslarına geçiren Amerikalı Deniş-Cinon Hodeen çifti öz annesi Rukiye Hanım’a bilgi vererek çocuğu kilisede vaftiz ettiriyorlar. Yani bizim çocuk katolik cemaatine kabul edilmiş oluyor vaftiz edilmekle.

Ümit Denli olarak çağrılan yavrumuz bundan böyle Josef Hadeen olarak çağrılacak. NATO’nun İncillik üssünde eczacı yüzbaşı olarak çalışan Cinon’a baba diyecek. Yeni ailesinin NATO’da görevi bittikten sonra belki Amerika’ya gidecekler.

Ümit Denli’nin, yeni adı Josef Hadeen’in eski ailesi ile yeni ailesi arasında çektirdiği resimlere bakıyorum. Her iki aile de sevinç içinde. Mutluluklar gözlerinden okunuyor. Eski aile çocuklarının geleceğini kurtardıktan için sevinç içinde: yeni aile ise cemaatlerine, dinlerine, ailelerine bir kişi kazandırdıkların övüncü içinde…

Onlar seviniyor ama ben her iki aile açısından üzülüyorum. Kendimi küçük Ümit Denli’nin yerine koyuyorum. Ailemden ayrılmayı göze alamıyorum. Ayrılmak düşüncesi bile beni derinden etkiliyor. İnsan geçim zorluğu nedeniyle inancını, ulusunu değiştirir mi diyorum. Çocuğun asıl annesi: “Hiç değilse oğlumun hayatını kurtardım!” diyor. Yaşama hakkı önde gelir. Yaşam söz konusu olunca bütün akan sular durur. Ama bir Ümit’i kurtarmakla nereye varabiliriz. Ümit durumunda, Ümit konumunda milyonlarca çocuğumuz var.

Geçim nedeniyle kendi çocuğunu bir yabancı aileye vermek zorunda kalan ailenin acısını paylaşıyorum. Memleketi bu duruma düşürenlere beddua ediyorum. Allah’ınızdan bulasınız diyorum, sizlerin ne diyeceğini de merak ediyorum…

Gaziantep’te Bugün, 2 Mayıs 1990

106- TURAN DURSUN